Hariciye / Mart-Nisan 2014

Page 1

HARİCİYE

ODTÜ DIŞ POLİTİKA VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER TOPLULUĞU AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ ᎐ MART & NİSAN 2014

Sektörel Politikalar



HARİCİYE AYLIK DÜŞÜNCE DERGİSİ

D PU İ T YÖ N ETİ M KU RU LU BAŞ KAN I H A L İ L İ B RA H İ M Ç E L İ K D PU İ T AD I N A İ MTİ YAZ SAH İ Bİ ÖZG E BOZTAŞ S O RU M LU YAZI İ Ş LERİ M Ü D Ü RÜ VE ED İ TÖ R M ERVE G ÖZD E OTLU YARD I M CI ED İ TÖ R Ö ZG E Ö K TE M İ N C İ S E RP İ L K U T S A R G Ö RS EL TASARI M A . C E M Ç A KI R KO N U K YAZAR E Z G İ G E Y İ K Lİ U M U T ATAS EVER YAZARLAR AYKU T AYD EN İ Z B A D E S A RA N C A N S U Ç E Lİ K E R ERD O Ğ AN ARABACI O Ğ LU ES M A YÜ CEL FU LYA FELİ Cİ TY TÜ RKM EN G Ü LB İ Z S E M İ Z H A L İ L İ B RA H İ M Ç E L İ K İ D İ L ÖZ D EM İ R İ N C İ S E RP İ L K U T S A R M EN EKŞ E S EN A ALPAS LAN M ERİ Ç YAŞAR Ö M ER FARU K AYKU T ÖZG E BOZTAŞ Ö ZG Ü R Ö ZG Ü N S İ M AY SAVRAN SU LTAN ERBAŞ TU TK U Z E N G İ N VEYS EL G ELBERİ VU S LAT N U R ŞAH İ N Y U N U S E M RE A RD I Ç İ L ET İ Ş İ M O RTA D O Ğ U TEKN İ K Ü N İ VERS İ TES İ İ KTİ SADİ VE İ DARİ Bİ Lİ M LER FAKÜ LTES İ U LU SLARARASI İ Lİ ŞKİ LER TO PLU LU K O DASI 0 6 5 3 1 A N K A RA / T Ü RK İ Y E T E L: ( 3 1 2 ) 2 1 0 3 0 5 6 www. h a ri ci yed ergi si . com www. h a ri ci yed ergi si . bl ogspot. com h a ri ci yed ergi si @ gm a i l . com BA S KI ALLAM E TAN I TI M VE M ATBAACI LI K AJ AN S : U Ğ U R M U MCU CAD. KI ZKU LES İ S O K. 32 /4 G AZİ O SM AN PAŞA/AN KARA T E L: ( 3 1 2 ) 4 1 7 5 8 5 9 bi l gi @ a l l a m e. org S Ü RE L İ , Y E RE L , Ü C RE T S İ Z YI L 3 , AY 6 , SAYI 9


2


Uluslararası politikanın küresel gerginliğe dönüştüğü bir olaya daha şahit oluyoruz son günlerde. Bu kez merkez Ukrayna, baş aktör ise 2004’teki ‘Turuncu Devrim’ yenilgisinden sonra 2010 seçimleriyle cumhurbaşkanlığı görevine gelen Viktor Yanukoviç. O l a yl a rı n D ı ş Yü z ü Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında resmen dağılmasından sonra Ukrayna ‘Güçler Dengesi’ olgusunu benimseyememiş ve Rusya ile Avrupa arasında sıkışmış bir ülke olarak varlığını devam ettirmişti. Ukrayna’nın Doğu bölgesi kararlılıkla Rusya hegemonyasını işaret ederken, Batı bölgesi ise gelişmenin ve refahın kapısı olarak gördükleri Batı’nın tek çıkar yol olduğu kanısındaydı. Bu iki farklı görüş ve tutum, stratejik önem arz eden Ukrayna için kargaşaya, hatta 19 Ocak 2014 tarihinden başlayan bir iç çatışmaya dönüştü. 1 Ukrayna özellikle 2004’ten bu yana Avrupa Birliği yanlısı bir dış politika izliyordu. Batı Ukrayna bu tutumu desteklerken Rusya yanlısı Doğu Ukrayna ses çıkarmadan gelişmeleri takip etmekle yetiniyordu. Avrupa Birliği ile süregelen görüşmeler sonrası yakın zamanda AB ile bir ‘ortaklık anlaşması’ imzalaması beklenirken Yanukoviç’in Rusya ile dostane (!) ilişkilerini ve AB ortaklığından vazgeçtiğini açıklaması üzerine çoğunlukla gençlerin olduğu AB yanlısı Ukrayna vatandaşları halk meydanlarında protestolara başladılar. 22 Ocak 2014’te Hükümetin protestolara son vermek için geçirdiği yeni katı yasaya tepki gösteren protestocular, Kiev’in ana meydanında (Bağımsızlık Meydanı) ayaklandı, kamu binalarına zarar verip işgal etmeye başladılar ve bunun üzerine polisin sert müdahalesiyle en az iki kişi, ateş açılması sonucu öldü. 2 Polisin göstericilere ateş açması ve muhalefet yanlısı gazeteci Tatyana Çornovol’un kimliği belirsiz bir kişi tarafından öldürülmesi gösterileri adeta bir iç savaşa dönüştürdü. Polis tazyikli su, ses bombası ve gaz kullanırken muhalifler taş, ateş ve havai fişekle karşılık verdi.

O l a yl a rı n İ ç Yü z ü Peki bu kadar çok AB yanlısı vatandaşın meydanlara çıkmasının asıl sebebi neydi? Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra eski komünist ülkeler kendilerini kapitalist bir tüketim dünyasının içinde bulmuşlardı. Sosyal ve ekonomik anlamda gelişmiş ülkelerden oluşan, medeniyeti simgeleyen, ‘birey’ kavramının değer gördüğü Avrupa Birliği Konsepti ise insanlarda ‘Avrupai aileler gibi yaşamak’ algısını ortaya çıkarmıştı. Bu algı eski SSCB üye ülkelerine bir ‘yanlış düzeltme’ metodu olarak yansıdı. Batı Ukrayna halkı için de aynı durum geçerliydi. Avrupa, Ukrayna’nın zayıf yönetme yeteneklerinin ve sınırlı özgürlük alanlarının aksine, güçlü, iyi yönetilen, insanlığa önem veren bir ‘ideal’ simgesiydi. Yapılan gösteriler ve yaşanan olaylar hala Ukrayna’nın bir kısmı için Avrupa Birliği üyeliğinin büyük önem taşıdığını gösterdi aslında. 2013 yılının Kasım ayında AB ile imzalanması beklenen bu ortaklık anlaşması, Ukrayna vatandaşlarının Avrupa’ya kolay seyahatinin, Avrupa ülkeleri ile aktif ticaretin ve en önemlisi de Avrupa standartlarında yaşamın kapılarını açacaktı. Batı yanlısı topluluk tarafından verilen bu tepkiyi, yıllarca uğraşılarak edinilmiş mertebeye son anda sırt çevrilmesinin yarattığı etki olarak düşünürsek, protestolar pek de haksız sayılmaz. Ancak ardı ardına gelişen olaylar durumu daha da büyük bir çıkmaza sokmakta. Yanukoviç ve muhalefet lideri uzlaşmaya çalışsa da protestocular Yanukoviç’in istifasını istemeye devam ediyordu. Parlamento kararıyla hapisten çıkarılan eski Başbakan ve Turuncu Devrim’in lideri Yuliya Timoşenko bağımsızlık meydanına giderek Ukrayna’nın artık ‘özgür bireyler’ tarafından yönetildiğini söyledi. Ukrayna cumhurbaşkanının geçtiğimiz günlerde parlamento tarafından görevden alınması üzerine ülkeyi terk ettiği ulusal radyo ve televizyonlar tarafından duyurulmuştu. Daha sonra Yanukoviç akan kanı durdurmak için elinden gelen her şeyi yapacağını,

3


halkını korumak zorunda olduğunu, Ukrayna’yı terk etmeyeceğini ve görevini bırakmayacağını açıkladı. Ancak Yanukoviç’in Ukrayna’yı terk etmesi üzerine başkent ve parlamentonun yönetimi fiilen muhalif grubun eline geçti. Gelgelelim muhalefetin ele geçirdiği hükümet, bunca zaman sessiz kalan içinde Kırım Tatarları’nın da bulunduğu Rusya yanlısı topluluğu baskıcı ve zorba uygulamalarla ayaklandırdı. Avru pa ve Ru sya İ çi n U kra yn a O rta kl ı ğı n ı n Ö n em i AB’nin doğuya açılım stratejisi doğrultusunda büyük bir önem atfettiği Romanya-Moldova-Ukrayna hattının en doğu ucunda yer alan ülke, aynı zamanda Rusya’nın Doğu Avrupa’d aki nüfuz mücadelesinin en önemli parçası konumundadır.

4

Ukrayna, hem AB’nin ilgi alanında bulunmaktadır hem de Rusya’nın geliştirmiş olduğu Avrasya Birliği aracılığıyla kendi bölgesel/sistemsel etkinliğine eklemlemek istediği bir ülkeyi ifade etmektedir. 3 Avrasya projesinin yanı sıra hepimizin tarih dersinde gördüğü ‘Rusya’nın sıcak denizlere inme politikası’ da Ukrayna’nın jeopolitik konumunun Rusya için vazgeçilmez olduğunu açıklamaktadır. Ukrayna sınırları içindeki Sivastopol Limanı Rusya’nın Karadeniz’e açılan tek kapısı ve Ukrayna ile kira sözleşmesinin 2017 yılında sona erecek olması Rusya’yı tedirgin eden unsurlardan biriydi. Yani Rusya’nın Ukrayna ile yakın ilişkiler kurması liman sözleşmesini uzatmasının da akıllıca bir yoluydu. Bu nedenle diyebiliriz ki Ukrayna, Rusya için basit bir inat meselesinden çok daha fazla şey ifade ediyor. Hepimiz biliyoruz ki, günümüzde en büyük doğal gaz dağıtıcısı Rusya ve Rusya’nın doğal gazını dünyaya taşıyan borular Ukrayna üzerinden Avrupa’ya uzanıyor. Bu demektir ki Rusya’nın Ukrayna’yı kontrolü altına alması Avrupa ile arasındaki güçler dengesini oldukça değiştirecek ve Rusya’yı büyük bir Avrasya İmparatorluğu konumuna taşıyacak. Avrupa ile Rusya’yı çıkarları bakımından karşılaştırdığımızda açıkça görülüyor ki Rusya’nın Ukrayna ile ortaklığından elde edeceği güç Avrupa’nın Ukrayna ile ortaklığından çok daha fazla. Aslında tüm dünya bunun şu anda farkında ve diyebiliriz ki Rusya’nın askeri boyutlara varan müdahalelerinin amacı bu gücü elde etmektir. Birleşmiş Milletler

Genel Kurulu’nun Rusya’yı uyarı amaçlı acilen toplanmasının ve Amerika ile Avrupa Birliği’nin muhalefet ile Yanukoviç hükümeti arasında arabuluculuk yapmasının temel nedeni ise Rusya’nın potansiyel gücünün kendileri için bir tehdit oluşturduğunun farkında olmalarıdır. U kra yn a İ çi n İ ki Al tern a ti f Bütün bu siyasal çalkantıya Ukrayna gözünden baktığımızda görüntü şu: önümüzdeki masada bizi iyileştirecek, farklı yan etkilere sahip iki ilaç var (birinin daha güçlü olduğunu biliyoruz). Hangisini içeceğimize bir an önce karar vermemiz gerek çünkü zaman kaybettikçe hastalık diğer organlara sıçrıyor. Ukrayna’nın AB ile imzalayacağı ortaklık anlaşması sonucunda Ukrayna halkını daha demokratik, adil ve modern bir yaşamın beklediği açık. Ancak daha modern yaşamak tamamen Ukrayna’nın bu krizi atlatmasına yetecek mi? Belki bu kanlı geçen sürecin durulmasına yardımcı olur ama ekonomik anlamda en iyi çözüm değil. Rusya, Ukrayna için her şeyden önce iyi bir ekonomik partnerdir. Bu iki ülkenin tarihsel, kültürel ve coğrafik yakınlıkları aralarındaki ticaret için olumlu bir etkendir. Aralarında bulunan açık ticaret anlaşması sayesinde Ukrayna ürettiği birçok ürünü Rusya’ya ithal etmekte ve bu ticaretin Ukrayna ekonomisine yaptığı katkı kaçınılmazdır. Dolayısıyla Ukrayna’nın Avrupa Birliği’ne girmesi Rusya ile aralarındaki bu ticarete zarar verecektir ve üretimin her alanda gelişmiş olduğu Avrupa ülkeleri, ürün alımında Ukrayna’yı Rusya’nın ettiği kadar tercih etmeyeceklerdir. “İsviçre çikolatası varken kim Ukrayna’nınkine bakar ki.” (Katie Zavadski) Ukrayna’nın en büyük doğal gaz sağlayıcısı yine Rusya’d ır ve tabii ki doğal gaz market fiyatının üzerindeki etkisi de oldukça büyüktür. Dolayısıyla Ukrayna’nın en sevdiği komşusuna kapısını kapatması, onu ekonomik anlamda birçok güçlükle karşı karşıya bırakacaktır. Rusya tarafından Ukrayna’ya yapılan bütün bu ekonomik desteklerin AB tarafından yapılamayacağı açıktır ve bu ölçüdeki ekonomik ortaklık bir ülke için azımsanamayacak durumda. Bu artıları ve eksileri değerlendiren Yanukoviç hükümetinin son anda yaptığı U dönüşüne bakacak olursak; Rusya, AB ile


imzalanacak olan ortaklık anlaşmasını satın aldı demek çok da yanlış olmaz açıkçası. Ru sya ’n ı n U kra yn a Ü z eri n d eki O tori tesi ve Kı rı m Ukrayna’nın jeopolitik konumunun ve ‘Avrasya Birliği’ düşüncesindeki yerinin Rusya için ne kadar önemli olduğu su götürmez bir gerçek. Rusya’nın, Ukrayna Cumhurbaşkanı Yanukoviç’i AB ile ortaklık anlaşmasından vazgeçirip kendi tarafına çekmesi önemli siyasi amaçlar doğrultusunda gibi görünüyor. Ancak yaşanan gerilime baktığımızda bu plan Putin’in düşündüğü kadar kolay gerçekleşmedi. Özellikle ekonomik anlamda Ukrayna’ya aba altından sopa göstermesi Yanukoviç’i etkilese de, Batı yanlısı Ukrayna halkı tepkisini şiddetli bir yolla gösterince ve AB de sürece müdahale etmeye kalkınca Rusya’ya da güç gösterisi yapmak düştü. Ve tabii ki bu güç gösterisini yapmak için Moskova yanlısı Kırım halkını kullanmak en doğru yoldu. Kırım, Karadeniz’in kuzeyinde yer alan ve Azak Denizi-Karadeniz bağlantısını sağlayan stratejik öneme haiz bir köprübaşı konumundadır. Ukrayna’ya bağlı özerk bir yönetim olan Kırım’ın kendisine ait bir parlamentosu ve yönetimi bulunmaktadır. Kırım halkı Rusça konuşmakta ve kendilerini Rus olarak tanımlamaktadır. Ukrayna yanlısı meşru olmayan yönetimin kontrolü ele geçirmesinden sonra Kırım Rusya’d an yardım istedi ve Rusya’ya Ukrayna’nın içişlerine müdahale etme bahanesi yaratılmış oldu. Putin yaptığı açıklamada kendisinden yardım isteyen ve kendi milletinin bir parçası olan Kırım’ı sahipsiz bırakmayacağını belirtmişti. Bunun üzerine Sivastopol’d eki deniz üssünden çıkan askerler ile bölgeye aktarılan 6 bin civarındaki Rus kuvveti, Kırım Parlamentosu, hükümet binaları, havaalanları ve stratejik önemi yüksek yerleri denetlemeye başlamış

durumdadır. Yani Kırım, fiilen Rusya tarafından işgal edilmiştir. 4 Geçtiğimiz günlerde ABD başkanı Obama ile AB yetkilileri Rusya’nın tutumunu ve askeri müdahalelerini sert bir dille eleştirmiş ve sınırı aşması halinde yaptıklarının cezasız kalmayacağı yönünde uyarmışlardı. Ancak Putin yaptığı müdahalelerin ‘bir halkın iyiliği doğrultusunda atılan meşru adımlar’ olması inancını sürdürmeye devam ediyor. Rusya Parlamentosu’ndan Ukrayna’d a silahlı kuvvet kullanma kararı çıktı bile. Ukrayna yeni Başbakanı Arseniy Yatsenyuk ise Rusya’nın gereğinden fazla Ukrayna’nın içişlerine karıştığını ve yaptığı askeri müdahalelerin ‘savaşa çağrı’ niteliğinde olduğunu açıkladı. Kırım’ın akıbeti ise 27 Mayıs’tan 30 Mart’a çekilen referandumda belli olacak. S oğu k S a va ş Ka pı d a m ı ? Rusya ile ABD arasında ciddi bir gerilim yaşanmakta. Rusya’nın askeri müdahalelerinin ve parlamentodan çıkan silahlı kuvvet kullanabilme kararının doğrudan Ukrayna’yı bölmeye/parçalamaya yönelik olduğunu söyleyen ABD devlet başkanı Obama, Putin ile Ukrayna hakkında uzun telefon konuşmaları yapmakta. "İlk günden itibaren, Rusya'nın Ukrayna ile bağlarını ve etnik Ruslara yönelik muamelede onların endişelerini haklı bulduk ve (bunlara) saygı gösterdik. Ancak bu endişeler, Ukrayna'nın egemenliğini ve toprak bütünlüğünü ihlal etmeyecek bir şekilde, doğrudan doğruya Ukrayna hükümetiyle ele alınabilmeli ve alınmalıdır. Rusya tarafından tansiyonu düşürecek acil ve somut adımlar atılmadıkça, ABDRusya ilişkilerindeki ve Rusya'nın uluslararası saygınlığındaki etkisi derin olacaktır," 5 şeklinde açıklama yapan ABD Dışişleri Bakanı John Kerry olası bir soğuk savaşı üstü kapalı bir şekilde hatırlatmış oldu.

Referanslar 1. Ali KOCA, 23 Şubat 2014, http://politikaakademisi.org/dunden-bugune-ukraynanin-ikilemi/ (Erişim Tarihi: 3 Mart 2014) 2. BBC TÜRKÇE, 23 Ocak 2014, http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/01/140123_ukrayna_soru_cevap.shtml (Erişim Tarihi: 3 Mart 2014) 3. Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU, 28 Ocak 2014, http://politikaakademisi.org/dis-politika-tercihleri-ukraynayi-zorlamaya-devam-ediyor/ (Erişim Tarihi: 5 mart 2014 ) 4. Yrd. Doç. Dr. Göktürk TÜYSÜZOĞLU, 2 Mart 2014, http://politikaakademisi.org/kirimin-gelecegi-nasil-sekillenecek/ (Erişim Tarihi: 6 Mart 2014) 5. HABER 3, 2 Mart 2014, http://www.haber3.com/ukraynada-savas-kapida-mi-2518031h.htm (Erişim Tarihi: 6 Mart 2014)

5


6

16 Aralık 2012’d e Hindistan’d an gelen acı bir haber sadece ülkede değil tüm dünyada büyük yankı uyandırdı. 23 yaşındaki tıp fakültesi öğrencisi “Amanat”, erkek arkadaşıyla bindiği otobüste toplu tecavüze uğradı. 6 erkeğin toplu tecavüzüne ve ağır işkencesine maruz kaldı. Bu insanlık dışı olay ortaya çıktıktan sonra, genç kızın ismi medyaya açıklanmadı. Hazine anlamına gelen “Amanat” takma ismi verildi. Hindistan yasalarına göre tecavüz mağdurlarının isimleri açıklanmıyor. Sanki suçlular tecavüzcüler değil de kadınlardı! Yasalara rağmen, babası genç kadının ismini cesurca tüm dünyaya açıkladı: JYOTI SINGH PANDEY

Pandey, Singapur’d aki bir hastaneye transfer edildi, ancak tüm çabalara rağmen 29 Aralık’ta hayatını kaybetti. 2 Jyoti Singh Pandey’in ardından toplumdaki öfke dinmedi ve kadına tecavüzü ve işkenceyi protesto etmek için binlerce kişi sokağa döküldü. Kadın haklarının güçlenmesi ve cinsel şiddetin önlenmesi için yaptırım gücü daha fazla olan kanunların çıkarılmasını ve etkili reformların yapılmasını talep ettiler. Bu yaşanılan acı olay Hindistan’d a toplumsal uyanışın simgesi haline gelerek kadınların en büyük davasına dönüştü. Öte yandan, bazı siyasetçilerin ve din adamlarının açıklamaları ise büyük şaşkınlıkla karşılandı. Hindistan Cumhurbaşkanı’nın oğlu ve milletvekili Abhijit Mukherjee, protestocularla, “ziyadesiyle göçertilmiş ve boyalı” güzel kadınlar diye alay etti ve onları ikinci el otomobile benzetti. Kadınların kıyafetlerine ve davranışlarına dikkat etmedikleri için cinsel şiddeti kışkırttıkları imasında bulundu. 3 Hindistan’ın dini adamlarından Asharam ise insanlık dışı bir açıklama yaptı: “Eğer kurban Tanrı’nın adını ansa ve saldırganların ayaklarına kapanıp şefkat dilenseydi bu trajedi olmazdı. Hata tek taraflı değil.” 4 Toplumdaki bazı kişilerin kadını cinsel bir obje olarak algılaması ve cinsel şiddetin tek sorumlusu olarak görmesi ne kadar acı. Yapılan kötülüklere ve haksızlıklara


tepki göstermek yerine sadece izleyen kişilerin olması ise bu durumu daha vahim hale getiriyor. Jyoti Singh Pandey, Hindistan’d a toplu tecavüze uğrayan ilk kişi değildi, ne yazık ki insanların düşünce tarzı değişmedikçe son kişi de olmayacaktı. Nitekim Ocak 2014’te Hindistan’d a genç bir kadın daha toplu tecavüze uğradı. Hem de bu tecavüz kararı köy meclisinin başkanı tarafından verilmişti. Peki, gerekçesi neydi? Genç kadının, başka aşiretten bir erkekle ilişkisinin olmasıydı. 5 Hindistan’d a kadınlara yönelik şiddetin nedenleri aslında çok daha derine dayanıyor. Bu noktada sorulması gereken iki önemli soru var: 1. Hindistan’d a cinsel şiddettin arkasında yatan asıl nedenler nelerdir? 2. Hindistan’ın çelişkili yapısı nasıl açıklanabilir? Ka st S i stem i Günümüzde bile kast ve sınıf ayrımı Hindistan toplumunda etkili olmaya devam ediyor. Bir suç işlendiği zaman, toplum öncelikle mağdurun kast ve sosyal statüsüyle ilişki kuruyor, sonrasında bu ilişkiye paralel olarak, olaya tepki gösterenlerin kimlikleri ve davranışları şekilleniyor. Dalitler, Adivasiler ve diğer azınlıklar ötekileştirilerek haklarından mahrum bırakılıyorlar. Zengin ve elit kesim, devlet mekanizmalarını kontrol altında tuttukları için bir suç işleseler bile olayları kendi lehlerine çevirmeyi pek çok sefer başarıyorlar. Yoksullara karşı tecavüz ya da cinayet gibi en ağır suçları işlediklerinde, bir şekilde yolunu bulup cezalardan kurtuldukları bilinen bir gerçek. 6 Sivil toplum kuruluşları bu adaletsiz sistemin ortadan kalkması için çeşitli çalışmalar yürütüyorlar. Örneğin, 17 milyon kişilik küresel bir kampanya ağı olan Avaaz, Hindistan’d a cinsel suçlamalarla karşı karşıya kalan 260 politikacıyı medya yoluyla ifşa etmeye çalışacak. 7 S i l a h l ı Ku vvetl eri n ve Pol i s G ü cü n ü n Yozl a şm a sı Devlet tarafından beslenen elit kesime tanınan dokunulmazlık, silahlı kuvvetler için tecavüzü ötekileştirilmiş toplumlar üzerinde kullanılan “devlet destekli” bir işkence aracına dönüştürdü. Silahlı kuvvetlerin ve polis gücünün karıştığı tecavüzlerin

pek çoğu ise cezasız kaldı. Manorama Devi, 2004’te Hindistan Silahlı Kuvvetleri tarafından yönetilen Assam Rifles mensupları tarafından toplu tecavüze uğradı. 2009’d a, Merkezi Destek Polis Kuvveti mensupları tarafından Neelofar Jan ve Asiya Jan’a tecavüz edildi. Olayın ardından iki kadın da öldü. 2011’d e gözaltına alınan insan hakları aktivisti Soni Sori, Komünist Parti için bilgi toplamakla suçlanarak gözaltına alındı. Çırılçıplak soyulduktan sonra vücuduna elektrik verilerek işkence ile öldürüldü. Eğer devlet bu yaşananlara göz yummaya devam ederse, birçok kadın daha işkence sonucunda yaşamını kaybetmeye devam edecek. 8 Eski G el en ekl er Sati (dul kadınların yakılması), johar (tecavüze uğrayan kadının intihar etmesi), kurimar (kız çocuklarının gömülmesi), doodh-peeti (kız çocuklarının sütle boğulması), çok eşlilik, başlık sistemi ve çocuk yaşta evlilik gibi kadınlar için tecrübe edilmesi en zor geleneklerin ülkesidir Hindistan. Amartya Sen, 1986’d a nüfus hesaplarına göre 37 milyon kadının kayıp olduğunu söyledi. 9 UNICEF dişi cenine yönelik kürtaj ve kız bebeklerinin öldürülmesi (kurimar, doodh-peeti) nedeniyle Hindistan nüfusunda 50 milyon kadın nüfusu açığının olduğunu belirtti. UNICEF, kız bebeklerin öldürülmesinin soykırım olarak nitelendirilebilecek kadar ciddi boyutlara ulaştığını açıkladı. Kadın nüfusundaki dengesizlik kız çocuklarının ticareti ile kapatılmaya çalışılmaktadır. 2011’d e yetkililere 35 bin çocuk kaçırma vakası bildirildi ve bunların 11 bini Batı Bengal eyaletindendi. BBC ekibi Kalküta’d a kız çocuklarını satan bir adam ile görüştü. Adam sattığı kız çocuğu başına 1000 dolar civarında para kazandığını söyledi. Asıl yüz kızartıcı olan ise polisin ve politikacıların bu duruma göz yummasıydı. İsmini açıklamayan adam, kız çocuklarını sattığı kişilere ulaştırmak için her bir eyalet polisine ayrı rüşvet verdiğini açıkladı. 10 H i n d i sta n ’ı n Çel i şki l i Ya pı sı Hindistan’ın insan gelişme endeksi ve cinsiyet eşitsizliği endeksi, ekonomik kalkınmasına paralel olarak gelişmemektedir. 2013’te Hindistan dünyanın en büyük 10 ekonomisi arasında yerini aldı. BRIC ülkelerinden birisi olan Hindistan, “dünyanın en cazibeli yatırım merkezi” unvanını Çin’d en devraldı. 11

7


‘political approach’ i açısından Hindistan’ı değerlendirdiğimizde sistemdeki eşitsizliği anlamak mümkün değil. Fakat ‘developmental approach’ ii ile Hindistan’ı incelediğimizde karşımıza şu sorular çıkmaktadır: - Hindistan’d a demokrasi sadece seçimlerden mi ibarettir yoksa seçimlerin ötesinde midir? - Sivil toplum gelişmiş midir? - Ataerkil toplumun sınırları aşılabildi mi ve kadınlar siyasette ne kadar etkilidir? - Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadının toplum içinde güçlenmesi sağlanmış mıdır? - İnsan hakları ihlallerini önleyici ve cezalandırıcı gelişmiş bir mekanizma var mıdır?

8

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın hazırlamış olduğu rapor her şeyi açıklamaktadır: Cinsiyete Dayalı Gelişme Endeksi’nde Hindistan 136 ülke içinde 101. sırada yer aldı. 12 Cinsiyet Eşitsizliği Endeksi’nde ise 0.617 ile listenin 18. sırasında bulunmaktadır. En çok dikkat çeken veriler ise 2 doların altında çalışan kadınların sayısının 85.352.400 ve 15-19 yaş arasındaki genç kadınlarda doğum oranının %79,3 olmasıdır. 13 Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın verilerine göre, Hindistan’d a İnsan Gelişme Endeksi 0.33’tür. Hindistan’d aki bazı yasalar cinsiyet eşitsizliğinin daha fazla artmasına yol açmaktadır. Örneğin, Goa polygamy yasası ilk evliliğinden erkek çocuğu olmayan adama ikinci evlilik hakkını tanımaktadır. Bazı eyaletlerde ise kız çocuklarının ve dulların mirastan pay almasını engelleyen yasalar uygulanmaktadır. Kız çocuklarının istenmemesi nedeniyle son 30 yılda 12 milyon Hintli kadın kürtaj olmaya zorlandı. Altı yaşın altındaki kız çocuklarının sayısı yıldan yıla düştü. Toplumda erkek çocuklarına daha fazla değer verildiği için, kız çocuklarını hastalandıklarında hastaneye götürmeyen ve yemek vermeyen ailelerin oranı azımsanamayacak boyutlardadır. Kız çocukları, bir yük olarak görüldüğü için erken yaşlarda evlendirilmektedir. Avukat ve yazar Kirti Singh’in anlattıkları da yaşananları kanıtlar niteliktedir. Singh, ailelerin kız ve erkek çocuklarına eşit bir şekilde davranmadıklarını belirtti. Erkek çocuklara, okumaları için destek verilirken, kız çocuklarının ise birisinin eşi olması için yetiştirildiğini söyledi. 14 Hintli gençlerin

yarısı 18 yaşın altında kendisinden yaşça büyük birisiyle evlenmeye zorlanıyorlar. Politikacıların isteksizliği ise yeni yasaların yapılmasına ve kadın haklarının güçlendirilmesine engel oluyor. Washington merkezli Uluslararası Kadın Araştırmaları’nın 2011’d e yaptığı araştırmalara göre: - Hindistan’d a her 4 erkekten 1’i yaşamlarının bir noktasında cinsel şiddete başvuruyor. - Her 5 erkekten 1’i partnerini kendisiyle seks yapmaya zorluyor. - Hintli erkeklerin yüzde 65’ten fazlası, kadınların bazen dayak yemeyi hak ettiğine ve kadınların şiddeti hoş görmesi gerektiğine inanıyor. 15 Hindistan, kadınlar için en tehlikeli beş ülke arasında yer almaktadır. Hindistan gibi güçlü bir ekonominin, Afganistan, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve Pakistan ile listenin başlarında yer alması ironiktir. 16 2011’d e polis kayıtlarına geçen 256.329 suçtan 228.650’sinin kadına yönelik işlenen suçlar olduğu kaydedildi. Daha da korkunç olanı ise Hindistan’d a her 18 saatte 1 kadın tecavüze uğruyor. 17 Tecavüze uğrayan kadınlar ise ailesinin namusuna leke sürdüğü gerekçesiyle intihara zorlanıyor. “Ben N a m u su m u n Va j i n a m d a O l d u ğu n u Red d ed i yoru m ! ” 33 yıl önce tecavüze uğrayan Sohaila Abdulali, “Bedenim Yara Aldı, Ama Onurum Değil” yazısında hem kendi yaşadıklarını anlattı hem de cinsel şiddete maruz kalmış kadınlara hayat hikâyesiyle ve çalışmalarıyla destek olmaya çalıştı. Sohaila Abdulali’nin yazısından bir alıntı yaparak devam etmek istiyorum: “Tecavüz korkunçtur çünkü şiddete maruz kalırsınız, korkutulursunuz, sizin dışınızdaki biri bedeninize hükmeder, çoğunlukla çok derinden incitilirsiniz. Yani “ahlakınızı” kaybetmiş olduğunuz için korkunç değildir tecavüz, babanız ve kardeşinizin namusuna leke geldiği için de korkunç değildir. BEN, NAMUSUMUN VAJİNAMDA OLDUĞUNU


REDDEDİYORUM! Tıpkı erkeklerin beyinlerinin cinsel organlarında olduğu gerçeğini 18 reddettiğim gibi.” Tecavüze uğrayan kadınlar, sanki kendi suçlarıymış gibi intihara sürükleniyorlar. Bu masum genç kadınların intihara sürüklenmesinin, planlı işlenen bir cinayetten farkı yoktur! Genç kadınlar, toplumun önyargıları ile zincirlenerek bu adaletsiz döngü içinde kaybolup gidiyorlar. Kendi kaderimiz hiçbir zaman başkasının değer yargılarına değil, kendimize bağlı olmalıdır. Bu yaşadıklarımızı belki sihirli bir değnekle kısa süre içinde değiştiremeyebiliriz, ama en azından toplumdaki cinsiyet ayrımını ortadan kaldırmak için güçlü bir

adım atmış oluruz. Bu çıkılan yolda, toplumdaki Sohaila gibi cesur ve güçlü kadınların sayısının git gide artmasını sağlarız. Devlet üzerine düşen görevi yerine getirmese bile, hatta kadına şiddeti yasalarla teşvik etse ve sistemdeki yozlaşmaya göz yumsa bile kadın hareketi, bizlerin ve sivil toplum örgütlerinin birlikte hareket etmesi ile toplumda bir şeyleri değiştirebilir. Bu bağlamda, Myra Roberts’in Jyoti Singh Pandey anısına yapmış olduğu resim çok anlamlıdır (yazıda en üstte). Einstein’ın sözleri ile tablosunu tamamlamıştır: “Dünya kötülük yapanlar yüzünden değil, buna seyirci kalanlar yüzünden kötü bir yerdir.” Eğer toplum, kadınların maruz kaldığı cinsel şiddete seyirci kalmaya devam ederse, Jyoti Singh Pandey’in yaşadıkları ne ilk ne de son olacaktır.

9 Referanslar 1. BİA Haber Merkezi, “ Tüm Dünya Duysun, Onun Adı Jyoti Singh Pandey, ( 7 Ocak 2013), http://www.bianet.org/biamag/dunya/143354-tum-dunya-duysun-onun-adijyoti-singh-pandey, (Erişim Tarihi: 6 Mart 2014) 2. Abhinav Bhatt,” After raping ‘Amanat’, men on bus allegedly tried to run her over: sources “, ( 2 Ocak 2013), http://www.ndtv.com/article/india/after-raping-amanat-men-on-bus-allegedly-tried-to-run-her-over-sources-312021 (Erişim Tarihi: 7 Mart 2013) 3. Rashmee Roshan Lall, “Hindistan’da tecavüzün ardındaki kadın sorunu”, (5 Ocak 2013), http://www.radikal.com.tr/yorum/hindistanda_tecavuzun_ardindaki_kadin_sorunu-1115438 (Erişim Tarihi: 3 Mart 2014) 4. Hürriyet Planet, “Ayaklarına kapansa tecavüze uğramazdı”, (9 Ocak 2013), http://www.hurriyet.com.tr/planet/22314472.asp (Erişim Tarihi: 2 Mart 2014) 5. BBC TÜRKÇE, “Hindistan’da bir toplu tecavüz daha”, (23 Ocak 2014), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/01/140123_hindistan_tecavuz.shtml (Erişim Tarihi: 8 Mart 2014) 6. Ershad Abubacker, Çeviren: Cankız Çevik, “ Bir Tahakküm Silahı Olarak Tecavüz: Hindistan’da Sosyal Sınıfların Gücü”, ( 2 Ocak 2013), http://baskaldiraninsan.com/2013/01/02/bir-tahakkum-silahi-olarak-tecavuz-hindistanda-sosyal-siniflarin-gucu/ (Erişim Tarihi: 4 Mart 2014) 7. BİA HABER MERKEZİ, “Hak Savunucuları Tacizci Politikacıları İfşa Edecek”, (14 Şubat 2013), http://www.bianet.org/bianet/dunya/144353-hak-savunuculari-tacizcipolitikacilari-ifsa-edecek (Erişim Tarihi: 4 Mart 2014) 8. Ershad Abubacker, a.g.e 9. Banu Servetoğlu, “Hindistan’ın ölü doğan kız çocukları”, (6 Şubat 2013), http://www.sendika.org/2013/02/hindistanin-olu-dogan-kiz-cocuklari/ (Erişim Tarihi: 8 Mart 2014) 10. Natalia Antaleva, “ Hindistan’ın kayıp kızları”, (9 Ocak 2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/01/130109_indiangirls.shtml (Erişim Tarihi: 8 Mart 2014) 11. CNBCE.com, “ Dünyanın en cazip ülkesi Hindistan”, (26 Kasım 2013), http://www.ntvmsnbc.com/id/25481997/ (Erişim Tarihi: 8 Mart 2014) 12. The Guardian, “ World Gender gap index 2013:see how Countries compare”, http://www.theguardian.com/news/datablog/2013/oct/25/world-gender-gap-index-2013countries-compare-iceland-uk#data (Erişim Tarihi: 1 Mart 2014) 13. J. Zimmerman, N. Tosh ve N. McClellan,” Map: What Countries Have the Worst Gender Gaps?”, http://www.slate.com/articles/news_and_politics/map_of_the_week/2012/10/international_day_of_the_girl_map_shows_the_u_n_development_program_s_gender.html (Erişim Tarihi: 8 Mart 2014) 14. Sumnima Udas, “Challanges of being a woman in India”,(12 Ocak 2013), http://edition.cnn.com/2013/01/12/world/asia/india-women-challenge/ (Erişim Tarihi: 9 Mart 2014) 15. Rashmee Roshan Lall, a.g.e 16. Seema Sinha,”It’s tough being a woman in India”, (19 Ekim 2011), http://timesofindia.indiatimes.com/life-style/relationships/man-woman/Its-tough-being-a-woman-inIndia/articleshow/9430363.cms (Erişim Tarihi: 9 Mart 2014) 17. BİA HABER MERKEZİ, “Hindistan’da Neler Oluyor?”, (24 Aralık 2012), http://www.bianet.org/biamag/dunya/13047-hindistan-da-neler-oluyor, (Erişim Tarihi: 9 Mart 2014) 18. Sohaila Abdulali, Çeviren: Gülnur Elçik,” Bedenim Yara Aldı Ama Onurum Değil”,( 12 Ocak 2013), http://www.bianet.org/bianet/biamag/143466-bedenim-yara-aldiama-onurum-degil (Erişim Tarihi: 6 Mart 2014) Resim 1. Myra Roberts, (2013), http://www.projecttolerance.com/


Sadece bir gün için, cebinizde günün sonuna kadar harcamak üzere yalnızca bir dolarınızın olduğunu hayal edin… Nerede yaşadığınızın ya da öncelikli olarak nelere ihtiyaç duyduğunuzun bir önemi yok. New York’ta veya Nairobi’d e olabilirsiniz; otobüs bileti, temiz su, yiyecek ya da ilaca ihtiyaç duyabilirsiniz. Bu bir dolarla ne alırdınız?

10

Dünya Ekonomik Forumu Ocak 1971’d e Avrupa’nın önde gelen işadamları tarafından kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olarak faaliyete geçirildi ve ilk toplantılar İsviçre’nin Davos kentinde gerçekleştirildi. Forum, kuruluşundan bu yana ekonomi, politika, sosyal farkındalık gibi tüm milletleri ilgilendiren konuların taraflarca tartışıldığı, çözüm önerilerinin ortaya çıktığı bir platform görevini üstlendi. Dünya barışının geliştirilmesi, Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra Doğu ve Batı arasındaki diyalogların iyileştirilmesi, yükselişte olan Çin ve Hindistan marketlerinin dünya ekonomisiyle entegre edilmesi, yeni gelişme ve trendlerin dünyayla tanıştırılması gibi konuların pek çoğu Davos’taki siyasi liderler ve önemli kuruluşların temsilcileri tarafından masaya yatırılmıştır. 1 Da vos 2 0 1 4 22 Ocak’ta başlayıp 4 gün boyunca devam eden Dünya Ekonomik Forumu’nun bu yılki programını içeren kitapçığın bile 93 sayfadan oluştuğunu göz önünde bulundurursak, Davos’ta ne kadar çok sayıda konunun tartışıldığı hakkında genel bir fikir sahibi olabiliriz. Ancak toplantıya damgasını vuran ana tema ‘eşitsizlik’ oldu. Forumdaki diğer önemli konular "yıkıcı buluşlar", "kapsayıcı büyüme", "toplumun yeni beklentileri" ve "9 milyarlık dünya” başlıkları altında tartışıldı. İngiltere’nin önemli sivil toplum kuruluşları arasında bulunan OXFAM’ın raporu Davos 2014’te paylaştığı çarpıcı istatistik, mevcut gelir dağılımı sebebiyle dünyada her gün kaç insanın “Cebinizde o gün için sadece bir dolarınız olsaydı ne alırdınız?” sorusuyla

gerçekten yüzleştiğini açıklar nitelikte: OXFAM’ın sunduğu rapora göre dünyanın en zenginleri listesinin başını çeken 85 kişinin toplamda 1.7 trilyon doları bulan serveti, gelir düzeyi bakımından en altta bulunan 3.5 milyar kişinin toplam servetine eşit. 2 Peki bu hedefe ulaşmak için Davos liderlerine düşen görevler neler? Gıda Programı Genel Direktörü Ertharin Cousin, bu noktada özel sektörü işaret ederek Davos’un özel sektörle insani yardım kuruluşlarının buluşması açısından çok önemli olduğunu belirterek ancak bu sayede açlığın yaşanmadığı bir dünya hedefine ulaşılabileceğini belirtti. 3 Cousin, oldukça iyimser bir bakış açısına sahip olsa da Davos’taki lobi faaliyetlerinin büyük kısmının zenginlerin daha iyi anlaşmalarla, daha iyi ortaklıklar kurarak daha zengin olmasıyla ilgili olduğu da yaygınca bilinen bir gerçek. Yine de Dünya Bankası ve Gıda Programı gibi kuruluşlar, günümüzde çok önemli olan şirket imajının insancıl cilası olarak görülüyor ve şirketler imaj yatırımı düşüncesiyle yapılan çalışma ve kampanyalara eskisinden daha cömert bir şekilde katkıda bulunuyor. Bu açıdan Davos, insani yardım kuruluşlarının yeni ilişkiler kurması, kampanyalarını tanıtması ve yeni kaynaklar bulması açısından bulunmaz bir nimet olma özelliği gösteriyor. Forumda bu konudaki görüşlerini belirten bir diğer isim de Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki Moon oldu. Ban Ki Moon hükümetlerin iş dünyası ve sivil toplumla güçlü bir işbirliği içerisinde çalışmalarının öneminden bahsettikten sonra kalkınma hedeflerine ulaşmada cinsiyetler arası eşitsizliğin giderilmesinin, iklim değişikliğiyle ilgili bilinç kazandırma çalışmalarının hızlandırılmasının ve açlığın yeryüzünden silinmesinin önemini vurguladı. BM Genel Sekreteri, konuşmasında ayrıca Binyıl Kalkınma Hedeflerini ve kurduğu Binyıl Kalkınma Hedefleri Kampanya Grubu’nu işaret ederek kızların eğitimine ve cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesine yapılan yatırımların başarıya giden yoldaki son hamle olduğunu söyledi. 4


Bi n yı l Ka l kı n m a H ed efl eri 2000 yılında, 147 devlet ve hükümet başkanı dâhil olmak üzere 189 ulusun temsilcisi tarihi bir Binyıl Zirvesi için Birleşmiş Milletler’d e bir araya geldi. Binyıl Kalkınma Hedefleri (BKH) olarak bilinen bir dizi hedef tespit ettiler. Bu hedeflere 2015 yılına kadar ulaşılması, aşırı zaruret içindeki insanların sayısının yarı yarıya azaltılması da dâhil olmak üzere dünyadaki insanların yaşamlarını değiştirecek. Hedeflerden ilki, 1990-2015 yılları arasında geliri günde 1 dolardan az olan insan sayısını yarı yarıya azaltmak, ikincisiyse yine bu yıllar arasında açlıktan muzdarip olan insanların sayısını yarı yarıya azaltmak olarak belirlenmişti. 5 Hedeflenen tarihe bir yıldan az süre kalmasıyla, hedefler ve hedeflenen rakamlara ne kadar yaklaşıldığı, daha iyi sonuçlar için nelerin yapılması gerektiği Davos 2014’te en çok konuşulan ve tartışılan konulardan biri oldu. Açl ı ğı n O l m a d ı ğı Bi r D ü n ya Binyıl Zirvesi’nden bu yana belirlenen en iddialı hedef hakkında çeşitli gelişmeler ve değişikler meydana geldi. 2005 yılına kadar günlük 1 dolarla tanımlanan aşırı yoksulluk sınırı, yeni ölçüm metotlarıyla ve 2005 fiyat seviyeleriyle birlikte 1,25 dolara yükseldi. Yeni verilere göre, gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 1.4 milyar kişi günlük 1,25 doların altında bir gelirle yaşıyor. Peki, 2015’te dünyada açlığı yok etmeyi amaçlayan Binyıl Kalkınma Hedefleri dünden bugüne ne kadar mesafe kat etti? Tahminlere göre, 2015’te hala 600 milyon insan –Amerika nüfusunun iki katıhala günde 1,25 dolardan daha azını harcayabilir durumda olacak. Yine de en başta ortaya koyulan amaçların iyimser ve ütopik beklentilerini bir kenara koyarsak, ‘açlığın olmadığı bir dünya’ hayaline şu an çok daha yakınız. 6 Forumda 2014’ün yüksek öncelikli 10 risk maddesi de belirlendi. Listeyi oluşturan 10 maddeyi; dünya ekonomisinde kilit konumda bulunan ülkelerdeki mali krizler, yapısal işsizlik oranlarında yükselme, su krizleri, gelir dağılımdaki büyük eşitsizlikler, iklim değişikliğinin etkilerinin azaltılması yönündeki çabaların yetersiz kalması, ağır hava koşullarından kaynaklanan sel, fırtına, yangın gibi doğal afetler, küresel yönetimdeki başarısızlıklar ve aksaklıklar, büyük siyasi ve sosyal istikrarsızlıklar oluşturuyor. Kapsayıcı büyüme için pek çok değişiklik gerekiyor ve oluşturulan stratejilere her gün bir yenisi ekleniyor. 7 Ancak bu konuda unutulmaması gereken en önemli

nokta bu yeni stratejilerin dahi bir gecede sihirli sonuçlar yaratamayacağı gerçeği. Kapsayıcı büyümede asla hızlı sonuçlar beklememek gerekiyor ve hedeflere ulaşmak için öncelikli olarak genç işsizliğine son vermek için istihdam yaratılması, ekonomik planlarda daha esnek bir yolun ilenmesi ve tüm dünyayı büyük finansal krizlere sürükleyebilecek risklerin en iyi şekilde yönetilmesi gerekiyor. Forum katılımcıları da ortaya konulan bu genel tablonun gerekliliklerine uymak ve uzun süreye yayılacak programları desteklemek yönünde karar aldılar. Sürdürebilir büyüme için gereken hamlelerde uluslararası işbirliğinin önemi her konuşmada tekrarlanan bir tema olsa da, pratikteki uygulamalar teoride çizilen yoldan çok büyük farklılıklar gösteriyor. Uluslararası işbirliğinin güçlendirilmesini zorlaştıran en önemli etkenler arasında başı çeken maddenin, küresel krizin etkilerini daha yeni yeni silmeye başlayan ülkelerin her birinin kendi iyileşme dönemine odaklanarak ülkelerine özgü en uygun stratejiyi oluşturması ve takip etmesinin olduğu görülüyor. Zorluklar bununla da bitmiyor, çünkü özellikle de gelişmekte olan ekonomilerde ülke içindeki siyasi çekişmelerin ve türbülansların faturası yine ekonomiye yansıyor. Örneğin bu yıl Türkiye, Güney Afrika, Hindistan, Endonezya ve Brezilya’d a gerçekleşecek seçimler bu ülkelerdeki ekonomilerin gidişatı açısından da oldukça belirleyici olacak. Her ne kadar büyüme uzun zamana yayılan planlara bağlı bir olgu olsa da özellikle genç işsizliğinin yüksek olduğu ülkelerde insanların uzun dönem politikalarının sonuçlarını beklemek için daha az sabır gösterdiği altı çizilmesi gereken bir gerçek. 8 Bu noktada, sosyal istikrarsızlıklar ve toplumda huzursuzluklar artarken bu durum tekrar ekonomik göstergelere yansıyor ve ülkeler için kısırdöngü şeklinde tanımlanabilecek zor durumlar oluşuyor. Bu yüzden de toplumsal sorunlara hassasiyetle yaklaşmak ve sosyal yapılardaki çatlakları iyi okuyabilmek, ideolojik kutuplaşma ve aşırılıklarla ilişkili riskleri minimuma indirmek gerekiyor. Genç nüfusun toplumdaki rolünün en iyi şekilde anlaşılması ve bu yönde onları destekleyici adımlar atılmasının yolu eğitimin iyileştirilmesi ve istihdamın arttırılmasından geçiyor. Aksi takdirde toplumda huzursuzluk ve düzensizlik kaçınılmaz sonuçlara yol açabilir. Dünya, küresel risklerin milli olanlarla ne ölçüde

11


bağlantılı olduğunu ve küreselleşmeyle birlikte tüm ekonomilerin görünmez iplerle birbirine bağlandığını özellikle 2008 kriziyle birlikte net bir şekilde gördü. Bu kriz, korumacı yaklaşımlar ve kurumlar arası iletişim, özel sektör ve kamu sektörünün birlikteliğiyle büyük ölçüde atlatıldı. Forumdaki tartışmalar ve alınan kararlara baktığımızda, 2008 krizinden çıkarılan çok dersin olduğunu, ülkelerin tekrar bu tabloyla karşılaşmamak için işbirliği ve karşılıklı diyalog ilkelerini benimseyeceğini gösteriyor. Asla unutmamamız gereken bir gerçekse; istatistiki verilerin, genel büyümenin ve ekonomik iyileşmenin

çok daha ötesinde bir kavram olarak yer alan sosyal adalet. Çünkü hayatını asgari şartların bile çok altında sürdürmek zorunda olan, sosyal imkânların getirilerinden mahrum kalan kesimlerin olduğu toplumlar ne kadar zengin olurlarsa olsunlar huzursuzluklardan kaçınmaları imkânsızdır. Eğer en içten dileğimiz, gerçekten sadece kendimiz için ‘daha iyisi’ değil, aynı zamanda daha iyi bir dünya ise yalnızca küresel zenginliği arttırmak için çabalamak yerine, var olanı da daha eşit bir şekilde paylaşmayı denemeliyiz.

