COMM. - MAYIS

Page 1


Mayıs

8 Haber Derlemeleri 12 Cezmi Ersöz Röportaj 14 Tarihte Mayıs Ayı 18 Marx’ın Felsefesi 19 1 Mayıs İşci ve Emekçi Bayramı 20 Pisarapuli Sait 21 Rahmi Vidinlioğlu RöportajI 24 Sansürün Tarihi 25 Şahin Kaygun 33 Comm. Mayıs Ayı Yeni Çıkanlar

36 Word of Mouth: Ayşe’nin Söylediği Markayı Geçerse 38 Anneler Günü Reklamları 40 Sofranın Lezzetli Hikayeleri 42 Eti Balık Kraker! Adı Yeter! 44 Dominos Fenomenleri Seçti 44 Ortaya Karışık 45 Şekerbank Eko Kredi: Eko Yapan Reklam 46 Çal, çırp, yayınla. Etiğini boşver. 47 Dünyadan Reklamlar 49 Yeni Mecra: Dijital Marketing 50 Her Markanın Yolu Ajanstan Geçer 53 İhtiyar İnadı: Kupon! 54 David Ogilvy 55 Etkinlik Haberleri

12

21

63


58 Dünyanın En Meşhur Kuşu;Larry 61 Büyüyen Twitter 62 Twitter ve Pazarlama 63 Alper Sarıkaya Röportajı 66 Yine Facebook, Yeni Facebook 67 Ayın Sosyal Medya Vakası: T.C Facebook 68 Teknoloji Haberleri

96

98

72 Salonda Neler Oldu 74 Bir Zamanlar İstanbul’da... 78 Az Ama Öz- Seyfi Teoman 80 Soundtrack 82 Türkiye’den Beş Kısa 84 Vizyon Takvimi

90 Galiba 91 Müzik Haberleri 93 Radyo A 94 Underrated 95 Anneler Günü 96 123 Röportajı 98 Fikri Karayel Röportajı 100 Leauge Of Legends 103 Ayı’n Kafası 104 Web For Wendetta Online Anarşizm 108 Modaya Farklı Bir Bakış; Anarşist Kraliçe Vivienne Westwood 111 Müziğin Sersericesi Punk Rock


İmtiyaz Sahibi Anadolu Üniversitesi İletişim Kulübü

Yazılım Rameş Aliyev

Proje Koordinatörü Anıl Nazım Çebi

Yazarlar Armağan Abanuz, Aykut Coşkun, Aysun Yapıcıoğlu, Ekin Çiftçi, Emre Yener Namaz, Esen Özay, Gamze Konakçı, Hakan Alper Yavaşçalı, Hasan Mert Kozbe, Helin Görkem Akın, Irmak Dokuzcu, Kerem Salış, Osman Şimşek, Sedef Oral, Seher Önemli, Ufuk Özkan

Genel Yayın Yönetmeni Canberk Ulusan Bölüm Editörleri Ahmet Sedat Tözün Alper Küçükbezirci İpek Kesici Yağmur Yarkent Tasarım Canberk Ulusan Halil Beydilli

Teşekkürler Cezmi Ersöz, Dilara Sakpınar, Fikri Karayel, Rahmi Vidinlioğlu Redaksiyon Berrak Gürbüz

Reklam Pazarlama Gizem Aktuğ Tel: 0505 319 30 89 E-Posta: gizem.aktug@commmag.com

Comm. Mag Aylık İletişim Dergisi’nde yayımlanan tüm yazıların sorumluluğu yazarlarına, reklamların sorumluluğu reklam verenlere aittir.

Seval Temel E-Posta: seval.temel@commmag.com

Comm. Mag Aylık İletişim Dergisi’nin içeriği, tamamen ya da bölümler halinde dergi yönetiminden ve yazarlardan izin alınmaksızın kullanılamaz. İçeriğin her hakkı saklıdır.

Comm. Mag Aylık İletişim Dergisi Mayıs 2013 – SAYI 03 Adres: Anadolu Üniversitesi Yunus Emre Kampüsü, Öğrenci Merkezi, Kat 3, İletişim Kulübü, 26470, Eskişehir E-Poste: info@commmag.com İnternet Sitesi: www.commmag.com Facebook: facebook.com/CommMag Twitter: twitter.com/commmagazine

Kapak Görseli Halil Beydilli (2013)





Haber Derlemesi

Yök’ün Tavsiye Ettiği Kitaplar

Bozulmayan Hamburger

“Türkiye Okuyor” projesi kapsamında Yök’ün okullarda okutulmasını istediği 81 kitapta en büyük hayvan olduğu için Allah’a şükreden “balina” “aşağılık Rum’lar”, uzun boyu nedeniyle ’Rabbim verdi’ diyen zürafalar var. “Hayvanların Gizemli Dünyası” isimli kitapları yazan Arif Sarsılmaz’ın profesör unvanını kullanmasına karşın Yök’te hiçbir kaydına rastlanmamıştır. Kitaplardan yapılan bazı alıntılara göre hayvanlar şöyle konuşuyorlar: - (Balina Kitabı) En büyük hayvan olarak yaratılmışım. - (Fil Kitabı) Kendimizi nasıl koruyacağımızı, suya ve yiyeceklere nasıl ulaşacağımızı yaratıcımızın yönlendirmesiyle bulabiliyoruz. - (Albatros Kitabı) Her şeyi en doğrusu ve en güzeli ile bilen Rabb’imiz, neslimizi özel yapıdaki yumurta kabuklarımız ile korumaya almıştır. - (Zürafa Kitabı) Beni uzun boylu yaratan Rabbim yarattığı her bir canlıya farklı üstün özellikler vermiştir. - (Ahtapot Kitabı) Bütün organlarım ve vücut tipim sizinkinden çok farklı bir plan üzerinde yaratıldığı hâlde, gözlerimizdeki bu benzerlik, Yaratıcımız’ın birliğinden başka şekilde izah edilemez. Fethullah Gülen’e ait tr.fgulen.com sitesinde 30 yıldan fazla evrimle ilgili dersler veren ve bizzat uzmanlık alanının bu olduğu söylenen Arif Sarsılmaz’ın ise Yök Ulusal Tez Merkezi’nde ne yüksek lisans ne de doktora tezinin olmadığı öğrenildi.

1999’da ABD’nin Utah eyaletinde bir fastfood lokantasından satın alınan 14 yıllık hamburger, içindeki katkı maddeleri sayesinde bozulmadan ilk günkü tazeliğini koruyor. Bu durum katkı maddelerinin bu tür ürünlerin bozulmasını engellediği tartışmasını yeniden alevlendirdi. ABD’nin Utah eyaletinde bir fastfood lokantasından hamburger alan David Whipple, bu tarz yiyeceklerin zararlı olduğunu arkadaşlarına göstermek için aldığı hamburgeri 1 ay boyunca fişiyle birlikte paketinde bekletti. Whipple’ın arabanın bagajında unuttuğu hamburger 1 yıl sonra eşi tarafından bulundu. Çift, kıymadan yapılan hamburgerin bozulmayıp ilk günkü gibi olduğunu görünce oldukça şaşırdı. Hamburgerin bozulmamasını, içindeki katkı maddelerine bağlayan David Whipple, bu konuda bir kampanya başlattı. Televizyon ve internet aracılığıyla hamburger macerasını anlattı.

8. İşçi Filmleri Festivali, 1-9 Mayıs tarihleri arasında Ankara, İstanbul, İzmir ve Diyarbakır’da eş zamanlı olarak gerçekleştirildi. “Sınırda Yaşamak” temasıyla 15 ülkeden 54 film gösterildi. Festivalde 21’i uluslararası 33’ü de Türkiye’den olmak üzere toplam 54 adet uzun ve kısa kurmaca, belgesel film de gösterildi

8

İspanya’da kemer sıkma politikalarını protesto etmek için meclis yakınlarında bir gösteri düzenlendi. Sosyal paylaşım sitelerinden düzenlenen ‘‘meclisi kuşatma’’ adlı eyleme binlerce kişi katıldı. İspanyol polisi meclis çevresini kuşattığı gibi meclise giden bütün yolları da kontrol altına aldı. Sırt çantası taşıyan herkesin üstünü aradı. Yaklaşık 11 kişi gözaltına alındı.

Evrimin Ortak İskeleti Bulundu

İngiltere’de Eroin Kullananlar İçin Öneri

8. İşçi Filmleri Festivali

İspanya’da ‘‘Meclisi İşgal Et’’ Eylemi

İngiltere, ilk defa yasadışı uyuşturucuların daha güvenli ve yakalanma korkusu olmadan kullanılabilecek ortamlar olması için tartışıyor. Ülkenin güneyinde Brighton ve Hove Kent konseyi tarafından hazırlanan bir raporda, uyuşturucu bağımlıları için oluşturulan özel odaların bağımlılar arasındaki ölüm oranını azaltacağından bahsediliyor. Öneri tam anlamıyla bağımlı kişilerin, örneğin kendi eroin iğnelerini getirip, uzman sağlık görevlileri gözetiminde kullanabilecekleri, sıklıkla “atış poligonu” olarak da tarif edilen, güvenli bir ortam. Böyle bir hizmetin sağlanabilmesi için ülke kanunlarında da değişikliğe gidilmesi gerekiyor. Benzer bir uygulama Vancouver’da Insite olarak adlandırılan bir tesiste, 2003’ten beri uyuşturucu bağımlılarına hizmet veriyor. Insite, Kanada hükümetinin çıkardığı bir muafiyet yasasıyla, hukuken korunuyor. Öneri kabul edilirse, İngiltere’nin de benzer bir muafiyet yasası çıkarması gerekecek.

2008 yılında Johannesburg yakınlarında daha önce bilinmeyen ve insan benzeri bir türe ait olan iki milyon yıllık kemik kalıntıları bulunmuştu. Yeni değerlendirmeler ise Australopithecus Sediba (Au. Sediba) adlı bu türün insanlarınki gibi leğen kemiği, elleri, dişleri ve şempanzelerinkine benzeyen ayakları olduğunu ortaya koyuyor. MH1olarak anılan gençlik çağındaki erkek iskeleti, MH2 olarak bilinen kadın iskeleti ve MH4 olarak bilinen kaval kemiği anatomisi ile ilgili altı ayrı araştırma raporu yayınlandı. Kemikler, Johannesburg’un kuzeydoğusundaki “İnsanlığın Beşiği Dünya Mirası” alanında bulundu ve bulgular da “Science” adlı dergide yayınlandı. İskeletlerin, erozyonla çatısı çöken bir mağaranın zemininde bulunduğu belirtiliyor. Aynı zamanda iskeletlerin kadın ve erkek iskeletlerinin anne ve çocuğa ait olabileceğini söyleniyor. Trajik bir kaza sonucu mağaraya düşerek öldükleri tahmin ediliyor. Çukurda, bazı kedi türlerine, sırtlanlara, antiloplara, kuşlara ve farelere ait kemikler de bulunuyor.


Yürümeyi 370 Milyon Yıllık Balıktan Öğrendik

Yekster Twitter’da Paylaşım Rekoru Kırdı

Sevgili Bulma Uğruna 4.3 Milyar Euro

Yüz milyonlarca yıl önce yaşamış, modern balıklardan çok farklı olan bir balık türü, neden iki kol ve bacağa sahip olduğumuz konusunda bilim dünyasına yeni bilgiler kazandırabilir. “Biology Letters” dergisinde yayınlanan araştırmada, “Euphanerops” adıyla bilinen antik balık, dünyanın ‘çift uzuv’ geliştirmiş olan ilk canlısı olarak tanımlandı. 10 cm boyundaki antik balığın fosilinde, kuyruğuna çok yakın bölgede çift uzantılar tespit edildi. Araştırma ekibinde yer alan, İngiltere’nin Manchester ve Leicester Üniversiteleri’nde akademisyen olan Robert Sansom, Euphanerops, ilk yüzgeç benzeri çift uzuvlara sahip olan canlı için ‘‘Çift uzantılar, balıklar sudan karaya geçiş yaparken gelişmiş olmalı. Ancak ilk çift uzantıların evrimi, omurgalıların gelişim süreci adına çok önemli bir yer tutuyor” ifadesini kullandı. “Discovery News” sitesinin haberine göre, Sansom, meslektaşları Sarah Gabbott ve M.A.Purnell ile Kanada’da gün ışığına çıkarılan 36 Euphanerops türünü inceledi. Euphanerops, 370 milyon yıl önce, Dünya’da daha dinozorlar var olmamışken yaşamış, alt çenesi olmayan bir balıktı.

Zengin Kürt Klasik Müziği arşivi ile kullanıcılarına internet üzerinden bulamadıkları sesleri dinleme imkanı sunan yekster.com sosyal medyada yoğun ilgi görüyor. Sosyal paylaşım sitelerinde paylaşım rekorları kıran müzik platformu yekster.com, ‘Kürt Fizy’si’ olarak adlandırılıyor. Kullanıcılarına internet üzerinden erişemedikleri binlerce müzik eserine ulaşabilme imkanı sunuyor. Klasik ve popüler Kürtçe eserlerin yanı sıra henüz dijital kaydı dahi olmayan Dengbej’lerin eserlerini internete taşıyan Yekster, 1 milyona uzanan repertuarıyla dikkat çekiyor. ‘Platforma guhdarkirina muzîka Kurdî ya herî mezin a cîhane’ (Dünyanın en büyük Kürtçe müzik platformu) iddiasıyla yayına başlayan Yekster’in öncelikli amacı ise ‘klasik Kürt ve dengbej müziğini tanıtmak’. Twitter ve Facebook’ta son günlerde en çok paylaşılan sitelerden olmayı başaran Yekster, özellikle Twitter’da büyük beğeni topladı.

Almanya’da yaşayan bekârların sevgili bulabilmek için geçen yıl 4,3 milyar euro ödediğini ortaya koydu. Çöpçatanlık sitesi Parship’in yaptığı bir ankete 800 kişilik bir katılım oldu. Bu ankette her 10 kişiden birinin hayatının aşkını bulabilmek için bir yılda bin eurodan fazla ödemeye hazır olduğu görüldü. Anket, aşkı bar ve kulüplerde arayan bekârların yüzde 42’sinin, bu uğurda yılda 7 bin euroya kadar harcadığını kaydediyor. Katılımcıların yaklaşık yüzde 20’si dil ve dans kurslarında, yine yaklaşık yüzde 20’siyse yalnız çıktıkları tatillerde hayatlarının aşklarını bulmayı umuyor. Bunun için yapılan yatırım ise yaklaşık 3 bin euro. Kültürlü bir sevgili isteyen yüzde 14’lük kesimin başlıca uğrak yeri ise tiyatro, konser ve müzeler.

Bir Tutam İmparator Saçı 13 Bin Euro

Amy Winehouse Belgeseli Güvenilir Ellerde

Cemal Süreya’nın Üvercinka’sına Sansür Cemal Süreya’nın “Üvercinka” şiiri, test kitabında sansürlendi. Ders kitaplarındaki birçok sansürden sonra şimdi de Cemal Süreya’nın Üvercinka şiiri sansüre uğradı. Şiirin orijinalinde ‘‘sevişmek’’ olan kelime değiştirilerek yerine ‘‘sevmek’’ kelimesi getirildi. Soruda şiirin sansürlenmiş halinin ‘içerik ve biçimi dikkate alınarak’ hangi şaire ait olduğu soruluyor

Asif Kapadia, 2 yıl önce hayatını kaybeden Amy Winehouse hakkında bir belgesel çekecek. Focus Features International Şirketi, belgeselin, 23 Temmuz 2011’de henüz 27 yaşındayken alkol zehirlenmesinden ölen Grammy ödüllü genç sanatçının yaşamını daha önce hiçbir yerde yayınlanmamış arşiv görüntüleri kullanarak anlatacağını açıkladı. Winehouse’un ailesi, daha önce de birçok belgesel teklifi aldıklarını ancak yönetmen Kapadia ile yapımcı James Gay-Rees’in Amy’nin öyküsüne son derece duyarlı ve dürüst bir biçimde yaklaştığını söyledi. Kapadia, 1994 yılında bir trafik kazasında yaşamını yitiren Brezilyalı F1 pilotu Ayrton Senna’nın yaşamını anlatan “Senna” adlı filmiyle 2010’da BAFTA ödülünü kazanmıştı.

Dağılan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun son hükümdarı Franz Joseph’in bir tutam saçı Avusturya’daki açık artırmada 13.720 euroya satıldı. Franz Joseph, Avrupa’da en uzun süre hüküm süren hükümdarlardan biri olmuş ve yeğeninin Saraybosna’da öldürülmesinden sonra I. Dünya Savaşı’nı başlatan taraf olarak görülmüştü. BBC Türkçe’de yer alan habere göre, 20’nci yüzyılın ilk çeyreğinde, 1916 yılında ölen Ferdinand’ın saçı için açılış fiyatı 450 euro olarak belirlenmişti. Saç, puro kutusu ve mendil gibi malzemeler Ferdinand’ın uşağı Eugen Ketterl’a verilmiş, Ketterl’ın ailesi tarafından muhafaza edilmişti. Fransız İmparator Napoleon Bonaparte’ın saçları 2010 yılında Yeni Zelanda’da yapılan bir açık artırmada yaklaşık 10.500 euro tutarında bir fiyata satılmıştı.

9


Graham Bell’in 128 Yıllık Ses Kaydı

Kemal Tahir’in İzinde

İzmir’de Neşet Ertaş Heykeli

ABDli araştırmacılar, Alexander Graham Bell’in 15 Nisan 1885 tarihinde karton bir diske yüklediği ses kaydını dinlemeyi başardı. “Smithsonian Magazine” dergisinin haberine göre, İskoçya’da doğan ve Kanada’da yaşadıktan sonra Amerika’ya gelen Bell’in, nasıl bir aksana sahip olduğu ölümünden 90 yıl sonra ilk kez anlaşıldı. Bell, tarihi ses kaydında, “Bu kaydın tanığı olarak, benim sesimi duyun, Alexander Graham Bell” ifadesini kullanıyor. İşte o ses kaydı: http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=dWUujw88pW8

Ölümünün 40. Yılında, İthaki Yayınları, Kemal Tahir’in izini sürmeye devam ediyor. Kemal Tahir’in, 1947-1951 yıllarında “Karikatür”, “Son Saat”, “Vatan” gibi süreli yayınlarda tefrika edilen romanları Özgür Günay tarafından derlenerek ilk kez toplu basımla okurlarıyla buluşturuluyor. 2 cilt halinde sunulan kitabın “Biz Böyle Delikanlılar Değildik” adlı birinci cildinde “Yedek Sevgili”, “Sevmek Hakkı”, “Camı Kıran Çocuk”, “Sevenlerin Zaferi”, “Zoraki Nişanlı”, “Bir Nedim Divanı’nın Esrarı” romanları yer alıyor.

Halk ozanı Neşet Ertaş’ın son yıllarını geçirdiği İzmir Karabağlar’a 3 aylık bir çalışma sonucunda Ertaş’ı bağlama çalarken figüre eden heykeli dikildi. Zafer Dağdeviren, Derya Ersoy ve Ali Yaldır’ın heykeltıraşlığını yaptığı çalışmanın kaidesi aşıklığın merkezi anlamına gelen su damlası şeklinde tasarlandı. Yapılan heykel yine Neşet Ertaş’ın adının verildiği parka kondu.

Ankara’ya ‘Toplu Taşıma Teleferiği’ Yapılıyor

Orta Afrika Medyası Grevde

Fransa’da Futbol Terörü

Türkiye’nin ilk toplu taşıma amaçlı teleferiği Yenimahalle Metro İstasyonu-Şentepe arasında Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından yapılacak. Yapılacak teleferik hattının saatte 4 bin 800 yolcu taşıma kapasiteli ve 4 duraklı olacağı, hatta 10 kişilik 106 kabinde yolcu taşınacağı belirtildi. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek, metro ile senkronize çalışacak olan teleferik sisteminin, trafiğin rahatlamasına yardımcı olacağını bildirdi. Teleferiğin yolcu potansiyeli fazla olan tramvay, hafif raylı ve metro sistemlerine göre daha avantajlı olduğunu vurgulayan Gökçek, yatırım maliyeti, teknik boyutlar, kamulaştırma sorunları, yapım süresi, yolların uzun süre kapalı kalması, işletme ve personel maliyetlerinin yüksek olması gibi pek çok nedenle teleferik yapımının daha avantajlı olacağını ifade etti.

Orta Afrika Cumhuriyeti medyası baskı, tehdit ve yağmalama olaylarını protesto etmek için greve gitti. Orta Afrika Cumhuriyeti Gazeteciler Birliği Sendikası’nın Başkanı Maka Gbossokotto, radyodan duyurduğu mesajında, devlete ait basın yayın kuruluşları hariç, ülke genelinde greve gidildiğini belirtti. Gbossokotto, yetkililerin, uluslararası toplumun ve basının dikkatini Orta Afrika’daki zor çalışma koşulları ve basın özgürlüğünün kısıtlanmasına çekmek istediklerini vurguladı. Sendika üyesi gazeteci Faustin Bambou, baskıların 24 Mart’ta Devlet Başkanı François Bozize’yi deviren Seleka koalisyonundan da kaynaklandığını, muhabirlerden bazılarının ölümle tehdit edildiğini açıkladı.

Lyon’u mağlup ederek Fransız 1. Ligi şampiyonluğunu ilan eden Paris-Saint-Germain’in kupa töreninde holigan terörü esti.Fransa’nın başkenti Paris’te Eyfel kulesi yakınlarında düzenlenen kupa töreni sırasında hooliganlar polisle çatıştı. Çatışmalarda 30 kişi, yaralandı. Polis 21 kişiyi gözaltına aldı. Olaylar Paris-Saint-Germain futbolcularının kupayı almak için meydanda kurulan podyuma çıktıkları anda başladı. “ultralar için özgürlük” pankartı asan holiganlar, uyarılara rağmen iskeleden inmeyince polis müdahale etti. 15 bin kişinin kupa töreni için toplandığı meydan aniden çatışma alanına dönüştü. Paris Saint-Germain oyuncuları olaylar yüzünden podyumda sadece 5 dakika kalabildi.

10



Cezmi Ersöz

Sözcüklerle değil, sevdamızla konuşalım. Anlatalım her şeyi. Sonra söz bitsin. Ölüme kadar yalnızca susalım !

Sedef Oral sedef.oral@commmag.com



T

ürkiye’nin en iyi şairlerinden olan ve çizdiği yolda kendisi gibi devam etmekten hiç vazgeçmeyen Cezmi Ersöz ile bir söyleşi yaptık. Bizi kırmadı ve bütün sıcakkanlılığıyla merak edip sorduklarımızı cevapladı. İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi mezunusunuz. Yazmaya nasıl karar verdiniz, nasıl başladınız? Zaten ben yazmadan önce de yazmayı hayal ediyordum ortaokul, lise yıllarında falan. Ama hayat bana öyle otur, saatlerce yaz şansını tanımadı. Hayal ettiğim şey buydu, evet yazmayı kafama koymuştum. Ama profesyonel olarak bütün hayatımı yazarlığın kaplayacağını hayal bile edemezdim. Bir işim olacaktı. Bürokrat olacaktım, belki akşamları yazacaktım birçok insan gibi. Ama hayat beni çok farklı bir yere getirdi. Kravat takmadım, takmayacağım da. -Yazar olmasaydım, olurdum dediğiniz meslek yok mu hiç başka bir şey düşünmediniz mi? Yani sanatın yine bir kolu olurdu. Yani oyunculuk, sinema, tiyatro alanında çalışabilirdim ya da serseri olurdum. Ama kravat takmayacaktım. -Kitaplarınızda genelde bunalımlı, melankolik bir aşk var. Sanki bir kişiye karşı duyulan bir aşk değil de aşka âşıkmışsınız gibi hissettiriyorsunuz. Gerçekten böyle misiniz? Aşka âşık olmak ama sonuçta aşka âşık olma halini sizde doğuran birisi olması gerekiyor. Böyle sizi sürükleyen birisi olmadan aşka âşık olamazsınız. O platonik aşka girer. Ben platonik aşkı çok da önemsemiyorum. Yani “Ben seni seviyorum. Bundan sana ne” diye bir şey yok. Ya da sofilerin dediği gibi ‘‘Gelme, nasılsa gideceksin. Ayak seslerin yeter bana.’’ bu başka bir felsefe. O noktaya daha geçemedim ama bunu anlıyorum. Belki bir gün ben de o noktaya geleceğim. Henüz gelmedim, gelmek üzereyim. Onun dışında aşk yazarı olarak tanımlanmak istemiyorum. Çünkü aşkı bu dünyadan soyutlayamazsınız. Gökyüzünde aşk yaşamıyoruz. Yaşadığımız aşkın içine her şey giriyor: çocukluğumuz, koşullar, yalnızlık, para, parasızlık, çıkarcılığımız, açgözlülüğümüz… Öyleyse aşk adı altında yazdığım şey hayatın tüm meselelerini de içine alıyor. Artık aşktan çıkıyor. Bizim çaresizliğimiz, kaygılarımız, hepsi var. Ben insanlara hayattan soyutlanmış bir aşk anlatmıyorum. -Sizin siyasi bir kimliğinizin olduğunu da biliyoruz. Sana-

14

tınızı özellikle mi bu kimliğin önünde tutmaya çalışıyorsunuz. Çünkü insanlar sizi genelde aşk kitaplarınızla tanıyıp, biliyorlar. Durum böyle olunca aslında anlatmak istediklerinizi okuyucularınıza verebildiğinizi düşünüyor musunuz? Yani güze bir soru olduğunu söylemeliyim. Beni bütünüyle keşfeden, kabullenen, benimseyen %40 diyelim. Ama benim siyasi bir kimliğim var. Bunları bazıları kabullenemeyip itiyor. Cezmi Ersöz’ün bu yanı beni ilgilendirmez diyor. Beni sadece “Şizofren Aşka Mektubu” ilgilendiriyor diyor. Ama “Haritanın Yırtılan Yer”ini okumuyor, onu yadsıyor. Ama Cezmi Ersöz o. Hem de haritanın yırtıldığı yerde o aşkı yaşıyor. Arada ikisini birlikte gören, anlayan, hisseden bir azınlık. Ama ben buyum, ben siyasi bir kişiliğim. Aynı zamanda romantik bir kişiliğim var ama romantik yanım da hayattan kopuk bir romantizm değil. Hayatın içinde olan bir romantizm. Sabah banka kuyruğunda beklerken faturanı ödeyemeyeceğin bir anda sevgilini de düşünüyorsun, bir yandan kiranı öderken sevgilin acaba kirasını ödeyebildi mi diye, evde rutubet var, izolasyon yaptırmak lazım, üşüyorsun. O da var aşkın içinde sadece sere serpe sevişmek yok . Eserlerinizde olduğu gibi normal hayatınızda da melankolik biri misiniz ya da daha hayata karamsar mı bakarsınız? Karamsar değilim. Karamsarlık başka bir şeydir. Karamsar insan üretmez, yeni bir şey yapmaz. Çünkü bitmiştir her şey onun için. Dolayısıyla ben hüzünlüyüm, kederliyim, zaman zaman da melankolik olabilirim. Ama hüzün ve keder, bitiren bir duygu değildir. Hüzün ve keder insanı üretken kılar. Zaman zaman insan odasına kapanabilir sonra çıkmak üzere. Yaralarınızı sararsınız, düşünürsünüz, hesaplaşma yaparsınız, duygularınızı tartıp gözden geçirip sonra tekrar odanızdan çıkarsınız. Karamsar insanlar her şeye olumsuz bakarlar. -Peki hocam şiirlerinizi nasıl yazıyorsunuz? Böyle bir ilham mı geliyor yoksa her kalemi elinize aldığınızda yazacak bir şeyleriniz oluyor mu? - Yok memur yazar değilim. Sabah 9 kalktım, kravatımı taktım, ne yazacağım? Olmaz. Mutlaka bir dış etken gerekiyor. Size heyecan veren birisi, bir üzüntü, bir ayrılık, bir hasret, bir müzik, bir ses onun oluşması lazım. Her dakika şiir yazmayı sevmiyorum. O şiirlerin oluşması lazım. Duyguların çatışması lazım. Özel anlarda


yazılır şiirler. Şiir mesaiye tabi değildir. -Kendinizi şiirlerinizle mi yoksa düz yazılarınızla mı daha iyi ifade ettiğinizi düşünüyorsunuz? Valla ikisi de. Çünkü benim düz yazılarım da şiirsel bir duygu yoğunluğunda yaşanır ve yazılır. Zaman zaman şiirde kendimi daha iyi ifade ediyorum zaman zaman şiirsel metinler yazıyorum. Ben düz yazıyı sevmiyorum. Düz yazı kavramını da sevmiyorum. Ne düzü ya derinleşiyorsun orada. Ama şunu da önemsiyorum. Şair olarak anılmak isterdim. Şiirin çok zor, çok ender, çok az yakalanan bir yoğunluk olduğunu düşünüyorum. Hep istediğim bir süreçti. Son iki buçuk yıldır sadece şiir yazdım. Tek bir deneme, öykü yazmadım. Onları yakında yayınlayacağım, sadece şiir yazmak isterdim. -Peki özellikle Türk Edebiyatında okuduğunuz sizi yazarken etkileyen isimler var mı ? E tabi canım çok var. Çok ustam var benim. Edip Cansever, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ece Ayhan, Behçet Necatigil, Ahmet Muhip Dıranas, Tezer Özlü, Yusuf Atılgan, Leyla Erbil, Birkan Keskin, Gülten Akın… -Edebiyatın son zamanlarda post modern edebiyat, yeraltı edebiyatı gibi sınıflandırılması hakkında ne düşünüyorsunuz? Yani bunları zorlama görüyorum. Bakın ikinci yeni bile zorlamadır. İkinci yeni ekolüne alınan birçok şair vardır. Çok farklı şeyler yazarlar. Bazen kuram, şiirin kendisinin önüne çıkıyor. Yani şiirini yaz kardeşim ya. Tezer Özlü’yü nereye koyacaksın? Yusuf Atılgan’ı nereye koyacağız? Bırakın zorlaştırmayın ya. Son dönemde söz cambazlığı, imge oyunları, kelimelerle oynamak öne çıktı. Çünkü insanlar yazalım da ne yazarsak yazalım diye düşünüyor. Dünyayla ilgili dertleri kalmadı. Burada büyük kült şairler çıkmıyor artık. Cemal abiyi kaybettik, Ece Ayhan gitti, Turgut Uyar gitti. Koca bir kuşak, majör şair kuşağı gitti. Şimdi 68’lerden birkaç şair kaldı, biz kaldık. Çok da dişe dokunur bir şey göremiyoruz. İki elin parmağını geçmez. Bir Atilla İlhan, Cemal Süreya bir daha olmayacak. Majör şair çok az ya da hiç yok diyebilirim. Turgut Uyar majör bir şairdi. Kendi sesini yaratan, kendi imge dünyasını yaratan, dünyayla derdi olan bir yazardı, şairdi. Keza İkinci Yeni’nin çoğu öyledir. Bu tüm dünyadaki bir mesele, sadece Türkiye’ye özgü değil. Avrupa da aynı şeyi yaşıyor. Hatta biz Avrupa’dan daha iyiyiz. Ama 10 sene sonra ne olacak düşünmek

istemiyoruz. -Konuya mı yoksa konunun nasıl yazılacağına mı dikkat edersiniz? Nasıl anlatılacağına dikkat ederim. ‘‘Güneş altında söylenecek yeni bir şey kalmamıştır.’’ demiş Antik Yunan filozoflarından biri. Söylenecek her şey söylendi, konu bitti, her şey yazıldı. Önemli olan şairi ayırt eden şey, nasıl anlattığı, nasıl ifade ettiği. Artık yeni konu yok. -E-kitaplarla ilgili ne düşünüyorsunuz? Teknoloji ilerledikçe elimize alıp okuduğumuz dergilerin, kitapların sayısında daha da azalma olacak mı? Ben 20 sene daktiloda yazdım. Hala teknoloji özürlüyüm. İnterneti çok iyi kullanamıyorum, istemiyorum da. Ancak yeni kuşak 6 saat internet ve televizyonun başında. İki kitabım e kitap oldu ama şunu da fark ediyoruz. Teknolojinin önünde durulmaz teknoloji sizin beklentilerinizi aşar gider. İleriyi de görmek gerekiyor. 2018’de e-kitap basılı kitabı geçecek. Şu an Amazon’da e-kitap, basılı kitabı geçmiş durumda. Çılgınca bir değişim var. Onun için teknolojiye karşı durmanın bir anlamı yok. Evet e-kitap olacak ama yeter ki insanlar nitelikli şeyler okusun. Alışkanlıklar değişiyor. Benim kafama sıksan internetten bir kitabı okuyamam. O kokuyu ben alacağım, cebimde gezdireceğim, arada bakıp altını çizeceğim. Ama değişiyor buna da karşı durmanın manası yok. Süreç böyle ilerliyor. -Günümüz edebiyatı hakkında ne düşünüyorsunuz? İnsanların okuma alışkanlıkları nasıl sizce? Şimdi bu konuda yapılmış bir araştırma yok, sadece el yordamıyla bir takım sonuçları öğrenebiliriz. Ben yıllardır edebiyatın içinde birisi olarak çok okunan kitaplara baktığımda hayal kırıklığına uğruyorum, yetkin edebiyatın itildiğini ötelendiğini görüyorum. Çok kitap basılıyor, ama ne okunuyor? Nicelik iyi ama niteliğe baktığımızda aynı şeyi göremiyoruz! -Can Yücel ile ilgili bir kitabınız çıktı. Biraz ondan da bahseder misiniz hocam? Şimdi Can Yücel kült bir şair. İnsanlar giderek daha çok seviyorlar. Unutulmuyor, eskimiyor; her zaman yeni. Hazin bir şekilde Can Baba hakkında yazılmış hiçbir kitap yok. Tek tek araştırma yazıları var sadece ama onun dışında yaşam biçimi, anıları, hayata bakışı; tümünü kapsayan kitap yoktur. İlk kez çıkıyor, o da bizim kitap oldu. Nisan ayında Destek Yayınları’ndan çıktı kitabımız: Candı Yüceldi Şarabiydi.

15


2

Tarihte Mayıs Ayı

4

1941 – Orson Welles’in yönettiği ‘Yurttaş Kane’ filmi ilk kez gösterildi. 1519 - Leonardo da Vinci, Rönesans’ı başlatan İtalyan ressam, heykeltraş, mimar ve mühendis hayatını kaybetti.

1929 – Audrey Hepburn, Belçikalı sinema oyuncusu doğdu.

10

8 1903 - Paul Gaugin, Fransız ressam öldü.

1920 - New York’ta multimilyarder iş adamı Nelson Rockefeller, sahibi olduğu binanın ön cephesine Meksikalı ressam Diego Rivera’nın yaptığı duvar panosunda Lenin resmi olduğu için ressamı kovdu, panoyu parçaladı.