12

Refera n sl a r 1. History, http://www.weforum.org/history (Erişim Tarihi: 5 Mart 2014) 2. İnsani yardım kuruluşları Davos’ ta buluştu, (24 Ocak 2014), http://tr.euronews.com/2014/01/24/insani-yardim-kuruluslari-davos-tabulustu/ (Erişim Tarihi: 5 Mart 2014) 3. World's 85 richest people have as much as poorest 3.5 billion: Oxfam warns Davos of ‘pernicious impact’ of the widening wealth gap, ( 20 Ocak 2014), http://www.independent.co.uk/news/world/politics/oxfam-warns-davos-of-pernicious-impact-of-the-wideningwealth-gap-9070714.html (Erişim Tarihi: 6 Mart 2014) 4. At Davos Forum, Ban seeks business help to fight gender inequality, climate change, hunger, (23 Ocak 2014), http://www.un.org/apps/news/story.asp/story.asp?NewsID=46988&Cr=mdg&Cr1#.Ux33x_khDyQ (Erişim Tarihi: 6 Mart 2014) 5. ICPD Eylem Programı Yoksulluğun Azaltılmasına ve İnsan Haklarına Yönelik Çalışmaları Nasıl Destekliyor, www.unfpa.org.tr/turkeytr/rapyay/binyilhedefler.doc (Erişim Tarihi: 7 Mart 2014) 6. Chandy, Laurence, & Geoffrey, Gertz., Poverty in numbers: The changing state of global poverty from 2005 to 2015, Brookings Institution, 2011 7. Achieving Inclusive Growth, http://reports.weforum.org/annual-meeting-2014/achieving-inclusive-growth/, (Erişim Tarihi: 5 Mart 2014) 8. Global risks 2014, ninth edition. (2014) World Economic Forum website: http://www3.weforum.org/docs/WEF_GlobalRisks_Report_2014.pdf


G i ri ş Ortadoğu gerek bulunduğu konum gerek sahip olduğu enerji kaynakları ile dünyada her zaman önemli bir yere sahip olmuş ve olmaya devam etmektedir. Günümüzde bölgeyi ele aldığımız zaman, en önemli gelişme olarak Arap baharı sonrası bölgede oluşan yeni sistemler ve faktörler karşımıza çıkar. Bu değişim rüzgârından kendi ülkesini korumayı bilmiş ve bölgede hamilik yapabilecek potansiyel iki ülke aklımıza geliyor, İran ve Türkiye. Bu noktada İsrail’in diğer iki ülkeden ayrı olarak ele alınması lazım. Araplar ile İsrail arasında geçmişten gelen düşmanlık ve ortak bir dine ait olmamalarından dolayı Türkiye ve İran, bölgede diğer Arap devletlere nüfuz etmeye daha elverişlidir. Türkiye özellikle 2002’d en sonra AK Parti ile sahip olduğu istikrarlı ve yükselen ekonominin yanı sıra demokratikleşme paketleriyle model ülke olma yolunda hızla ilerlemiş, 2009’d aki Davos Zirvesi’nde Başbakan Erdoğan’ın “one minute” çıkışı ile Türkiye’nin popülaritesi bölgede zirveye ulaşmıştır. 2010’d a Tunus’d a patlak veren ve kısa zamanda diğer çevre ülkelere de yayılan halk hareketlerinde Türkiye’nin tutumu her zaman yapıcı olmuş ve barış yanlısı bir dış politika işlemiştir. Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun politikası” Suriye’d eki çıkmaza kadar Türkiye’nin yararına sonuçlar doğurmuştur. Suriye’d e yaşanan olaylar ve kriz, bölgesel güç olma yolunda Türkiye’nin önündeki en büyük engeli teşkil etmektedir. İ ra n ’ı n Böl ged e Akti f Rol O yn a m a sı İran bölgede özellikle son yıllarda daha aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır. İran’ın bölgede diğer bölgesel güçlerden sıyrılarak daha ön planda olmasını Suriye Krizi’nde izlemiş olduğu tutum sağlamıştır. Yukarıda bahsettiğim üzere, bölgede bölgesel güç olma kapasitesindeki diğer ülke Türkiye’d ir. Fakat İran’ın özellikle Rusya desteğiyle Suriye iç savaşında

izlemiş olduğu dış politika, Türkiye karşısında İran’ı daha avantajlı bir pozisyona getirmiştir. Bu avantajlı durumu anlamamız için öncelikle bakmamız gereken husus iç savaşın asıl nedeni olan Beşar Esad yönetimidir. 2011 yılı öncesine kadar Suriye Devleti ile iyi ilişkiler sürdüren Türkiye, Arap Baharı sonrası Suriye’d e yaşanan gelişmeler neticesinde Türkiye’nin bu ülke ile arasındaki ilişkiler kritik bir aşamaya geçmiş ve Türk Hükümeti olası bir dış müdahalenin ancak Amerika Birleşik Devletleri’nin aktif rolüyle gerçekleşebileceğini vurgulamıştır. Fakat Türkiye, bölgedeki politikaları kadim müttefiki Amerika tarafından destek görmeyince tek başına Suriye’ye müdahale etmek gibi yanlış bir hamleden vazgeçmiştir. Peki, Beşar Esad neden bu halk ayaklanmasına karşı ayakta durabilmiştir? Bu noktada İran faktörü devreye girmektedir. Normalde herkesin beklentisi Esad rejiminin diğer baskıcı yönetimler gibi halkın tepkisine dayanamayarak koltuğunu bırakması idi, fakat beklenen olmadı; muhalifler avantajlarını Esad’ın ordusuna karşı kaybetmeye başladı ve 2014 yılına girdiğimizde Esad tekrardan ülkenin büyük bölümünde kontrolü sağlamış bulunmakta. Her ne kadar İran tarafından resmi bir açıklama gelmese de bölgede İran tarafından Esad yönetimine askeri ve maddi yardımın yapıldığı söylentileri basında yer almaktadır. Rusya’nın İran ve Suriye ile askeri ve ekonomik ilişkilerini göz önünde bulundurursak, Cenevre II Konferansı’nda Suriye’ye müdahalenin karşısında bir tavır alması, İran’ın Esad yönetimine Rusya destekli bir yardım göndermesini gerçek dışı bir nokta yapmamaktadır. Buradaki önemli husus Suriye krizinde istediğini elde edemeyen Türkiye, İran karşısında bölgede hamilik oynama rolünü kaybetmiştir.

13


14

İ ra n D ı ş Pol i ti ka sı n d a Yen i Dön em İran Dış Politikası 1979 devriminden günümüze önemli bir değişim kaydetmiştir. Günümüz konjonktüründe İran dış politikasını ele aldığımız zaman gözle görülen alan enerji sektörüdür. Enerji kartını başarıyla kullanan İran, Suudi Arabistan’ın ardından dünyanın 2. büyük petrol üreticisidir. Rusya’nın ardından da dünyanın 2. büyük doğalgaz rezervlerine sahip ülkesidir. 1 Görüldüğü üzere enerji sektöründe İran, dünya üzerinde çok güçlü bir konuma sahiptir ve yeraltı kaynakları İran’ı dış politikada daha önemli bir rol oynamaya sevk etmiştir. Bunun yanı sıra yeni Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile başlayan yeni dönemde Amerika ile ilişkiler ‘79 devriminden bu yana ilk kez gözle görülür bir şekilde ilerleme kaydetmiştir. ‘’P5+1’’ yöntemi ile İran, tarihinde ilk kez nükleer faaliyetlerini uluslararası arenada tanıtma başarısını elde etmiştir. Cenevre konuşmaları genel anlamda İran açısından başarılı geçmiştir. Yeni dönem İran dış politikasında bir diğer önemli gelişme İran’ın, Rusya ve Çin’in öncülük ettiği Şanghay İşbirliği Örgütü’ndeki (ŞİÖ) gözlemci üyeliğidir. 6-7 Haziran 2012’d e 12. zirvesini Pekin’d e

Referanslar 1. Doter, B. (2012). Bir Bölgesel Güç Olarak İran’ın Ortadoğu. Ortadoğu Analiz, 46. 2. Doter, B. (2012). Bir Bölgesel Güç Olarak İran’ın Ortadoğu. Ortadoğu Analiz, 51

yapan (Pekin 3. kez ev sahipliği yaptı) ŞİÖ Zirvesi’nde İran tam üyelik için başvurmuştur. 2 İki yeni süper gücün oluşturulduğu Şanghay İş Birliği Örgütü’ne İran’ın gelecekte girmesi, İran’ı hem bölgede hem de global anlamda önemli ve stratejik bir pozisyona getirmesi, tahmin edilmesi zor bir durum değildir. Son u ç Orta Doğu tarihinde ilk kez halk ayaklanmalarıyla diktatörlükle yönetilen pek çok ülkede iktidar değişmiş ve yeni değişen küresel sistemde Orta Doğu’d aki bölgesel güçlerin de duruşları değişmiştir. Bu kapsamda, İran diğer potansiyel bölgesel güçlere nazaran daha avantajlı durumdadır. Suriye iç savaşı sonrası ortaya çıkan krizin çıkışında oynadığı rol ile İran Türkiye’d en daha fazla ön plana çıkmayı başarmıştır. Bu kapsamda Suriye meselesi İran yeni dönem dış politikasında önemli bir yere sahiptir. Bunun yanı sıra, önemli enerji kaynakları ve ileride ihtimal ŞİÖ üyeliği, İran’ın yeni dönem dış politikasını belirleyecek en önemli faktörler olarak ön plana çıkmaktadır.


Mart 2011’den beri süren Suriye İç Savaşı binlerce canın ölmesine ve milyonlarca insanın yuvalarını terk etmesine sebep olmasına rağmen, halen Suriye’de ne askeri ne de diplomatik bir çözüm bulunmuş değil. 22 Ocak’ta başlayıp 15 Şubat’ta sonuçsuz kalan Cenevre I I Konferansı, az da olsa uluslararası kamuoyuna ve Suriye halkına umut vermişti. Lakin konferans sürecinde Suriye halkının yüreğini filizlendiren umut gün ve gün eriyip kayboldu. Peki, Cenevre I I ’den çıkan tek başarının Cenevre I I I için anlaşmaya varılması olmasına sebep olan bir diplomatik çıkmazın nedenleri nedir? Hariciye’deki ilkyazımda, Cenevre I I ’ye uzanan sürecin askeri ve diplomatik manevralarının hesabını yaptıktan sonra, Cenevre I I konferansının bir çıkmaza sürüklenmesi sırasında şekillenen engelleri açıklamaya çalışacağım. Ve son olarak, olası bir Cenevre I I I konferansında Cenevre I I ’de yapılan hataların tekrarlanmaması için yapılması gerekenleri göstermeyi deneyeceğim. Zira Einstein’ın da dediği gibi: Delilik aynı şeyi tekrar ve tekrar yapmak ve farklı sonuçlar beklemektir. U z u n S o l u k l u B i r S ü re ç Suriye İç Savaşı üç yılı aşkın bir süredir devam etmektedir. İç Savaş 150 bin kişinin ölümüne, 5 milyon insanın Suriye içerisinde taşınmasına ve 3 milyon Suriyeli insanın yurtlarını terk edip mülteci olmasına neden olmuştur. Farklı diplomatik girişimlere rağmen, Baas rejimi çatısı altında ve Hizbullah’ın desteğini alan Esad yönetiminin Özgür Suriye Ordusu ve müttefikleri ve artı olarak El-Kaide bağlantılı gruplar tarafından oluşturulan Suriyeli isyancılarla olan kanlı savaşı bir son bulamamıştır. Ve üstelik yakın zamanda da bitmesi ihtimal dahilinde değildir. 2011’den bu yana gelişen diplomatik girişimleri göz önünde bulundurduğumuz zaman Suriye’nin arkadaşları adlı konferansı görürüz. Özellikle Rusya ve Çin’in katılım göstermediği

Arap Ligi ve Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen 23 Şubat 2012 tarihli ‘Suriye’nin arkadaşları’ adlı konferansa, Kofi Annan Suriye Birleşmiş Milletler Barış elçisi olarak atand. 1 Bir ay sonra Kofi Annan 16 Mart 2012 tarihli Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyine sunduğu 6 maddelik barış planında, kısaca Suriye halkının ‘meşru beklentilerini ve endişelerini’ dile getirdi. 2 Ayrıca savaşın bitmesi, ateşkesin kurulması ve ordu birliklerinin Suriye şehirlerini ablukaya almasından vazgeçmesi ve aynı şekilde muhalefetin de bu yönde davranması gerektiği planda yer aldı. Al Jazeera ve Reuters gibi çoğu haber ajansının verdiği bilgilere göre her iki taraf da planı kabul ettiğini duyurmuştu. 3 Lakin 4 Nisan’da BBC’nin belirttiği gibi hükümet güçlerinin muhalif birliklerle Humus şehri üzerinde çarpıştığı duyumları alındı. 4 Hemen ardından, 5 Nisan’da Kofi Annan, hükümet için ateşkes zaman sınırının 10 Nisan ve isyancılar için 12 Nisan olduğunu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na sundu. 5 Bunu takiben, Suriye BM Elçisi Jaafari ateşkesin tamamlanması için ABD, Fransa, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan gibi ülkelerin Suriyeli muhaliflere verdikleri desteğin son bulmasının gerekli olduğunu söyledi ve böylece taraflar için varsayılan taahhüttün zor bir şekilde kabul edileceği anlaşıldı. 6 Bunun ardından, BM Güvenlik Konseyi’nin kabul ettiği 2042 numaralı kararla Suriye’de Norveçli komutan Robert Mood önderliğinde gözlemci barış gücü operasyonu başladı. 7 Suriye’deki BM Genel Sekreteri Müsteşarı her iki tarafın da şiddete başvurduğunu söyledi. 8 Özellikle Mayıs ayında muhalefet tarafından kontrol edilen Hule bölgesindeki Alevi köylerinde düzenlenen katliamlar, uluslararası toplum tarafından kınandı. 49’unu çocuk, 34’ünü kadınların oluşturduğu toplamda 108 kişinin katledilmesinin ardından, haziran ayında yapılan Cenevre konferansı Annan planını kabul ederek, tüm

15


yürütme güçlerine yetkisi olan hem hükümetten hem muhalefetten oluşabilecek bir geçici iktidarın kurulmasında mutabakatta bulunuldu. Lakin Cenevre mesajının ardından silah bırakma planına karşı yapılan, muhalefetin ve hükümetin aykırı eylemleri Kofi Annan’ın görevini bırakmasına neden oldu. Görevini bırakırken, Suriye hükümetinin görevini yerine getirmediğini, muhalefetin askeri çatışmayı ateşlediğini ve BM Güvenlik Konseyinde birliğin kurulmadığını dile getirdi. 9

16

17 Ağustos’ta ise usta diplomat Lakhdar Brahimi yeni Suriye Barış Elçisi olarak atandı. 1 0 Brahimi görevine başladığı andan beri Suriye’de barışın kurulması amacıyla bir uluslararası konferansın düzenlenmesi girişimlerinde bulundu. Hem muhalefetin hem de hükümetin aynı masaya oturacağı ABD ve Rusya tarafından desteklenen uluslararası konferans Suriye’de barış inşasının temellerini atabilirdi. Durgun giden girişimlerin hızlanmasını tetikleyen olay ise yüzlerce insanı öldüren Ghouta kimyasal silah saldırılarıydı. Uluslararası kamuoyuna Suriye’deki Kitle İmha Silahları’nın varlığını acı bir şekilde hatırlatan bu saldırılar, aynı zamanda ABD ve Rusya’nın müzakere girişimlerinin hızlanmasına sebep oldu. Böylece Cenevre konferansının ikincisinin düzenlenmesi için Cenevre mesajının uygulanması, savaşın bitmesi, barışın kurulması ve geçici hükümetle yeni bir Suriye devletinin kurulması gayeleri üzerinden yükselen büyük bir adım atıldı. Bu konferansın düzenlenmesi öncesinde yer alan sorunlardan biri ise, Brahimi’nin belirttiği gibi Suriye’de savaşın içinde çok farklı grupların olmasıydı. Ve özellikle bu farklı gruplarla birlikte bunları destekleyen farklı devletlerin aynı masaya oturup siyasi bir çözümü kabul etmeleri büyük bir çaba harcanmasını gerekiyordu. Brahimi uluslararası kamuoyuna seslenirken, bu savaşta askeri bir çözümün olmayacağı, yalnız ve yalnız siyasi bir çözümün savaşa nokta koyabileceğini dile getirdi. 1 1 Yoksa diplomatik manevralar olmadan askeri gidişat baharı kışa dönüştürür. Bunun için de temelin, 30 Haziran Cenevre mesajıyla atıldığını gösterdi. Sadece yapılması gereken, ortak bir kararla bu mesajın uygulanmasıydı. 40 ülkenin ve 4 uluslararası örgütün katıldığı Cenevre I I konferansı 20 Aralık 2013’de

duyuruldu. 1 2 Suriye hükümetinin katılmasına karşılık Suriye muhalefetinden bütün katılım beklentisi gerçekleşmedi. Öncelikle, El-Nusra’yla bağlantılı olan Ahrar El-Şam lideri Hassan Abboud katılmayacağını duyurdu. 1 3 Ve bütün İslami Cephe, müzakere girişimini tamamen ret etti. Radikal İslamcıların barış sürecini tamamen reddettiğinin bir göstergesiydi. Bunun ardından, Cenevre I I ’deki temsili muhalefetten kopan bir diğer grup ise Suriye Ulusal Konseyi oldu. 1 4 Kürtler cephesinden ise, Kuzey Suriye’de yarı özerk bir devlet yarattıklarını belirterek katılım için destek geldi. 1 5 Ama Kürtlerin Cenevre konferansında ne kadar temsil edildiği ve sayıldıkları tartışmalıdır. Ve ek olarak, dünyanın çeşitleri yerlerinden katılan ülkelere rağmen Suriye Ulusal Koalisyonu çekilme tehdidi yüzünden BM daveti geri çekilen İran konferansa katılamadı. 1 6 Konferansa hazırlık aşamasında, Brahimi ofisini Kahire’den Cenevre’ye taşıdı ve ayrıca Esad yönetimiyle irtibatta bulunmak için Şam’da bir ofisin açıldığı duyuruldu. Öte yandan ise, ABD ve Suriye muhalefeti konferansa hazırlanmak için Paris’te toplandı. Ve böylece, konferans 22 Ocak’ta Montreaux’da, 23 Ocak’ta Cenevre’de olmak üzere başladı. Cenevre konferansında, ABD Dış İşleri Bakanı John Kerry kendi halkına zulüm gösteren bir liderin yönetimde kalması için meşruluğunun mümkün olmadığını duyurdu. Buna cevaben, Suriye Dış İşleri bakanı ise Walid Muallem dünyada Suriyelilerden başka kimsenin Suriye liderinin görevde kalıp kalmamasının sorgulamaya yetkisi olmadığını dile getirdi. 1 7 Konferansın ilk parçası 31 Ocak’ta bitti, tekrardan 10 Şubat’ta başladı ve 15 Şubat’ta son buldu. Konferansta hiçbir ilerleme kaydedilmedi. Tüm tarafların ortak bir alan içerisinde aldığı tek karar, üçüncü Cenevre konferansının düzenlemesi oldu. Görüşmelerdeki en büyük sorun, Suriye hükümetinin ve muhalefetinin amaçlarının örtüşmemesiydi. Örneğin, Suriye hükümeti olası bir geçici hükümetten önce şiddetin son bulması ve terörizmle savaşılması gerektiğini savunurken, Suriye muhalefeti ise önceliklerinin Esad’ın görevinden ayrılması ve geçici hükümetin bir an önce kurulması gerektiğini savundu. Buna karşın, Suriye hükümet temsilcilerinin tek şartı Esad’ın görevinde kalması gerektiğiydi. Suriye iç savaşını bitirecek kararın çıkmasından öte, asıl beklenilen


Humus şehrine insani yardımın ulaşması için ablukanın kalkmasıydı. Zira bu konu hakkında bile taraflar silah bırakma ya da askeri çekilme eylemine başvurmaya yeltenmedi. Önceki satırlarda dediğim gibi, tarafların bir şey olması umduğuyla geçen konferansta çıkan tek karar üçüncü bir Cenevre konferansı ama tarihi hakkında bile karara varılmadı. N e d e n B i r Ç ı k m a z a Va rı l d ı ? Bu soruyu uluslararası kamuoyu kendine sormalı, tartışmalı ve cevabını mutlak bir suretle bulmalıdır. Önceki konferanslarda yapılan hatalar yine tekrarlanırsa, Cenevre I I I konferansı bir on kez dahi tekrarlansa da, bir sonuca varılamayacaktır. Cenevre Konferansında ve öncesinde yapılan hatalara değinmeye çalışacağım. Birincisi katılım meselesidir. Suriye İç Savaşında yer alan muhalif grupların çoğunluğu Cenevre konferansında yer almadı. İç savaşta işlediği insanlık suçlarıyla ün salan İslami cephenin katılmaması, bu konuda tek çözümün askeri olduğunu kafalarımıza işlemelidir. ElNusra cephesi ya da İ Şİ D terör örgütleri üyeleriyle masaya oturup diplomatik bir karara varılamaz. Zira aşırı İslamcı terör örgütler rasyonel olarak değil inanç ve bağnazlık bağlamında davranan örgütlerdir. Uluslararası kamuoyunun, El-Nusra cephesi ve İ Şİ D’in Suriye’de yok edilmesi için uluslararası toplumun ve özellikle Suriye hükümetiyle, batı tarafından desteklenen Suriye muhalefetinin ve Kuzey Suriyeli Kürtlerin birleşip bir karara varması gerekir. Zira onlar kendi aralarında çarpıştıkça insanlarını zalim ve şiddet dolu El-Kaide ya da onlardan bile daha radikal örgütlerinin ellerine bırakmaktadır. Uluslararası toplumun göz önünde bulundurması gereken diğer bir nokta ise, Suriye Ulusal Konseyi’nin görüşmelerden çekilme kararıydı. Suriye Ulusal Konseyi olmadan Suriye Ulusal Koalisyonu’yla mutabakatta bulunan bir karar olsa bile uygulanması çok zor ya da imkansız olacaktır. ABD ve Rusya’nın görüşme masasında ılımlı muhalefeti kaybetmesi Suriye iç savaşının bir sonsuzluğa ve Suriye halkını acımasız bir vahşete itelenmesine neden olacaktır. Suriye dışı katılım düşünüldüğü zaman mutlak bir şartla Cenevre konferansında İran’ın bulunması gerekirdi. Çünkü Suriye hükümetinin en büyük

ittifakı ve Suriye iç savaşında önemli bir rol oynayan Hizbullah’ı destekleyen ülke İran’dır. İran’la bir karara varıldığı zaman Hizbullah da Esad yönetimi de iç savaştan birliklerini çekmek için harekete geçerler. Bu olay, Türkiye’nin Kıbrıs sorununa benzer. Türkiye’nin Kıbrıs sorununda çözüm Güney Kıbrıs’la anlaşmaktan geçmez, öncelikle Türkiye Güney Kıbrıs’ın en büyük dostu olan Yunanistan’la anlaşmak zorundadır. İkinci olarak, geçici hükümet ve yeni Suriye’den bahsedildiği zaman savaşın durması yani mutlak bir aşamada ateşkes olması gerekir. Düşünün ki, ülkenizin bulunduğu savaş ortamında bir konferansa gidiyorsunuz, daha silah bırakma ya da ateşkes yapılmadan yani insanlarınız an ve an ölürken nasıl gelecek hakkında düşünürsünüz? Bu yüzden Üçüncü Cenevre konferansında, ikinci konferans sürecinde olduğu gibi 5000 üzerindeki kişinin ölümü tekrarlanmamalıdır. 3 haftalık bir konferans sürecinde binlerce insanın ölmesi olası bir gelecek için ölü toprağını oluşturur. Ve üçüncü olarak, Rusya ve ABD’nin rolünün keskinleşmesi ve somutlaşması gerekir. Suriye iç savaşındaki tarafların bir karara varması için ABD ve Rusya tarafından hem diplomatik hem de askeri yönlerden caydırılması gerekir. Ortadoğu ve Akdeniz bölgelerinin politik ve askeri yapıları düşünüldüğü zaman, bölge üzerinde egemenlikleri olan Rusya ve ABD’nin girişimleri olmadan savaşın son bulacağı gözükmüyor. Dahası, Batı’nın Suriyeli muhaliflere destek konusunda pasifleşmesinin birkaç nedeni de vardır. Suriye İç Savaşı patlak verdiğinde herkesin gözünde iki kutup vardı; Baas rejimi ve ılımlı muhafazakâr muhalifler. Ve isyan teorileri arkasında Arap Baharıyla ortaya çıkan demokratikleşme süreci vardı. Ama tersine ortaya çıkan radikal ve köktendinci terör örgütler, batıyı oldukça korkuttu. Ve kimyasal saldırıların ardından Suriye’deki Kitle İmha Silahları kapasitesi tekrardan hatırlanınca, köktendinci örgütlerin coğrafyadaki yerleşiminin önemi daha da arttı. Batının en fazla önem verdiği güvenlik prensibi olan köktendinci örgütlerin kitle imha silahları ve araçlarına ulaşımın önlenmesini bir nevi Suriye’deki Esad yönetimi ele aldı. Bu da Esad ve Baas rejiminin konumunu uluslararası kamuoyunda pekiştirdi. Ve ayrıca Arap Baharı dalgasının Suriye’de hızlı bir şekilde hükümeti devirememesinin sebepleri araştırılmalıdır.

17


Esad’ın Kaddafi ya da Mübarek gibi liderlere benzetilmesi büyük bir hatadır. Kaddafi ve Mübarek 80 yaşını geçmiş ve on yıllarca ülkelerini yöneten diktatörlerdir. Ayrıca otoriter rejimlerini attırırken, kendi ideolojilerini azaltmış ve diğer insanların bir siyasi parti gibi gücünü yok etmiştir. Bu yüzden, birileri bu diktatörlere savaş başlattığı zaman karşılarında bulacakları tek şey diktatörlerinin kendileriydi. Suriye’de ise ideolojik olarak totaliterleşmiş Baas partisi, güçlü bir şekilde silahlanmış Suriye ordusu ve ülke üzerinde büyük bir iletişim ağı kurmuş

istihbarat örgütü El-Mukhabarat yönetimde söz sahibidir. Bir diğer deyişle, diğer diktatörlerle karşılaştırıldığında daha genç olan Esad’a karşı savaş açtığınızda güçlü Suriye devlet üçlüsüyle karşılaşırsınız. Bu üçlüye Rusya ve İran katıldığı zaman, Esad’ın şu an ya da gelecekte askeri olarak yenilmesi ya da siyasi olarak görevinden ayrılması pek olası gözükmüyor. Görevini bıraksa ya da öldürülse bile, koltuğuna geçecek diğer kişi Baas rejiminin bir parçası olacaktır. Sonuç olarak: we hope that there will be something…

18

Referanslar 1. Syria unrest: Opposition seeks arms pledge. (2012). BBC News Middle East. 5 Mart 2014. http://www.bbc.com/news/world-middle-east-24628442. 2. Kofi Annan's six-point plan for Syria. (2012). ALJAZEERA Middle East. 5 Mart 2014. http://www.aljazeera.com/news/middleeast/2012/03/2012327153111767387.html/. 3. Text ofAnnan's six-point peace plan for Syria. (2012). Reuters. 5 Mart 2014. http://www.reuters.com/article/2012/04/04/us-syria-ceasefire-idUSBRE8330HJ20120404. 4. Syria crisis: Turkey refugee surge amid escalation fear. (2012). BBC News Middle East. 6 March 2014. http://www.bbc.com/news/world-middle-east-17635434. 5. Syria: Caveat in cease-fire compliance. (2012). United Press International. 6 Mart 2014. http://www.upi.com/Top_News/US/2012/04/06/Syria-Caveat-in-cease-firecompliance/UPI-88981333695600/#ixzz1rJwS6FtA. 6. 5. Gös.yer. 7. UNSC Resolution 2042. (2012). Security Council press release. 6 Mart 2014. http://www.un.org/News/Press/docs/2012/sc10609.doc.htm 8. "UN: Both sides in Syria are violating the truce". (2012). CBS News. 6 Mart 2014. http://www.cbsnews.com/news/un-both-sides-in-syria-are-violating-the-truce/. 9. Press conference by Kofi Annan, Joint Special Envoy for Syria. (2012). United Nations Office at Geneva. 6 Mart 2014. http://www.unog.ch/unog/website/news_media.nsf/%28httpNewsByYear_en%29/9483586914CF2E3FC1257A4E00589EE7?OpenDocument&cntxt=FA0FE&cookielang=e n. 10. Gladstone, Rick (17 August 2012). "Veteran Algerian Statesman to Succeed Annan as Special Syrian Envoy". The New York Times. (6 Mart 2014). http://www.nytimes.com/2012/08/18/world/middleeast/lakhdar-brahimi-algerian-statesman-to-succeed-kofi-annan-as-special-syrian-envoy.html. 11. Politically Speaking (22 August 2013). "Syria, a civil, sectarian and proxy war". The Elders. 12. List ofGeneva II participant countries determined. 2013. Anadolu Agency. 6 Mart 2014. https://www.aa.com.tr/en/news/265260--geneva-ii-participant-list-finalized-unspecial-envoy-brahimi-says. 13. "Hassan Abboud: 'We will fight for our rights'". (2013). Al Jazeera English. 4 Mart 2014. http://www.aljazeera.com/programmes/talktojazeera/2013/12/hassan-abboud-willfight-our-rights-20131217132919290655.html. 14. "Main bloc quits Syrian National Coalition over Geneva". (2014)The Times ofIsrael. 7 Mart 2014. http://www.timesofisrael.com/main-bloc-quits-syrian-national-coalitionover-geneva/. 15. "Syrian Kurds ask for own delegation at Geneva peace talks". (2013). RT. 7 Mart 2014. http://rt.com/news/kurds-syria-sovereignty-delegation-534/. 16. U.N. backs down in standoffover Iran, opening way for Syria peace talks. (2014). Washington Post. 7 Mart 2014. http://www.washingtonpost.com/world/disarray-as-iraninvited-to-syria-peace-talks/2014/01/20/62906d1c-81bd-11e3-a273-6ffd9cf9f4ba_story.html. 17. Syria Geneva II peace talks witness bitter exchanges. (2014). BBC News Middle East. 7 Mart 2014. http://www.bbc.com/news/world-middle-east-25836827.


HARİCİYE 21


Türkiye Cumhuriyeti Dış İşleri Bakanlığı’nın tanımına göre Türkiye ile Güney Kore arasındaki siyasi ilişkiler 11 Ağustos 1949’d a ülkemizin Kore Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak tanımlamasıyla başlamıştır. Kore Savaşına bir tugayla katılmamız ikili ilişkilerimize olumlu bir hava getirmiş ve Mart 1957’d e diplomatik ilişkiler kurulmuştur.

20

Busan şehrinde, Pusan Birleşmiş Milletler Kore Savaşı Anıtı bulunur. Burada Türk şehitlerine ayrılan bir bölüm vardır. Burası “Pusan Türk Şehitliği” olarak adlandırılır. Pusan’d a 462 Türk şehidi yatmaktadır. Aynı zamanda Kore savaşı şehitleri anısına Ankara’d a “Kore Şehitleri Anıtı” 1973 yılında açılmıştır. 29 Haziran 2002 Dünya kupası, Güney Kore ve Türkiye’nin sıcak ve dostluk dolu ilişkisini ve sporun insanlar ve ülkeler arasındaki yakınlaştırıcı etkisini tüm dünyaya duyurdu. Bu sayede iki ülke arasında uzun yıllar süre gelen dostluk yeni jenerasyon tarafından da hatırlanılmış oldu. Güney Kore’ye olan ilgim lise yıllarımda TRT’d e yayınlanan Kore dizileriyle başladı. Üniversitede iktisat bölümü okumam bu ülkeye olan ilgimi artırdı. Çünkü bugün Asya ülkelerinin ekonomik coğrafyada

göstermiş olduğu bu etkin politikalar onların dünyada söz sahibi olmalarını sağladı. Kore de bunların en güzel örneklerinden biri bana göre. Kore tüm dünyaya artık gelişmekte olan ülkelerin de yeni teknolojik şeyler üretebileceği ve bu konuda söz sahibi olabileceğini gösterdi. Bu Asya ilgisi beni Kore Kültür Merkezinin düzenlemiş olduğu “altın zili kim çalacak?” yarışmasına yönlendirdi. Aslında Kore Kültür Merkezini tanıyıp öğrenmem bu şekilde başladı. Bu etkinliğin sayesinde Kore Kültür Merkezi’nin güler yüzlü ve saygıdeğer başkanı Dong Woo Cho’yu gördüm. Bu yarışmadan 2 yıl sonra Merkez Bankası’nda İletişim ve Dışişleri Genel Müdürlüğünde yaptığım stajda çok değerli bir arkadaşım olan Gözde Otlu ile tanışmam bana bu dergide yazı yazma şansını verdi. Benim ilk aklıma gelen kişi güler yüzüyle Dong Woo Cho’ydu. Bu nedenle onunla görüşmek için randevu aldım. Dong Woo Cho bu konuda bana çok yardımcı oldu ve yaklaşık üç saat gibi uzun bir zaman dilimi ayırarak üniversite öğrencilerine ve eğitime verdiği önem ve değeri gösterdi. Bu nedenle kendisine çok teşekkür ediyorum. 1 . Ö n cel i kl e oku rl a rı m ı z i çi n ken d i n i z i bi z e ta n ı ta bi l i r m i si n i z ? Ben Seoul National Üniversitesi iktisat bölümünden mezun oldum. Mezun olduktan sonra Kore’nin Ekonomi Bakanlığı’nda çalışmaya başladım. Çalışarak akşamüzeri Seoul National Üniversitesinde öncelikle kamu yönetimi, daha sonara da şehir planlamada master yaptım. Uzun zaman Ekonomi Bakanlığı’nda çalıştım. Bizim bakanlığımızın içerisinde Dış Ticaret Genel Müdürlüğü var. Dış Ticaret Genel Müdürlüğünün Avrupa bölümünde, Türkiye dahil 13 ülke sorumlusu olarak daire başkan yardımcılığı yaptım. O dönemde Kore Hükümeti Türkiye üzerinde daha uzmanlaşayım diye beni Türkiye’ye eğitim almaya gönderdi. 1994 yılında İstanbul’d a 1 sene Türkçe öğrendikten sonra, İstanbul Üniversitesi


uluslararası ilişkiler bölümünde 4 sene doktora programına katılmıştım. Beş seneyi tamamladıktan sonra memlekete geri döndüm. Başka bir bakanlığın içinde 10 sene görev yaptım. 2009 yılında elçiliğin kültür, eğitim, spor ve basın hakkındaki bölümüne sorumlu müsteşar olarak atandım. Tam 10 sene sonra Türkiye’ye döndüm. Şuanda 4,5 senedir Türkiye’d e devamlı çalışıyorum. 2 . Tü rki ye’d e n ed en bi r d evl et a d a m ı ol a ra k görev ya pm a k i sted i n i z ? Tü rki ye’d e n el er i l gi n i z i çekti ? Ben 1993 yılında Türkiye’ye ilk defa iş için gelmiştim. O zamana kadar Türkiye benim sorumlu olduğum ülke olmasına rağmen, Kore bakımından Türkiye ile dış ticaret miktarları çok büyük değildi. Türkiye’nin kardeş ve dost ülke olması bakımından sempatiler, duygular var. Ama ekonomik ilişki bakımından o dönemde Türkiye’yi çok bilmiyordum. Türk hükümeti Kore mallarına gümrük vergisi koyarak anti-damping yaptı. Böyle bir problemi halletmek için Türkiye’yi ziyaret etmiş, bir hafta Ankara ve İstanbul’d a kalmıştım. O zaman daha yeni fark edebilmiştim Türkiye’nin ne kadar güzel ve tarihsel, ekonomik ve jeopolitik bakımdan önemli bir ülke olduğunu. Kore hükümetinin başka ülkelere devlet memuru gönderip uzman yetiştirme programı vardı. O zaman Türkiye hakkında sorumlu olmama rağmen Türkiye hakkında çok şey bilmiyordum. Kore hükümetinin içindeki diğer kişilerin de hemen hemen Türkiye hakkında çok bilgi sahibi olmadığını düşündüm. Ben de Türkiye hakkında daha çok şey öğrenebilmek ve uzmanlaşabilmek için bu programa başvurdum. Kore hükümeti kabul etti. Türkiye’d e 5 sene kalabildim ve 10 sene sonra 2009 yılında Türkiye’ye geldim. Benim olduğum 1990’lı yıllara göre Türkiye’nin çok daha gelişmiş durumda olduğunu fark ettim. Türkiye ve Kore arasındaki ekonomik ilişkilerin 2000 yılından beri daha iyi düzeyde gelişmekte olduğunu fark ettim. Onun için çok mutluluk hissetim. Zaten Türkiye dünyanın başka ülkelerinin de düşündüğü gibi ekonomik ve jeopolitik bakımdan çok önemli bir yere sahip. Kardeş ülke olan Türkiye’nin ekonomik bakımdan gelişmesine çok sevinçle bakıyorum. 3 . Dön em i n G ü n ey Kore Cu m h u rba şka n ı Roh M ooh yu n ’u n N i sa n 2 0 0 5 ’te Tü rki ye’yi z i ya reti 1 9 5 7 ’d en bu ya n a Tü rki ye i l e G ü n ey Kore a ra sı n d a gerçekl eşti ri l en i l k d i pl om a ti k z i ya ret ol a ra k a d l a n d ı rı l ı yor. Bu kon u h a kkı n d a n e d ü şü n ü yorsu n u z ? Türkiye ve Kore arasında 8.000 km kadar çok mesafe var. Onun için iki ülkenin tarihsel, kültürel bakımdan bağlantıları olmasına ve ekonomik, siyasi bakımdan bir problem olmamasına rağmen; bu iki ülkenin beraber olarak gelişmeleri gerektiğini hissetmemiş olduklarını düşünüyorum. 1950-1953 yıllarında Kore

Savaşı nedeniyle iki ülke arsında çok iyi ilişkiler kuruldu ama ekonomik bakımdan ilk ilişki Kore’nin Cumhurbaşkanı tarafından 1957 yılında kuruldu. Bizim Kore’d e başkanlık sistemi var Amerika’d aki gibi. Bunların içinde Başbakan da var ama o, Başkan tarafından atanan bakanların üssü (lideri). Başbakan birkaç kez Türkiye’yi ziyaret etmiş ama Başkan ilk defa 2005 yılında ziyaret etmiş. Onun sebebi o zamana kadar Kore’nin Türkiye ile çok ciddi ilişkiler içinde olamadığını gösteriyor. Ama ondan sonra Türkiye ile ekonomik ilişkilerin devamlılığı daha önem kazandı. Kore’d e, zaten bildiğiniz gibi, hep dışa açık politika uygulayarak ihracatı önemseyen bu ekonominin sahibi olmaya ve başka ülkelere ihracat yapmaya önem veriyoruz. O bakımdan Türkiye daha önem kazandı ve daha fazla ilgi gösterildi. O nedenle 2012 yılında Kore Cumhurbaşkanı Lee Myung-bak Türkiye’yi ziyaret etti. Türkiye 2015 yılında G-20’ye ev sahipliği yapacak. Bu çerçevede, gelecek sene 2015 yılında şimdiki Güney Kore Cumhurbaşkanının Türkiye’yi tekrardan ziyaret etmesini bekliyoruz. 4. G -2 0 ’n i n Ka sı m 2 0 0 8 ’d en i ti ba ren , d a h a ön ce görü l m em i ş bi r kü resel m a l i ve ekon om i k kri z i n orta sı n d a , G ü n ey Kore a kti f bi r rol oyn a m ı ş ve u l u sl a ra ra sı ekon om i k i ş bi rl i ği i çi n i l k otu ru m rol ü n ü ü stl en m i ş. Bu d u ru m u n G ü n ey Kore’n i n gü çl ü ekon om i k ya pı sı n ı n d ü n ya d a ki yeri a çı sı n d a n ön em i h a kkı n d a n e d ü şü n ü yorsu n u z ? Güney Kore ekonomik güç olarak dünyanın 13. ya da 14. büyük ekonomisi, aşağı (yakın) ülkelerden (Çin, Japonya, vb) 4. sırada ama ekonomik bakımdan çok başarılı olan ülkelerden birisi. G-20’d en önce sadece gelişmiş ülkelerden oluşturulan G-7, G-8 vardı. Şimdi dünya değiştirildi. Çok gelişmiş ülkelerin yanı sıra, gelişmekte olan ülkeler arasında çok önem kazanan ülkelerin de katılımıyla bu dünyanın ekonomik krizinin çözülmesi gerekliliği hissediliyor. Bu şekilde G-20 oluşturulmuş. G-20’nin ev sahipliğini yapan Güney Kore hem katkılı hem de etkili olmak için gayret etti ve çabaladı. Kore’nin ekonomik durumunun ne kadar etkisi veya katkısı olduğu söyleyemeyiz. Kore’nin ekonomik ve sanayileşme bakımdan gelişmiş ve gelişmekte olduğunu, parasını kazandığını söyleyebiliriz. Ama en iyi olduğunu söyleyemeyiz. Kore en zengin ülke de değil. Kore’nin çaba içinde olan bir ülke olduğunu söyleyebiliriz. Güney Kore’nin, o dönemki durumunda dış politikada aktif rol oynaması zordu. Uzak doğuda dış politikada aktif rol oynayan ülkeler az. Mesela Amerika, Avrupa Birliği, Rusya gibi az sayıda aktif rol oynayan ülkeler vardı. Ekonomik bakımdan hem katkısı hem etkisi bakımından bu duruma aktif şekilde girmek için çok gayret etti. 1998 Krizi tecrübesi ile Kore’d e daha uygun sistemler geliştirildi. Bu nedenle Kore 2008

21


krizinden çok etkilenmedi. G-20’d e biz hep başka ülkelerle ticaret ilişkisi içerisinde olduğumuzdan, bunu çözmek için her türlü sistem içinde bulunmamız Kore açısından gayet doğal bir durum.

22

5 . Tü rki ye’n i n ti ca ret orta kl a rı n ı n en bü yü ğü kon u m u n d a ki Eu ro böl gesi n d e orta ya çı ka n kri z i n Tü rki ye’yi ekon om i k a çı d a n etki l em esi n i n , Tü rki ye’n i n 1 Ara l ı k 2 0 1 4’ten i ti ba ren G -2 0 d ön em ba şka n l ı ğı n ı ü stl en m esi ve 2 0 1 5 yı l ı l i d erl er z i rvesi n e ev sa h i pl i ği ya pm a sı n a n e gi bi etki l eri ol a bi l i r? Türkiye ve Kore’yi dış ticaret miktarları bakımından karşılaştırırsak Kore’d en Türkiye’ye ihracat miktarı ile Türkiye’d en Kore’ye ihracat miktarına baktığımız zaman Kore; Türkiye’nin 6 katı kadar daha fazla. Bu her sene değişiyor genellikle. Örneğin; Kore 6 dolarlık mal ithal ediyorsa, Türkiye sadece 1 dolarlık alıyor. Bunun önemli olan sebeplerinden biri Türk ihracatçılarının Kore’ye çok ilgisi olmaması. Çünkü Türkiye’nin yakın yerlerinde de çok pazarları var; mesela Avrupa, Ortadoğu, Rusya, Afrika gibi ülkelere satabilir. O kadar uzak olan ülkelere çok ilgi yok bence. Ama Türkiye ekonomisi çok büyüdüğü için iş adamları daha dünya çerçevesinde çalışmaya başlıyor. Biliyorsunuz 21. yüzyıl Asya’nın yüz yılı olacak diye konuşuluyor. Çin devamlı güçlü bir çıkış yapıyor, Japonya gelişmiş bir ülke, Kore gelişmekte olan ve takip eden ülke. Japonya, Çin ve Kore’yi düşündüğümüz zaman çok büyük bir pazar. Zaten Kore 50 milyon nüfus sahibi bir ülke. Kişi başı milli geliri 28.000$ civarında. O zaman pazar olarak da o kadar küçük değil. Türkiye’d e geçen sene serbest ticaret anlaşması yürürlüğe girdi. Bununla birlikte Türkiye’d en Kore’ye ihracatın daha da çok artacağını düşünüyorum. Ama önemli olan o ülke pazarıyla ne kadar ilgilendiğiniz. Bunun da araştırma ve işbirliği yapılması imkanlarının sağlanması ile olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin en büyük pazarı bildiğim kadarı ile Avrupa Birliği. Onun için Avrupa Birliği ekonomik krizinden Türkiye direk etkileniyor. Ama Avrupa Birliği’nin ağırlığının devamlılığı Türkiye bakımından azalıyor. Onun ben çok olumlu bir durum olduğunu düşünüyorum. Bu şekilde Türkiye pazarlarının daha çeşitli bölgelere ihracat yöneltmesi gerektiğini düşünüyorum. Zaten şu an böyle de oluyor. O nedenle Avrupa Birliği krizinden Türkiye’nin çok etkilenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kore’nin tercümesini düşündüğümüzde global ekonomi sisteminin simgesi olan G-20 sayesinde Türkiye’nin yerinin ne olduğunu tekrar düşünmesine fırsat olacağını düşünüyorum. Türkiye’nin G-20’ye ev sahipliği yapmasının çok güzel olduğunu düşünüyorum. Türkiye mutlaka, ev sahipliği yaptığı için, G-20’nin nasıl yapılacağı hakkında bir çaba gösterecek. Bu çaba sayesinde Türkiye’nin dünyanın

ekonomik sistemi içinde ne roller oynayabileceğini ve kendi ekonomik durumuna bakarak düzeltmesi gereken bir konu varsa, bunu nasıl düzeltebilmesi gerektiğini düşünme fırsatı elde edeceğini düşünüyorum. 6 . H a nga ng N eh ri m u ci z esi ol a ra k a d l a n d ı rı l a n Kore sa va şı n ı ta ki ben , G ü n ey Kore’d e m eyd a n a gel m i ş ol a n h ı zl ı ekon om i k bü yü m eyi h a ngi fa ktörl er etki l em i şti r? 1961 yılında Kore’d e darbe oldu. Darbe demokrasiye aykırı olan bir şey, o nedenle darbeyle iktidar olan hükümet kendi iktidarını gösterebilmek için ekonomik kalkınmaya çok önem verdi. 1953 yılında Kore savaşından sonra Kore’d e fabrika, petrol ya da değerli kaynak yoktu, insan fazla ama toprak azdı. Bu zor durumda ekonomiyi geliştirmenin tek yolu; Kore’nin hanedan döneminden beri eğitime önem veren bir ülke olmasıdır. O dönemde hemen hemen eğitimli olan insanlar var ama işsiz durumdalar. Bunlara iş verip çalıştırmak için, bizde hammadde olmadığından, hammadde ithal ederek ürün ürettikten sonra ihracat çekildi. Bizim ekonomi bu şekilde kalkınmaya çalıştı. Ancak bunun yapılması için fabrika kurulması gerekiyordu. Bunun için de dışarıdan borç alınması gerekiyordu. O dönemde Amerika bize para verdi. Biz hafif sanayi ile başladık, tekstil oyuncak gibi şeylerle; bunların ekonomik kalkınmayı geliştirmek için yetersiz olduğunu düşünerek daha çok ağır sanayi yapmaya çalıştık. Mesela; araba fabrikası kuruldu, demir-çelik, gemi sanayi, petro-kimya gibi daha ağır sanayiye önem vermeye çalıştık. Bunları yaparken en önemli faktör devletin merkezden yönelik kaynaklarının çok az olmasıydı. Onları biz dışarıdan para alarak kullandık. Şu şekilde yaptık; o aldığımız parayı nereye kullanalım? Mesela: biz dışarıdan 100$ borç aldık. Bu 100$ bizim için çok değerli, bunu nerede kullanalım? Demir-çelik fabrikasında 20$ civarında kullanalım, bu şekilde sistematik biçimde nasıl etkili bir şekilde dağıtalım? Bunda hükümetin rolü çok büyüktü. Bu durumu çok iyi kontrol etti. Çünkü o dönemde büyük firmalar yoktu. Mesela: sen araba fabrikası kur biz sana destek verelim. Araba nasıl üreteceğiz, teknoloji yok; onun için Japonya’d an teknoloji alalım. Ancak onlar vermiyor teknolojiyi. Onun için giderek, bakarak, ne olursa olsun teknoloji almaya çalışarak çaba göstermelisiniz. Arabayı ürettin onu kim satın alacak? Çok kalitesizse olabilir. Çin malını düşünelim, araba üretirken 1000$ gerekiyor. Amerika’ya 500$’a satıyor. Ama hükümet Kore’d e 1.500$’a satılmasını destekledi. İhracat için 500$ ile onları satabildi. Bu şekilde hükümet sanayiyi geliştirmek için destek vermeye, yönetmeye ve kontrol etmeye çalıştı; bu Kore’nin büyümesinde çok önemli rol oynadı. Ondan sonra, özel sektör firmaları geliştikten sonra, onlar kendi güçleri ile güçlendi. Mesela; Samsung ve


Hyundai. Şimdi hükümet tarafından destekleri yok. Rekabet güçlerini geliştirip güçlendiler. Han mucizesi; o zamanki Kore insanlarının işi, ekmeği yoktu, çalışmazlarsa ölecek durumdalardı. Bu hızlı ekonomik gelişmede hem insan gücü hem de devletin yönetiminin etkisinin çok olduğunu düşünüyorum. Kore OECD ülkeleri arasında devlet memuru sayısı en az olan, ancak memurları en fazla saat çalışan ülkedir. Kore’d e eğitim sistemi de aynı. Eski dönemde bir kültür vardı bizde; bir kişi her gün 4 saat uyursa üniversite kazanabilir, 5 saat uyursa üniversite kazanamaz. 7 . Tü rki ye Cu m h u ri yeti ve G ü n ey Kore Cu m h u ri yeti a ra sı n d a serbest ti ca ret a l a n ı tesi s ed en “çerçeve a n l a şm a” ol a ra k a d l a n d ı rı l a n mal ti ca reti a n l a şm a sı n ı n , 1 Ağu stos 2 0 1 2 ta ri h i n d e An ka ra ’d a i m z a l a n m a sı ba kı m ı n d a n Tü rki ye ve G ü n ey Kore a ra sı n d a ki bu gü n ve gel ecekteki poz i ti f ekon om i k ve ti ca ret i l i şki l eri a çı sı n d a n n e gi bi etki l eri ol a bi l i r? Serbest ticaret anlaşması imzalandıktan sonra 2013 yılı 1 Mayıs’ta yürürlüğe girdi. Henüz 1 sene geçmedi. Şu an sonuç çıkmadı. Ama mutlaka iki ülkenin dış ticareti bakımdan çok olumlu olacağını düşünüyoruz. Ürünlerde gümrük vergisini kaldırma şeklindeki anlaşma, ondan sonra yatırım ile servet ticaret ve iki ülke arasında anlaşma için hükümetler arasında görüşme var. Bir senede tamamlamayı hedefliyoruz. Tamamlanabilirse 2014 yılı 1 Mayıs’ta etkili olacak. Ama şu an tam bilgi yok. Bu tür serbest ticaret anlaşmaları içinde yatırım ve servet ticaretinin de dahil olmasının, Türkiye’d e bir ilk olduğunu duymuştum. Başka ülkelerle böyle bir anlaşma yapmamış. Bu bakımdan da ekonomik ilişki açısından çok olumlu bir ilişki olduğunu düşünüyoruz. 8 . G ü n ey Kore’n i n eski m ecl i s ba şka n ı Ki m H yeongo’u n Pa rl a m en to’d a İ sta n bu l ’u n feth i h a kkı n d a ya z m ı ş ol d u ğu “S u l ta n ve İ m pa ra tor” a d l ı ki ta bı h a kkı n d a n e d ü şü n ü yorsu n u z ? O kitabı ilk okuduktan sonra çok şaşırdım. O bir siyasetçi ve meclis başkanlığından istifa ettikten sonra bu kitabı hazırlamış. Gerçekten bence uzman yazar olamayan bir kişinin yazdığı bir eser olarak çok güzel olduğunu düşünüyorum. Bence bu kitap Kore’d e çok yankı uyandırdı. Kore’d e iş adamlarının mutlaka okuması gereken kitaplarından biri seçildi. Kore’d ekilere Türkiye içerisinde daha ilgi alma isteğini uyandırdığını düşünüyorum. Bu durumla Türkiye’ye gelen turist sayısı arttı. Geçen sene, Kültür Bakanlığı’na göre 190.000 civarında kişi Kore’d en Türkiye’ye turist olarak geldi. Kore, 2013 yılında Türkiye’ye gelen Japon turistleri de geçti. Kore’d e Türkiye mutlaka gidilmesi gereken bir ülke olarak kabul ediliyor. Türkiye’ye uçak ücretleri pahalı. Bizim

ülkemizde yaz tatili genelde 1 hafta. Bu nedenle kısa dönem içerisinde mümkün olduğu kadar tarihsel yerlere gitmek istiyoruz. Türkiye tarihsel, kültürel ve inanç seyahati açıdan çok güzel bir ülke. İstanbul gibi güzel tarihsel yerlere sahip. Örneğin; Güney Kore yaklaşık %25 Hıristiyan nüfusa sahip. Bu kesimin maddi durumu ve eğitim düzeyi çok yüksek. Bu nedenle Türkiye’d e Antakya, Efes, Meryem Ana gibi yerlere Hıristiyanların dinsel inanç amacıyla gelmesinin de önemli bir etkisi var. 9 . J oseon ve Korea i m pa ra torl u ğu n d a n ön ce Tü rki ye ve Kore’n i n ka n ka rd eşl i ği n i gösteren bi r soy a ğa cı n ı n ya z ı l d ı ğı 5 0 0 yı l l ı k bi r bel ge ol d u ğu i d d i a ed i l i yor. Bu kon u h a kkı n d a n e d ü şü n ü yorsu n u z ? Türklerin ataları olan Göktürklerin, çeşitli etnikleri olan Urdu yani Uygurlar olduğunu biliyoruz. Bizim Cumhuriyetten önce Joseon Hanedanlığı, ondan önce Korea Hanedanlığı vardı. Korea Hanedanlığı döneminde Moğolların oluşturduğu Win Hanedanlığı Çin’d e vardı. Win Hanedanlığına Korea Hanedanlığı savaş açtı, Moğollar bizi yendi. Korea Hanedanlığı o dönemde Moğol Hanedanlığı ile iyi ilişkiler içinde kalmak zorunda kaldı. Mesela, Win Hanedanlığı imparatorlarının kızları Korea Hanedanlığı krallarına gelin olarak gönderildi. O dönemde gelin olan prensesler, yönetici kurumda krallara eşlik etti. Korea Hanedanlığı için bürokratik kurumun çoğunluğu Uygurlardan gelen kişiler. Win Hanedan döneminde Uygurlar zaten çok eğitimli olan kişilerdi. Orda devamlı kalan onların torunları var. Zaten köken

23


olarak hep Türk diyebiliriz. Uygurlar Türk diye sayılırsa, onların devamlılığı Jeson hanedanlığı döneminde kaldı. Onların kendi alfabesi olduğu için. Joseon Hanedanlığı döneminde 1400 yılında Kral Sejong tarafından Kore alfabesi yaratıldı. Bunun çok katkısı olduğunu biliyoruz. Hala Kore’d e onların torunlarının soylarından devam eden kişiler var. Çok önceden de Kore ve Türkiye arasında Goguryeo döneminde de ilişkiler vardı; bizde Korea Hanedanlığından önce Shilla, ondan önce üç krallık dönemi var. Onlardan kuzey bölgelerde yerleşen Goguryeolular var. Onlar hep Çin ile savaştı. Göktürklerin olduğu dönemde Goguryeo Hanedanlığı daha çok Türklerle ilişki içindeydi. Tarih boyunca Kore ile Türkler arasında hiç savaş yapılmadı, biz hep ittifak içinde Çin ile savaştık. Bunun gibi bizim Türkiye ile Kore arasında çok tarihimiz var. Belki Türkiye ve Kore arasında daha çok araştırma yapıldıkça, daha çok ilişkilerin çıkacağını düşünüyorum.

24

1 0 . İ sta n bu l Bü yü kşeh i r Bel ed i yesi ve G yeongj u Bel ed i yesi ta ra fı n d a n d ü z en l en en 3 1 Ağu stos-2 2 Eyl ü l 2 0 1 3 ta ri h l eri a ra sı n d a “İ sta n bu l G yeongj u D ü n ya Kü l tü r Expo 2 0 1 3 ” d ü z en l en d i . Bu n a Tü rk ve Kore h a l kı n ı n i l g i s i n a s ı l d ı ? Geçen sene olan Expo, Kore bakımından yurt dışında Kore kültürünü tanıtmak için en büyük ve en masrafı olan, en çok bütçe kullanılan etkinlikti. Ancak bu kadar masraflı olmasına rağmen yapmamızın nedeni; biz ipek yolunu düşünürsek eski ipek yolunun belki birkaç yolu olduğu, İstanbul’d a son nokta olduğu ve ondan sonra belki Avrupa’ya da gitmiş olabileceğini düşünüyoruz. Çin’d eki Tang Hanedanlığının başkentinden başladığını söylüyorlar. Ama o döneminde Kore’d e Shilla Hanedanlığı dönemiydi. Gyeongju, Shilla Hanedanlığının başkentiydi. Shilla Hanedanlığı, 1000 yıllık bir hanedanlık. Çin’in o dönemki başkenti ile Gyeongju arasında çok ticaret ilişkileri vardı. Onun için biz İpek yolu Çin’d e değil belki Kore’d e başladı diyoruz. Kore’d e toprak da bile direk bağlantı var. Aslında önemli olan bu ipek yolunun yenilenmek durumunda olması. Şimdi 21. yüzyılda bizim bu ipek yolunu canlandırma beklentimiz var. Kore’d e; Çin, Orta Asya ülkeleri ve Türkiye kadar tarihsel bağlantısı olan ve kültürel benzerliği olan ülkelerde tekrardan, önce kültür ondan sonra ekonomik ve siyasi bakımdan daha çok ilişki içinde olsun beklentisi ile İstanbul’d a Gjeongju Kültür Exposu düzenlendi. Kore Hükümeti çok destek verdi. 23 gün boyunca gerçekten bize göre Kore’yi tanıtabilecek her türlü etkinlik gösterildi. O zaman Sultanahmet Meydanı ana mekan olarak kullanıldı. Taksimde birkaç mekan kullanıldı. Bize göre hem Türk halkı hem de yabancı turistler için çok güzel bir

fırsattı Kore kültürünü tanıtmak için. Bunun hakkında Kore’d e çok haber çıktı. Oradaki haber sayesinde Kore’d ekiler Türkiye ile Kore arasında birçok şey yapılıyormuş diye bir imaj oldu. Expo’nun Türk halkını ne kadar etkilediğini söylemek biraz zor ama Kore ile ilgilenen kişiler ya da tesadüfen Sultanahmet’ten geçen insanlar da merak edip Expo’ya ilgi göstermiş olabilir. 1 1 . 2 0 1 0 yı l ı Tü rki ye’d e J a pon yı l ı , 2 0 1 2 yı l ı Tü rki ye’d e Çi n yı l ı ol a ra k ku tl a n m a kta d ı r. S i z ce G ü n ey Kore yı l ı n ı Tü rki ye’d e n e z a m a n ku tl a ya ca ğı z ? Bu durum iki hükümet arasında konuşuluyor. Geçen yıl Gyeongju Expo açılışında Kore’nin Başbakanı geldi. Türkiye’nin sayın Başbakanı ile görüşme yaptı. Türkiye’nin sayın Başbakanı tarafından öneri geldi Kore-Türkiye arasında kültür yılı kutlaması yapalım diye. Biz kabul ettik, o zaman hükümet arasında ne zaman yapalım diye konuştuk. Şimdi Kore Hükümeti tarafından Kore ve Türkiye diplomatik ilişki 1957’d en 2017’ye kadar 6o. yıl dönümünde 2017 yılında kutlanılmasını düşünülüyor. Bize 2016 yılında Kore’d e Türkiye yılı, 2017 yılında da Türkiye’d e Kore yılı kutlanması için öneri verildi. Kore hükümetine, Türk hükümeti böyle söyledi. Türk hükümeti bize geri dönüş yapmadığı için tam karar belli olamadığından, biz de hem Kore’d e Türkiye, hem de Türkiye’d e Kore yılı 2017 yılında kutlansın diye öneri veriyoruz. Bizim Kore’d e 60 yıl çok önemli bir sayı. İnsanın ömrü’ nün 60 yıl olduğuna inanıyoruz. Bu nedenle 60. yıl bizim için o kadar anlamlı olduğu için 2017 yılında kutlanmasını istiyoruz. Bence büyük ihtimalle 2017 yılında Kore’d e Türk yılı, Türkiye’d e Kore yılı kutlanabilir. 1 2 . Kore’n i n u l u sa l yi yeceği ol a ra k a d l a n d ı ra bi l eceği m i z Kore tu rşu su ol a n “ki m çi ” i çi n Kore’d eki şi rketl eri n bu ferm a n ta syon l u yi yeceği sa kl a m a k i çi n a yrı bi r bu z d ol a bı ü retti kl eri ve fa a l sa tı şl a r ya ptı kl a rı n ı “Kore gerçeği ” a d l ı ki ta pta n oku d u m . Bu n l a rı n Tü rki ye’d eki n orm a l bu z d ol a pl a rı n d a n fa rkı n ed i r? Bence bu buzdolabı sadece kimçi yiyenler için faydalı oluyor. Şekil olarak normal buzdolabı gibi yüksek değil, orta boy şeklinde. Genellikle kimçi yaptıktan sonra plastik kimçi kutularına konuluyor. Aileler senede 1 kere yapıyorlar kimçiyi, onun için uzun zaman onu korumak için özel bir buzdolabına koyuyorlar. Bu nedenle sadece kimçi konuluyor. Türkiye’d e çok kullanılacağını düşünmüyorum. “Kimçi Buzdolabı” Kore’d e çok yaygın. Normal buzdolabı yerine niye alalım diye bir sebep olması gerekiyor. Onun için Kimçi buzdolabına Türkiye’d e belki şirketler Türk yemeklerinden hangisi uygun diye araştırma yapılarak kullanılabilir. Örneğin, et olabilir ya da başka ürünler. Ancak kimçi buzdolapları çok ucuz değil ve maliyetli.


1 3 . Ara ştı rm a l a rı m a göre G ü n ey Kore’d e M a ra ş d on d u rm a sı sa tı şı ya pı l ı yor ve çok fa a l sa tı şl a r sa ğl a n ı yor. S i z ce Tü rki ye’n i n i ç pa z a rı n d a Tü rk h a l kı n ı n d a m a k ta d ı n a u ygu n bi r Kore’ye öz gü yi yecek ya d a i çecek sa tı l a bi l i r m i ? Kore yemek ya da tarım ürünlerinden Türkiye’ye satılabilecek olan şeylerden biri bence Ginseng çayı. Ginseng çayı, un şeklinde de, çeşitli şekillerde olabilir ve sağlık için çok iyi. O Japonya, Amerika ve Çin’d e de üretiliyor. Ama en kaliteli Ginseng Kore’d e üretiliyor. Bir de “şikke” diye bir içecek var, kola gibi kutuda olan bir içecek, pirinç ile yapılıyor ve tadı tatlı. Kore kültür merkezinde Türkler şikkenin tadına bakıp çok beğeniyor, benim bu çok hoşuma gidiyor. Belki o da satılırsa beğenilebilir. Bir de “ramen” var, Türkiye’d e kutu şeklinde var. Kore ve Japonya’d a çok çeşitli ramenler var, evde pişirilecek şekilde. Belki Türkiye’d e ramen denenerek beğenilip yenebilir diye düşünüyorum. 1 4. G a eseong En d ü stri yel Kom pl eksi n ed i r? G ü n ey Kore ve Ku z ey Kore a ra sı n d a ki ekon om i k i l i şki l er a çı sı n d a n ön em i n ed i r? Gaseong Kuzey Kore’nin içinde bulunan sanayi bölgesi. Bizim silahsız bölgelere yakın olan bir yerde. Orada Kore firmaları fabrika kurup üretim yapıyor. Kuzey Kore bakımından bakarsak oradaki insanların maaşı çok düşük olduğu için, Güney Kore’d e firma bakımından da ucuz üretilebilen yer. Kuzey Kore bakımından para kazanılacak yer olduğu için, Kuzey Kore bunu kapatmak istemiyor. İki ülke bazen gerginlik içinde olsa da bu bölgede iki ülke işbirliği halinde. Bunu daha geliştirilirse belki bu şekilde ülkenin birleşmesi için daha faydalı olacağını düşünüyorum. Bir proje olarak bu ama bundan daha iyi sonuç çıkarsa Kuzey Kore belki bunu da yapalım, şunu da yapalım diyebilir. Bu şekilde ilişkilerin daha da gelişmesi açısından bunu bir araç olarak düşünüyoruz. 1 5 . G ü n ey Kore’n i n J a pon ya ’d a n ba ğı m sı zl ı ğı n ı i l a n etti ği 1 9 45 yı l ı n d a n beri ta rtı şm a l ı böl ge ol a n ” Dokd o a d a sı n ı n ” G ü n ey Kore i çi n stra tej i k, si ya si ve ekon om i k ön em i n ed i r? 2 0 1 2 yı l ı n d a Lee M yu ngba k’ı n a d a yı z i ya reti h a kkı n d a n e d ü şü n ü yorsu n u z ? Her ülkede problem olan topraklar var biliyorsunuz. Kore ve Japonya arasında tek problem olan bu ada. Zaten şimdi Kore’nin kontrolü altında ama Japonlar bizim diyorlar. Ama tarih boyunca hep Kore’nin bir toprağı idi. 1910 yılında Kore Japonya’nın sömürgesi altına düştü. Ondan önce 1905 yılında Japonya Kore’yi her türlü şekilde etki altına aldı. Bu adayı kendi toprağı olarak ilan etti 1905 yılında. Ondan sonra bütün Kore Japonya’nın sömürgesi oldu. 1945’te İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Kore bağımsız oldu,

toprağımız olan ada da Kore’ye toprak olarak ayrıldı. Ama Japonlar şimdi o bizim dedi. Çünkü 1910 yılında Kore’yi biz sömürge altına aldık ondan önce ada bize aitti diyorlar. Ama bunu biz kabul etmiyoruz. Çünkü eskiden beri devamlı bizim toprağımızdı. Bugün Uluslararası Hukuk açısından toprak hâkimiyeti önemli. Kore bağımsız kaldığı zaman Japonya Amerika ile uluslararası “San Francisco Anlaşmasını” imzaladı. Bu anlaşma ile bütün Kore bağımsız kaldı. Adaya anlaşmada yer verilmedi. Ama normal olarak bu toprak Kore’ye kaldı. Japonlar, “bu ada bizimdi siz kendi isteğiniz ile, güçlü olduğunuz için bu toprağı bizden aldınız,” diye söylüyorlar. Bunu hiçbir şekilde kabul etmiyoruz. Bu topraklar tamamen bize ait olduğundan kızmak gayet doğal. Onun için Lee Myung-bak‘ın adayı ziyaret etmesiyle bu konu çerçevesinde Japonya’ya tekrar bu adanın bizim olduğu gösterilmek istenmiş. O ada o kadar hassas bir konu değildi iki ülke ilişkisi içinde. Ama maalesef çok daha hassas bir duruma geldi. 1 6 . G ü n ey Kore’d e sa d ece İ ngi l i z ce kon u şu l a n bi r köy ku ru l m u ş. S i z i n ü l ken i z d e u ygu l a n a n bu si stem i n ekon om i k ve sosya l yön d en ya ra rı ve m a l i yeti n ed i r? S i z ce bu si stem i n Tü rki ye’d e u ygu l a n m a sı çok m a l i yet gerekti ri r m i ? Kore’d e İngilizce uluslararası bir dil olduğu için eskiden beri hep İngilizce öğretilmeye çalışılıyor. O köy de çocuklara daha iyi İngilizce öğretmek için kuruldu. O kadar da olumlu olmuyor bu köy gibi şey. Zaten dil uzun zaman çok pratik yapılarak öğrenebilen bir şey. Orda bir süre oturup yabancılarla veya sadece Koreliler arasında İngilizce konuşarak iyi İngilizce öğrenmek kolay değil. Onun için çocuklara daha iyi eğitim vermek için çeşitli çabalar gösteriyoruz. Korece ve İngilizce arasında dil farklılığı çok olduğu için Koreli olarak öğrenmek kolay değil. Onun için biz aileler, çocukları sadece köy değil çeşitli yabancı ülkelere gönderiyoruz. Çocuklarını daha çocukken yurt dışına gönderen anne-babalar var. Aileler kendi maddi durumlarına bağlı olarak özel çabalar harcıyor. Bence bu köy gibi şey tek başına yeterli değil; sadece deneme şeklinde yapılıyor. Duyduğum kadarıyla Türkiye’d e Üniversite sınavında İngilizce zorunlu değilmiş. Sadece dil bölümündekiler sorumlu oluyormuş. Bence ülke çapında daha iyi İngilizce eğitimi almak için üniversite sınavında zorunluluk getirilmeli. O zaman, zorunlu olursa, her kişi kendi kendine İngilizcesini geliştirmeye çalışacak. O zaman kapsamlı düzeyde İngilizcenin daha iyi olacağını düşünüyorum. 1 7 . G ü n ey Kore yı l l a rd ı r ca ri i şl em fa zl a sı veren bi r ü l ke, bu n u n el ere ba ğl ı yorsu n u z ? Tü rki ye gi bi ca ri a çı k soru n u ya şa ya n ü l kel ere n el er ön eri rsi n i z ?

25


26

1998 yılındaki IMF ekonomik krizinin çıkmasının sebebi, bizim kendi paramız olmadığı için borçlarımız daha çoktu, onlar aniden bize tekrar geri ver dedi. Bu nedenle iflas durumunda olduk ve borç krizi çıktı. Ondan sonra hükümet olsun, özel firmalar olsun bu yönde çok kontrol altında tutuldu. O bakımdan bu durum tekrar olmasın diye önlemler alındı. Zaten bizde çok uzun zamandır ihracat ithalattan çok daha yüksek. O nedenle ticari bakımdan iyiydik. Zaten toplum olarak da cari açık gibi bir durum olmadı. Kore’ye gelen yabancı paraların miktarı çok yüksek şekilde. Türkiye’d e ithalat ihracattan daha çok, bu nedenle cari açık çok fazla. Bu da ekonomik bir problem. Mesela Kore’d e, turizm, yatırım ve sıcak para gelişi açısından, ekonomisi istikrarlı olduğu için yabancı para devamlı geliyor. Önemli olan bence sıcak paraların girişi ve çıkışı. Türkiye ithalattan daha fazla ihracat yaparsa dışarıdan da Türkiye’nin ekonomik durumu daha iyi diye bakıp yatırım yaparlar diye düşünüyorum. 1 8 . G ü n ey Kore’n i n İ YS’d e (i h ra ca ta yön el i k sa n a yi l eşm e) ba şa rı l ı ol m a sı n ı n sebebi n ed i r? Onun sebebi 1961’d e darbeyle iktidarı ele geçiren hükümet. Kendi varlığını güçlendirmek için ekonomiyi gelişmeye çok çaba gösterdi. Kore küçük bir toprak üzerinde çok insanın olduğu, doğal kaynakları hemen hemen olmayan bir ülke olduğu için, bizim İYS’d en başka çaremiz yoktu. Önce hafif sanayi ürünleri başladı. Ama daha ucuz üreten bir ülke varsa çok kolay rekabet kaybediyorlardı. Onun için önce hafif sanayi ile başladı ve hemen daha sonara ağır sanayiyi (araba, demir çelik gibi) geliştirmeye çalıştı. Onun hızlandırılmasının sebebi biraz dış siyasete bağlıydı. 1961 yılından beri dışa yönelik ekonomik politika başladı. O zaman Amerika’nın o dönemki başkanı

Nixon döneminde Çin ile önce düşman idi ama dış ilişkiler gelişmeye başladı. O dönemde Güney Kore’d e olan Amerika askerleri biz çekilelim dediler. O zaman bizim Amerika’nın yardımı olmadan tek başımıza Kuzey Kore ile yan yana durmamız gerekti. Onun için biz silahlanmak için ağır sanayiyi geliştirmek gerektiğini fark ettik. Teknoloji ve ürünleri almaya, ağır sanayiyi geliştirmek için çok çalıştık. Biraz zaman geçtikçe yavaş yavaş sonuçlar çıkmaya başladı. 1980 ve 1990 yılında sanayi alanında rekabet gücü yükseldi. Hükümet tarafından özel sektör her yönde desteklendi. Kendi teknolojimizi geliştirip ürünler ihracatla ucuza satıldı, onların yarattığı boşluk yurt içinde daha yüksek fiyatla satılabilecek şekilde dolduruldu. Bu şekilde onlar (bu ürün ve teknolojiler) devamlı teknolojilerini geliştirerek dünya çapında da rekabet edecek düzeye geldi. 1 9 . G ü n ey Kore D ü n ya d a gerçekl eşen bü yü k Asya kri z i n d en n a sı l etki l en d i ? Bu kri z d en çı km a k i çi n h ü kü m et n a sı l pol i ti ka l a r u ygu l a d ı ? 1998 yılında Asya ekonomik krizi vardı. O dönem Güney Kore gerçekten çok acı çekti. O dönemde Kore’nin büyük holding şirketleri vardı, Korece onlara “cheobol” diyoruz. O şirketler çok büyüktü ve o şirketin çatısı altında çok kişi çalışıyordu. O döneme kadar o şirketlerin iflası hiç düşünülmedi. Ama maalesef dışarıdan gelen ekonomik kriz sayesinde öyle olmadı. Çok şirket iflas etmek zorunda kaldı. Onun için de çok işçi işsiz kaldı. Biz de IMF’d en borç almak zorunda kaldık. Onlar bize borç verirken siz bu sistemleri bu şekilde değiştirin, dediler. Borç aldığımız için kabul etmek zorunda kaldık. Genellikle finans sistemi açısından daha modernleştirme taraftarıyız ama bazen daha çok batı isteklerine uymak zorunda olduk. Kore cumhuriyet olduktan, Kore savaşından ve ekonomik kalkınma başladıktan sonra bizim yaşadığımız en acı tecrübeydi. Ülkenin iflası gibi düşünün. Onu biz aşmak için çok çalıştık, birkaç sene (3-4 senede) sonra borçları düşündüğümüzden daha çabuk ödedik. Dünyadaki krizlere karşı Kore’d eki firmalar ve sistemler 1998 krizi sayesinde bilinç sahibi oldu. 1998 Krizinde hemen bizim hükümet değiştirildi. Zaten cumhurbaşkanı seçimi vardı, başka parti iktidar oldu. Ondan sonra hükümet zaten iflas gibi bir durumda kaldı, tekrar çıkmak için çok çeşitli çabalar gösterdik. Onlardan birisi de halklar tarafından altın toplama durumu vardı. Ülkemiz çok


kötü ve zor durumda diye halk yardım etmek için kendi evlerinde olan altınları topladı ve verdi. Hükümet tarafından altın verin denmedi. Ama ülke o kadar zor durumda olduğu için halkın kendisi cebindeki altınları verdi. Bu zor durumu aşmak için kullanın diye. Tabi miktarı o kadar çok değilse de “Güney Kore olarak bu ülke bizim, bu ülke batarsa ben de batarım ben de ölürüm,” diye inanç var. Onun için mesela; kendi içinde ideoloji olsun ne olursa olsun savaş yapabilir, kavga edebilir. Ama ülke olarak çok zor duruma düşerse bütün halkların beraber birliği içerisinde bizde bu gücü kullanarak bunu aşmaya çalışma çabası var. O krizde biz kendimiz de çok şaşırdık, bizim halkımız ülkeyi bu kadar çok sevmiş diye bu tecrübe içinde öğrendik. 2 0 . G ü n ey Kore’d e d evl et çoğu kez sa n a yi sektörü n d e m on opol l eşm e eği l i m l eri n i n ed en d estekl em i şti r? Bizim ekonomik kalkınmaya yönelik politika 1961 yılında iktidar olan parti ile başlarken bizim elimizde kaynak yoktu. Ondan sonra dışarıdan borç alarak fabrika kurabilmeye başladık. O zaman onları çok etkin şekilde kullanmaya, dağıtmaya çalıştık. Mesela sanayileşmek için demir çelik fabrikası kurulması gerekiyor mutlaka. O zamanki ekonomik durumda firma kurmak da imkansız; o nedenle monopolleşeme gerekliydi. Devlet kurulan firmaya destek verdi dünya çapında rekabet yaşamasın diye. Bu şekilde hep sanayileşmek için tamamen kamu değil özel firma da olsa onlara tekel iktisadıyla destek vererek onları güçlendirmeye çalıştı. Çeşitli vergi muafiyeti yaptı mesela, yurt dışından para almak için devlet garanti verdi, onları güçlendirmek için devlet destek verdi. 2 1 . Ch eobol ’ l a r: G ü n ey Kore’ye öz gü a i l e şi rketl eri n d en ol u şsa n h ü kü m et ku ru l u şl a rı i l e gü çl ü ba ğl a n tı l a rı ol a n şi rketl er topl u l u ğu d u r. Bu n l a rı n J a pon ya ’d a ki Za i ba tsu ve kei retsu l a r’d a n fa rkı n ed i r? Bildiğim kadarıyla Kore’d e cheobol denen holding firmalarında sistematik olarak tek bir lider var. O bütün holdingde söz sahibi olan bir kişi. Mesela o ölmüşse ondan sonra onun oğluna geçmiş gibi bir sistem vardı. Tek lider altında holding içinde çeşitli firmalar var ve onlar, maddi olsun, her konuda birbirlerine destek veriyor. Bu Kore yasalarında devam ediyor. Japonya bu sistemi bizden daha önce yaptı. Biz de ondan örnek olarak başladık. Mesela Samsung ve Sony arasındaki farkları düşünelim. “Samsung Elektronik” Samsung Holdingin ana firması. Mesela eski zamanda “semi conducter” firması gibi birkaç firma ayrıydı ama ondan sonra Samsung Elektronik altında birleşti, çok büyük bir şirket oldu. Elektronik üzerinde rekabet olduğu için çok büyük yatırımların ayrılması gerekiyor. Kore’d e cheobol bir kişi yönetimi altında olduğu için o kişi yapalım dediği zaman

hemen işler yapılabiliyor. Ama Japonya’d a öyle değil, Sony olsun onları tek kişi yönetme durumunda değil, o firmanın sahibi var, onların oğluna torunlarına kalabilir. Ama genellikle Kore’d eki gibi o kadar etkili olan tek kişi yönetim sistemi değil. O nedenle kararları çok uzun sürüyor ve tam doğru zamanda karar vermeyebiliyorlar. Zaten Kore’d e olan cheobol’lerin mutlaka olumsuz yanları da var. Ama ekonominin gelişmesi ve firmalarının rekabet kazanması için o bakımdan daha faydalı oluyor. 2 2 . G ü n ey Kore’n i n sa n a yi l eşm esi n d e ön em l i rol oyn a ya n ch a ebol ’ l a rı n en ön em l i 2 örn eği ol a ra k H yu n d a i ve S a m su ng şi rketl eri veri l i yor. Bu kon u d a n e d ü şü n ü yorsu n u z ? Şimdi cheobol denen holding sadece Samsung, Hyundai değil; LG ve SK firmaları da var. Ama en ünlü olan Samsung ve Hyundai. Mesela Samsung şimdi elektronik firmaları arasında dünyada birinci oldu. Kore bakımdan bizde şaşırıyoruz. Kolay iş değildi. Bunu nasıl gerçekleştirdi Samsung, bunu cheobol sistemi sayesinde gerçekleştirdi diye anlıyoruz. Hyundai da aynı şekildeydi; şimdi KİA diye bir motor şirketi ile birleşti. Büyük bir firma oldu ama ayrı ayrı yönetiliyor. Onlar Kore içinde araba şirketleri arasında en güçlü durumunda ve dünya çapında da onlar cheobol sistemi altında daha büyük yatırımlarla teknoloji olsun, ne olursa olsun, karar verebiliyorlar. Mesela Amerika’d a fabrika kuralım, hemen karar verildi. Daha büyük ve güçlü durumda oldu. Bunlar da cheobol sistemi altında olduğu için gerçekleşebildi. Onun için mesela şimdi Kore’d e niçin bu firma, bu kişiler bu kadar zengin, biz fakiriz diye şikayetler var. Zaten biz de işsiz durumda kalmaktan şikayetçiyiz. Cheobol firma olsun hangi sistem olursa olsun işsizlikten daha iyi olduğunu düşünüyorum. Zaten dünyanın rekabeti çok güçlü. Mesela Çin’i devamlı takip ediyoruz. Gelişmiş ülkeler arasında çok rekabet var. Cheobol’d e servetleri bir yerde toplanması nedeniyle problemler olabilir, mutlaka şikayet eden birçok insan olabilir. Ama ben eşitsizliktense, yaşamak daha çok önem kazanır diye düşünüyorum. Onun için şimdi Kore içinde insanlar cheobol hakkında o kadar çok şikayet etmiyorlar. Sisteme daha uygun olmayan şekilde, yasaya aykırı olarak davranmak şeklinde, olursa çok daha ağır cezalar uygulanıyor. Mesela SK firması içinde çeşitli şirketler var; inşaat firması, petrol firması da var. O da Kore’nin hemen hemen 4. sırada olan büyük cheobol şirketi. O firmanın en üsteki yöneticisi şimdi 4 senedir hapiste, firmanın parasını uygun olmayan bir şekilde kullandığı için. Cheobol’ün yasa içinde kullanılarak daha faydalı olacağını düşünüyorum. 2 3 . G ü n ey Kore’d e u l u sl a ra ra sı ya rd ı m progra m l a rı n ı n

27


KO CI A (Kore U l u sl a ra ra sı İ şbi rl i ği Aj a n sı ) ta ra fı n d a n ka rşı l a n m a kta ol d u ğu n u öğren d i m . Tü rki ye’d e bu ku ru m u n fa a l i yetl eri ol d u m u ? O l d u ysa bu n l a r n el er? Türkiye zaten OECD ve G20 ülkesi. Onun için başka ülkeden yardım alacak durumda değil. Kore hükümeti seve seve Türkiye’ye yardım gönderebilir ama Türk hükümeti istemiyor. Benim bildiğim kadarıyla Türkiye’ye bu yönde Kore tarafından yardım gibi bir şey yok. Sadece mesela e-government (online olarak devlet işlerini çözmek gibi bir şey) ve Kore’d en başka birkaç şeyden örnek alınarak Türk hükümeti ders almaya çalışıyor. Mesela muhtara gidip aile belgesi alıyorsunuz. Kore’d e bunu internet üzerinde yapabilirsiniz. Bunun gibi Kore’d e devlete ait birçok işlem online olarak yapılabiliyor. Bu durum Türkiye’d e insanların vaktini çok alıyor. Türkiye’d e Kore’nin yaptığı şeyi biz de alalım diye çabalar var. Türk hükümeti de Kore’d en ders almak yani Kore’nin egovernmente’ı nasıl yaptığını öğrenelim diye çok çalışıyor. Onun gibi birkaç proje var ama maddi destek gibi değil. Sadece Kore’d e iyi olan şeyleri Türkiye’d e öğrenelim diye yapılan projeler var.

28

2 4. Ya ptı ğı m a ra ştı rm a l a ra göre G ü n ey Kore’d en Tü rki ye’ye 1 9 9 9 yı l ı 3 0 Ağu stos d eprem i n d e 2 5 m i l yon $ bi r ya rd ı m yol l a n m ı ş ve böyl el i kl e Kore o d ön em d ı şa rı d a n ya rd ı m a l a n bi r ü l ke i ken i l k d efa ken d i d ı şa rı ya ya rd ı m gön d erebi l en bi r ü l ke ol d u ğu n u a n l a m ı ş. Bu bi l gi n i n d oğru l u ğu n ed i r? Dünyada gelişmiş ülkeler de diğer ülkelere yardım ediyor. Kore Hükümeti şimdiye kadar bu yönde, o kadar zengin değiliz diye, Hükümet olarak bütçe çok ayırmadı. Bugünlerde değil de birkaç yıl önce mesela. Ama 1999 yılında Türkiye’d eki deprem döneminde Kore hükümeti tarafından değil, halk tarafından “Türkiye ile biz kardeş ülkeyiz, onlar şimdi deprem yüzünden zor durumunda. Biz yardım edelim,” diye kampanya oluşturuldu. O halk tarafından toplanılan paraydı. Tabi devlet de bir kısım para vermişti. Ama o zamanki Kore hükümetinin dışarıya para verecek bütçesi çok büyük değildi. Şimdi biz de bunu gittikçe daha iyi anlıyoruz. Biz de zor durumdayken dışarıdan çok yardım alarak büyüdük, geliştik. Onun için biz de başka ülkelere yardım edelim diye daha büyük bütçeler ayırıyoruz. Ama o dönemde bütçe o kadar büyük değildi. O zaman tamamen halkların kendi isteği ile kampanya yaparak para toplandı ve o Türkiye’ye gönderildi. 2 5 . S on ol a ra k; Tü rki ye ve G ü n ey Kore a ra sı n d a ki sosya l ve ekon om i k i l i şki l eri n d a h a d a a rtı rı l m a sı i çi n si z ce n el er ya pı l m a sı gerekl i d i r? Tü rk h a l kı n a ve pol i ti ka cı l a ra n a sı l bi r m esa j verm ek i stersi n i z ? Kore ve Türkiye arasında, gerçekten, araştırma yaptıkça tarihsel bağlantılar olduğunu ve kültürler

arasında çok benzerlik olduğunu fark edebiliyoruz. Bunu Türkiye olsun Kore olsun insanlar çok bilmiyor. Sadece Kore savaşı sayesinde veya 2002 dünya kupası sayesinde Türkiye ve Kore deyince “a biz kardeş ülke dost ülke” diye sevgiler var. Bu çok önemli bir temel bence ama bunda kalmaması gerekiyor. Gerçekte biz, aralarında o kadar uzak mesafe olmasına rağmen eskiye dayanan kültürel benzerliği olan iki ülke olarak, şimdiki dünya içerisinde hem ekonomik bakımdan hem dış politik bakımdan önem kazanan ülkeler halinde olduğumuz için iki ülke arasında çok işbirliği yapmalı ve böylelikle daha derin ilişkilerin kurulması gerektiğini düşünüyorum ve biz kurabiliyoruz da. Onun için yapılması gereken çok iş var. Önce birbirimizi daha iyi tanımak gerekiyor. Türkiye’nin kültürü ne? Mesela sadece Türkiye hakkında denmesi gereken turistik ülke olarak kalmaması gerekiyor. Aynı şekilde Türkiye’d e Kore hakkında daha iyi tanıtım yapmak gerekir. İnsanları tanıdıkça o zaman daha çok ilgileniyorlar. Mesela; Kore’ye bir şeyler satalım, Kore’ye eğitim için gidelim diyorlar. Önce tanıdıktan sonra ilişkiler daha da gelişebiliyor. Gerçekten de milletleri arasında sevgi olan, böyle yüce temeller olan iki ülke arasındaki ilişkileri geliştirmek için Hükümetlerin daha çok çaba göstermesi gerekiyor. Mesela Mevlana programı başladı. Bu çok iyi. Şimdiye kadar hep “Erasmus” ile Avrupa’ya giden öğrenciler vardı, “Mevlana programı” sayesinde öğrenciler Kore’ye de gidebiliyorlar. Daha çok kişi giderse ben bunun iyi olacağını düşünüyorum. Kore hakkında eğitim alarak, daha iyi şeyler öğrenerek. O zaman böylelikle Kore ve Türkiye arasında yapabilecekleri işleri fark edebiliyorlar ve fırsatlar bulabiliyorlar. Bu şekilde çalışılırsa ekonomik ilişkiler daha çok gelişebiliyor. Bizim Kültür Merkezi’nin açılışından bu yana 2,5 sene oldu, 2011 yılında Ekim ayında açıldı. Biz mümkün olduğu kadar Kore’yi tanıtmak, iki ülke arasında kültürel ilişkileri geliştirmek için çalışıyoruz. Sadece Kore’yi tanıtmak değil, her iki ülke arasında köprü kurmaya çalışıyoruz. Aynı şekilde Türkiye’nin Kore’d e kültür merkezi yok, sadece özel Kültür merkezi var. Ama devletin Yunus Emre Kültür Merkezi yok. O zaman bence yakın zamanda Kore’d e Yunus Emre Kültür Merkezi kurarak, açarak, bu yönde Kore’d e Türkiye’yi tanıtmak için çalışmak gerektiğini düşünüyorum. Türk hükümeti şu an bunu Kore hükümeti ile konuşuyor. Belki inşallah yakın zamanda açılabilir. O zaman daha yakın ve derin ilişkiler içinde oluruz. Dediğim gibi, 2017 yılında iki ülkenin diplomatik ilişkilerinin 60. yıldönümü olacak. İki tarafı da daha iyi tanıtabilecek çok büyük faaliyet ve projeler yapabiliriz. Mesela geçen seneki Expo da aynı çabamızdan birisi. Bu şekilde birbirimizi daha iyi tanımak için çalışırsak mutlaka insanlar ve ülkeler arasında daha iyi ilişkiler kurulacak. Daha çok faaliyetler olacak, bu durum ekonomi olsun her yerde ilişkileri canlandıracağını düşünüyorum.