15 2009 : Türkiye İstatistik Kurumu, şubat ayı işsizlik rakamlarını açıkladı: %16.1. Bu oran şimdiye kadar açıklanan en yüksek oran olarak tarihe geçti

1929 - ABD’de Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi ilk ödüllerini dağıttı. ABD yapımı sessiz film ‘Wings’, En İyi Film ödülünü aldı. Ödüller, 1931’den beri Oscar adıyla da biliniyor

22

16

1919 : Mustafa Kemal, Milli Mücadele’yi başlatmak için, Bandırma vapuruyla İstanbul’dan ayrılarak Samsun’a çıktı. 19 Mayıs, 20 Haziran 1938 tarih ve 3466 sayılı kanunla millî bayram olarak kabul edildi

: Almanya’daki Nazi rejiminin 23 1945 baskı örgütü SS birliklerinin başı,

1963 : İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı; Hürriyet, Milliyet, Akşam ve Tercüman gazetelerini kapattı.

gizli servis Gestapo’nun ikinci adamı ve Hitler’in Avrupa’daki Yahudileri yok etme programının mimarı Heinrich Himmler, İngiliz birliklerince tutuklandığının ertesi günü intihar etti

24

1844 : Amerikalı mucit Samuel F.B. Morse kendi icadı olan Morse alfabesiyle ilk mesajı gönderdi.

1995 : Nasuh yüksek tepesi çıktı. Mahruki ilk Türk oldu.


6

5 1818 - Karl Marx, Alman düşünür ve komünizmin kurucusu doğdu.

1972 - Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde idam edildi.

11

7

1940 - John Steinbeck, The Grapes of Wrath adlı romanıyla Pulitzer Ödülü aldı.

1992 : Nelson Mandela, Uluslararası Atatürk Barış Ödülü’nü insan hakları ihlalleri iddiaları nedeniyle reddetti.

1924 - İstanbul’da Cumhuriyet Gazetesi yayımlanmaya başladı.

14

12

1984 : Yaşar Kemal’in “İnce Memed” romanını beyaz perdeye uyarlayan Peter Ustinov’un filminin galası Londra’da yapıldı.

13

1997 : IBM şirketinin süper bilgisayarı Deep Blue, gelmiş geçmiş en büyük satranç ustası kabul edilen Gari Kasparov’u yendi

1954 : Sait Faik Abasıyanık öldü.

1949 : Yazar Rıfat Ilgaz, cumhurbaşkanına hakaretten 3 yıl, Mısır kralı ve İran şahına hakaretten 7 ay hapis cezasına çarptırıldı.

1998 - Frank Sinatra, ABDli müzisyen öldü.

18

19

1944 - Sovyetler Birliği lideri Stalin’in emri ile Kırım’da soykırım amacı ile sürgün yapıldı. Kırım Tatarları’nın tamamı vatanlarından sürüldü, %46’sı sürgünde hayatı kaybetti, hayatta kalabilenlerin kimlikleri yok edilmeye çalışıldı. 2009 : Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkanı Prof. Dr. Türkan Saylan yaşamını yitirdi.

26 25

Mahruki dünyanın en Everest’in zirvesine i Everest’e tırmanan .

1982 : Yılmaz Güney’in senaryosunu yazdığı Şerif Gören’in yönettiği “Yol” filmi Cannes Film Festivali’nde büyük ödülü Costa Gavras’ın “Kayıp” filmiyle paylaştı.

1944 - Nuri Demirağ’ın fabrikasında yapılan ilk Türk yolcu uçağı İstanbul’dan Ankara’ya uçtu.

1919 : Mustafa Kemal, Milli Mücadele’yi başlatmak için, Bandırma vapuruyla İstanbul’dan ayrılarak Samsun’a çıktı. 19 Mayıs, 20 Haziran 1938 tarih ve 3466 sayılı kanunla millî bayram olarak kabul edildi

29

30

1942 : Adolf Hitler, Nazi propaganda bakanı Joseph Goebbels’in tavsiyesiyle işgal altındaki Paris’te yaşayan tüm Yahudilerin sol 1431 : Fransa’da Jeanne d’Arc, göğüslerine sarı bir yıldız büyücülük suçu ile yargılandı takmalarını emretti. ve yakıldı.


Marx’ın Felsefesi

K

omünizmin kurucularından olan Karl Marx, 5 Mayıs 1818’de Almanya’nın Trier kentinde doğdu. Ailesi, Marx henüz küçükken Yahudiliği bırakıp Protestanlığı seçmişti. Almanya’da klasik eğitimini tamamlayan Marx, Bonn Üniversitesi’nde hukuk okudu ama felsefeye olan ilgisi onu bir türlü hukuk disipliniyle bağdaştıramadı. Üniversite okuduğu dönemlerde Alman düşünür Hegel’den etkilenerek Genç Hegel’ciler akımının içinde yer almıştı. Berlin’den ayrılıp Paris’e giden Karl Marx bir süre sonra yaşam boyu arkadaşı olacak olan Fredrick Engels ile tanıştı. Engels de çalışmalarını sanayi işçileri hakkında yapmaktaydı. O dönemde ikisi de devrimci gruplara dahildiler. Bu sırada Marx, kendini Siyasal Ekonomi ve Fransız Devrimi Tarihini çalışmaya adamıştı. Paris’te çıkardığı gazetedeki yazılarından itibaren, işçi sınıfının toplumu özgürlüğüne kavuşturacağını savunmuştu ve bu gazeteler Almanya’da derhal yasaklanmışlardı. Bunun üzerine 1844’te yayınladığı “Ekonomi ve Felsefe Yazmaları”nda dışlanma kavramını sundu ve açıkladı. 1845’te de tehlikeli bir devrimci olduğu için Paris’ten atıldı ve Brüksel’e gitti. 1847’de Proudhon’un eserinin eleştirisini yaptığı “Yoksulluk Felsefesi”ni yayınladı ve yine aynı yıllarda Engels ile birlikte “Komünist Manifesto”yu hazırladı. Karl Marx, Alman filozof, devrimci, ekonomist ve siyasetçidir. Marx’ın düşüncesinin temelini klasik Alman felsefesi, Fransız sosyalist akımı ve İngiltere’nin ekonomi-politiği oluşturmaktadır. Artı-değer teorisi ile kapitalizmin sömürü sistemini bir belirsizlikten kurtarmış; kapitalizmin eleştirisine bir bilimsellik kazandırmıştır. Bu nedenle bilimsel sosyalizmin kurucuları arasında sayılır ve bunu açıklamada “Komünist Manifesto”nun yeri çok önemlidir. Marx ve Engels’a göre “Komünist Manifesto”nun görevi, günümüz burjuva mülkiyetinin kaçınılmaz çöküşünü ilan etmekti. Marx ve Engels burada proleterler ile hem burjuvaları hem de komünistleri farklı başlıklar altında inceleyerek irdelemiş, sosyaliz-

mi de çeşitli şekillerde alarak incelemiş ve anlatmıştır. Karl Marx’ın en önemli eserlerinden biri de “Das Kapital”dir. Toplamda üç cilt olan bu kitabında Marx, sanayi devriminin ilk dönemlerinde yükselen kapitalist üretim biçimine karşı çıkan insanı merkez alan başkaldırıyı ve bu kapitalist üretim biçiminin analizini açıklamıştır. “Das Kapital”, radikal devrimin Avrupa kıtasında uğradığı başarısızlık sonucunda gittiği İngiltere’de yazılmıştır. İlk cildini Marx’ın yazdığı kitabın 2. ve 3. ciltini Karl Marx’ın ölümünden sonra arkadaşı Engels, Marx’ın notlarından yola çıkarak yayınlamıştır. Martinet, Marksist hareket ve düşünceyi üç başlık altında toplamıştır. Biz de onu daha açıklayıcı olmak adına bu başlıklarla açıklayabiliriz: ‘‘-Üretim araçlarının sermayenin elinden alınıp topluma mal edilmesi, -Bu dönüşümde işçi sınıfının oynayacağı rol, -Yeni kurulacak devletin “ortaklaşmacı” ve halk yönetimine dayalı olması.” Karl Marx, Hegel’in diyalektiğinden etkilenmesine karşın, onun idealizmi eleştirip onu aşarak kendi felsefesini oluşturmuştur. Marksist felsefeyi oluşturanlar, diyalektik felsefe, maddeci felsefe ve eylem felsefesidir. Marx ve Engels, batı toplumlarının gelişmesini ilkel komünizm, kölelik, feodalizm, kapitalizm ve komünizm olmak üzere beş aşamaya dayandırırlar. Yani avcılık ve toplayıcılık dönemindeki mülkiyet paylaşımı ve ilkel demokrasiden sonra kabile hayatından çıkılıp şehir hayatına geçildiğinde özel mülkiyetin ve aristokrasinin doğduğunu, bunların da köleliği getirdiğini söylerler. Bütün bunlardan sonra kralın ve burjuvanın da yönetici sınıfta olduğu, proletaryanın ise ezilen sınıf olduğu dönemin geldiğini, proletaryanın da buna dayanamayarak devrim yaptığını böylece sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplum döneminin başladığı açıklamışlardır. Sedef Oral sedef.oral@commmag.com

18


1 Mayıs İşçi ve Emekçi Bayramı

S

enelerden 1886’da, Amerika İşçi Sendikaları Konfederasyonu önderliğinde işçiler günde 12 saat yerine 8 saat çalışmak için, yarım milyon işçinin katıldığı bir iş eylemi yaparlar. 1 Mayıs’tan sonra da tüm hızıyla devam eden gösteriler “Haymarket Olayı” ile sonlanır. Bu olay Amerika’nın Louisville şehrindeki Haymarket Meydanı’nda, işçileri greve katılan McCormick’in, grev kırıcıları devreye sokmasıyla ortaya çıkan protestolar sonucu yaşanır. İşçilere ateş açan polis 4 işçinin ölümüne sebep olur, birçok işçi yaralanır. Yasal baskılar, benzer bir gösteriye daha izin vermez. 14-21 Temmuz 1889’da toplanan İkinci Enternasyonal’da Fransız bir işçi temsilcisinin önerisiyle 1 Mayıs’ın, bütün dünyada “Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması kararı alınır. İşçiler artık birçok ülkede, günde 8 saat çalışmaya başlar. Bu süreçle beraber her 1 Mayıs günü işçiler büyük bir dayanışma içerisinde kutlama yapar. İstanbul’da ilk kutlama 1912 yılında gerçekleşir. Öncesinde ise Osmanlı Devleti döneminde, 1911 yılında Selanik’teki bazı işçiler tarafından kutlanır. 1924 yılı, hükümetin kutlamalara kısıtlama getirmesi ile hatırlanır. Bir yıl sonra ise Takrir-i Sükûn Yasası gereğince 1 Mayıs İşçi Bayramı’nın kutlanması yasaklanır. 1935’te 1 Mayıs günü, “Bahar ve Çiçek Bayramı” adı altında ücretsiz tatil ilan edilir. 70’li yılların ardından İstanbul Taksim’deki kutlamalar ses getirir. Fakat gösteriye katılanlara yapılan müdahale sonucu bu gün, ölümler ve büyük tartışmalarla sonlanmaya başlar. Günümüzde, bir takım kısıtlamalarla da olsa her 1 Mayıs Taksim Meydanı başta olmak üzere ülkemizin pek çok yerinde kutlanır. Esin Özay esin.ozay@commmag.com

19


Pisarapuli Sait Sait Faik’in bu insanları kendi tabirleri ile ‘’dudaklarının kenarlarındaki bıçak yarası gibi bir çizgiyle gülerler.’’ ve ‘’her şeyi, her şeyi para ile satın almak daha kolaymış gibi fakir mahallelere doğru yola çıkarlardı.’’

S

ait Faik’in insanları o denli samimidir ki ömrünüzü aşar, hikayelerinin her birinde tanıdığınız insanlar o zamanın değil, neredeyse bütün zamanların insanlarıdır. Aslına bakarsak her birimiz karmaşıklığı ve anlaşılamamayı ömrümüze dahil etmeye çalışırken ve neredeyse bununla gurur bile duyacakken Sait Faik bir balıkçı kahvehanesinin ahşap masasında avareliğinden unutmuş olduğu öyküleriyle yemek tarifi verir gibi ömrümüzün o birbiri içine geçmiş iplerini gemici düğümü çözer gibi çözer. Ve ne yazık ki bizler o içinde olup bir türlü kanıksayamadığımız basitliğimizle caddelerde yürüyemeyiz. Babasının zorlamasıyla girmiş olduğu ticarette başarılı olamamasının sebebi belki de gördüğü insanların sözde itibarlarıyla ayaklarının bastığı yerden daha çok alan kapladıklarını düşünmesi belki de zaten karasallığı kabul edememiş haline bir de para ve sırasız hırslar eklenince görmüş olduğu gerçekliktir. Sait Faik’in bu insanları kendi tabirleri ile ‘’dudaklarının kenarlarındaki bıçak yarası gibi bir çizgiyle gülerler.’’ ve ‘’her şeyi, her şeyi para ile satın almak daha kolaymış gibi fakir mahallelere doğru yola çıkarlardı.’’ Sait Faik’in köyü ön yargısız kimselerin her zaman ziyaret ede-

20

bildikleri, sokaklarında akıllarına bir şey takıldığında durdukları geri döndükleri bir köydür. İnsanları ile bıçak yarası gibi bir çizgi ile gülümsemek yerine hafifçe başınızı önünüze eğer ve orantılı bir gülümseme ile selamlaşırsız. İçinize alırsınız insanlarını, yıllardır aynı kahveye gitmenin, çayı hep aynı ustanın elinden içmenin vermiş olduğu bir sıcaklıkla karşılar sizi öyküleri. Birinin sizi tanımış olmasının vermiş olduğu bir iç rahatlığı ile öykülerine başlar yine, o tanıştığınız kişilerin sizlerin bam telinizi bilmelerindeki gibi bir huzursuzluk duyarsınız. Öyle zamanlarda kendi gerçekliğinizle karşılaşmak yerine kimseler görmeden boğazın sularına bırakmak istersiniz kendinizi. Yine de Sait Faik insanlarının bütün türlü geçişlerini, haksızlıklarını, hayasızlıklarını ve birer birer önümüze bir kağıt yırtar gibi atmaktansa anlatmış ve bütün dünya kötülüklerinin nedenselliğini bizlerden beklemiştir. Son olarak şunu söylemeliyim ki yoksul olan tüm insanları neredeyse bütün yoksulluklara layık gören insanların muhakkak sadece okuması değil aynı zamanda anlaması gereken bir yazardır Sait Faik.

İpek Kesici ipek.kesici@commmag.com


Rahmi Vidinlioğlu

“Neresinden başlar ki kendisini anlatmaya bir insan?! Neresinden başlarsa öykü konur adı, neresinden gelişirse roman?! ‘‘

Esen Özay esen.ozay@commmag.com


B

Edebiyat: bir çocukluk düşü olarak kazınmışken idealist ruhuma, dört yanım Deniz’lerle kaplı, önüm, arkam, sağım, solum SOBE!

ir kitap yazacağınızı ilk ne zaman ve nasıl hissettiniz? 13 yaşında bir çocukken kitap yazacağıma karar vermiştim. Kendimi her zaman bir kitabın üzerinde adımın yazılı olduğu imza günlerinde o kitabı imzaladığımı hayal ederken yakalardım. Bu konuda ilk denemelerim 16 yaşında başladıysa da ilk romanım olan “Şizofreni Yalnız Oynanmaz”ı tamamlamam 22 yaşımı buldu. 13 yaşındaki bir çocuk saftır ve daha çirkin emellerine ulaşmak için aşk paravanının arkasına saklanamayacak kadar küçüktür. Aşk, evde bulunamayan mutluluğu, ele fincan alarak dışarıda arama çabasıdır o yaşlarda! “Bizde mutluluk kalmamış, varsa annem bir fincan kadar yollasınlar dedi.” gibi diyaloglar, artık normal karşılanır olmuştur çünkü İstanbul’da. İstanbul’da küçük bir çocuk olmak zaten başlı başına büyük bir problemdir. Çirkin insanların âşık olmaya hakkı yoktur çünkü bu şehirde! Hele de hem çirkin hem de kendini zeki sanan ufak bir çocuksan, yapmaman gereken belki de tek şey âşık olmaktır! Olsan olsan yazar olabilirsin belki... Belki... Belki de...

Kültürel birikiminizi derin anlamlar yüklü cümlelerinize ekliyor; anlattıklarınızı tarihten, mitolojiden, kısacası gerçek hayattan olaylarla harmanlıyorsunuz. Bu yoğun birikimi sayfalara yerleştirirken zorlandığınız oluyor mu? Yoksa bu doğaçlama gelişen bir şey mi? Aslında çok düzenli bir yazım sürecim olduğu söylenemez. Kitapta yer alan içerikleri birinci sayfadan başlayıp son sayfaya doğru hiyerarşik olarak yazmıyorum. Yazdıklarımı kısa, bazen de orta uzunlukta notlar olarak bir yerlerde tutuyorum. Bu dosyanın adı “Kimsesiz İmgeler”dir. Daha sonra kimsesiz kalmış bu imgeleri bir roman kurgusu içerisinde gerekli yer ve zamanlarda kullanıyorum. Ben ilk olarak “Aşk ve Acı” romanınızı okumuştum. Ve

22

etkisinden bayağı uzun bir süre çıkamadım… Çok deneysel bir metin “Aşk ve Acı”, tam olarak roman denemez, yani roman kuramına

uzak. Gerçek gibiydi... Bir yazarın başarısı, gerçeği modellemektedir.

Yazılarınızdaki derinlik ve yer yer kendini gösteren yoğun karamsarlık gerçek kişiliğinizi ne kadar yansıtıyor? İnsan “olmak istediğini” yazar ya da bazen olmak istemediği halde sahip olduğu taraflarını toparlar ve bir “kötü karakter” olarak ortaya koyar. Hiç elma görmemiş bir ressamın sadece elma tarifine dayanarak çizdiği natürmorttan kime ne hayır gelir?! “Şizofreni Yalnız Oynanmaz”ın ardından “Aşk ve Acı”yı bizimle paylaştınız; bu iki romanın da sizin için birer iç hesaplaşma olduğunu söyleyebilir miyiz? Şöyle bir düşünelim... En son ne zaman oturup birine mektup yazdınız?! Peki, her şeyi uzun uzadıya anlatan bir mail? Çok uzun zaman olmuş olmalı. Peki, ne zaman SMS attınız? Az önce? Öyle bir çağdayız ki derdimiz 100.000 parçalık bir puzzle ve bizler bunu tek tek parçalar halinde dağıtıyoruz. Yazma serüveni benim için kendime ait o puzzle parçalarını birleştirip tam bir eser haline getirmek olarak özetlenebilir. Kendi iç hesaplaşması olmayan insan SMS atar, hadi en ilerisi mektup yazar, oturup 600 sayfa yazmak akıllı insan işi değildir. “Şizofreni Yalnız Oynanmaz” adını nasıl aldı? Kitabı yazmaya başlarken bir isim üzerinde karar vermemiştim. Öykü akıp gidiyordu ve ben öyküyü şekillendirirken elbette şizofreni vurgusunun çok önemli olduğunu düşünüyor ve bunu kitap adında da öne çıkartmak gerektiğine inanıyordum ancak kitap adı konusunda aşırı derecede kararsızdım. Kitabın yazımı tamamlandığında hala bir adı yoktu. Tüm metni baştan aşağı okuduktan


‘‘Yazmaktan başka çaresi olmayan bir adamım, kısaca kollarında dijital kelepçelerle romantizm peşinde dolanan!”

sonra aşağıdaki paragrafın tüm romanı kısaca ifade edebileceğini fark ettim. “Sen; bir hayal, bir yalan denemesi! Hani evcilik oynamak için arkadaş bulamayan küçük kızlar, tek başlarına oynamak zorunda kalırlar ya evlerinin bir kenarında, ama o küçük kız öylesine inanır da evcilik oynadığına, oyuncak bardaklardan bile ikişer tane koyar ya sofraya, aynen öyle bir oyun oynamaktayım işte ben de. Bilirim elbette, bilirim aslında senin hiç olmadığını ve asla da olamayacağını ama şizofreni de tıpkı evcilik gibi yalnız oynanmaz!” Deniz, kitabınızı ithaf ettiğiniz bir kahraman. Deniz’den biraz bahseder misiniz? Evet, gerçek bir insan o, ama adı Deniz değil. Başka bir dilde adının karşılığı o olsa da. “Deniz”e düşenin kurtuluşu yok.

‘Aşk’ ve ‘acı’nın içinizde bu denli ayrılmaz ve yan yana oluşunda ve bu kadar bütünleşmesinde İstanbul nasıl bir rol oynar? İstanbul, üstüne düşeni yapmaktan başka bir suç işlemiş değil. Bir satranç oyununda yenildiniz diye satrancın oynandığı masayı ya da satranç taşlarını suçlamak çok akılcı değildir. Satrancı başkasıyla oynadınız ve kaybettiniz. İstanbul’un sizin için ne ifade ediyor aşk ve acıdan başka? İstanbul hem tarihi ile hem de mevcut durumu ile ülkenin hala en önemli coğrafyası. Ömrümün büyük bölümünü geçirdiğim bu şehir bırakmak istenmesine rağmen bir türlü bırakılamayan bir sevgiliden farksız. Sizce artık aşkı bu kadar basit kılan nedir, ne yapmalı onun bu denli ucuzlaştığı günümüzde? Dünya üzerinde seks yapmak için aşkın şart olduğunu öne süren tek varlık insandır. Hâlbuki böyle bir şart bulunmamak ile birlikte AŞK sekse giden yoldaki paravan halinde kullanılıyor. Bu, insanın

zaafları ile ilgili psikolojik bir konu aslında ve ne yazık ki en çok suistimal edilen konuların başında geliyor.

Aşk bambaşka bir durumdur. Hastalıklıdır aslında, düzgün bir ilişkiyi aşıkken sürdümek de mümkün değildir. Burada çok önemli bir kavram kargaşası var. Aşk ile seksin, sevgi ile menfaatin sözlükteki anlamları ile gerçek hayattaki anlamları birbirine karışmış durumdadır. Peki devamlılığı olan ilişkilerde aşk yok mudur yani? Ya da bir süre sonra aşk bitmiyor olsa, uzun ilişkiler bu denli uzun olmaz mıydı? Yani, aşkın acıyı getirmesi kaçınılmaz mı sizce? Aşk kelimesinden ne anladığınıza bağlıdır. Benim bakış açıma göre aşk karşılıklı ilişkinin apaçık kaprislerini sorunlarını taşıyamayacak kadar narindir. Neden 10 aylık bir çocuğun konuşamaması fakat aynı çocuğun 6 ay sonra cümle kuruyor hale gelmesi sizi şaşırtmıyor da başlangıçta aşk olan duygu karşılıklı ilişki içinde bambaşka bir şeye dönüştüğünde şaşırıyorsunuz ki?! Hayat devingendir, durmaz! Aşk da bir bebek gibi narin ve korunmaya muhtaçtır ama ilişki onu büyütür. Yeni bir kitap yazma düşünceniz var mı? Var evet, yazıyorum. Bizimle buluşması yakın mı? Hiç belli olmaz. “Aşk ve Acı”nın ilk bölümü “Anahita Tapınağı”nı yazmak tam 3 yıl sürdü; Şehrin Âşık Çocukları bölümünü ise 1 ayda yazdım. İnsan neden yazar ? Kurt olmanın bedeli dağda yalnız kalmaktır. Sürünün içinde kalacaksan, koyun olmak sana yeter.

23


Sansürün Tarihi

İ

fade ve düşünce özgürlüğü anlamındaki kısıtlamaların yoğun olduğu günlerdeyiz. Günümüzün büyük sorunlarından hatta en büyük sorunlarından olduğunu düşünüyorum bu durumun. Kitaplara, şiirlere getirilen yasaklar, hatta bizzat düşüncelerinden dolayı kişilere verilen cezalar çok gündemde ne yazık ki. Aslında günümüzde de büyük bir sorun olan sansürün neden hala etkinliğini yitiremediğini anlamak adına bir de tarihine bakmak istedim. Sansür dediğimiz şey Osmanlı İmparatorluğu döneminden itibaren hep varlığını sürdüren ve özgürlüklerin aslında hiçbir zaman tam olamadığını gösteren bir olgudur. İlk resmi gazete “Takvim-i Vekayi” çıkarken padişahın söylediği cümleler şöyle olmuştur: ‘’Kutsal şeriata ve devlet düzenine dokunmama şartıyla benim iktidarıma çok yardımcı olacaktır.’’ İşte bu cümle şimdi bile pek çok şeyi açıklamaya yetmiştir. Çıkış tarihleri aynı döneme tekabül eden diğer özel gazeteler de devlet düzenine karşı eleştirel tutumları ve yazımları nedeniyle birçok ceza almışlardır. Osmanlı Tarihi’nin ilk mizah dergisi “Diyojen” dahi sansüre kurban giden yayınlardan olmaktan kurtulamamış ve içindeki taşlamalar nedeniyle birkaç kez kapatılıp açıldıktan sonra tamamen yayın izni kaldırılmıştır. Bunun gibi birçok dergi ve gazetenin ceza alması, kapatılması da yetmeyerek “Ali Kararnamesi”yle sansür daha da derinleştirilmiş, bırakın düşünceleri, eleştirileri, kullanılan sözcüklere bile karışılarak yasaklar getirilmiştir. Anarşi, suikast, grev, dinamik ve bunun gibi birçok kelimenin yazılarda ya da herhangi bir yerde kullanılması yasaklanmıştır. Bu durum özellikle 2. Abdülhamid’in yönetimde olduğu dönemde devam etmiş hatta daha da artmıştır. Sakıncalı görülen birçok kitap yakılarak yok edilmiştir. İkinci Meşrutiyet Dönemi’ne geldiğimizde başlarda sansüre karşı olan ve ‘’gazeteler hürdür’’ diyen hükümetin bu tavrı da çok uzun sürmemiş, kendilerinden öncekiler gibi kendi siyasi görüşlerini savunmayan ve eleştiren gazetelere tutumları pek de farklı olmamıştır. Bu dönemde de birçok gazete, dergi muhalefet oldukları için kapatılmaktan kurtulamamışlardır. İşin kötüsü bu dönemde sadece dergiler, gazeteler kapatılmakla, cezalandırılmakla kalmayıp, birçok gazeteci, düşünceleri hakim gücün çıkarlarına ters düştüğü için öldürülmüştür de. Bütün bunlar da bu işin sonu olmadı. Aynı baskı Cumhuriyet Dönemi’nde de devam etti. Bu dönemde de Cumhuriyet rejimi karşıtı görüşlere, özellikle komünizm gibi sol görüşü savunan gazetelere kar-

24

şı sert tutumlarda bulunulmuş, yayın yapmalarına izin verilmemiştir. “Tan Olayı” diye bilinen sol görüşlü “Tan Gazetesi”ne hükümetin emriyle yapılan saldırıda nasıl oluyorsa saldıranlar değil de hem yönetici hem de yazar olan Zekeriyya Sertel ve Sabiha Sertel suçlu bulunarak hapis cezasına çarptırılmışlardır. Yine “Marko Paşa” adıyla bilinen Sabahattin Ali ve Aziz Nesin’in çıkardığı dergide devlet düzenini, yönetim sistemi eleştirildiği için sansür kurbanları arasında yerini almıştır. Yine aynı dönemde Şeyh Sait ayaklanması bahane edilerek Takrir-i Sükun Yasası çıkarıldı. Günümüz Türkçesine “huzurun sağlanması yasası” olarak çevrilen yasa, hükümete geniş yetkiler tanıyarak hükümete çıkarlarına ters ve muhalefet olan herhangi bir durumda direkt müdahale etme yetkisini de vermiş oldu. Demokrat Parti döneminde çıkarılan “Vur Abasıza” adlı mizah dergisinde yönetimin mizahi yollarla eleştirilmesi yine göze batmış, derginin sahibi Samim Akay tutuklanarak hapis cezası almıştır. Biraz daha ileriye gittiğimizde 12 Mart askeri muhtırası ile birlikte sistem karşıtı hiçbir gazete, dergi kalmayıncaya kadar neredeyse karşıt bütün gazeteler kapatılmış, karşıt bütün gazeteciler tutuklanmıştır. 12 Mart dönemi sona erdiğinde tutuklu olan gazetecilerden bazıları şunlar: Çetin Altan, Can Yücel, Mehmet Emin Arslan, Süleyman Ege, İsmail Beşikçi... Bu sorunlar bugüne kadar hep böyle örneklerle devam etti. Biz biraz da bugüne baktığımızda yine görüyoruz ki çocukluğumuzun en tatlı kitaplarından, severek okuduğumuz “Şeker Portakalı”, içinde müstehcen cümleler içerdiği gerekçesiyle zararlı bulunup yasaklanıyor. “Fareler ve İnsanlar” da aynı zamanda, aynı gerekçeyle okutulması istenmeyen kitaplar arasına giriyor. Çok geçmeden Edip Cansever’in “Masa da Masaymış ha” şiirindeki bira kelimesinin geçtiği yer de okul kitaplarında sansürleniyor. Bu kadarı yetmezmiş gibi Cemal Süreya da son zamanlardaki sansür furyasına kurban gidiyor ve o güzelim “Üvercinka” şiirindeki “sevişmek” kelimesi “sevmek” olarak değiştiriliyor. İşte bütün bu yasaklamalarla yaşadığımız ülkede düşüncelerimizi ne denli aktarmayı başarabiliriz bilmiyorum ama farklı bir açıdan bakmaya çalışırsak da insanların yasaklı kitaplara olan ilgisini de son zamanlarda yeterince gördükten sonra acaba sansürün sevinilecek yanı da olabilir mi diye düşünmeden edemiyor insan. Bu kadar yazdıktan sonra Fazıl Say’a da değinmeden bitiremeyeceğim. Müslüman olmayan insanlara -dini görüşü her ne olursa- olsun saygının bu kadar az olduğunu düşündüğüm bir toplumda nasıl oluyor da sosyal medyada bir şairin dizelerini paylaştığı gerekçesiyle bir sanatçıya hapis cezası verilebiliyor bunun yanıtını hala bulamıyorum ne yazık ki.


T

Şahin Kaygun

ürk fotoğraf sanatında adını hafızalara kazıtmış aykırı bir fotoğrafçı Şahin Kaygun. Bu aykırı kişiliği, fotoğraf sanatına yeni bir boyut kazandırmasına vesile olmuştur 41 yıllık kısa ömründe. “Şahin Kaygun” ismini duyduğunuzda, aklınıza ilk gelen kelime muhtemelen “polaroid” olacaktır. Türkiye’deki ilk Polaroid Fotoğraf Sergisine imzasını atmış olması, yeniliklere sürükleyici başarılarından yalnızca biridir. Bu sergideki eserlerinden bazıları, “Uluslararası Polaroid Koleksiyonu”na alınmıştır. Araştırmacı kişiliği ve duyarlılığıdır onu farklı kılan. Kurallara bağlı kalmayı sevmez Şahin Kaygun ve bu onu alışılmışın dışında çalışmalar üretmeye götürür. Dışavurumcu eserleri ile ünlüdür. Amacının fotoğraf çekmek değil, fotoğraf yapmak olduğunu

söylemiştir kendisiyle yapılan bir görüşmede. Yenilik onun işidir. Yaşadığı dönemin hâkim anlayışını bir kenara koyup cesur çalışmalara imza atmış, fark yaratmıştır. Sanatı öyle yoğun benimsemiştir ki, eserlerine baktığınızda saatlerce düşüncelere dalmanız olası. Diğer sanat dallarıyla da oldukça ilgili olmuştur ömrü boyunca. İki filmde yönetmen koltuğuna oturmuştur. Ama oturduğu yerde durduğunu da hiç sanmıyorum. Üretken sanatçımızın yönettiği filmlerden biri 1987 yapımı “Dolunay”, diğeri ise bir yıl sonra çekilen “Afife Jale”dir. Afife Jale’nin emektarlarından biri de Müjde Ar’dır iddialı oyunculuğuyla. Afife Jale’de rol alan oyunculardan Şahin Yenişehirlioğlu bir söyleşisinde Şahin Kaygun için şu yorumlarda bulunmuştur: ”Çok duyarlı bir sanatçı, aynı zamanda çok da iyi bir fotoğraf

“Alıştığımız fotoğraf, alıştığımız resim değil ama ne oldukları beni ilgilendirmiyor. Önemli olan iyi bir şey olması. Sanatçı çalışırken onun nasıl adlandırılacağını pek hesaba katmaz.” Şahin Kaygun

sanatçısı, fotoğraf makinesini çok iyi tanıyor. Mercekleri, çerçevelemeyi, karelemeyi gözünüzle iyi yaptığınız zaman, bu sinemaya çok iyi hizmet eder. Bu bir boyuttur, bir boylamdır, bir olgudur. Şahin’de bunlar vardı. Reklam filmleri de çekmişti. Onun için geçiş o kadar zor değil, yeter ki siz onu isteyin, arzulayın, burada arzulamayı, istek anlamında kullanmıyorum: büyük, dolayımsız, çaplı istek, şiddetli istek anlamında kullanıyorum. Şahin’de bu vardı. Sinemaya adını kolaylıkla yazdırabildi. İkinci filminin de yapımını kendisi üstlendi. O filmin çekimleri esnasında çok ama çok üzüldü. İnşallah onun, o ağır hastalığına neden olmamıştır bir ölçüde bu üzüntüleri.”