Son yıllarda haberleri seyrederken ya da ekonomiyle ilgili gazete yazıları ya da makaleler okurken Çin’in ne kadar hızlı büyüdüğünü, dünyanın en büyük ekonomilerinden biri olduğunu, üst üste yaşanan ekonomi ve finans krizlerine rağmen nasıl ayakta kaldığını hemen hemen herkes duymuştur. Fakat bu büyümenin ve gelişmenin sebebi ne diye hiç düşündük mü? Dünyadaki sosyalist yönetimler tek tek düşerken Çin’in önce sistemini oturtması sonra da büyük çaplı reformlarla kendini dünya devleti haline getirmesi gerçekten önemli ve dikkat çeken bir durum. Soğuk Savaşın sona ermesinden sonra küreselleşme dünya ekonomisinde ve siyasetinde yeni bir vizyonun oluşmasına ve yeni yapıların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu değişimi zamanında sezen ve önlemlerini alan Çin sahip olduğu tarihi, kültürel ve sosyoekonomik potansiyelini harekete geçirdi ve yükselişe başladı. Dünya ekonomi tarihinde çeyrek yüzyıl içinde hiçbir ülke Çin kadar hızlı büyüyemedi. Vatandaşlarının yaşam standardını bu kadar hızla yükseltemedi. Çin, Soğuk Savaş sonrasında mevcut kapasitesini ve küreselleşmenin sağladığı imkânları gerçekçi ve akılcı bir şekilde değerlendirdi. Tutucu ve kalıplaşmış politikaları bir tarafa bıraktı. Değişen koşullarda sahip olduğu özelliklerden azami faydalanacak şekilde yeni politikalar belirledi ve bunları başarıyla uyguladı.1 Ben de bu yazımda Çin’in gelişen ekonomisinin tarihsel dinamiklerini, bunun halka yansımasını ve dünyadaki diğer büyük ekonomiler ile Çin’in karşılaştırmasını inceleyecek ve çeşitli analizler yapmaya çalışacağım. Çin ’in Ekon om i k G el i şi m in in Tari h i 1 . Mao Dön em i ‘Pl an l ı Ekon om i ’ Pol i ti kal arı 1978 yılına kadar Mao liderliğinde ve yönetiminde bulunan Çin Halk Cumhuriyeti merkeziyetçi bir ekonomi politikası sürdürdü. Ekonomik alanın büyük bir çoğunluğu doğrudan devlet eliyle yönetildi. Ekonominin maddi kaynakları önemli projelerle birleştirildi ve sanayi kuruluşlarının altyapıları kuruldu. Bu dönemdeki temel amaç, Çin ekonomisini kendi kendine yetebilir hale getirmekti; çünkü yabancı yatırımlar yasak haldeydi. Fakat bu dönemde gerçekleştirilen kültür devrimi ise

birçok alanda olduğu gibi ekonomik anlamda da Çin’d e büyük başarısızlıklara ve tahribata yol açtı. Genel olarak bakılırsa 1946-1976 yılları arasında Mao’nun ölümüne kadar olan süreçte Çin ekonomisi yetersiz, durgun, uluslararası ekonomiden kendini soyutlamış ve kendi içinde de karmakarışık girdaplara girmiş bir halde idi. 2. Sosyal i st Pi yasa Ekon om i sin e G eçi ş Dön em i 1 978-1 996 İlk geçiş sürecine etki eden aktör Deng Xiaoping olmuştur. 1978 yılında Çin Komünist Partisi’nin İkinci Kongresi’nde Deng Xiaoping’in iktidara gelmesi, ülkeyi planlı ekonomiden pazar ekonomisine doğru götüren sürecin ilk adımıdır. Çin’d e reform süreci sonrasında, tarıma dayalı bir ekonomiden sanayiye dayalı bir ekonomiye nasıl geçileceği ile ilgili kararlar alınmıştır. Sanayiye dayalı bir ekonomiye geçebilmek için yabancı sermaye girişi gerekmekteydi. Bunun için ağır komünizm kuralları terk edilmeli ve yeni yasalar çıkarılmalıydı. Sonuçta Çin’i geleceğin süper gücü yapan kişi yaptığı reformlarla Deng olmuştur. Reformların ardından Çin’d e önceki dönemlere oranla daha büyük bir büyüme sağlanmıştır.2 Reformlar ise öncelikle tarım sektörüyle başladı. Devlet çiftçiler üzerindeki baskıyı azalttı ve ürettikleri malları serbest ekonomide direkt olarak satmalarına izin verdi. Ayrıca devlet ekonomi politikasını dört önemli odak noktasının çevresinde şekillendirmeye başladı. Bunların birincisi direk yabancı yatırımı ülkeye çekmeye çalışmak, ikincisi ihracatı arttırmak, üçüncüsü ileri teknoloji ürünlerinin ihracatını arttırarak sanayide verimliliği artırmak ve dördüncüsü ise birçok sektörde -özellikle ticaret- merkeziyetçi etkiyi kaldırarak daha çok kendini planlayana ve serbest ekonominin ve rekabetin artmasına yardımcı olan reformlardı. Ayrıca vatandaşlar kendi işlerini kurmaları yönünde teşvik edildi. Sanayi ve ticaret merkezleri olan bölgeler ve şehirler oluşturuldu; bu bölgelerde vergi oranları, ticaret aktiviteleri ve serbest ticaret prensipleri konusunda kolaylıklar sağlandı ve böylece yabancı sermayenin ülkeye çekilmesinin temelleri atıldı. Diğer bir reform ise birçok ürün üzerindeki fiyatlara müdahale etkisinin kaldırılması oldu. Ticari liberalleşme ise Çin’in ekonomik başarısının en önemli faktörlerinden biridir. Bu dönemde ticari bariyerler kaldırılarak ülke dışarıya açıldı ve dünyadaki rekabete

29


katıldı; bu da ülkenin kendi içinde de rekabetin başlamasına neden oldu ve ayrıca yine yabancı yatırımın ülkeye girmesine yardımcı oldu. İzlenen bu politikalarla beraber Çin yavaş yavaş dünyaya açılmaya başlamış oldu. 1986 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üyelik başvurusu yapmış, 1989’d a da IMF’ye üye olmuştur.3 Ayrıca 1990’larla birlikte, Devlet Başkanı Jiang Zemin tarafından ‘üç temsil’ kavramı ortaya atıldı. Buna göre; birincisi, sosyal üretim güçlerini (yatırımcıları ve profesyonel kadroları) parti üyeliğine almak, ikincisi, Çin kültürünün muhafaza edilmesi ve geliştirilmesi, son olarak Çin Komünist Partisi’nin belli bir kesimi değil, tüm halkı kucaklaması öngörülmekteydi. Birinci husus ile alakalı, bu dönemden sonra dikkate değer bir gelişme, 21 Mayıs 2002 tarihinde Çin Komünist Partisinin aldığı tarihi bir kararla Forbes dergisinin dünyanın en zengin 50 işadamı içinde saydığı Liu Saokasi’yi parti üyeliğine kabul etmesidir.4

30

3. Du rgu n l u k Dön em i 1 997-2002 Artık hızla büyümeye ve gelişmeye başlayan Çin, ekonominin sürekliliğini artırmak için bir dizi önlem alma yoluna girmiştir. Bunlardan biri 1994’te devalüasyon (değer düşürme) yolunun seçilmesidir; böylece Çin ihracatı arttırmış ve ülkeye hızlı ve güçlü bir döviz girişinin sağlanmasına sebep olmuştur. Bunun sonucunda ise Çin 1997’d e oluşan Asya krizinden diğerleri kadar fazla etkilenmemiştir. ABD Çin’in bu politikasından vazgeçmesini istemektedir çünkü Yen’in Dolar karşısında değerinin düşük olması ve Çin’in büyük miktarda dolar rezervinin bulunması, ABD’yi mali anlamda sıkıntıya sokabilme potansiyeline sahiptir. Diğer bir taraftan 1997 yılında başlayan özelleştirmelerle devletin sırtında kambur olan ve büyümeye olumsuz etki yapan işletmeler, şirketler, kurumlar özelleştirilmiştir; fakat ekonomik anlamda olumlu olan işletmeler ve kurumlar ise özelleştirilmemiş ve devlet bu sektörlerdeki gücünü ve kârını korumaya devam etmiştir. Bundan dolayı, özelleştirilen sektörler de doğan rekabetle yabancı yatırımın dikkatini çekmiş ve bu yine Çin’in ihracatının ve döviz rezervinin artmasına sebep olmuştur. 1997–2002 döneminde durgunluk yaşanmasının sebebi, ekonominin hızla büyümesinin yapısal anlamda problemler doğurmuş olmasıdır. Bu sebeple yapısal düzenlemelere gidilmiştir. 1998 yılında başlatılan yönetim reformuyla 40 bakanlık 28’e düşürülmüş, bu bakanlıklardan 8 tanesi ekonomik konularla ilgili bakanlıklar olmuştur. Bürokratik yoğunluk ortadan kaldırılırken, ekonomi ile alakalı bakanlıklar da tüm bakanlıkların %25’ten fazlasını teşkil etmiştir. Ayrıca eklemek gerekir ki, bu dönemin dikkate değer

gelişmelerinden biri de Hong Kong’un Haziran 1997’d e Özel Yönetim Bölgesi olarak Çin’e dâhil olmasıdır. O dönemde Çin’e göre Hong Kongi çok farklı bir görünümdedir ve bu, Çin için ‘taze kan’ sayılabilecek bir gelişmedir. Sonuç olarak bu dönemdeki reformların amaçlarını şöyle sıralayabiliriz: birincisi modern bir işletme sisteminin kurulması ve devlete ait işletmelerin ıslahı ve geliştirilmesinin sağlanması; ikincisi birleşik, açık, rekabetçi ve düzenli piyasa sisteminin geliştirilmesinin desteklenmesi; üçüncüsü kişisel gelir dağılımının düzenlenmesi ve ücret ve sosyal güvenlik sistemleri reformunun derinleştirilmesi ve gerek işveren, gerekse işçi için serbest istihdam seçiminin aşamalı olarak gerçekleştirilmesi; dördüncüsü hükümet sorumluluklarının ve görevlerinin dönüşümünün hızlandırılması ve devletin makro düzenleme kabiliyetinin güçlendirilmesi; beşincisi dış dünyaya açılmanın daha fazla genişletilmesi; altıncısı bir sosyalist piyasa ekonomisi sisteminin oluşturulmasının yönlendirilmesi, ileriye sevk edilmesi ve garanti edilmesi ve her türlü reformun pürüzsüz bir şekilde ilerlemesi için yasaların daha iyi bir şekilde kullanılması amacıyla yeni mevzuat oluşturma süreci hızlandırılacaktır.5 4. Bü yü m e Stratej i si Dön em i 2003- … Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olması Çin’in küresel alanda ekonomik alanda güç kazanmasına ve ithalatihracat dengesini kendine doğru pozitif anlamda kaydırmasına sebep olmuştur. Çin ithalatını çevresindeki üçüncü dünya ülkeleriyle, ihracatını ise daha çok Batıyla yapmaktadır. Yani Çin ihracat yapmak için ithalat yapmaktadır. Tüketim mallarından çok üretim, hammadde ve ara malları ithal ederek bunları çeşitli işleme süreçlerinden sonra ithal etmektedir. Sonuç olarak, Çin, yaklaşık 25 yıldan beri devam ettirdiği ekonomik politikaların sonucunda, dış ticareti artırmaya imkân veren bir üretim modeli gerçekleştirmiştir. Bunu sağlamak için Çin, ekonomik gelişme sürecinde iç ve dış dinamikleri uygun olarak kullanmıştır. Son dönemde Çin, Amerika’nın döviz politikasına yönelik eleştiri ve taleplerini dikkate almamaya devam etmekte ve Yen’in değerini düşük tutmaktadır. Dönem dönem küçük oynamalar olsa da büyük bir değişiklik gözlemlenmemektedir. Son birkaç yıl olduğu gibi, geçtiğimiz yıl da Çin beklentilerin üzerinde bir büyüme gerçekleştirmiştir. Büyümenin yansımalarından dikkate değer bir örnek, 2009 ve 2010 yıllarında iki Çin bankasının gelişmekte olan ülkelere ya da şirketlere toplamda Dünya Bankası’ndan daha fazla kredi vermiş olmasıdır. 6 Tüm bu verilerin ışığında Çin’in Gayrı Safi Yurtiçi


bir gelişme kaydedilmiştir. Tablo 3 bize dünyadaki diğer Asya ülkeleri ile Çin’d eki ortalama maaş kıyaslamasını göstermektedir.8 Çin İ th al at-İ h racat Dengesin in Deği şi m i Kendine özgün sosyalist ekonomi sistemine geçmesiyle beraber Çin yıllar içindeki değişik alanlardaki yapısal değişimlerle beraber üretim ürünlerini ithal etmiş ve bunları ihraç etmek için işlemiştir. Tablo 4(arka sayfada) bize ithalat-ihracat dengesindeki açığın pozitife dönüşmesini, özellikle 2000’li yıllardaki gelişmeyi bize göstermektedir.9 Hasılasının büyüme oranını Tablo 1 yardımıyla daha da iyi anlayabiliriz. Dü nyan ın En Bü yü k Ü reti ci G ü cü Ol arak Çin Birleşmiş Milletler verilerine göre Çin dünyanın en büyük üreticisi haline gelmiş ve bu alanda Japonya ve ABD’yi geride bırakmıştır. Tablo 2 bize Gayrı Safi Katma brüt üretim miktarını dolar cinsinden göstermektedir.7

Çin ’in Maaşl ar Kon u su n d aki Avan taj ın ın Yı l l ar İ çeri sin d eki Artı şı 1970’lerde başlayan liberalleşme reformlarıyla beraber Çin ekonomik anlamda gelişmeye başlasa da; ülke olarak gelişen Çin’in bu gelişmesi dünyanın en büyük ülkesi olarak nüfusuna, yani insanların maaşlarına çok iyi yansıyamamıştır. Fakat son 15 yılda bu konuda da büyük

S on u ç 1949’d a Mao önderliğinde kurulan Çin Halk Cumhuriyeti’nin ekonomi politikalarını dört ayrı döneme ayırdık, bu dönemlerdeki tarih aralıkları başlangıç ve bitiş dönemlerinde biraz içi içe geçmiş olmasına rağmen, böyle ayırmayı tercih ettik. Mao döneminde Çin katı sosyalist politikalar güderek dış dünyaya kapalı bir ülke halindedir ve ekonomisi de buna paralel olarak az gelişmiş, dünyada çok az söz sahibi ve tarıma dayalıdır. Yine buna paralel olarak halkın refahı da dünyanın o dönemki standartlarına göre bile düşük seviyedeydi. Mao’nun ölümünün ardından kendine özgü bir ekonomi politikası planlaması yapan Çin, yavaş yavaş ekonomik gelişmenin temellerini atmaya başlamıştır. Bunu da teknoloji ihracatına önem vererek, çiftçilere daha serbest bir ortam sağlayarak, ticaret ve daha birçok alanda kontrollü bir liberalleşmeye giderek, ihracatını üretim mallarının ithalatına dayandırarak ve bölgesel ticaret ve sanayi merkezleri oluşturarak yapmıştır. Daha sonra dünyadaki gelişmelerle birlikte bir durgunluk dönemine giren Çin, bu dönemi de devlete yük olan alanları özelleştirerek, bu alanlarda rekabeti arttırmakla birlikte verimliliği de arttırarak olumlu anlamda geliştirerek yine kazan-kazan politikası gütmüştür. Çin’in dünya ekonomisindeki asıl reel yükselişi de bu dönemden sonra olmuştur, yıllar içerisinde Japonya’yı geçerek dünyanın en büyük ikinci ekonomisi halini almıştır. Sonra dünyanın en büyük üretim merkezi haline gelmiştir ve ithalat-ihracat dengesini hep olumlu yönde arttırmıştır. Çin’in bu son 40 yıldaki ekonomik gelişmesini sayısal olarak anlatmak gerekirse; Çin 1979’d an 2014’e yaklaşık %10 oranında yıllık GSYİH büyüme oranı yakalamış, 2,5 trilyon dolarlık üretim yapan bir dev haline gelmiş ve 2 milyar dolar ticaret açığı verirken, son 40 yılda 261 milyar dolar ticaret fazlası olan bir ülke haline gelmiştir. Ayrıca 2000’lerde 90-100 dolar civarında olan kişi başına aylık ücret oranını da 600-700 dolara çekmiştir. Tüm bu gelişmeler ve rakamlar Çin’in aslında bizim

31


32 düşündüğümüzden de fazla ve etkili bir gelişme yaşadığının açık kanıtıdır. Fakat halkının refah düzeyi her ne kadar ortalama olarak gözükse de, özellikle kırsal kesimlerde bunun hiç göründüğü gibi olmadığın, insanların bazı bölgelerde sefil bir hayat sürdüğünün ve hala çocuk işçilerin ölüm haberlerinin geldiğinin de

unutulmaması gerekmektedir. Analistlere ve ekonomistlere göre Çin 20-30 sene içinde ABD’yi de geçerek dünyanın 1 numaralı ekonomisi haline gelecek; fakat eğer bu gelişmeyi ABD gibi halkına yansıtamazsa, bu büyümenin halk tarafından ne kadar destekleneceği ve sürdürebilirliği soru işaretleri yaratmaktadır.

Refera n sl a r 1. Atilla Sandıklı, “Geleceğin Süper Gücü Çin”, Bilge Strateji, cilt 1 sayı 1, Güz 2009,http://www.bilgesam.org/tr/Makaleler/Dogu%20Asya%20&%20Pasifik/Gelecegin%20Super%20Gucu%20Cin.pdf (Erişim Tarihi: 3 Mart 2014) 2. Samet Zenginoğlu, “Çin’in Sosyalist Piyasa Ekonomisi ve Sürdürülebilirliği”, ( 12 Mayıs 2011), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1049:cinin-sosyalist-piyasa-ekonomisi-vesuerdueruelebilirlii&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140 (Erişim tarihi: 7 Mart 2014). 3. Çin’d e Dış Ticaretin Gelişimi (31.12.2012), http://www.cinkultur.com/CIN_HAKKINDA/Cin_Ekonomisi/ (Erişim Tarihi: 7 Mart 2014) 4. Samet Zenginoğlu, “Çin’in Sosyalist Piyasa Ekonomisi ve Sürdürülebilirliği”, ( 12 Mayıs 2011), http://www.bilgesam.org/tr/index.php?option=com_content&view=article&id=1049:cinin-sosyalist-piyasa-ekonomisi-vesuerdueruelebilirlii&catid=92:analizler-uzakdogu&Itemid=140 (Erişim tarihi: 7 Mart 2014) 5. Prof. Dr. Esfender Korkmaz, “Çin Ekonomisinin Sırrı Nedir?” (12 Nisan 2012), http://www.iktisatlilar.net/index.php?option=com_content&view=article&id=614:nedir&catid=79:baskan (Erişim tarihi: 7 Mart 2014). 6. Milliyet, “Çin, kredide Dünya Bankası'nı geçti!” (18 Ocak 2011), http://ekonomi.milliyet.com.tr/cin-kredide-dunya-bankasi-ni-gecti/ekonomi/ekonomidetay/18.01.2011/1340781/default.htm (Erişim tarihi: 7 Mart 2014). 7. Wayne Morrison (3 Şubat 2014), China’s economic rise; history, trends, challenges and implications for the United States, Congeressional research service, https://www.fas.org/sgp/crs/row/RL33534.pdf (Erişim tarihi: 7 Mart 2014). 8. A.g.e 9. A.g.e


J eopol i ti ka n ı n En erj i d eki Yeri Jeopolitika, enerji kaynaklarına ulaşımda dünyanın karşılaştığı önemli sorunlardan biridir. Dünyanın hidrokarbon rezervlerinin yaklaşık olarak %80’i Kuzey Afrika, Kafkasya ve Orta Doğu’d a yer almaktadır. Belirgin olarak, altı ülke (Suudi Arabistan, İran, Irak, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya) dünya petrolünün yarısını ve üç ülke (Rusya, İran ve Katar) dünya gazının yarısını üretmektedir. Buna karşılık, tüketici ülkeler çok çeşitlidir. Bu yüzden, jeopolitik konum aslında üreticiler ve tüketiciler arasında giderek artan karşılıklı bağımlılık ve işbirliği ihtiyacına işaret etmektedir. Günümüzde enerji bağımlılığı küresel ekonominin bir gerçeği haline gelmiştir. Son on yılda meydana gelen ekonomik yakınsamalardan dolayı, enerji talebinin yarısından fazlasının OECD üyesi olmayan ülkelerden geldiği gözlenmektedir. Uluslararası Enerji Ajansı’nın (International Energy Agency, IEA) verilerine baktığımız zamansa, küresel enerji talebinin 2035’e kadar üçte birinden fazla artacağını ve bu talep artışının %60’ının Çin, Hindistan ve Orta Doğu’d an geleceğini söyleyebiliriz. Bunun yanında, gelişmekte olan ülkelerin piyasalarına baktığımız zaman, örneğin Çin ve Hindistan, dünyanın fazladan bir enerji talebiyle karşı karşıya kaldığı söylenebilir. Küresel enerji talebindeki bu aşırı artışı karşılamak için, özellikle 2012 ve 2035 yılları arasında 38 trilyon dolar değerindeki yatırımlara ihtiyaç duyulması beklenmektedir. Özellikle belirtmekte fayda var ki, her ne kadar son yıllarda yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanımında bir ilerleme görülse de, hidrokarbon enerji kaynakları, petrol, gaz ve kömür, küresel enerji marketlerine yön vermektedir. Küresel enerji pazarlarındaki bu durumdan dolayı, hemen hemen her ülkenin enerji kaynaklarına kesintisiz ve sürekli bir biçimde ulaşabilme sorunu ve isteği göze çarpmaktadır ki, bu da bizi enerji güvenliği hususunu göz önünde bulundurmaya zorlamaktadır. Aslına bakıldığında, enerji güvenliği sadece başkasına muhtaç olmama ya da kendine yetme olarak değerlendirilmemelidir. BP Türkiye Başkanı B. E. Fackrell’in Insight Turkey dergisindeki Current Developments in Regional

Energy Security and Turkey adlı makalesinde de belirttiği gibi; “Nasıl her mal ya da ürün uluslararası ticarete bağımlı ise, ülkeler de ancak liberal bir enerji piyasasıyla enerji güvenliğini sağlayabilir.” En erj i G ü ven l i ği ve Tü rki ye’n i n En erj i Pol i ti ka l a rı Türkiye’nin son yıllardaki enerji ihtiyacı hızla büyüyen ekonomi, artan genç nüfus ve gelişen ticari ilişkiler nedeniyle beklentilerin üzerinde arttığını söylemek yanlış olmaz. Son 10 yıllık süreyi göz önüne aldığımızda, Türkiye Çin’d en sonra doğalgaz ve elektrik talebinin en fazla arttığı ülke konumunda olmuştur. Türkiye, hızla artan bu enerji talebinin yaklaşık %26’sını yerli kaynaklardan karşılarken, geri kalan kısmını, bilinen petrol ve doğalgaz rezervlerinin %70’ine sahip olan komşu ülkelerden ithal etmektedir ki bu noktada, Türkiye’nin net bir enerji ithalatçısı olduğu görülmektedir. İşte bu yüzden, enerji güvenliği ve enerji arzı sürekliliği Türkiye için hayati bir öneme sahiptir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin son dönemde geliştirdiği enerji politikalarına bakacak olursak; enerji üretim ve tedarik kaynaklarının çeşitlendirilmesi, artan enerji talebinin karşılanmasının güvence altına alınması için arz güvenliğinin sağlanması ve bu güvenliğe yönelik projeler geliştirilmesi, verimlilik ve etkinliği hedefleyen enerji sektörünün liberalleştirilmesi ve son olarak ‘Enerji Koridoru’ rolüyle Türkiye’nin, jeopolitik ve coğrafi konumunu etkin bir biçimde kullanılmasının istendiğini görebiliriz. Son maddede söylediğimiz ‘Enerji Koridoru’ rolü, üreticilerle tüketiciler arasında Rusya’ya alternatif bir hat olan Türkiye’nin enerji politikasının temel bir parçasını oluşturmaktadır. Ayrıca, bu ‘Enerji Koridoru’ rolüyle paralel olarak, Türkiye jeopolitik konumu kullanarak kendi ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde, petrol ve doğalgazın güvenli nakli için enerji piyasasında transit ülke olmayı hedeflemektedir. Öte yandan, dünyanın enerji piyasasında önemli bir paya sahip olan Avrupa Birliği (AB) artan tüketim ihtiyacının büyük bir kısmını Rusya’d an karşılamaktadır. Son yıllarda yaşanan krizler göz

33


önüne alındığında, Türkiye AB ülkelerinin gaz arzı için alternatif bir konum oluşturmuştur. Son yıllarda, Birlik içinde yaşanan genişlemenin etkisiyle, artan nüfus ve büyüyen ekonomi, enerji talebinin artmasına neden olmuş, yerli üretimin de talebi karşılamaması sebebiyle enerji arzı güvenliğini güçlendirmek, Birliğin temel enerji politikalarından birini oluşturmuştur. Bu nedenle, Türkiye’nin bahsettiğimiz bu ‘Enerji Koridoru’ rolüyle aynı zamanda Avrupa’nın enerji güvenliğine katkıda bulunulmasını da amaçladığını unutmamak gerekir.

34

‘Bi r M i l l et İ ki Devl et’ : TAN AP Türkiye ve Avrupa için hayati öneme sahip bu enerji arzı güvenliğinin sağlanması ve Türkiye’nin uluslararası alanda bir enerji merkezi olma hedefinin, TANAP (Trans-Anadolu Doğalgaz Boru Hattı) projesiyle beraber gerçeğe dönüşmesi beklenmektedir. Azerbaycan ve Türkiye arasında 27 Aralık 2011’d e mutakabat zaptı imzalanan ve 26 Haziran 2012’d e de hükümetler arası imzaların atıldığı TANAP projesini, diğer projelerden farklı kılan ve doğalgaz merkezli bu geniş coğrafyadaki rekabette ön plana çıkaran etmen ise Azerbaycan Şah Deniz-2 sahasındaki doğalgaz kaynaklarının Avrupa ve Türkiye’nin doğalgaz arzına büyük katkı sağlayacak olmasıdır. İlk gaz akışının 2018’d e gerçekleşmesi beklenilen projenin diğer önemli bir özelliği de, Şah Deniz-2 Konsorsiyumu’nun 16 milyar metreküplük gazının 6 milyar metreküpünü Türkiye’nin kendi ihtiyaçları için kullanması ve geri kalan 10 milyar metreküplük kısmında TANAP ile beraber Avrupa’d aki tüketicilere ulaşacak olmasıdır. İki ülke için de büyük öneme sahip bu projenin ortaklık yapısına baktığımız zaman ise, Azerbaycan devlet petrol şirketi SOCAR’ın %80’lik payına karşın, Türkiye’nin BOTAŞ VE TPAO ile beraber konsorsiyum içinde %20’lik hissesi olduğunu görüyoruz. Diğer bir taraftan, TANAP projesi Avrupa piyasasına doğalgazın Rusya’ya alternatif bir hattan taşınmasını ön görmektedir. Projenin Azerbaycan Şah Deniz-2 gazının 2018’d e piyasalara girmesine olanak sağlamasının yanısıra, Türkmen ve Kazak

doğalgazının, hatta şartların uygun olması durumunda İran doğalgazının da, Türkiye üzerinden Avrupalı tüketicilere ulaştırılması sebebiyle enerji mücadelesinde yeni bir rekabet başlatmaktadır ki bu da doğalgaz arzında neredeyse tekel durumunda olan Rusya’ya sorun yaratmaktadır. TANAP’ın Türkiye’nin enerji güvenliğini sağlayacağını, Türkiye’yi bir enerji merkezi haline getireceğini ve hatta Türkiye’yi Avrupa’nın enerji güvenliğinde söz sahibi yapacağını söylemek çok da yanlış olmaz. BP Türkiye Başkanı Fackrell’e göre; “Avrupa'daki denklemde yenilenebilir enerji gittikçe daha fazla pay almakta... 2035 yılında doğal gaz kömürün yerini alacak. Buradaki anahtar nokta şu, 2035 yılında doğal gaz üretimi AB'de yüzde 46 oranında düşüyor. AB gittikçe daha büyük bir doğal gaz ithalatçısı olacak. Türkiye'de de doğal gaz talebi 2035'e kadar yüzde 60 artacak, bu yüzden TANAP ve Güney Gaz Koridoru, bu gaz talebini karşılamak için tanımlanmıştır.” Buna ilaveten, Avrupa’nın en büyük enerji şirketlerinden biri olan EWE AG’nin Türkiye’d eki temsilcisi olan EWE Turkey Holding Genel Müdürü Acar ise TANAP’ın piyasaya çok büyük katkısı olacağını belirtmiştir. Acar: “TANAP'ın en temel faydası Türkiye'nin yüksek talep artışını karşılaması. Diğer konu, Rusya'ya oldukça bağımlıyız. TANAP'la çeşitlendirme anlamında daha iyi bir noktada olabileceğiz. Türkiye'nin daha fazla imkânı olacak ve satıcılar nezdinde Türkiye'nin konumunu güçlendirecek, TANAP, 21. asrın projesi olacak,” demiştir. Son u ç Gelecek yıllarda dünya şüphesiz ki daha fazla enerji kaynaklarına ihtiyaç duyacaktır ve artan bu küresel enerji talebinin OECD üyesi olmayan ülkelerden gelmesi aşikârdır. Yenilebilir enerji kaynaklarının kullanımı her ne kadar artmaya devam etse de, talep edilen küresel enerji ihtiyacının büyük bir bölümünü fosil yakıtlar olarak adlandırdığımız petrol ve gaz oluşturmaktadır. Bu fosil yakıt enerjilerine duyulan ihtiyaç sürekli arttığından, bu kaynakların güvenli bir şekilde tüketicilere ulaştırılması da ülkelerin enerji stratejilerinde büyük bir önem arz etmektedir. Avrupa ve Türkiye’nin yerli üretimi göz önüne alındığı zaman, gelecek yıllarda doğalgaz talebinin artması ve buna bağlı olarak doğalgaz ithalatının artması, Güney Gaz Koridoru’nu yani TANAP’ın ve onun Avrupa’d aki uzantısı olan TAP’ın (Trans-Adriyatik Boru Hattı)


enerji projelerindeki öneminin artmasını sağlamıştır. Özellikle son yıllarda, Avrupa Birliği’nin enerjide Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmak istemesi, Hazar bölgesindeki Azeri gazının Birliğe ulaştırılması ve Türkiye’nin enerji arzı güvenliğini sağlaması açısından TANAP projesi öne çıkmaktadır. Bunların yanısıra, projenin Türkiye’nin bölgede bir enerji merkezi olma hedefine de katkı sağlayacağı aşikârdır. Son olarak, TANAP’ın stratejik bağlantı noktası olması dışında, Türkiye projeyle beraber 15. Fasıl olan enerji faslının açılmasını da gündeme getirmiştir. Her ne kadar fasıl Türkiye’ye öncelikle enerji piyasasının liberalleştirilmesini şart koysa da ve Türkiye’d e son yıllarda Avrupa Birliği uyum süreciyle birlikte bu

yönde adımlar atmış olsa da, Avrupa Birliği’nin bu konuda pek çok beklentisinin olduğunu söylemek yanlış olmaz. Birlik, yapılan projelerin AB’nin 2020 enerji vizyonu kapsamında olduğunu ve Türkiye üzerinden gelecek enerji kaynaklarının AB açısından hayati öneme sahip olduğunu belirtse de, Türkiye’nin özellikle çevre dostu yenilebilir enerji kaynalarına ağırlık vermesi, çevrenin korunması ve altyapı alanlarında daha fazla çaba sarf etmesi gerektiğine değinmiştir. Son yıllarda AB’nin içinde bulunduğu siyasi ve ekonomik krizi ve AB-Türkiye üyelik sürecini ele aldığımız zaman, Türkiye-AB üyesi olur mu bilinmez ama kesin olan bir şey varsa o da TANAP ile beraber bu sorunun tekrar gündeme geldiğini söylemenin yanlış olmayacağıdır.

35

Refera n sl a r 1. Fud E. Fackrell,

‘Current Developments in Regional Energy Security and Turkey’, Insight Turkey, Cilt 15, Sayı 1, Kış 2013 2. Hazar Strateji Enstitüsü, ‘Türkiye’nin Enerji Merkezi Olma Yolunda TANAP Projesinin Rolü’ (14 Şubat 2014) http://www.hazar.org (Erişim Tarihi: 9 Mart 2014) 3. Mitat Çelikpala, ‘Enerji Alanında Rekabet Yeniden Hareketleniyor: Türkiye Merkezli Gelişmelere Genel Bir Bakış’, Ortadoğu Analiz, Cilt 4, Sayı 41, Mayıs 2012 4. T.C Dışişleri Bakanlığı, ‘Türkiye’nin Enerji Profili ve Stratejisi’ http://www.mfa.gov.tr (Erişim Tarihi: 9 Mart 2014) 5. Ufuk Kantörün, ‘Bölgesel Enerji Politikaları ve Türkiye’, Bilge Strateji, Cilt 2, Sayı 3, Güz 2010 6. Yusuf Yazar, ‘Enerji İlişkileri Bağlamında Türkiye ve Orta Asya Ülkeleri’, Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası TürkKazak Üniversitesi İnceleme-Araştırma Dizisi, Yayın No: 01, Ankara 2011


36

Avrupa’nın çoğu ülkesine göre siyasi birliğini geç sağlamış ve sömürgecilik yarışına İtalya ile geç katılmış olan Almanya, ekonomik açıdan ilerleyerek önemli bir güç konumuna gelmiştir. İki dünya savaşından da yenilgi ile çıkmasına rağmen, özellikle Birleşik Devletler’in de etkisiyle, varlığını daha kolay devam ettirmiştir. Bunun örnekleri de Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’ya borçlarını ödemede kolaylık sağlayan Dawes Planı’nda ve İkinci Dünya Savaşı ardından Batı Berlin’e havadan yiyecek ve yakacak taşıyan Birleşik Devletler’in desteğinde görülmektedir. Ayrıca, yayılmakta olan Sovyet Komünizmine karşı Batı Almanya desteklenmiş ve Berlin Duvarı da Soğuk Savaş’ın Avrupa’d aki önemli simgelerinden biri olmuştur. Tarihler 3 Ekim 1990’ı gösterdiğinde ise Almanya için bir dönüm noktası meydana gelmiştir. 18 Ocak 1871’d e, Versailles Sarayı’nda Bismarck’ın “Alman İmparatorluğu”nun kuruluşunu ilân ettiğinden beri, iki Almanya’nın birleşmesi, Alman tarihinin en önemli olayıdır. 1 Birleşmeden sonra, Avrupa’nın ekonomik olarak en güçlü devleti olma yolunda ilerleyen Almanya, sanayisini besleyebilmek ve enerji tüketiminde dışa bağımlılığını azaltabilmek için çeşitli enerji politikalarını takip etmektedir. Bundan dolayı, bu makalede Almanya’nın enerji politikalarından bahsedilecektir. Alman enerji politikasının temel amaçlarını; ekonomik verimlilik, arzın güvenliği ve çevresel uyumluluk oluşturmaktadır. 2 1 . Yen i l en ebi l i r En erj i Tem el l i Ü reti m Avrupa Birliği’nin önemli bir üyesi olan Almanya’nın yenilenebilir enerjiye bakış açısı, birlik ile benzerlik teşkil etmektedir. Dolayısıyla, bu süreç içinde alınan kararlar da Almanya enerji politikasının başlangıç noktası olmuştur. a . AB En erj i Pol i ti ka sı n ı n Ta ri h çesi İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’d a yeni bir savaş çıkma ihtimalini düşürmek amacıyla savaş sanayisi sayılan kömürün ve çeliğin denetimi sağlanmak

istendi. Bunun için de 18 Nisan 1951’d e imzalanan Paris Antlaşması ile Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurulmuştur. Böylece Avrupa Birliği gibi siyasi bir birliğe giden süreç, ekonomik temelleri atılarak yapılmıştır. Benzer bir durum da Birleşik Devletler’in kuruluş evresindeki kuzey-güney demiryollarının birleştirilmesinde görülmektedir. İlerleyen yıllarda yaşanan Arap-İsrail Savaşı ise 1973 petrol krizinin çıkmasına neden olmuştur. Petrol İhraç Eden Ülkeler (OPEC) içindeki Arap Devletleri, petrolün varil fiyatında ciddi artışlar yapmış ve bu durum da dünyanın birçok bölgesinde olduğu gibi Avrupa’d a da panikle karşılanmıştır. Ertesi yıl ise Avrupa Birliği Konseyi, “Yeni Enerji Politikası Stratejisi’ni” kabul etmiştir. Enerji konusunda dışa bağımlılığı azaltmak için nükleer enerji tesisleri kurulmasına başlanmıştır. Üye ülkelerin enerji sektöründe kendilerine yeterli hale gelmelerini hedefleyen Eylül 1986 tarihli Konsey kararı ve 1988 tarihinde Komisyon’un hazırlamış olduğu Enerji İç Pazarı oluşturulmasına dair rapor, enerji alanında daha liberal bir politika izlenmesine yol açmıştır. 3 1990’lı yıllarda imzalanan, Avrupa Enerji Şartı (1991, Lahey) ve Amsterdam Antlaşması (1997) ile birlikte “Enerji Şartı ve Enerji Verimliliği Protokolü (1998)”nün de yürürlüğe girmesiyle Almanya enerji politikasının temellerini oluşturduğu gibi Avrupa Birliği’nin enerji politikalarını da şekillendirmiştir. Avrupa Birliği’ndeki antlaşmalar gibi dünyada da sera gazı salınımını belirli bir seviyede tutmak için 1997’d e Kyoto Protokolü imzalanmış fakat yürürlüğe girebilmesi 16 Şubat 2005’i bulmuştur. Bu politikalarla birlikte, birliğin artan enerji talebine karşılık dışa bağımlılığı azaltıcı uygulamalar yapacağı görülecektir. Özellikle Avrupa ülkelerinin çoğunun 2025’te doğalgaz antlaşmalarının bitecek olması ve yenilenebilir enerji yatırımlarında 2020 hedeflerinin gerçekleşmesi halinde, Avrupa’yı hem Rusya’ya karşı daha rahat bir politika yapma ortamına zemin hazırlamakta hem de yenilenemez enerji kaynaklarının alımında Avrupa’ya ekonomik olarak fayda sağlayacağı görülecektir.


b. Al m a n ya ve Yen i l en ebi l i r En erj i Yenilenebilir enerji konusunda dünyanın öncü ve rol model ülkelerinden biri sayılan Almanya’d a, YE Kaynakları Kanunu (Erneuerbare-EnergienGeset/EEG) 2000 yılında yürürlüğe girmiş olup, çeşitli tadilleri takiben son halini Temmuz 2010’d a almıştır. 4 Almanya, dönemin Başbakanı Schröder ve SPD-Yeşiller koalisyonu altında yüksek büyüme ve enerji verimliliği hedefiyle çevreci ekonomi politikasına karar verdi ve hedeflerini de şöyle belirtti: 2020’ye kadar enerji üretiminin %35’i, 2050’ye kadar ise %80’i yenilenebilir enerjiden sağlanacaktır. 5 Bu oranları gerçekleştirebilmek için rüzgar enerjisi, sera gazı azaltımı ve enerji verimliliği konularında ciddi çalışmalar yapılarak, yenilenebilir enerjiye mümkün olabilecek en kısa zamanda ve en az maliyetle geçmek istenmektedir. Bu geçiş sürecini belirleyecek önemli etmenlerden birkaçı ise yenilebilir enerjinin Almanya enerji tüketiminin ne kadarını karşılayabileceği ve diğer enerji kaynaklarının (linyit kömürü gibi) korunmasını isteyen kesimin davranışı olacaktır. Almanya, enerjisinin neredeyse %70’ini dışarıdan karşıladığı için ülkedeki kömür madenlerini hemen kapatamayacaktır. Almanya’d a yeterli miktarda ve uygun fiyata temin edilebilen ve hatta ihraç edilen tek fosil enerji kaynağı ise Lausitz’teki yer üstü madenlerinde ve Köln yöresinde çıkarılan linyit kömürüdür. Linyit santrallerinde üretilen elektrikle halen Alman elektrik ihtiyacının dörtte biri karşılanıyor. 6 Bu oranları düşürmek için enerji konusunda çeşitlendirme yapılmaktadır. Rüzgar enerjisi de son dönemlerde bunlardan biri olmuştur. Avrupa’d a rüzgar enerjisinden elde edilen 100 gigavatlık üretimin yaklaşık üçte birini tek başına Almanya karşılayarak, bu alanda Avrupa’d a lider olmuştur; fakat ülkedeki rüzgar enerjilerinin daha çok Almanya’nın kuzey eyaletlerinde olması ve Alman Hükümeti’nin rüzgar enerjisi gibi çevre dostu enerjiler için verdiği teşvikleri halkın üzerinden yüksek elektrik faturaları olarak sağlamasından dolayı bu politikaların etkinliğini biraz azalmaktadır. Avrupa İstatistik Ofisi’ne göre ise, inşa edilen rüzgar enerjisi sayısında azalma olmasına rağmen bunların verimliliklerinin ve yenilenebilir enerji üretiminin arttığı görülmektedir. Diğer taraftan sera gazı salınımının düşürülmesi konusunda 2020’d en 2050’ye kadar %95 oranında hedef koyulmasına rağmen, 2012 yılındaki artış, bunun zor bir hedef olduğunu da göstermektedir. Ayrıca Avrupa Birliği’nin güney ülkeleri kadar olmasa da güneş enerjisinden yararlanma miktarı da artmakta, fakat yeterli düzeyde

olmamaktadır. Almanya Enerji Ajansı (Dena) Başkanı Stephan Kohler ise konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapmıştır: “Biz bugüne kadar tümü saklanması son derece kolay olan doğalgaz, petrol, uranyum ve kömür gibi yüksek enerji yoğunluklu enerji araçlarını kullandık. Rüzgar ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları ise her zaman gereken miktarda elektrik üretmedikleri ve sıklıkla enerjiye talep duyulan yerlerden uzak mesafelerde konuşlandıkları için bu geçiş süreci çok karmaşık olacak.” 7 2 . 2 0 2 0 ’ l ere Doğru G i d erken N ü kl eer En erj i Avrupa’nın birçok ülkesinde olduğu gibi enerji sorununa karşılık nükleer enerji tesisleri kuran Almanya, özellikle 2011’d eki Fukuşima faciasından sonra nükleer enerji santrallerini kademeli olarak kapatma kararı almıştır. Aslında, dünya bu kazayla daha önce Sovyet Rusya’d aki Çernobil ile 26 Nisan 1986’d a tanışmıştı fakat üzerinden uzun yıllar geçtiği için etkisi hafızalardan silinmek üzereydi. Japonya’d a 11 Mart 2011 tarihinde yaşanan Fukuşima kazası ise nükleer enerji politikaları için dönüm noktası olmuştur. Bu kazadan sonra nükleer enerjiye sahip ya da yenilerini kurmayı düşünen birçok ülke, “Japonya gibi gelişmiş bir teknoloji ülkesinde bile bunlar yaşanıyorsa bizim ülkemizde…” diye başlayan cümleler kurmuştur. Avrupa kıtasına bakıldığında ise bu konuda görüş ayrılıkları bulunmaktadır; çünkü Batı Avrupa’d a (Fransa hariç) nükleer enerji terk edilirken, Doğu Avrupa’d a nükleer enerjiye karşı artan bir eğilim görülmektedir. Almanya ise 2011’d eki kazadan öncesi durumuna kıyasla daha ciddi önlemler almak zorunda kalmıştır. Sosyal Demokratlar ve Yeşiller'in oluşturduğu, "Kızıl-Yeşil" koalisyonunun 2002'de aldığı tüm nükleer santralleri 2022'ye kadar kapatma kararı ötelenmiş, nükleer enerji şirketleri, sağ partilerden oluşan Angela Merkel koalisyonuna çeşitli vergiler ödemeyi taahhüt ederek, 2032 hatta 2037'ye kadar santrallerini çalıştırmayı garanti altına almışlardı. 8 Sonrasında ise nükleer enerji santrallerini kapatma amacında 2022 tarihine geri dönülmüştür. Ülkedeki enerji santrallerine bakıldığında çoğunun Sovyetler Birliği dönemindeki Doğu Almanya’d a kaldığı görülmektedir. Fukuşima kazasından sonra ülkedeki on yedi nükleer santralden en eski yedisi üç aylığına kapatılmıştır. Dünya Nükleer Birliği’nin (WNA) son güncellenen Mart 2014 tarihli raporunda, Almanya’nın 2011 Mart’ına kadar elektriğinin dörtte birini ülkedeki on yedi enerji tesisiyle elde ettiği ve şimdi ise bu oranın %18 olduğu belirtilmektedir. 9 Rakamların da gösterdiği gibi Almanya, istihdamı çevre dostu enerji

37


alanlarına kaydırarak halkın bu geçişten daha az etkilenmesini sağlayacak ve enerji pastasındaki yenilemez kaynakların etkisini uzun vadeye yayarak düşürmeye çalışacaktır.

38

3 . En erj i Tem i n i n d e G ü ven l i k Avrupa Birliği’nin tarihçesinde 1973 Petrol Krizi’nden bahsedilmiş ve enerjiyi elde etmek kadar onun güvenliğini sağlamanın da önemli olduğu anlaşılmıştır. İlerleyen zamanlarda Körfez Savaşları’nda ve yakın dönemde de (2006-2009 yıllarında) Rusya’d an gelen doğal gazı, Ukrayna’nın tam olarak aktarmamasından dolayı Almanya ciddi sorunlar yaşamıştır. Bu yüzden Almanya, “enerji güvenliği paradigması” içinde enerji konusunda çok yönlü bir politika izlemekte ve olası bir krize karşı kendisini de korumaktadır. Avrupa Birliği tarafından konuya bakıldığında, Doğu Avrupa’ya doğru genişleme birliğin dışarıya olan enerji bağımlılığını arttırmıştır. Üye sayısının 27’ye çıkmasından sonra doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılık %7 daha da artmıştır – AB-15 Rusya’ya %19 bağımlı iken, AB-27 %26 bağımlı hale gelmiştir. 10 Bu bağımlılık da Avrupa Birliği’nin lokomotifi sayılan başta Almanya’yı rahatsız etmektedir. Dolayısıyla, Avrupa Birliği’nin Almanya’ya ihtiyacı olduğu kadar Almanya’nın da topluluğun sağlam iç pazarını oluşturmak ve fiyat konusundaki kırılganlıkları engellemek için Avrupa Birliği’ne gereksinimi vardır. Bu ortak çıkarlardan dolayı da önemli enerji projeleri desteklenmektedir. Örneğin, Baltık Deniz’inden geçen

Kuzey Akım Doğal Gaz Boru Hattı ile Karadeniz’d en geçecek olan Güney Akım Doğal Gaz Boru Hattı, Avrupa’ya enerji aktarımında önemli kaynaklar olacaktır. Ekonomik yatırımların yanında Almanya’nın enerji ithal ettiği Rusya, Norveç, Hollanda ve Libya gibi ülkelerle kuracağı siyasi diyalog da gelecekteki enerji teminini etkileyecektir. Son u ç İnsanoğlu dünyada var olduğundan beri her çağ, bulunduğu dönemin en etkin madeniyle adlandırılmıştır. Nasıl ki ilk çağlar kendi içinde bakır, tunç, demir diye ayrılıyorsa; 19. ve 20. yüzyıllar da çeliğin, kömürün ve petrolün egemen olduğu dönemler olmuştur. 21. yüzyılın adlandırması ise yenilenebilir enerji ve su üzerine olacaktır. Almanya tarafından bakıldığında gittikçe artan enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla ülke içinde enerji tasarrufunun ve yenilenebilir enerji yatırımlarının artacağını; Almanya’nın enerji ithal ettiği ülke sayısını çeşitlendireceğini, Avrupa’ya yapılan enerji projelerini destekleyeceğini ve bu ülkelerle olan siyasi ilişkilerini de geliştireceği ileri sürülebilir. Çevre dostu enerjilere geçiş sürecinde ise belirtilen sorunlar ortaya çıkabilir; fakat üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, sanayileşmiş ve enerjiye duyulan gereksinimin her geçen gün arttığı Almanya’d a bile bu geçiş yapılıyorsa ve diğer ülkeler bu örneği düşünmüyorsa, gelişmekte olan ülkeler için gelişmişliğe doğru giden süreçte yaşanması gereken aşamalar olarak görülebilir.

Refera n sl a r 1. Fahir Armaoğlu, 20.Yüzyıl Siyasi Tarihi, On Yedinci Baskı: Ocak 2010, İstanbul, s.1095 2. http://www.bmwi.de/EN/Topics/energy.html [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 3. http://www.enerji2023.org/index.php?option=com_content&view=article&id=185%3Aabnn-enerj-poltkasi-ve-bu-poltkaningelm&catid=7%3Agoerueler&Itemid=167 [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 4. http://www.tobb.org.tr/AvrupaBirligiDairesi/Dokumanlar/Raporlar/YenilenebilirEnerjiTesvikleri.pdf [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 5. http://www.ankara.diplo.de/Vertretung/ankara/tr/03__Presse/Medienseminar/brunner.html [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 6. http://www.ankara.diplo.de/Vertretung/ankara/tr/03__Presse/Medienseminar/wetzel.html [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 7. http://www.capital.com.tr/almanya-2030da-yenilenebilir-enerjiye-nasil-gecec-haberler/24694.aspx [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 8. http://www.bianet.org/bianet/cevre/130474-avrupa-nukleere-sirtini-dondu [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 9. http://www.world-nuclear.org/info/Country-Profiles/Countries-G-N/Germany/ [Alıntı Tarihi: 07.03.2014] 10. Arzu Yorkan, “Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası ve Türkiye’ye Etkileri”, Bilge Strateji, Cilt 1, Sayı 1, Güz 2009


Küreselleşmenin yeniden tanımlandığı günümüzde, artan enerji ihtiyacı toplumların temel sorunu haline gelmeye başlamıştır. Bu durum elbette devletlerin enerji politikalarında da bir takım dönüşümlerin yaşanmasına neden olacaktır. Bu noktada öncelikle, enerji kaynaklarına sorunsuz ulaşabilme ve çevre sorunları karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla rekabetin bu noktada giderek önem kazandığı ve bu doğrultuda devletlerin de stratejik politikalar ile yapıya uyum sağlama çabaları içine girdiği görülmektedir. Özellikle 1980’li yıllar ile birlikte teknolojideki ve iletişimdeki gelişmelerin bunun yanında enerji ihtiyacının yükselişe geçtiği görülmektedir. Giderek enerjiye bağımlılığın artış göstermesi, petrol ve doğalgaz başta olmak üzere, enerji üretiminde kullanılan kaynaklara yönelik politikalarda da belirgin değişimlere yol açmıştır. 1 Öte yandan, 2001 yılında petrolde ithalatın azaltılması ve ucuz petrol temini konularını enerji politikası gündeminin ilk sırasına yerleştiren ABD’nin, Obama yönetimi ile birlikte iklim değişikliği ve çevre politikalarına da önem verdiğini görüyoruz. Bununla birlikte, enerji kaynaklarını kontrol etmek isteyen ABD’nin stratejik bölgelere yönelik politikaları da önem kazanmaktadır. 2 Petrol ve doğalgaz söz konusu olduğunda ise öne çıkan bölgelerin başında Avrasya ve özellikle Hazar Havzası akla gelmektedir. Özellikle bu stratejik ve jeopolitik açıdan önemli bölgede yoğun bir rekabetin ortaya çıktığından söz edilebilir. Amerika Birleşik Devletleri, enerji rekabetinin en önemli aktörlerinden birisidir. ABD, dünyada tüketilen enerjinin 1/4’ünü tek başına tüketirken, tüketimin %27’sini ithal etmektedir. ABD Enerji Bakanlığı verilerine göre, enerji tüketiminin ithalata bağımlılığı da 2025 yılı itibariyle %38’e yükselecektir. Tükettiği petrolün ise yaklaşık 1/3’ünü üretebilmektedir. 3 ABD’nin her yıl giderek artan enerji tüketimi, enerji kaynaklarına sorunsuz ve ucuz yollardan ulaşımını ve bu doğrultuda bu konunun bir güvenlik sorunu olarak da ele alınmasını gündeme getirmektedir. 4 Enerji arz ve talebinde yaşanan değişimler, özellikle Orta Asya, Avrasya ve Orta Doğu’d a Çin ve Rusya’nın etkinliklerini artırmasına neden olurken, ABD’nin de bu bölgelere yönelik kendi menfaatlerini koruma çabasına girmesine neden olmaktadır. Türkiye’nin de

içinde bulunduğu bu “kritik” bölge içinde Hazar havzasını ele alacak olursak, bu bölge coğrafi özellikleri nedeni ile fosil yakıtlarını dünya pazarlarına iletme konusunda çeşitli sorunlar yaşamaktadır. Bu noktada boru hattı projeleri gündeme gelirken, enerji kaynakları konusunda tek bir kaynağa bağımlı kalmak istemeyen ABD bu projelere destek vermiştir. 5 Projelere verilen bu destek, ABD’nin, Avrasya enerji politikası çerçevesinde atılan önemli adımlardandır. Nitekim bölge ülkeleri ile yakın işbirlikleri tesisine dayalı bu enerji politikası, günümüzde küresel güç mücadelesinin temel unsurlarından enerji güvenliği konusunda, bölgede nüfuz sahibi rakip ülkelere karşı atılan önemli hamlelerdir. Ancak ne ölçüde yeterli olduğu tartışma konusudur. 6 Tarih boyunca sürekli olarak rekabetten doğan çatışmaların odak noktası şeklinde nitelendirilebilecek olan Avrasya bölgesi, doğal kaynak rezervi ile ABD’nin enerji politikalarına da yön vermiştir. 7 Diğer taraftan bölgede öne çıkan ülkelerden olan Rusya için ise, enerji güvenliği doğal gaz üretimi ve dağıtımı sektöründeki üstünlüğünü koruması çerçevesinde şekillenmektedir. Rusya, dünya doğal gaz rezervlerinin %25’ni elinde bulundurması ve boru hatları, ikili antlaşmalar gibi çeşitli yollarla bölge ülkeleri üzerinde etkinliğini artırması nedeni ile ABD karşısında göz ardı edilemeyen bir güç olarak yer almaktadır. 8 1990’ların ikinci yarısı ile birlikte, ABD’nin bu bölgedeki çıkarları doğrultusunda enerji güvenliği stratejilerindeki değişiklikler bu noktada önem kazanmaktadır. Bu noktada, karşımıza “Rusya karşısında ABD enerji alanında ‘süper güç’ olarak nitelenebilir mi” tartışması çıkmaktadır. Rusya bölge ülkeler üzerindeki hâkimiyetini çeşitli yollar ile devam ettirme çabası içinde iken, ABD, Clinton döneminde Avrasya bölgesi ile ilişkili olarak uyguladığı “Russia First” politikasını terk ederek, 1998 yılındaki Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde de açıkça ortaya koyduğu gibi, bölgedeki enerji rezervlerinin önemine dikkat çekmiştir. Şüphesiz burada, Rusya’nın 1990’ların başında ilan ettiği “Yakın Çevre Doktrini”, AB’nin “Avrupa–Kafkasya–Asya Taşıma Koridoru” ve Çin’in artan etkisi de ABD’nin bölgedeki çıkarlarına yönelmesinde belirleyici nedenler olmuştur. 9 Şüphesiz, enerji arz güvenliği, bir dış politika unsuru

39


40

olarak önem taşıdığı gibi, ulusal güvenlik konuları içinde de değerlendirilmektedir. Örnek vermek gelirse, ABD’nin Irak üzerinden Orta Doğu’d aki kaynakları kontrol etme girişimi, Çin ve Japonya arasındaki Doğu Çin Denizi’nde doğal gaz üretiminden kaynaklanan gerilim veya Hazar Denizi’nden boru hatlarının geçişi konusundaki sorunlar göz önüne alındığında, enerjinin önemi açıkça gözler önüne serilmektedir. 10 Pek çok açıdan önem arz eden bu enerji güvenliği ve hâkimiyeti konusunda, ABD’nin bölgedeki güç mücadeleleri karşısındaki stratejilerine karşılık, Rusya ve Çin de göz ardı edilemeyecek adımlar atmaktadır. Öyle ki, Rusya’nın Çeçenistan’a düzenlemiş olduğu operasyonları, Grozni’nin önemli bir petrol bölgesi olması ve Çeçenistan’ın önemli petrol rezervleri göz önüne alındığında, aynı ekonomik politikalarla ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Yalnızca Çin, Rusya ve ABD’nin değil; AB, İran ve Türkiye’nin de bölgede etkili olmak istedikleri belirtilmelidir. 11 ABD’nin buna karşılık, bölgeye yönelik politikalarını ise, bölgeye yapılacak Amerikan firmalarını desteklemek, Çin ve Rusya’nın etkinliğini kırmak, enerji kaynakları üzerindeki gücünü artırmak, Hazar petrollerinin serbest akışını sağlamak ve çoklu boru hatlarını desteklemek şeklinde özetleyebiliriz. 12 2006 yılında faaliyete geçen Bakü–Tiflis–Ceyhan Petrol Boru Hattı Projesi, bu politikalar çerçevesinde gerçekleştirilen en önemli projelerden biridir. ABD’nin Doğu-Batı enerji koridoruna karşın, Rusya ve İran, Kuzey-Güney Enerji koridorunu öne sürmüştür. Rusya, Bölge ülkelerinin petrol ve doğalgaz kaynaklarını, uzun vadeli anlaşmalar ile kontrol altında tutmaya çalışmakta, Kuzey ve Güney Akım projeleri ile alternatifler geliştirerek, bölgedeki etkisini

devam ettirmeye çalışmaktadır. 13 Bunun yanında, Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan gibi bölgede etkili olabilecek devletleri de kendisine bağlama yolunda önemli adımlar atarak ve doğalgaz alanındaki avantajını siyasi bir silah olarak kullanarak, egemenliğini sürdürme çabası içindedir. 14 Son u ç 21. yüzyıl güç mücadelesinin temelinde yer alan enerji kaynakları, bu kaynaklara ulaşım ve enerji güvenliği ön plana çıkmaktadır. Avrasya, önemli petrol yatakları ve enerji kaynakları ile ön plana çıkan bölgelerin başında gelmektedir. 1990’lardan başlayarak ABD’nin enerji güvenliği konusuna daha çok önem vermesi bu bölgedeki küresel güç dengesinin de yeniden tanımlanmasına yol açmıştır. Nüfuz mücadelesinin açık şekilde yaşandığı Avrasya’d a, yalnızca ABD değil, Rusya, Çin, Hindistan da etkili olma çabası içindedirler. Enerji kaynaklarına yalnızca ulaşım değil, bu kaynakların nakli ve ticareti de enerji politikasında bir o kadar önemli yer tutmaktadır. 15 Önemi giderek artan bu stratejik bölgede, Rusya enerji kaynakları ile öne çıkan ülkeler ile geçmişten gelen bağlarını kullanarak yaptığı anlaşmalar ile kontrol sağlama çabası ve alternatif boru hattı projeleri ile egemenliğini sürdürmeye çalışmakta iken; ABD, Nabucco Doğalgaz projesi ve Bakü–Tiflis–Ceyhan Petrol Boru Hattı ve bölge ülkeleri ile yakın işbirlikleri kurarak bu egemenliği bir bakıma kırmaya çalışmaktadır. Sonuç olarak tüm bu unsurlar göz önüne alındığında, ABD’nin Avrasya Enerji Politikası bağlamında attığı göz ardı edilemeyecek adımların, Rusya’nın bölgedeki gücünü kırdığı ve Avrasya’d a enerji alanında süper güç haline geldiğini söylemek güçtür.

Refera n sl a r 1. Yrd. Doç. Dr. Abdullah Özdemir, Küreselleşme Sürecinde Anahtar Rol: Enerji Politikaları, Ankara Sanayi Odası Yayın Organı, Dosya, Ocak-Subat 2012, s. 60-61 2. Seyhan Şahiner, ‘’Türkiye Cumhuriyeti Enerji Politikasına Amerika Birleşik Devletleri v Avrupa Birliği Enerji Politikaları Bağlamında Genel Bir Bakış ve Elektrik Enerjisi Özelleştirme Politikası ile Çevresel ve Hukuksal Alt Yapı Yaklaşımlar’’, http://www.dektmk.org.tr/pdf/enerji_kongresi_11/37.pdf (Erişim Tarihi: 1 Mart 2014) s.6-7 3. H. Naci Bayraç, Küresel Enerji Politikaları ve Türkiye: Petrol ve Doğal Gaz Kaynakları Açısından Bir Karşılaştırma, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Ssyal Bilimler Dergisi, http://sbd.ogu.edu.tr/makaleler/10_1_Makale_5.pdf, s.121 (Erişim tarihi: 3 Mart 2014) 4. A.g.e. s:122 5. Sina Kısacık, ‘’Rusya, ABD ve Türkiye’nin Enerji Politikaları Çerçevesinde Doğalgaz Boru Hattı Projelerinin İncelenmesi’’, (2.08.2012), http://politikaakademisi.org/rusya-abd-ve-turkiyenin-enerji-politikalari-cercevesinde-dogalgaz-boru-hatti-projelerinin-incelenmesi/, (Erişim Tarihi: 27 Şubat 2014) 6. Sina Kısacık, ‘’ABD’nin Avrasya Enerji Politikası Bağlamında Azerbaycan ve Orta Asya Ülkeleriyle İlişkileri’’, (3.01.2013), http://politikaakademisi.org/abdnin-avrasya-enerji-politikasi-baglaminda-azerbaycan-ve-orta-asya-ulkeleriyle-iliskileri/, (Erişim Tarihi: 28 Şubat 2014) 7. Küresel Güç ABD: Değişen Avrasya Bakışı,(17.04.2014), http://akademikperspektif.com/2012/04/17/kuresel-guc-abd-degisen-avrasyabakisi/, (Erişim Tarihi: 4 Mart 2014) 8. Bayraç, a.g.e. sf: 127 9. Küresel Güç ABD: Değişen Avrasya Bakışı, a.g.e. 10. Çağrı Kürşat Yüce, ‘’Küresel Güç Mücadelesi Bağlamında Avrasya’d aki Enerji Savaşları’’, Turan Stratejik Araştırmalar Merkezi Dergisi, Cilt:2, Sayı:7, 2010, s. 87 11. A.g.e. s.88 12. A.g.e. s.88-89 13. S.Kısacık, a.g.e. 14. Bayraç, a.g.e. sf.136 15. Ç. Yüce, a.g.e. sf. 80


Öncelikle AB sosyal politikalarını anlamak için sosyal politika kavramının içerdiği anlamı ve bu tarz politikaların yapılma amaçlarını, hedeflerini bilmenin yararlı olacağı kanısındayım. Sosyal politika kavramı sosyal kelimesinin anlamı itibari ile topluma ilişkin ve toplum ile alakalı olan manasına gelmektedir. Politika kavramının ise etimolojik köken olarak Latince’d eki karşılığı belirli hedeflere ulaşabilmek için devlet veya devlet üstü kurumlar tarafından izlenilen yol, yollar ya da kamusal kararlar ve uygulamalar şeklindedir. Sosyal politikaların amaçları devletlere ve devlet üstü kurumlara (BM, NATO, AB vb.) göre çeşitlilik gösterebilir. Buna ek olarak sosyal politikaları etkileyen bir diğer önemli unsur ise devletlerin ve yine devlet üstü kurumların içinde bulundukları sosyoekonomik, sosyokültürel, demografik şartlar ve kapsadıkları alan ile bu alan içindeki her parçanın ihtiyaç duyduğu unsurlardır. Devlet üstü kurumlara gelecek olursak, bu tarz yapıların etki alanlarının ve odak noktalarının farklı olmasından dolayı yaptıkları sosyal politiklar da değişmektedir. Bunu daha da açmak gerekirse Dünya Ticaret Örgütü ile Avrupa Birliği’nin (AB) yaptığı politikaların kapsamının ve içeriğinin aynı olmasını beklemek yanlış olur. Buradaki bir diğer önemli nokta ise her devletin ve devlet üstü kurumun sosyal politika uygulaması veya yapması diye birşeyin söz konusu olmamasıdır. Devlet üstü bir kurum olarak AB sosyal politikalarına gelecek olursak, bu noktada AB sosyal politikalarının odaklandığı temel noktalara, uygulama alanlarına ve ulaştığı başarıya değinmemiz yerinde olacaktır. Öncelikli olarak belirtmek gerekir ki AB sosyal poltikalarının başlıca değindiği noktalar; istihdam, finansman, çalışma koşulları ve entegrasyona dayalı bir toplum inşaa etme amacıdır. Tüm bu odakları çatısı altında birleştiren gaye, AB toplumunu daha iyi bir düzeye getirmeye çalışmak ve karşılaşılan sorunları minimum düzeye indirgemektir. Bu noktadan bakarsak istihdamı düzenleyen sosyal politikalar AB’nin kapsayıcısı olduğu toplum üyelerine optimum düzeyde iş sağlaması amacını güder. Finansman noktasında ise bu politikalar, kurulan bu devlet üstü yapının devamlılığını sağlamak ve olası çatışmaları engellemek amacıyla yapılan ekonomik düzenlemeleri içerir. Bir diğer ana konu olan çalışma koşulları, istihdamı sağlanan bireylerin veya toplulukların çalışma şartlarının en iyi seviyede olmasını sağlamayı amaçlar. AB’nin kültürel çeşitliliğinin fazlalığı ve birçok farklı toplumu bir arada barındırması sebebiyle entegrasyonu esas alan sosyal politikalar izlenmesi önemlidir. Bu konuyu daha detaylı açıklamaya çalışan Prof. Dr. Berrin Ceylan-Ataman bu konu ile ilgili “AB’d e sosyal politika temel bir alan olarak kabul edilmiş, fakat ortak bir politika olarak benimsenmemiştir. Sosyal politika bir yandan entegrasyonun bir gereğidir, diğer yandan ekonomik ve parasal birliğin bir tamamlayıcısıdır. Avrupa Sosyal Modeli’nde bir yandan paylaşılan değerler vardır; diğer yandan her ülkenin tanımladığı öncelikler vardır. Sosyal politika ile ilgili tüm bu temel konular arasındaki ilişkinin kurulması önemlidir. Sosyal dışlanma ve sosyal koruma sistemine öncelik verilerek her türlü ayrımcılıkla mücadele edilmelidir,” 1 diyerek AB sosyal politikalarının temel amaçlarını ve hangi çerçeve içerisinde olduğunu tanımlamıştır. Buradan hareketle AB sosyal politikalarının belli başlı sorunları çözmek veya bu sorunların ortaya çıkmasını önlemek için yapıldığını söyleyebiliriz. Diğer bir önemli nokta ise bahsi geçen tüm bu politikaların tepeden inme bir şekilde yapılmıyor olmasıdır. Tüm bu politikalar belli başlı yasalara, anlaşmalara ve kurumlara bağlıdır. AB’nin ulus üstü bir yapıda olduğu düşünülürse bu tarz önemli konuların belli başlı kurumlara ve yazılı hükümlere bağlı olması gayet doğaldır. Daha da açmak gerekirse, diyelim ki siz bu tarz sosyal politikları yapmakla görevli kişi veya kurumsunuz. Eğer bu politikaların planını hazırladıktan sonra üye ülkelerin tamamına bunu sunarak onay almazsanız bu denli büyük bir yapının devamlılığını sağlayamamış olursunuz. Sadece onay almak da yeterli olmuyor, aynı zamanda gelecekte olası bir çatışmayı önlemek için bunu belgelendirmeniz de gerekiyor. En son aşama olarak bu

41


belgelendirmelere bağlı kalan ve bunların uygulanıp uygulanmadığını denetleyen bir kurula veya yapıya ihtiyaç duyarsınız. Tüm bu anlatılanların bir sonucu olarak da ‘yapılmaya çalışılan politikalar veya daha farklı girişimler AB’nin mevcut yapısı içerisinde değişikliklere yol açar’ yorumunu yapabiliriz. AB sosyal politikalarının temel esaslarından olan istihdam konusuna geri dönücek olursak, ABD, AB ve Japonya arasında bir karşılaştırma yaparak uygulanan bu yasalara bağlı kalmanın ne denli önemli olduğunu daha iyi kavrayabiliriz. OECD’nin yaptığı bir araştırmaya göre 1990 ile 2003 yılları arasında AB’nin işsizlik oranının ABD ve Japonya’ya göre çok yukarılarda olduğunu söylemek mümkün. 1990 AB 8,1 ABD 5,6 Japonya 2,1

1992 9,1 7,5 2,2

Ta bl o1 : AB, ABD ve J a pon ya ’d a ki i şsi zl i k ora n l a rı (1 9 9 0 -2 0 0 3 ) 2 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 10,1 10,5 10,1 10,2 10,0 9,4 8,7 7,8 6,9 6,1 5,6 5,4 4,9 4,5 4,2 4,0 2,5 2,9 3,2 3,4 3,4 4,1 4,7 4,7

2001 7,4 4,7 5

2002 7,7 5,8 5,4

2003 8,0 6,0 5,3

Ta bl o2 : AB, ABD ve J a pon ya ’d a ki i sti h d a m ı n n ü fu sa ora n ı (1 9 9 0 -2 0 0 3 ) 3 1990 1999 2000 2001 2002 2003 AB 61,4 62,6 63,6 64,3 64,4 64,8 ABD 72,2 73,9 74,1 73,1 71,9 71,2 Japonya 68,6 68,9 68,9 68,8 68,2 68,4

42

İşsizlik oranının yüksek olması ve istihdam oranının düşük olması nedeniyle AB bu tarz sosyal politikalara önem vermiştir. Bu sorunu çözmek için yapılan sosyal politikaları ve yasaları anlamamız açısından M. Kesici ve A. Selamoğlu’nun değindiği şu nokta çok önemlidir: “ABD’d e istihdam stratejileri konusunda merkezi, eyalet düzeyinde, bölgesel ve yerel düzeylerde atılan adımlar arasında oldukça iyi bir işbirliği ve eşgüdüm var iken, AB birçok ülkeden meydana gelen ve hala genişlemeye devam eden bir uluslar üstü oluşum olduğu için AB’d e bu alanlarda uygulamalara gitme yeteneği oldukça karmaşık kurumsal ve politik gerçeklikler yüzünden daha kısıtlıdır. Ancak Avrupa İstihdam Stratejisi oluşturulduktan sonra bu konuda AB’ye daha etkili olma imkânı tanımıştır.”4 Bu çıkarımdan hareketle AB’nin sosyal politikalarının devamlılığı öne sürülen politikaya ve bu politika ile paralel uyulması gereken yasalara bağlılıkla mümkündür diyebiliriz. AB sosyal politikalarının içerdiği konular genel hatlarıyla bu şekildedir. Sonuç olarak asıl gündeme gelen konu bu sosyal politikaların amaçları ve içerdiği konular değil; bu amaçlara ulaşıp ulaşamadığıdır. Bu konuyu anlamamız için ise AB’nin bugün içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal durumu irdelemek lazım gelir. Genel hatları ile AB’nin son 5 yıllık yakın geçmişine bakacak olursak bu politikaların başarıya, daha doğrusu minimum hedeflenen noktaya ulaşamadığını görebiliriz. Bu çıkarımın en büyük destekçisi iki temel nokta ile anlaşılabilir. Bu iki temel noktadan birisi İspanya ve Yunanistan’nın geçtiğimiz dönemlerde yaşadığı ve halen de etkilerini gözleyebildiğimiz ekonomik krizlerdir. Önemli olan bu krizlerden sonra AB’nin bu ülkelere finansman sağlayamaması finansman başlığı altındaki sosyal politikaların iyi uygulanamadığını gösterir. Ayrıca AB’nin krizden sonraki dönemler için bu kriz ülkelerindeki işsizler ordusuna istihdam sağlamada da yetersiz kalması, sosyal politikaların tam manasıyla uygulanamadığını gösterir. Bunun için bir diğer örnek ise Almanya’d a yaşayan Türkler ile AB’nin farklı bölgelerinde yaşayan ve etnik kökeni yaşadıkları yerden farklı olan insanların AB toplumuna entegre edilememesidir. Bu örnek de AB’nin bir bütün olarak entegre bir topluma ulaşma amacı güden sosyal politikalarının etkili bir şekilde uygulanamadığını gösterir. Ama şunu da göz ardı etmememiz gerekir ki AB, bu politikaların en yüksek düzeyde uygulanması için çalışmalarını sürdürüyor. Bu politikaların amaçlarına ulaşamamasının arkasında yatan sebepleri bulup o sebeplere odaklanmak AB’nin bu sosyal politikaları uygulamada yaşadığı problemleri çözebilir diye düşünüyorum. Refera n sl a r 1. Ceylan-Ataman, B. (Şubat 2011), ‘’Avrupa Birliği İstidam ve Sosyal Politikası’’, Siyasal Kitabevi, s.10-11 2. Tablo1: OECD, “Statistical Annex”, OECD Employment Outlook 2004, http://www.oecd.org/dataoecd/42/55/32494755.pdf , 02/12/2004, s.29 3. Tablo2: OECD, “Statistical Annex”, OECD Employment Outlook 2004, http://www.oecd.org/dataoecd/42/55/32494755.pdf, 02/12/2004, s.294 4. Kesici, M.R., Selamoğlu, A. (Haziran 2005), “İş, Güç” Endüstri İlişkileri ve İnsan Kaynakları Dergisi, Cilt:7 Sayı:2, s.31-32 5. Altan, Ö., Z., (2006), ‘’Sosyal Politika’’, Anadolu Üniversitesi


Günümüzde dünyamızı ve yaşamımızı tehdit eden en büyük sorunların başında çevre sorunları gelmektedir. Uluslararası arenada birçok politik ve ekonomik çıkarları çatışan ülkeler, çevre sorunları söz konusu olduğunda kendi çıkarlarından vazgeçip; güçlü bir işbirliği içine girmektedir. Sanayinin ve teknolojinin çevreye en büyük hasar veren etmenler olduğu bütün ülkelerin hemfikir olduğu konulardan biridir. İleri seviyedeki teknolojik imkânlar insanoğlunu daha açgözlü hale getirmiş; enerji, barınma, gıda gibi temel ihtiyaçlar sınırsız bir şekilde tüketilmeye başlanmıştır. Ancak ortaya çıkan çevresel kirlilikler ve doğal kaynakların azalımı sonucu artık tüm uygulamalar belirli çevresel sınırlamalara ve koşullara uyma zorunluluğunu beraberinde getirmiştir. Küreselleşme süreciyle beraber çevre sorunlarını ve yarattığı zararları önlemek uluslararası kurumların öncelikli hedefi olmuş ve uluslararası gündemde hep üst sıralarda yer almıştır. Hava ve su kirliliği, katı ve tehlikeli atık üretimi, toprak bozulması, ormansızlaşma, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitlilik kaybı gibi çevre sorunları siyasi sınırlar tanımamakla beraber insanların güvenliği, sağlığı ve üretkenliği, canlı türleri ve gıda üretimi üzerinde ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. Çünkü günümüzde doğanın kendini yenilemesi ve koruması güçleşmiş, hatta hemen hemen geri dönülmez bir duruma gelmiştir. Böylelikle insanlar ve doğa arasındaki ilişki doğanın aleyhine işlemeye başlamıştır. 1 İnsanların geleceğini son derecede yakından ilgilendiren çevre sorunları, siyasi sınırlarından bağımsız olarak tüm dünyayı dolaylı ve direkt olarak etkilediğinden uluslararası kuruluşlara büyük bir iş düşmektedir. Bu durum 1972 yılında yapılan BM İnsan Çevre Konferansı (Stockholm Konferansı) sonucunda ciddi bir şekilde ele alınmış, toplantı sonunda Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) ilan edilmiş ve sorunların çözümü için çalışmalara başlanmıştır. UNEP’in gelişiminde ve güçlenmesinde, 1992 yılında Rio de Janeiro’d a gerçekleştirilen BM Çevre ve Kalkınma Konferansı,

2002 yılında Johannesburg’d a düzenlenen Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi ve son olarak 2005 yılındaki Dünya Zirvesi gibi uluslararası çevre politikasına yön veren konferanslar çerçevesinde edindiği görevler etkili olmuştur. 2 Peki, her alanda dünya standartlarının üzerinde, refah seviyesini ölçen anketler ve listelerde hep en üst sıralarda yer alan İskandinav ülkelerinde durum nasıl? Eğitim alanında uyguladıkları farklı ve başarılı politikalar, kadınlar için en rahat yaşam yerlerinden olan, işsizliğin düşük oranlarda seyrettiği; işsizlere işsizlik maaşı bağlayan, sosyal devlet anlayışını başarıyla uygulayan ve örnek olarak gösterilen İskandinav ülkelerinin çevre politikalarında ve geri dönüşüm projelerinde de başarılı olmaları kaçınılmaz bir gerçek ve yaptıkları birçok ülkeye örnek olarak gösterilesi türden. İskandinav ülkelerinden biri olan Finlandiya geri dönüşüm projelerine verdiği önemle tanınıyor. Vatandaşlar atıklarını çöpe atmadan önce ayrıştırmakla yükümlü. Geri dönüşüm projeleri, çöp döküm yerlerindeki çöp miktarını azaltıp, hammadde tüketimini azalttığından hükümetin önem verdiği konuların başında gelmektedir. Atıklar kâğıt, karton, cam, metal, karışık çöpler, tehlikeli atıklar, kullanıma elverişli eşyaların geri dönüşümü ve elektrikli aletler ve elektronikler olmak üzere çeşitli kategorilere ayrılmış durumda. Neredeyse her binada atık toplama ve geri dönüşüm kutuları bulunmakta, olmayan binalarda ise vatandaşlar çöplerini en yakın ilgili merkeze götürmekle mükellef. Atıkların miktarını azaltmak için çeşitli öneriler de mevcut. Bunlara örnek vermek gerekirse; ihtiyaç duyulmayacak eşyaların alınmaması, alınacak eşyaların sağlam ve az ambalajlanmasına dikkat edilmesi, fazla olan yemeklerin atılması yerine dondurma işlemine tabii tutulması, atıkların azaltılmasına azami dikkat gösterimi ve bir şeyin yenisinin alınmadan önce tamirinin mümkün olup olmadığını araştırılması örnek verilebilir. Anlaşılacağı üzere, Finlandiya geri

43


dönüşüm projelerine ciddi manada vakit ayıran, stratejiler geliştiren ve uygulamaya koyan nadir ülkelerden biri. 3

44

Bir diğer Geri dönüşüm ve çeşitli çevre politikalarında öne çıkan bir diğer İskandinav ülkesi ise İsveç. Geçenlerde Türkiye vatandaşlarına komik gelebilecek bir haberle gündeme konu oldular: çöpleri bitti diye komşuları Norveç’ten çöp ithal etmek zorunda kaldılar. Ancak işin iç yüzü bu kadar basit değildi; İsveç çöpleri yakıt olarak kullanarak 250.000’in üzerindeki evin ısınma ve elektrik ihtiyacını karşılamaktaydı. Ancak kısa süre önce ellerindeki çöp miktarı bitti, çünkü yoğun geri dönüşüm projelerinden dolayı İsveç’te evden çıkan çöplerin sadece %1’i çöplüklerde kalıyor. (Bu oran diğer Avrupa Birliği ülkelerinde %38 civarlarında) Kullanılacak çöp miktarının azalması İsveç’i zor durumda bırakmakta ve çeşitli ülkelerden çöp satın alma politikasını izlemeye itmektedir. Ayrıca Avrupa Standartları gereğince çöp satan ülkeler, çöplerini satın alan ülkelere para ödemek zorunda, bu durumda İsveç’in ayrıca ekonomik yönden kazançlı çıktığını söylemek pek yanlış olmaz. Bu kadar çöp geri dönüştürülürken ortaya çıkan gazlar nasıl önleniyor sorusu kafalarda yer etse de, gaz salınımı oranları konusunda İsveç’in en düşük gruba dâhil olması bu sorunu çözdüklerine işaret. İsveç’in geri dönüşümündeki başarısı pek çok AB ülkesi tarafından takdir edilmekte; Almanya, Hollanda, Norveç gibi ülkeler de İsveç gibi çöp ithal etmeye yakın zamanda başladılar. 4 İskandinav ülkelerinden olan Norveç’le devam edelim. Norveç de komşusu Finlandiya gibi çöpten elektrik üretiminde ve ısınma ihtiyacının karşılanmasında

faydalanıyor. Ancak Norveç farklı enerji kaynakları bulma konusunda da başarılı. Dünyada bir ilk olan Osmotik Enerji Santrali Projesi, tatlı suyun ve tuzlu suyun birleşmesi sırasında arasındaki basınç farkını kullanarak enerji üretimini amaçlıyor. Atmosfere sera gazı salmadan elektrik üretimi için bir alternatif olan Osmotik Enerji Santrali’nin ihtiyaçlara karşılık vermesinin 2015 yılını bulabileceği söyleniyor. Büyük çaplı enerji ihtiyacı karşılanamayacak olsa da, yaklaşık 10 bin haneli bir yerleşim yerinin ısınma ve elektrik ihtiyacını karşılayacağı söyleniyor; yenilenebilir enerji kaynağı olmasına rağmen hava şartlarına bağlı olmaması ve sınırsız bir potansiyel sunması nedeniyle birçok kişi tarafından akla yatkın bulunmakta. Ancak projeye büyük maliyetler içerdiği için karşı çıkanların da sayısı az değil. 5 İskandinav ülkelerinin çevre, geri dönüşüm ve enerji konusundaki hassasiyetlerine hayran olmamak elde değil. Akla hayale gelmeyecek şeylerden çeşitli imkânlar yaratarak, konuyu uzmanları sayesinde detaylıca değerlendirerek, ellerindeki maddelerden ve imkânlardan azami derecede yararlanarak gayet mantıklı ve doğanın yararına çözümler üretilmiş. Dünyamızın ve çevremizin geleceğini diğer ülkelerden daha fazla düşünüp, eyleme geçtikleri aşikâr. Fakat sadece İskandinav ülkelerinin çabaları geleceğimizi sürdürmeye yetmeyecektir. Dünyada gerek enerji kaynaklarını fazlaca sömüren, gerek çevre kirliğini yaratan bir sürü gelişmemiş ülke mevcut; onlar herhangi bir düzenlemeye gitmediği takdirde çevre kirliliğinin çözülmesi zor olarak gözükmekte. Bu konuda uluslararası örgütlere, siyasi liderlere ve aktivistlere büyük sorumluluklar düşüyor; bu sorunlar hakkında halkın bilinçlendirilip, çeşitli kuralların ve yaptırımların uygulanması önceliklerinden olmalı.

Refera n sl a r 1. Baykal, Hülya, Baykal Tan, ‘‘Küreselleşen Çevre Sorunları’’, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Ensititüsü Dergisi, Cilt:5, Sayı:9, Yıl: 2008, s.4. 2. Dış işleri Bakanlığı, Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP), http://www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-cevre-programi.tr.mfa, (Erişim Tarihi: 26.02.2014) 3. Infopankki, “Atık toplama ve geri dönüşüm”, (25.02.2014), http://www.infopankki.fi/tr/finlandiya-da-ya-am/ikamet/at-k-toplama-vegeri-don--m, (Erişim tarihi: 26.02.2014) 4. Evrim Ağacı, ‘’İsveç’te Çöp Bitti’’, (15.04.2013), http://evrimagaci.org/fotograf/58/3569, (Erişim Tarihi: 26.02.2014) 5. Ntvmsnbc, ‘’Norveç yeni enerji kaynağı buldu’’, (25.11.2009), http://www.ntvmsnbc.com/id/25024783/, (Erişim Tarihi:26.02.2014)


Eğitim insanların gerçekten insan olabilme süreçlerinde hep sıçrama tahtası vazifesini görmüştür. Eğitim hayat boyu süren; insanın kendini, evreni ve toplumu anlama sürecidir. Peki, insanlık tarihinde bu denli önemli olan bu müessesin sektörleşmeden uzak durması söz konusu mudur? Eğitim kendini tüm sektörel politikalardan arındırmalı mıdır? Bu sorulara birlikte cevap arayacağız. Eğitimin sektörel hale gelmesi retorik dersleriyle birlikte sofistlerle başlar. S ofi stl er, M.Ö. 5. yüzyılda para karşılığında felsefe öğreten gezgin felsefecilerdir. Sofistler bilgi satma tutumlarıyla Platon’un eleştirileriyle karşılaşmışlardır. Platon’a göre sofist (sözle inandırma yeteneği ve sanatına sahip olan kişi) filozofun antitezidir. Belki de tarihteki ilk “eğitim bir sektörleşme midir” çatışmasına kaynaklık edenler işte bu sofistlerdir. Uzun yıllar boyunca sadece soylulara hizmet edecek eğitim mefhumunun kaderi sanayi devrimiyle birlikte tüm dünya gibi değişecekti. Kimi görüşler sanayi devriminin başlangıcını dahi üniversitelere götürürken Watt’ın buhar makinesini üniversite bünyesinde keşfini referans gösterir. Az önce de belirttiğim gibi bu döneme kadar üst sınıfın tekelindeki eğitimin yaygınlaşması aslında biraz da bu yolla olmamış mıdır? Üniversite-sanayi ilişkilerinin ele alınışını 19. yüzyılın ilk yarısına, o dönem iktisatçılarından Friedrich List’e (1789-1846) kadar geri götürmek mümkündür. List, Almanya’nın dünya pazarlarında Büyük Britanya İmparatorluğu ile rekabet edebilmesi için her şeyden önce teknolojide yetkinleşmesi gerektiği görüşündedir. List, 1841’d e yayımlanan “Ulusal Politik Ekonomi Sistemi” (National System of Political Economy) adlı eserinde, Almanya için bu yetkinleşmeyi mümkün kılacak bir teknoekonomi politikası ortaya atmıştır. List’e göre, Büyük Britanya’ya üstünlük kazandıran onun teknolojisiydi. Teknoloji, üretim makinalarında, üretim yöntemlerinde, ürünlerde ‘yenilik’ yaratmayı; bu yenilikler de, üretimi artırmayı, verimliliği yükseltmeyi, dolayısıyla da rekabet üstünlüğü ve kârı

artırmayı sağladığı için önemliydi. Almanya, tıpkı Büyük Britanya gibi, işte bu yenilik yaratma becerisini kazanmalıydı; bunun için de teknolojide yetkinlik kazanmaya ihtiyacı vardı. Yeniliği ve onun kaynağını oluşturan teknolojiyi yaratabilmek için, tıpkı Büyük Britanya gibi Almanya da bunu mümkün kılacak kendi ulusal sistemini kurmalıydı. List’in modelinde, bilgiyi üretecek, bunun için gerekli araştırmaları yapacak olan üniversitedir; bunu ticari bir ürüne dönüştürecek olan da sanayidir. Ama bu iki ayrı unsurun beklenen işlevleri yerine getirebilecek düzeyde geliştirilebilmesi ve sistemsel bir bütünlük içinde çalıştırılabilmesi için gerekli önlemleri devlet alacaktır. Ayrıca, serbest pazar güçlerinin bilimsel ve teknolojik ilerleme için gerekli sermayeyi gerektiği düzeyde sağlayamadıkları durumlarda ortaya çıkan AR-GE alanındaki yatırım ve faaliyet açığını, devlet kuracağı kamu araştırma kurumları ya da kamu finansmanıyla kapatacaktır. 20. yüzyılın ortalarında ise Birinci Dünya Savaşı’ndan günümüze bu işbirliğinin amaç ve araçları çok değişmiştir. Bu arada akademik devrimler gerçekleşmiştir. Birinci devrim, Harvard Modeli olarak adlandırılan yeni bilginin keşfine odaklanmış olanı, ikincisi ise, bilginin ekonomik faaliyete çevrilmesine odaklanmış olan Stanford/MIT modelidir. Ardından, halen içinde bulunduğumuz bilgi çağına gelinmiştir. 1 List’in görüşlerinden çıkarabileceğimiz bir başka sonuç da şu olacaktır: bu yüzyıla kadar üst tabakadan olmayan çocukların tek şansı kilise eğitimiyken, bu dönemde ortaya çıkan zeki ve zeki olmama kıstasları tabandan gelip beyaz yakalı olmanın kapılarını zekâyla açarken, büyük şirketler sanayi-üniversite işbirliği konseptiyle eğitime devletler kadar para yatırmaya başlayacaklardı. Eğitim hizmetinin toplumsal alanın dışına çıkartılarak bir iktisat kategorisi haline getirilmesinde başlangıç aşamasını, hiç kuşkusuz, beşeri sermaye kavramlaştırması oluşturmuştur. İnsan sermayesi kavramı T. W Schultz ve G. Becker gibi iktisatçılar tarafından yeniden ele alınarak neo-liberal düşünce

45


sistemi içindeki temel yerine oturtulmuştur. G. Becker "Human Capital" adlı yapıtında insan sermayesine yapılan en önemli yatırımı eğitim olarak tanımlamıştır. Yazar değerlendirmesinde çeşitli verileri gerekçe olarak göstererek, eğitimli insanların kapitalizm koşullarında nasıl daha yüksek gelir elde edeceği kazanç derecesine indirgenmektedir. Eğitime bireyin gelecekteki kazancını arttıran bir değişken olarak bakıldığında ise, piyasa ekonomisinin teknik terimleri içerisinde eğitimi ve eğitim sistemini tanımlamak kaçınılmaz bir sonuç haline gelmektedir. 2 Bu kavramlaştırmanın ortaya çıkardığı veriler üzerinden neo-liberal gerekçelendirmeler '70'lerde P. Psacharopoulos ile daha ileri bir düzeye taşınmıştır. Eğitimin finansmanı sorununa çözüm arayan P. Psacharopoulos bu çözümü şöyle tanımlamıştır: "Yüksek eğitimin özel faydasının toplumsal faydasından daha fazla olması nedeniyle bu hizmetten yararlanan kişi gelecekte sahip olacağı yüksek kazancın karşılığını ödemek zorundadır."

46

Eğitim hizmetlerinin kamu tarafından karşılanmasına karşı olarak; kamudaki harcamaların vergilendirme yoluyla tüm toplumun sırtına yüklenmesinin ve eğitim hizmetlerinden daha çok üst sınıfların yararlanmasının doğal bir "eşitsizliğe" yol açtığına dair teorilerle birlikte, neo-liberal gerekçelendirmeler sistematik bir biçime kavuşturulmuş olmaktadır. Bu sürecin sonucu olarak ise geçmişte kamusal bir hizmet alanı olarak tanımlanan eğitim hizmetleri, bu argümanlar ışığında yarı kamusal bir çerçeveye kavuşturmaktır. Bir mala ait faydanın bir kısmının hizmetten yararlanan kişiye ait olduğu mallara “yarı kamusal mal“ denilmektedir. Yarı kamusal mallar fiyatlandırılabilir ve piyasa tarafından üretilebilir. Ancak malın toplum açısından önemi, faydası, yeterince üretilememesi durumunda ortaya çıkacak maliyetlerin önemi eğitim ve sağlık sektöründe piyasanın yanında hatta temel finansör olarak devletin finansman sağlamasını ve harcama yapmasını zorunlu kılmaktadır. Yarı kamusal mallar devletin asli hizmet

alanı olmakla beraber bir kısmını, mesela sağlıkta özel hastaneler ve poliklinikler gibi veya eğitimde özel okullar örneğinde olduğu gibi, devletin gücünün yetmediği noktada tek merkezden hizmet verilmesi yerine yarı-rekabete açık bir sektörde bu hizmetleri halkın almasına imkân tanınan mallardır. Zamanla bu yarı-kamusal malcı söylemler özelleştirme söylemlerine dönüşmeye başlarken ülkemizden bir örnekle devam etmek isterim. TOBB Başkanı Rıfat Hisarcıklıoğlu bir konuşmasında hem sürekli eğitim alanında, hem de mesleki ve yaygın eğitim alanında özel sektörün önünün açılmasının gerekliliğine değinirken, “Gelişmiş ülkelerdeki tecrübeler açıkça göstermiştir ki, özel sektör eğitim sisteminde ne kadar fazla yer alırsa, eğitimin kalitesi de bir o kadar artmaktadır,” vurgusunu yapmıştır. 3 Eğitim sektörleşmeli mi tartışmaları sürerken eğitimin bu yıl en çok ilan veren ve başvurulan sektör olduğu haberlerini görmezden gelmek mümkün mü? Çeşitli çalışmaların sonunda ilan edilen gelecek vaat eden sektörler arasında ikinci sırada gösterilmesi veyahut bugün dünya çapındaki üniversitelerden Oxford’un 2012 yılındaki toplam geliri 1,016.1 milyon İngiliz sterlini olması incelenmelidir. Bu, örneğin, Dominik’in gayrisafi yurt içi hâsılasından daha fazla. 4 Çünkü artık üniversiteler yayın evlerine, çevrimiçi kanallara, kütüphanelere, müzelere, koleksiyonlara sahip ve bunları paraya dönüştürebiliyorlar. Günümüzde eğitimin sektörden uzak kalması, sektörleşmemesi mümkün değildir. Yazımda ne yazık ki daha çok örgün yükseköğrenime değinme fırsatına sahip olsam da uzaktan eğitim, hayat boyu eğitim, dil eğitimi ve niceleriyle 21. yüzyılda dallanıp budaklanmış bir eğitimle karşı karşıyayız. Sanayi devrimi ise bu sektörleşmenin en büyük sıçrama tahtası olmuştur. Bugün asıl tartışılması gereken eğitimin bu rekabetçi piyasa içinde naifliğini koruyabilecek yeterliliğe sahip olup olmadığıdır. Eğitim sektörleşme politikalarında bağımsızlığını koruyabilecek mi? Eğitimin başlıca amaçlarından çıkıp sistemin bir çarklısı olduğuna mı şahitlik edeceğiz?

Refera n sl a r 1. İ. Bakır ARABACI, Türkiye’d e Ve OECD Ülkelerinde Eğitim Harcamaları, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, Kış/Winter Cilt/Volume:10 Yıl/Year:2011 Sayı/Issue:35 (100-112) 2. Medya Tava, “2013'in 3. çeyreğinde en çok ilan veren sektör hangisi oldu?”, (14 Kasım 2013), http://www.medyatava.com/haber/2013in-3-ceyreginde-en-cok-ilan-veren-sektor-hangisi-oldu_98450 (Erişim Tarihi: 1 Mart 2014) 3. University of Oxford, “Facts and Figures”, (13 Mart 2014), http://www.ox.ac.uk/about_the_university/facts_and_figures/ (Erişim Tarihi: 1 Mart 2014) 4. Arabacı, B., a.g.e.


Dünyanın gözü Ukrayna’d aki olaylara çevrildiği sırada, kürenin bir başka yeri, Kore yarımadası ise Kore Savaşı’nın ardından ayrı düşen ailelerin dört yıl aradan sonra tekrar bir araya gelmeleriyle yaşanan hüzün dolu anlara sahne oldu. Yarım asrı aşkın süredir yarımadayı ve dolayısıyla kürenin tamamını etkileyen Kuzey Kore-Güney Kore ikilemi, nükleer saldırı tehditleri gibi olgular göz önüne alındığında ise sürüncemede kalmaya devam edecek gibi görünüyor. Bu yazıda, öncelikle, Kore yarımadasına ilişkin genel değerlendirmelerde bulunulacak, ardından özellikle 2013-2014 yıllarında meydana gelen olaylar irdelenecek, son olarak da Birleşmiş Milletler’in Kuzey Kore’ye ilişkin insan hakları raporuna değinilecektir. G en el Perspekti f Savaşı sona erdiren Ateşkes Mütarekesi’nin üzerinden altmış yılı aşkın zaman geçmesine karşın Kore yarımadasında huzur hala hayat bulabilmiş değil. Milyonlarca insanın öldüğü, kaybolduğu ya da yaralandığı ve yirmiden fazla ülkenin müdahil olduğu savaşın ardından imzalanan antlaşmanın “en somut sonucu, Kore’nin dört kilometrelik bir tampon bölgeyle iki farklı ülkeye bölünmesi oldu”. 1 Bu iki ülke, iki farklı siyasi rejimi benimseyip farklılaştı. Soğuk Savaş yıllarında dünya da Kuzey Kore ve Güney Kore’ye olan destekleri açısından ikiye bölündü, özellikle kuzeyin destekçisi Çin’i ve güneyin destekçisi ABD’yi karşı karşıya getirdi. Günümüze gelindiğinde ise, değerlendirmelerin uzlaştığı ve işaret ettiği üzere, yarımadada mevcut durum sürecek gibi görünüyor. Bu kanının oluşmasındaki temel argümanlardan biri de Kuzey Kore’nin elinde 5 bin ton kimyasal silah bulunması, 2 Sovyet Rusya donanımlı Kuzey Kore ordusunun ağır topçu birliklerinin menzili içinde Güney Kore’nin başkenti Seul’un olması ve kuzey birliklerinin yaklaşık %65’i ile toplam savaş gücünün %80’inin iki kesim arasındaki silahsızlandırılmış bölgeye 100 kilometrelik mesafede bulunuyor olması 3 olarak nitelendirilebilir.

2013-2014 zaman diliminde yaşanan önemli gelişmeler irdelendiğinde ise ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: 2013’ün Mart ayında Kore yarımadasında Kuzey Kore’nin Güney Kore’ye karşı savaş durumu ilan ettiğini açıklamasının ardından, Kuzey Kore resmi haber ajansının yayımladığı habere göre ülkedeki füzelerin Pasifik Okyanusu ve Güney Kore’d eki Amerikan hedeflerini vurmak üzere hazır konumuna getirildi. 4 Ayrıca yapılan açıklamalara göre Kuzey Kore Genelkurmay başkanı ABD’nin tehditlerine nükleer saldırı yoluyla karşı koyulacağını Washington’a resmi olarak bildirdi. 5 Bir diğer ifadeyle, Kuzey Kore, nükleer silah üretiminin beslendiği reaktörün yeniden çalıştırılacağını duyurdu. 6 Bu savaş tehlikesinin nedeni ise, Birleşmiş Milletler’in Kuzey Kore’ye uyguladığı yaptırımları sıklaştırmasından çok, Amerikan ordusuna ait iki nükleer bombardıman uçağının, Güney Kore ile yaptığı tatbikat sırasında Kuzey Kore üzerinden manevra gerçekleştirmesidir. 7 Ancak, Kuzey Kore yönetiminin bu tutumu takınmasının nedenleri incelendiğinde, Londra’d aki düşünce kuruluşu Royal United Services Institute uzmanlarından Andrea Berger ve Güney Kore’d eki Yonsei Üniversitesi’nden Prof. John Delury’ye göre, Kuzey Kore’nin ABD, Güney Kore ve bazen de Japonya’ya karşı kullandığı ‘kavgacı dil’ tarzı siyasetin arkasında Pyongyang’ın son kertede ABD’yle barış anlaşması yapma isteği ve Beyaz Saray yönetimi tarafından görmezden gelinme olasılığına karşı her zaman hazır olduğunu vurgulama gereksinimi hissedip tarihsel ‘önce askeriye’ politikasını gütmesinden kaynaklanıyor. 8 Siyasi açıdan ise, Kuzey Kore tehditlerinin çıkış noktalarından birini de ülkenin başına geçen Kim Jong’un halk arasındaki desteğini arttırmak istemesi oluşturuyor. 9 Öte yandan, bu tehditlerin gerçekçiliği ve nükleer bir tehlikeye işaret edip etmediği incelendiğinde ortaya çıkan somut gerçeklik şu şekilde betimlenebilir:

47


Yongbyon’d aki tesislerde atom bombası yapmaya yetecek derecede uranyum zenginleştirmesi yapılabiliyor olması ve Kuzey Kore’nin uzaya fırlattığı uydu düşünüldüğünde, roketin parçaları üzerinde yapılan incelemelere göre menzilin on bin kilometreden fazla olması, ABD’yi de kuzeyin vuruş menzilinin içine aldığını gösteriyor. Ancak, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü IISS’ye göre, fırlatılan bu roket, kuzeyin Amerika’ya bir şey fırlatabileceğini göstermesine karşın, nükleer başlıklı balistik füze fırlatma teknolojisine henüz sahip olamadıklarını gösteriyor. 10 Bu bağlamda, Japonya ile Amerika Birleşik Devletleri arasında, kökleri 1950’lere dayanan ittifakın ve saldırıya uğraması halinde ABD’nin Japonya’yı savunmasını öngören güvenlik alanında işbirliği antlaşması 11 ve Güney Kore-Amerika Birleşik Devletleri arasında Ekim 2013’te imzalanan Kuzey Kore’d en gelecek olası nükleer tehditlere ve kimyasal saldırılara karşı Güney Kore’nin caydırıcılık kapasitesinin arttırılmasını öngören stratejik pakt12 öne çıkıyor.