Kaygun’un asıl bahsetmek istediğim yönü fotoğrafçılığı. Döneminin sanatçılarını ölümsüzleştirdiği “Sanat İnsanlarımız” adlı çalışmasında Bedia Muvahhit’in dalgın bakışlarına eşlik edebilir, Fâzıl Hüsnü Dağlarca’yı muzip gülümsemesiyle zihninize kazıyabilir, Timur Selçuk’un düşünceli yüzünü anımsayabilirsiniz. Turgut Uyar’ın da portre fotoğraflarını çekmiştir Şahin Kaygun. Siyah ve Beyazlar, Eski Zaman Denizleri, Boyamalar… Görülmeye değer pek çok anı gözlerimizin önüne taşıdığı için ona teşekkür edip saygılarımı sunuyor, sizi onunla baş başa bırakıyorum. Esen Özay esen.ozay@commmag.com

25


26


27


28


29


30


31


32


Comm. Mayıs Ayı Yeni Çıkanlar

İlber Ortaylı Seyahatnamesi İlberOrtaylı

Sinema, Benim Memleketim Fatih Akın

Yeşilçam’da unutulmayan yüzler

Yani Teoman Hekimoğlu

Milyonlarca Gölgenin Altında Andrea Busfield

Majesteleri Kral Thomas Mann

Kurtlarla Yaşam Misha Defonseca

Hırsızlar Sokağı Mathias Enard

Sinema, İletişim, Edebiyat Ayşe Koncavar

Heba Hasan Ali Toptaş

Makinelerin Alacakaranlığı John Zerzan

BorisVian’ın Paralel Hayatları Noel Arnaud

Mesut Kara

33




G

Word of Mouth: Ayşe’nin Söylediği Markayı Geçerse

ünümüzde vatandaş ‘’Ahh o eski bayramlar’’ derken markalar ise ‘’Ahh o eski tüketiciler’’ diyor. Y kuşağının ilk insanları ile yetişen bizler, artık neyin ne olduğunu markadan daha iyi biliyoruz. Bilgiye ulaşma hızımız gözümü açarken, dikkat kesildiklerimiz de kulaklarımızı açıyor. Markalar ne kadar deneyim pazarlamaya çalışsalar da günümüzde çoğu şey benim dilimde bitiyor. Öyleyse Kulaktan Kulağa İletişim de diyebileceğimiz WOM (Word of Mouth)’un ne olduğuna kısaca bir bakalım: WOM pazarlama stratejilerinin küçük yıldızı olup gün geçtikçe etkisini arttırıyor. WOM’u kullanan markaların temel amaçları kendilerini bize göstermek, tanıtmak ve en önemlisi hakkında konuşmamızı sağlamak. Öyle ki biz ne kadar onlardan bahsedersek, onlar da ağızlarımız üzerinden o kadar tanınırlıklarını arttıracaktır. Bu noktada bizim üzerimizde olumlu bir etki bırakmaları çok önemli. Zira olumsuz bir mesaj yine olumsuz bir ileti oluşturacak; bu ise hakkında kötü konuşulmasına evrilecektir. Şimdi gelin Ayşe ve Fatma’nın başrollerini oynadığı senaryo üzerinde WOM’un özelliklerinden bahsedelim. Ayşe düzenlenen gün dolayısıyla Fatma’nın evine gitmiştir. Etrafta envai çeşit yiyecek, içecek ve salonda bulunması gereken temel eşyalar vardır. Atarlı bir hareket sonucu tabağındaki kol böreğini yere düşüren Ayşe etrafı temizlemeye çalışırken Fatma ‘’çok az ses çıkartan’’ diye aldığı aşırı gürültülü elektirikli süpürgesiyle kırıntıları süpürmeye başlar. Ayşe: Kız, bu reklamı yapılan süpürge değil miydi? Fatma: Öyle anacım, ses çıkartmıyor diye almıştım ama diğerlerinden hiçbir farkı yok gördüğün gibi. Bir daha işim olmaz bu markayla. *Marka tüketiciye karşı dürüst davranmalıdır. Müşterinin güvenini kırmak negatif bir WOM oluşturacaktır. Ayşe: Eee, müşteri hizmetlerini arayıp söyleseydin şikayeti. Güpegüz oyuna gelmişin. Fatma: Aradım tabii, aramaz olur muyum? Doğru düzgün cevap bile vermediler. *Tüketicinin şikayet ve sorularını dinlemek ve olumlu cevaplar üretmek markanın birebir önem göstermesi gereken bir konudur. Ayşe: Valla ben X markayı daha çok beğeniyorum. Geçen telefonuma mesaj attılar yeni elektrikli süpürgeleri hakkında. Hem şikayetler için yapılmış siteleri de var. Geri dönmemek öyle kolay değil anlayacağın. * Tüketiciye ulaşacağınız mecrayı iyi seçin. *Tüketiciye ses kazandırın.

36

Umarım WOM’un temel işlevini örneği de inceleyerek anlamışızdır. Özet geçmek gerekirse; tüketicinin tüketici ile ilişkiye girmesinden meydana gelen kulaktan kulağa pazarlama, markanın oynadığı doğru veya yanlış hareketleri sonucunda şekillenir. Bu hareketler satın alma sürecine götürebileceği gibi tüketicinin markadan uzaklaşmasını da neden olabilir. Bu yüzden markanın ve kuruluşların temel kurallar üzerinde yaratıcı girişimlerde bulunarak müşteriye olumlu izlenimler bırakması gerekmektedir. Şimdi gelelim işin yeni fütüristik boyutuna: eWOM! Viral marketing ve Brand Logining olarak şekillenen eWOM’un temel amacı WOM ile aynıdır. Farkı ise konuşma ortamının internet ortamına taşınmasıdır. Hani demiştik ya biz tüketiciler güçlüyüz diye. İşte sanal ortamda gücümüz bir o kadar artıyor. Görüşlerimizi dillendirebileceğimiz onlarca sözlük, sosyal medya ortamı ve mail gruplarımız var. Gelişmeleri bilen markaların sanal ortamdaki tüm olumsuzlukları kaldırması mümkün değil. Bunun yerine ürünlerinin tanıtımlarını yapmaları ve müşterilerin dertlerine derman bulacakları platformlar yaratmaları başlıca görevleri. İlk olarak e-posta adreslerimize ürün tanıtım postaları atma ile başlayan eWOM hareketi beraberinde forumlarda söz edinerek, tüketici ile iletişime geçebileceği internet siteleri açarak ve sosyal medya hesaplarını kullanarak gelişmiştir. Bir iki sene öncesine kadar internet sayfalarında yayınlanan haberleri sosyal medya hesaplarınız ile doğrudan bir etkileşime geçiremiyordunuz. Hatırladınız mı o günleri? Şimdi ise hemen hemen her şeyi Facebook’ta paylaşabiliyor, Twitter’da tweetleyebiliyorsunuz. Sizlerin interneti bu derecede etkin kullanmanız dijital ajansların büyümesini de sağladı. Evet, televizyon ve basılı yayınlar hâlâ zirvedeki yerini koruyor. Yine de genç neslin özellikle de bilgilenme açısından internetten ne denli yararlandığı yadsınamaz bir gerçek. Bunun bilincinde olan markalar bizlere ulaşmak için elinden geldiğince çaba harcıyor. Gerçi elinden gelen ‘her şeyi’ yapmaları iyi bir şey mi o da ayrı bir tartışma konusu. Bknz: Markanın tüm sosyal medya hesaplarını kullanması doğru mu? Bilgilendirme işlevinden sonra ise bizi konuşmaya yönlendiriliyorlar. Bu konuda ise pek sıkıntı çektiklerini düşünmüyorum. Son on senedir çenemiz kapansa parmaklarımız konuştuğu için belki de gereğinden fazla ürünler ve markalar hakkında konuşuyoruz. İşte bunlar hep eWOM diyerek sizden azıcık dikkat kesilmenizi istiyorum. Gelişen sosyal medya hesaplarının amaçlarından biri de WOM’u arttırmak olabilir mi? Yorum yaptığımızda isteğimiz üzerine mi yapıyoruz yoksa birileri bizi yorum yapmaya sürüklüyor mu? Ahmet Sedat Tözün sedat.tozun@commmag.com



Anneler Günü Reklamları Her yıl olduğu gibi bu yıl da Anneler Günü’ne özel reklamlar ekranlarda yerini aldı. En çok izlenen ve paylaşılan olmak için markalar yine birbiriyle yarıştı. Geçen yılın birincisi mücevher markaları bu yıl ikinci sırada yer alırken bu yıl ipi teknoloji markaları göğüsledi. Teknosa, King, Beko ve Profilo yılın en ilgi gören reklam filmleri arasındaydı. #sonteknolojiannem Reklamveren: Teknosa Müşteri Ekibi: Banu Birgücü, Melis Karatay, Aslı Gür, Selin Kılıcıoğlu Ajans: 41?29! Ajans Başkanı: Alemşah Öztürk Kreatif Direktör: Seren Köroğlu Kreatif Grup Başkanı: Görkem Yeğin Metin Yazarı: Güldeniz Dündar Bu yıl açılışı Teknosa yaptı. Reklam filmi daha televizyonda yayınlanmaya başlama- Sanat Yönetimi: dan internette en çok paylaşılanlar arasında yerini almayı başardı. “Son Teknoloji Gökhan Akdeniz Anneler” isimli reklam filmi, annelerimizde görmeye alışkın olduğumuz tutum ve Ajans Prodüktörü: davranışları son teknolojik aletlerle bağdaştırıyor ve “Teknolojide ne varsa annele- Ela Meriç Proje Yönetimi: rimizde daha fazlası var” diyor. Ahmet Altındağ

Marka Yönetimi: Tamer Ayanoğlu Sosyal Medya Direktörü: Ali Güracar Sosyal Medya Yönetimi: Kayhan Dural, Azra Boz Yönetmen: Doğan Tanyer Prodüksiyon: Neverland Film Yapımcı: Yeşim Çıtak, Ayşin Batman, Türker Akkuş Görüntü Yönetmeni: Murat Akay Müzik Düzenleme: Oğuz Kaplangı Post Prodüksiyon: Sinefekt Editör: Evren Luş

‘‘Ana Bana Kar Yolla’’ Kampanya Adı: King – Kral Bir Kahvaltı Neler Yaptırır? Reklamveren: King Elektrikli Ev Aletleri Reklam Ajansı: BÜRO Kreatif Direktör: İlker Zaharya, Esra Ayas Art Direktör:

“Kral Bir Kahvaltı Neler Yaptırır?” isimli reklam filmiyle Anneler Günü kampanyasını tanıtan King, kendi ev aletleriyle hazırlanan mükemmel kahvaltının yarattığı etkiyi gözler önüne seriyor. Reklam filminde, annesinin King ürünleri kullanarak hazırladığı kral bir kahvaltıyla birlikte çocuk türkü söyleme başlıyor. Reklam filmi başlarda tepki görse de zamanla ona alışıldı, hatta reklam müziği dillere pelesenk oldu. Amacının beğenilmekten ziyade akıllara yer etmek üzerine olduğunu düşündüren King, bunu fazlasıyla başarmış görünüyor.

38

Esra Ayas Metin Yazarı: Esra Ayas Müşteri Direktörü: Esra Kalender Müşteri Temsilcisi: Melis Tavaslıoğlu Strateji: Markam Prodüksiyon Şirketi: Hacıyatmaz Yönetmen:
 Aslı Kurtkaya


Hiçbir Gün Bu Kadar Özel Olamaz Reklamveren: Beko Türkiye & Beko Global Reklam Ajansı: Pure Reklamveren Yetkilileri: Olcay Güler, Burçin Çakmak, Metin Aşçıoğlu Yaratıcı Grup: Ömer Ceran, Uygar

Kılıç, Cenk Karataş, Doğan Çetin, Taci Yalçın Müşteri İlişkileri: Selçuk Alpayçetin, Beste Gürses Prodüksiyon Ajansı: Tesle Films Yönetmen: Murat Abdullahoğlu

Anneler Günü reklamında sosyal medyayı konu alarak bu trendi sürdüren Beko, annelerimizi birer sosyal ağ yerine koymuş. Tıpkı Teknosa’da olduğu gibi annelerimizin günlük konuşmalarını Facebook, Twitter, Foursquare, Google ve sözlükler ile özdeşleştirmiş. “Hiçbir sosyal ağ onun yerini tutamaz”, “Hiçbir site onun tırnağı bile olamaz” sloganlarıyla aslında annelerimizin onlardan çok vakit ayırdığımız sosyal ağlardan daha üstün olduğunu hatırlatıyor. Filmin sonunda bir günlüğüne de olsa sosyal mecralardan uzak durmamızı ve annelerimize hak ettikleri zamanı ayırıp onlarla dolu dolu bir gün geçirmemizi tavsiye ediyor. Bu tavsiyesini de adeta pekiştirmek adına videonun sonunda bir hashtag vermiyor ve bizi sosyal mecranın dışında bırakmayı arzuluyor. Ben Annemi Özledim

Yıllardır yayınladığı Anneler Günü reklamlarıyla akıllara kazınan Profilo, bu yıl da geleneği bozmadı ve yine dillerden düşmeyecek bir viral çalışmaya imza attı. Annelerimizden uzakta geçirdiğimiz öğrencilik yıllarımızda elimizde bulunmayan şeylere bir alternatif üretmek adına yapılan ‘yaratıcı’ buluşların konu edildiği “Ben Annemi Özledim” adlı reklam filmi, Profilo’nun “Dayanıklı Ev Aletleri” sloganını sonuna kadar hak ettiğini gözler önüne seriyor.

Reklamveren: Profilo Reklam Ajansı: Rafineri Yaratıcı Yönetmen: Ufuk Uslu, Orkun Demirelli, Ayşe Bali Yaratıcı Ekip: Setenay Özcan Yıldırım, Tuğkan Cabbar, Pelin Ün Marka Takımı: Ebru Halitağaoğlu, Erbek Onur, Melis Şenol Stratejik Planlama: Canan Pehlivanoğlu, Can Çalışkan

Ajans Prodüktörü: Selen Tezol Yapım Şirketi: Shortcut Yönetmen: Müfit Samık Yapımcı: Esra Seyrekbasan Onar Görüntü Yönetmeni: Veli Kuzu Yapım Amiri: Cesur Akyüz Post Prodüksiyon: 8 mm – İmaj Müzik: Emre Irmak

Yağmur Yarkent yagmur.yarkent@commmag.com 39


Sofraların Lezzetli Hikayeleri

C

oca Cola; yıllardır süregelen, geçtiğimiz sene içerisinde de ‘’Bir Milyon Neden’’ ve diet bağlamda dijital olarak ‘’Show Your Heart’’ gibi marka aşkını kuvvetlendirmeye yönelik kampanyalarına bir yenisini daha ekleyerek duygusallığımıza acımasızca hücum etti. Eski kampanyalarda kullanılan ‘’mecazi aşk, birliktelik, yardımlaşma, insanlık’’ veya özellikle ülkemizde büyük sükse yaratan ‘’Ramazan Sofrası’’ gibi temaların haricinde bu yeni ve muhteşem kampanyada ‘’Yöresel Sofralar’’a ve ‘’Ailenin önemi’’ne açık bir şekilde vurgu yapılmış. Hatay, Rize, Bodrum ve Kars gibi 4 farklı kültüre sahip şehrimizde ikişer günlük periyotlarla çekilen ve yörelere özgü lezzetli sofraların yer aldığı reklam filmleri 66 oyuncu ve 55 kişilik bir ekibin ürünü. Yoğun

ön araştırma, 2 ayda 20’ye yakın uçak yolculuğu, birbiri arasında 60 dereceye yakın sıcaklık farkına sahip şehirlerde ikişer günlük çekimler… Ortaya çıkan bu güzel işten önce verilen bu yoğun uğraş adına Ozan Varışlı ve tüm McCann İstanbul ekibini tebrik etmek gerekli. ‘’Dört bir yanı ayrı lezzet’’ sloganıyla yola çıkılan kampanyada, yapılan başarılı ön araştırma doğrultusunda işlenen şehirlerin kültürleri o kadar güzel lanse edilmiş ki izleyen herkesin yüzünde ister istemez bir tebessüm oluştuğu şüphesiz. Yazının başından beri vermiş olduğumuz biraz nicel, biraz teknik, e haliyle biraz da sıkıcı bilgilerden sonra gelin de şu sevimli reklam filmlerini tek tek ele alalım.

RİZE: ‘’Yaani sıkıntı yok’’ Karadeniz! Böyle bir kampanyada böyle bir konseptte bir Karadeniz şehri olmazsa olmazdır. Doğal güzellikleri, yemeklerin kusursuzluğuyla Rize bu iş için çok doğru seçim. Reklamdaki hikayeye bakarsak, genç bir delikanlı ailesi içerisinde çıkan ufak bir küslüğün annesinin maharetli ellerinden çıkan yemeklerin tüm sülaleyi hafta sonu aynı masada buluşturmasıyla ortadan kalktığını

40

anlatıyor. Dayılar, amcalar, yengeler, teyzeler… Yemekler yenir, sohbet edilir ve küsler barışır. Reklamdaki genç arkadaşın da dediği gibi ‘’Yaani sıkıntı yok.’’ Eğlenceli ve kıvrak zekalı olmalarının yanı sıra bir o kadar da kutuplu ve zıt ancak saman alevi tadında sinirlere sahip Karadeniz halkına bundan daha iyi bir hikaye bulunamazdı herhalde.


HATAY: ‘’Böyle mutluluk, gurur karışımı bir şey’’ Batıdan Bodrum, kuzeyden Rize, doğudan Kars, e güneyden alırken de en güneyden alalım diyerek Hatay’ı seçmişler belki de. Şaka bir yana ‘’İçli Köfte, Zahter Salatası, Künefe’’ gibi muhteşem lezzetlere, derin kültürel mirasa ve sıcakkanlı insanlara sahip olan, restorana gittiğinizde mezelerle doyup ana yemeği çerez niyetine yiyebileceğiniz Hatay şehri bu kampanya için biçilmiş kaftan. Reklamda genç kızımız yıllardır kurulan büyük hafta sonu sofralarına yemeğini kabul ettirmek için çaba gösterdiği ‘’anneanneler ve babaannelerin’’ imtihanından geçişini anlatıyor. Sonuç? ‘’Böyle mutluluk, gurur karışımı bir şey’’. Özellike Hatay reklamı için söylemek istiyorum ki bu filmdeki replikler ve kurgu muhteşem. Gelenekselliği ve sıcaklığı oldukça yoğun hissedebiliyoruz.

KARS: ‘’Maksat bu sofralar daim olsun’’ Hatay, Rize özellikle de Bodrum bilinirliliği ve popülasyonu Kars’a göre daha yüksek şehirler. Kars onlara göre daha kompakt ancak içerik olarak bir o kadar da merak uyandırıcı. Bu açıdan bakarsak izleyicilerin Kars reklamına ayrı bir ilgi gösterdiğini düşünüyorum. Reklamda, Karslı bir kadının evliliğinin ilk zamanlarında kayınvalidesinin evine yemeğe gidişi ve yıllar sonra da kendi gelinini ağırlayışı belki de olabilecek en iyi şekilde lanse ediliyor. Ayrıca bu reklam filmlerinin yanında marka, “Karadayı” ve “Kuzey ve Güney” dizilerinde de boy gösterdi. Çok konuştuk ancak bu kampanyaya söyleyecek fazla söz yok. Coca-Cola şirket olarak herkese hitap ettiğini ve ‘’Eros Oku’’ yemişçesine tüketicileri kendine aşık edebildiğini, Ozan Varışlı ve McCann İstanbul ekibi de bu işin nasıl yapılacağını tüm piyasaya bir daha göstermiş oldu. Peki ya senin sofra hikayen ne? Bu kadar başarılı bir kampanyayı dijitalle süslememek olmazdı tabi. Facebook üzerinden başlattığı yeni uygulamasıyla Coca-Cola, dileyen herkese kendi sofra hikayesini paylaşma, fotoğraf ve video ile destekleme imkanı sunuyor. 17 Mayıs tarihine kadar sürecek olan uygulamaya gönderilen hikayeler arasından Plasenta Conversation Agency Ajans Başkanı Cem Batu ve Coca-Cola Türkiye

İnteraktif Pazarlama Müdürü Yüce Zerey’in jüriliği eşliğinde kazanan senaryo seçilerek, anlatıcısının da rol aldığı bir reklam filmi çekilecek. Tüketicinin dahil edildiği başarılı işlerden biri diyerek yazımı Benjamin Franklin’in bir sözüyle bitirmek istiyorum. ‘’Bana anlatırsanız unuturum. Beni eğitirseniz hatırlarım. Beni dahil ederseniz öğrenirim.’’ Aykut Coşkun aykut.coskun@commmag.com

41


Eti Bal覺k Kraker! Ad覺 Yeter! 42


Reklamveren: Eti Ajans: Güzel Sanatlar Saatchi&Saatchi Yaratıcı Yönetmen: Kerem Kanık, Cem Akar Yaratıcı Ekip: Özgür Akpınar, Emre Gökdemir, Bora Adalı, Bora Uz, Onur Tumtaş, Oğuzhan Dilek Müşteri İlişkileri: Özge Öncül, Buket Arca Ajans Yapımcısı: Neslihan Ateş, Hakan Ögrü

S

elam ben lider balık! Üç günlük ürünlerin Facebook sayfası var, 40 yıllık Eti Balık Kraker’in yok! Olamaaaaz!” diyerek 6 Mayıs Pazartesi günü Facebook’a giriş yapan Eti Balık Kraker’in isyan filmi, televizyondan önce Facebook’ta yayınlandı. 90’lı yıllarda ağzımızdan düşmeyen Eti Balık Kraker günümüzde gerçekten de unutulmak üzereydi. Farkındalık yaratmak adına başarılı bir kampanyaya imza atan Eti, yine ilgiyi üzerine toplamayı başardı. İsyanına hak verdiğim lider balık, akıllara “Kayıp Balık Nemo”yu getirse de, Güzel Sanatlar/ Saatchi&Saatchi güzel bir animasyon reklamına imzasını atmış. Balıkların zayıf hafızalarının tiye alındığı reklam yüzümüzü güldürmeyi başardı. Devam filmlerini de merakla bekliyoruz. Yağmur Yarkent yagmur.yarkent@commmag.com

43


Dominos Fenomenlerini Seçti

S

osyal medyayı etkin kullanan markalardan biri olan “Domino’s” yeni bir PR faaliyetine imza attı ve ‘’Domino’s fenomeni olmaya hazır mısın?’’ sloganıyla yola çıkarak fenomenlerini seçti. Domino’s Pizza, projesinde süreç şu şekilde işledi; twitter kullanıcıları Twitter’dan veya kafangider.com internet sitesi üzerinden Twitter hesaplarıyla bağlanarak #kafangider hashtag’iyle tweet attılar. Bu tweet’ler arasından gün içinde en çok retweet alan ilk 3 tweet’i sahibinin kullanıcı adıyla birlikte site sayfasındaki pizza kutusunun üzerinde görebildik. 2 hafta süren yarışma 1 Nisan tarihinde sona erdi ve kazanan 30 kişi belli oldu. Domino’s Pizza kampanyasında hedef kitlesine, yani Twitter

kullanıcılarına kutularında kullanıcı adlarının yer alacağını vaat etti, başka bir deyişle Twitter kullanıcılarına daha çok takipçi sahibi olmayı ve tanınmayı vaat etmiş oldu. Kampanyanın başarılı olmasındaki en büyük sebeplerden biri bu. Marka insanların tanınma, konuşulma arzularını kullanarak hem adından söz ettirdi ve sosyal medyada günlerce konuşuldu hem de hedef kitlesini sürece dahil ederek sempati topladı. Dominos’un yaptığı bu kampanyanın Coca-Cola’nın #birmilyonneden kampanyasına benzerliği gözlerden kaçmadı. İki kampanyayı birbirinden ayıran şey ise Domino’s’un Twitlerle birlikte kullanıcı adını da kutusuna koyacak olması.

Ortaya Karışık

D

ünyanın en büyük mobil iletişim şirketlerinden biri ve Türkiye’nin en büyük 2. Büyük mobil iletişim şirketi olan Vodafone yine güzel bir reklamla çıktı karşımıza. Biz cep telefonu kullanıcılarına numara taşıma gibi bir kolaylık sağlandıktan sonra mobil iletişim dünyasındaki rekabet iyice kızıştı. Operatörler, kullanıcıları kendi taraflarına çekmek için her gün yeni kampayalarla karşımıza çıkıyor. Türkiye’de öne çıkan 3 mobil iletişim şirketinin onlarca farklı reklamı aynı anda ekranlarda dönüyor bu da haliyle kullanıcılarda kafa karışlığı yaratıyor ve kullanıcılar belirli süre sonra bu

reklamlara karşı duyarsızlaşıyor. Çok güzel hareketler bunlardan tanıdığımız Ersin Korkut, Büşra Pekin, İbrahim Büyükak, Eser Yenenler ve Zeynep Koçak ile çekilen yeni reklam filminde son zamanlarda popülaritesi iyice artan kadın programlarının ve operatörlerin savaşı sonucu meydana gelen ‘’tarife kirliliği’’nin ortak özelliği olan ‘’karmaşa’’ kavramı kullanılarak izleyenleri gülümsetebilecek bir reklam yapmışlar. Adına da “ortaya karışık” demişler. Vodafone hem BKM gibi sevilen bir ekibi kendine marka yüzü seçerek hem de kullanıcılara olan vaatlerini net ve açıkça anlatmayı amaç edinerek doğru yolda olduğunu bizlere göstermiş oldu.

Aysun Yapıcıoğlu aysunyapicioglu@commmag.com 44


Şekerbank Eko Kredi: Eko Yapan Reklam

G

ülüp de beğendiren, beğendirip de tekrarını bekleten reklam sayısı Türk televizyonunda benim açımdan pek azdır. Şekerbank ise en son yayınladıkları kamu spotu ile reklam kuşağımın yeni platonik aşkı oldu (onların benden haberi yok). Enerji tasarrufunu arttırma amacı güden reklam, bu amaca ulaşmak adına hafiften milliyetçilik damarımıza dokunuyor. Milli değerler riskli bir öge olduğundan o hafiftenliği sağlamak çok önemli. Öyle ki reklamda bulunan güçlü mizah havası ‘’Kızacaktım ama çok güldüm o yüzden tamam.’’ demeye getiriyor olayı. İki reklamdan oluşan serinin ilk filminde teyzemiz mutfakta

üşüdüğünden kombisine koşuyor ve ısının derecesini yükseltiyor. Bunu fırsat bilen kızıl askerler ‘’Sıcak denize inemedik, bari sıcak mutfağa inelim.’’ dercesine teyzemizin mutfağına üşüşüp koro hâlinde bir şeyler söylüyorlar. Reklam filmi üstten düşen spot mesajının gösterimi ile bitiyor. Bir diğer reklamda ise klimanın açılmasıyla beraber parlak Bulgar gençlerinin salonda bitiverdiğini görüyoruz. Yalıtım yapmayı vurgulayan mesajdan kısa süre sonra reklam bitiyor.

Şimdi gelelim metnin başlığına. Eko dememizin bir sebebi var elbet. Reklamın başarısı getirdiği sesten belli oluyor. Son günlerde sosyal medyanın en çok bahsettiği reklamlardan bir tanesi olmasından kaynaklanıyor ki Facebook ana sayfam, reklamı paylaşanlar ile dolu. Tek bir sözlükte bile üzerinde üç sayfadan fazla görüş bildirilmiş. Reklamın yarattığı yankı, üzerinden günler geçse de varlığını hissettirmeye devam ediyor. Bu yankı reklama ödül getirir mi bilemem, yine de gönlümdeki reklam ödülünü kaptığı kesin. Ahmet Sedat Tözün sedat.tozun@commmag.com

45


Çal, çırp, yayınla. Etiğini boşver.

M

arka: “Ne vereceksin bize?” Reklam Ajansı: “Ne verelim

markaya?” M: “Sen bize n’ap biliyo musun? Yurt dışında tutmuş bir işten alıntı yap. Popüler her şeyden içine koy ama az az koy. Ortaya koy.” Şimdi size öyle bir reklam filminden bahsedeceğim ki eğer gelişim süreci bundan daha farklıysa ve yaratıcıları bunu biz yaptık diyebiliyorsa elimden sadece susup uzaklaşmak gelir. Öncelikle hikayeye yine güzelim yurdum sınırları dışında yapılmış güzelim bir reklamdan bahsetmekle başlamam gerek. TNT yayın sezonu öncesinde çok güzel bir saha çalışması ile insanları bir anlığına da olsa televizyondaki aksiyona ortak ederek onları şaşırtmaya çalışıyor ve

sonunda günlük aksiyon ihtiyacınızı biz karşılarız diyerek mesajını net bir şekilde veriyor. Dünya çapında ses getiren bu proje hem fikrin yaratıcılığı hem de uygulama sürecindeki başarısı ile takdiri hak ediyor. Lakin ülkemize geldiğimizde bu reklamı o kadar alakasız bir markanın o kadar alakasız bir iletişimle kullanmayı denediğini gördük ki bu da mı geldi başımıza demek hakkımızdır. Kipa Hipermarketleri hangi reklam ajansıyla, nasıl bir içgörü yakalamak amacıyla yola çıktı bilmiyorum. Bunu kim yaptı, kim onayladı bilmek dahi istemiyorum. TNT’de kullanılan formata tamamen benzer bir şekilde bir düğmeye basılmasıyla başlayan olaylar serisi hiç de TNT’ye benzemeyen bir şekilde devam ediyor. Önce bir abimin o düğmeye basılmasından sonra ‘Harlem Shake’ yapmasıyla başla-

yan dansın yarısında ona katılan ekiple ‘Gangnam Style’ yaptığı ardından daha da büyüyen bir ekiple Michel Telo’nun ‘Ai se eu te pego’ şarkısındaki meşhur dansını yaparak devam ediyorlar. Bunun gibi birkaç popüler dansı daha bu listeye ekleyebilirsiniz. Reklamın iyisi kötüsü olmaz mı tartışa duralım, bu reklam bana reklamın alakalısı alakasızı olur dedirtti. Aslında esinlenme kısmını es geçersek halkı eğlendirmek adına yapılmış olması ve kalabalığın ilgisinin yüksek olması çok güzel bir durum. Bu tarz çalışmaların az olduğu ülkemizde prodüksiyonunu çok başarılı bir şekilde yapsalar da Kipa’nın ‘Fiyatları Geri Aldık’ kampanyasının duyurumunu bu kadar alakasız bir şekilde ve kibarca söylemek gerekirse esinlenerek yapmış olması dışarıdan pek hoş gözükmüyor. Alper Küçükbezirci alper.kucukbezirci@commmag.com

46


Asics: Rhino

Dünyadan Reklamlar Reklam Ajansı: 180, Amsterdam, The Netherlands Kreatif Direktörler: Al Moseley, Dean Marloy Art Direktör: Ben Bartles Metin Yazarı: Joe Craig Yönetmen: Mickey Smith Yaratıcı Ajans: Indipendent Çıkış Tarihi: Mart 2013

Asics’in ‘’Set your goals with my Asics’’ ve ‘’Better Your Best’’ sloganlarıyla yayınladığı reklamı Asics: Rhino maraton koşucusu Vincent O’Neill’ın hikayesini anlatıyor. O’Neill yıllarca maraton koşularına katıldıktan sonra kendini bir üst seviyeye cıkartmak ve gergedanların kurtarılması için bağış toplamak adına bir koşuya cıkıyor. Koşunun normal maraton koşularından fark yaratan kısmıysa, O’Neill’ın üzerinde ağır, ses cıkaran ve terlemesine yol açan büyük bir gergedan kostümüyle 42 kilometrenin üzerinde bir yolu koşması. Bu bölümde büyük bir spor ayakkabı ve spor ürünleri markası olan Asics bunu bir reklama dönüştürüyor. Reklamın başarısı ise bu fırsatı kullanmanın ne kadar akıllıca olduğunu gösteriyor. Budweiser Buddy Cup Reklam ajansı: Agencia Africa, Brazil Reklam yazarı: Henrique Martins Sanat yönetmenleri: Rafa Oliveira, Pedro Chequer Yaratıcı yönetmenler: Sergio Gordilho, Rodrigo Saavedra, Vico Benevides Dijital prodüksiyon: Hassan Ayoub, Marcos Valeta Teknoloji şirketi: Bolha Innovation Studio Video prodüksiyon şirketi: Fuego Karşılıklı alkol tüketirken hepimiz bir ritüel haline gelen bardak veya şişe tokuşturma eylemini arkadaşlarımızla, dostlarımızla veya yeni tanıştığımız bir yabancıyla yapmışızdır. Budwieser Brezilya’nın yeni işi Buddy Cup ise sadece bu bardaklarınızı tokuşturma işini yaparak tokuşturduğumuz kişiyle anında Facebook’ta arkadaş olmamızı sağlıyor. Özel tasarlanan akıllı bardakların içine monte edilen çipler sayesinde bardaklar Facebook’a entegre olabiliyor ve tokuşturmayı algılayıp karşı tarafla arkadaş olmayı sağlıyor. Buddy Cup sayesinde yeni arkadaşlıklar artık çok da zor olmayacak.