48

Bir diğer yandan da Kuzey Kore’nin Güney Kore hükümetine Ocak 2014’te uzlaşma ve düşmanca askeri hareketlerden kaçınma çağrısı yapması ve bu çağrının ABD-Güney Kore tatbikatının öncesine rastlaması, güneyin bu açık mektubu, ardında ‘gizli bir güdü’ olduğunu iddia ederek reddetmesi sonucunu doğurdu. 13 Bilişim alanında ise Kore Savaşı’nın yıldönümünde Güney Kore’ye ait aralarında çeşitli basın kuruluşları ve cumhurbaşkanlığı makamı olan Mavi Saray’ın da yer aldığı internet sitelerini hedef alan eşzamanlı bir dizi siber saldırı gerçekleştirildi. Güney tarafı bundan kuzeyi sorumlu tutarken, aynı zamanda Kuzey Kore Haber Ajansı’na, Rodong Sinmun adlı gazeteye ve Naenara adlı portala da erişim sağlanamaması dikkatlerden kaçmadı. 14 Ku z ey Kore’d e İ n sa n H a kl a rı Rejimin muhafazasının ülke siyasetinde çok önemli bir yer tuttuğu göz önüne alındığında, siyasi sisteme ve üç kuşaktır siyasi erki elinde tutan Kim ailesine yapılan eleştiriler politik kaygılarla ağır cezalara yol açıyor. Kuzey Kore Anayasası’na göre politik sistem çok partili düzen üzerine kurulsa da işleyişte tek parti egemenliği yürüyor. Etkin bir muhalefetin olmaması ise, Kim ailesinin yönettiği Kore İşçi Partisi’nin diğer iki parti olan Kore Sosyal Demokrat Partisi ve

Çandoist Çongu Partisi kurmasından kaynaklanıyor. 15

üzerinde

denetim

Öte yandan, Kuzey Kore’d e siyasi mahkûmların aileleri de üç kuşak boyunca tutuklu kalıyor, 16 bu mahkûmlar toplama kamplarında rejime bağlılıkları ölçüsünde sınıflandırılıyorlar. 17 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nün yaklaştığı bugünlerde ise Kuzey Koreli kadın esirler açısından yaşam, insanlık adına korkunç anlara sahne oluyor: Kadınlara, kampa alındıklarında gebelik ve herhangi bir cinsel yolla bulaşan hastalık olup olmadığını kontrol etmek için kan testi yapılıyor. Hamile kadınlar kürtaj olmaya zorlanıyor ya da tepelik yerlere götürülüp aşağı atarak düşük yaptırılıyor. 18 Bi rl eşm i ş M i l l etl er ’ i n Ku z ey Kore Ra poru Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun 17 Şubat 2014’te açıkladığı raporunda, Kim Jong İl’d en sonra yerine eğitiminin bir bölümünü İsviçre’d e tamamlamış olan oğlu Kim Jong Un’un geçmesine karşın Kuzey Kore’d e insan hakları açısından ilerleme sağlanamadığı ayrıntılarıyla anlatılıyor. Yaklaşık 400 sayfalık kapsamlı rapora göre, Kuzey Kore’d e yıllardır temel insan hakları hiçe sayılıyor; çalışma kampları ve hapishanelerdeki işkenceler, özellikle siyasi tutuklular açısından koşullar Lahey’d eki Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin duruma müdahil olmasını 19 gerektiryor. Raporda sözü edilen suçlar arasında köleleştirme, infaz, hapis, tecavüz, gözaltında veya hapis sırasında kaybolma, kaçırma, imha, zorla uygulanan kürtaj bulunuyor. Bunlara ek olarak, Kuzey Kore yönetiminin, gıdaya erişim sorununu halkın rejime bağlılığını garanti altına almak için kullanması, insan hakları ihlallerinin bir başka yüzünü oluşturuyor. 20 Buna karşın Kuzey Kore hükümeti raporun saptamalarını reddetti ve tespitleri “insan haklarının siyasallaşmasının ürünü” olarak niteliyor. 21 Ai l el eri n H ü z ü n l ü Ka vu şm a sı Bir diğer yandan da Kuzey Kore ve Güney Kore yönetimleri, 1950-1953 yılları arasında yaşanan savaş sonrasında ayrı düşen ailelerin bu yıl şubat ayında buluşmaları konusunda uzlaşı sağladı. Kuzey Kore hükümetinin ABD-Güney Kore tatbikatının gerçekleşmesi halinde buluşma planını askıya alacağını bildirmesine karşın yaklaşık altmış yıldır ayrı düşen aile üyeleri birbirlerine kavuştu. Çoğu yaşlı yüzü aşkın Güney Korelinin Kuzey Kore topraklarına geçmesiyle


20 Şubat 2014’te başlayan süreç, 25 Şubat 2014 tarihine dek sürdü. 22 Güneylilerin, kuzeydeki akrabalarına giysi, ilaç ve yiyecek maddeleri gibi çeşitli hediyeler götürdüğü gözlemlendi. 23 İstatistiklere göre 2000 yılından bu yana 17 bin kişi sınırın diğer tarafında kalan yakınlarıyla görüşebildi. Bu görüşmelerin 2010 yılından beri yapılmıyor olmasının nedeni ise Pyongyang yönetiminin bir Güney Kore adası olan Yeonpyeong’u bombalamış olması idi. 24 Öte yandan, gözlemciler, Kuzey Kore’nin bu görüşmeleri, ‘pazarlık meselesi’ yapıp, 72 bin Güney Koreli ailenin ayrı düştükleri akrabalarıyla görüşme şansı için Kuzey Kore tarafından ‘bekleme listesi’ne alınmalarını, içlerinden yalnızca birkaç yüzünün seçilmesini ve aile bireylerinin mektuplaşmalarının, telefonla veya e-posta yoluyla iletişim kurmalarının engellenmesi nedenleriyle Kuzey Kore’yi suçluyorlar. 25

S on u ç Yeri n e İstikrarın bir türlü sağlanamadığı, sürekli nükleer saldırı ve askeri harekat tehditlerinin canlı tutulduğu, dünyadaki diğer ülkelerin de dahil olup özellikle siyasi anlamda güçlerini kullanma ve hegemonya kurma girişimlerinde bir mevzi olarak gördükleri Kore yarımadasında, son altmış yıldır aslında değişen bir şeyin olmaması, aynı zamanda insan hakları, demokrasi ve siyasi kültür alanlarında farklılaşmış iki farklı yapının doğup şekillenmesi hem bu iki ülkenin iç dinamiklerini hem de uluslararası arenadaki dengeleri etkiler niteliktedir. Gerçek bir barış olasılığının hayli zayıf olması ise, önümüzdeki günlerde, yarımadada da kürenin geri kalanında da yaşanan gelişmelerle paralellik arz etmektedir.

Refera n sl a r 1. “Kore'de 60 Yıldır Sona Ermeyen Düşmanlık”, (27 Temmuz 2013), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/07/130726_kore_savasi_yildonumu.shtml(Erişim tarihi: 20 Şubat 2014). 2. “ABD ile Güney Kore Arasında Yeni Anlaşma”, (2 Ekim 2013), http://www4.cnnturk.com/2013/dunya/10/02/abd.ile.guney.kore.arasinda.yeni.anlasma/725573.0/ ,(Erişim tarihi: 23 Şubat 2014). 3. “4 Soru ve 4 Yanıtta Kuzey Kore'yle Nükleer Kriz”, (3 Nisan 2013),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130403_kuzey_kore_nukleer_gucu.shtml(Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 4. “Kuzey Kore 'Savaş' İlan Etti” (30 Mart 2013),http://www.ntvmsnbc.com/id/25432349/,(Erişim tarihi: 28 Şubat 2014). 5. “Kuzey Kore "Ateşlemeye" Hazırlanıyor”, (5 Nisan 2013),http://www.hurriyet.com.tr/planet/22963528.asp,(Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 6. “4 Soru ve 4 Yanıtta Kuzey Kore'yle Nükleer Kriz”, (3 Nisan 2013),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130403_kuzey_kore_nukleer_gucu.shtml(Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 7. “Kuzey Kore 'Savaş' İlan Etti” (30 Mart 2013),http://www.ntvmsnbc.com/id/25432349/, (Erişim tarihi: 23 Şubat 2014). 8. “4 Soru ve 4 Yanıtta Kuzey Kore'yle Nükleer Kriz”, (3 Nisan 2013),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130403_kuzey_kore_nukleer_gucu.shtml, (Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 9. “Kuzey Kore Görüşme Taleplerini Açıkladı”, (18 Nisan 2013),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130418_kore_pyongyang.shtml, (Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 10. “4 Soru ve 4 Yanıtta Kuzey Kore'yle Nükleer Kriz” (3 Nisan 2013),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130403_kuzey_kore_nukleer_gucu.shtml(Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 11. “Kuzey Kore Görüşme Taleplerini Açıkladı”, (18 Nisan 2013),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130418_kore_pyongyang.shtml, (Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 12. “ABD ile Güney Kore Arasında Yeni Anlaşma”, (2 Ekim 2013),http://www4.cnnturk.com/2013/dunya/10/02/abd.ile.guney.kore.arasinda.yeni.anlasma/725573.0/,(Erişim tarihi: 20 Şubat 2014). 13. “Kuzey Kore'den Güney'e Zeytin Dalı”, (24 Ocak 2014),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/01/140124_kuzey_guney_kore_mektup.shtml, (Erişim tarihi: 25 Şubat 2014). 14. “Kore Savaşı'nın Yıldönümünde Güney Kore'ye Siber Saldırı”,(25 Haziran 2013),http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/06/130625_guney_kore_siber_saldiri.shtml(Erişim tarihi: 23 Şubat 2014). 15. “Kuzey Kore'de İnsan Hakları, Göç, Muhalifler”, (21 Eylül 2011),http://www.bianet.org/bianet/goc/132792-kuzey-kore-de-insan-haklarigoc-muhalifler, (Erişim tarihi: 21 Şubat 2014). 16. A.g.e 17. “BM: Kuzey Kore Rejimi Cezalandırılmalı”, (17 Şubat 2014), http://t24.com.tr/haber/bm-kuzey-kore-rejimi-cezalandirilmali/251237, (Erişim tarihi: 23 Şubat 2014). 18. “BM: Kuzey Kore İnsanlık Suçu İşledi”, (17 Şubat 2014), http://tr.euronews.com/2014/02/17/bm-kuzey-kore-insanlik-sucu-isledi/, (Erişim tarihi: 22 Şubat 2014). 19. “Çin İddiaları Reddetti”, (19 Şubat 2014),http://www.dw.de/%C3%A7in-iddialar%C4%B1-reddetti/av-17441731, (Erişim tarihi: 23 Şubat 2014). 20. A.g.e. 21. “North Korea Human RightsAbusesResembleThose of theNazis, Says UN Inquiry”, (18 Şubat 2014),http://www.theguardian.com/world/2014/feb/17/north-korea-human-rights-abuses-united-nations,(Erişim tarihi: 22 Şubat 2014). 22. “Kuzey ve Güney Koreliler Arasında Duygusal Buluşma”, (21 Şubat 2014),http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25854161.asp,(Erişim tarihi: 22 Şubat 2014). 23. “Kuzey-Güney Kore 60 Yıl Sonra Kavuştu!”, (20 Şubat 2014), http://sozcu.com.tr/2014/dunya/kuzey-guney-kore-60-yil-sonrakavustu-460177/, (Erişim tarihi: 22 Şubat 2014). 24. “Koreli Aileler Arasında Hasret Bitiyor”, (5 Şubat 2014), http://tr.euronews.com/2014/02/05/koreli-aileler-arasinda-hasretbitiyor/,(Erişim tarihi: 22 Şubat 2014). 25. “Kuzey ve Güney Kore Anlaştı, Aileler Şubat'ta Birleşiyor”, (5 Şubat 2014), http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/02/140205_kore_aileler.shtml, (Erişim tarihi: 23 Şubat 2014).

49


Türkiye ve Avrupa Birliği, Avrupa’ya seyahat etmek isteyen Türk yurttaşlarının vize zorunluluğunu ortadan kaldırmayı öngören vizesiz seyahatin önünü açacak mutabakat protokolünü 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’d a imzaladı. Karşılığında Türkiye, Avrupa Birliği (AB) için büyük kaygı teşkil eden yasadışı göçmenler konusunda bir adım atacak ve kendi toprakları üzerinden yasadışı yollarla AB’ye giren göçmenleri geri kabul edecek. Peki, bu anlaşma nedir, neleri kapsıyor, iki taraf için ne anlam ifade ediyor?

50

Türkiye ile Avrupa Birliği arasında Vize Serbestisi Diyaloğu Mutabakat Metni ve Geri Kabul Anlaşması (GKA) 16 Aralık 2013 tarihinde Ankara’d a gerçekleştirilen bir törenle imzalandı. Törenine Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın yanı sıra, dönemin Avrupa Birliği Bakanı ve Baş Müzakereci Egemen Bağış, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, İçişleri Bakanı Muammer Güler ve AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström katıldı. İmza töreninin ardından konuşan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, anlaşmanın milat olduğunu belirten konuşmasında "3-3,5 yıllık sürecin sonunda vizesiz Avrupa seyahati başlamış olacak'' dedi. Erdoğan, "AB'de sanki vizeler kalkarsa T.C vatandaşları Avrupa'ya akın edecekmiş gibi bir hava yaratılıyor. Avrupa'ya vize uygulaması 1980 darbesi sonrasında Türkiye'den çıkışı yasaklamak için uygulanan, Türkiye'nin talep ettiği bir şeydi. Artık bunlar bizim için tarih oldu. Türkiye kaçılan bir ülke değil, dönülen bir ülke oldu. 12 Eylül'de Türkiye'den kaçmak zorunda kalan sanatçılarımız artık ülkesine dönüyor. Başörtüsü nedeniyle yurt dışında okuyan öğrencilerimiz ülkesine dönüyor," diye konuştu. Dışişleri Bakanı Davutoğlu ise, Avrupa'da Türkiye'ye ilişkin görüşün değişeceğini ileri sürdü. Konuşmasında karşılıklı olarak güveni arttırdıklarını söyleyen, AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström ise,

"Gelecekteki ilişkilerimiz için iki önemli etkisi olacak, vatandaşlarımız pozitif gelecekte görecekler. Çok yakın geçmişte Geri Kabul Anlaşması'nı imzaladık. Bu aynı zamanda yeni bir işbirliği süreci de başlatıyor. Düzensiz göç ile ilgili Avrupa ile Türkiye bir araya geliyor. Buna ek olarak vize serbestisi diyaloğunu başlattık. Schengen vizesinin Türk vatandaşlarına kaldırılmasını ön görüyor. Geri Kabul Anlaşması’nın uygulanması yol haritasındaki ön görülen gereksinimlerden bir tanesi. Bugün bu belgeyi Davutoğlu'na sundum. Hep birlikte çalışmalarımızı başlatacağız. Sayın bakanın ve farklı mercilerinin, yol haritasındaki koşullarla ilgili endişeleri var. Bunu anlayışla karşılıyoruz. Bunlara çözüm bulmaya çalışacağız. Bugün bu diyaloğun ne kadar uzun süreceğini kestiremiyoruz. Her iki tarafın da bundan avantaj sağlamasını ön görüyoruz," diye konuştu. Peki , bu G eri Ka bu l An l a şm a sı n ed i r ve n el eri i çerm ekted i r? 1 Geri kabul anlaşmaları, Avrupa Birliği üye devletlerinin ve kurumlarının yaklaşık otuz yıldır geliştirdiği AB ortak göç politikasında önemli bir yere sahip. Kurucu anlaşmasından beri süre gelen Avrupa toplulukları üyesi devletlerin iltica ve göç alanındaki işbirliği Lahey (2005-2009) ve Stockholm (20092014) programlarında belirgin ölçüde düzensiz göç ile mücadele ve sınır kontrollerine odaklanmaya başladı. Göç politikalarının “harici boyutu” kavramını daha fazla vurgulamaya çalışan AB, sınırlarına yönelik göçün kontrol edilmesinde üçüncü ülkelere sorumluluk yükleyerek bir anlamda “sınır kontrolünü sınırların ötesine taşımayı” hedeflemekte. Geri kabul anlaşmaları bu kapsamda, AB'nin dış göç politikalarının çok önemli bir bileşenini oluşturmakta ve yasa ile düzenlenen tek mekanizma olma özelliğini taşımaktadır. Son olarak 2007 yılında imzalanan Lizbon Anlaşması ile AB'ye dış göç politikalarında kullanılan mekanizmalar için yasal dayanak sağlayan geri kabul


anlaşmaları, en açık ifade ile, ülkeye düzensiz yollardan giriş yapmış, yani pasaport, gerekli ise vize ya da benzeri seyahat dokümanları olmaksızın ve genellikle yasa ile belirlenmiş gümrük kapıları ile diğer giriş noktalarından sayılmayan yerlerden ülkeye girmiş ve halen ülkede bulunan kişiler ile giriş sırasında bu şartları yerine getirmiş olsa da, vize süresinin bitmesi veya bunun gibi nedenlerle artık bu şartları taşımayan kişilerin vatandaşı oldukları ülkelere gönderilmelerine yönelik anlaşmalardır. An l a şm a Tü rki ye i çi n n e a n l a m a gel i yor? Avrupa Birliği Konseyi'nin Aralık 2005'te yayımladığı ve AB Daimi Temsilciler Komitesi (COREPER) tarafından kabul edilen, üçüncü ülke vatandaşlarına vize kolaylığı sağlanması hususunda ortak tutum belgesinde, geri kabulün AB için bir öncelik olduğu ve geri kabul anlaşması imzalanmadıkça herhangi bir üçüncü ülkeye vize kolaylığı ya da muafiyeti sağlanamayacağı çok açık bir şekilde ifade edilmektedir. 2 Bu bağlamda görüşmelerine 2003 yılında başlanan Avrupa Birliği ve Türkiye arasındaki Geri Kabul Anlaşması’nın Türkiye için 1999’d a AB’ye aday ülke statüsü aldığından Ekim 2005 tarihinde başlayan tam üyelik müzakereleri süreci içinde ilgi çekici bir yanının olmadığını belirleten Av. Orçun Ulusoy, geri kabul anlaşmasının Türkiye ve AB arasındaki pazarlık masasında yerini tekrar almasını zaman içinde AB tam üyelik müzakerelerinin hızını kaybetmesine ve durma noktasına gelmesine bağlıyor. Bu bağlamda Geri Kabul Anlaşması, AB için, sınırlarına yönelik düzensiz göç hareketinde önemli bir transit ülke olan (AB kurumlarına göre AB'ye düzensiz yollardan giriş yapan göçmenlerin yaklaşık yarısı Türkiye-Yunanistan sınırını kullanarak AB'ye ulaşmaktadır) Türkiye ile anlaşmasına, Türkiye için ise vatandaşlarına AB ülkeleri için vize kolaylığı ve sonrasında vize serbestliği sağlanmasına olanak veren bir mekanizma anlamına geliyor. 3 Anlaşmanın kapsamını kabaca AB ülkelerinin sınırları içindeki izinsiz göçmenleri, Türkiye üzerinden gelmişler ise Türkiye’ye geri iade edebilecek olması olarak tanımlarsak Türkiye, Geri Kabul Anlaşması’nı imzalayarak, kendi üzerinden AB ülkelerine yasal olmayan yollardan giren diğer ülke vatandaşlarının Türkiye'ye geri kabulünü taahhüt etmiş oluyor. Ancak şu da unutulmamalıdır ki Türkiye, AB ile Geri Kabul Anlaşması müzakerelerine paralel bir şekilde kaynak ülkelerle geri kabul anlaşmaları görüşmelerini yürütmekte ya da imzalamaktadır. Bu yolla, Geri

Kabul Anlaşması’nın imzalanmasının ardından, AB tarafından Türkiye'ye geri gönderilen göçmenlerin, söz konusu kaynak ülkelerle yapılan ikili anlaşmalar sayesinde, doğrudan bu ülkelere geri 4 gönderilmelerinin yolu açılmaktadır. Dışişleri Bakanlığı verilerine5 göre, Türkiye 2013 yılı itibari ile Bosna-Hersek (2012), Kırgızistan (2003), Moldova (2012), Nijerya (2011), Pakistan (2010), Romanya (2004), Rusya Federasyonu (2011), Suriye (2001), Ukrayna (2005), Yemen (2011) Yunanistan (2001) ile geri kabul düzenlemeleri imzalamıştır. Bu yolla Türkiye, AB tarafından kendisine gönderilen göçmenleri, Türkiye'de tutmadan, doğrudan bu üçüncü ülkelere gönderme yoluna gidebilecektir. Geri Kabul Anlaşması’nın Türkiye’ye kazandıracaklarına bakacak olursak, AB vizesinin 60 Euro’d an 35 Euro’ya ineceğini; 12 yaşından küçük çocuklar, emekliler, engelliler, öğrenciler, gazeteciler, sivil toplum örgütü temsilcileri ve AB’d e yakın akrabası bulunanların vize ücretinden muaf tutulacağını; vize başvurusunda talep edilen belge sayısının azaltılacağını ve işlem süresini azami 10 gün olacak şekilde kısaltacak anlaşma ile işadamları ve tır sürücüleri gibi AB’ye sık sık seyahat eden meslek grupları için uzun dönemli ve çok girişli vizeler verileceğini sayabiliriz. 6 Anlaşmanın yol haritasında pasaportların AB standartlarına uygun olarak hazırlanması (biyometrik pasaport), diğer kimlik kartlarının güvenliğinin sağlanması, sınırlarda yeterli kontrol ve gözetimin sağlanması, uluslararası koruma ve yabancılarla ilgili işlemlerde AB müktesebatına uyum ve etkili uygulamanın gerçekleştirilmesi, örgütlü ve siber suçlarla mücadele edilmesi ve AB ile yakın işbirliği yapılması, yurttaşlar arasında ayrım yapılmaması ve herkesin serbest seyahat hakkından yararlanması gibi önemli unsurlar bulunuyor. 7 Geri Kabul Anlaşması, onay sürecinin tamamlanmasından sonraki 2 ay içinde AB ve Türk vatandaşları için, 3 yıl sonra ise Türkiye'nin GKA'yı imzalamadığı üçüncü ülkelerin vatandaşları için devreye girecek. AB’d en Türkiye’ye iade edilecek düzensiz göçmen sayısına paralel olarak, Türkiye’d e barındırılacakların gözetim merkezlerinin masrafları artacağından, masrafların bir bölümü Katılım Öncesi Yardım Aracı (IPA) vasıtasıyla gerçekleştirilecek projelerle AB tarafından karşılanacak.

51


Vi z esi z Avru pa Süreçte herhangi bir sorun yaşanmazsa, yani anlaşmanın Türkiye tarafı dış göçle ilgili anlaşmanın ve dolayısıyla AB’nin kriterlerini yerine getirir ve ardından gelen ikili diyalog süreci başarı ile sonuçlanırsa, tüm bu sürece tekabül edecek en az 3 senelik bir süreç sonunda Türk vatandaşları için vizesiz Avrupa kapılarının açılması bekleniyor. Ancak Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması’nın tüm AB ülkelerini kapsamadığını vurgulamak gerekir. Bu bağlamda AB ülkelerinden Birleşik Krallık (İngiltere), İrlanda ve Danimarka için farklı prosedürler gerekmektedir. Birleşik Krallık ve İrlanda, AB’nin Özgürlük, Güvenlik ve Adalet Alanı bakımından farklı kurallara tabi olduklarından, AB’nin vize politikası ve geri kabul anlaşmaları bu iki ülkeyi doğrudan/kendiliğinden bağlamamaktadır. Danimarka ise Schengen sistemine koymuş olduğu çekinceler nedeni ile anlaşmanın direk kapsamına girememektedir. Bu durumda, Geri Kabul Anlaşması’nda Türkiye ve Danimarka arasında ayrıca bir geri kabul anlaşması öngörülmektedir. 8

52

Geri Kabul ve Vize Serbestisi anlaşmasına dair çeşitli yorumlar mevcut. En önemli eleştirilerden biri kamuoyunun “geri kabul” boyutundan ziyade “vizesiz Avrupa” yönüne odaklanmış olması. Çünkü her ne kadar GKA Avrupa’nın Türklere vizeyi kaldıracağı tarihi bir dönüm noktası gibi sunulsa da Türkiye’nin mevcut haklarından ödün verdiği gerçeği göz ardı edilmemeli. Aslında, Türkiye ile Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) arasında 1963’te imzalanan Ankara (Ortaklık) Anlaşması'nın gereği olarak Türk vatandaşlarına serbest dolaşım hakkının söz konusu olduğunu söyleyen Sabancı Üniversitesi’nden İstanbul Politikalar Merkezi Araştırmacısı Dr. Seçil Paçacı Elitok, bu yasal hakka rağmen, bugüne kadar çeşitli sebeplerle Türkiye ile AB arasında serbest dolaşımın hayata geçirilemediğini vurguluyor. “Diğer aday ülkelere, hatta aday olmayan ülkelere bile vize serbestisi uygulanırken, Türkiye’nin dışarıda tutulması AB’nin Türkiye’ye karşı adaletli davranmadığını ve çifte standart uyguladığını ortaya koymaktadır,” diyen Dr. Elitok, “Hal böyleyken, Türkiye’nin zaten hakkı olan serbest dolaşım konusunun geri kabul şartına bağlanmış olması, üstelik bunun bir başarı öyküsüymüş gibi kamuoyuna sunulması, konuyu daha içinden çıkılmaz bir hale sokmakta,” diye ekliyor. 9 Bir başka eleştiri olarak AB’nin vize diyalogunda samimi olmadığı ve güven vermediği söylenebilinir.

Anlaşma metninde ve yol haritasında Türkiye’d en beklentiler son derece detaylı ve somutken AB’nin görev ve sorumlulukları oldukça soyut ve belirsiz durumdadır. Sürecin ucunun tamamen açık bırakılması, AB’nin vize serbestisi konusunu önümüzdeki 3-3,5 yıl boyunca Türkiye'nin Geri Kabul Anlaşması'nın hükümlerine uyup uymadığına karar vermesinden sonra başlayacak bir diyalog sürecine bağlaması da AB’nin tavrına ilişkin ipuçlarını yansıtmaktadır. Yine aynı şekilde AB’nin anlaşmayı kendi kamuoyunda göçmenlerden “ucuza kurtulma yolu” olarak paylaşmalarında sakınca görmemesi, Türkiye’nin törene göstermiş olduğu yoğun ve yüksek katılımın AB tarafından gösterilmemesi, Brüksel’in sadece Avrupa Komisyonu’nun İçişlerinden Sorumlu Yetkilisi Cecilia Malström tarafından temsil edilmesi, hatta kendisine genişlemeden sorumlu üye Stefan Füle’nin bile eşlik etmemesi AB’nin yaklaşımına örnek olarak gösterilebilir. Anlaşma için bir diğer önemli eleştiri ise konunun insan hakları boyutunun göz ardı edilmesi. AvrupaAkdeniz İnsan Hakları Ağı (EMHRN) tarafından yakın dönemde yayınlanan bir politika notunda 10 anlaşmanın ve muhtemel uygulamalarının insan hakları açısından üç sorunlu noktası şu şekilde özetlenmektedir: 1) Türkiye tarafından geri kabul edilen, mülteci statüsü ya da “geçici sığınma” statüsü almaya uygun olduğu halde sınır dışı edilmesi ya da keyfi gözaltına maruz kalması olası üçüncü ülke uyruklulara yapılacak muameleye ilişkin temel insan hakları koruma mekanizmalarının eksikliği; 2) yakalanan ve geri kabulle karşı karşıya kalan düzensiz göçmenlere ilişkin muamelenin uluslararası yükümlülüklere aykırı hareketi ve korunma taleplerinin incelemesi hususunda AB üyesi yetkililerine verilen geniş takdir alanı; ve 3) anlaşma taslağının uygulanmasının üzerinde şeffaflık, izleme ve hesap verilebilirlik eksikliği. Türkiye vatandaşlarının vize muafiyeti sürecinin, göçmenlerin kaçtıkları ülkeye geri iade edilmesi anlaşmasıyla paralel yürümesini insani ve ahlaki bulmadığını belirten Mülteci-Der Yönetim Kurulu Başkanı Av. Taner Kılıç sözlerine, “AB birçok ülkeyle geri kabul anlaşması uyguluyor. Bu ülkeleri anlaşmalara ikna edebilmek için de, tabiri caizse, farklı havuçlar uzatıyor. Uzak ülkeler için, bu havuç, vergi muafiyeti gibi ticari avantajlar içeren düzenlemeler olabiliyor. Türkiye içinse uzun süredir arzu edilen bir vize muafiyeti teklif ediliyor,” diye


devam ediyor. Meselenin ciddi bir hukuki ve insani sorumluluğu olduğunun gözden kaçırılmaması gerektiğini de belirten Kılıç, şimdiye kadar yürütülen geri kabul anlaşmalarının uygulamalarının gayri insani yürütüldüğünü vurgulayarak birçok ülkede geri kabul anlaşmasının şartlarını yerine getirmektense, göçmenlerin illegal yollarla sınır dışı edildiğini ifade etti. 11

Anlaşması’nın Türkiye’ye kazandıracaklarına bakıldığında, AB ile Türkiye arasında vizenin tamamen kaldırılmasının söz konusu olmayacağı sonucunu çıkarmak yanlış olmayacaktır; ki bu durum, anlaşmanın Türkiye’ye büyük yükümlülükler getirmesi sonucu ile beraber Türkiye’nin daha önce bir Geri Kabul Anlaşması imzalamamasının en önemli nedenlerinden biri olarak kabul ediliyordu.

Bir başka dikkat çekilen konu ise Geri Kabul Anlaşması’nın Türkiye'nin muhtemel AB tam üyelik sürecini baltalama ihtimalini de gündeme getirmesi. “Her fırsatta imtiyazlı ortaklık gibi alternatif üyelik modellerini gündeme getiren AB, hâlihazırdaki Gümrük Birliği ve Vize Muafiyeti anlaşmalarını dayanak göstererek müzakere sürecinde elini güçlendirebilir,” yorumunda bulunan Dr. Elitok sözlerine, “Bu açıdan bakıldığında, tam üyelik yerine Türkiye’ye malların ve insanların serbest dolaştığı bir modelle yetinmesinin önerilmesi kuvvetle muhtemel,” diye devam ediyor. 12 Aynı şekilde Geri Kabul

Avrupa Parlamentosu (AP) Özgürlükler Komisyonu ise Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması’na ilişkin taslak öneriyi, biri çekimser olmak üzere 7 oya karşı 34 oy ile 23 Şubat’ta kabul etti. AP raportörü Alman parlamenter Renate Sommer, Türkiye üzerinden AB ülkelerine yasa dışı yollarla girdikleri belirlenen üçüncü ülke vatandaşlarının Türkiye'ye iadesine dayanan GKA'nın, AB'ye olduğu kadar Türkiye'ye de fayda sağlayacağını belirterek, "Şimdi sıra anlaşmayı uygulama konusundaki yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmesi gereken Türkiye'de," dedi. 13

53

Refera n sl a r 1 Ulusoy, O., "Geri Kabul Anlaşması, AB ve Türkiye", http://www.multeci.net/index.php?option=com_content&view=article&id=271:gerikabul-anlamas-ab-ve-tuerkiye&catid=47:orcun, (Erişim Tarihi: 7 Mart 2013) 2 Avrupa Birliği Konseyi; Common approach on visa facilitation. 16030/05. para.4 3 Ulusoy, O. (a.g.e.) 4 Ulusoy, O. (a.g.e.) 5 “T.C. Dışişleri Bakanlığı Bilgi Notu: Türkiye’nin Yasadışı Göçle Mücadelesi”, http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-yasadisi-goclemucadelesi-.tr.mfa, (Erişim Tarihi: 7 Mart 2013) 6 AB Haber, (Aralık, 2013), “Vizesiz AB: Geri Kabul Anlaşması ne kazandıracak?”, http://www.abhaber.com/index.php?option=com_content&view=article&id=54201:vizesiz-ab-geri-kabul-anla%C5%9Fmas%C4%B1-nekazand%C4%B1racak&catid=218:haberler&Itemid=83 , (Erişim Tarihi: 8 Mart 2013) 7 Demirtaş, S., (Aralık,2013), "Türkiye-AB vize protokolü: 30 yıllık hayal gerçek mi oluyor?", http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/12/131216_serkandemirtas_ab_turkiye.shtml, (Erişim Tarihi: 8 Mart 2013) 8 (Aralık,2013), "AB'ye vizesiz seyahat ne zaman başlayacak, işte bilinmeyenler", http://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/115293.aspx, (Erişim Tarihi: 8 Mart 2013) 9 Elitok, S. P., (Ocak, 2014), "Vizesiz Avrupa' için imzalanan anlaşma geri kabul mü, geri adım mı?", http://t24.com.tr/haber/gerikabul-mu-geri-adim-mi/247989, (Erişim Tarihi: 8 Mart 2013) 10 (Haziran, 2013), “EMHRN (The Euro-Mediterranean Human Rights Network -Avrupa-Akdeniz İnsan Hakları Ağı): AB – Türkiye Geri Kabul Anlaşması: Göçmenlerin, Mültecilerin ve Sığınmacıların Hakları Güvende mi?”, http://www.euromedrights.org/eng/2013/06/20/an-eu-turkey-readmission-agreement-undermining-the-rights-of-migrants-refugees-andasylum-seekers/, (Erişim Tarihi: 8 Mart 2013) 11 Tahaoğlu, Ç., (Aralık, 2013), "Mültecilerin Gözyaşı Pahasına, Vizesiz Avrupa", http://www.bianet.org/bianet/toplum/152097multecilerin-gozyasi-pahasina-vizesiz-avrupa, (Erişim Tarihi: 7 Mart 2013) 12 Elitok, S. P. (a.g.e.) 13 (Ocak, 2014), "AP, Geri Kabul Anlaşması'nı kabul etti", http://www.cnnturk.com/haber/dunya/ap-geri-kabul-anlasmasini-kabul-etti, (Erişim Tarihi: 7 Mart 2013)


Bosna Hersek'te iki aydır maaşlarını alamayan memurların Tuzla'da başlattığı eylemler sonraki üç gün içinde bütün ülkeye yayılmış ve cumhurbaşkanlığı binasının yakılmasına kadar varan ağır sonuçlar doğurmuştu. Geçen üç hafta içinde dört kanton başbakanı ve her yönetim kademesinden birçok bürokratın istifasına yol açan eylemler hala devam ediyor. Kimilerince 'Bosna baharı' olarak nitelenen eylemler on iki yıllık bir darboğazın yarattığı bir patlama niteliğinde.

54

Üç yıl süren bir iç savaşın ardından 21 Kasım 1995 Dayton Anlaşması ile kurulan Bosna Hersek Devleti, izleyen yıllarda savaşın yarattığı yıkımla mücadele etmiştir. Savaş öncesi Eski Yugoslavya'nın bir parçası olan Bosna Hersek, altyapı açısından mükemmele yakın denecek nitelikteydi. Savaşın bitiminde sergilenen manzara ise gerçekten korkunç denilebilecek boyutlardaydı. 1 Savaş sırasında Saraybosna'da bulunan sanayi tesislerinin tamamı ile ülke genelindeki sanayi tesislerinin %65'i tamamen ya da kısmen tahrip olmuştu. 2 Okullar, tarım arazileri ve hastanelerde büyük hasarlar oluşmuştu. Ayrıca yüz bin insan hayatını kaybetmiş ve iki milyondan fazla insan göçmen durumuna düşmüştü. Bütün bu yıkım genç Bosna Hersek Devleti'nin acil dış yardımlara muhtaç hale gelmesine ve ekonomik dönüşümde geride kalmasına yol açmıştır. Savaş sonrası ABD ve AB'nin önerileriyle kurulan karmaşık siyasi yapı ise ülke ekonomisinin içinde bulunduğu zor durumu düzeltebilecek bir yapıya sahip olamamıştır. Kısaca açıklamak gerekirse, Bosna Hersek Devleti'nin her etnik gruptan bir cumhurbaşkanının bulunduğu bir Cumhurbaşkanlığı Konseyi, yine etnik gruplara göre dağıtılmış bakanlıklardan oluşan bir Bakanlar Kurulu ve aynı şekilde oluşturulmuş iki kanatlı bir parlamentosu vardır. 3 Ancak ülke Dayton Anlaşması uyarınca iki entiteden oluştuğu için her ikisinin de kendi cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu ve parlamentosu ile entitelerden Bosna Hersek Federasyonu'nun kendi içinde on kantonu ve bu kantonların da kendi başkan ve meclisleri vardır. 4 Bütün bu yapının üzerinde bir de Dayton Anlaşması'nın uygulanmasını denetleyen bir Yüksek Temsilcilik bulunmaktadır. Ancak bu temsilcilik kanun dayatabilme ve yöneticileri görevden alabilme gibi çok güçlü yetkilere sahiptir. 5 Amacı etnik gruplar arasında bir denge kurmak olan ve aşırı kontrol altındaki bu yapı, Bosna Hersek'te karar alma mekanizmalarını işlemez hale getirmiştir. Bu durumun Bosna Hersek ekonomisine etkileri birkaç başlık olarak ele alınabilir.

Öncelikle Bosna Hersek Devleti ülkedeki genel ekonomik dönüşüm için tedbirler almakta yetersiz kalmıştır, çünkü bu siyasi yapıda karar alıp uygulamak üç cumhurbaşkanının da kesin onayına bağlıdır ve çoğu zaman bunlar arasında bir fikir bütünlüğü sağlamak mümkün olmamıştır. Bunun en belirgin sonucu olarak Bosna Hersek Dünya Bankası tarafından geçiş ekonomileri listesine ancak 2002 yılında alınmıştır. İkinci olarak ülkenin iki entiteli yapısı ekonomik dönüşüm için gerekli dış yatırımlar için sorun yaratmaktadır. Bunun sebebi Bosna Hersek Devleti'nin gümrük için Harmonize Sistemi benimsemiş ve gümrüğü %0 ile %10 arasında sınırlamış olmasına karşın; örneğin, Bosna Hersek Federasyonu'nun, “federasyon vergisi” adı altında %11 oranında eş etkili bir vergi almasıdır. 6 Böylece Bosna Hersek yatırımcı için cazip bir ülke olamamıştır. Son olarak siyasi yapının çok kademeli bürokrasisi düzgün işlemeyen mekanizma içinde zamanla yozlaşmış, rüşvet ve yolsuzluk yaygın hale gelmiştir. Bunun en çarpıcı örneği Bosna Hersek Federesyonu Cumhurbaşkanı Zivko Budimir'in 26 Nisan 2013'te yolsuzluk iddialarıyla tutuklanmasıdır. 7 Budimir kısa süre sonra delil yetersizliğinden serbest kalsa da yaygın rüşvet ve yolsuzluk iddiaları kamuya memur alımları, AB'den gelen yardımların dağıtımı ve özelleştirmeler gibi önemli alanları kapsamaktadır. Peki, bu şartlar altında Bosna Hersek'te devam eden sürecin temel sebebi nedir ve olası çözümler nelerdir? Prof. Dr. Mustafa Türkeş, Bosna Hersek'in içinde bulunduğu durum için “bir devlet düşünün ki bu devletin bütün kurumları ABD ve AB'nin telkinleri, zorlamaları ve 'yol göstericiliği' ile oluşturulsun ve bu devlet aygıtı yine ABD ve AB'nin yarattığı yapısal sorunlardan dolayı çalışamaz durumda olsun ve son tahlilde suçlanan yine bu devlette yaşayan halklar olsun,” diyerek sorunlu siyasi sistemi son sürecin temel sebebi olarak görüyor. 8 Öte yandan Prof. Dr. İlhan Uzgel ise “sorunun temelinde siyasi ve idari sistemin niteliğinden çok, taraflar açısından bunun işlemesine ilişkin bir iradenin bulunup bulunmaması yatıyor” görüşünde ve bu irade olmadan ülkenin hangi siyasi sistemle yönetildiğinin bir önemi olmadığını belirtiyor. 9 İlhan Uzgel'in sorunun temelinde etnik gruplar arasında idari sistemi işletmek için bir irade olmadığı tezi, sürecin hemen başında Bosna Hersek içindeki Sırpları ve Hırvatları temsil eden siyasi aktörlerin takındıkları tavırla destekleniyor. Zira 10 Şubat'ta Bosna Hersek Sırp Cumhuriyeti Başkanı Milorad Dodik ve Bosna Sırp Demokrat Partisi Genel Başkanı Mladen Bosiç, Sırbistan Başbakan Yardımcısı Aleksandar Vuçiç tarafından Belgrad'a davet edilmiş ve ülkede süregelen bir iç


meseleye Sırbistan'ın doğrudan müdahil olduğu görülmüştü. Üstelik Başkan Dodik büyük bir rahatlıkla “Bosna Hersek bu krizi aşamaz, bölünmeye doğru kayıyor. Büyük bir Yugoslavya bile hayatta kalmayı başaramamışken 'küçük Yuguslavya' bunu nasıl başarsın,” diyebilmişti. 10 Ayrıca ülkede Sırp Cumhuriyeti'ni Bosna Hersek Federasyonu'ndan 'işleyen' taraf olarak tanımlayarak ayırmıştı. Benzer bir görüşme de Hırvatistan Başbakanı Zoran Milanoviç ile Bosna Hersek'in Hırvat Başbakanı Vyekoslov Bevanda arasında Bosna Hersek Federasyonu kantonlarından Mostar'da olmuş ve Hırvat Başbakanı bu ziyaretini Bosna Hersek Cumhurbaşkanlığı Konseyi'ne bile bildirme ihtiyacı hissetmemişti. 11 Bütün bunlar Bosna Hersek'te etnik grupların birbirlerine hiç güvenmediğini ve sistemi sürdürme iradeleri olmadığını kanıtlıyor; ancak tam da burada Mustafa Türkeş'in tezine geri dönmek gerekiyor. Eğer Bosna Hersek Devleti kuruluş sürecinin başından beri ABD ve AB'nin zorlama ve dayatmalarının sonucu olarak ortaya çıkmış bir yapı ise bu yapının zorlanmış elemanlarından bu sistemi işletme iradesi nasıl beklenebilir? Unutulmamalıdır ki Bosna Hersek Devleti'ni vücuda getiren bu etnik gruplar hala çok yakın bir geçmişte birbirlerinin yol açtıkları büyük acıları hatırlamakta ve bunların izlerini silmeye çalışmaktadırlar. Bu durumun en doğal sonucu karşılıklı büyük bir güvensizliktir. Buna rağmen Bosna Hersek halkları birbirinden bağımsız yaşayamamış ve savaşı bitiren uluslararası güçler tarafından birlikte yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Bu, İkinci Dünya Savaşı'nın ardından Yahudileri Almanlar ile aynı ülkede yaşamaya zorlamak gibi bir şeydir. Özetlemek gerekirse, tarafların mevcut sistemi işletmek için istekli olmadıkları tezi haklıdır; ancak bugün Bosna halkına isyan bayrağını çektiren sorunun asıl sebebi zaten hiç bu sistemin içinde olmak istememiş olan halkalara bunun dayatılmış olması ve dayatılan sistemin de hiçbir soruna çözüm getirmeyerek gelinen noktada tamamen tıkanmış olmasıdır. Peki, Bosna Hersek'te bu süreç nasıl atlatılabilir, çözüm nedir? Protestoların başlamasından hemen sonra çözüm için de çeşitli öneriler getirilmeye başlandı. Bosnalı

siyasilerin ilk önerisi elbette seçimler oldu ki istifa eden dört kanton başbakanı olması bunu zaten kaçınılmaz kılıyor. Ancak ülke iki aydır memurlarına maaşlarını ödeyemeyecek bir halde ve böyle bir dar boğazdan sadece kanton yönetimindeki isimleri değiştirerek kurtulması mümkün değil. Zira federasyon veya devlet düzeyinde başkan veya cumhurbaşkanlarından henüz istifa haberleri gelmedi. Üstelik süreç boyunca Hırvat ve Sırplar, sokak eylemlerine hiç katılmadı, bu da devlet düzeyinde çözüm için önemli kararlar alınmasını engelliyor. İlhan Uzgel burada eğer ülkedeki Sırplar ve Hırvatlar da Boşnaklara benzer şekilde ekonomik sorunların giderilmesi için harekete geçerse sürecin ilerleyeceğini söylüyor. 12 Ancak 18 Şubat'ta AB Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Stefan Füle ile üç etnik grubun temsilcileri çözüm için bir araya gelmeden önce Sırp Cumhuriyeti Başkanı Milorad Dodik'in sarf ettiği “tıpkı bu ülke bir hiç olduğu gibi, bu toplantıdan da bir hiç bekliyorum. Ayrıca, ben kendimi Bosna Hersekli bir siyasi olarak da görmüyorum. Bu nedenle Bosna Hersek politikası da beni alakadar etmiyor,'' 13 şeklindeki sözler ise yoruma gerek bırakmayacak kadar açık ve Sırpların gündeminin bu meseleden çok uzakta olduğunu ortaya koyuyor. Öte yandan Füle'nin getirdiği Bosna Hersek'in AB üyelik sürecini harekete geçirmesi önerisi ise somut fiili duruma hızlı bir çözüm getirmekten çok uzak. Üstelik Bosna'ya çok da uzak olmayan Yunanistan, AB üyesi olmanın ekonomik çöküşü durduracak bir kesin çözüm olmadığının canlı örneği olarak durmakta. Bütün bu soyut önerilerin ötesinde gerçek bir çözüm ise ancak Bosna Hersek içinde yaşayan halklar gerçek anlamda bağımsız ve sahiplenebildikleri bir devlete kavuştuklarında olacak gibi durmaktadır. Çünkü mevcut durumda birbirine güvenmeyen ve birbirini umursamayan bir halklar bütünü ve sürekli AB gözetimi altında yardıma muhtaç bir halde olan ülke ne fikir birliğinden doğan bir dönüşümü başlatabilir ne de bu dönüşümü kendisi yönlendirebilir. Bu sebeple dönüşüm en temelden, Dayton Anlaşması ile oluşan bozuk sistemin onarılmasından başlamalıdır. Bu onarımın nasıl başlayacağı ise cevabı çok zor bir sorudur.

Refera n sl a r 1. Orhan,Y. ve İçten,O., (1999), Bosna Hersek Ülke Raporu, (s.40), Ankara:TİKA 2.Orhan,Y. ve İçten,O., a.g.e, s.32 3. a.g.e, s.11 4. a.g.e, ss.12-13 5. AljazeeraTurk,''Ülke Profili: Bosna Hersek''(01.03.2014).http://www.aljazeera.com.tr/ulke-profili/ulke-profili-bosna-hersek (Erişim Tarihi: 07.03.2014) 6. a,g,e, s.71 7. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2013/04/130428_bosnak-hirvak_gozalti.shtml, (Erişim Tarihi: 07.03.2014) 8. Mustafa Türkeş,''Bosna Hersek'te Gösterileri Okumak”, (11.02.2014), http://aljazeera.com.tr/gorus/bosna-hersekte-gosterileri-okumak, (Erişim Tarihi: 05.03.2014) 9. İlhan Uzgel, ''Bosna'da Yeni Dönemin Başlangıcı”, (24.02.2014), http://aljazeera.com.tr/gorus/bosnada-yeni-donemin-baslangici (Erişim Tarihi: 05.03.2014) 10. http://www.aljazeera.com.tr/haber/sirbistan-ve-hirvatistan-bosnaya-odaklandi (Erişim Tarihi: 05.03.2014) 11. http://www.aljazeera.com.tr/haber/sirbistan-ve-hirvatistan-bosnaya-odaklandi, (Erişim Tarihi: 05.03.2014) 12. Uzgel, İ., a.g.e. 13. http://www.aljazeera.com.tr/haber/stefan-fule-bosna-hersekte, (Erişim Tarihi: 07.03.2014)

55


Türkiye’d e de mevcut yasalarda bir değişiklik olmazsa 2014 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi, 2013 yılında Ermenistan’d a uygulandı. Ermenistan 2013 seçimlerindeki aynı durumun yakın zamanda ülkemizde de gerçekleşeceğini aklımızda bulundurarak incelememiz ve yorumlamamız bize bu konuda küçük de olsa tecrübe ve çıkarım yapma imkânı verecektir. Bu yüzden yazıma Türkiye ile giriş yapmak istedim.