47


Evian Bebekleri Reklam Ajansı: BETC Yönetmenler: We are From LA Prodüksiyon: Iconoclast&Mikros

Evian su markasının son reklam filmi ‘’Baby and Me’’ markanın ‘’Live Young’’ konseptini de tekrar canlandıran bir reklam olarak yayınlandı. Evian’ın bu reklamında, daha önce de Youtube’da en çok izlenen reklamlardan biri olan bir diğer reklamı, ‘’Evian Roller Babies’’ gibi bebeklerin kullanımını karşımıza çıkartıyor. Reklamın konusuysa insanların aynadaki yansımalarında kendi bebekliklerini görmeleri ve onlarla dans etmeleri üzerine kurulu. Ayrıca reklamda çalan ‘’Here Comes the Hotstepper’’ şarkısının remixi de reklamı eğlenceli kılan etmenlerin içinde. Reklamda bebeklerin kullanımı bir pazarlama stratejisi gibi gözükse de –bence de öyle- Evian markasının 1935 yılında ‘’bebekler için mükemmel su‘’ sloganıyla piyasaya sunulduğunu ve bebeklerin kullanımının markanın tarihiyle ilişkilendirilmek istenmesi sonucu oluştuğunu Evian Global Marka Direktörü Lauren Houel’in demeçlerinden öğreniyoruz. Evian’ın reklamlarındaki ana düşünceyse Evian suları, doğallığı ve saflığıyla vücudu genç tuttuğu düşüncesi. Google: Scene Advertising School: Miami Ad School San Francisco, USA Metin Yazarı: Bryan Stokely Art Director: Martin Zelcs, Ece Ciftci

Google, yeni projesi Google: Scene’i geçtiğimiz günlerde tanıttı. Google: Scene, reklamında öncelikle çoğu insanının yeni bir dil öğrenirken zorluk çektiğini ve özellikle deyim ve kalıplaşmış sözlerin çevirisinde büyük zorluk yaşadıklarına değinmiş. Sözlüklerin ve çeviri yapan cihazların da tam anlamıyla bu sorunu çözemediğini anlatan reklam daha sonra Google: Scene’in ne olduğunu anlatıyor. Google: Scene’in işlevi ise bilmediğimiz bu kelime veya deyimlerin kullanışlarını bize videolarla anlatmak. Bunu da Google, sahibi olduğu Youtube ve Google Translate iş birliği ile gayet güzel bir şekilde yapmış. Gayet kullanışlı görülen Google: Scene iyi de geliştirilirse internetin vazgeçilmezleri arasına girebilir. Hasan Mert Kozbe mert.kozbe@commmag.com 48


YENİ MECRA: Dijital Marketing

S

ürekli gelişen teknolojinin bizi tembelliğe itip itmediği tartışıla dursun, diğer yandan bu tembelliği çok iyi kullanan markalar hayatımıza ‘’dijital marketing’’ adında güzel bir olgu yerleştirdiler. İşlerimizin neredeyse çoğunu hallettiğimiz interneti kullanan bu markalar, klasik reklamcılıktan çok daha net veriler elde ettikleri bu ortamı kendilerine güzel bir mecra haline getirdiler, hem de çok daha ucuza. Konu internet olunca tabii ki burada en büyük sözü Google söylüyor. Şu anda internet ortamında kullanılan reklamların çok büyük bir kısmını Google’a ait olan AdWord ve Adsense reklamları oluşturuyor. İşin içinde Google olunca da kalite en üst seviyede oluyor tabii ki. Televizyon, radyo veya dış mekan reklamlarında olan düzenin tersine Google; internet üzerinde yaptığınız araştırmaları, girdiğiniz siteleri ve ilgi alanlarınızı baz alarak reklamları karşınıza çıkartıyor. Bu sistemle hem bizler karşımıza çıkan ve bizimle alakası olmayan reklamlardan sıkılmıyoruz hem de reklamverenler paralarını en yüksek verimde kullanıyorlar. Sistemin reklamverenler için en büyük artılarından birisi de tık başına para ödemeleri. Bu durumda firmalar, internet üzerindeki reklamlarına süreye göre değil, müşteri potansiyellerinin bannerlarını tıklaması başına para ödüyorlar. Dijital marketing olayından en büyük ekmeği ise blog yazarları yiyor. Önceden eğer güzel yazılarınız varsa, sadece iyi bir okuyucu kitleniz oluyor ve övgüler alıyordunuz. Artık iyi bir okuyucu kitleniz varsa, blogunuzun içeriğine uygun reklam almak çok kolay. Hatta o kadar kolay ki; bu işi yapan firmaların sayısı arttığı için, size en iyi teklifi veren firmayı kendiniz seçebiliyor ve sitenizin görselini de kendiniz ayarlayarak hobinizden ciddi paralar kazanabiliyorsunuz. Bu durumu meslek

edinip, bu paralarla hayatlarını devam ettiren insanların sayısını baz alırsak, her gün açılan binlerce blogu yadırgamamak gerek. Ancak bu iş sanıldığı kadar kolay da değil. Rakipleriniz çok olduğu için içeriğinizi çok iyi belirlemeli ve gerçekten kaliteli işler ortaya koymalısınız çünkü firmalar bu konuda çok hassas davranıyorlar. Sistemin, klasik reklamcılığa göre daha verimli olduğu aşikar ama markalar bununla da yetinmedi ve müşterilerin kendilerini gelmesini beklemektense, onlar müşterilerinin parmak uçlarına kadar gittiler. Öyle ki; artık internette araştırma yaparken dikkatimizi çeken bir ayakkabıyı sadece birkaç ufak işlemle anında satın alıp, ‘’teknoloji üşengeçliği’’nin ekmeğini yiyebiliyoruz. Bu sistem yurt dışında daha öncelere dayansa da, ülkemizde yaklaşık 5 yıllık bir geçmişi var. Ancak 5 yıl artık eskisi kadar kısa bir süre değil. Bu 5 yıl içinde onlarca ‘’online marketing’’ sitesi açıldı ve yenileri de gelmeye devam ediyor, hem de her geçen gün büyüyerek. Sisteme son olarak online alışveriş merkezleri katıldı. Ülkemizde aktif olarak hizmet veren 2 adet online alışveriş merkezi bulunuyor. Kullanıcılar tıpkı gerçek hayatlarında yaptıkları gibi, sanal dünyada vitrin gezip, beğendikleri ürünü sepetlerine ekleyebiliyorlar. Yazının başında bahsettiğim gibi herkes bir tembellik oluşmasından bahsediyor ama görünüşe göre hem firmalar hem de müşteriler bu durumdan gayet memnun. En azından her gün bir yenisi açılan online marketing siteleri ve giderek büyüyen pazar bize bunu gösteriyor. Ayrıca firmalar paralarını internet üzerinden bu kadar verimli kullanmaya devam ettiği sürece kimse bu durumdan şikayet etmez ve bu hızla devam ederlerse de reklam pastasından en büyük ekmeği yerler. Kerem Salış kerem.salıs@commmag.com

49


Her Markanın Yolu Ajanstan Geçer

B

ilginin hızla tüketildiği, geniş mecralara yayıldığı ve yeni açılımlar kazandığı günümüz dünyasında reklam; doğrudan pazarlama ve halkla ilişkiler kavramları ile birlikte bütünleşik pazarlama iletişiminin ana unsurlarını oluşturmaktadır. Bütünleşik pazarlama iletişimi ise her bölümün birbiri ile karşılıklı etkileşim içinde olması, hedef kitleyi yakalamada söylenmek istenileni en etkili yoldan söyleme becerisi ve buna yönelik olarak yapılan çalışmalardır. Amerikan Pazarlama Birliği’nin tanımına göre reklam; herhangi bir ürünün, hizmetin ya da düşüncenin bedeli ödenerek ve bedelin kim tarafından ödendiği anlaşılacak biçimde yapılan ve kişisel satışın dışında kalan tanıtım eylemleridir. Reklamın amacı, markaların özgür bir duruş sergilemesinde ve buna bağlı olarak bir kimliğe sahip olmasında sürpriz keşifler yaparak ve tüketicinin zihninde farkındalık yaratarak bir imaj oluşturmaktır. Değişen koşullar içerisinde yeniden şekillenen reklam kavramında stratejik düşüncenin geliştirilerek işler hale gelmesi ve etkinlik oluşturul-

ması sürecinde reklamın oyuncuları olarak nitelenen guruplar ön plana çıkmaktadır. Reklamın oyuncuları; reklamveren, reklam ajansı, medya ve hedef kitledir. Reklamverenler Derneği Başkanı Ahmet Pura, reklamvereni ‘’Elinde bir ürünü veya hizmeti olup hem çalışanlarını hem kendini güçlendirmek adına ürünü ön plana itmek isteyen kuruluşların kavramı’’ olarak tanımlıyor. Markalaşmanın hem sabır hem yatırım meselesi olduğunu belirten Pura, sözlerine şöyle devam ediyor: “Reklamı da uzun vadeli yatırım kabul etmekte yarar var diye düşünüyorum. Çünkü reklam neticede bir marka yatırımıdır. Onun için reklamı ben uzun vadeli fabrika yatırımı gibi, bina yatırımı gibi, insan yatırımı gibi çok farklı değerlendirilmesi gereken bir yatırım aracı olarak görüyorum.” Amacı farkındalık yaratarak marka ile tüketici arasında duygusal bağ kurmak olan reklamlar, bu amacını reklam dünyasının en önemli ikinci oyuncusu olarak tanımlanan reklam ajansları ile gerçekleştirmektedir.

Reklam ve pazarlama dünyası bir elin parmakları gibi düşünülecek olursa reklam ajansları da notalara dokunmayı iyi bilen bir piyanist gibi bu parmaklara işlerlik kazandırmaktadır. Terimsel anlamda ifade edilecek olursa Sanayi ve Ticaret Bakanlığı’nın tanımına göre reklam ajansları, ‘’Birlikte çalıştığı işletmeler adına, onların ürün ve hizmetine alıcı bulma amacı güden, bu amaçla üretim planını hazırlayıp reklamverenin duyduğu ihtiyaç doğrultusunda onun onaylayacağı biçimde hazırlayan ve reklamın yayınlanmasına aracılık eden ticari iletişim uzmanı gerçek ya da tüzel kişidir. (Resmi Gazete 21.12.1995) Reklamveren ve reklam ajansı ilişkisinde uzun vadeli bir işbirliğinin olması verimliliğin sağlanabilmesi açısından önemlidir. Ajans seçimi konusunda reklamverenler konuyu uzmanlaşmış danışma şirketlerine bırakabilecekleri gibi kendi şirketleri içerisinden seçecekleri pazarlama, satış, reklam ve tanıtma bölümünden yöneticilere de yer verebilmektedir. Rekabetin hızla arttığı ve piyasanın kızıştığı günümüz yarış dünyasında ise reklamverenler reklam ajansını seçerken artık geleneksel yöntemler (gazete,dergi,açıkha-

va mecrası...) ile çalışmayan, sosyal ağlarda (facebook,twitter...) markaların dilini, stilini en iyi şekilde anlatabilen, web sitelerini süreklilik içerisinde yineleyen reklam ajansları ile çalışmak istiyorlar. Toplumdan aldığını topluma geri verebilen, sıcak ve samimi hikayeler oluşturabilen, tüketicilerin içgörülerini sağlam temellere oturtan reklamlar bir adım öne geçiyor. Bu doğrultuda bir reklamın öncesini ve sonrasını şöyle sıralayabiliriz: Konkur: Reklamverenin birden fazla reklam ajansına başvurarak reklam ajansı aradığını bildirmesi, birini seçebilmesi için örnek kampanya hazırlanmasına denilmektedir. Konkur sürecinde reklamverenlerin müşterilerinin ortalama sayısı alınarak ve hedef kitlenin niteliği belirlenerek (hangi yaş grubuna hitap ettiği, cinsiyete göre tercih edilme oranı gibi) yaratıcılığı güçlü olan çalışmalar yapılması beklenilmektedir. Coca Cola’nın dünya çapında tanınan dört sosyal medya ajansı ile yaptığı toplantı sonucunda henüz iki yıllık bir geçmişi bulunan “Plasenta Conversation Agency” ile çalışmaya karar verdiği açıklandı. Afrika Group İnteraktif Pazarlama Müdürü Mariano Agustin Bosaz pazarlama sürecinde deneyim,

50


uzmanlık, gelişim becerilerine önem verdiklerini Plasenta ile Türkiye’de bir yıldan fazla süreli çalıştıklarını iyi bir sosyal medya partneri olduklarını ve Coca Cola’da ilerleyebilecek kapasite ve yeteneğe sahip olduklarını belirtti. Cem Batu ise seçilmelerinde etkili olan faktörleri şöyle sıraladı: ‘’Türkiye’de Coca Cola ile halihazırda çalışıyor olmamızla birlikte, geliştirdiğimiz önemli projeler, yapılarına ve sistemlerine aşinalığımız ve tecrübelerimiz etkili olmuştur diye düşünüyorum. Think global, act local yaklaşımı bu süreçte etkinliğe, ete kemiğe büründü. Lokal içgörünün yanında iş yerinde aile olgusu yaklaşımının da bu süreçte büyük rol oynadığını düşünüyorum.’’

Brief: Bir ajansa içinde bulunulan organizasyonun veya sektörün taleplerini ve beklentilerini ifade etmek üzere hazırlanır. Kolay anlaşılır olmalı ve öz bilgiler içermelidir. Faaliyetlerin en doğru şekilde yönlendirebilmesi için en doğru bilgiler verilmeli, kendileri ile ilgili nasıl bir algı oluşturulmak isteniyorsa samimi bir şekilde anlatılmalı ve ulaşılmak istenilen hedef kitlenin büyük resmi çizilmelidir. Uzun toplantılar ve e-posta trafiği arasında işleri kolaylaştırmak isteyen, bu amaçla brief konusunda ilginç bir yaklaşımı ele alan ve ABD’de kendilerini dünyanın an hızlı ajansı olarak gördüklerini belirten “World’s Fastest Agency” ajansı twitter‘dan 140 karakterle aldıkları briefleri 140 karakterle bir gün içerisinde cevaplandırıyorlar. WFA’ nın CEO’su markalara istediklerini

verme konusunda en az diğer ajanslar kadar başarılı olduklarını söylüyor. 999 $ yatırıldıktan 140 karakterle alınan briefler aynı şekilde bir gün içerisinde cevaplandırılıyor. PPM Dönemi: Yapım öncesi toplantı, reklam ajansı, müşteri ve yapım şirketi arasında bir reklam filmi seçilmeden önce gerçekleşen toplantılardır. Anadolu Üniversitesi İletişim Kulübü tarafından düzenlenen reklam söyleşilerinde bu sene reklam dünyasının önde gelen isimleri reklam süreci ile ilgili önemli bilgiler verdi. Coca Cola, İstanblue Votka, Nil’le Hürriyet gibi başarılı reklamların yöneticisi Ozan Açıktan ise reklam dünyası ile ilgili şu bilgileri paylaştı: ‘’Senaryo, fikir var ve bunlar süreçte bin beş yüz aşamadan geçiyor, üç ay masalarda bekleniyor. Yapımevi ve reklam yönetmeni olarak işimiz fikri anlamak, yönetmenin fikre katacağı yorumlayacağı şey ne? Bazen kışın ortasunda yaz filmi çekmek zorunda kalıyoruz. Bir filmin kağıt üzerinde gerçekleşme şekli ile gerçekleşme süresi arasında çokluk var. Yirmi beş kere çekmek zorundasınız aynı filmi. Oyuncular geldi, kostüm seçildi daha sonra text aşaması var ve fikrin denenmesi aşaması var. İlk kez uydurulan bir fikirse oyuncu nasıl olacak, oyuncu yan mı duracak gibi sorular var. Fikir samimiyetle konuşulursa peşinden gidiliyor. Asıl iş meseleyi anlama, yorumladığını icra etme, akıl ve duygu filtresini kullanıp

en sonunda sizin meseleniz olduğunda bir sonraki aşama işin olup olmadığı üzerinde mesleki olarak karar vermeniz. Montaja dönüp oldu mu, briefe dönüp oldu mu diye sormanız. Offline’da (kaba kurgu) film izletiliyor, sunum yapılıyor ve son taviz veriliyor. Arçelik’ ten kıskandıran çözümler yayınlanmadı. Bir kadının mutfak aletleri ile karetecilere haddini bildirdiği filmi PPM’de anlattık film çekildi, çok beğenildi, sunuldu, komisyondan geçme sürecinde ‘çok şiddetli filmin şiddetini azaltır mısınız?’ denildi! Filmi anlatırken aletle vurmanın komik olduğu izlenimi verilmeye çalışılmıştı. Daha sonra film yayınlanmadı.’’ Reklamcılıkta yaklaşımlar farklı olmakla birlikte beslendiği üç temel düşünce: yaratıcı strateji, konumlandırma ve marka imajıdır. Yaratıcı strateji öz fikirlerin ortaya çıkış sürecidir. Sorunların belirlenerek buna uygun çözüm yaratma sürecidir. Bunlardan ilki farklı satış önerisidir. Sadece bir markaya ait özellik vurgulanarak özgün yanı ön plana çıkartılmaya çalışılır. Konumlandırma ise tüketicinin zihninde ürünün nasıl olması gerektiği ile ilgili yapılan çalışmalardır. Marka imajı yaklaşımında ürünün tüketicide bıraktığı izlenim duygusal ve psikolojik açıdan ön plana çıkartılır. Hedef kitlenin sadece anneler ve kızları olması gibi. Reklam stratejilerinde farklılık yaratarak tüketicinin algısında farklı bir yere oturan reklamlardan birkaçını şöyle sıralayabiliriz:

51


AKBANK: “Akbank farkını ortaya koyma zamanı” diyerek Kıvanç Tatlıtuğ ve İlker Ayrık’ın oynadığı “Zıt İkizler” reklam filmi reklam dünyasına hızlı bir giriş yaptı. Marka değerlendirme kuruluşu Brand Finance tarafından iki yıldır Türkiye’nin en değerli markası seçildiklerini belirten genel müdür Hakan Binbaşgil tescil edilmelerinin sebebinin sıcak, samimi, herkese hitap eden bir banka olduklarını belirterek kalple, bağlılıkla, titizlikle, ortak payda ile çalıştıklarını söyledi. Akbank Kurumsal İletişim Bölüm Başkanı Murat Göllü ise şu bilgileri verdi: ‘’Kıvanç ve İlker’in bebekliklerinden bugüne kadar benzerlerini bulmak için toplam 3800 cast arasından seçim yapıldı. Önlük ve yakasından sünnetteki nazarlığın özel olarak getirtilmesine kadar her şey aslına uygun üretildi. Reklamın oyuncuları Kıvanç Tatlıtuğ ve İlker Ayrık da kurum adına çalışmaktan memnuniyet duyduklarını dile getirdi. Binbaşgil hedeflerinin henüz Akbanklı olma kavramını oluşturmayan müşterilere de ulaşmayı hedeflediklerini söyledi. OMO: “Kirlenmek güzeldir” sloganı ile deterjana olan bakış açısına farklı bir boyut getiren reklam filmleri hakkında reklamcı Nesteren Davutoğlu şu bilgileri verdi: “Bir markanın lider tavrı koyması, yeni bir şey söylemesi, oyunu değiştirmesi gerekiyordu. Kirlenmenin kaçınılacak, istenilen bir eylem olmasına meydan okuyup, markanın kendine duyduğu güvenle, çamaşır yıkama işini sıradan, basit bir iş olarak geriye çekmesi cesaret işi idi. Meydanı çocukların hayatı yaşayarak öğrenmesine, hayatı korkusuzca deneyimlemesine bırakmak, böylece geleceğe hazırlanma fikri karşılık buldu.” SNİCKERS: Çikolatanın mutluluk ve haz verme güdüsünün dışına çıkarak açlığı yatıştırmak yönüne vurgu yapan “assolist”li reklam filminin yaratıcılarından biri olan Haluk Sicimoğlu reklam filminin ortaya çıkış süreci ile ilgili şunları söyledi: “Asıl hedef kitle erkekler olarak belirlendi. Acıkan erkeklerin değişimini incelemeye çalıştık. Asıl temamız açlığı yatıştırmak olacaktı. Açlığın Türk toplumunda erkekler arasında assoliste bağlamak olarak konuşulduğunu bilerek bu fikir üzerinden yola çıktık.”Reklam dünyasının ‘en’lerinin belirlendiği araştırmalardan bir örnek sunmak gerekirse: Mediacat Dergisi tarafından Nielsen verilerinden yola çıkılarak yapılan araştırmalara göre 2012 yılının en başarılı reklam ajansları ve reklamverenleri şöyle: Geçen seneye göre ilk üç sıra değişmezken, adet bazına göre kullanım alanlarında düşüş yaşandı. Bütün mecralar ve üretilen reklam adetlerine göre birinci sırada Tbwa/İstanbul; radyoda, Güzel Sanatlar Saatchi&Saatchi; televizyonda, Alametifarika; açıkhava ve sinemada, M.A.R.K.A ise gazete ve dergi alanında en çok üreten ajanslar oldu. Adet sayısı göz önüne alındığında ise ilk sırayı Alametifarika aldı. Kullanım sayısı olarak beşinci ve altıncı sırada Medina Turgul ve Alice BBDO bulunurken en büyük ivmeyi gerçekleştiren ise geçen sene ellinci sırada bulunan ve bu sene yedinci sırada bulunan Molped, Bingo gibi markalara hizmet veren Vietnam oldu. Se-

52

kizinci sırada dört sıra gerileyen Publicis Yorum olurken dokuzuncu sırada yer alan ajans ise M.A.R.K.A reklam ajansı oldu. Türk Telekom, Çaykur gibi markalarla iş birliği içerisinde bulunan ajans, Adolf Hitler’li Biomen reklamı ile tepki çekmişti. Onuncu sırada ise Magnum, Knorr, Omo ve Becel ile çalışan Lowe İstanbul var. 2012 yılının en büyük reklamvereni sene boyunca yürüttüğü başarılı reklam oyun kampanyaları ve aile, sıcaklık, bağlılık gibi temalara vurgu yapan Turkcell, sinema ve dergi gibi birinciliklerinin yanında açıkhava mecrasında da ön plana çıkarak zirveyi kimselere bırakmadı. İkinci sırada ise gençlerin severek takip ettiği ve Bkm Mutfak Oyuncuları ‘nın yer aldığı Vodafone bulunuyor. “Her şeyin bir kolayı var “ diyerek çağrışım yaratmayı başaran markalar arasında. Üçüncü sırada Meryem Uzer ve farklı saç tiplerine ait genç kızların oynadığı renkli reklam filmine sahip olan Elidor yer alıyor. Dördüncü sırada ise Fairy, Pantene, Orkid gibi kişisel bakım kategorileri ile ön plana çıkan P&G yer alırken beşinci sırada Vedat Milor’lu finish reklamı, altıncı sırada Ata Demirer ve Fasülye’li reklam filmi ile Avea, yedinci sırada Merve Oflaz’ın oynadığı Molped reklamları, sekizinci sırada Şener Şen ve Olgun Şimşek’in Mümkünlü reklamları, dokuzuncu sırada Türk Telekom ve onuncu sırada liste içerisindeki tek finans markası Finansbank bulunuyor. Reklamcılar Derneği Üyesi ve medya ajansları verileri ile hazırlanan 2012 yılı reklam yatırımlarına göre reklam yatırımları yüzde sekiz artarken reklamveren oranında yüzde yedi düşüş gözlendi. Gelecek yılın reklam yatırımlarında ise yüzde on iki büyüme sağlanacağı tahmin ediliyor. Yatırımların %7’si açıkhava mecrasında gerçekleşirken %2.79’unu radyo, %1.6’sını ise sinema reklamı oluşturdu. 2012’ de Avrupa’ya en çok patent başvurusu yapan ülke olma ünvanını kazanan Türkiye hakkında Reklamcılar Derneği Genel Müdürü Ayşegül Molu bu durumun doğrudan pazarlama anlamına gelmemesi gerektiğini, reklamveren verileri ile sağlama yapmak gerektiğine inandığını belirtti. Reklamcılar Derneği Başkanı Alper Üner ise esas heyecanlandırıcı noktanın kriz sonrası dönemde yaşanan istikrarlı ve sağlıklı büyüme olduğunu belirterek ilk altı ay ile ikinci altı aya bakılarak aradaki farkın bir şeyler söylediğine vurgu yaptı. Reklamcılar Derneği Medya Asbaşkanı Demet İkiler ise reklam harcamaları açısından ülkemizdeki profilin Çin’e ve Hindistan’a benzediğini, dijitale yapılan yatırımların artırılması gerektiğini bildirdi.

Irmak Dokuzcu irmak.dokuzcu@commmag.com


İhtiyar İnadı: Kupon!

A

rtık girizgah kısmında farklı şeyleri konu etmenin vakti geldi diyordum kendi kendime. Lakin bu hususta bana ayırılan kısımda geçmiş dönem tanıtım filmlerini tanıtmaktan daha fazlasını yapmak yoktu pek aklımda. Bu er kişi ne demeye çalışıyor diyenler için izahatta bulunmaya çalışmak hayli faydalı olacaktır. Ceridemizde bendeniz iki nüshadır kendi dönemimden hatırımda kalan reklam filmlerini yazmakla meşgul iken bu ay farklı bir şeyler ile siz kıymetli okuyucularla buluşmayı dilemekteyim. Geçmiş dönem tanıtımları hakkındaki eleştirilerime kuvvet ile muhtemel bir sonraki nüshada devam edeceğim ancak bu sayı-

da sizlerle reklamcılık aleminde gördüğüm rahatsız edici bir karmaşadan bahsetmeye çaba göstereceğim. Velhasıl kelam gereksiz yere mürekkep harcamadan bu ayki konumuzdan bahsedip giriş yapacağım. Tanınmış sima kullanımı biz reklam işi ile muhatap olanlar için önem arz eden bir konudur. Evlerine misafir olduğumuz ailelerde güven duygusu inşa etmemize ve hali hazırda temsil etmek ile mesul olduğumuz ürünü sevdirtmekte başvurduğumuz bir yoldur. İşte mesele burada başlıyor. Ne demiş atalarımız; “Her şeyin çoğu zarar azı karar.”

Bu hususta konuştukça siz muhterem okuyucuların aklına da birçok örnek gelecektir eminim ancak ben bu yazıda aynı rekabete dahil olan farklı markalar için çalışan bir isimden bahsedeceğim. Siz gençlerin hayli yakından bildiği izlediği birkaç televizyon izletişini hazırlayıcısı olan Acun Ilıcalı Konuya girmeden belirtmekte fayda görüyorum ki bu bir eleştiriden çok bendenizin alışık olmadığı için yadsıdığı durumu anlama çabasıdır. Bankacılık sektöründe hizmet veren ve hatta rekabet içerisinde bulunan marka iki marka ile hayli yakın zamanlarda çalışması bana çok abesle iştigal bir hal gibi geliyor. Önce Vakıfbank ile güzel bir kompozisyon taşıyan tanıtım filminde bulunan Acun Ilıcalı bundan pek kısa bir zaman dilim sonra ING Bank için marka siması haline geldi. Kendimi başka bir yazı bu reklamların niteliğinden bahsetmekle

muaf tutuyorum. Ancak siz değerli okuyucularda ve yine bir o kadar kıymetli tanıtım filmi takip eden kitlede bu itinasızlığın bir rahatsızlığa sebep olacağını tahmin edip bu konuya dilimin döndüğünce değinmeye çalıştım. Yine vaktinizi ayırıp bendenizin karalamalarını okuduğunuz için ilk teşekkürüm sizlere ikincisi ise her sayıda tekrar ettiğim üzere bana sizlerle buluşma fırsatı veren genç iletişimci dostlara. Yazıyı bitirmeden önce demem gereken son şey ise ben pek alışamadığım için bu yeni aletlere yazdığım yazıyı düzgün kayda geçiremediğimden mütevellit ikinci baskısını yazmak zorunda kaldım, aynı özeni göstersem bile atladığım noktalar olabilir. Eğer ki sürç-ü lisan ettiysem affınıza sığınırım. Bir dahaki ayda tekrar buluşmak dileğiyle. İhtiyar Delikanlı

53


DAVID OGILVY 23 Haziran 1911’de İngiltere’de doğan ve reklamcılığın kilometre taşlarından biri olarak kabul edilen David Mackenzie Ogilvy, Oxford’daki Christ Church Üniversitesi’nde burslu olarak eğitimine başlar, ekonomik durumları iyi olmadığından dolayı burslu okumaktan başka çaresi yoktur ancak Ogilvy başarısız olur ve bursunu kaybetmesinden dolayı eğitimini yarıda bırakarak mezun olamadan okuldan ayrılır. Daha sonra Paris’e gider ve orada Hotel Majestic‘te çalışmaya başlar. Paris’te çeşitli tecrübeler edindikten bir yıl sonra tekrar İngiltere’ye döner ve burada Aga Fırınları’nın Satış Temsilcisi olarak işe başlar. Temsilci olarak çalıştığı sırada, bu alandaki tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı kullanma kılavuzu çoğu kişi tarafından “şimdiye dek yazılmış en iyi satış el kitabı” olarak tanımlanır. İşte Ogilvy’nin yeteneği yavaş yavaş kendini göstermeye başlamaktadır. 30 yıl sonra bile hala güncelliğini yitirmeden, okunabilir durumdadır bu kılavuz. Bu sayede, bu zamana kadar yazılmış en güzel kullanım kılavuzu olarak nitelendirilir. Londra’da yaşayan ve orada Mather&Crowther Reklam Ajansı’nda çalışan ağabeyi David Ogilvy’ nin yazdığı bu kılavuzu ajansına sunar ve beğenildikten sonra ağabeyinin iknası üzerine Ogilvy, Müşteri Yöneticisi olarak 1 yıllığına Amerika’ya gönderilir.

II. Dünya Savaşı sırasında İngiliz İstihbarat Servisi’nde çalışır. Orada analiz, diplomasi, güvenlik gibi konularda öneriler, analizler yazar. Savaştan sonra Ogilvy Lancaster’da bir çiftlik alır ve orada yaşamaya başlar. Birkaç yıl burada yaşadıktan sonra Ogilvy; Mather ve Crowther’la birlikte Mather&Crowther Ajansı’nı yani şu anki ismiyle Ogilvy&Mather‘ı kurar. Onun ajansı ilk 20 yıl içinde birçok önemli yerden reklam alır ve birçok başarıya imza atar. Yavaş yavaş kendini büyük bir ajans olarak duyurur. Büyük bir reklam adamı olmasının yanı sıra öncesinde yaptığı işler yani şef, araştırmacı, diplomat ve çiftçi olması ona hayata ve işine dair çok şey kazandırır ve öğrendiklerini gerçek hayatta tecrübe eder. Birçok ulusal markanın reklâmlarını yapan Ogilvy; “Bir Reklamcının İtirafları”, “İkna Hırsı”, “Reklam Sanatının Ustalarıyla Konuşmalar”, “Ogilvy On Advertising” gibi kitapları ile sektörün gelişmesine katkıda bulunmuştur. 1999 yılında 88 yaşında iken aramızdan ayrılan David Ogilvy’nin; her iş alanında uygulanabilecek olan liderlik prensiplerinin yer aldığı “Ogilvy On Advertising” isimli kitabı üzerinden on yıldan fazla geçmesine rağmen hala basılmaya devam ediyor. Ogilvy&Mather Ajansı ise dünyanın 158 ülkesinde faaliyetine devam etmektedir.

Gamze Konakçı gamze.konakcı@commmag.com

54


Etkinlik Haberleri 3. GİRİŞİMCİLİK KONFERANSI

Boğaziçi Üniversitesi İşletme ve Ekonomi Kulübü 1011 Aralık 2012 tarihlerinde 2.sini düzenlediği ve yoğun ilgi toplayan Girişimcilik Konferansı’nın bu dönem 6-7 Nisan 2013 tarihlerinde 3.sünü düzenledi ve öğrencileri geleceğin girişimcileriyle buluşturdu. Etkinliğe; Cem Sertoğlu, Cavit Yantaç ve Cem Soysal gibi isimler katıldı.

BASIN VE KARİYER GÜNLERİ DÜZENLENDİ

Akdeniz Üniversitesi Basın-Yayın Topluluğu ve İletişim Fakültesi Öğrenci Temsilciliği’nin ortaklaşa düzenlediği “Diksiyon ve Etkili İletişim” eğitimi düzenlendi. Etkinliğe konuk olarak TRT haber spikeri Hamza Güneri Gök katıldı.

HERKES ŞANTİYE’DE

Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Reklam Topluluğu Reklam Durağı’nın (RED) düzenlemekte olduğu Şantiye etkinlikleri, 3.yılında yine reklam sektörünün ustalarını geleceğin çırakları genç reklamcılarla buluşturdu. Etkinliğin üçüncü oturum konuğu “The Brand Age” ve Grafik Tasarım dergilerinin Genel Yayın Yönetmeni “Bülent Fidan” oldu. Sektöre yazdığı kitaplarla da katkı sağlayan Bülent Fidan öğrencilere reklam alanından faydalı bilgiler sundu. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ’NDEN KARA YAKIŞIR FESTİVAL

Her yıl geleneksel olarak Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi tarafından düzenlenen Uluslararası Kar Film Festivali bu yıl dokuzuncusunu gerçekleştirdi. Kurmaca, belgesel, deneysel, reklam ve animasyon gibi dallarda dağıtılan ödüller sahiplerini buldu. 55




Dünyanın en meşhur kuşu; Larry

58


B

undan 5 sene önce sanal alemde düşüncelerinizi yüzlerce, belki binlerce insana anlatmak ne kadar zordu hatırladınız mı?Ya çok meşhur bir haber sitesinde yazar olmanız gerekiyordu ya da yıllarca çalışıp, didinip belli bir okuyucu kitlesine ulaştırmış olduğunuz bir blogunuz olmak zorundaydı; fazla üşendirici değil mi?Ancak Jack Dorsey de sizin gibi düşünmüş olacak ki bu işe 2006 yılında bir son verdi ve Twitter’ı kurdu. Dakikada ortalama 100 bin tweetin atıldığını düşünürsek, bunun pek de doğru bir karar olduğunu anlamak hiç de zor olmaz.

59


-Bloglara elveda! Twitter’dan önce insanlar, düşüncelerini kendilerine ait bloglardan anlatmaya yöneliyordu.Son derece zaman ve ilgi isteyen bu olayı hala hakkıyla yapan insanlar çoğunlukta ancak artık insanlar html kodlarıyla uğraşmadan, sadece telefonlarından tek bir dokunuşla ya da bir kaç klavye darbesiyle düşüncelerini kendisini takip eden insanlara anlatmayı tercih ediyor.Hal böyle olunca, Twitter bir ‘’mikroblog’’ sitesi olarak anılmaya başlandı.Kökü çok eskiye dayanan, sağlam okuyucu kitlesini oturabilmiş bloglar bile artık Twitter üzerinden yazılar yazmaya ve yayınlamaya başladı, sebep ise basit; çünkü çok daha kolay.Twitter bu kadar rahat bir şekilde düşüncelerimizi paylaşmamıza izin vermişken, blogların ömrünün daha ne kadar olacağı belirsiz.Bu konuda Twitter’ın önündeki tek engel; ona ‘’mikroblog’’ denmesini de sağlayan 140 karakter sınırı. Bildiğiniz gibi bir tweet sadece 140 karakter içerebiliyor.Buna bir çözüm gelecek mi yoksa insanlar bunu görmezden mi gelecek bilinmez ama Twitter şimdiden blogları tehdit etti bile. -Meşhur olmak mı?Neden olmasın. Twitter kendisine öyle bir dünya oluşturmuş ki; o günün en çok konuşulanı olmanız sadece an meselesi.İnsanlar attığı tweetlerle günün en çok konuşulan (Trend Topic) konularını veya kişilerini belirleyebiliyorlar.Sosyal sorumluluk kampanyaları, spor takımlarına destek, eleştiri gibi her konuda olabilen bu olaylar, anında sizin isminizi de ülkenizin, belki de dünyanın en çok konuşulan ismi haline getirebilir.Twitter üzerinden ünlü olmak sadece trend topic (TT) listesine girmekle sınırlı değil; Twitter’ın kendi ‘’fenomen’’leri var.Twitter’ı sadece kendilerinden ya da etrafından bahsetmek için değil de, takipçi kazanıp, sadece onların hoşuna gitmek için yazan insanlar var.Bu insanlar genelde sahte bir kimlikle, gerçek kimliklerin söylemeye çekindikleri şeyleri açık saçık söyleyebiliyorlar veya sadece olaylardan bağımsız; insanların üzüntülerine, eğlencelerine yönelik tweet atarak Twitter dünyasında ‘’fenomen’’ olmaya çalışıyorlar.Siz de onların yazılarını okurken keyif alıyor, hüzünleniyor ya da aslında söylemek isteyip de söyleyemediğinizi şeyleri onları retweet (RT) ederek takipçilerinizle paylaşıyorsunuz. Adını bile bilmediğimiz insanların bu tarz hesaplar sayesinde, yüz binlerce takipçisi oluyor ve Twitter dünyasında birer ünlü oluyorlar. -Kiralık tweet! Az önce de bahsettiğim gibi Twitter, yüz binlere hatta milyonlara tek bir tweetle ulaşılabilecek bir platform.Bizim için kolaylıktan başka anlam ifade etmeyen bu bilgi, markalar için ise bulunmaz nimet.İnsanların güvendiği ya da sempati duyduğu isimleri takip ettiğini varsayarsak; bir ‘’fenomen’’e ya da milyonlarca takipçisi olan sanatçı, sporcu gibi bir isime, markanız için atacağı tek bir tweet için para ödemek hiç de fena bir fikir değil.Öyle ki; dünyaca ünlü Kim Kardashian, 16 milyon takipçisine atacağı reklam içerikli bir tweet için markadan tam 8 bin dolar gibi uçuk bir ücret alıyor.Bu durumu farkeden ve yararlanmak isteyen insanlar ise sadece beğenilme duygusunun yanında, para da kazanmak için Twitter’da ‘’fenomen’’liğe soyunuyor.Görünüşe göre sürekli yenilenen reklam alanlarına bir yenisi çoktan eklenmiş bile.

60

-Türkiye’de Twitter. 2006 yılında kurulan ve şu sıralar dünyanın en popüler internet sitesi olma yolunda çok emin adımlarla ilerleyen Twitter, ülkemize o kadar da çabuk ısınmadı.Yayılması 2010 yılını bulan ve 2011 yılının Nisan’ında Türkçe dil desteği oluşan site, şu sıralar o soğukluğu atmış durumda.Sitenin sürekli artan bir popülerliği var ancak bu dil desteğinden sonra site, ülkemizde yaklaşık 3 milyon yeni kullanıcı edindi ve ülkemizde şu anki 9.6 milyon kullanıcı sayısına ulaştı.Ülkemizde Twitter adına artan tek şey kullanıcı sayısı değil.Geçen yıl günde 1.7 milyon tweet atılırken, bugün ülkemizde günde ortalama 8 milyon tweet atılıyor.Geçen yıl en çok tweet atılan gün Cuma iken, bu yıl en çok tweet atılan gün Çarşamba oldu ve Cuma ise artık en az tweet atılan gün konumuna geriledi. Tweetlerin içeriğinde ise; %61’lik oranla en çok paylaşılan şey fotoğraf olurken, onu %22 oranla video ve %7 ile haber linkleri takip etti.Henüz Twitter’ı kullanma oranı olarak diğer ülkelerin gerisinde olsak bile, fazlasıyla globalleşen dünyada bu fark çok çabuk kapanabilir. -İstatiklerle Twitter. Twitter her ne kadar ‘’sponsorlu’’ adı altında, bazı markaların hesapların para kazansa bile bu paraları istatistiklerine borçlu. Hemen her gün kullandığımız Twitter’da 1 dakikada ortalama 100 bin tweet atılırken, Twitter ise her bir tweet başına tam 0,0043 TL kazanıyor.Saniyede ortalama 5 yeni hesabın açıldığı Twitter, geçen yıl 450 milyon kullanıcıya sahipti ve bu sayı %55’lik bir oranla artmaya devam ediyor. Twitter hakkında temel şeyler bunları ancak söylenecek daha çok fazla şey var.İnsanların hayatlarının merkezine yerleşen, günlüklerin yerini alan ve kimselerle paylaşılmayan özel hayatın Twitter sayesinde herkese açık halde anlatılmaya başlanması, söylenecek şeylerin çokluğuna işaret eder türden.Şu sıralar dünyanın en çok kullanıcı sayısına ait sitesi Facebook’un tahtını şiddetli bir şekilde sallayan ve Zuckerberg’e her gün daha kötü günler yaşatan Twitter, yakında Facebook’un kullanıcı sayısını geçeceğe benziyor. İnsanların fotoğraf, video ve haber gibi Facebook üzerinden de paylaşabildiği olayları artık Twitter üzerinden paylaşması ve hayranı oldukları isimlere, idollerine tek bir klavye kadar uzak olmaları Twitter’I daha cazip kılıyor.Twitter’ın CEO’su da bu olayın farkında olacak ki sürekli karşımıza site hakkında bir yenilikle geliyorlar. İlk köklü değişikliği loglarını, yani ‘’Larry’’i değiştirmekle başlayan site, sonrasında tasarımda daha çok kişisel alanlara izin verdi ve şimdi de kendi videonuzu çekip, paylaşmanızdan tutun da istediğiniz şarkıyı takipçilerinize aktarmaya kadar her şeye müsade ediyor. Bu kadar övgü dolu sözler daha önce MySpace ve Facebook hakkında da söylendi ve zaten hali ortada olan MySpace’e, Facebook’un da kader ortağı olacağı konuşulurken, Twitter’ın aynı sonu yaşamaması için daha çok yeniliklere ihtiyacı olacak.Biz kullanıcılar, internet sitelerinin birbirleriyle yarışmalarını sadece uzaktan izlemeye devam edelim ve şu an son derece işimize gelen Twitter’ı kullanmanın keyfini çıkartalım.Bol RT’li tweetler olsun herkese! Kerem Salış kerem.salis@commmag.com


Büyüyen Twitter #MUSIC Twitter, Vine ile yetinmeyip bir de #Music adıyla bir uygulama daha yarattı. Bunun bir benzerini zamanında Facebook yapmıştı ancak beklenen ilgiyi görememişti. Twitter ise cesur bir adımda bulunarak buna benzer bir uygulamayı kullanıcılarının beğenisine sundu. Twitter’ın bu uygulamayı kullanıcılarını kendisinin sahibi olduğu bir mecradan şarkılarını dinlemesi ve onu diğer kullanıcılarla paylaşması amacıyla yaptığı söyleniyor. Çünkü kullanıcılar her an Youtube vb. sitelerden şarkı paylaşımları yapıyor. Twitter’da bunu bir şekilde kendi #Music uygulaması sadece IOS işletim sistemi için çıkarılan bir uygulama. Android ya da Blackberry kullanıcıları bu uygulamadan yararlanamayacaklar. Ancak onlar içinde music.twitter.com adıyla bir site açılacak ve bu kullanıcılarda tarayıcılarından linke girerek uygulamanın bir benzerini kullanabilecekler. #Music şu anda ITUNES, Spotify (Türkiye’de kullanılamıyor) ve Rdio Music’in kitaplıklarından yararlanıyor. Şu an için sadece 3 kaynağın arşivinde bulunan şarkıları dinleyebiliyorsunuz. Ancak yakın zamanda Twitter başka şirketlerle anlaşarak onların arşivlerini de kullanabileceklerini açıkladı. Uygulamanın özelliklerine bakacak olursak ; #Music, o anda dinlenilen şarkıları ya da kullanıcıların favorilerinde olan şarkıları

VINE Mart ayındaki sayımızda da bahsettiğimiz Vine uygulaması çıktığı tarihten itibaren IOS kullanıcıları tarafından çok sevildi. Bu sayımızda Vine’ın özelliklerini biraz daha ayrıntılı şekilde ele alalım dedik çünkü çok yakın zamanda Vine’ın Android işletim sistemi içinde Google Play’den indirilebileceği firma yetkilileri tarafından müjdelendi. Vine’a tekrardan bakacak olursak ; Vine özet olarak 6 saniyelik videolar paylaşabileceğimiz bir uygulama. Bu videoları ister tek parça halinde istersekte bölerek çekebiliyoruz. Çektiğimiz video sürekli baştan başlıyor ve bu videoları anında internet ortamına aktarabiliyoruz. Bu da bize videolarımızı hemen paylaşmak açısından çok büyük bir yarar sağlıyor. Öncelikle Vine’ı Twitter ile bağlantılı kullanabilmemiz gayet basit. Vine hesabını Twitter ile bağla seçeneğinden bağlıyoruz ve Vine’da da Twitter’daki takipçilerini ve takip ettiklerinizi görebiliyoruz. Bu şekilde kimlerin Vine kullanıp kullanmadığını görebiliyor ve takip ettiğimiz kişilerin videolarına kolaylıkla ulaşımı sağlayabiliyoruz.

görebilmemize imkan sağlıyor. Bu şekilde bizde takip ettiğimiz kişilerin, sanatçıların müzik zevkleri hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Uygulamanın menüsüne bakacak olursak şarkılar bize 4 şekilde sunuluyor. Yeni Gelenler (Emerging), Şimdi Çalınıyor (NowPlaying), Önerilenler (Suggested) ve Popüler (Popular). Ayrıca bir de kendi istediğimiz şarkıları arayabileceğimiz bir de ara bölümü mevcut. Her kategoride önümüze yüzlerce resim şeklinde şarkılar çıkıyor. Üstüne dokunduğumuzda da şarkı çalmaya başlıyor. Uygulamanın bir diğer güzelliği olarak da şarkı çalmaya devam ederken siz istediğiniz gibi diğer bölümlere geçebiliyor ve gezinmeye devam edebiliyorsunuz. Son yapılan araştırmalara göre #Music uygulaması IOS kullanıcıları tarafından çok beğenilmedi ancak Twitter yetkilileri yapılacak yeni güncellemelerle bunun aşılacağını ve kullanımın çok daha fazla artacağını düşünüyorlar. #Music uygulaması şu an için sadece ABD, Kanada, Birleşik Krallık, İrlanda, Avustralya ve Yeni Zelanda kullanılabiliyor. Diğer ülkelerde de kullanıma sunulması merakla bekleniyor.

Girişten sonra karşımıza takipçilerimizin videoları çıkıyor. Aynı Twitter’ın kendisinde olduğu gibi aşağı doğru inerek diğer videolara göz atabiliyoruz. Video eklemek ise çok basit. Sağ üst köşedeki kameraya bastığımız anda video kaydedici açılıyor ve ekranın ortasına bastığımız süre zarfında videoyu çekiyor bittikten sonra da yine tek tuşla videomuzu paylaşıyoruz. Paylaştıktan sonra ise videomuzu Vine’da kategorilere göre yükleyebiliyoruz. Tıpkı İnstagram’da olduğu gibi Vine’da # ile tagleyip hangi kategorilere ait olduğunu gösterebiliyoruz. Böylece video sadece takipçilerimizin değil yaptığımız tage giren herkesin görebileceği bir hale geliyor. Vine çok sevilmesine ve kullanılmasına rağmen önemli bir sorun olarak göze çarpan şey; Vine’da paylaştığımız videoları gizlememizin mümkün olmadığı. Yani internete giren her hangi bir kişi paylaştığınız videoyu görebiliyor. Bu da mahremiyet açısından şu an için Vine’ın pek yeterli olmadığını gösteriyor. Osman Şimşek osman.simsek@commmag.com 61


Twitter ve Pazarlama

İ

nternet mecrasının yaygın kullanımlarından biri olan twitter,online pazarlama stratejilerinde yadsınamayacak bir öneme sahip olması ile beraber , ‘’bilgi’’ kavramının dijital ortama taşınması ile birlikte ürün tanıtımı,promosyon,marka iletişimi,sağlık,sanat...vb alanlarda da şikayetlerin ve övgülerin rahatlıkla paylaşılabildiği etkin bir sosyal mecra haline geldi.Yapılan araştırmalara göre saniyede 11 hesap açılıyor,bu hesapları kullanan aktif kişi sayısı ise 465 milyonun üzerine ulaşmış durumda. bu bağlamda takipçi sayısına odaklanmaktan çok insan kavramını öncelikli hale getiren,onlarla sohbet edebilen şirketler hedef kitleyi yakalayabiliyor. Twitter’da etkin bir pazarlama stratejisi yakalayabilmek için neler yapılmalı? Pazarlama stratejilerinde başarılı olabilmek için ilk aşama amacı doğru belirlemek olmalıdır.Süreçte iletişimi düzgün kurmak ve müşteri ile duygusal bağ kurabilmek adına olumsuz gelen mesajlara daha fazla önem vererek tüketici itibarının artırılması aslında şirkerin kendi itibarını artırması anlamına da geliyor. Her şirketin veya kurumun vizyonuna göre değişmekle birlikte genel amaçlar bütçeyi artırmak,itibar elde etmek,yaratıcılığı artırmak olabilir. Ürünün tanıtılması konusunda müşteriler ödüllendirilerek retweet sayıları artırılabilir.müşterilere bedava veya indirimli ürünlerin sunulması,turkcellin daha fazla tweet kampanyasında olduğu kullanıcıların oyun oynamasına ve keyifli anlar geçirmesine yönelik küçük bir web sitesi hazırlatılması,benzer düşüncede olan insanların biraraya getirerek kampanyayı duyurmaya yönelik olarak ‘’#hashtag’’lerin kullanılması seçenekler arasında olabilir. Sürekliliği devam ettirebilmek ve kullanıcıların ilgisini canlı tutabilmek adına tanıtımı yapılan marka ile aynı kategoride bulunmayan yabancı markaların tweetleri paylaşılabilir. Ayrıca sitelerin ücretsiz olarak sundukları rss tabanlı tweetler ,tweetlerin daha hızlı kullanılması konusunda elimizde bulunan tweetlerin otomatikleştirilmesini sağlıyor. Son olarak yapılan hataları görmek,sür-

dürülebilirliği sağlamak adına tweetdeck ve topsy adı verilen araçlarla düzenli ölçüm yapmak yapılacak diğer önemli çalışmalardan. Obama’nın seçimlerde etkinliği artırmak adına twitter kullanımını yaygınlaştırması ile beraber gazete,dergi gibi yayın mecralarında da adından sıkça söz edilen pazarlama aracı haline gelmesini sağladı twitterdaki etkin pazarlama stratejilerine örnek verilecek olursa Hollandalı havayolu şirketi KLM , yolcularının ‘twitter’daki paylaşımlarından ve foursquare deki ‘’check-in’’lerde yola çıkarak profillerine ulaşarak kişilik özelliklerine göre hediyeler vermesi ,buna ek olarak tanıtım videosunun oluşturulaması; uzun vadeli çalışmalar yapılması,müşteri tabanlı ilişkiler oluşturması adına verilecek örneklerden.6snlik video kesiti hazırlanılarak oluşturulan ve viral bir etki sağlamayı amaçlayan Vine’ın Abd,Kanada,İsveç gibi gelişmiş ülkelerde en fazla kullanılan ücretsiz uygulama olması sebebi ile yarattığı etkinin giderek artmakta. Örneğin,Peanut Butter&Co adlı fıstık ezmesi satan şirket 6snlik videosunda sandviçler hazırlayarak kendi fıstık ezmelerini tanıttı hem de indirilebilir bir alana bir bedava kuponları hazırlayarak viral bir etki yarattı ve 300.000 gösterim sayısı yakaladı. Carnegie Mellon Üniversitesi, Georgia Tech ve MIT‘nin yapmış olduğu analizlerde Twitter kullanan 1443 kişiye 19 gün boyunca çeşitli sorular sorulmuş,tweetlerde çıkan sonuçlarda atılan tweetlerden sadece %36’sını okumaya değer bulduklarını,%39’unu vasat,%25’inin ise vakit harcamaya değer bulmadığı belirtilmiştir. kişisel düşünceler ve yorumlar,takipçilere soru sorma,bilgi paylaşımı,görüş,şikayet ve sohbetler kayda değer aksiyonlar olarak ön plana çıkmıştır.Experian araştırma şirketinin yaptığı araştırmalara göre mobil internet rakamlarında e-postalar 14 dakika ile birinci,sosyal ağlar 9 dakika ile ikinci,eğlenceye yönelik siteler ise 8 dakika ile üçüncü sırada bulunuyor.Reklamverenlerin merakını gidermesinde ve tüketicilerin zihninde markaların doğru bir şekilde kodlanmasında yapılan araştırmalar büyük önem taşıyor. Irmak Dokuzcu irmak.dokuzcu@commmag.com

62


Alper Sarıkaya

Mobil Oyun Geliştirici (Game Developer)

63


M

obil uygulama klasmanında ülkemizden örneklere alıştık ancak oyunlar için aynısını söylemek pek mümkün değil gibi belki de ‘’değil gibiydi’’. Gravity Project isimli oyunuyla mobil oyun platformunda da adından söz ettiren Alper Sarıkaya yeni bombası ‘’ManuGanu’’ ile Android Market’te karşımıza çıktı. Gravity Project ile elde edilen başarıyı kısa sürede yakalayan ManuGanu, ileri düzey tatmin edici grafikleriyle ‘’Hey! Ben profesyonel ellerden çıktım’’ diye bize haykırıyor sanki. Bölüm sayısının azlığına rağmen rahat oynanabilirliği, arka fondaki sevimli müzik ve mantıklı oyun yapısı sayesinde kullanıcıları kendine bağlıyor. Ayrıca Türkçe menü seçeneği de cabası. Bizim de bu işi kusursuzca yapabileceğimizin en iyi kanıtı diyebileceğimiz ManuGanu ve yapımcısı Alper Sarıkaya umarız ki ülkemizde bu işe ilgili olan herkese bir ışık olur. Yaptığı başarılı iş için Alper Sarıkaya’ yı tebrik ediyor ve kendisiyle yaptığımız kısa röportajı sizlere sunuyoruz. Keyifli okumalar. Alper Sarıkaya 1980 yılında İstanbul’ da doğdu, üniversite eğitimini Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Resim Bölümü’ nde tamamladı. 13 yıldır 3D ve görsel efekt ile profesyonel bağlamda ilgilenmekte.

-Yaptığınız işi ‘’Sayısal Grafik Sanatçılığı’’ olarak isimlendiriyorsunuz. Bu birçoğumuzun yabancı olduğu bir isim. Kısaca ne olduğunu açıklayabilir misiniz? Sektörde kullanılan çoğu terimin dilimizde bir karşılığını bulmak zor. Özellikle bilgisayar destekli tasarım konusunda, terimlerin kulağımıza tanıdık gelmemesi çok normal. İşte biraz da bu yüzden, farkındalık yaratmak adına, “sayısal grafik” lafını kullandım. Aslında bu terim, yapılan işin sadece dijital ortamda üretildiğini söylemek amacıyla yazıldı. Biraz da bilgisayar üzerinde çalışmanın başlı başına ayrı bir değer olduğunu göstermeye çalışmaktı amacım.

64

-2008 yılı içerisinde Anima A.R.O.G projesinde yer aldınız. Bu süreç nasıl gelişti, sonucunda size nelere hissettirdi? 2008 yılında önce AROG’un Teaser’ı için Anima’da çalışmaya başladık. Burada Kamuran karakterinin 3 boyutlu model tasarımını ve dijital modellemesini yaptım. Bu proje benim ilk sinema filmi tecrübem oldu. Bir de dijital modelleme tekniği ile protatip yapıp, gerçek bir makete referans yapma olanağı bulmuş olmam da , benim açımdan çok güzel bir deneyim oldu. Sonraki aylarda da, AROG filmi için Sinefekt ‘te ekip toplandı. Erdem Taylan tarafından seçilen ekipte benim görevim, dijital ortamda T-REX de dahil olmak üzere, dinozor modellerinin üretilmesi, bazı modellerin kaplamasının yapılması ve sanal bir dekorun (Hangar planları) ışıklandırması idi. Sinema için birşeyler yapmak, her anlamda çok değerli benim için. İşin uzun soluklu olması, alanlarında uzman ve deneyimli kişilerle çalışmak ve daimi olarak izlenebilirliliğini koruması, sinemayı benim için çok önemli bir noktaya koyuyor. -Kariyeriniz boyunca gerek görsel gerek dijital bağlamda birçok başarılı iş yaptınız.Bunlar içerisinde mobil oyun geliştirmenin sizin için yeri ve önemi nedir? Bilgisayarda görsel üretim yapan birisinin oyunlarla arasının kötü olması, sanırım zor rastlanan birşey olsa gerek. Hangi oyun türü olursa olsun, kendinizi eğlendirecek birkaç oyun bulmanız olası bir durum. Bu kısım zaten olmazsa olmaz. Ama benim için daha önemlisi, mobil oyun üretimindeki bağımsız olma kısmı. Ufak bir

ekiple, hatta tek kişi ile bile, bir ürün ortaya çıkartma şansınızın olması, beni en çok heyecanlandıran kısım. Ve tabi, önceki tecrübelerimi de kullanabileceğim bir alan olması da bana ayrı bir mutluluk veriyor. İçinde tasarım, model, animasyon, ışıklandırma, interaktiflik ve müzik olan müthiş bir alan. Çok eğlenceli... -Gravity Project ve Manuganu isimli iki mobil oyununuz hem Android hem de IOS marketlerde büyük ilgi gördü. Bu iki projenin yapımı sonucunda çevrenizden aldığınız tepkiler ne yöndeydi? Gravity Project, bizim bu işi yapıp yapamayacağımız görmek istediğimiz ilk projemizdi. Android platformunda çıktığında, IOS’a göre daha çok talep gördü ama platformlar arası oyun çıkma oranı ve benzer oyunlara olan doygunluk burada önemli bir ölçü tabi ki.


Manuganu (henüz) IOS platformuna çıkmadı. Ama Andoid’de yayınlandığı ilk günden beri ciddi bir ivme ile yükselmeye devam ediyor. Dünyanın birçok ülkesinden, çok değişik yaş gruplarından sevgi ve övgü mailleri alıyorum. Özellikle oyunu tek kişi geliştirdiğimi öğrenen insanların tepkisi görmeye veya okumaya değer. Tabi her zaman iyi şeyler söyleyenler olmuyor. Bazıları da çok sert ve olumsuz tepkiler verebiliyor. Herkesin beklentisini karşılamak çok zor. Elimden geldiğince bu kişilere de mesaj yazarak problemli kısmın ne olduğunu soruyorum, “neden “ sorusuna cevap bulmaya çalışıyorum. -Bildiğimiz üzere mobil oyun platformunda Türk imzası çok az ve kullanıcılar Türk yapımı oyun gördüklerinde şaşırmakta bazen de ön yargıyla yaklaşmaktalar.Bu durumu nasıl açıklayabilirsiniz? Önyargı. Evet. Bu sadece oyun sektörünün değil, yavaş yavaş ilerleme gösteren tüm alanların problemi aslında. Biz sadece bu kısma bakacak olursak, problemi şöyle açıklayabiliriz. Bu kişiler, sürecin nasıl işlediklerini tam olarak bilmiyorlar. Ve bugüne kadar da tüm örnekleri hep yurtdışından alıp oynayarak vakit geçirmişler. Tabi bu ürünler genelde dünya üzerindeki en pahalı ve büyük prodüksiyonlar olduğundan, beğeni kriterleri

hep yüksek oluyor. Bu yanıbaşlarında daha az parayla ve çok fazla özveri ile yapılmaya çalışan oyunlarla karşılaşınca, neden olumsuz ve sert eleştiri yaptıklarını açıklayan ilk kısım. Bir de kişisel tembellik ve başarısızlıklarının faturasını hep başkalarına çıkartan insanların, bitmiş bir işe karşı duydukları öfke var.” Ben yapamadıysam, o da yapamasın. Eğer tersi olursa, benim başarısızlığım ortaya çıkar” korkusu, bu öfkeyi tetikleyen en önemli duygu. Kendi adıma konuşmam gerekirse, hangi alanda olursa olsun, bazı işleri gördüğümde açık bir ifade ile , yapan kişileri kıskandığımı ve onların yerinde olmak istediğimi söylüyorum. Bana göre o gördüğüm benim olsaydı çok mutlu olabilirdim diyebilecek bir iş iken, onu yermenin bana kazandıracağı ne olabilir ki? Bu işten feyz almak ve beni daha ileri düşüncelere götürme şansı vermek çok daha doğru bir yaklaşım. Bırakalım başkaları da bize kendin anlatsın ve biz de onları o şekilde kabul edelim. Son olarak da, madem diğer konulara girdik, buna da girmezsek haksızlık olur gibi geldi. Bir gerçek var ki, zaten dünya da çok fazla geçmişi olmayan mobil oyun sektörünün, ülkemizde yavaş yavaş geliştiğini unutmamak gerekir. Düşünün ki bu röportajın cevaplarını veren ben, aslında

ne bir oyun tasarımcısı ne de bir oyun programcısıyım. Bir buçuk sene içerisinde yaptığım iki oyununum bile farkındalık yaratabildiği çoklukta oyun üretiliyor ülkemizde. -Bize vakit ayırdığınız için teşekkürler. Comm. Ailesi olarak çalışmalarınızda başarılar dileriz. Son olarak ilave etmek istediğiniz bir şeyler var mı? Her şey herkesin gönlünce olsun demek istiyorum. Bana vakit ayırdığınız için sizlere de teşekkür ederim.

65


Yine Facebook, Yeni Facebook

G

eçen sayıda incelemiştik ancak Facebook yeniliklerine yenilik eklemek için durmuyor, beklemiyor. Mobil sektörünün önem kazandığı son dönemlerde mobil uygulamalarda yaptığı güncellemelerle dikkat çeken Facebook son çıkarttığı “Facebook Home” uygulaması ile bundan sonraki süreçte geliştirmelerine hangi çizgi üzerinden devam edeceğini bir nebze de olsa belli etmiş oldu. Mobil ara yüzde istediğini bulan ve kullanıcılarını memnun etmeyi başaran Facebook masaüstü kullanıcılarının ana görünümlerini bu hizaya çekmeye çalışırken mobil ortamda da uslu durmuyor. Yeni uygulaması ile birlikte artık siz Facebook uygulamasına tıklamıyorsunuz, telefonunuzun işletim sistemi adeta Facebook merkezli çalışır hale geliyor. Yazarak anlatırken biraz ilginç olabilir. Hadi gelin biraz ayrıntılara girelim. Tuş kilidini açarken sürüklediğiniz baloncukta profil resminizin olması? Facebook bildirimlerinizin direk ana ekran üstüne düşmesi? Ve en çılgınca olanı ekran kilidi süresince arka planda arkadaşlarınızın Facebook üstünden paylaştığı son fotoğrafların dönmesi? Teker teker bakınca teknolojik olarak büyük bir yenilik görmediğimiz doğru. Ancak bir bütün olarak ele alırsak Facebook yine yapılmayanı yapmayı deniyor. Çok eleştiri alacağını söyleyebiliriz. Ancak “Facebook Home” reklam filmlerinde de net olarak gösterildiği gibi artık dışarıda akan hayatın dışında sosyal medya üstünden ilerleyen bir yaşamda var. Sizin uzak kaldığınız sürede

66

ıskaladığınız gönderiler, gözden kaçırdığınız resimler. İşte “Facebook Home” size bütün bunları birkaç tık daha yakınlaştırmayı vaat ediyor. Sonuçta hepimizin sıkıldığında telefonun kilidini açıp kapamak huyu vardır. Niye onu yapacağımıza birkaç fotoğraf like etmeyelim ki? Reklam demişken “Facebook Home” birinde Mark Zuckerberg’i de konuk ettiği çok eğlenceli reklam filmleriyle tanıtıldı. Bu tanıtımların izlenme sayısına bakarsak şimdiden uygulamanın hayli yüksek sayıda indirileceğini öngörebiliriz. Ancak sonra çıkar kokusu misali bu yeni uygulama da Facebook’un reklam gelirlerini arttırma kaygısının izlerini görürse kullanıcılar çok çabuk bir biçimde uygulamadan soğuyacaktır. Şimdilik Android işletim sistemi için hazır halde bulunan “Facebook Home” birlikte çalıştığı telefonlar incelenirse hayli yüksek gereksinimlere sahip. Aynı zamanda işletim sisteminin temel kodlarının tekrar yapılandırılmasıyla oluşan bu yeni uygulamanın açık kodlu Android için sunulmasından daha büyük olay bu konuda tutuculuğu ile bilinen Apple IOS için hazırlanıp hazırlanamayacağı. Bu konuda görüşmelerin hem IOS hem de Windows Phone için devam ettiğini açıklayan Facebook yetkilileri bizler için yeni sürprizler hazırlaya dursunlar. Bizde sizlerle “Facebook Home” için çekilen tanıtım filmlerini bir göz atalım. Alper Küçükbezirci alper.kucukbezirci@commmag.com


Ayın Sosyal Medya Vakası: T.C Facebook

S

osyal medyada örgütlenme konusunda bizden daha organize bir millet var mıdır bilinmez. Hemen her konuda kısa sürede örgütlenip, profil fotoğraflarımızı eş zamanlı olarak günün ya da güncel bir olayın temasına uygun şekilde değiştiriyor, durum güncellemelerimizle ve paylaşımlarımızla olaylara ve durumlara karşı tepkimizi gösteriyoruz. Bu durumun son örneği de Facebook’ta başlamış olan ad soyad önüne konan T.C. akımı. Bir gün Facebook’a girdik ve Facebook anasayfamızda birçok insanın adının başına T.C eklemiş olduğunu gördük. Ben de ilk görüşte neden böyle bir şeyin yapıldığını anlamadığım için arkadaşlarıma sorma ve konuyu araştırma gereği hissettim. Her konuda olduğu gibi bu konuda da bilgi kirliliği had safhadaydı. Akımın çıkış noktası konusunda çeşitli tartışmalara denk geldim. Yaptığım ufak çaplı bir Google araştırması sonucunda, bazı sağlık kurumlarının ve Ziraat Bankası’nın bazı şubelerinin tabelalarından T.C ibaresinin kaldırılmasını protesto etmek amacıyla insanların Facebook üzerinden örgütlendiği bilgisine ulaştım. Gelişmeler üzerine Ziraat Bankası 10 Ni-

san 2013 saat 09.07’de Facebook sayfasından şöyle bir açıklama yaptı; “ ‘T.C. Ziraat Bankası A.Ş.’ Bankamız ticaret unvanıdır. Bankamızca yürütülen tüm hukuki ve resmi işlemler önce olduğu gibi bugün de ‘T.C. Ziraat Bankası A.Ş.’ adı altında gerçekleştirilmeye devam etmektedir. Bankamız tarafından yakın bir geçmişte kullanılmaya başlanan ‘Ziraat Bankası’ logosu ise hukuki niteliği itibariyle bir ticaret unvanı değil sunduğumuz Bankacılık hizmetlerine ilişkin markamızı temsil eden bir ibaredir. Bununla birlikte, Ziraat Bankası logosu içerisinde yer alan başak amblemi üzerindeki ‘T.C.’ ibaresi korunarak bu şekilde kullanımına devam edilmektedir. Sektörde birçok finans kuruluşu benzer şekilde ticaret unvanı ile marka ismini birbirinden farklı kullanmaktadır. Saygılarımızla” Peki nasıl oluyor da kaynağını dahi bilmediği bir protestonun içine atıyor insanlar kendini? Cevabı, dinlendiğimizi ya da tam anlamıyla kendimizi ifade edebildiğimiz alanın internet olduğunu düşünmemiz olabilir mi?

İletişim konusundaki eksikliklerimizin bir ürünü olabilir mi protestolarımızın çoğunun internete taşınmış ve sadece internette başlayıp, internette biter nitelikte olması? Vatan, millet ve bayrak bu ülke vatandaşı için çok hassas konular ve günlük hayatlarında tartışmadıkları kadar da olsa, internet üzerinden de olsa insanlar tartıştılar, tepkilerini ya da fikirlerini paylaştılar. “İnsanlar bu konuya eğilimli, muhakkak ki destek olacaklardır” düşüncesiyle Ziraat Bankası’nın bir şubesinin tabelasına boya ile T.C. ekleyen insan bu akım çıkmadan önce neredeydi? Ne düşünüyordu bu konuda? Daha önce binlerce kez söylenmişi tekrar ederek; “Sosyal medyanın gücü”ne bağlayabiliriz aslında bu durumu. Facebook üzerinde binlerce kişinin önce konu hakkında fikir edinip, sonrasında da bunu desteklemek amacıyla insanlarla paylaşmasının sağlanması ve fikre ciddi anlamda bir destek bulunması viral anlamda başarılı bir iş. İçeriğin hızla eskidiği ve tüketildiği yeni dünyada topluluklara dokunabilmenin ve hafızada yer edebilmenin önemi aşikar. Buna bağlı olarak da bu akımın fitilini ateşleyen kişi kendini ifşa ettiği takdirde, “Sosyal Medya Uzmanı” olarak bir marka ile çalışmaya bile başlayabilir. Armağan Abanuz armagan.abanuz@commmag.com

67


Teknoloji Haberleri

720’de ikinci ele izin yok!

Başlat menüsü geri mi geliyor?

Çıkan söylentilere göre Xbox’ın yeni modeli 720’de ikinci el oyunlara izin verilmeyecek.

Windows’un 8.1 güncellemesiyle birlikte, metro arayüzünde bulunmayan başlat menüsüne geri döneceği kulaktan kulağa yayılan bilgiler arasında.

Aslında en sevdiğimiz Tumblr mı? Tumblr kurucusu ve CEOsu David Karp, “paidContent” konferansında konuşmasında ortalama bir Tumblr kullanıcısının site başında geçirdiği sürenin ziyaret başına 14 dakika, Facebook kullanıcısının 1-1.5 dakika ve Twitter kullanıcısının birkaç dakika sitede süre geçirdiğini iddia etti.

Herkese Tivibu! Yakın geçmişe kadar sadece TTnet kullanıcılarına açık olan Tivibu artık tüm internet kullanıcılarına açık hale geldi. Sitesinde belirtilen paketleri satın alarak, paket kullanıcılarına verilen erişim yetkileri dahilinde istediğimiz kanalı online olarak izleyebileceğiz.

68

İyiliksever Google! Google, yeni çıkan “One Today” uygulamasıyla, sosyal sorumluluk projeleri için bir arayüz oluşturdu ve uygulamanın kar amacı yok. Şu an için sadece Amerika içindeki projeler kabul ediliyor.

Fifa 14 duyuruldu! Ea Sports’un yaptığı açıklamaya göre Fifa 14, Xbox 360, Playstation 3 ve PC platformları için satışa çıkacak.


WWDC 2013’ün tarihi belli oldu!

Steve Jobs film oldu!

Şanlıurfa - Turkcell işbirliği!

Apple’ın her yıl geliştiriciler için düzenlediği ve genelde de işletim sistemlerindeki yenilikleri duyurduğu Worldwide Developer Conference (WWDC) in tarihi belli oldu. WWDC bu yıl 10-14 Haziran tarihleri arasında San Francisco’da gerçekleştirilecek.

Apple kurucusu ve CEO’su Steve Jobs’ın yaşam öyküsü beyaz perdeye taşındı. Parodi tarzındaki filmi Funny or Die sitesinden izleyebilirsiniz. Ashton Kutcher’ın Steve Jobs’ı oynadığı bir başka film olan “jOBS” ise 5 Haziran’da Fransa’daki galasının ardından tüm dünyada gösterime girecek.

T serisi telefonlarıyla NFC teknolojisine yatırım yapan Turkcell, bu teknolojinin kullanımının yaygınlaşması için bir adım attı ve Urfa’da toplu ulaşımda kullanılan Urfa Kartı kullananlar için bir kampanya başlattı. Kampanyaya göre, kullanıcılar Urfa Kart’a yükleme yapmak yerine hatlarındaki bakiyeden kullanımda bulunabilecekler.

Akıllı saat piyasasına çıkan çıkana!

EA Games en kötüsü!

İdefix ve Prefix Doğan’ın! Doğan Holding’in KAP (Kamuoyu Aydınlatma Platformu)’a yaptığı açıklamaya göre, online kitap satış mağazası olan idefix ve prefix, 11.500.000 TL karşılığında Doğan Holding tarafından satın alındı.

Sony, Samsung, LG ve Apple’ın akıllı saat piyasasına gireceğinin duyulmasının ardından, Microsoft ve Google’ın da piyasaya gireceği alınan duyumlar arasında.

Dünyanın en büyük tüketici bloglarından biri olan The Consumerist’in düzenlediği Amerika’nın en kötü şirketi oylamasında geçen yıl olduğu gibi bu yıl da EA Games lider geldi.

69



Şahan Nuhoğlu


Salonda Neler Oldu?