56

Ermenistan seçimlerini incelerken öncelikle mevcut siyasi durumu ve adayları bilmemiz, seçimleri ve seçim sırasındaki olayları anlamamızı kolaylaştıracaktır. Ülke başkanlık sistemine yakın bir cumhuriyet yönetimiyle idare edilmektedir. Cumhurbaşkanı, Ulusal Meclis Üyeleri, Yerel Yönetimler seçimle iş başına gelmekte, Başbakan ve Bakanlar Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Ermenistan’d a yasama organı Ulusal Meclis’tir. Son genel seçimler 6 Mayıs 2012 tarihinde gerçekleştirilmiştir. Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın liderliğini yaptığı Ermenistan Cumhuriyet Partisi (ECP) çoğunluk sisteminin geçerli olduğu 41 bölgenin 28’inde milletvekili çıkartmış, Tigran Sarkisyan tekrar başbakan olarak atanmıştır. Koalisyon Hükümeti’ni oluşturan ve Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ı destekleyen partiler, normalleşme yönünde izlenen siyasete destek verirken, önceki Cumhurbaşkanı Levon Ter Petrosyan’ın başını çektiği muhalefet partileri, Sarkisyan’ın izlediği siyaseti değişik açılardan ve değişen tonlarda eleştirmektedirler. Ermenistan’d a Cumhurbaşkanı eşit ve gizli oyla yapılan genel seçimle 5 yıllık bir süre için halk tarafından seçilmektedir. Anayasa uyarınca bir kişi birbirini izleyen iki dönemden daha fazla Cumhurbaşkanlığı görevinde bulunamamaktadır. 1 Seçimdeki adaylara bakarsak şu an 14. yılında siyasi görevinde olan Tigran Sarkisyan seçimlerden önce de en güçlü aday konumunda bulunuyordu. Sarkisyan 1977-1978 yıllarında Yorevan Teknik Koleji’nden mezun oldu ve 19781980 yılları arasında Milli Ekonomi Enstitüsü’nde Planlama ve Ekonomi bölümünde lisans eğitimini tamamladı. 1983 yılından 1997 yılına kadar hukuk, banka müdürlüğü gibi alanlarda görev yaptı. Ayrıca yirmiden fazla yayınlanmış bilimsel makalesi bulunmakta ve Devlet Ekonomi Üniversitesi’nden onursal diploma sahibidir. 2 Tü rki ye i l e i l i şki l er Çek Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Milos Zeman ile birlikte düzenlediği basın toplantısında konuşan Sarkisyan, “Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği, Avrupa Birliği üyesi ülkelerin meselesi, biz Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyeliğini, Ermenistanın sınırlarının açılması olarak görüyoruz,” demişti. Ayrıca “Ermenistan ve Türkiye’nin ön

koşul olmadan ilişkileri yeniden kurması gerektiğine inanıyoruz,” değerlendirmesinde bulundu. 3 Bir başka konuşmasında Sarkisyan, ülkesinin Türkiye ile ilişkilerinin normalleşme sürecinden çıkmadığını, ancak askıya alındığını söyledi. Sarkisyan, Türkiye’nin ön şartlar koştuğunu ve makul süreyi aştığını savundu. Dünyaya Eylül 2008’d e Ermenistan-Türkiye takımlarının arasında oynanan futbol maçıyla başlayan sürecin bu aşamada sonlandığını duyururken, Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e, “Bu dönem boyunca gösterdiği siyasi doğruluk ve aramızda gelişen olumlu ilişki için teşekkür ederim,” dedi. 4 Sarkisyan’ın yukarıdaki bu demeçleri, Cumhurbaşkanı seçildiğinde Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin kötüden normale doğru gitmesiyle doğru orantılı olabilir ve ikinci döneminin başında diyebileceğimiz Ermeni Cumhurbaşkanı görev süresi göz önüne alındığında, Türkiye-Ermenistan ilişkileri için olumlu gelişmeler vadedebilir. Ancak diğer yandan Sarkisyan 2011 yılındaki bir konuşmasında, bir öğrencinin batı topraklarımızı Ağrı dağıyla birlikte geri alabilecek miyiz sorusuna yanıt olarak, “Bu sizin neslinize bağlı, mesela benim neslim üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi. 90'lı yıllarda vatanımızın parçası Artsah'ı (Karabağ bölgesini) düşmanın elinden kurtardık. Her neslin bir görevi vardır. Sizin de ileride bizim gibi görevinizi yerine getirip getirmeyeceğiniz birlik ve beraberliğinize bağlıdır. Biz Ermeni ulusu her zaman Anka kuşu gibi küllerden dirilmeyi başarmışızdır. Ama şunu da söylemem gerek. Günümüz dünyasında ülkelerin itibarı yüzölçümüyle ölçülmüyor. Ermenistan modern, güvenli ve ekonomide başarılı ülke olursa itibarı da o denli yüksek olacaktır," şeklinde konuştu. 5 Türkiye’nin Azerbaycan ve Ermenistan sorununa yaklaşımını da göz önünde bulundurarak Sarkisyan’ın yukarıda çelişkili demeçlerinden iki ülke arasındaki ilişkilerin gidişatını tahmin etmek kolay değil. Ancak genel olarak Sarkisyan’ın Ermenistan’ın önceki cumhurbaşkanlarıyla kıyaslandığında Türkiye’ye karşı biraz daha ılımlı göründüğünü söylemek mümkün. Ayrıca Sarkisyan’ın yukarıdaki demeçlerinden ve Türkiye’ye karşı tutumundan bağımsız olarak yakın zamanda TürkiyeErmenistan ilişkilerinde hareketlilik beklenmemelidir. Bunun nedeni Ermenistan ve Sarkisyan değil, Türkiye’nin iç ve dış siyasetteki yoğunluğudur. Öncelikle Türkiye’d e iktidarın Ermenistan’la diyalog kurma zamanı yoktur. S e ç i m Ö n ce s i Seçimler öncesi Ermenistan’d a siyasi durum pek hareketli


değildi. Bu duruma sebep olarak birkaç olayı gösterebiliriz. İlk olarak mevcut Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın diğer adaylara göre açık ara önde görünmesi seçimlere ilgiyi azalttı. Bu duruma ek olarak 2012 yılının Mayıs ayında yapılan parlemento seçimlerinde tek başına iktidara gelen Ermenistan Cumhuriyet Partisi Hükümeti kurmuş ve devlet başkanlığı seçimleri öncesi konumunu güçlendirmesi de seçimlerde sürpriz olma ihtimalini azaltıyordu. Son olarak seçimlere az bir süre kala Sarkisyan’a en ciddi rakip olarak görülen Garik Corukyan’ın devlet başkanlığı seçimlerine katılmayacağını belirtmesi ülkede seçim havasını biraz daha azalttı. Ermenistan merkez seçim komisyonunun verdiği bilgilere göre, seçimlerin yapılması için ülke genelinde 41 seçim merkezi ve 1988 seçim dairesi faaliyet göstermektedir. Seçimlerde toplam 2.507.960 Ermenistan vatandaşı seçim hakkından yararlanacaktı. Ancak ülke nüfusunun yaklaşık sadece %60’ı seçimlerde oy kullandı. Seçim propagandaları 21 Ocak’tan başlayarak 16 Şubat tarihine kadar devam edecekti. 6 Ermenistan merkez seçim komisyonunun verdiği bilgilere göre devlet başkanlığı seçimlerinde toplam sekiz aday; Devlet Başkanı Serj Sarkisyan, Raffi Hovannisian (Miras Partisinin lideri), Hrant Bagratyan (Hürriyet Partisinin lideri ve eski Başbakanı), Paryur Ayrikyan (Ulusun Kaderini Tayin Etme Birliği Başkanı), Aram Melikyan, Vardan Sedrakyan (mifolog), Andreas Gukasyon (politik analist), Aran Arutyunyan (Milli Anlaşma Partisinin lideri) katılacaktır. Bu adaylar arasında Raffi Hovannisian seçim vaadi olarak “Yeni Ermenistan’ı İlan Edeceğiz” sloganını kullandı. Ayrıca Hovhannisyan konuşmasında "9 Nisan saat 11:00’d e Yeni Ermenistan’ın ilanı başlıyor; bu benim insiyatifim değil, aksine bizim birlikte 18 Şubat’ta ifade ettiğimiz yurdun geleceğidir. O zaman hepimiz, uğrunda irademizi ifade ettiğimizi, artık kimsenin bizden alamayacağı kararını aldık." dedi. 7 Bunlarla birlikte Amerika doğumlu olan Raffi Hovannasian’ın Ermenistan’d a ilk yabancı uyruklu bakan ünvanına sahip olması dikkat çekiyor. Bu durumda bize Ermenistan’d a seçilme hakkının verilmesinde birçok ülkede olan vatandaşlık şartının aranmadığını gösteriyor. Dİğer bir aday olan Andrias Ghukasyon seçimlerin güvenilir olmadığını seçimler başlamadan gündeme getirdi ve slogan olarak “Stop Fake Elections (Sahte Seçimlere Katılma)” ifadesini seçmişti. 8 Seçim öncesinde Ermenistan’ın genel durumuna baktığımızda temel sorun olarak işsizliği görüyoruz. Ayrıca genç nüfusun Rusya’ya göç etmesi bu bilgiyi destekler nitelikte. Seçimlerdeki “Yeni Ermenistan’ı İlan Edeceğiz, Ermenistan İleri” gibi sloganların ülke ekonomisine gönderme yaptığı söylenebilir. Bu nedenle seçimleri kazanacak olan aday ilk olarak bu soruna çözüm arayacak.

Bununla birlikte yukarıda bahsedilen ErmenistanAzerbaycan dış politikası yaklaşık 20 yıldır devam eden ve çözüm aranan sorunlardan birisi olacak. Ancak hepsinden önemlisi olarak gördüğüm bir başka sorun da, seçimler öncesinde adaylardan biri olan Hahrikyan’a düzenlenen suikasttı. Emniyet görevlileri, Ermenistan'ın başkenti Erivan'da saat 23.45'te gerçekleştiği belirtilen silahlı saldırıda omzundan vurulan Hahrikyan'ın hastaneye kaldırıldığını ve durumunun ağır olmadığını açıkladı. Hayrikyan’a düzenlenen suikastın aydınlatılacağını belirten Başbakan Tigran Sarkisyan, Hayrikyan’a düzenlenen suikastın ülke bütünlüğüne yönelik olduğunu dile getirdi ve sorumluların bulunması için tüm güvenlik görevlilerinin çalıştığını söyledi. Konuyla ilgili Erivan Emniyet Müdürü Nerses Nazaryan geniş çaplı soruşturma başlattı. 9 S eçi m S on ra sı Seçim sonuçlarının belli olup mevcut Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın tekrar seçilmesinden sonra ülkede seçimler öncesi durgunluğun aksine, seçim sonuçları gündeme oturdu. Bunun nedeni beklenenin olup Sarkisyan’ın seçilmesi değil, duymaya alışık olduğumuz oyların yanlış sayıldığı iddiasının ortaya atılmasıydı. Eski cumhurbaşkanı adayı ve Miras Partisi lideri Raffi Hovhannisyan dünden itibaren Özgürlük Meydanında açlık grevi ilan etti. Hovhannisyan, "Sn. Sarkisyan yurt ve halk için, kendi torunları, benim çocuklarım için görevden çekilmedikçe, Özgürlük Meydanında kalacağım ve bir şey yemeyeceğim" açıklamasında bulundu. 10 Hovhannisyan’ın ve diğer birkaç adayın Merkez Seçim Komitesini Anayasa Mahkemesine vermesiyle halkın ülkede şeffaflık üzerine olan inançları büyük ölçüde zayıfladı. Seçim öncesinde seçimlere çok ilgi göstermeyen halkın seçim sonrasında iki görüşte ayrıldığını gözlemlemek mümkün. İlk görüş grev yapan Hovhannisyan’ın haklı olduğunu düşünen ve bunu bir milli dava olarak görenlerin oluşturduğu grup. Diğer görüş ise siyasetle ilgilenmek istemeyenlerin seçim sonuçlarındaki iddialar için “işte bu yüzden ilgilenmiyoruz” şeklinde yorumlayabileceğimiz tavrı alanların oluşturduğu gruptu. Seçimlerden sonraki diğer bir önemli olay ise bir grup sivil aktivistin ABD’nin Erivan Büyükelçiliği önünde ABD başkanı Barack Obama tarafından Serj Sarkisyan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesi vesilesiyle kutlanmasını protesto eden bir eylem gerçekleştirmesiydi. 11 Bu protestoyu düzenleyen kitlenin yukarıda bahsettiğimiz birinci gruba dâhil olduğunu düşündüğümüzde, protestocuların ABD’ye verdiği mesajı “Obama kimi kutlaması gerektiğini halka sormalı” olarak yorumlayabiliriz. Son u ç Seçimleri Sarkisyan’ın kazanması Ermenistan’d a statükonun devam edeceğini gösterir. Bununla birlikte ülkede ekonomi ve dış politika alanında en azından kısa vadede değişiklik

57


beklenmediğini söyleyebiliriz. Diğer bir açıdan baktığımızda halkın seçim sonuçlarına karşı tepkisi seçimi kaybeden adayların sergilediği ciddi seçim eleştirileri ve 14. yılında siyasi görevinde, 2. kez Cumhurbaşkanlığı ünvanını alan Sarkisyan döneminde ülke ekonomisinin hiç büyüme göstermemesi ve artan işsizlik ülkeyi iyi günlerin beklemediğine işaret edebilir.

olsa her seçimde daha net anlaşılıyor. Örnek olarak yukarıdaki ABD Erivan elçiliği önünde eylem yapılmasının ülkemizde de duymaya pek yabancı olmadığımız “bunlar Amerika’nın oyunları” tabiriyle parallel olduğu anlaşılabilir. Bu durum, Amerika’nın sahip olduğu diplomatik ve teknolojik hegemonyanın diğer ülkeler tarafında bu gibi örneklerle tehdit olarak hissedildiğini gösteriyor.

Yukarıdaki bilgilerden anladığımız kadarıyla Ermenistan 2013 seçimleri ülke tarihinde çok iyi bir şekilde hatırlanmayacak. Bu durum dünyanın diğer bölgelerindeki seçim yöntemleri ve şekillerini düşünerek yorumlandığında sadece Ermenistan yerelinde bir durum olmadığı anlaşılıyor. Nüfus artışı, teknolojinin ilerlemesi, küreselleşme, milliyetçilik duygularının zayıflaması (birden fazla ülke vatandaşlığında artış) gibi faktörlerin seçimlerin yürütülmesinde bir zorluk oluşturduğu, ülkeler farklı da

Yönetimlerin, dolayısıyla, seçimlerinde zorlaşmasına çözüm olabilecek ilk ve en önemli konu ülkelerdeki kuvvetler ayrılığının (diğer adıyla yasama, yürütme, yargının) etkin bir şekilde çalışması ve bu kuvvetler arasında otokontrolün sağlanmasıyla mümkündür. Bu güçler doğru şekilde işlediğinde siyasete, dolayısıyla seçimlere olan güven ve katılım artacaktır. Bu durumda demokrasinin gerçek anlamda uygulanabilmesi mümkün olacaktır.

58

Refera n sl a r 1. "Ermenistan'ın Siyasi Görünümü", http://www.mfa.gov.tr/ermenistan-siyasi-gorunumu.tr.mfa (Erişim Tarih: 03.03.2014) 2. "Biography", http://www.gov.am/en/prime-minister/ (Erişim Tarihi: 03.03.2014) 3. "Sarkisyan Türkiye ile ilişkilerin yeniden kurulması gerektiğini söyledi", http://dunya.bugun.com.tr/sarkisyandan-turkiye-mesajihaberi/953934 (Erişim Tarihi: 03.03.2014) 4. "Sarkisyan: Protokol Sürecinden Çıkmadık, Askıya Aldık", (Nisan 2010), http://www.bianet.org/biamag/dunya/121497sarkisyanprotokol-surecinden- c%C4%B1kmad%C4%B1k-askiya-aldik (Erişim Tarihi: 03.03.2014) 5. "Sarkisyan'dan şok sözler", (Temmuz, 2011), http://www.sabah.com.tr/Dunya/2011/07/26/sarkisyandan-sok-sozler-377261850058 (Erişim Tarihi: 03.03.2014) 6. Dr. Hatem Cabbarlı, "Ermenistan Devlet Başkanlığı Seçimlerine Hazırlanıyor", (Ocak, 2013), http://www.1news.com.tr/yazarlar/20130126014613684.html (Erişim Tarihi: 03.03.2014) 7. "Raffi Hovhannisyan: 9 Nisan saat 11:00’d e Yeni Ermenistan’ı ilan edeceğiz", (Nisan, 2013), http://news.am/tur/news/147123.html (Erişim Tarih: 05.03.2014) 8. "Andrias Ghukasyan da Anayasa Mahkemesine başvurdu", (Mart, 2013), http://news.am/tur/news/142964.html (Erişim Tarihi: 05.03.2014) 9. "Ermenistan'da Cumhurbaşkanı adayına suikast" http://www.aksam.com.tr/guncel/ermenistanda-cumhurbaskani-adayinasuikast/haber-163412 (Erişim Tarihi: 05.03.2014) 10. "Raffi Hovhannisyan: Bu açlık grevi diğerlerinden farklı", (Mart 2013), http://news.am/tur/news/143851.html (Erişim Tarihi: 05.03.2014) 11. "ABD Büyükelçiliği önünde protesto eylemi", (Mart 2013), http://news.am/tur/news/142949.html (Erişim Tarihi: 05.03.2014)


22. Kış Olimpiyatları 7-23 Şubat 2014 tarihleri arasında Rusya’nın Soçi şehrinde düzenlendi. 4 Temmuz 2007'de Guatemala’d a toplanan Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC); Pyeongchang (Güney Kore), Salzburg (Avusturya) ve Soçi'nin bulunduğu aday şehirlerden Soçi'yi seçti. 2014 Kış Paralimpik Oyunları da 7 Mart–16 Mart arasında Soçi'de düzenlenecek. 1 Böylece Rusya, Sovyetler Birliği dönemindeki 1980 Moskova yaz olimpiyatlarından sonra ilk defa bir kış olimpiyatına ev sahipliği yapmış oldu. Oyunlar, Soçi’nin aday şehir olarak seçilmesinden organizasyonun sonuna kadar sıkça eleştirildi, dünyanın çeşitli yerlerinde protestolar yapıldı, Rus hükümetine tepkiler uzun süre devam etti. Bütün bu eleştirileri ve nedenlerini dikkatle incelemek gerekir. Rus hükümetine karşı yapılan eleştirileri kategorize edecek olursak; öncelikle Çerkezlerin oyunların Soçi’d e yapılmasına karşı tepkileri, çevreci örgütlerin bölgenin el değmemiş doğasının tahrip edilmesine karşı tepkileri, bazı sporcuların ve kesimlerin Rus hükümetinin eşcinsellik karşıtı yasalarına tepkileri ve organizasyondaki, tesislerdeki eksiklikler diyebiliriz. Tabi ki bunların en önemli ve kapsamlı olanı yakın tarihin kabuk bağlamamış yaralarından biri olan büyük Çerkez sürgünüdür ki Çerkez örgütlerinin bu kadar tepki göstermesinin nedenini anlamak için 1800’lü yıllardaki Rus-Çerkez ilişkilerini incelemek gerekir.

binlerin gemilerle Varna, Samsun, Sinop, Trabzon gibi Osmanlı liman kentlerine nakledilmesi, oradan da Osmanlı topraklarına (Anadolu’ya, Ortadoğu’ya ve Balkanlara) dağıtılması ile sonuçlandı. On binlerce kişi yollarda açlıktan, hastalıktan ve soğuktan can verdi. 2 Bu koşullar göz önünde bulundurulduğunda büyük sürgünün 150. yılında katliam derecesinde bir sürgüne mecbur bırakılmış Çerkezlerin atalarının mezarları üzerinde olimpiyat istememesi anlaşılabilir.

Çerkesya ’d a Bi r Ş eh i r: S oçi 18-19. yüzyıla baktığımızda Rusya’nın yayılmacı ve saldırgan bir politika izlediğini görürüz. Bu dönemde Osmanlı’yla sürekli savaş halinde olduğundan, Rusların ‘sıcak denizlere inme’, ‘bütün Slavları tek çatı altında toplama’ gibi politikalarını belki 100 defa duymuşuzdur derslerde. Ama Rusların Kafkasları tamamıyla ele geçirme arzuları yüzünden Kafkasya’nın yerli halklarının nasıl zorluklarla karşılaştığından çoğumuz bihaberdik. Uzun yıllar süren kanlı Rus-Kafkas Savaşı 21 Mayıs 1864’d e, Soçi yakınlarında Kbaada vadisinde (şimdiki adıyla Krasnaya Polyana yani Kızıl Çayır) Çerkezlerin ağır yenilgisiyle bitti. Böylece yüzyıllık savaş, Rusya’nın Kuzey Kafkasya’yı tamamen ele geçirmesiyle sona erdi. Bu savaşlarda 500 bin Kuzey Kafkasyalının öldüğü tahmin ediliyor. Savaş boyunca yurtlarını terke zorlanan Çerkezler savaşın bitimiyle birlikte insanlık tarihinin en büyük ve en dramatik sürgününe maruz kaldılar. Tarihi kayıtlara göre 1.500.000’e yakın Çerkez Kuzey Kafkasya’d aki yurtlarından sürülerek Osmanlı topraklarına gönderildi. Başka bir deyişle Çerkez nüfusunun yüzde 70’i sürgün edildi. Bu trajik sürgün, Tuapse, Soçi ve Sohum gibi liman kentlerine toplanan yüz

Siyasi hedefleri, protestoları, organizasyondaki eksiklikleri bir kenara bırakırsak tüm bu olumsuzlukların yanı sıra Soçi’d en geriye güzel anılar da kalmadı değil. Kış Olimpiyat Oyunları'nda aynı branşta veya ikili branşlarda beraber yarışıp madalya sevinci yaşayan kardeşler de yer aldı. Serbest stil kayak kadınlar mogulda Kanadalı Justine Dufour-Lapointe ve Chloe Dufour-Lapointe kardeşler birinci ve ikinci sırayı alarak altın ve gümüş madalya sevinci yaşadılar. Sürat pateni erkekler 500 metre mücadelesinde ise Hollandalı ikizler altın ve bronz madalyayı boyunlarına taktı. İkizlerden Michel Mulder birinci, Ronald Mulder ise üçüncü oldu. Biatlon kadınlar 4x6 kilometre bayrak yarışında altın madalya kazanan Ukrayna takımında, ikiz kardeşler Vita Semerenko ve Valj Semerenko da yer aldı. Luge çiftlerde birlikte yarışan Avusturyalı kardeşler Andreas Linger ve Wolfgang Linger kardeşler ikinci olarak gümüş madalya elde ettiler. Linger kardeşler Torino 2006 ve Vancouver 2010'dan sonra aynı branşta 3. kez olimpiyat şampiyonu oldu.

Çerkezlerin tepkisinin yanı sıra, Soçi’nin Adler bölgesinde yapılan olimpiyat köyü de eleştirildi. UNESCO’nun koruma alanı ilan ettiği bölgede tesislerin yapımı için binlerce ağaç kesildi, Kafkasya’nın el değmemiş doğal güzelliğine ve ekolojik yapısına zarar verildi. Yüzlerce hektar ormanlık alanın tahribatı yetmezmiş gibi bölgede yapılan tesis ve yol yapım çalışmalarında onlarca işçi hayatını kaybetti. Peki, bu kadar büyük paralarla bu kadar büyük bedellerle yapılan tesisler yeterli oldu mu, bu da bir diğer önemli eleştiri konusu oldu. Yaklaşık 51 milyar dolara mal olduğu söylenen Soçi’d eki Kış Olimpiyatları’na katılan sporcuların ve oyunları izleyen gazetecilerin Twitter’d an paylaştığı fotoğraflar, otel odalarının içler acısı halini ve organizasyon hatalarını gösteriyor. İki kişilik tuvaletler, kafaya düşen perdeler, yiyeceklerden çıkan böcekler… 3

Yine luge çiftlerde birlikte yarışan Letonyalı kardeşler Andris Sics ve Juris Sics 3. olarak bronz madalya

59


kazandılar. 4 41 yaşındaki Japon sporcu Noriaki Kasai 7. kez katıldığı olimpiyatlarda ilk bireysel madalyasını kazandı. Abdli Lauryn Williams ise yaz olimpiyat oyunlarında kazandığı iki madalyasına kış olimpiyatlarında da bir madalya eklemeyi başardı. 5 Bunların dışında birçok yarış milyonlarca izleyici tarafından takip edildi ve kendi adıma söyleyebilirim ki özellikle artistik buz pateni yarışmaları izlemeye değerdi. Buz pateni tek bayanlarda altın madalya kazanan 17 yaşındaki Rus Adelina Sotnikova gibi genç sporcular önümüzdeki yıllarda güzel yarışlar izleyebileceğimiz umudunu verdi. Ruslar düzenledikleri organizasyondan istedikleri verimi aldılar mı bilemiyoruz ama sportif anlamda başarılı bir organizasyon geçirdikleri bir gerçek. Madalya sıralamasında 13 altın 11 gümüş ve 9 bronz madalya kazanarak 33 madalya ile ilk sırada yer aldılar, ayrıca 1994’teki 23 madalyalık rekorlarını da geliştirdiler. 6

60

Şunu da belirtmek gerekir ki Soçi Olimpiyatları 51 milyon dolara yaklaşan bütçesiyle şimdiye kadarki en yüksek bütçeli olimpiyat oyunu olmayı başardı. Oyunlar öncesinde kamuoyunda oluşan olimpiyatlar sırasında terörist eylemler meydana geleceği yönündeki endişeler üzerine ciddi miktarda para harcandı, oldukça fazla güvenlik gücü hazırda bekletildi ve şehre giriş çıkışlar kontrol altına alındı. İlerleyen teknoloji ve sponsorlar sayesinde

organizatörler, sporcular, dünyanın dört bir yanından izleyenler yarışlar sırasında sosyal medyayı etkin bir şekilde kullandı ve Soçi olimpiyatları en interaktif olimpiyat olmayı da başardı. Sporun, özellikle de olimpiyat gibi sporun birçok türünü ve onlarca ülkeden binlerce sporcuyu kapsayan böylesine büyük bir organizasyonun siyasete alet edilmesine kesinlikle karşı bir sporsever olarak söyleyebilirim ki Putin’in imaj tazeleme ve güç gösterisi yapmak için 1980’d en sonra ilk defa Rusya’ya gelen olimpiyatları önemli bir fırsat olarak gördüğü ve bu nedenle çok titiz davrandığı ortada; amacına ulaşıp ulaşamadığı ise tartışmalı. Soçi olimpiyatları geride kalırken dönüp baktığımızda, Rus hükümeti Çerkez katliamının üstünü örtmek için başka şehirler seçebilecekken neden Soçi’yi seçmiştir, tepkilere rağmen neden Çerkezlerle ilgili resmi olarak hiçbir açıklama yapılmamıştır tartışılabilir. Ancak göz önünde bulundurulması gereken bir şey vardır ki bütün sporcular için en büyük başarı olimpiyatlarda mücadele edip ülkesine madalyayla dönebilmektir ve birçoğu spor yaşamı boyunca bunun için mücadele eder. Yapılan hatalar, siyasi emeller onların başarısının önüne geçmemelidir.

Refera n sl a r 1. Sochi Elected as Host City of XXII Olympic Winter Games, (4 Temmuz 2007) http://www.olympic.org/news, (Erişim tarihi: 27 Şubat 2014) 2. Sürgün Tarihçesi, http://www.21may1864.org/tarihce.aspx, (Erişim tarihi: 2 Mart 2014) 3. Soçi’nin Öteki Yüzü, (28 Şubat 2014), http://www.hurriyetkampus.com/haberler/spor/soci-nin-oteki-yuzu, (Erişim tarihi: 5 Mart 2014) 4. a.g.e. 5. İlklerin Kış Olimpiyatı Soçi, (24 Şubat 2014) http://www.aksam.com.tr/spor/ilklerin-kis-olimpiyati-soci/haber-287329, (Erişim tarihi: 2 Mart 2014) 6. Soçi 2014: Rusya amaçlarına ulaştı mı, (24 Şubat 2014) http://www.bbc.co.uk/turkce/spor/2014/02/140224_soci_analiz.shtml (Erişim tarihi: 3 Mart 2014)


Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı İmparatorluğu ile İngiltere’nin ayrı saflarda yer almasının da bir sonucu olarak, İngiltere 1914'te tek taraflı bir kararla adayı ilhak etmişti ve Türkiye de ada üzerindeki İngiliz egemenliğini Lozan Anlaşmasıyla 1923'de tanımıştı. 1930’lardan itibaren Kıbrıslı Rumlar, Yunanistan ile birleşme taleplerini yoğunlaştırmaya başladılar. Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleştirilerek, tamamen bir “Elen” adası haline getirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan “ENOSİS” faaliyetleri ile başlayan 1 ve günümüze kadar kesintilerle devam eden Kıbrıs sorununa dair müzakere sürecinde, 11 Şubat 2014 tarihi itibariyle yeni ve hızlı bir döneme girildi. Nisan 2004’te eş zamanlı olarak Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde (KKTC) referanduma sunulan Annan Planı sonrası toplumlararası müzakereler tekrar 2008 yılında başlayabilmişti. Ancak Mayıs 2012’d e yeniden duran süreç 11 Şubat 2014 tarihinde tekrar başlamış oldu. 2 Ortak Metin’d e yine Annan Planı’ndaki gibi iki toplumun çifte referandumla birlikte tek uluslararası kimliğe sahip birleşik bir Kıbrıs ülkesi olması öngörülüyor. Annan Planı üzerine düzenlenen referandum sonucu Türk tarafının %65’nin evet oyuna rağmen Rum kesiminin %75’inin hayır demesi planı başarısız kılmıştı. Bugün aynı yöntemler müzakereleri çözüme götürecek mi sorusu merak edilen bir durum. Ben bu müzakerelerin başarılı olabileceğini düşünüyorum çünkü GKRY 2004’d eki durumundan farklı bir noktada 2014’te ve bu birleşmeye ihtiyacı var gibi görünüyor. Öncelikle durumu değiştiren önemli bir gelişme enerji ve doğal kaynaklar alanında yaşanmakta. Akdeniz’d eki yeni keşfedilen doğal kaynaklar GKRY’ye zenginlik hayalleri kurdurmaya başlamıştır şimdiden. Fakat bu kaynakların araştırılması ve çıkarılması için çift taraflı ruhsat gerekli ve sadece Rum kesiminin verdiği tek taraflı ruhsat yeterli değil; bunun için de yeni kaynakların cazibesi GKRY’yi işbirliğine yöneltiyor. Ayrıca Kuzey Afrika ülkeleri ile Avrupa arasındaki enerji transferinde jeopolitik olarak Kıbrıs avantajlı bir konumda, geçiş yolları üzerinde olduğu için ve enerji güvenliğinin sağlanması için yine GKRY’nin çözüme gitmesi gerekiyor. Bu konuda özellikle İsrail kalıcı bir çözüm için çok hevesli; bunun nedeni elindeki enerjiyi deniz taşımacılığıyla piyasaya

sunabilmesinin yolunun Akdeniz enerji güvenliğinden geçmesidir. 3 Dahası enerji kartının oyuna girmesiyle konuya müdahil olan Amerika da çözüme olumlu katkıda bulunabilir çünkü Amerika bu kaynaklara erişebilmek için bölgesel istikrarı sağlamak isteyecektir. 4 Soğuk savaş sonrası dönemde dünya politikasını şekillendiren etmenlerden biri olarak görülmeye başlayan ekonomi, Kıbrıs Müzakereleri’nin gidişatında da etkinliğini sürdürecek. Yunanistan’ın yaşadığı ekonomik krizden haliyle GKRY de nasibini almıştır. Yunanistan’ın ekonomik olarak zor duruma girmesi GKRY’ye akan muslukları da kesmiştir. 2013 yılında GKRY’d e işsizlik oranı rekor kırarak %17,2’lere kadar yükselmiştir. 5 Birlikten kuvvet doğar atasözüyle hareket eder ise şayet GKRY birleşme yoluyla ekonomisini kuvvetlendirebilir. Öte yandan KKTC, Türkiye dışında hiçbir ülke tarafından tanınmadığı ve bu yüzden pek çok ambargoya maruz kaldığı için ekonomik olarak Türkiye’ye bağımlı hale gelmiştir. 6 Kıbrıs’ın birleşmesi bağımsız bir ekonomik kalkınma modeli benimsemelerini sağlayabilir. Rum Kilisesi hep iki toplumun bir federasyon altında birleşmesine karşı ve ENOSİS tutucusu olmuştur. Hatta Rum Ortodoks Kilisesi Başpiskoposu II. Hrisostomos 24 Şubat’ta Kıbrıs Türklerini ve Türkiye’yi tehdit ederken, 7 26 Şubat’ta Kıbrıs dini liderlerinin bir araya geldiği yemekte açıklama yapan Başpiskopos çözümden yana olduğunu söyledi. 8 Kilise’nin ardı ardına yaptığı çelişkili ifadeler, Kilise’nin süreç içerisinde tutarlı davranmayacağını ve çıkarları ile örtüşmediği takdirde çözüme yönelik desteğini çekeceğini gösteriyor. Ancak Kilise’nin desteği olmadan çözüm olamayacağını düşünenler şimdilik de olsa Rumlara destek çağrısında bulunulmasını olumlu bir gelişme olarak değerlendirebilir. Öte yandan, Kilise’nin güvenilirliğini çoktan kaybettiğini ve sözlerine riayet eden kalmadığını ya da çok az olduğunu söyleyenler içinse bu durum büyük bir farklılık yaratmaz. Müzakerelerde soruna neden olabilecek potansiyele sahip konuların başında mülkiyet gelmektedir. Rumlar kuzey tarafında eskiden sahip olduğu mülklerin geri iadesini talep etmektedir. Türk tarafı belli bir orana kadar bunu

61


kabul etse de Rumların Türk tarafındaki toprakların %80’ninde hak iddia etmeleri kabul edilebilir değil. Diğer tartışmalı konu ise seçimlerle ilgili. Çapraz oylama ya da Rum Başkan, Türk Başkan Yardımcısı gibi ortadaki seçenekler şu an bir çözüm olarak görülmüyor. Müzakere sürecinin içinde iki tarafı da memnun eden bir seçim formülünün bulunacağını düşünüyorum. 9

KKTC ile GKRY’nin bir araya gelerek yeni bir federasyon oluşturması durumunda KKTC artık uluslararası düzeyde tanınacak ve AB üyesi olacak. Bu durum Türkiye’nin AB’ye girme sürecini de olumlu etkileyecek. Öncelikle Avrupa gözünde Kıbrıs’ta işgalci olarak görülen Türkiye bu kötü şöhretinden kurtulmuş olacak; buna ilaveten AB içersinde Türkiye’ye karşı yeni bir bakış açısı kazandırabilir. 11

İki taraf arasında anlaşmazlığa düşülen bir diğer başlık da garantör devletler. Ortak Metin’d e Türkiye’nin ve diğer iki ülkenin garantör devlet statüsünden bahsedilmemektedir. KKTC Cumhurbaşkanı Derviş Eroğlu garantörlüğün Ortak Metin’d e yer almamasının bağlayıcı bir durum olmadığını, zaten bunun Kıbrıs’ın statüsünde yer aldığını ve ayrıca kalıcı anlaşmada yer alacağını söylerken; Rum tarafı garantörün tamamen kalkmasını istiyor. 10

Sonuç olarak, bugün taraflar nasıl bir çözüm olacağını konuşurken sürece destek verenler de azımsanamayacak durumda. Çözüme farklı boyutlar getiren hususlar kilit olmuş ve taviz verilemeyeceği konusunda diretilen başlıkların tekrar masaya koyulup değerlendirilmesine imkân vermiştir. Bu tabloda, bu Kıbrıs görüşmeleri sonucunda uzlaşı sağlanabilir gibi görünüyor.

62

Refera n sl a r 1. Kıbrıs Tarihçe. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı Web sitesi. [Çevrimiçi] [Alıntı Tarihi: 23 Şubat 2014.] http://www.mfa.gov.tr/kibristarihce.tr.mfa. 2. Kıbrıs'ta Yeni Müzakere Heyecanı. Akgün, Sibel. 35, Ankara : SETA Perspektif, 2014. 3. Tansi, Deniz. Kıbrıs'ta Enerji Siyaseti. Uluslararası Politka Akademisi. [Çevrimiçi] 23 Şubat 2014. [Alıntı Tarihi: 24 Şubat 2014.] http://politikaakademisi.org/kibrista-enerji-siyaseti/. 4. Smith, Helena. High Stakes As Greeks And Turks Revive Cyprus Peace Talks. The Guardian. [Çevrimiçi] Guardian News and Media, 10 Şubat 2014. [Alıntı Tarihi: 23 Şubat 2014.] http://www.theguardian.com/world/2014/feb/10/greeks-turks-cyprus-peace-talks-negotiation. 5. Unemployment rate by sex and age groups - monthly average. Eurostat. [Çevrimiçi] European Comission, 28 Şubat 2014. [Alıntı Tarihi: 5 Mart 2014.] http://appsso.eurostat.ec.europa.eu/nui/show.do?dataset=une_rt_m&lang=en. 6. Universities: Little accord on the island. The Independet. [Çevrimiçi] independent.co.uk, 08 Kasım 2007. [Alıntı Tarihi: 5 Mart 2014.] http://www.independent.co.uk/news/education/higher/universities-little-accord-on-the-island-399360.html. 7. Rum Kilisesi Müzakere Tavrını Açıkladı. Dünya Bülteni. [Çevrimiçi] Dünya Bülteni Haber Portalı, 24 Şubat 2014. [Alıntı Tarihi: 6 Mart 2014.] http://www.dunyabulteni.net/haberler/290606/rum-kilisesi-muzakare-tavrini-acikladi. 8. Kıbrıs'ta Dini Liderler 'Müzakereler' İçin Buluştu. Time Turk. [Çevrimiçi] 26 Şubat 2014. [Alıntı Tarihi: 6 Mart 2014.] http://www.timeturk.com/tr/2014/02/25/kibris-ta-dini-liderler-muzakereler-icin-bulustu.html#.UxkdSvnV_KN. 9. Örmeci, Ozan. Kıbrıs Müzakerlerinde Kritik Hususlar. Uluslararası Politka Akademisi. [Çevrimiçi] Harbour Agency, 11 Şubat 2014. [Alıntı Tarihi: 23 Şubat 2014.] http://politikaakademisi.org/kibris-muzakerelerinde-kritik-hususlar/. 10. Tansi, Deniz. Kıbrıs'ta Enerji Siyaseti. Uluslararası Politika Akademisi. [Çevrimiçi] Harbour Agency, 23 Şubat 2014. [Alıntı Tarihi: 24 Şubat 2014.] http://politikaakademisi.org/kibrista-enerji-siyaseti/. 11. Kıbrıs'ta Yeni Müzakere Heyecan. Akgün, Sibel. 35, Ankara: SETA Perspektif, 2014.


Hepimizin de bildiği üzere 2008 yılı küresel ekonomik krizi başta ABD ve AB olmak üzere dünya ekonomisini derinden sarsmış ve dünyanın bu krizi üzerinden atması kolay olmamış, günümüzde de başta Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’d e olmak üzere var olan etkileri hala hissedilebilmektedir. Peki, bu kriz nasıl oluştu, bazı ekonomistlerin ve siyasetçilerin geleceğin en büyük söz sahibi ve lider birliği olarak gördüğü AB’yi nasıl etkiledi ve AB bu krizin etkilerinden kurtulmak için ne tür çalışmalar yaptı, bunlara değinmeye çalışacağız. Kriz 2007 yılı ortalarında ABD’d e ipotekli konut piyasalarında baş göstermeye başlamıştır. Eskiden ABD’d eki bankalar yüksek gelirli müşterilere kredi verirken, zaman içerisinde krediler daha düşük gelirli kimselere de verilmeye başlandı. Düşük gelirli aileler değişken faiz üzerinden bankalardan borç alarak gittikçe pahalılaşan evlerden satın alıp hem mal sahibi hem de birer yatırım aracına sahip olduklarını düşündüler. Fakat Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) zaman içerisinde faizlerin artırımına gitmesi ve konut fiyatlarının düşmesiyle düşük gelirli aileler borçlarını ödeyemez hale geldiler. Kredi veren bankalar ise verdikleri kredilere dayanarak hisse senetleri ve benzer menkul kıymetler almışlardır. Ekonomik krizin oluşmasındaki en önemli ikinci unsur ise türev değerlerdir. Verilen kredi riskini azaltmak için alınan bu finansal araçlar aşırı alındığından dolayı zamanla değerleri çok büyümüş ve bağlı olduğu konut değerlerinin üstüne çıkmıştır; dolayısıyla da reel değerlerinden kopmuştur. ABD’d e bankacılık sistemi denetleniyorken, türev piyasaları ve fonlar finans piyasasının hacminin artması hatırına 1 denetlenmemiştir. Dolayısıyla başta risk oranını azaltmak için alınan bu türevler kişiler ve şirketler arasında inanılmaz hızda el değiştirdiğinden giderek kendileri bir risk unsuru haline gelmiştir. Bu türev ürünlerinin Avrupa bankalarına satılmasıyla da kriz Avrupa’ya sıçramıştır.2 AB üyesi ülkelerdeki yüksek borç stokları ve bütçe açıkları, AB ekonomisine olan güveni azaltmaya başlamış ve Euro/Dolar paritesinde Euro %10’luk bir değer kaybı yaşamıştır. Dolayısıyla AB üyesi ülkelere yapılan yatırım ve ihracatlarda ciddi bir düşüş gözlenmiştir. Bu bölgedeki ülkelerin çoğunun ortak

para birimi olarak Euro kullanıyor olması ve para politikalarının Avrupa Merkez Bankası (ECB) tarafından yürütülüyor olması, bu ülkelerde meydana gelen ekonomik sorunların kısa zaman içerisinde diğer AB ülkelerine yayılmasına yol açmış, dolayısıyla AB kısa süre içerisinde kendini, Amerikan Merkez Bankası (FED) eski başkanı Alan Greenspan’ın da belirttiği gibi, yüzyılda bir gerçekleşebilecek kadar büyük ve güçlü bir ekonomik kriz zincirinin içinde bulmuştur. Yunanistan, İrlanda ve Portekiz’d e büyük borç krizleri yaşanmış ama bu krizlerin nedenleri ülkeden ülkeye değişiklik göstermiştir. Yunanistan’d a hükümetin mali kaynakları dengesiz harcaması ve dış borçlanma, İrlanda’d a emlak piyasasında yaşanan büyük borçlanmalar krizin aşırı derecede hissedilmesine neden olmuştur. Portekiz’d e ise kriz İrlanda ve Yunanistan’a nazaran daha küçük boyutlarda kalmış olmasına rağmen uzun süre devam etmiştir. Öyle ki Portekiz, 2001 yılında İstikrar ve Büyüme Paktı (İBP) kurallarını ihlal eden ilk Euro Bölgesi ülkesi olmuştur.3 Kri ze Ka rşı Al ın a n Ön l em l er AB üyesi ülkelerin sürdürülemez maliye politikaları yüzünden Birlik, Ödemeler Dengesi Fonu (Balance of Payments Facility), Kredi Havuzu (Pooled Loans), Avrupa Finansal İstikrar Mekanizması (European Financial Stability Mechanism-EFSM), Avrupa Finansal İstikrar Fonu (European Financial Stability FacilityEFSF) ve Avrupa İstikrar Mekanizması (European Stability Mechanism-ESM) olmak üzere 5 farklı önlem ve mekanizma oluşturmuştur. Bu mekanizmaların temel amacı mali sorunlarla karşı karşıya kalan ülkelerin borçlanma maliyetlerini düşürebilmektir. Borçlanma maliyetlerini kısa vadede düşürebilmenin en etkili yollarından biri olarak ise Euro Bölgesi’nin bir bütün olarak borçlanmasını ve mali problemlerle karşı karşıya kalan ülkelere daha uygun koşullarla kredi temin edilmesini uygun görmüşlerdir. Bu yöntemle, Yunanistan, İspanya, İrlanda, Portekiz gibi düşük kredi notuna sahip ülkeler iyi kredi notlarına sahip Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda gibi ülkelerle aynı potada değerlendirilecek ve dolayısıyla AB şemsiyesi altında sağlanan daha uygun koşullu kredilerden 4 faydalanabilecektir. 1 ) Öd em el er Dengesi Fon u (Ba l a n ce of Paym en ts

63


Fa ci l i ty) : Bu fon Euro Bölgesi dışında kalan 10 AB üyesi devletin ödemeler dengesinde yaşayabileceği potansiyel sorunlarda devreye girmesi için oluşturulmuştur. Böylelikle AB Tek Pazarındaki istikrar ve dengenin muhafaza edilmesi düşünülmüştür. 2 ) Kred i H avu zu (Pool ed Loa n s- G reek Loa n Fa ci l i ty) : Küresel krizin ardından yüksek borç ve kamu harcamalarından dolayı iflas etmek üzere olan ve AB’d en yardım talep eden Yunanistan’a özel olarak bir sefer olmak üzere 110 milyar Euro tutarındaki bir borç havuzudur. Mali yardımın sağlanması karşılığında AB’nin Yunanistan’d an atmasını istediği hamleler ve yapmasını istediği önlemler Yunan halkı tarafından çoğu kez protesto edilmiş ve Yunan hükümetini zor durumda bırakmıştır.

64

3) Avru pa Fin a n sa l İ sti kra r M eka n i zm a sı (Eu ropea n Fin a n ci a l Sta bi l i ty M ech a n i sm -EFSM ) : Bu mekanizma, mali desteğe ihtiyaç duyan bütün AB üyesi devletlere destek sağlamak amacıyla kurulmuştur. Kriz dolayısıyla yüksek miktarda borçlanan ve yüksek faiz oranından kredi alan AB devletlerinin AB ekonomisinin istikrarını ve Euro’yu bir bütün olarak risk altına sokması sonucu oluşturulması zorunlu bir mekanizma olarak karşımıza çıkmıştır. 4) Avru pa Fin a n sa l İ sti kra r Fon u (Eu ropea n Fin a n ci a l Sta bi l i ty Fa ci l i ty-EFSF) : Fonun amacı çeşitli borç sorunları yaşayan Euro Bölgesi devletlerine geçici mali destek sağlayarak parasal birliğin mali istikrarını temin etmektir (tüm AB üyesi ülkelere mali destek sağlayabilen EFSM’d en bu açıdan farklılaşmaktadır). 5 ) Avru pa İ sti kra r M eka n i zm a sı (Eu ropea n Sta bi l i ty M ech a n i sm ) : Bu Mekanizma, Euro Bölgesi’ne dahil olan üye devletler arasında imzalanacak bir anlaşmayla kurulacak olan hükümetler arası bir organizasyon niteliğinde Lüksemburg’d a faaliyet göstermiştir. Ayrıca, Euro Bölgesi ülkeleri Maliye Bakanlarından oluşan bir Guvernörler Kurulu’na sahip olmuştur. Kurul, mekanizmanın en üst düzey karar alma organı olacak ve mali yardımların sağlanması, mali yardımların koşulları ve nitelikleri, mekanizmanın borç verme kapasitesi ve borçlanma araçlarının tür ve dağılımının değiştirilmesi hususlarında karar alma yetkisine sahip olmuştur.

Eu ro Reka bet Pa ktı (Eu ro Pl u s Pa ct) Pakt’ın temel hedefleri arasında kamu maliyesinde sürdürülebilirliğin sağlanması, rekabetçi bir ekonomi ve sağlıklı bir finansal sistemin oluşturulması yer almaktadır. Bu çerçevede, Euro Bölgesi ülkelerinin Devlet ve Hükümet Başkanları 11 Mart 2011 tarihinde Brüksel’d e bir araya gelerek Birliğin rekabet gücünü ve ekonomik yakınsama hedefini, ekonomi politikalarında daha güçlü bir işbirliği aracılığı ile sağlamayı hedefleyen bir Pakt’ın kurulması konusunda uzlaşmaya varmışlardır. Euro Bölgesi’ne dahil olmayan ülkelerde gönüllülük esasına dayalı olarak Pakt’a davet edilmiştir. Pakt’a katılmayı kabul eden her devlet rekabet gücünü, istihdamı, kamu maliyelerinin sürdürülebilirliğini arttırmak ve mali istikrarı güçlendirmek için gerekli olan tüm adımların atılacağını taahhüt etmişlerdir. Bunların yanı sıra vergi politikalarında da üye devlerin yakın bir koordinasyon sağlamaları hususu Pakt’ın hedefleri arasında ayrıca yer almaktadır.5 Son u ç AB ve Euro’nun geleceği bu reformlara bağlı olmakla birlikte, şimdiden tasarlanan reformların krize çare olup olmayacağını öngörmek çok zordur. 1990’ların döviz kuru krizini daha güçlü bir para birimi olan Euro’ya geçerek aşan AB’nin bu krizden de kendini daha güçlü ve istikrarlı bir şekilde çıkarıp çıkaramayacağını ileriki zamanlarda göreceğiz. Avrupa Birliği’nin bu krizi atlatabilmesi için izlemesi gereken dört önemli adım sanırım herkes tarafından kabul edilip belirtilmiştir. Ben yine de bunları tekrardan belirtmek isterim. İlk olarak üye devletlerin borç seviyeleri azaltılmalı, ardından finansal sektörlerde düzenlemelere gidilmelidir. Böylelikle bankaların daha şeffaf olması ve ekonomi iyiye gittiğinde mevduat varlıklarını arttırmaları sağlanmış olur. Üçüncü olarak Avrupa genelinde kapsamlı bir reforma gidilmelidir, çünkü nüfus yaşlanmakta ve büyük ve güçlü bir pazar olan Avrupa’nın verimliliği azalmaktadır. Son yıllardaki analizlere baktığımızda zaten Avrupa’nın ortalama ekonomik büyüme hızı ABD, Çin, Hindistan gibi devletlerin gerisinde kalmıştır. Son olarak ise AB tek pazarı korunmalıdır. Ülkeler zor zamanlarda kendi içlerine dönmemeli ve AB’yi tek bir devlet gibi ele alarak hareket etmelidirler.