Sen Aydınlatırsın Geceyi Ankara’da 1 Saatte Tükendi İlk gösterimi İstanbul Film Festivali’nde yapılan Onur Ünlü’nün son filmi ‘’Sen Aydınlatırsın Geceyi’’nin Ankara’da CerModern’de yapılan gösteriminin biletleri bir saatte tükendi. Ünlü’nün İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma En İyi Film, FIBRESCI, En İyi Kurgu ve En İyi Senaryo ödüllerini alan filminin gösterimleri dağıtım tekelini kırmak ve alternatif bir dağıtım şekli sunmak adına her ilde bağımsız grupların organize ettiği gösterimlerle seyirciye ulaşacak. Ali Atay, Demet Evgar, Damla Sönmez, Ahmet Mümtaz Taylan, Ercan Kesal, Ezgi Mola, Serkan Keskin, Nadir Sarıbacak, Derya Alabora gibi isimlerin rol aldığı filmin İstanbul’daki gösterimleri Semaver Kumpanya’da yapılacak.

Attila Dorsay Saldırıya Uğradı

Zach Braff 2 Milyon Dolar Topladı

Sinema eleştirmeni Atilla Dorsay, restorasyon çalışmalarıla Emek Sineması’nda saldırıya uğradı. Sinemanın durumunu görmek için içeri girmek isteyen Dorsay, bir görevli tarafından tartaklandı. Binada yoğun bir tadilat çalışması yapıldığını belirten Dorsay, kendisini tartaklayan görevliden şikayetçi olmayacağını da sözlerine ekledi.

‘’Scrubs’’ dizisiyle geniş kitlelerce tanınan ABD’li oyuncu Zach Braff, yeni film projesi ‘‘Wish I Was Here’’ için sadece dört günde internet vasıtasıyla 2 milyon dolar para topladı. İnternette sunulan projelere kaynak bulqn web sitesi Kickstarter’ı kullanan Braff, çekmeyi planladığı yeni filmi ‘Wish I Was Here’ için maddi destek istedi. Braff, 10 ve 10 bin dolar arasında değişen yardımlar karşılığında destekçilerine film setine ziyaret gibi hediyeler sundu. Braff, parayı toplamak için bir ay süre belirledi ancak proje dört gün içinde yaklaşık 30 bin kişinin desteğiyle 2 milyon dolara ulaştı.

MTV Film Ödülleri Sahiplerini Buldu

Emek The Guardian’da Emek Sineması direnişi ve yıkımı, İngiliz The Guardian gazetesinden Constanze Letsch tarafından hazırlanan haberde yer aldı. Taksim’de yapılan protestolara yer veren Letsch, yazısında ‘Türkiye’nin tarihi sinemasının son perdesi’ başlığını kullanırken ‘’Emek, Türkiye’nin en eski ve prestijli salonu. İstanbul’un sembollerinden biri. Kısa süre öncesine kadar şehrin film festivalinin merkezindeydi.’’ İfadelerine haberinde yer verdi.

72

Müzik kanalı MTV’nin düzenlediği MTV Film Ödülleri sahiplerini buldu. Los Angeles’ta düzenlenen törende “The Avengers” filmi, “Yılın Filmi” ödülünü alırken, “Silver Lining Playbook” filminin başrol oyuncuları Bradley Cooper ve Jennifer Lawrence, geceden “En İyi Erkek Oyuncu” ve “En İyi Kadın Oyuncu” ödüllerinin sahipleri oldu. “The Hobbit: An Unexpected Journey” filminde Bilbo Baggins’i canlandıran Martin Freeman “En İyi Kahraman” ödülünü kazanırken The Avengers filminin oyuncuları Robert Downey Jr, Chris Evans, Mark Ruffalo, Chris Hemsworth, Scarlett Johansson, Jeremy Renner ve Tom Hiddleston, “En İyi Dövüş” ödülünü paylaştı. Ödüllerin izleyicilerin oylarıyla belirlendiği organizasyonda Jamie Foxx “Django Unchained” filmindeki performansıyla “MTV Nesli Ödülü”nü kazandı.

Cannes Film Festivali Jürisi Göreve Hazır Bu yıl 66. Kez düzenlenecek olan Cannes Film Festivali’nin jürisinde görev yapacak isimler belli oldu. Açılış filminin Baz Luhrmann’ın ‘’The Great Gatsby’’ filmiyle yapılacağı festivalde jüri başkanlığını ABD’li yönetmen Steven Spielberg yapacak. Diğer Jüri Üyeleri arasında Ang Lee, Christoph Waltz, Vidya Balan, Nicole Kidman, Daniel Auteuil, Christian Mungiu, Naomi Kawase, ve Lynn Ramsey gibi isimler bulunuyor. 66. Cannes Film Festivali 15-26 Mayıs tarihleri arasında gerçekleşecek.


Sinemacılardan Emek Çağrısı

4. Antalya Televizyon Ödülleri Sahiplerini Buldu

350 sinemacı, ‘’Sevgi Emek’tir!’’ başlığı altında ortak bir metin yayınlayarak Emek Sineması’nın yıkılmadan varolan yerinde restore edilerek korunması için Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ve Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan’ı göreve çağırdı. Nuri Bilge Ceylan, Cem Yılmaz, Derviş Zaim, Kenan İmirzalıoğlu, Ercan Kesal, Zülfü Livaneli, Uğur Yücel, Nurgül Yeşilçay, Nejat İşler gibi sanatçıların da imzasının olduğu metnin tamamı şu şekilde:

Antalya Büyükşehir Belediyesi ve Antalya Kültür Sanat Vakfı işbirliğiyle gerçekleştirilen 4. Antalya Televizyon Ödülleri sahiplerini buldu. Televizyon dünyasından çok sayıda ismin katıldığı törende onur ödülleri Halit Kıvanç, Seyfi Dursunoğlu ve Can Akbel’e verildi. Organizasyonun jürisinde Faruk Bayhan, Osman Sınav, Abdullah Oğuz, Nebil Özgentürk, İlker Bağış, Belçin Bilgin, Defne Samyeli, Emel Müftüoğlu, Ali Eyüboğlu, Yüksel Aytuğ, Çiğdem Anat ve Cengiz Haydar Barut gibi isimler yer aldı. Gecenin öne çıkan ödüllerinin sahipleri ise şu şekilde:

SEVGİ EMEK’TİR! Emek Sineması’nın 2009 yılında kapatılmasından ve yıkımını içeren projenin kamuoyu ile paylaşılmasından bu yana sürdürülen protesto eylemlerine biz de bu ülkenin sinemacıları olarak destek verdik. İstanbul’un en eski ve görkemli salonu olan Emek Sineması’nın bir kültür mirası olduğunu ve mevcut haliyle restore edilerek korunması gerektiğini her platformda barışçı yöntemlerle savunduk. Aslen bir kamu mülkü olan Emek Sineması ile ilgili yaşanan süreçte, Emek’in asıl sahipleri olan bizlerin, kamunun görüşleri yok sayıldı. Emek Sineması’nın yıkımını öngören proje, sadece tek bir kültür varlığının değil ‘kültür’ün ve ‘sinema tarihinin’ de yıkımı anlamına geliyor. Emek Sineması’nın yıkılmayacağı, var olan haliyle yeni yapılacak alışveriş merkezinin üst katına ‘aynen’ taşınacağı iddiası hem Kültür ve Turizm Bakanı hem Beyoğlu Belediye Başkanı hem de proje sahibi Kamer İnşaat yetkilileri tarafından defalarca tekrarlandı. Ancak, 31 Mart Pazar günü gerçekleştirilen protestoda Emek Sineması’nın içine giren tanıkların çektiği fotoğraf ve videolarla sinemanın yıkılmaya başlandığı kayıt altına alındı. Bu durum, İstanbul Film Festivali’nin de devam ettiği bu günlerde, 7 Nisan Pazar günü gerçekleştirilen geniş katılımlı bir yürüyüşte aralarında Costa Gavras, Erden Kıral, Derya Alabora, Serra Yılmaz, Ahmet Mümtaz Taylan, Cem Davran, Tuncel Kurtiz, Onur Ünlü, Erden Kıral, Özcan Alper, Emin Alper, Aslı Özge, Seren Yüce, Derya Alabora, Serra Yılmaz, Defne Halman ve Hazal Kaya pek çok değerli sinemacı tarafından barışçı bir şekilde protesto edildi. Emek Sineması’nın olduğu gibi muhafaza edilmesi talebimizi yenilediğimiz bu yürüyüşte, İstanbul Film Festivali’nin birçok değerli yabancı konuğuyla birlikte, polis şiddetine maruz kaldık. Yönetmen, oyuncu, sinema emekçisi arkadaşlarımız ve Emek Sineması için mücadele eden emekseverler, polisin biber gazı ve tazyikli su içeren müdahalesinin mağdurları arasında yer aldı. Bu barışçıl protestonun sebepsiz bir şiddetle bastırılmasında sorumluluğu olan tüm kişi ve kurumları hesap vermeye çağırıyoruz. Biz bu ülkenin sinemacıları olarak, Emek Sineması’nın yıkılmadan varolan yerinde restore edilerek korunması ile ilgili talebimizi ısrarla yineliyoruz. Başta Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik ve Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan olmak üzere, Emek Sineması’nın mülkiyetini elinde tutan SGK’nın bağlı olduğu Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik’in de dahil olduğu siyasi iradeyi kamuoyu adına göreve çağırıyoruz.

En İyi Dram Dizisi: Muhteşem Yüzyıl En İyi Yeni Sezon Dram Dizisi: Karadayı En İyi Komedi Dizisi: Seksenler En İyi Yeni Sezon Komedi Dizisi: İşler Güçler Dram Dizisi En İyi Kadın Oyuncu: Meryem Uzerli - Muhteşem Yüzyıl) Dram Dizisi En İyi Erkek Oyuncu: Kenan İmirzalıoğlu - Karadayı Komedi Dizisi En İyi Kadın Oyuncu: Zuhal Topal - Avrupa Avrupa Komedi Dizisi En İyi Erkek Oyuncu: Ahmet Kural, Murat Cemcir - İşler Güçler En İyi Dram Dizisi Yönetmeni: Yağmur Taylan, Durul Taylan - Muhteşem Yüzyıl En İyi Komedi Dizisi Yönetmeni: Selçuk Aydemir - İşler Güçler En İyi Uyarlama Senaryo: Ercan Mehmet Erdem - Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi En İyi Dram Dizisi Özgün Senaryo: Yıldırım Türker, Murat Uyurkulak, Seray Şahiner, Meriç Özen - Kayıp Şehir En İyi Komedi Dizisi Özgün Senaryo: Birol Güven, Murat Aras - Seksenler (TRT 1)

73


Bir Zamanlar İstanbul’da...

T

akvimlerin yıllarında 1924 yazıyorken bir sinema açıldı İstanbul’da. İstanbul, İstanbul’du. Beyoğlu, Beyoğlu’ydu. Sinema, Melek’ti. Melek gençti, Melek güzeldi. Melek’in adı daha genç olduğu dönemlerde değişti. Emek oldu. Sahibi artık Emekli Sandığı’ydı. Yine de bir şey değişmemişti Emek için. İnsanlar hala Emek’in geniş sıcak kollarının arasında yedinci sanatın büyüsüyle aydınlanıyordu. Aydınlanmaya da devam edecekti. Aydınlanmak yetmeyecekti insanlara, sanatseverlere, sinefillere, film aşıklarına. Anılar birikecekti. Yıllar boyu İstanbulluların hatıra kumbarası haline dönüşecekti. Nice filmler izlenecek, nice sohbetler edilecek, nice aşklar burada

Şahan Nuhoğlu

başlayacak, nice ayrılıklar burada yaşanacaktı. Bunların hepsi oldu da. Olmuştur da. Çünkü bellek böyle bir şey. İnsanın olduğu yerde birikir. İnsanın ürettiği, var olduğu, kendine bir şeyler kattığı yerlerde birikir. Sosyal olabildiği, otomatikleştirilmediği yerlerde birikir. Kentin belleği, halkın belleği olur. Emek yaşıyordu, Emek güzeldi. Emek düşünür müydü ki yıllarca kabul ettiği insanların çocuklarının, torunlarının bir gün gelip ona darbeler vuracağını, onu yerinden edeceğini. Emek düşünmezdi, kimse düşünmezdi. Çakallar hariç.

74

Emek sineması yıllarca İstanbul Film Festivali’ne ev sahipliği yaptı. Her sene açılışlarında misafir ağırlayan bir anne gibi sanatçıları ağırlardı. Onlara sunabileceği tek şeyi, elinden gelenin en iyi haliyle sunardı. Tek bir salonuyla, o salondaki tek perdesiyle onlara film sunardı.


80’li yıllarda Türkiye’nin ilk alışveriş merkezi İstanbul’da açıldığında ilgi büyüktü. Büyük olacaktı tabii. Modern zamanın hanları, pasajlarıydı onlar. Evet, modern zamanın hanlarıydı belki ama ortada ciddi bir problem vardı. Bu handaki ‘’dükkanlar’’ esnafın, halkın değil, sermayenin malıydı. İçerisinde gördüğünüz herkes yalnızca çalışandı. Hiç te şaşılmayacak şekilde alışveriş merkezlerinin sayısı arttı. Birer bire, onar onar. İstanbullu alışveriş merkezini sevmiş hatta bütün yurda yaymıştı. ‘’Her şehire bir alışveriş merkezi!’’ nidalarının yükselmesine gerek bile yoktu. Zaten hep birlikte mırıldanıyorduk. Tüm bu süreci Emek atlatmayı başardı bir şekilde. Seyirci sayısı pek fazla değildi. Ne de olsa bir salonu vardı ve çok fazla farklı film gösterilemiyordu. Ancak bu süreç içerisinde yükselen ve üzerimize çöken bir olgu ortaya çıktı. Alışveriş merkezi kültürü. Nam-ı diğer ‘’AVM’’ .

Şahan Nuhoğlu

Görkem Keser

Döner kapılardan girdiğimiz, x-ray cihazlarından, özel güvenlik kontrollerinden geçtiğimiz bir yer AVM. Araba markası gibi. İçerisi bambaşka bir dünya. Çeşit çeşit mağazalar, mağazalarda çok çekici vitrinler, süs havuzları, köprüler, parlak koridorlar, salonlar, cam tavanlar, bazılarında geniş camlar, çeşitli etkinlikler, eğlenceler, yüz boyayan palyaçolar, şeker satan geniş standlar, en üst veya alt katta ‘’food court’’lar, sergi adı altında beş-on tane tuval gördüğümüz resim sergileri, mağazalardan gelen müzik, süpermarketler, hırdavatçılar, yerleri devamlı pırıl pırıl tutan temizlik görevlileri, ‘’Buyrun nasıl yardımcı olabilirim?’’ diyen kasa başı garsonları, yüzlerinden yorgunluk ve mutsuzluk akan mağaza görevlileri, yangın merdivenlerinde kaçak bir şekilde sigara içen üniformalı

75


mağaza çalışanları ve son olarak: Sinema. İşte bu sonuncusu hiç te iyi gelmedi.

AVM’lerin yükselişiyle her gün daha da büyük akvaryumlarda kendimizi bulur olduk. Ja duk. Tüm bu yükselişle birlikte çöküşe geçmiş başka bir olgu daha vardı karşımızda. Ça neslinin tükenmesiyle eş zamanlı olarak çarşı kültürü de ortadan kalmış oldu. Mahalle y yordu. Böl ve yönet mantığına aykırı işliyordu her şey. Topla ve vur.

Bu yeniden yapılanma hareketine bir de kentsel dönüşüm eklendi. Tarlabaşı, Dolapdere bu kadar uzak semtler, bu kadar uzak kalmamalıydı. Derhal kent dönüştürülmeli, Beyoğ taksim tamamiyle yayalaştırılmalı, kafelerin, restoranların yerini birbirinin aynısı kahve z açılmalıydı. Her şey çok güzel olacaktı. Sıra sinemalara gelmişti.

AVM’lerde yer alan, beş ile on arasında yer değiştiren küçük küçük sinema salonları ma girmeye fırsat bulabiliyor, dikkatinizi toplayabiliyorsanız filmi izlemeye başlıyordunuz. B geldi. Yine sermaye kazanıyor, her şey yine aynı oluyordu. Hepsinde aynı filmler, hepsin kalan hiçbir filmi görmeniz mümkün değildi.

Üç yıl önce Emek’in kapıları kapandı. ‘’Restore’’ ediliyordu. Her şey çok güzel olacaktı. başlamıştı. Şaşırtıcı(!) bir şekilde AVM haline getirileceği belli oldu. Bir de Demirören A çarşı olarak bir bölgeye AVM yapmak sorun değildi. Emek konusunda işler birazcık da

Üç yıldır Emek direnişi, İstanbul direnişi devam ediyor. Bu seneki İstanbul Film Festiva salonlar içerisinde. Festival sürecinde yaşananlarsa devletin, sermaye sahiplerinin işlerin rında onlarca sanatçının bulunduğu gruba yapılan müdahaleyi duymuşsunuz, görmüşsü vardı. Altyazı Sinema Dergisi Editörü Berke Göl gözaltına alındı, hakkında hapis cezas Sineması.

Tüm bunlara Kamer İnşaat’In getirdiği çözümse Emek Sineması’nın yıkılmayacağı, yaln manın içerisindeki süslemelerin sökülüp yeni yapılacak yapay Emek salonuna konulmas olacak, ama inanıyorum ki sonra ‘helal olsun’ diyecekler.” . Dünyada Emek gibi tehdit edilmiş sinema örnekler çokça mevcut. Ancak farkları kurta Geriye dönüp baktığımızda sokağa açılan sinemalar göremeyeceğiz. Üçüncü, beşinci ka Saray yok, Lüks yok, Yeşilçam yok, Rüya yok, İnci yok. İleride çocuklarınıza bu anlamlı Taşınmış olursa ‘’Bu Emek o Emek değil.’’ Dersiniz. Anılarımızı alır, sinemaya gideriz. Şimdi dağılabiliriz.

76


apon balıkları gibi oradan oraya gidiyor, çıkış kapısını bulursak kendimizi dışarı atıyorarşı kültürü. Siteleşmeyle, mahallelerin yok olmasıyla, sokakta top oynayan çocukların yoktu ki esnafı olsun. Artık AVM’ler vardı. Her şey onun içindeydi. Herkes oraya gidi-

e diye semtler vardı tam Taksim’in arkasında. Polis giremez denirdi. Bu kadar yakında ğlu nezih bir bölge haline getirilmeliydi. İstiklal caddesindeki çarşı kültürü öldürülmeli, zincirleri ve restoranlar almalıydı. Kitabevleri kapanmalı, yerlerine başka ‘’kitabevleri’’

antar gibiydi. Restoranlarla aynı katta bulunuyor, yemek kokularının tacizinden içeri Bununla birlikte bütün AVM’lerdeki bütün sinemalar birkaç firmanın sinemaları haline nde aynı koku, müzik, fuaye, gişe, salon, koltuk, perde. Ana akım sinemanın dışında

. Bulunduğu binayı Kamer İnşaat diye bir firma kiralamış içerisinde at koşturmaya AVM açıldı. Karşısında örnek vardı. Sorun değildi. İstiklal caddesi gibi kendi başına aha farklı ilerledi. Bu sefer direniş vardı. Bu sefer bir şeyler oluyordu.

vali’nin açılışında yaşananlar sanatçılardan gelen desteğin somut örneği. Tabii kapalı ni karıştırmaya başlayınca tüm nefretini nasıl da halkına kustuğunun göstergesi. Aralaünüzdür. ‘’İstanbul Gaz Festivali’’ adı altında gerçekleşen bu etkinlikte Costa Gavras da sı istendi. Sanatseverlere su sıkıldı, gaz sıkıldı, joplarla vuruldu. Bu arada konu Emek

nızca AVM’nin üst katındaki uygun bir yere taşınacağı. ‘’Moving’’ deniyormuş. Sinesı hali. Kamer İnşaat’ın ortaklarından birinin özlü sözü var bir de: “Biraz kavga dövüş

arılmış olmaları. Öyle ya da böyle. Avalon Theater, Electric Theater gibi. atlarda ikamet ediyor olacaklar. Yeni Melek yok, Alkazar yok, Sinepop yok, Lale yok, ı hikayeyi anlatabilirsiniz ya da anlatmazsınız. ‘’Bir zamanlar Emek vardı.’’ Dersiniz. Canberk Ulusan canberk.ulusan@commmag.com

Görkem Keser 77


Az Ama Öz: Seyfi Teoman 78


16 Nisan 1977’de Kayseri’de dünyaya gelen Seyfi Teoman; yönetmen, senarist aynı zamanda da yapımcıdır. Kültür sanat etkinlikleri konusunda zayıf olan Kayseri’de çocukluğunu geçiren Teoman, üniversiteye gelene kadar sinemayla pek alakası yoktu, bu dönemde daha çok edebiyatla ilgilenmekteydi. Ancak Boğaziçi Üniversitesi’nde Ekonomi bölümünü kazandıktan sonra üniversitenin sinema geleneğinden, sinema kulübünden ve Mithat Alam Film Merkezi’nden yararlanarak bu alana ilgi duymaya başlamıştı. Bir röportajında İstanbul Film Festivali’nde izlediği filmlerden sonra yönetmen olma duygusunun kendisinde uyandığını söylemişti ve hayalinin peşinden koşmak isteyen Teoman, üniversiteden mezun olduktan sonra da Polonya Ulusal Sinema Okulu’nda (Lodz) eğitim almıştı. Seyfi Teoman’ın yaptığı işlere bakacak olursak ilk projesi 2004 yılında çektiği “Apartman” adlı kısa metraj filmdir. Daha sonra 2005 yılında “Çarpışma” adlı filmde yardımcı yönetmenlik yapan Teoman’ın ilk uzun metrajlı filmi ise adını Rotterdam Film Festivali’nin kurucusundan alan ve genç sinemacılara destek sağlayan Hubert Bals Fonu’ndan destek alarak 2008 yılında çektiği ve 58. Berlin Film Festivali’nde de yer alan “Tatil Kitabı” adlı filmdir. İkinci uzun metrajlı filmi ise 61. Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı için yarışan ve 2011 yapımı olan “Bizim Büyük Çaresizliğimiz” adlı filmi çekmiş, son olarak da 2012 yapımı olan “Tepenin Ardı” adlı filmin yapımcılığını üstlenmiştir. Ayrıca, genç yönetmen iki tane uzun metrajlı filmi olmasına rağmen çok sayıda ödül almıştır. Seyfi Teoman’ın iki uzun metrajlı filminde de yazar Barış Bıçakçı’nın önemi

fazladır. “Tatil Kitabı”nın senaryosunda, Barış Bıçakçı’nın “Aramızdaki En Kısa Mesafe” adlı kitabında yer alan iki öyküsünü, iki sahne olarak kullanmıştır. Daha sonra Bıçakçı, “Tatil Kitabı”nın senaryosuna başka katkılarda da bulunmuştur. Yine Barış Bıçakçı’nın romanı olan “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”i ise ilk çıktığında okuyan Teoman, kitaptan film yapılabileceğini aklının bir köşesine not ettiğini söylemiştir. “Tatil Kitabı”nın montajı sürerken Bıçakçı’nın yazdıklarına olan merakını bilen, yapımcılarından Yamaç Okur bir sonraki film olarak Bıçakçı’nın kitaplarından birini yapmayı Seyfi Teoman’a teklif etmiş, o da“Bizim Büyük Çaresizliğimiz”i düşünüp, hemen teklifi kabul etmiştir. Sonrasında Barış Bıçakçı’yı ikna edip projeye başlamışlardır. Genç yaşında iyi işler başarmış ve eleştirmenlere göre geleceği parlak bir yönetmen olan Seyfi Teoman maalesef 2012 yılında doğum günü olan 16 Nisan’da geçirdiği bir trafik kazası sonucunda başlayan hayatta kalma mücadelesini 8 Mayıs’ta kaybetmişti, yani yılın bu zamanında. Henüz 35 yaşında vefat ettiği için sadece iki tane uzun metrajlı film çekebilmişti ancak gerek ülke içinde gerek ülke dışında çok sayıda ödül kazanmıştı. Böylesine umut veren bir adamın genç yaşında vefat etmesi ülkemiz için büyük kayıp. Eğer yaşıyor olsaydı gerek yurtiçinde gerek yurtdışında büyük projelere imza atacağından emin olduğum için 1 sene önce yaşanan bu olaydan ötürü büyük üzüntü duyuyor ve başarılı bir yönetmen olmak için insanın hayallerinin peşinden koşması gerektiğinin iyi bir örneği olan Seyfi Teoman’ı ölüm yıldönümünde anıyorum. Ufuk Özkan ufuk.ozkan@commmag.com

79


Cafe de Flore

B

irbirine paralel iki hikayeyi, oldukça yaratıcı bir kurguyla iki saatlik sürede harmanlayıp bizlere anlatan Jean-Marc Vallée, derin anlatım gücünü seyirciye aktarma konusundaki iddiasıyla harikalar yaratıyor. Ünlü filmi C.R.A.Z.Y. ile çoğu sinema sever tarafından tanınan yönetmen, bu filmiyle de yaptığı işlerin arkasında duruyor ve yapabileceklerini gözler önüne seriyor. Gençliklerinde müzik sevgisiyle bir araya gelen Antoine (Kevin Parent) ve Carole (Hélène Florent), daha sonra evlenip mutlu bir yuva kuruyorlar. Birbirinden güzel iki kız sahibi olan çiftin büyük kızları da aynı DJ olan babası Antoine gibi müzik tutkunu. Ancak mutlulukları, bir gün Antoine’ın Rose (Evelyne Brochu) adında sarışın, etkileyici bir kadınla tanışması ve ona aşık olmasıyla kesiliyor. Öte yandan diğer hikayedeki anne Jacqueline (Va-

nessa Paradis), maddi durumu iyi olmamasına karşın hem kendisi hem de oğlu için hayata dört elle sarılmış biri. Oğlu Laurent’in (Marin Gerrier) en büyük tutkusu ise Doctor Rockit’in Café de Flore isimli parçasını dinlemek. Bu tutku o kadar büyük ki film boyunca Laurent’in “Anne, Cafe” demesini ve ardından annesinin o plağı pikaba koymasıyla çalan müziği dinliyoruz. Onların hayatı ise bir gün Laurent’in okuluna gelen bir kız ile Laurent arasında gelişen ilişki ile tökezlemeye başlıyor. Sinema perdelerinde görmeye alışık olmadığımız bir sevgi anlatımıyla karşımıza çıkan Cafe de Flore, eşsiz kurgusuyla, özgün senaryosuyla, her sahnesiyle bütünleşmiş soundtrack’leriyle bir solukta izlettiriyor kendini. Naçizane önerim ise, hem filmi hem de soundtrack albümünü arşivinizde bulundurmanız olacaktır.

Ekin Çiftçi ekin.ciftci@commmag.com

80


1) Doctor Rockit: Cafe de Flore(Electro) 2) Matthew Herbert: Cafe de Flore 3) Pink Floyd: Speak To Me 4) Pink Floyd: Breathe 5) Pink Floyd: Time 6) Stars of The Lid: A Meaningful Moment Through a Meaningless Process 7) Creedence Clearwater Revival: Walking On The Water 8) Sigur Ros: Sevfn-g-englar 9) Sigur Ros: Fljotavik 10) Sigur Ros: Andvari 11) Sigur Ros: All Alright 12) The Cure: Faith 13) The Cure: Pictures of You 14) The Cure: Just Like Heaven 15) Elisapie Isaac: Navvaatara 16) Pawa Up First: Big Freze 17) Nine Inch Nails: Corona Radiata 18) Dinah Washington: So in Love 19) Michel Fuguain: Comme un Soleil 20) Sophie Hunger: Le Vent Nous Portera 21) Luc Raymond: God’s Tilt

81


TÜRKİYE’DEN CANNES’DA GÖSTERİLMİŞ 5 KISA Avrupa’nın 3 büyük film festivalinden biri olan Cannes Film Festivali, 1945’ten beri sinemanın en prestijli ödüllerini dağıtmaya devam ediyor. Altın Palmiye, Büyük Jüri, En İyi Yönetmen, En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Erkek Oyuncu, En İyi Senaryo, En İyi Kısa Film, Altın Kamera ve Jüri Ödülü kategorilerini bünyesinde barındıran festival, ödül vermenin dışında “Short Film Corner” bölümüyle filmlerini tanıtmak isteyen yönetmen ve yapımcılara seslerini duyurma ve yeni tecrübeler edinme şansı veriyor. 2004 yılından itibaren yapılmaya başlanan bu bölümde her yıl pek çok

ülkeden yüzlerce film gösterilmektedir. Filmlerini göstermeye hak kazanmış yönetmenler, profesyonellerle tanışma fırsatı yakalıyor, workshop’lara katılabiliyor, kısacası bir festivalde olmanın getirdiği tüm avantajlardan yararlanabiliyor. Biz de aradık taradık, Cannes’da gösterilmeye hak kazanmış Türkiye’den katılan filmleri bulduk. Bunun yanında geçtiğimiz sene Cannes Film Festivali’nde En İyi Kısa Film dalında ödüle layık görülmüş, Rezan Yeşilbaş yapımı “Sessiz(Be Deng)” filmine de yer vermeyi ihmal etmedik.

Herkesin Bir Şansı Olmalı

İn Out

Süre: 17 dk Yapım Yılı: 2010 Tür: Kurmaca / Drama Format: HD Yönetmen: Mehmet Emrah Erkanı Senaryo: Mehmet Emrah Erkanı Görüntü Yönetmeni: Meryem Yavuz Kurgu: Ramazan Yüksel Oyuncular: Serdar Sedele, Burak Yavuz Eratalay, Fayat Budak Yapımcı: Mehmet Emrah Erkanı Ses: Enis Danabas

Yönetmen: Zeynep Merve Uygun Yapım Yılı: 2011 Süre: 15’ Tür: Animasyon Animasyon: Tahir Duran Kamera: Tuce Zenginkinet, Sander Lopes Cardozo Metin Yazarı: Zeynep Merve Uygun, Hediye Çınar Kurgu: Muhammed Abdulgafur Şahin Müzik: Mustafa Şen, Hediye Çınar, Detektivbyran Dış Ses: Zeynep Merve Uygun Altyazı(İngilizce): İrem Damla Özen, ŞahanYatarkalkmaz Proje Danışmanı: Berke Baş Dil: Türkçe

82

Daha önce de çeşitli festivallerde filmleri gösterilen Mehmet Emrah Erkan’ı, Herkesin Bir Şansı Daha Olmalı filmi ile 2010 yılında “Short Film Corner”daydı. Filmin Konusu: Atıf hayatını taksicilikle kazanmaktadır. Sürekli para kazanmanın yollarını aramakta ve bunun için köpek dövüşlerine, at yarışlarına katılmaktadır. Mahir, Atıf ’ın eski bir arkadaşıdır ve askerden kötü anılarla dönmüştür. Atıf askerde neler olduğunu anlatması konusunda ısrarlıdır ancak Mahir anlatılacak bir şey olmadığını tekrar eder durur. Ödüller: •IF Istanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali, 2.lik Ödülü (2011)

In&Out Avrupa’da düzenlenen bir belgesel projesine Türkiye’den katılan bir film yapımcısının Sırbistan’dan sınır dışı edilişini ve domino taşı etkisi yaratan bu olayın sebep olduğu problemleri konu ediyor. Yönetmen, kendi yaşadığı olaydan yola çıkarak oluşturmuş filmini. 2010 Avrupa Kültür Başkenti projeleri kapsamında İstanbul’da yapılacak bir organizasyona gitmek üzere İspanya’dan trene binmiştir. Tren, Sırbistan sınırına geldiğinde durdurulur ve Uygun, Türk pasaportundan dolayı 9 saat karakolda tutularak sınır dışı edilir. Bir bölümü sınırda çekilen gerçek görüntüler olmak üzere üç bölümden oluşan animasyon belgesel türündeki film, sınır kavramını görselleştirerek ülkeler arası geçişlerde uygulanan yaptırımları ve farklı ülkelerdeki yurttaşlık durumlarını sorguluyor. Ödüller: Boston Türk Film Festivali(2011) : En İyi Belgesel Ödülü İstanbul Crossroads Uluslarası Kısa Film Festivali2011): En İyi Film


Ekmek

Sessiz - Be Deng

Yönetmen: Koray Sevindi Süre: 9 dk. Yapım Yılı: 2011 Yardımcı Yönetmen: Muhammet Abdülgafur Şahin Görüntü Yönetmeni: Sedat Şahin Senaryo: Koray Sevindi, Muhammet Abdülgafur Şahin Hikaye: Ersin Akbaş Yapımcı: Meltem İşler Kurgu: Sinan Sertel Sanat Yönetmeni: Hakan Sevindi, Fatih Özdemir Müzik: Nazım Çınar Ses Kayıt: Ömer Buğra Özakçakoca Ses Tasarımı ve Final Mix: Demir Baran Kutlu Renk Düzenleme: Ali Aga Kamera Asistanı: Mustafa Kemal Aksünger Dolly Operatörü: Can Dişiaçık

Hayal Perdesi Sinema Atölyesi katılımcılarından ve Hayal Perdesi yazarlarından Koray Sevindi’nin bol ödüllü ilk kısa filmi olan “Ekmek”, konusuyla seyirciyi ekrana bağlayan, her bir karede diğer kareyi düşündüren filmlerden. Çocuk Esirgeme Kurumu’nun kilerindeki ekmekler her sabah eksik çıkmaktadır. Okulun hademesi hatanın fırından kaynaklandığını düşünse de daha sonra ekmeğin bir çocuk tarafından aşırıldığını fark eder ve çocuğu takibe alır.

Ödüller:

•4. Leiden Uluslararası Kısa Film Festivali, Hollanda, En İyi Film Ödülü. 2012 •5. Kristal Klaket Kısa Film Yarışması, Kurmaca Dalı, Birincilik Ödülü. 2012 •1. İstanbul Üniversitesi. Altın Diş Kısa Film Festivali, En İyi Film Ödülü. 2012 •Beyaz Güvercin Kısa Film Yarışması, Kurmaca Dalı, En İyi Film Ödülü. 2012 •4. Rotary Uluslararası Kısa Film Festivali, Kurmaca Dalı, Üçüncülük Ödülü. 2012 •5. Corti and Cigarettes Uluslararası Kısa Film Festivali, 2012, İtalya, Basın Jüri Ödülü. 2012 •7. Pentedattilo Film Festivali, 2012, İtalya, En İyi Film Ödülü. 2012 •5. Corti and Cigarettes Uluslararası Kısa Film Festivali, 2012, İtalya, ENI Ödülü. 2012

Yönetmen-Senaryo: Rezan Yeşilbaş Süre: 14 dakika Yapım: Rezan Yeşilbaş Oyuncular: Belçim Bilgin, Cem Bender Görüntü Yönetmeni: Türksoy Gölebeyi Sanat Yönetmeni: Tuba Ataç Ses: Furkan Atlı Işık: Ümit Yeşilbaş Kurgu: Buğra Dedeoğlu – Rezan Yeşilbaş Yapım Yılı: 2012 Oyuncular: Beçlim Bilgin, Cem Bender

Film 1984 yılını konu edinmektedir. Diyarbakır’da üç çocuğu ile yaşayan Zeynep, hapisteki kocasını ziyaret etmek ister. Ana dili olan Kürtçe’den başka bir dil konuşamayan Zeynep, sadece Türkçe konuşmaya izin verilen cezaevinde tek kelime edemez. Bir yandan da kocasına bir çift yeni ayakkabı götürmek ister ancak mahkumlara dışarıdan herhangi bir eşya getirmek de yasaktır. Kısa metrajlı kadın üçlemesinin ikinci filmi olarak çektiği “Sessiz” ile 2012 yılında Kısa Film dalında Altın Palmiye kazanan Rezan Yeşilbaş, tüm salon tarafından ayakta alkışlandı. Ödül almak için sahneye çıktığında söylediği “Ödülü, ülkemin sessiz ve yalnız bırakılmış bütün kadınlarına adıyorum” sözü ise, ödülü ve alkışları hak etmesinin bir kanıtı oldu.