Refera n sl a r 1. ÖZATAY, Fatih. (2009), Finansal Krizler ve Türkiye, Doğan Kitap, 1. Basım, İstanbul. 2. GÖÇER, İsmet, “2008 Küresel Ekonomik Krizin Nedenleri ve Seçilmiş Ülke Ekonomilerine Etkileri: Ekonometrik Bir Analiz “, Yönetim ve Ekonomi Araştırmaları Dergisi, Sayı 17, 2012, s.19 3. GENÇTÜRK, Tuğçe,”Küresel Ekonomik Krizin Avrupa Birliğine Etkileri”,Akademik Analiz Dergisi, Şubat 2012, s.8-9 4. Avrupa Birliği Genel Sekreterliği,”Avrupa Birliği’nde Küresel Finansal Krize Karşı Alınan Önlemler ve Birliğin Rekabet Gücünün Arttırılmasına Yönelik Girişimler: “Euro Rekabet Paktı”(Mayıs 2011), http://www.abgs.gov.tr/files/EMPB/euro_plus_pact.pdf (Erişim Tarihi: 7 Mart 2014) 5. GENÇTÜRK, Tuğçe, gös. yer


İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD ile dünyayı Batı ile Doğu olmak üzere iki bloğa ayırmış olan SSCB bünyesinde uzun yıllar birlikte yaşayan Azeriler ve Ermeniler, bu ülkenin ortadan kalkması ile kendi ulusal çıkarlarının peşine düşerek siyasi ve ekonomik açılardan birbirlerine ihtiyaç duymalarına rağmen aralarında süregelen büyük çaplı çatışmaları engelleyememişlerdir. Aslında bu ülkeler arasındaki sorunun kaynağı, SSCB’nin dağılma sürecinde ortaya çıkan bazı durumlar olduğu düşünülse de, sorun Rusya’nın 18. yüzyıldan beri devam eden “Kafkas Politikası” sayesinde Dağlık Karabağ Bölgesi’ne Ermenilerin getirilmesiyle başlamış ve SSCB’nin dağılma sürecinin yarattığı etkilerle devam etmiştir. Kayıtlara göre Dağlık Karabağ Bölgesi Türk yurdudur. Vaktiyle İran’d an kaçan Ermeni göçmenlere bölgede yer verilmiş ve bu, zamanla Ermenilerin bölgede çoğalmasına yol açmıştır. Ermeniler, Rusya’nın o dönemki destekleyici tutumundan yararlanarak da bu toprakları Azerbaycan’d an koparıp sahip olmak istemişlerdir. SSCB’nin dağılma sürecini hızlandıran Leonid Brejnew’ın önerdiği glasnost ve prestroyka yani açıklık ve yeniden yapılanma politikalarını, 1985 yılında SSCB’nin başına geçen devlet başkanı Mihail Gorbaçov uygulamıştır. 1 Sovyet döneminde iken politikadan yararlanmaya çalışan ama başarılı olamayıp sadece bölgedeki nüfuslarını arttıran Ermeniler, nüfus çoğunluğunu gerekçe göstererek bölgenin Ermenistan’a bağlanması için Moskova’ya başvuru yaptılar. Başvurunun sınır değişikliği yapılamayacağına dair sonuçlanması üzerine Ermeniler bölgedeki faaliyetlerini arttırmışlardır. Kısacası, uygulanan politikalar sadece SSCB’nin dağılma sürecini hızlandırmamış, aynı zamanda Ermenilere SSCB yönetimindeyken Azerbaycan topraklarına dahil olmuş Dağlık Karabağ Bölgesi’nde uygulanan politika ile ortaya çıkan Ermeni nüfus fazlalığı sebebiyle bölge topraklarında hak iddia etme durumunu büyütmüştür. Ermenileri “Büyük Ermenistan” ideallerine bir adım daha yaklaştıran bu süreç, ne yazıkki Azerilerin bölgedeki hukuki ve tarihi haklarından vazgeçmeleri anlamına gelmiş ve bu durum iki ülke arasındaki gerilimi günümüze kadar arttırmıştır. 2 Süreçle birlikte, 12 Temmuz 1988’d e Dağlık Karabağ Ermenileri, özerk bölge olarak resmen Ermenistan’a bağlandıklarını ilan ederek devlet kurumlarında

Ermenistan bayrağı çekmişlerdir. Birleşme planının bir sonraki adımı, 1 Aralık 1989 tarihinde Dağlık Karabağ ile birleşme kararı ile gerçekleşmiştir. Alınan bu karar hem Moskova’nın hem de Sovyet Anayasasının 78. maddesini çiğnendiğini iddia eden Azerilerin hoşuna gitmemiştir. Azerbaycan’ın verdiği büyük tepkilere rağmen Ermenistan tutumuna devam etmiştir. 1990’d a Dağlık Karabağ Bölgesi ekonomik ve sosyal gelişme adı altında Ermenistan ile birleşme amaçlı bir karar daha almıştır. Bölgede yaşayan Azerbaycan Türkleri ile Ermeniler arasındaki sürecin çatışmaya dönmesi üzerine Azerbaycan hükümeti Dağlık Karabağ Bölgesi’nde olağanüstü hal ilan etmiştir, ancak bu çarpışmaları durdurmaya yetememiştir. Aksine çatışmaları Azerbaycan’ın diğer bölgelerine de sıçratarak Bakü ve Sumgait şehirlerinde kanlı çatışmalara sahne olmuştur. 3 Ermenilerin faaliyetleri, Azerbaycan’d a milliyetçi hareketlerin artmasında etkili olmuştur. 1988 yazında Azerbaycanlı aydınlar Azerbaycan Halk Cephesi’nin (AHC) temellerini atmışlardır. 4 Ülke çapında aydınların önderliğinde yönetime karşı gerçekleştirilen eylemler Moskova’yı tedirgin etmiştir. Bu gergin ortamda, 16 Temmuz 1989’d a Bakü’d e AHC’nin kuruluş kongresi yapılmıştır. AHC programında kendini “Azerbaycan’d a bütün alanlarda köklü demokratikleşmeyi ve yeniden yapılandırmayı savunan toplumsal bir teşkilat” olarak tanımlamıştır. Azerbaycan’d a yaşanan bu gelişmeler, bağımsızlığa giden yolda önemli bir dönüm noktası olmuştur. AHC, kuruluşundan itibaren fiilen ülke yönetiminde söz sahibi olmaya başlamıştır. AHC önderliğinde ülke çapında gerçekleştirilen eylemler; Sovyetler Birliği’nin yalnız Azerbaycan’d a değil, bütün Güney Kafkasya’d aki ekonomik ve siyasi kontrolünü zayıflatmaya başlatmıştır. Bu sırada Karabağ ve Nahçıvan’d a Ermeniler ile olan çatışmaların artması üzerine Ermenilerin saldırılarına karşın Halk Cephesi’nin hazırlıklara başladığı bildirilmiştir. 5 Ermeniler ise Karabağ’d aki iki Türk yerleşim birimine saldırarak 12 kişiyi öldürüp 22 kişiyi rehin almışlardır. Bu olaylar Azerbaycan’d a halkın tepkisine neden olmuştur. 13 Ocak 1990’d a Bakü’d eki Ermenistan’ı protesto mitinginden sonra Ermenilerin bulunduğu semtlere saldırılar olmuştur. Saldırıyı gerçekleştirenlerin, bir yıl önce Ermenistan’d an ve Karabağ’d an 200 bin civarında Azerbaycan Türk’ünün tehcir edilmesi sırasında yakınları katledilenler olduğu belirtilmiştir. 6

65


Azerbaycan Türkleri ile Ermeniler arasında yaşanan çatışmalar sırasında İran devreye girmiştir. İran Devlet Başkanı Haşimi Rafsancani’nin önderliğinde Ermenistan Devlet Başkanı Levon Ter Petrosyan ve Azerbaycan Devlet Başkanı Vekili Yakup Memedov’un katılımıyla Tahran’d a Mayıs 1992’d e gerçekleştirilen zirvede; ateşkes konusunda anlaşmaya varılmasının hemen ardından Ermenilerin Şuşa’ya saldırmaları, ateşkesin yürürlüğe girmesinden önce Karabağ’ın tamamını ele geçirme düşüncesinde olduklarının göstergesi olmuştur. Böylece Tahran zirvesi de başarısız bir girişim olarak kalmıştır. 7

66

Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın, 24 Mart 1992’d eki Helsinki toplantısında Yukarı Karabağ sorununun barışçı yollardan çözümü için bir konferans düzenlenmesinin gündeme gelmesiyle birlikte, sorun uluslararası alanda yeni bir grubun oluşmasına da neden olmuştur. Gelişen süreçte, ABD, Rusya ve Fransa eşbaşkanlığında AGİT Minsk Grubu oluşturulmuştur. Grubun üyeleri arasında Türkiye de bulunmaktadır. 8 Elçibey döneminde Azerbaycan, AGİT bünyesindeki toplantılarda Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca Ağdere, Goranboy, Gebedey rayonları ile Laçın ve Cebrayıl bölgesindeki bazı köyler Ermenilerden temizlenmiştir. Ancak Azerbaycan’d a iç karışıklıklar yaşanması durumun tekrar Ermenilerin lehine dönmesine sebep olmuştur. Ermeni saldırıları sırasında Azerbaycan’d a yine bir iktidar değişikliği olmuştur. Yukarı Karabağ Sorununun çözümü için AGİT bünyesindeki görüşmeler ise devam etmiştir. Ermeniler saldırılarını 1994’teki ateşkese kadar durdurmamıştır. Elçibey’e karşı yapılan darbe girişiminden sonra Azerbaycan’d a iktidar basamaklarını sırasıyla eline geçiren Haydar Aliyev döneminde, 9 Mayıs 1994’te Azerbaycan ve Ermenistan Savunma Bakanları ile Karabağ’d aki ayrılıkçı Ermenilerin temsilcileri ateşkes anlaşması imzalamışlardır. Ateşkes 12 Mayıs’ta yürürlüğe girmiştir. 9 Ateşkes Azerbaycan’ın fiili olarak işgalini durdurmuştur. Ancak bu zamana kadar geçen sürede topraklarının %20’sini kaybetmiştir. Yine Ermenilerin Haziran-Temmuz 1993 tarihindeki saldırıları sonucunda 500 binden fazla Azerbaycan Türk’ü göçmen durumuna düşmüş, daha sonraki saldırılarla birlikte bu rakam 1 milyon civarına ulaşmıştır. 10 Sovyetlerin son döneminde başlayan çatışmalar ve Azerbaycan-Ermenistan savaşları sırasında Azerbaycan’ın nüfus yapısında önemli değişimler meydana gelmiştir. 1989 yılında yapılan sayımda Ruslar ve Ermeniler etnik gruplar arasında çoğunluk bakımından Azerbaycan Türklerinden sonra gelmekteyken, 1999 nüfus sayımında oran olarak Lezgilerden daha az olmuştur. Nüfus içerisinde 4. büyük çoğunluğu oluşturan Ermeniler, Azerbaycan’d a %1,5 oranı ve 120.700 nüfusuyla sadece Karabağ

bölgesinde yaşamaktadır. Ancak, az miktarda Bakü ve çevresinde de Ermeni nüfus bulunmaktadır. Ateşkes anlaşmasından sonra Bağımsız Devletler topluluğu ve AGİT bölgeye gözlemciler göndermiş, diplomatik çabalar sonunda bölgeye uluslararası askeri güç gönderilmesi gündeme gelmiştir. AGİT, 2000 kişilik uluslararası bir kuvvet göndereceğini, bir ülkenin bu kuvvetin en fazla %30’nu sağlayabileceğini bildirmiştir. Bu arada Azerbaycan’ın Karabağ’d a yer alacak uluslararası kuvvet içinde Türk askerinin de olmasını istemesi üzerine Ermenistan Dışişleri Bakanı Papazyan, uluslararası barış gücüne Türk askerini kesinlikle kabul etmeyeceklerini bildirmiştir. Bu uluslararası güç girişimi de sonuçsuz kalmıştır. 11 Yukarı Karabağ sorunu uluslararası platforma taşınırken durumdan en fazla rahatsız olan Rusya Federasyonu olmuştur. Savaşın başından itibaren Ermenileri destekleyen Rusya, ABD ve Türkiye’yi bölgeden uzak tutmak için çaba sarf etmiştir. Ateşkes anlaşmasından sonra da Ermenistan’a olan desteğini sürdürmüştür. Ermeniler Ağustos 1995 sonlarında Azerbaycan’ın Kazak, Gebedey, Sederek ve Fizuli’ye bağlı yerleşim yerlerini topa tutmuşlardır. 12 2005 yılı içersinde Yukarı Karabağ sorunu ile ilgili Azerbaycan açısından bazı olumlu gelişmeler olmuştur. Bu gelişmelerin başında Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan ve Azerbaycan Dışişleri Bakanı Elmar Mamedyarov, 2 Mart'ta Prag'da Yukarı Karabağ sorununun çözümüyle ilgili yeni görüşmelere başlamadan önce, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi'nin (AKPM) Yukarı Karabağ'la ilgili aldığı karar yer almaktadır. Britanyalı parlamenter David Atkinson'un okuduğu raporun sonuçları çerçevesinde Strazburg'da kabul edilen karar, Ermenistan ve Yukarı Karabağ'da son derece olumsuz karşılanırken, Azerbaycan'da sevinç yaratmıştır. Uluslararası hukuki bir belge niteliği taşıyan kararda, ilk defa Ermenistan saldırgan bir devlet, Yukarı Karabağ ise ayrılıkçı bir rejim olarak nitelendirmiş. Ayrıca Atkinson, raporunu yorumlarken, Yukarı Karabağ'ın kendi geleceğini tayin hakkının bulunmadığını belirtmiştir. 13 Bu karara Ermeniler tepki göstererek Batılı devletlerin Hazar petrolleri yüzünden böyle bir karar aldığını belirtmişlerdir. Ancak rapor, Ermenistan üzerinde etki yapmış olmalı ki Ermenistan ilk defa Karabağ’d an çekilmekten bahsetmeye başlamıştır. Azerbaycan ve Ermenistan liderleri İlham Aliyev'le Robert Koçaryan'ın Mayıs 2005’te gerçekleştirdikleri zirvede Karabağ sorununda önemli ilerleme olduğu bildirilmiştir. Ermenistan Dışişleri Bakanı Vartan Oskanyan, Erivan'da yaptığı açıklamada, Varşova’d aki görüşmede iki liderin Karabağ'ın statüsü konusunda gelişme sağlamayı başardığını söylemiştir. Ancak Oskanyan, Karabağ çevresindeki 7 bölgenin Azerbaycan'a iade edilmesi konusunda anlaşmaya


varılmadığını belirtmiştir. 14 Mayıs 2005’te Ankara’d a temaslarda bulunan Azerbaycan Dışişleri Bakan Yardımcısı Araz Azimov, Yukarı Karabağ konusunda önemli gelişmeler olduğunu belirtmiştir. Azimov, Erivan yönetimi ile yaptıkları görüşmede Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’d a işgal altında tuttuğu yedi rayonun beşinden hemen çekilmeyi, Azerbaycan ile Nahçıvan arasındaki geçiş koridoru olan Laçin ile Dağlık Karabağ’ı çevreleyen Kelbecer’d en çekilme konusunun ise görüşme şartlarına bağlı olduğunu belirtmiştir. Buna karşılık Azerbaycan’ın bu teklifi kabul etmediğini ve Ermenistan’ın işgal ettiği bölgelerden şartsız çekilmesini istediğini ifade etmiştir. Ermenistan ile Azerbaycan arasında gerçekleştirilen görüşmelerde, Ermenilerin işgal ettikleri toprakları boşaltmaları gündeme getirilirken Yukarı Karabağ’d a ise bağımsızlık yolunda girişimler meydana gelmektedir. Bağımsızlık yolundaki referandum girişimlerinin uluslararası camiadan destek görmemesi ise sorunun çözümü açısından önemlidir. Mesela, 2006 yılında AB dönem başkanlığı tarafından Yukarı Karabağ ile ilgili referandum sonuçlarının hiçbir şekilde tanımayacağına ilişkin bir açıklama yapılmıştır. Açıklamada Yukarı Karabağ sorununa çözüm bulunması için AGİT bünyesindeki Minsk grubunun faaliyetlerinin desteklendiği vurgulanmıştır. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ise yaptığı bir açıklamada, Ermenistan ile Yukarı Karabağ sorunu hakkındaki görüşmelerin 13 yıldır devam ettiğini ve bu görüşmelerin bir on üç yıl daha süremeyeceğini söyledi. Aliyev, görüşmelerin Ermenilerin olumsuz tutumları nedeniyle uzadığını, ancak ülkesinin bütün devletlerce bu sınırlar içinde tanındığını ve Yukarı Karabağ’a hiçbir zaman için bağımsızlık verilemeyeceğini belirtmiştir. Buna rağmen Mayıs

2010’d a Yukarı Karabağ’d a Ermenilerin parlamento seçimi girişimleri başta Türkiye olmak üzere tepkilere neden olmuştur. Türkiye tarafından yapılan açıklamalarda Kafkasya’d a barış ve güvenliğin sağlanması açısından Yukarı Karabağ sorununun çözümünün önemi vurgulanmıştır. İki ülke arasında olan son çatışma 24 Ocak 2014 günü gerçekleşmiş, Ermeniler son 1 aydır tacizde bulunduğu Azerbaycan topraklarında bulunan 3 köyü önce işgal altında tutmuş daha sonra geri çekilmiştir. Çatışmalar süresinde 39 Ermeni askeri öldürülmüş, 8’i esir alınmıştır. Azerbaycan kaynaklarının yaptıkları açıklamaya göre de 1 Azeri asker öldürülmüştür. Son durumla ilgili olarak Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı’nın yaptığı açıklamada, “Halkımızın evleri Ermeni askerleri sık sık ateş açtığı için kullanılamaz hale geldi. Cephe hattındaki gerginliğin tek nedeni Ermeni askerlerinin topraklarımıza yönelik işgal girişimidir. Azerbaycan Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın uluslararası sözleşmelerinden doğan yükümlülüğünü yerine getirmiş, kendi topraklarını korumuş, tecavüzkar Ermeni silahlarının bulunduğu bölgeler susturulmuştur,” denilmiştir. 15 Sorunun çözümü için her ne kadar ülkeler ve gruplar çaba harcasa da son dönemde olan olaylar bizlere gösteriyor ki soruna yüzeysel ve kısa dönemli, çıkarlara uygun çözümler sunulmaya devam edildikçe süreç böyle devam edecek. Sorun zamanla daha çok büyüyor ve sorunun yarattığı etki artıyor. Olayların Hıristiyan–Müslüman çatışması diye sunulması bu durumu etkileyen olaylardan biri. Olaylar bu şekilde sunulmak yerine bölgedeki katliamlar, insan hakları ihlali ve halkın durumu ve düşünceleri şeklinde sunulup da ortak bir tabanda çözüm aransa daha iyi koşullar sağlanabilir ve kalıcı çözümler bulunabilir.

Refera n sl a r 1. Bilal N. Şimşir, Azerbaycan, İstanbul: Bilgi Yayınevi, 2011, s.90 2. Ermeni Sorunu, “Büyük Ermenistan Hayali”, (t.y.), http://www.ermenisorunu.gen.tr/turkce/teror/hayal.html, (Erişim Tarihi: 2 Mart 2014) 3. C. Başlamış, “Karabağ Temel Sorun”, Milliyet, (30 Ocak 1990), http://gazetearsivi.milliyet.com.tr/Arsiv/1990/01/30, (2 Mart 2014) 4. H. Kanbolat, “20 Ocak Olayları: Azerbaycan’ın Bağımsızlık Mücadelesinde Son Kilometre Taşı”, (23 Ocak 2007), http://www.asam.org.tr 5. “Azerbaycan’d a Halk İktidarı”, Tercüman Gazetesi, 13 Ocak 1990, http://www.farukarslan.com/dosyalar/658-2/, (Erişim Tarihi: 2 Mart 2014) 6. C. Başlamış, “Karabağ Temel Sorun”, a.g.e 7. C. Başlamış, “Karabağ Temel Sorun”, a.g.e 8. OSCE, “Chairperson discusses Nagorno-Karabakh negotiations with Minsk Group Co-chairs”, (12 Temmuz 2011), http://www.osce.org/cio/80854, (Erişim Tarihi: 2 Mart 2014) 9. Faruk Arslan, “Karabağ Ve Ermeni Sorunu”, (t.y.), http://www.farukarslan.com/dosyalar/658-2/, (Erişim Tarihi: 1 Mart 2014) 10. Azarbaycan Respublikası Prezidentinin Salahiyyatlarini Hayata Keçiran Azarbaycan Respublikası Ali Sovetinin Sadri Heydar öliyevin Bayanatı”, (25 Haziran 2007), http://www.yeniazerbaycan.com, (Erişim Tarihi: 1 Mart 2014) 11. Faruk Arslan, a.g.e. 12. Faruk Arslan, a.g.e. 13. V. Panfilova, “Erivan Müttefiksiz Kaldı”, Radikal, 12 Şubat 2005 http://www.radikal.com.tr/yorum/erivan_muttefiksiz_kaldi-737616 (Erişim Tarihi: 2 Mart 2014) 14. C. Başlamış, “Karabağ Sorununa Çözüm Sinyali”, Milliyet, (20 Mayıs 2005), http://www.milliyet.com.tr/karabag-sorununa-cozumsinyali/dunya/haberdetayarsiv/20.05.2005/116547/default.htm, (Erişim Tarihi: 2 Mart 2014) 15. “Azerbaycan Ermenistan Sınırında Çatışma”, Türkiye Gazetesi, 25 Ocak 2014 http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/127573.aspx, (Erişim Tarihi: 2 Mart 2014)

67


68

Sinema salonlarında film başlamadan önce, sırf sinema biletine biraz para verdik diye bizi hemen kandırılmaya hazır bilinçsiz tüketiciler olarak gördüklerinden izlemek zorunda bırakıldığımız reklamlara illet olurum. Ama değinip geçivereceğim bir tanesi var ki içinde şu cümle geçtiğinden senelerdir takdirimi kazanmıştır: “Gitmeden görebilirsin, duyabilirsin ama kokusunu alamazsın.” Kıssadan hisseyi daha baştan anlayacağınız üzere bu yazı, lafı çok gezen bilir’e getirecektir. Gardınızı alınız. E tabi bir de Tony Gatlif’i unutmayınız. O’nun filmleri beni bu kadar etkilemese, Exils’d e Zano’yla Naima Afrika’ya yönelmese, ben de böyle maceralara atılmazdım. En azından şimdilik. Ayrıca burada bir de Didem Madak’ı anmak isterim. O melek yüzlü, pek süslü kadın öyle güzel “karnabahar kızartmıyordu asla/ başrolde kadınlar” demese onunla artık cennete kalsa da inadına başroldeki kadın olup, beraber karnabahar kızartma hayalleri kurmazdım. Yukarıdaki iki paragraf iç sesim olsun. Siz de ona tanık olmuş olun. Böylece zamanı az ileri alalım, bir kıtadan bir kıtaya geçmiş bile olalım. Ama artık Afrika’d a inelim. Önce uçakta hostesin size dağıtacağı, yanınızda ne kadar para olduğuna dair o belgeyi doldurmayı unutmayın. Pasaportunuzu kontrol

ettirirken onu da teslim edeceksiniz. Benim gibi anarşist ruhu olmadık yerlerde canlananlardan olmayın, ‘sizin paranızdan onlara ne’ falan değil. Pasaportunuza bakan o belgeyi de illaki soracak, doldurmamışsanız sizi sıranın sonuna gönderecek, o kalemi çantadan çıkartacak vs vs. Ülkelerine girençıkan her türlü para akışını kontrol ediyorlar. Hatta paralarınızı dirheme çevirirken dekontunu, fişini mutlaka alın. Dönerken dirhemleri geri satacağınız sırada onları göstermek zorunda kalacaksınız. Fas’ın dışına 2000 dirhemden fazlasını götürmek de yasak. Cebinizden parayı çıkarıp saydıkları yok ama kulaktan dolma bilgilerime göre, euro karşısında değeri düşük olan Fas dirhem’ini korumak için böyle bir yol izliyorlarmış. Saatler neredeyse 19:00’ı gösterirken uçaktan indiğimizde daha hava kararmamıştı. Hatta hostele varmayı çabaladığımız o bir saat içerisinde de kararmadı. Pasaportlarımızı kontrol ettirdikten sonra başlangıç olarak bir 50 Euromuzu 500 Dirhem’e çevirip amanın zengin olduk diye düşünürken, otobüs bulmak için çıkışa yöneliyoruz. Malum zaman teknoloji. Gelmeden önce bütün interneti didik didik etmişiz, fiyatına numarasına kadar otobüsleri öğrenmişiz. Ama gelip görünce, bizden başka kimse o otobüsü bilmiyor. Derken aynı uçaktan indiğimiz bir


anne-oğul halimizden anlıyor, İngilizce de biliyorlar. Bizi taksilerine alıyorlar. Fas’ta bir de böyle carpooling gibi bir adet var. Birkaç kişi aynı taksiyi paylaşabiliyor. Fiyat olarak pek fark etmiyor ama en azından çevreci oluyorsunuz, zararlı gaz salınımını daha aza indiriyorsunuz. Hem belki trafiğe de bir faydanız oluyor. Öyle böyle derken hostele varıyoruz. Taksiye de kişi başı 80 dirhem civarı veriyoruz. Ama taksi kullanacaksanız mutlaka kırmızı, küçük petit taksileri kullanın. Onlarla en uzak mesafeye dahi yaklaşık 10-15 dirhem civarı gidilebiliyor. Bir de Fas’ta şehirlerin yapısından bahsedelim. Yenişehir ve Medina diye birbirinden biraz uzak iki bölüm var. Havalanına, tren istasyonuna yakın kesim genelde varlıklı, orta gelirli insanların yaşadığı yeni şehir. Medina ise biz turistlerin gezip görmesi gerektiği yerlerin olduğu eski şehir. Fakat orada aynı zamanda insanlar da yaşıyor elbette. Medina’larda evleri olanların bir kısmı da onları hostele çevirip pek güzel de para kazanıyor. Bizim kaldığımız Riad denilen hosteller de hep öyleydi. Sonradan hotel yapmak için yıkılmamışlardı, hatta bilakis ranza yataklar dışında ev olma özelliklerinden hiçbir şey kaybetmemişlerdi. Fez’d eki hostelin geceliğine 100 dirhem yani 10 euro civarı verdik. Marakeş’te ise yine neredeyse aynı koşullarda bir hostelde 5 euroya kaldık. Hostelbookers, Tripadvisor bu yolda en büyük yardımcılarınız. Onları yabana atmayın.

yerde önemli mekanları işaret eden tabelaları kullanarak ilerlemek de mümkün. Bir diğer seçenek de, rehber tutmak. Biraz para karşılığı size her yerin hikâyesini, tarihini anlatarak göstereceklerdir. Fez’d e görülecek pek de çok şey olmadığından gerek olduğunu düşünmesem de, verimli geziler için kullanılabilecek bir seçenek. Medina’ların çevresi Bab yani kapılarla çevrili. Biz Bab R’cif’ten girip dar sokaklardan Bab Boujloud ’a kadar ilerliyoruz. O yol boyunca karşımıza çıkan, Bou Inania medresesini geziyoruz. Hatta Boujloud yani ‘mavi kapı’nın oradaki alanda bir de semt pazarı buluyoruz. Bana sorarsanız orası tam bir konser mekanı ama onlar tutmuş pazar kurmuşlar. Ne diyelim. Sonrasında Palais Jamai ’yı görüyoruz, al-Tijani Camii’ne girip biraz oturuyoruz. O dar yollarda kaybola kaybola zaten bütün enerjimiz bitiyor. Sıcak da cabası. Boujloud’a kadar varmışken oradaki kafelerden gözümüze kestirdiğimiz herhangi birinde Fas’ın adeta resmi içeceği olan nane çayından içiyoruz. Yemeğimizi de, Cafe Clock’ta Hindi Zahra tarzı müzikler dinleyerek yiyoruz.

M a ra keş

M a ra keş Fez için 2 gece, 1 günümüz var. O yüzden erkenden uyanıp koşa koşa kendimizi sapsarı ev duvarlarının ve az zaman sonra bizi kıpkırmızıya çevirecek güneş ışıklarının sıcaklığının arasına atıyoruz. R’cif dedikleri bizim çok havalı bir otobüs istasyonu olarak beklediğimiz ama aslında çok sıradan bir meydana varıyoruz. Elimizde bir şehir haritası var ama çoğu

Çoğunluğunu Berberi-Arapların oluşturduğu Faslılar, genelde iyi huylu insanlar. Hele Türkiye’d en geldiğinizi anladıklarında sizden iyisi yok. Beraber gittiğim arkadaşım başörtülü, e bir de beyaz tenli olunca nereli olduğu hemen anlaşılıyor. Dikkatler hep onun üzerindeydi desem yeri. Mesela tren istasyonuna bilet almaya gidiyoruz. Görevli kız, arkadaşımı hemen gözüne kestirip yanına çağırıp muhabbete girişiyor. Arada da ‘sen de kapansan çok güzel olur’ deyip bana da laf sokmayı unutmuyor tabi. Hazır Gare de Fes’e de gelmişken ertesi sabah buradan bir de Kazablanka’ya gidelim. ONCF, Fas’ın

69


G a re d e Fes, Fez

70

tren yolu şirketi. Çoğu önemli şehre tren var. Öyle YHT’ler, Deutsche Bahn’lar kadar hızlı olmasa da yerli halk da şehirlerarası ulaşım aracı olarak çoğunlukla trenleri kullanıyor. Gece trene binmeme konusunda sıkı sıkı tembih edildiğimizden, geceyi de Fez’d e geçirip sabah erkenden petit taksiye atladığımız gibi tren garına gidiyoruz. Planladığımız 8:50 trenine binmek olsa da, tam işe gitme vaktinde taksi aramaya çıktığımızdan ve tabi görünürde yine otobüs bile olmadığından, planlar 9:50 trenine aksıyor. Neyse ki ona yetişiyoruz. Kişi başı 110 dirheme biletlerimizi alıp biniyoruz trene. 12’yi biraz geçe Kasablanka’ya varıyoruz. Burada göreceğimiz Hasan II Camii ve Atlas okyanusu var. Sırf okyanus görmek için gittiğimizi ise artık itiraf ediyorum. Kalacak yerler de bütçemizi biraz aştığından akşam karanlığına kalmadan Marakeş’e varmak için Kazablanka’yı hızlıca turluyoruz. O sıra bir de bakıyoruz ki ne görelim: BİM. Arapça yazılı Bim poşetlerimize birkaç Ülker markalı bisküvi doldurup Türkiyeliliğimizden hiç ödün vermiyoruz. Şehir, öyle büyük ki işin içinden çıkamıyoruz. Zamanımız da az olunca, taksiye atlayıp doğruca Hasan II camiine ve tabi okyanus kenarına yollanıyoruz. Şehirde bir de tramvay var ama bizim onu kullanacak, bekleyecek vaktimiz kalmıyor. Kazablanka, öyle filmde gördüğümüz gibi artistik bir şehir hiç değil. Yerler çöp dolu, etraf kokuyor. Hatta dolandırıldığımız tek Fas şehri. Normalde 10-15 dirhem verdiğimiz petit taksilere burada 50 dirhemden aşağısını veremiyoruz. Liman şehri olduğundan, Fas’ın ticaret merkezi olmuş. Fuarlar, büyük şirketlerin bayileri, takım elbiseli iş adamları her yerde. Bim’in de burada olması tesadüf değil anlayacağınız. Hasan II camii de okyanus kenarında olduğundan bir taşla iki kuş vurmuş oluyoruz. Bir rehber eşliğinde orayı geziyoruz. İngilizce’d en başka

Fransızca, İspanyolca gibi rehberlik seçenekleri de var. Giriş ücreti öğrenci indirimiyle 60 dirhem. Bir-iki saat orada oyalanıyoruz ama gelin görün ki koskoca okyanusa ayaklarımızı bile sokamıyoruz. Bizim olduğumuz kıyı, duvarlarla çevrili. Onlardan atlayıp girenler de var tabi ama kocaman taşları görünce, sırtımızdaki bize taş taşıdığımız hissini veren çantalarımızla öyle heyecanlara girişmemeye karar veriyoruz. Zaten saat de 4’ü geçiyor bile. Böyle olunca, gece trene binmeme tembihlerini aklımıza getirip 4:50’d eki Marakeş trenine yetişmek için gara gitme yollarını arıyoruz. Bu defa da iş çıkışına denk geldiğimizden, biz oturacak yer bulsak da trende ayakta kalan bir sürü insan oluyor. Fez’le Kazablanka arası biraz daha yeşil, ağaçlık olsa da KazablankaMarakeş arasında manzaramız çöl kaktüsleri ve terk edilmiş tren garları. Hava kararmak üzereyken Marakeş’e varıyoruz. Hemen bir harita bulup, Jemaa el Fna denilen Marakeş’in Medinasındaki ana meydandan ne kadar uzakta olduğumuza bakıyoruz. Yine yenişehirle Medina arası kilometreleri bulunca taksiye binmek farz oluyor. Kişi başı 40 dirheme Medina’ya varıyoruz. Marakeş’teki hostelimiz birbirine benzeyen dar yolların henüz bilmediğimiz ve o karanlıkta da keşfedemeyeceğimiz bir tanesinin sonunda olduğundan, yardımcı olmak isteyen rehber çocuğa hayır demiyoruz. Bizi hostelin kapısına kadar götürüyor ama verdiğimiz paraları da beğenmiyor. Bizi ülkesinde iki gün kalan, oryantalist Avrupalılar diye düşünüp, bu daha fazla para “kopartma” hilelerine giriştiğini görünce biraz darılıyorum. Neyse ki sonraki gün kaybolduğumuzda bize yolumuzu buldurtan ufak delikanlıyla iki dakikalık muhabettimiz umutları yeşertiyor. Türk olduğumuzu öğrenince hemen ‘sister’ları oluyoruz. Kanallarında hep Türk dizilerini, filmlerini izlediklerini söylüyor. Üstelik “by

Pa l a i s el Ba d i i , M a ra keş


the way”li falan konuşmaya başlayınca, böyle böyle İngilizcesini de geliştirdiği için onu takdir ediyorum. O da az sonra iyi günler dileyip kendi işine dönmek üzere yanımızdan ayrılıyor. Sizin anlayacağınız hala Faslılar sevimli insanlar. Marakeş’teki ilk sabahımızda hostel sahibimizin yardımıyla erkenden Jemaa el-Fna’ya varıyoruz. Gece tam bir panayır alanına dönecek mekan, sabahları kına dövmesi yapan kadınlar, yılan dansettiricileri, birkaç da maymun oynatmayı iş edinmiş insanlar ve tabii portakal, hurma satıcılarıyla dolu. Eve döndüğümüzde tam oruç tutulacak zamanlara denk geleceğimizi bildiğimizden hazırlıklı davranıyoruz. Afrika’d an eve hediye olarak götürmek için hemen hurma alıyoruz. Sonra da asıl mesleği dövmecilik olsa da yüzüne bakıp bütün hayatını söyleyiverecekmiş gibi duran gizemli hanımların yanına varıyoruz. Bizden iyi İngilizce konuşuyorlar. Bize biraz pahalıya mal olsa da kına dövmelerimizle sonraki günlerimizi havalı havalı geçiriyoruz. Marakeş’te ilk Koutabia Camii’ni görüyoruz. El Badii ve El Bahia isminde iki sarayı da geziyoruz. Çoğuna giriş 10 dirhem. Saadi Türbesi’ni de saraylar gibi sırf güzel bahçesi ve terası için geziyoruz. Ben Youssef Medresesi, diğer mekanlardan uzak olsa da görülmesi gereken önemli bir mekan. O minik minik, karanlık, penceresiz odalarda nasıl hava aldıklarını dahi aklımız almazken onlar kim bilir neler öğreniyor,

düşünüyorlardı diye diye oradan da ayrılıyoruz. Souk denilen marketleri gezip, akşamüstünü el-Fna’d aki kafelerden birinde geçiriyoruz. Asıl amacımız, akşamı terasta edip hep fotoğraflarda gördüğümüz bol ışıklı Jemaa el-Fna gecesine tanık olmak. Öyle de yapıyoruz. Sonra dans eden yılanlar acaba kaçar da oracıkta ölür müyüz korkusuyla gidip aralarına karışıyoruz. Yerli halk da her gece ufak çaplı tiyatrolar, ışıklı gösterilerle meydanı dolduran bu turist akınını kazanca dönüştürüyor. Her gün giden turistlerin yerine başkaları geliyor, tüm hazırlıklar yeniden başlıyor, ışıklar yanıyor, panayır telaşı hep sürüyor. Onlarınki olabildiğince yorucu bir yaşam. Hala anadillerinden biri Fransızca olan bir ülke, yıllardır sömürü kültürü altında yaşamaya hiç de aldırmıyor. Zaten öyle tembeller ki uykuları geldiğinde eve dahi gitmeye gerek duymadan dükkanlarının kapılarını kilitleyip içeride uyuyuverenlere bolca rastlıyoruz. Deneyimleyemeden döndüğümüz şeyin galiba siz de farkına yavaş yavaş vardınız ama benim gibi hiç lafını etmiyorsunuz: evet, deve sırtında çölü keşfedemeden döndük. Ona bile yetecek zamanımız kalmadı. Bir daha gitmek ve belki bu defa orada, Afrika’d a yaşamak için bir bahanemiz oldu diye sevinmiyor da değilim. Afrika sevgime sizi de ortak edebildiğimi umut ederek, son sözü hemen burada Cemal Süreya’ya söyletiyorum: “Bütün kara parçalarında/ Afrika hariç değil”.

71


MEVLANA'DAN MEKTUP VAR Türkiye’deki yükseköğretim kurumları ile yurt dışındaki yükseköğretim kurumları arasında öğrenci ve öğretim elemanı değişimini sağlayarak, kültürler arasında köprü kurmayı amaçlayan “Mevlana Değişim Programı” sayesinde 2014 Bahar döneminde Azerbaycan’da, Azerbaycan Diplomatik Akademisindeyim, şimdi değişen adıyla ADA Üniversitesinde. Programı diğerlerinden ayıran özelliği hiçbir coğrafi bölge ayrımı olmaksızın dünyanın dört bir yanındaki üniversitelere değişim imkânı tanıması; bu kapsamda Japonya’dan Amerika’ya, Avustralya’dan Rusya’ya, Kazakistan’a ve çeşitli Orta Doğu ülkelerine Mevlana sayesinde değişim öğrencisi olarak bir veya iki dönemlik gidebilirsiniz. Benim Azerbaycan’ı tercih etme nedenim ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümündeki son dönemim olması bu sebeple Türkiye’den çok uzaklaşmak istemem ve en önemlisi akademik anlamda Avrasya ve Kafkaslara duyduğum derin ilgi ve sempatim. Şu ana kadar verdiğim karardan Bakü’deki yaşamımdan ve özellikle ADA’dan çok memnunum. İyi ki gelmişim! Öncelikle ADA Üniversitesinden biraz bahsetmek gerekirse; ilk olarak sadece lisansüstü düzeyde eğitim verirken, yaklaşık 3 yıl önce lisans düzeyinde de eğitim vermeye başladı. Ülkenin gelişen diplomatik ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla iyi eğitimli diplomatlar yetiştirmeyi amaçlayan kurum lisans düzeyinde de şu an faaliyet gösteriyor. Eğitim dili İngilizce. Okul yönetimi, hocaları ve personeliyle herkes işini büyük bir titizlik ve yüksek kalitede yapıyor. Kimler ne düşünür bilmem ama ben ADA’ya attığım ilk adımdan itibaren farkını, kalitesini hissettim. Yabancı öğrencilerini daha havaalanında karşılayıp evlerine kadar bırakan, onların sorunlarıyla birebir ilgilenen bir okuldan bahsediyoruz. Ufak tefek aksaklıklar olsa da burada ADA Üniversitesi’nde değişim öğrencisi olarak bulunmak sizi özel hissettirecektir.


Okulun beni en çok cezbeden özelliklerinden biri ADA’da temiz enerji kullanılıyor olması. Petrol zengini Azerbaycan’da bir üniversite kampüsünün bütün enerji ihtiyacını yanı başında yerleşen Dede Korkut Parkı’ndaki gölün suyunun yerin altında ısıtıldıktan sonra kampüsteki jeneratörlerde üretilen elektrikle karşılaması bence örnek bir hareket! ADA kampüsünü diğerlerinden ayıran bir diğer özelliği ise dumansız hava sahası olması; kampüste sadece belli 3 nokta haricinde sigara içmenin cezası 250 Manat (yaklaşık 700 TL). Ve bu bizim bildiklerimizden farklı olarak uygulanan yasaklardan. Bu önemli çünkü Azerbaycan’da henüz kapalı alanda sigara içmek yasaklanmamışken, ADA’nın kampüsünü sigara dumanından arındırması Azerbaycan’ı ileriye taşıyacak uygulamaların beşiği olacağının da göstergelerinden. ADA personelinden bahsetmemek olmaz; çünkü burada çalışanlar, öğrenciler, yönetim adeta bir aile gibi... Sıcakkanlılıkları ise sizi hemen kucaklayacaktır. İşini severek yapan insanlarla dolu bir yer ADA… Özellikle efsane kütüphane personeli size kütüphanelerin aslında istenirse sıkıcı bir yer olmaktan çıkarabileceğini, kütüphanede ders çalışmak konusunda ön yargılarınız varsa yıkılabileceğini gösterecektir. İç ve dış mimarisinin şıklığı ve konforundan ise hiç bahsetmeyeceğim. Kırmızı koltuklardan burada da bulunmakta, hem de cam kenarında ve orman manzaralı… ODTÜ’ye bir özlem duymaya göreyim hemen ADA’nın kırmızı koltuklarına koşuyorum. Duyduğum kadarıyla “S” şeklindeki kanepelerde de güzel uyunuyormuş. ADA Üniversitesi sadece Azerbaycan’da en iyi olmayı değil, dünya çapında tanınmayı amaçlayan iddialı bir kurum. Bu kapsamda birçok yabancı öğrenci ADA’da lisans ve lisansüstü düzeyde eğitim alıyor. Çok yakın bir zamanda sekizinci yaşını kutlayan okul şimdiye kadar 35 ülkeden öğrenciyle buluşmuş durumda. Yabancı öğrencilerini mümkün olduğunca iyi ağırlamaya çalışan ADA, onlara kalacak yer bursu da tanıyor. Bu burs beni Bakü’de finansal anlamda rahatlatan en büyük etken oldu. Henüz yurdu yapım aşamasında olan üniversite, yabancı öğrencilerine deyimi yerindeyse evinin kapılarını açmış; ikişer kişilik dayalı döşeli dairelerde yabancı öğrencilerin konaklama masraflarını üstleniyor. Bu benim gönül rahatlığıyla Bakü’ye gelmemdeki temel nedenlerdendi, çünkü Bakü’de yaşam gerçekten pahalı. Mevlana Programı’nın Türk Lirası ile verdiği bursun yüzünüzü pek güldürmeyeceğini de düşünürsek programla gideceğiniz ülkeyi seçerken ayağınızı yorganınıza göre uzatmanızı tavsiye ediyorum, zira döviz kuru neredeyse gidebileceğiniz tüm ülkelerde aleyhinize olacaktır. Şansım mıdır bilinmez ama beni burada en çok şaşırtan hadiselerden bir tanesi de bu dönem ADA’ya gelen 2


değişim öğrencisinin de Türkçe konuşabiliyor olması; biri benim elbette diğeri ise bir Koreli… Kendisi Kore’de Türk-Azerbaycan Dili bölümünde okuyor, İstanbul’da da 6 ay kadar yaşamış. Türkçesi gayet iyi, Azerbaycan dili üzerinde de çalışıyoruz... Taekoo inanılmaz bir joker oldu benim için. Türk çayı içip Türkçe konuşuyoruz kendi aramızda. Çoğu zaman tam seyirliğiz doğrusu.

Burada da her ne kadar Erasmus partileri kadar sık ve kalabalık olmasa da akşam çıkıp eğlenebileceğiniz güzel partiler yapılıyor. Bakü’de şahsen benim en çok tercih ettiğim etkinlikler ise sanatla ilgili olanlar. Buradaki favori mekânlarımdan bir tanesi İçerişeher’de bulunan “Yay! Sanat Galerisi”, burada neredeyse her ay bir ressamın, heykel tıraşın eserleriyle tanışabilir, ortamın samimiliğiyle birlikte dakikalarca bir resim veya bir eser karşısında zaman geçirebilirsiniz. Evrensel sanat dili olan bu sergilerin dışında, Azerbaycan tiyatrolarının da kapısı Türklere sonuna kadar açık. Dil avantajımız sayesinde burada Türk tiyatrosundan farklı bir gelenekten yetişmiş Azerbaycan tiyatro sanatıyla tanışabilirsiniz. Tiyatrolar, müzeler ve sanat galerilerinin sayısı Bakü’de hayli fazlayken, maalesef etkinliklere Türkiye’dekinden de az bir rağbet sezinledim! Fakat burada yaşam pahalılığı etkinlik biletlerine de yansımış durumda. Bilet fiyatları açısından Türkiye’yle kıyaslanınca, tiyatro salonlarının tam dolmaması bir nebze anlaşılabilir bir durum aslında. Yine de sanatla çokça haşır neşir olmuş, Üzeyir Hacıbeyov gibi Müslüman doğunun ilk operasını yazan bestecileri ve daha bir çoğunu yetiştiren, yetenekli bir toplumun kendi tiyatrosundan, sanatından kültüründen uzaklaşması, vaktini ve parasını ayırıp gelenlerin de salonda temel görgü kurallarını yerine getirmiyor olması beni gerçekten üzüyor. Sanatsal etkinlikler açısından bana Ankara’yı aratan, özleten sadece film festivallerinin azlığı ve sanat filmlerine ulaşmanın, vizyonda izlemenin zorluğu. Ama meraklısına, Türk sinemasından en çok izlenen vizyon filmleri burada da aynı tarihlerde gösterime giriyor ve Azerbaycanlılar tarafından da çokça rağbet görüyor.


Bakü bilindiği üzere “rüzgârlar şehri”, bu rüzgâr mevsim tanımadan yaz-kış esiyor ve bildiğimiz rüzgârlara da pek benzemiyor doğrusu; her seferinde “bu kez uçuracak mı?” dedirten ve filmlerde gördüğüm klasik şapka kovalama sahnesini de bana birkaç kez yaşatan cinsten bir rüzgar. Fakat bence şehrin diğer bir adı da Bakü hakkındaki bir belgesele de ismini veren “ışıklar şehri” olmalı. Şehrin ışıklandırması o kadar hoş ki; şehrin gündüzünden memnun kalmadıysanız eğer, bence bir de gecesini görmelisiniz.

Işıklı Bakü fotoğrafı, fotoğrafçı Elya Osmanova’dan alınmıştır

“Targov, Bulvar, İçerişeher” en çok bilinen, rağbet gören mekânları Bakü’nün. Hemen şehir merkezinde yer alan ve yürüyerek gezip zevk alabileceğiniz eski ile yeniyi mimari olarak harmanlamış mekânlar. Ama Bakü’de yaşıyorsanız bu üçgende kalmamak lazım. Hala Bakü’de keşfedilmemiş birçok güzellik var. Ayrıca, Bakü’nün etrafındaki “rayonları”, Türklerden vize istemeyen İran ve Gürcistan’ı da ister otobüs veya kiralık bir araba ile (hem yakın, hem petrol çok ucuz) isterseniz de daha otantik gelebilecek, Bakü’den direk Tiflis’e ve Tebriz’e giden trenlerle çok konforlu bir şekilde gidip gezebilirsiniz. Bir Gürcistan ve Kafkaslar gezisi için Nevruz dolayısıyla olacak 9 günlük tatili iple çekiyorum doğrusu. Nevruz Bayramı buralarda çok coşkulu bir şekilde kutlanıyor. Yiyip içmek, dostlarla sevdiklerinle bir araya gelip, mahnılarla danslarla baharın gelişini kutlamak benim de Türkiye’de görmek istediğim kutlamalardan iken şimdiye kadar yaşayabilmişliğim yoktur. Bu açıdan da dileğim yerine geleceği için mutluyum.


Bir Türk olarak, değişim öğrencilerinin Bakü’deki yaşama çok kolay ayak uydurabileceğini düşünüyorum. Hele Ankara gibi görsellik açısından sınıfta kalmış bir şehirden geliyorsanız, umduğunuzdan fazlasını da bulabilirsiniz Bakü sokaklarında. Burada, teknik olarak kendisi bir deniz sayılmasa da dünyanın en büyük gölü olan Hazar Denizi’nin kıyısında belki o hasret kaldığınız deniz manzarasıyla buluşmuş olacaksınız.

Şehirdeki eğlence hayatı ise tamamen size ve tercihlerinize kalmış durumda. Benim tavsiyem Azerbaycan’a, Bakü’ye sadece dışardan değil bir de yakından bakmanız. Emin olun sizi şaşırtacak, etkileyecek belki de hoşunuza gitmeyecek birçok şey bulacaksınız. Ama eninde sonunda göreceksiniz ki Türk insanı Azerbaycan hakkında aslında çok az şey biliyor. En güzel kanıtı 8 yılda, 35 farklı ülkeden öğrenci ağırlayan ADA Üniversitesi’nde daha önce Türkiye’den gelen hiçbir öğrenci olmaması. Kendi adıma konuşmam gerekirse, ben burada tamamen Türklerin kafasındaki önyargılarının aşılamamışlığını görüyorum. Kurum yüksek düzeyde, kaliteli bir eğitim sunuyor öğrencilerine. Hali hazırda lisansüstü programında okuyan öğrencilerini uluslararası gezilere götürerek özel sektörden büyük şirketlerle birlikte ortak proje yapma imkânını sunuyor. Burada aldığım “Politics in Central Asian Countries” dersi kapsamında Kırgızistan’a araştırma gezisine katılma imkânı bulacağım için ayrıca şimdiden heyecanlıyım. Burada değişim öğrencisi olarak bulunmak biraz hüzünlü benim için, çünkü değişim öğrencisi olarak gelip de geri dönmek istemeyeceğiniz yerlerden ADA Üniversitesi. Ama okuluma mezuniyet için döndüğümde buradan çok güzel anılarla ve dostluklarla ayrılacağımı da şimdiden biliyor ve hissediyorum. Sevgili okuluma ve arkadaşlarıma Bakü’den kucak dolusu selamlar! Sultan Erbaş




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.