Direk Aşk Süre: 11 dk Yapım Yılı: 2011 Tür: Kurmaca / Komedi Format: HD Yönetmen: Ertuğ Tüfekçioğlu Senaryo: İrem Altuğ Görüntü Yönetmeni:Can Sarcan Müzik: Yağmur Kaplan Kurgu: Ertuğ Tüfekçioğlu Oyuncular: İrem Altuğ, Atalay Sezgün Yapım: Califa Productions, LLC Ses: Atilla Öztürk

Cannes Film Festivali’nde gösterilmiş kısa filmlerden biri, ekranlardan ve sinema filmlerinden tanıdığımız İrem Altuğ‘un yazdığı ve oynadığı Ertuğ Tüfekcioğlu‘nun yönettiği, mutsuz bir kadının hiç beklemediği bir anda aşkı bulmasını anlatan “değişik” bir komedi filmi: Direk Aşk. 83


Vizyon Takvimi Iron Man 3 (Demir Adam)

De Rouille et D’os (Pas ve Kemik) Yapım: 2013 - ABD

Yapım: 2012 – Fransa, Belçika

Tür: Bilimkurgu, Aksiyon, Macera

Tür: Dram, Gizem, Romantik

Süre: 130 Dakika

Süre: 120 Dakika

3 MAYIS

Yönetmen: Shane Black

Yönetmen: Jacques Audiard

Oyuncular: Robert Downey Jr.,Ben Kingsley, Gwyneth Paltrow

Oyuncular: Marion Cotillard, Celine Sallette, Bouli Lanners

Milyarder bir iş adamı olan Tony Stark aynı zamanda kahraman ve bir mucittir. Şu ana kadar iki düşmanını yenen Stark, bu sefer daha güçlü bir düşmana karşı koyacaktır. Fakat bu kez en yakınlarını korumak için sadece zeka ve cesarete değil, içgüdülerine de ihtiyacı vardır.

Tamamen farklı dünyaların insanları olan katil balina eğitmeni olan Stephanie ile 5 yaşındaki oğlunu kaybettikten sonra kimsesiz, evsiz ve parasız kalan Ali’nin yolları bir gece kulübünde çıkan kavga sonrası tesadüfen kesişir. Ulaşılmaz gibi görünen Stephanie, akvaryumdaki bir kaza sonucu kötürüm kalır ve Ali ömrünün geri kalanını Stephanie’nın mutlu olmasına adar.

Spring Breakers (Bahar Tatili)

The Big Wedding (Büyük Düğün) Yapım: 2013 - ABD

Tür: Dram, Komedi

Tür: Komedi, Romantik

Süre: 94 Dakika

Süre: 105 Dakika

Yönetmen: Harmony Korine

Yönetmen: Justin Zackham

Oyuncular: James Franco, Vanessa Hudgens, Selena Gomez

Oyuncular: Robert De Niro, Robin Williams, Amanda Seyfried

Bahar tatilleri için para bulmak isteyen üniversite öğrencisi dört arkadaş bir mağazayı soyarlar. Bunun sonucunda da ellerine bahar tatili için çok fazla para ve eğlenecek vakit geçer. Daha sonra polislere yakalanan bu dörtlünün kefaletini Alien isimli bir adam öder. Tabii karşılığını istemeyi de unutmaz.

Uzun zaman önce boşanmış bir çift olan Don ve Ellie, oğullarının düğününde henüz bu boşanmadan haberi olmayan aile bireyleriyle yüzleşmenin stresini yaşamaktansa bu durumu açıklamamayı tercih eder ve evli bir çift gibi davranmaya karar verirler.

10 MAYIS

Yapım: 2012 - ABD

84


The Great Gatsby (Muhteşem Gatsby)

Deine Schönheit ist nichts wert (Güzelliğin On Par’ Etmez) Yapım: 2013 – ABD, Avustralya

Yapım: 2012 Avusturya

Tür: Dram, Romantik

Tür: Dram

Süre: 105 Dakika

17 MAYIS

Yönetmen: Baz Luhrmann, Jack Clayton Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Tobey Maguire, Carey Mulligan Yazar olma basamaklarını tırmanan Nick Carraway kendi Amerikan rüyasının peşinden gitmek için 1920’lerde eğlence hayatının gözdesi konumuna gelen New York’a gelir. Burada tesadüfi bir şekilde milyoner Jay Gatsby ile yollarının kesişmesinden sonra Carraway’nin alkolün su gibi aktığı, göz kamaştırıcı partilerle tanışması fazla zaman almaz. Ancak, dışarıdan görkemli görünen bu Amerikan rüyasının çöküşü de yaklaşmaktadır.

Fast and Furious 6 (Hızlı ve Öfkeli)

Süre: 86 Dakika Yönetmen: Hüseyin Tabak Oyuncular: Lale Yavaş, Nazmi Kırık, Magdalena Kronschlager, Susi Stach

On iki yaşındaki Veysel ve ailesi ülkelerini terk etmek zorunda kalırlar. Yeni bir hayata başlayacakları Avusturya’ya göç eden aile, buradaki yaşam dinamiklerine ayak uydurmakta bir hayli zorlanırlar. Bu yeni ülke, yeni dil ve yeni kültür, özellikle küçük Veysel için büyük sıkıntılar doğurur. Veysel’in hayattaki tek umudu ve hayali sınıfındaki Ana’ya aşkını ilan edip ondan da aynı karşılığı görebilmektir. Sürekli Ana’nın hayalleriyle yaşayan genç çocuk, Cem isimli orta yaşlı komşusuyla tanışınca harekete geçecek, hayallerinin gerçek sonuçlarını en saf haliyle tecrübe edecektir.

L’ecume Des Jours (Günlerin Köpüğü) Yapım: 2013 ABD Tür: Aksiyon, Macera, Suç

Yapım: 2013 Fransa Tür: Dram

27 MAYIS

Süre: 108 Dakika

Süre: 130 Dakika

Yönetmen: Justin Lin

Yönetmen: Michel Gondry

Oyuncular: Vin Diesel, Paul Walker, Michelle Rodriguez

Oyuncular: Audrey Tautou, Romain Duris

Dominic ve Brian’nın, Rio’da yaptıkları hırsızlıkla devirdikleri Kingpin Krallığı’ndan sonra kendilerine kalan 100 milyon dolarla birlikte kahramanlarımız dünyaya dağılmıştır. Ancak eve dönemiyor olmaları ve sonsuza dek kaçak yaşamaları, hayatlarını yarım bırakmaktadır.

Varlıklı genç bir adam olan ve becerikli uşağı Nicholas’la birlikte yaşayan Colin, Chloe adlı genç kızla tanışır ve evlenir. Mutlulukları, balayında Chloe’nun akciğerinde zambak çiçeği çıktığı için gölgelenir. Filmde, Chloe’nin bu hastalığı yenmek için verdiği dokunaklı mücadele anlatılmaktadır. 85


Hangover 3 (Felekten Bir Gece)

Now You See Me (Sihirbazlar Çetesi)

31 MAYIS

Yapım: 2013 - ABD

Yapım: 2013 - ABD

Tür: Komedi

Tür: Gizem

Süre: -

Süre: -

Yönetmen: Todd Phillips

Yönetmen: Louis Leterrier

Oyuncular: Bradley Cooper, Zach Galifianakis, Heather Graham, Jamie Chung

Oyuncular: Morgan Freeman , Mark Ruffalo , Michael Caine

Serinin ilk iki filmini izleyenlerin bileceği gibi bir düğün ve öncesindeki bekarlığa veda gecelerinde kahramanlarımızın başına gelen olaylar, bu filmde yok . Ancak Wolfpack söz konusu olunca her şey bir anda karışabilir.

86

Karizmatik ve etkileyici bir illüzyonist olan Atlas’ın liderliğindeki dünyanın en iyi sihirbazlarından oluşan ‘Four Horsemen’ ekibi üstün sihir marifetlerini sadece sahne gösterileri için değil, soygun yaptıkları bankaların sistemlerine erişmek ve izleyicilerini soymak için kullanmaktadır. Filmde, bu yetenekli sihizbazların peşine takılan FBI ile olan heyecanlı macerası anlatılmaktadır.


Sayg覺yla An覺yoruz.... 1977-2012




B

Zamanın Battaniyesi

üyükannemin elleri yollarla dolu. Yüzüne bakıyorum. Sessiz. Yoruluyor susmaktan, sonra da konuşmaktan yorgun. Anıları, yıllanmış yüzüklerinin parmaklarında bıraktığı çukurlarda birikmiş. Göl olmuş okyanustan uzaklarda. Sarılıyor yanına gittiğimde yalnızlığını kenara koyup bana. Sımsıkı... Ağlıyor. Bazen ağlar. Büyükbabamı özlüyor. Ömrünü koyu bir bataklığın ellerine bırakmış gibi sessizleşiyor. Anlatıyor sonra. Ve sonra yine. Yüzük parmaklarındaki yollar boğuluyor. Onları kurtarmak için susuyor. Sus’uyor. Anılarını içiyor sonra, yorgun kollarına med cezirler teşrif ediyor. Buyurun buyurun; şöyle baş köşeye, Ahmet Çavuş’un yanına oturun. Yıllarınızın rakamlarını yerken siz, çay ikram edeceğim hatırı kırk yıllık sohbetinizin yanında, dudaklarınıza. Mavi desenli kahve fincanlarınız kahveye küsmesin diye köpüklü bir kahve de yapacağım sonra. Ayakta uyuyan bir kedi kadar gerçek bir tuhaflık dolacak çukurlara. Yollar anlara bölünecek, anlar anılara. Çok fazla ânı var bende onun. Anlarını anlatıyor, “Anı” diyor, “ânı yaşamaktan doğanlara denir. “ A’larının damarlarına güneş geçiyor. “Anı” diyor, “geçip giden ömrümüzün şuncağazcık umru.” Acaba ‘ömrü’ mü demek istemişti, umursayamıyorum. Umur kelimesini hiç ‘umur’ olarak kullanmadığımı fark ediyorum. Umurumda değil derken benim ‘umur’umun ne olduğunu bilmiyorum. Harfler yitip gidiyor, sonra da kelimeler. Büyükannemin ellerinde uzun yollar var. Zaman o yollardan geçiyor.

90

Çay koyuyor, içimden susuyorum. Zaman geçiyor, umurumda olmuyor. Hep donmak istiyorum yanında, yaktığı ac’ısı’yla ısınıyorum çünkü sonra. Ahmet Çavuş’un baş harfleri baş köşede... Ve ç’sinin kuyruğu olmadığında… üşüyoruz. Zaman da çok üşüyor. Donuyoruz. Sonra saat 1938’e geliyor. Büyükannem annesinin elinden tutmuş, gülüyor. Kim bilir ne istiyor, belki de bir çift kırmızı ayakkabı. Ya da çocukluk yılları… Yıllar aylarda kayboluyor, aylar haftalarda, haftalar günlerde. Ve günler saatlerde kaybolduktan hemen sonra, büyük bir gürültü kopuyor. Sanki kronolojik sırayı bozanı tarih kaçıracakmış gibi, saatler dakikalarda kaybolmak zorunda kalıyor. Evet, saatleri dakikalar korkutuyor. Ondan zaman çabuk geçiyor. Saatler birbirini… Hayır, kovalamıyor. Hayır, bekleneni söylemeyeceğim. Çünkü gideceğim, beni saatler kaçıracak, onları da dakikalar. Ve dakikalar aklımı kaçıracaklar benim. Korkuyorum. Büyükannemin ellerinde yollar var. Çok uzun yollar… Bir başlasam susuzluktan öleceğim. Ve biz yine susacağız. Bir battaniyesinin olmayışı öldürecek zamanı. Eritecekler birbirini kovalayan akreple yelkovanı. Çünkü uçuruyor kellesini zamanın, bir tırtılın kozasından çıkıp kelebek olurken seçtiği yolları. Esen Özay esen.ozbay@commmag.com


Müzik

Haberleri

“Blur” One Love Festivali’ne Geliyor Efsane Britpop grubu Blur, 20 – 21 – 22 Haziran 2013 tarihlerinde Pozitif Live organizasyonuyla gerçekleştirilecek olan Efes Pilsen One Love 12 kapsamında İstanbul’a geliyor. 1991 senesinde “Leisure” albümüyle çıkış yapan grup; Damon Albarn, Graham Coxon, bas Alex James ve Dave Rowntree’den oluşmaktadır.

Avea Escape to Music’in Tarihi Belli Oldu

Alicia Keys İlk Kez İstanbul’da Konser Verecek Bu yıl yirmincisi düzenlenecek olan İstanbul Caz Festivali, 14 Grammy ödüllü dünyaca ünlü ses Alicia Keys’i konuk edecek. Sanatçı, Garanti Bankası’nın sponsorluğunda 2 Temmuz Salı akşamı saat 21.00’de Maçka’daki Küçükçiftlik Park’ta Türkiye’deki ilk konserini verecek.

Freddie Mercury’nin Mezarı Bulundu mu? Freddie Mercury 1991’de hayatını kaybettikten sonra, bedeni yakılarak küllerinin dağıtıldığı söylenmişti. Ancak, Londra’nın batısındaki ‘Kensal Green’ mezarlığında bulunan bir mezar taşının üzerinde Mercury’nin gerçek adı olan Farrokh Bulsara yazmasının yanında, şarkıcının doğum ve ölüm tarihlerinin yazması mezarın şarkıcıya ait olabileceği söylentilerine neden oldu.

29 Haziran Cumartesi, Küçükçiftlik Park’ta gerçekleşecek olan Avea Escape to Music Festivali’nde; Bat For Lashes, CocoRosie, New York Dolls, Citizens! ve Wanton Bishops sahne alacak.

Mark Knopfler Türkiye’de Konser Verecek 2013 yılında 25 ülkede, 72 konser verecek olan Rock müzik tarihinin efsane ismi Mark Knopfler, sekizinci solo albümü ‘Privateering’ tanıtımı için 8 kişilik orkestrası ile İstanbul’da olacak. “Walk of Life”, “Sultans of Swings” ve “Brothers in Arms” gibi unutulmaz hitleri ile tanınan sanatçı, 27 Nisan’da Ülker Sport Arena’da hayranlarıyla buluşacak.

Albüm Kapağı Tasarımcısı Storm Thorgerson Hayatını Kaybetti Pink Floyd, Led Zeppelin, Muse, Audioslave, Cranberries gibi son derece başarılı grupların albüm kapaklarını tasarlamış olan sürrealist sanatçı Storm Thorgerson 69 yaşında hayatını kaybetti. Pink Floyd tayfasının “işlerimizin ayrılmaz bir parçası” olarak tanımladığı Thorgerson grubun yayınlanan 15 albümüne de tasarım yapmıştı. Ayrıca Thorgerson, Roger Waters ve Syd Barrett’le ortaokul, David Gilmour’la da çocukluk arkadaşıydı.

91


Soundgarden 2013’ın Yabancı Konukları Belli Oldu Babylon’un organize ettiği ve farklı şehirlerde gerçekleşen Soundgarden’ın ilk ayağı 25 Mayıs’ta Park Orman’da gerçekleşecek. Heyecan verici isimlerin katılacağı etkinlikte Kings of Convenience, DeVotchKa ve Molotov Jukebox sahne alacak. Ayrıca Soundgarden’ı farklı şehirlere yaymayı amaçlayan Babylon ekibi sahneyi 26 Mayıs’ta Ankara’ya taşıyacak.

18. İZMİR KİTAP FUARI DÜZENLENDİ

“YAYINCILIĞA GİRİŞ” SERTİFİKA PROGRAMI BAŞLADI

“FANTASTİK” SERGİ AÇILIYOR

İstanbul Bilgi Üniversitesi ve Türkiye Yayıncılar Birliği’nin işbirliği ile hazırlanan Yayıncılığa Giriş Sertifika Programı’nın ilki, ocak ayında tamamlanmıştı. İkincisi 27 Mayıs’ta İstanbul Bilgi Üniversitesi Santral Kampüsü’nde, Sevengül Sönmez’in eğitmenliğinde başlayan ve sekiz hafta sürecek programda yayıncılık sektörü tüm detaylarıyla tanıtılıyor. Yayıncılığın alt dalları, yayınevinden bölümler ve çalışma biçimleri, yayıncılıkla ilişkili meslekler, kitap üretim süreci, hukuki konuların, fuarlar ve telif alışverişinin yayıncılıktaki öneminin anlatıldığı derslerin içeriği her hafta, konusunda uzmanlaşmış konuklarla zenginleşecek. 92

TÜYAP’ın Türkiye Yayıncılar Birliği iş birliğiyle bu sene on sekizincisini düzenlediği İzmir Kitap Fuarı, Uluslararası İzmir Fuar Alanı’nda kitapseverlerle buluştu. 9 gün açık kalan ve 350 yayınevinin ve sivil toplum kuruluşunun katıldığı fuara bu yıl 400 binden fazla ziyaretçi ilgi gösterdi. 100’e yakın etkinlik, imza günü ve söyleşinin yapıldığı fuarda, 1 ve 2 numaralı hollerde her yıl olduğu gibi yetişkinler ve çocuklar için çeşitli yayınevlerinin stantları yer alırken, bu yıl ilk kez, 3. holde eğitim ve kaynak kitaplarla sınavlara hazırlık yayınlarının tanıtılıp satılan fuarın onur konuğu ise Ahmet Cemal hocamızdı.

İlk kişisel sergisi “Devinimsiz Seyahat/ Travelling Without Moving”i 2011 yılında İstanbul Galeri NON’da gerçekleştiren Emel Kurhan’ın üçüncü solo sergisi Fantastik, 2–25 Mayıs tarihleri arasında artSümer’de ziyarete açılacak. Üçüncü solo sergisi Fantastik’te, şiddet yoğunluğu ve bu şiddetin bilgi kirliliği içinde olağanlaşması ve kanıksanması ile giderek gerçek dışı bir hal almasını konu ediniyor. Paris Studio Bercot ve Ecole du Louvre’da sanat tarihi okuyan Emel Kurhan, iki yıl önce tasarım çalışmalarına son verip güncel sanata yönelmişti.

İmzalı “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band”e 290 Bin Dolar Efsanevi grup The Beatles’ın “Sgt. Pepper’s Lonely Hearts Club Band” adlı imzalı albümü Dallas’taki Heritage Auctions müzayede evi tarafından açık artırmaya çıkarılması sonucu 290 bin 500 dolara alıcı buldu. Albümün alıcısının gizli tutulduğu belirtildi. Haziran 1967’de satışa çıkan albümün üzerinde grubun dört üyesinin de imzası bulunuyor.

GLOBE TİYATROSU İLK KEZ TÜRKİYE’YE UĞRADI

Sabancı Vakfı ve Devlet Tiyatroları iş birliğiyle düzenlenen Devlet Tiyatroları-Sabancı Uluslararası Adana Tiyatro Festivali’nin 15. yılına özel olarak Türkiye’ye ilk kez gelen İngiltere’nin köklü tiyatrolarından Globe Tiyatrosu, William Shakespeare’in “Kral Lear” adlı oyununu, Türkiye’de ilk kez Aya İrini Müzesi’nde ve ardından Adana Hacı Ömer Sabancı Kültür Merkezi’nde sahneledi. Shakespeare’in kurucuları arasında yer aldığı Globe Tiyatrosu, çalışmalarını ve sahnesini Shakespeare oyunlarına adayan tek tiyatro topluluğu olarak dikkati çekiyor. Tiyatro, kurulduğu 1599’dan bu yana İngiltere’de ve dünyanın birçok yerinde perdelerini açtı. Kraliyet vazifesinden yorgun düşen yaşlı Kral Lear’ın, krallığını üç kızı arasında adaletsiz şekilde paylaştırmasının trajik sonuçlarını anlatan oyun, tiyatro severlerden yoğun ilgi gördü.


Radyo A - Mayıs Ayı Ilk 10

Radyo A Mehmet Turgut’u Ağırladı 6 Mayıs Pazartesi günü Volkswagen tanıtım kampanyası dahilinde Eskişehir’e gelen Mehmet Turgut, Radyo A’nın Pazartesi günlerinin vazgeçilmez programı Radyo Mani’de Nur Demir’in konuğu oldu. Bu keyifli söyleşide Mehmet Turgut’u daha farklı yönleriyle tanımak isteyenler www.radyoa.anadolu.edu.tr internet adresindeki podcastten tekrar dinleyebilirler.

1- DAFT PUNK GET LUCKY 2- THE STROKES ONE WAY TRIGGER 3- WOODKID I LOVE YOU 4- DAVID BOWIE THE STARS 5- THEDORE PAUL & THE GABRIEL MYSTICAL MELODIES 6- FREDRIKA STAHL WILLOW 7- ZAZ ON IRA 8- TRAVIS ANOTHER GUY 9- BASTILLE FLAWLESS 10-FOALS MY NUMBER

Radyo A Açılış Partisi Anadolu Üniversitesi Bahar Şenliklerinin açılış partisi 8 Mayıs’ta geleneksel olarak Radyo A tarafından Espark’ta gerçekleştirildi. Dans gösterileri ve Radyo A dj lerinin performanslarıyla renklenen açıkhava partisiyle Eskişehir bahar şenliklerinin gelişini kutladı.

Misafir Odası; Onur Ünlü, Serkan Keskin Fenomen dizi Leyla ile Mecnun’un yönetmeni Onur Ünlü ve İsmail Abi’si Serkan Keskin Radyo A Misafir Odası’nın konuğu oldular. Anadolu Üniversitesi mezunu Onur Ünlü’nün “Dönüşüm Muhteşem olacak demiştim zaten” sözleri programı kahkahaya boğdu. Program Radyo A’nın internet sitesindeki podcastlerden yeniden dinlenebilir. 93


Hak ettiği değeri görmeyen grupların köşesi “Underrated”da üçüncü aya üç tane grup sığdırdım. Bu kadar az popüler olmayı hak etmeyen üç grubumuz şöyle:

Tame Impala: Köken: Avustralya Tür: Psychedelic rock, indie rock. Üyeler: Kevin Parker, Dominic Simper, Jay Watson, Nick Allbrook, Julien Barbagallo. Kimler sevebilir? The Beatles’ın psychedelic çalışmalarını, Beach House ve Led Zeppelin sevenler. Dikkat çeken şarkıları: Elephant, Solitude Is Bliss, Feels Like We Only Go Backwards, Mind Mischief. 94

The Dø:

Sakin:

Köken: Fransa / Finlandiya Tür: Folk rock, bağımsız rock. Üyeler: Dan Levy, Olivia Bouyssou Merilahti. Kimler sevebilir? Björk, Yeah Yeah Yeahs sevenler.

Köken: Türkiye Tür: Alternatif rock, indie rock. Üyeler: Onur Özdemir, Özdemir Dereli, Cenker Kökten, Soner Özışık. Kimler sevebilir? Radiohead, The Smiths ve Mor Ve Ötesi sevenler.

Dikkat çeken şarkıları: Slippery Slope, Too Insistent, On My Shoulders, Stay.

Dikkat çeken şarkıları: İkarus Başarsa, Kırmızı Oda, Denek Hayatım, Küçük Prens. Emre Yener Namaz yener.namaz@commmag.com


B

‘’Dünyada sizin için herkesten çok şeyi yapmış olan kadına mektup yazmak yerine her basılı bir kart göndermek tembelliktir.’’

u sözler yıl telaşla ne alsam mutlu olur acaba diye kara kara düşündüğümüz mağaza mağaza gezdiğimiz bilboardların peki sizin anneniz ne kadar değerli sloganlarıyla dolduğu günün yaratıcısı Anne Jarvis‘e ait. Söylediklerinden de anladığımız üzere o böyle olsun istememişti. Söyleyemediklerimizi söyleyebilelim, kızgınlıklarımızı kırgınlıklarımızı bir kenara bırakalım istedi. Annelerin yaşadıkları sürede değerleri bilinsin, bir gün dahi olsa onlara ayrılmış olsun dedi. Belki de annesini affetmeyi kendisini affettirmeyi bu yolla seçmişti.

İnsanlar annelerine minnetlerini satın aldıkları hediyelerle, hazır tebrik kartlarıyla göstermeyi seçtiler. Anne Jarvis bu anlamlı günü kendi çıkarları uğruna yozlaştıran çiçekçilere, dükkan sahiplerine davalar açtı ancak çabaları bu kez sonuçsuz kaldı. Tüm mal varlığını ailesinden ona kalan ev dahil bu uğurda kaybetti. Kız kardeşinin vefatından sonra dostlarının yardımıyla yatırıldığı sanatoryumda, bugünün yaratıcısı olmaktan pişman olduğunu söyleyen Anne Jarvis seksen dört yaşında anne olamadan yaşamını yitirdi.

Peki kimdir Anne Jarvis?

İlk Anne, Nene Hatun

Anne Jarvis 1864 yılında ABD’de Batı Virgina’da doğdu, babasını kaybettikten sonra annesi ve kız kardeşiyle birlikte Philadelphia’ya taşındı. Asıl mesleği öğretmenlik olan Jarvis’in annesi üç yıl sonra vefat etti. Annesi öldükten sonra ona hayattayken yeterince ilgi gösterememiş olmanın üzüntüsünü yaşadı. Annesinin vefatından iki sene sonra dostlarını evine çağırıp, annelerin anılacağı özel bir gün olması gerektiği fikrini onlarla paylaştı. Çok geçmeden faaliyetlere başlandı. İlk anneler günü ise Jarvis’in annesinin din dersleri verdiği kilisede, Anne’nin dağıttığı beyaz karanfillerle kutlandı.Yöneticilere, ülkenin ileri gelenlerine mektuplar yazdı. Kısa zamanda resmi olarak ilan edilmese de her yıl mayıs ayının ikinci pazar günü birçok eyalette Anneler Günü kutlanmaya başlamıştı bile.

ABD’den sonra Türkiye‘de 1955 yılında Türk Kadınlar Birliği tarafından ilk Anneler Günü sessiz sedasız kutlandı.Yılın annesi ise şüphesiz Nene Hatun oldu. 93 Harbi olarak hafızalarda yer edinmiş 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında, küçük yaştaki kızını ve oğlunu evde bırakıp vatanını korumak için savaşan genç bir anne. Henüz yirmi yaşında genç bir kadın. Ölümünden iki ay önce yılın annesi seçilen Nene Hatun kendisini ziyarete gelen ABD’li subayın sorusuna “O zaman vazifemi yapmıştım. Bugün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim.” diye cevap vermişti.

O böyle olsun istememişti.

Çocuğunu kucağına aldığı ilk günden itibaren öncelik hep çocuk olur. Telefonların fişi çekilir, kapı zilleri sökülür çocuk uyumalı, çocuk hava almalıdır… Maması, aşısı, bezi, okulu, ergenliği, evliliği derken annenin hayatı çocuğunun hayatı olmuştur. Peki tüm bu fedakarlığın karşılığı zamanla kenarda köşede unutulacak bir vazo ya da mutfak robotu mudur?

Anne Jarvis’in çabaları nihayet sonuç verdi. Anneler Günü ABD’de Başkan Wilson tarafından ilan edildi. Fakat işler istendiği gibi gitmedi. Hediyelik eşya dükkanları, çiçekçiler Anneler Gününde satış rekorları kırmaya başladı. En çok satılan ise Anne Jarvis‘in en sevdiği çiçek olan beyaz karanfiller oldu.

Mayıs ayının ilk haftasından itibaren yılbaşlarında ya da bayramlarda olduğu gibi mağazaların yeni kampanyalarına indirimlerine şahit oluruz. Anneler Günü yaklaşmaktadır. Elbette ki küçük de olsa bir hediye mutlaka bulunup buluşturulup alınmalıdır. Bir hediye şarttır: anne değerlidir. Peki annenin değeri bir vazoya eşdeğer midir? Kırk bir yaşında iki çocuk annesi Ayşe Akyüzlü, ‘’Tüm hediyelerin en güzeli tatlı bir söz‘’ diyor. Tüm anneler gibi o da hediyesiz de mutlu olabilenlerden. O halde nedir bu hediye furyası? Billboardların ‘’Peki sizin anneniz ne kadar değerli?’’ sloganlarıyla dolduğu reklamlar, indirimler ve türlü propagandalarla her yeni çıkan ürünü satın almaya itildiğimiz şu günlerde bu oyuna bir de annelerin dahil edilmesi üzücü. Anne Jarvis’in annesi ya da Nene Hatun fedakarlılıklarının karşılığı olarak bir vazo ya da bir mutfak robotuna sahip olmayı mı dilerlerdi? Anne Jarvis tüm mal varlığını neden harcadı? Annesinin anısına dağıttığı beyaz karanfiller bu oyunda bir yer edinebilmek, rant sağlamak için miydi? Bu yoğun iş temposunda anneye ayrılan biraz vaktin satın alınmış bir tebrik kartından çok daha değerli olduğu kuşkusuz. Elbette ki reklamların yaşamımızı çepeçevre sardığı günlerde oyuna gelmemek zor. Fakat buna rağmen alınan hediyenin değil asıl olanın anne olduğu unutulmamalı.

Peki sizin anneniz ne kadar değerli?

Helin Görkem Akın gorkem.akin@commmag.com

95


1, 2, 3... 123!

Türkiye’de alternatif müziğin birçoklarına göre bir numaralı ismi 123’le özel bir röportaj hazırladık. 22 Mart’ta konser için Eskişehir’e gelen grubu Peyote’nin kulisinde yakaladık. İşte o röportaj:


123 oluşumu nasıl başladı? Feryin Kaya: 123’ün kökleri 2003, 2004’e dayanıyor. O zamanlarda Berke, Burak ve benim yaptığımız birtakım elektronik işler vardı. Oluşum o zamanki projelerimizin yan projesi olarak devam ediyordu. 2009’da bu işleri büyütmek maksadıyla bu projeyi albüme dönüştürme kararı aldık. Dolayısıyla 2009’da “Aksel” albümüyle işe başladık. “Aksel” albümü çıktığında Dilara Sakpınar bize katılmıştı ancak albümün kayıtlarında yoktu, dolayısıyla o albümde Dilara’yı duyamıyoruz. Dilara bize katıldıktan sonra sırasıyla “Stereo Love”, “Arve” ve “Lara” albümlerini çıkardık. En sonunda ise Arda ve Seçil bize dahil oldu, böylece ekibimiz beş kişi oldu. İlk albüm “Aksel” 2009’da çıkmıştı. 4 seneden beri neler değişti? Feryin Kaya: Her seferinde müzik değişti. İlk albüme göre “Stereo Love” çok elektronikti mesela. “Arve” onun yanında daha vokal ağırlıklı bir albümdü, daha Amerikan Indie kafası diyebiliriz. Onda da sözlerin birçoğu Berke Can Özcan’a aitti. En son albüm “Lara”da da Dilara’nın sözlerini ve vokallerini gruba tam anlamıyla yansıtmasıyla tam anlamıyla kolektif bir iş oldu. Değişmeye de devam ediyor pek tabii. Zaten müziği dinlenince değişim hissedilebiliyor. Berke Can Özcan: Seçil ve Arda’nın katılmasıyla sound da çok değişti. Seçil vibrafon ve perküsyon çalıyor, Arda gitar ve trombon çalıyor. Eski albümlere göre bambaşka bir durum var. Onlar katıldıklarından beri eski parçalara da farklı bir şekilde yaklaşmaya başladık.

Alternatif müzik denildiği zaman Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biri 123, ama bunun dışında kendinizi nerede görüyorsunuz ve gelecekle ilgili bir planınız var mı? Feryin Kaya: Uzun zamandan beri ekibi büyütmek istiyorduk, Arda ve Seçil’le de bunu gerçekleştirdik. Bunun dışında önceliğimiz kendimizi mutlu ve tatmin edecek müziği yapmak, ki bu da değişimi beraberinde getiren en büyük faktörlerden, bir diğeri de tanınır hale geldik, bunun devam etmesi isteklerimizden biri. Tabii bu ün merakı, popülerlikten ziyade daha çok insana ulaşmak. Bir de hali hazırda yurtdışında da birtakım şeyler yaptık, onların da artarak devam etmesini istiyoruz. Babylon’da Kings of Convenience’la aynı sahneyi paylaşmıştınız. O gelişen süreçten bize biraz bahseder misiniz? Berke Can Özcan: KoC, Nordik Festivali ile gelmişti Türkiye’ye. Fakat grup üyelerinden Ireke hastalandığı için Erlend Oye o konseri tek başına gerçekleştirdi. Türkiye’ye gelmeden önce bizi de dinlemişler ve beğenmişler. Türkiye’deki organizatörlere ve seyircilere sözleri olduğu için Ireke hastalanmış olsa dahi geldiler Türkiye’ye ve akıllarına da biz gelmişiz beraber çalmak için. Avrupa’daki başka konserlerde de oradaki gruplarla çalmışlar canlı olarak, Türkiye’de de bizle çalmak istemişler. Yazıştık, bizim de zaten sevdiğimiz bir gruptu KoC, biz de seve seve kabul ettik.

Eskişehir’e çok gidip geliyorsunuz, bunun özel bir nedeni var mı?

Gelecekte 123 dinleyenlerini bekleyenler neler peki?

Feryin Kaya: Eskişehir’i seviyoruz, Peyote’yi de ha keza öyle. Geçen sene Amatör Caz Festivali’ne geldiğimizde de salon tıklım tıklımdı. 2010’da da Senfoni Orkestrası ile gelmiştik Eskişehir’e. Seyirci bayağı iyi burada. İnsanlar gayet ilgiliydi Senfoni’ye de Caz Festivaline de. Anadolu’da bir şeyler anlatabileceğimiz en yakın yer bizim için Eskişehir. Dolayısıyla gelmek çok keyifli, seve seve geliyoruz biz de. Çiğ böreği de es geçmemek lazım tabii!

Berke Can Özcan: Eylül ya da ekim gibi de yeni bir albüm çıkacak, “Anya” isimli. “Arve”, “Lara” ve “Anya” üçlemesinin üçüncüsü olacak böylece. Bir de Kings of Convenience’la aynı sahneyi tekrar paylaşma ihtimalimiz olabilir. Emre Yener Namaz yener.namaz@commmag.com


Fikri Karayel

98


Öncelikle Türkiye turuna çıkman buradaki hayranlarını en az benim kadar mutlu etti. Türkiye turnesi fikri nasıl çıktı? Türkiye turnesi uzun zamandır planladiğımız bir proje. Türkiye’den gördüğümüz destek ve bağlılık göz ardı edilemeyecek kadar yoğun. Bir noktada şahsen tanışma ve görüşme ihtiyacı hissediyor insan. Uzun bir süre doğru zamanı beklemekle geçti ve günün sonunda doğru zaman diye bir şey olmadığını çözdüm. Şartlar ne olursa olsun bir an önce Türkiye’de sahne almak istiyorum dedim ve menajerim elinden geleni yaptı. Bundan kısa bir süre sonra kendimi bir otobüste Türkiye’yi gezerken buldum. Albümlerin satılmadığı günümüzde insanlar sizin albümünüzün çıkmasını bekliyor. Hâli hazırda bir albüm çalışması var mı? Albümler artık en iyi ihtimalle bir sanatçının belli bir doneminin, müzikal ve ruhsal yansıması olmaktan öteye gitmiyor. Bunun merakla beklendiğinin farkındayım ve açıkçası çok da hoşuma gidiyor. Karakter itibariyle rahat ve mükkemmelliyetçi bir insanım. Albüm çıkarmak için hiçbir zaman fazla acele etmedim ve sabırlı olmak tam anlamı ile içime sinen bir albüm hazırlamak için yararlı bir şey oldu. Şu anda liste hazır, aslında Türkiye’ye biraz da tepkileri ölçmek için geldim desem yalan olmaz. Kayıt sürecinin yazın ortalarına sarkacağını düşünüyorum ama hazırlıklar aslında uzun zamandır sürüyor. Parçalarınız arasında sizde en çok yer edinen hangisi? Bu soruyu yanıtlamak her seferinde çok zor. Bir şarkıyı seçerken diğerlerine ihanet eder gibi hissediyorum ve hiçbir zaman bir seçim yapamıyorum. Şu aralar heralde baharın verdiği canlılıktandır ki üzerimde büyük bir funk etkisi hissediyorum ve bu turne boyunca en zevk aldığım parça sanırım “Zor Zamanlar” oldu. Tabii bu yılın, haftanın, ve günün akışına göre çok değişken olabiliyor.

Bir müzisyenle sahneye çıkacak olsan, bu kim olurdu? Hayallerimi süsleyen birkaç kişi var aslında ama listenin en başındaki isim şüphesiz Bülent Ortaçgil. Türkiye’nin enerjisini, Eskişehir dinleyicisini nasıl buldun? İlerde bir turne daha düşünür müsün? Tabii ilk gelisimizde hayranlarimizdan gördüğümüz ilgiyi ne yazık ki barlardan hemen göremedik. Elbette herkes kalitesini korumaya calıştığı için ve bu ilk ziyaretimiz olduğu için bize ayrılan zaman risksiz ve heyecansız bir zamandı. Sınavların yaklaşıyor olması da katılımı bir şekilde etkilemiştir diye düşünüyorum. Yani Eskişehir dinleyicisini calışkan buldum. Çok eğlenceli bir gece geçirdik, daha iyi bir zamanda buluşmamız gerektiğini sanırım gösterdik ve gelecek sefere çok daha iyi bir konser geçirecegimizin farkındayım. Şehrin enerjisi harika, insanlardakİ rahatlık açıkça hissedilebiliyor ve öğrenci ruhunun verdiği heyecan bu topluluğa özel bir hava katıyor bence. Bir sonraki turneyi daha ayrılmadan planlamaya başladık bile. Gördüğüm samimiyet ve iyi niyet bizi en kısa zamanda tekrar Eskişehir’le buluşturacaktır. Myspace’de en çok dinlenen parçalar sırasında “Hayal Edemezsin” ikinci sırada yer alıyor. Bunun hakkında ne hissediyorsunuz? Çok mutlu ve şükran doluyum. Zaten bizi Türkiye’ye yönlendiren de daha albüm çıkmadan gördüğümüz ve reklamlarla sahteleştirmediğimiz bu saf ilgidir. Siz dinlemek istediğiniz için ‘tık’lıyorsunuz, sayılar artıyor ve parça popüler oluyor. Bu benim için herhangi bir müzik ödülünden veya popüler listelerden çok daha önemli. Hissettiğim mutluluğu milyon kez anlatsam gerçekten hayal bile edemezsiniz. Çok sevdiğim bir müzisyen dostumun deyimi ile özetleyecek olursam “kalpten çıkan, kalbe gider”, olay bence bundan ibaret.

Ahmet Sedat Tözün sedat.tozun@commmag.com

99


League of Legends

s

por yapmak hakkında kafanızda canlanan hala top peşinde koşmak veya efor sarf etmekse tekrar düşünmenizde fayda var. E-Spor kavramının doğduğu bugünlerde, yakın zamanda milli spor kategorisine alınacağı öngörülen bir oyundan bahsedelim o zaman size. “League of Legends” son dönemde oynayan sayısı bir çığ gibi büyüyen ve kendi aralarında LoL diye seslendikleri bu oyun birçok takipçisi için oyundan çok daha fazlasını ifade ediyor. Oyundan bir haber olanların dönen muhabbetleri asla anlayamadığı “League of Legends” çılgınlığı son yıllarda Türkiye’de hızla büyüdü ve bu yılın başında oyunun yaratıcısı Riot Games İstanbul’da bir ofis açtı ve Türk oyuncular için ayrı bir server oluşturdu. Oyunumuzdan temel olarak bahsetmek gerekirse orta düzeyde sisteme sahip bir bilgisayarla oynayabiliriz ancak iyi bir internet hızına sahip olmalıyız yoksa internet üstünden oynadığımız için hem kendimizi hem de takım arkadaşlarımızı çıldırtmamız işten bile değil. Takım arkadaşları demişken oyunumuz beşer kişiden oluşan iki takımın birbirine karşı mücadelesini temel alıyor. Karakteri seçmenin iki farklı yolu var. İlk olarak Riot Games bize her hafta on farklı karakteri ücretsiz olarak seçme imkanı veriyor. Bu sayede karakterler hakkında bilgi edinebiliyor ve ikinci karakter edinme yolu olan deneyim puanlarıyla satın alabiliyoruz. Rakip takımda seçilmiş olan bir karaktere sahip olmamızda bir sıkıntı yokken aynı takımda bir karakter iki kez seçilemiyor. Oyunda belirli karakter tipleri var oyun içinde öldürdüğümüz rakipler ve minionlardan edindiğimiz para sayesinde o karaktere göre eşyalar ediniyor ve karakterimizi daha güçlü hale getirebiliyoruz. Bu tiplerden bir kaçından bahsetmemiz gerekirse tank tipi karakterleri ve ormancı tipi karakterleri ele alabiliriz. Tank

tipi karakterler vuruş gücü düşük olan ancak rakip takımın saldırılarından da en az hasarı alan karakterdir. Hem defans gücü hem de toplam can sayısı daha yüksek olan bu karakter savaş başlatmak, savaşta rakip takımın dikkatini çekmekle yükümlüdür. Ormancı tipi karakterler ise oyun haritamızın orman bölgesinde bulunan otomatik bir şekilde oyun tarafından yönlendirilen karakterleri keserek altın kazanmaya ve kendini geliştirmeye çalışır. Bu karakterin en büyük sorumluluğu yeri tam olarak bilinmediği için sürpriz baskınlarla rakip karakterleri daraltmaktır. Bütün bu farklı tipteki karakterlerden beş kişilik bir takım oluşturmak ve rakip takımı alt etmek oyunumuzun genel amacı. Takım kelimesinin yazımızda bu kadar çok geçmesinden de anlayabileceğimiz gibi kazanmak için tam olarak takım olmaya ihtiyacımız var. Bu nedenle oyun öncesi karakter seçme ekranında takım arkadaşlarınızla hararetli tartışmalar yaşamanız yüksek bir ihtimal. Sizin sevdiğiniz karakterin sizden önce alınması, sizin oynayabildiğiniz tipte karakterin takımda istenmemesi muhtemel tartışma konularınız olabilir. Hele oyunun başında rakip takıma fazla ölürseniz ‘noob’ kelimesi ile tanışmak üzeresiniz. Eh konuyu toparlamak gerekirse daha önce internet üstünden oynanan oyunlardan hoşlanmışsanız, takım olarak oynanan Counter Strike, Call of Duty tarzı oyunlar hoşunuza gitmiş ama farklı bir deneyim arıyorsanız ya da bütün bunlar dışında yeni bir heyecan arıyorsanız belki de o hiç anlayamadığınız muhabbetlere ortak olmak istiyorsanız “League of Legends” size çok eğlenceli bir dünyanın kapılarını aralamak için bekliyor. Eğer biraz dikkatli bakınırsanız çevrenizde Lol oynayan arkadaşlarınızı bulabilir belki iyi birer oyuncu olursanız onlarla takım kurup turnuvalara bile katılabilirsiniz. Alper Küçükbezirci alper.kucukbezirci@commmag.com

100



102


D

ünyada çok fazla iğrenç durum var. Senin doğumun bunlardan bir tanesi olabilir ya da tam tersi. Mesela küçük Adolf ’u ele alalım. Tabii ki onun doğumu da diğer tüm bebeklerinki gibi ‘mucizevi’ idi. Peki yaptıkları? O-kadar-da-mucizevi-değil. Tabii, çok büyük bir kesimimize göre. Şu anda bile ARİ IRK İÇİN CANINI FEDA EDECEK o caps locku açık insanlar yok mu? Var. Hem de bir sürü var. Hem de sade sarı saçlısı, sade mavi gözlüsü için değil. Hepiniz öylesiniz. Kendimi de içine katmak gerekirse hepimiz öyleyiz. Kimisi sadece kendi milletinden insanı ister, kimisi kendi renginden. Burada hangisi daha iyidir tartışması yapmıyorum. ‘İnsan ol yeter’ e de getirmek istemiyorum yazıyı. Yine de en azından insan olmak lazım. ‘’Asya’lı insanlardan hoşlanmıyorum.’’ Cümlesini duydu bu kulaklar. Bu söylemde bulunan kişinin gen haritası çoğunluk olarak Asya’ya bağlıyken içinde bulunduğu çelişkiden bahsetmiyorum bile. Kıtadan bir tık aşağıya iniyorum şimdi. Kıbrıslı olduğum için ‘’Ben Rumları sevmem.’’ cümlesini de çok duydum. Bu nasıl bir tümevarımdır? Elbette burada yaşanan savaşı ve dökülen kanı inkar edemem fakat o kan döküleli iki nesil oldu. Ölen Türk de Rum da yok artık. Senin esas sevmediğin damarına dokunan anılar. Eğer çok basite indirgeyeceksek – ki böyle durumlarda işin saçmalığını anlamak üzere indirilmesi çok doğru olur - Yüzyıl Savaşlar’ı yüzünden birbirine küs Fransız ve İngilizleri görmek hiçbir şekilde yanlış olmaz. Savaşsa savaş, kansa kan.

Ten ve cinsiyet ayrımcıları var bir de. Gariptir, ikisini çok farklı şeymiş gibi savunurlar. Şöyle açıklamama izin verin; bundan altmış sene önce ABD’de Afrika kökenli insanların (bu da ayrı bir garip kelime, hepimiz Afrika kıtasından çıkmadık mı sanki?) hakları neredeyse yok denilecek kadar azdı. Beyaz insan her şekilde daha üstündü ve bunun üzerine tartışılamazdı. İnsan doğacağı zaman ten rengini seçemeyince toplum içerisindeki statüsünü de seçemiyordu. Günümüzde bundan bahsedince insanlar garipsiyor. Çünkü insanları tenine göre sınıflandırmak saçma. Nitekim tenleri ayırmazken cinsel yönelimleri çatır çatır ayırıyoruz. Toplumdaki LGBT bireyler üzerine yapılan ayrımcılığın haddi hesabı yok. Günlük yaşamda bunun örneklerini görmek çok mümkün. Bir de ayrımcılığı yapanlar kendilerini savunuyorlar çünkü onlara göre bu bir ‘tercih’ meselesi ve onlara göre yanlış tercih yaptıkları için X bireyin hayatını zorlaştırmak onların boyunlarının borcu. Peki bir insan homofobinin dibi olan bir ülkede neden ‘topluma aykırı’ yönelimler gösterir? Tercih ettiği bir şey için tüm toplumu, toplumu geçtim ailesini ve hatta kendi canını karşısına alabilir mi? Bence almaz, alamaz. Bu üzerinde kumar oynanamayacak kadar büyük bir mesele. Yine de konudan sapmamak üzere paragrafı burada bitiriyorum. Ne kadar sivri dilli bir yazı oldu bu! Ama bu ayki temamız aykırılık üzerine kurulu değil mi zaten? Daha fazlasını dile getirmek istemiyorum. Hayır, zaten ortalama yetmiş sene daha yaşayıp ayrılacağız bu gerçeklikten. Nefret etmek niye? Ahmet Sedat Tözün sedat.tozun@commmag.com

103


WEB FOR VENDETTA Online Anarşizm 104


Ç

ok sayıda insana en hızlı şekilde ulaşabilme imkânı ve buna mukabil anonim kalabilmenin rahatlığı, interneti anarşizmin en önemli mecrası haline getirdi. Kurucularının, hatta üyelerinin para ve hapis cezası almasına kadar giden yaptırımlar dahi bu platformların popülaritesinin önüne geçemiyor. Bu sayımızda, online anarşistlerin önde gelenlerinden The Pirate Bay’in, kural tanımaz bir web sitesinden, sistemin taşlarını yerinden oynatan bir aktör konumuna geliş hikayesine göz atıyoruz.

105


SANALDAN GERÇEĞE: THE PIRATE BAY The Pirate Bay, Napster ile başlayan “peer to peer” paylaşım konseptinin 4 milyon kişiyi geçen kayıtlı kullanıcı sayısıyla günümüzdeki amiral gemisi. Adından da anlaşılacağı üzere yaptığı işin kanunlara aykırı olduğunu biliyor ve bununla dalgasını geçiyor. 2003 yılında kurulan İsveç menşeili bu web sitesi en az diğerleri kadar fikir ve sanat eserleri kanununa uygun hareket ediyordu. Fakat dünyanın en çok tercih edileni olması ve özellikle ABD’den gelen dosya paylaşımını durdurun tehditlerine verdiği “İsveç, ABD’nin bir eyaleti değildir. İsveç, Kuzey Avrupa’da bir ülkedir. Hala anlamadıysanız, ABD yasaları burada geçersizdir.” gibi nükte yüklü yanıtlarıyla şimşekleri üzerine çekti. Kuruluşundan üç yıl sonra ABD’li şirket ve kuruluşların yoğun baskısıyla, güvendikleri İsveç dağlarına kar yağdı ve The Pirate Bay’i sadece bir torrent paylaşım sitesi olmaktan çok daha ötesine taşıyan süreç başladı. Mayıs 2006’da polis tarafından basılıp kapatıldığı günün ertesinde “The Police Bay” adıyla geri dönmesi, baskıların ve yaptırımların bu site karşısında ne kadar etkisiz kaldığının göstergesi. Üstelik bu baskın The Pirate Bay için bir PR çalışmasına dönüştü. Baskının akabinde sitenin kayıtlı kullanıcı sayısı ve verilen destek çığ gibi büyüdü. 2009 yılında açılan davanın ilk duruşmasına İsveç’in ve Avrupa’nın her yerinden gelen on binlerce kişi, İsveç polisinin korktuğunun aksine Stockholm’ü adeta karnaval yerine çevirdi. Korsan bandoları, “paylaşmak umursamaktır” dövizleriyle halka şeker dağıtan korsanlar ve Korsan Partisi başkanı Rickard Falkvinge de destekçiler arasındaydı. Mahkeme salonu dışındaki on binlerin desteğini de arkasına alan The Pirate Bay ekibi, etkili bir savunmayla kendilerine yöneltilen ilk suçlama olan telif hakları yasasını çiğnemek suçlamasının düşmesini sağladı. Bu bir zafer değil, malumun ilanıydı. Zira The Pirate Bay, sunucularında eserlerin kendisini değil, eseri arayanla eseri paylaşanın bilgisayarını buluşturacak “tohum” adını verdikleri yönlendiricileri barındırıyordu. Gelgelelim bu Pirate Bay’in kurtulmasına yetmedi. Suç tanımı kıvrılıp bükülerek “telif yasalarının çiğnenmesine olanak sağlamak” haline getirildi ki bu da paylaşımcı korsanlarımızın canını fena halde yaktı.

106

Uzun uğraşlara ve yoğun halk desteğine rağmen, Türkiye’den MÜYAP’ın da üyesi olduğu davacı Uluslararası Fonogram Endüstrisi Federasyonu (IFPI), davalılar Gottfrid Swartholm Warg, Fredrik Neij, Peter Sunde Kolmisoppi ve Carl Lundström’a birer yıl hapis ve toplamda otuz milyon İsveç Kronu para cezası verilmesini sağladı. Yöneticilerinin cezalandırılması paylaşımcı korsanlarımızın sonu olmadığı gibi, sisteme karşı verilen savaşın İsveç Meclisi’ne taşınmasını sağladı. İsveç Korsan Partisi, ismini esinlendiği ve süreç boyunca desteklediği The Pirate Bay’in dünya gündemine oturan davası sayesinde inanılması güç bir sıçrama yaptı. LEGAL KORSANLAR: PIRAT PARTIET 22 inç’ten büyük televizyonu olan evde, on kişiden fazla film izlemenin yasaklanması önerisine kadar giden öneriler, telif hakları savunucularının daha fazla kâr için neler yapabileceklerine güzel bir örnek. İsveç’te telif hakları özelinde kanun koyuculara gösterilen tepkiler sokak eylemleriyle sınırlı değil. 1 Ocak 2006 yılında eski bir Microsoft çalışanı olan 1972 doğumlu Rickard Falkvinge tarafından kurulan Korsan Partisi de bunlardan biri. Telif hakları sisteminde çağın gereklilikleri göz önüne alınarak köklü bir değişiklik yapılmasını isteyen parti, internet üzerinden dosya paylaşımının ve ticari amacı olmayan kopyalama işlemlerinin cezalandırılmaması gerektiğini savunuyor. Parti, bilginin parayla satın alınan bir “ürün” olmaması gerektiğini belirterek, internet erişiminin de ücretsiz ve her yerde ulaşılabilir olması gerektiğini vurguluyor. Düşünce ve ifade özgürlüğü, özel yaşamın ve kişisel verilerin gizliliği ile patent sistemi gibi konular da partinin gündeminde önemli yer tutuyor. Parti henüz ilk yılında ülkenin meclisinde temsil edilmeyen en büyük parti konumuna geldi. Katıldığı ilk seçimde aldığı 34 bin 918 oyla 0.63’lük bir dilime ulaşmayı başararak diğer partilerin dikkatini çekti. Bu başarıdan sonra Yeşiller Partisi de telif hakları konusundaki görüşlerinde değişikliğe gitti.


Fakat parti, asıl yerel ve küresel düzeyde patlamayı The Pirate Bay davasından sonra yaptı. Özellikl e davaya verdikleri destek ve davanın yarattığı tepki sayesinde korsan partisinin gençlik kolları, ülkenin en hızlı büyüyen teşkilatlanması haline geldi. 2009’daki Avrupa Parlamentosu seçimlerinde yüzde 7,1 oy alarak parlamentoya iki vekil göndermeyi başardı. Ayrıca 24 yaşındaki İsveç Korsan Partisi üyesi Amelia Andersdotter, Avrupa Parlamentosu’nun en genç üyesi oldu. Partinin şu an on iki bini aşkın kayıtlı üyesi bulunuyor. Öte yandan Korsan Parti, dünyanın her yerinde adından söz ettirmeye ve uluslararası bir boyut kazanmaya devam ediyor. İsveç dışında Avusturya, Almanya gibi çeşitli ülkelerde Korsan Partiler kuruldu ve meclislerde temsil ediliyor. Türkiye’nin de dahil olduğu 22 ülkedeyse kurulma çalışmaları devam ediyor. Türkiye Korsan Partisi’ne ait tüm haberlere “kes.im/trkorsan” linkinden ulaşabilirsiniz. Bu ülkelerde faaliyet gösteren korsan partilerin çatı örgütü Uluslararası Korsan Partileri Birliği, 2009’da İsveç’te düzenlediği bir konferansta manifestolarını yayınladı. Üç madde altında toplanan manifesto şöyle: 1-Telif yasasında reform, özel kopya hakkının yasallaştırılması, telif hakkı koruma süresinin azaltılması. 2-Patent yasasında değişiklik yapılarak, yeni buluşların önünü açmak. 3-Devletin şeffaflaştırılması yoluyla insan haklarının güçlendirilmesi, yargılamanın hızlı ve adil yapılması, ifade özgürlüğü hakkı, anonim ve dijital iletişim haklarının garanti altına alınması. Bugün bir ilkokul çocuğunun dahi rahatlıkla idare edebildiği bir Twitter hesabını dahi “teknolojiyi yakından takip” olarak görüp bununla övünen, basit bir telefonu bile kullanmakta zorlanan siyasi idarecilerin, çağın ve çağa ayak uyduranların gereksinimlerini kavramasını ve bu ihtiyaçlar doğrultusunda yeni düzenlemeler yapmasını ummak safdillik olur. Bu noktada, Korsan Parti teşkilatlanması aslında tam da bizim ihtiyacımız olan şey. Umarım Korsan Parti yurt dışında olduğu gibi ülkemizde de gereken ilgiyi görür.

KORSAN KOYU ISSIZ MI KALDI? Korsanlar beklenenin aksine, tepe kadroları mahkum edilmiş olmasına rağmen bu süreçten güçlenerek çıktı. İnternet kullanıcılarının pek çoğu için artık The Pirate Bay bir fenomen, savundukları düşünceler ise ideoloji haline geldi. Korsan koyu bütün engellemelere, yasaklamalara rağmen ulaşılabilir kalmaya ve internet okyanusundaki tüm korsanlara kapılarını açmaya devam ediyor. Bunu daha rahat sağlayabilmek adına da sunucularını korumaları gerek. Bunu için küçük bir ülke ya da ada satın almak, sunucuları insansız hava araçlarına yerleştirmek, tüm sunucuları Kuzey Kore’ye taşımak gibi afakî olanlar dahil sürekli planlar yapıyorlar ve bunlar için bağış topluyorlar. Ayrıca bu tarihi davanın süreci de tarihe not düşüldü ve tüm bu zaman zarfında çekilen görüntüler The Pirate Bay–Away From Keyboard adıyla belgesel haline geldi. 8 Şubat 2013’te Berlin Film Festivali’nde ilk gösterimi yapılan belgesel, aynı gün tamamen yasal olarak “malum ortamlardan” da paylaşılmaya başlandı. Sitenin kurucularından Peter Sunde Kolmisoppi, belgeselin karamsar bir hava çizdiğini, aslında kendilerinin süreç boyunca durumdan mutlu olduklarını belirtse de genel olarak belgesel tatmin edici bulundu ve yoğun ilgi gördü. Siz de bu belgeseli izlemek, internet kullanıcılığının seyrini değiştiren bu tarihi dava sürecine tanıklık etmek isterseniz, arasında Türkçenin de bulunduğu pek çok dilde altyazı seçeneği ile “kes. im/afk” linkinden ulaşabilirsiniz. Bir sonraki sayıya dek “seeder”ınızın bol, “port”unuzun geniş, “ratio”nuzun yüksek olması dileğiyle, hoşçakalın.

Hakan Alper hakan.alper@commmag.com 107


Modaya Farklı Bir Bakış; Anarşist Kraliçe Vivienne Westwood

‘‘ You have a better life, if you wear impressive clothes. ’’ (Daha etkileyici kıyafetler giyerseniz daha etkileyici bir yaşamınız olur.)

Seher Önemli seher.onemli@commmag.com



B

u ayki temamızın ‘’aykırılık-anarşizm’’ olması sebebiyle modaya başka bir pencereden bakmak şart oldu. Moda sözcüğünün tanımını yaparken aslında üzerine bir parça da aykırılık sıfatını eklesek yanlış yapmış olmayız. Çünkü moda giyim sanatı dışında bir farklılaşma, kendini bulma ve spesifik olma halidir. Her dönemin modası, meydana geldiği dönemin modasına bir başkaldırıdır. Bu sebeple o modayı, moda olmaya gebe bırakan modacı da anarşist bir babadır. İnsanlar rahat olmayı, özel olmayı ve aynı zamanda da farklı olmayı ister. Farklı hayat felsefeleri, düşünce akımları jest-mimikler ve sözcüklerle can bulduğu gibi kıyafetler sayesinde de bir diğerinden farklı olduğunu gösterir. Farklı düşünce sistemleri ancak kıyafetlerle dikkat çekici hale gelir. Birçok dönemde insanlar doğru kabul ettikleri etik kurallara ve hayat felsefelerine göre bir giyim tarzı oluşturmuştur. Punk da bunlardan biridir. İngiltere’deki ekonomik krizden büyük zarar gören işçi sınıfının, politik güç sahibi kişiler yüzünden hayatlarına yön verildiği gerçeğini hissettiği buhranın dışa vurumuydu punk. Bu akım, toplumu oluşturan genç bireylerin nasıl yaşaması ve davranması gerektiğini öğütleyen etik kurallara ve aynı zamanda düzeni sağlayan sosyal sisteme karşı bir tepkidir. Akıma göre sanatçı bir devrimcidir tekdüzeliğe isyan esas ilkeleridir ve punka göre her şey alt üst olmalıdır. Her şeyin anlamlı olması gerek-

ğı ilk punk müzik grubu ‘’Sex Pistols’’ doğdu. Rotten’ın punk modasına ilham olması gibi, Westwood da bir müzik grubunun ortaya çıkmasına ilham kaynağı olmuştu. Punk akımına estetiği getiren Vivienne Westwood dönemine zıt giden kumaşları kesip biçmeyi, tasarımlarında ilginç tema ve trendleri işlemeyi çok sever. Her seferinde Westwood’u tanıdığınızı iddaa ettiğiniz anda bambaşka bir görüntüyle podyumlarda çılgın ruhunu görürsünüz . Anarşist kraliçe; ilginç mücevherler, giysiler, parfümler, çanta ve ayakkabıları tasarladı, üretti. Birçok insanın üzerinde taşırken bile rahatsız olabileceği parçayı Wiwienne vitrinlerine taşıdı. İnsanlar arasında siyasi tepkileri davet edecek baskılı tişörtleri cesurca

110

mediğini savunan Dadaizm de punkın temellerini oluşturan bir düşünce sistemidir. Bu akım kendine fanzinleri, antisanat anlayışı, provakatif yanı ve edepsiz mizahı ile güçlü bir alt kültür oluşturmuştur. Fanzinler tamamen kendi felsefelerinin bir ürünü olan, grafik tasarım yönünden bir yıkıcılık ve düzensizlik estetiği içinde oluşturdukları kolajlardır. Modaya da yeni bir alternatif olan punk; cinsiyetçi modayı reddederek, parçalanmış giysilerle, güçlü aksesuarlar olan metal zincir, zımba ve çengelli iğnelerle geleneksel algıyı değiştirdi. Rengarenk ve dikleştirilmiş saç modelleriyle de kendilerini normal halktan ayrıştırır ve soyutlarlar. Punkın düşünce sisteminde olduğu gibi giyim stilinde de kışkırtıcılık ve yıkıcılık politikası vardır. Anarşizmin kraliçesi ve punkların annesi olarak kabul edilen İngiliz modacı Vivienne Westwood da ‘’Giysiler, genellikle fikirleri sözlerden daha iyi anlatabilir. Bir kitap bir poster ya da bir broşür kadar yıkıcı bir silah olabilir. Otobüste yanınızda ’Anarchy in the UK (United Kingdom)’ tişörtüyle oturan biri sizi rahatsız eder.’’ sözleriyle fikrini açıklamıştır. Punk estetiğinin yaratıcısı Vivienne Westwood, işe 1971’de güzel sanatlardan kovulmasıyla başlar. Hayat arkadaşı Malcolm McLaren’la “Chelsea de World’s end’’ denen bölgede ‘’Let İt Rock’’ adıyla bir dükkan açar. O zamanlar trend olan dar pantolon ve gömleklerle adını duyurduğu “Teddy Boys” tarzı kıyafetler satarak geçimini sağlayan Westwood daha sonra kıyafetleri kendi tasarlamaya başlar. Punk ve New Wawe akımlarına plansızca önderlik eden Vivienne Westwood’un daha sonra açtığı ‘’Sex’’ isimli dükkan bir punk müzik grubunun doğmasına sebep olur. Bir gün Westwood ve McLaren’ın dükkanına gelen Johnny Rotten yırtık ve çengelli iğnelerle tutturulmuş kıyafetleri ve kendi yaptığı ‘’I Hate Pink Floyd’’ yazan tişörtü sayesinde çiftin dikkatini çekti. Aralarındaki samimiyeti ilerleten MRotalcolm McLaren, Jonny Rotten’ın menajeri olarak bir müzik grubu kurmayı teklif etti. Vokalde Jonny Rotten, gitarda Steve Jones, davulda Paul Cook ve basta Glen Manlock’un yer aldı-

müşterilerinin beğenisine sundu. Aşırı yüksek topuklu ayakkabılar tasarlamayı seven Westwood’un birbirinden renkli gelinlik modelleri de bir hayli eğlenceli. 1990-92 yılında yılın en iyi İngiliz modacısı ödülüne layık görülen Londralı tasarımcı geçen zamana karşı çılgın ve genç tarafından hiçbir şey kaybetmedi. Son yıllarda ürettiği güzel kokulu plastik Melissa ayakkabılarla çok tercih edildi. Kendini ‘’tanımlanmaz’’ kılan Westwood bir tasarımcı olarak felsefesini şu sözlerle açıklıyor ‘’ You have a better life, if you wear impressive clothes’’ (Daha etkileyici kıyafetler giyerseniz daha etkileyici bir yaşamınız olur.)


P

Müziğin Sersericesi: Punk Rock

arçalanmış pantolonlar, zincirler, rengarenk mohawk saçlar... Sokakta gördüğünüz zaman yol tarifi almaya çekineceğiniz tipte insanlar, vermek istedikleri mesaj ise çok net: Sisteme karşıyız! Punk görüşü, 1970’lerin ortasına dayanan, kalıplaşmış davranışlara, toplumun bireyin yaşayış biçimini belirlemesine ve otoriteye karşı çıkan, politik anarşiyi ve özgür düşünceyi savunan bir görüştür. Müzikal anlamda ise tahmin edebileceğiniz gibi kurallarla yaşayan progressive rock türüne ve tek tip haline gelmiş heavy metal’e karşı olarak ortaya çıkmıştır. Plak şirketlerinin müziği ticari bir hale getirdiğini ve sanatçıların yaratıcılığını gölgelediğini savunur. O zamanlardaki müzik dünyası ile günümüzdeki müzik dünyasını karşılaştırırsak, asıl punk müziğin günümüzde yapılması gerektiği kanısına varabiliriz ancak günümüzde punk müziği bile ticari kaygılar içeren bir mecra haline gelmiş durumda. Peki punk müziği nedir, nasıl kurulmuştur ve ne hale gelmiştir, bir de

ona bakalım. Punk müziği genel olarak gürültülü, yüksek tempolu, agresif ve didaktiktir. Punk müziğin en önde gelen ismi, sadece 1975-1978 yılları arasında aktif müzik yapmış olan “Sex Pistols” olarak gösterilir. 1977’de çıkarttıkları tek stüdyo albümü olan Never Mind the Bollocks, Here’s the Sex Pistols albümü, 2003 yılında Rolling Stone dergisinin yayınladığı “Tüm zamanların en iyi 500 albümü” listesinde 41. sırayı elde etmiştir. Albümde God Save the Queen, Anarchy In the U.K., Holidays In the Sun gibi grubun ve punk rock’ın önemli parçaları bulunmaktaydı. Sex Pistols’ın yanında İngiltere’den “The Clash” ve Amerika’dan “Ramones” gibi ikonik gruplar punk müziğine yön veren grup olmuşlardı. The Clash’in 1979’da çıkardığı London Calling albümü Rolling Stone tarafından gelmiş geçmiş en iyi 8. albüm seçilmiş, punk rock tarihinin en önemli albümlerinden biri olarak kabul edilmiştir. Başarılı çalışmalarıyla birçok grubu etkileyen bu gruplar, pop

punk, ska punk, grunge gibi birçok yeni punk akımının ortaya çıkmasına vesile olmuşlardır. Bu yeni akımlardan en çok tartışılanı şüphesiz pop punk olmuştur. “Green Day”, “Blink 182” ve “Good Charlotte” gibi popüler gruplar tarafından icra edilen pop punk, punk dinleyicileri tarafından eleştirilmektedir. Zira pop punk, pop rock’ın aksine ticari kaygı güden ve büyük plak şirketlerinin himayesi altına girmiş bir türdür. Özellikle Amerika’da ortaya çıkan grunge türü de pop punk’la benzerlikler göstermektedir. Grunge türünün en büyük iki temsilcileri olan ve dünyanın dört bir yanında büyük hayran kitleleri bulunan “Nirvana” ve “Pearl Jam” de punk dinleyicileri tarafından sevilmemektedir. Çünkü orijinal punk dinleyicilerine göre punk “unpopular” olmalı ve ticari olmamalıdır. Bu kadar popüler hale gelen punk grupları

beraberinde şu soruyu getirmektedir, punk öldü mü? Bir müziksever olarak, günümüzde 70’lerdeki gibi underground bir şekilde müzik yapmanın imkansıza yakın olduğunu düşünüyorum. Artık müzik, plak şirketlerinin himayesi altına girmiş durumda. Punk müziği de belli bir döneme damgasını vurmuş olsa da, günümüz müzik dünyasında adı geçen bir tarz değil. Tabii ki “Sex Pistols”, “The Clash” gibi gelmiş geçmiş en iyi gruplar arasında kendine yer bulan ve her ne kadar gerçek punk dinleyicileri tarafından beğenilmeyen “Green Day”, “Good Charlotte” ve “Nirvana” gibi grupların çıkmasına vesile olan punk akımına minnettarız ancak punk artık başlı başına bir türden ziyade kendine ancak alternative rock’ın bir uzantısı olarak müzik dünyasında yer bulabilir. Emre Yener Namaz yener.namaz@commmag.com 111


‘’İster hologramlarla gökyüzünden, isterse de sprey boyalı bir duvardan olsun, nereden okunduğu kimin umurunda?’’ Hakan Günday


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.