Boo! İkinci Dönem, Sayı 8

Page 1

ikinci dönem, sayı: 8 15 eylül - 15 ekim 2012

Erykah Badu • Christopher McCandless • Reşat Nuri Güntekin • Dead Can Dance • Portfolyo: Can Büyükkalkan • Özel Röportajlar: Deli Gömleği, Heretic Soul, Kemal Cengizkan



Önsöz

Yine Veda

B

oo!’nun ikinci dönemi boyunca kendimce aldığım bir karar vardı: Derginin inişlerini çıkışlarını, karşılaştığı zorlukları, geciktiğini, aksaklığını dergi sayfalarında açıklamak zorunda hissetmeyeceğim. Bu sayfadan kimseye sitem etmeyeceğim ya da vaatlerde bulunmayacağım. Bunu birinci dönemde sıkça yaptık ve buradan bakınca hiç de hoş görünmüyor. Aldığım kararı geçen sayının önsözünün sonunda çiğnemiştim, bu sayıda da çiğnemek zorundayım. Çünkü dergi bitiyor yav! Bu sayıyı hazırlamaya “36 sayfalık yeni plan” diye başladık, sonra ani bir kararla dergiyi bitirmekte mutabık olduk. Kollektif bir isteksizlik, takvimlere uymazlık, işlerin takibi için iletişime geçmezlik ve bu iletişimsizlikte birbirini sınamalar sarmıştı dört bir yanımızı. Bu motivasyonla, okur konumundaki sizlerin bu ilgisizliğiyle bu iş yürümezdi. Tanıtım konusunda fevkalade yeteneksiziz kabul ediyorum. Bu konuda dergimizi ciddiye almadığımızı da düşünüyorum. Ama kulaktan kulağa

yayılma hadisesine ne oldu? Kaliteli işler er ya da geç kulaktan kulağa yayılır, hak ettiği ilgiye mazhar olmaz mıydı? Ne oldu da neredeyse kimseler sallamadı Boo!’yu? Geçen gün yürürken aklıma geldi, geçen yıl kendi kendime tekrar ede ede adeta yaptığımız işin manifestosu haline gelen şarkı sözleri vardı. İlk sayı çıktıktan bir süre sonra unuttum onları. Biri Dr. Skull grubundan: “Alabildiğine yaşam / Yalnız üretmecesine / Korkudan baskıdan uzak / Hayallerin şerefine”. Bir de Mavi Sakal’ın ilk kasetinde çok güzel iki dize vardı: “Yolda yürürken herkesin suratı asık / Ama biz onlara hep sırıttık”. Bu şarkı sözlerini ekiple paylaşsam, bunlar ve benzerlerini her gün mırıldansak işler biraz daha farklı olabilir miydi? Popülarite derdine düşüp ah vah etmek bizi bu hale getirmişken belki de olabilirdi. Ama öbür yandan bir önceki cümleye karşı çıkmadan da durulamıyor: “Arkadaş, bizi yüzbinler okusun demiyorum ki, sayıca ve ilgice potansiyelimize yaklaşalım yeter!” İkinci dönemimizi de böyle-

ce sonlandırıyoruz. Yakın zamanda yeni bir proje yok. Belki ekibin bir kısmıyla müzik dergisi işine girebiliriz, çok para varmış diyorlar :P Yorgunluğumuzu atlatalım, işleri yoluna koyalım, bu kez planı aceleye getirmeyelim, illa ki yine bir şeylere hevesleniriz. Özellikle son sayılara doğru çok güzel işler hazırladık. Aşağıdaki isimlerin yanında katkıda bulunan ve destek olan herkese bolca teşekkür ederim. Üçüncü bir dönem ya da yeni bir dergide görüşmek üzere... Alper Demirci

Dizin Christopher McCandless, sf. 26 Can Büyükkalkan, sf. 18 Dead Can Dance, sf. 4 Deli Gömleği, sf. 6 Erykah Badu, sf. 10 Filmler, sf. 22 Heretic Soul, sf. 8 Kemal Cengizkan,sf.12 Kitaplar, sf. 23 Reşat Nuri Güntekin, sf. 24

Künye Boo! İkinci Dönem Sayı 8: 15 Eylül-15 Ekim 2012 Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. İkinci dönemde 8 sayı boyunca Boo! üzerinde emeği geçenlerin alfabetik listesi... Adı kalın yazılanların bu sayıda da parmağı var demektir: Ali Hıdımoğlu, Alper Demirci, Alper Kara, Ant Uğurdağ, Armağan Kanca, Aslı Alkan, Atıl Yücel, Ayşin İldeş, Burak Sayın, Büke Sevindi Tanır, Ceyda Zeynep Koyuncu, Ersin Karakoç, Esin Tekbaş, Furkan Emir, Gökçe Altınbay, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Günhan Oral, Irmak Keskin, Kamer Yılmaz, Melis Mine Şener, Mert Erbil, Mert Günhan, Mert Serim, Merve Sevinç, Pınar Derin Gençer, Sinan Yorulmaz, Soner Aktaş, Su Elif Sivarioğlu, Şener Soysal Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez.

-Cemil, bak geçen de aynısını yaptın bişey demedim, haber vermeden gelme lan bu eve! 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 3


Gökçe Altınbay gokcealtinbay@gmail.com

ısınma

Dead Can Dance:

Deneysel Etnolojinin Sloganı 19 Eylül akşamı Harbiye Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda sahne alacak olan Brendan Perry ve Lisa Gerrard ikilisini heyecanla bekleyenler için Dead Can Dance üzerine konuşuyoruz...

K

imi zaman gotik rock yapsalar da genellikle orta ve yakın çağ melodileriyle unutulmuş dillerin büyüsünü bir araya getiren müthiş ikili Brendan Perry ve Lisa Gerrard ile onların birbirinden uçuk arkadaşları... 1981’de kurdukları Dead Can Dance ile atalarına ve onların ancak hayâllerimizle canlanan hatıralarına ışık tutup büyük bir başarı yakaladılar. Yıllar içinde hiç değişmeyip, arada sırada müzik yapmayı bıraktılar. Yeni çı-

4 | Boo! Sayı: 8

kardıkları Anastasis albümüyle uzun bir aradan sonra etnisizm dolu ahşap kokan müzik hayatlarıyla dedeler ve nineler olarak bomba gibi döndüler. Okyanuslar göçü Nerelerden, hangi beyinlerden çıkan bir fikirdi Dead Can Dance grubunu kurmak? Grubun beyni Brendan Perry İngiltere doğumlu olan ve bir okyanus ülkesine (Yeni Zelanda) göçebilecek herkes gibi bir katolik okulunda koro-

larda söyleyen, gitar çalan bir çocukken nasıl oldu da aklına damarlarında akan kanın tarihine ve bilinçaltındaki duyguların özüne inmek geldi? Dead Can Dance’i (DCD) kurarken aklında “kaybolmuş seslere ulaşmanın” yattığını söyleyen Perry aslında gerçek bir kompozisyon dehası sayılır. Korolardan edindiği bilgilerle oluşturduğu müzikal birikimini orijinal ritim algısı ve eski melodilere adaptasyon yeteneği ile birleştirebilmiş ve hatta işin içine teatralliği de katabilmiş biri. Organize etmek zekâ ister. 18 yaşında katıldığı The Scavengers (Türkçe’de; Çöp Karıştırıcılar) ile Perry, müziği

profesyonel anlamda yapmaya başladı. Ne var ki ne The Scavengers, ne de Perry bas gitaristlikten ana vokalistliğe geçtikten sonra değişen ismiyle the Marching Girls grubunun DCD ile tarz olarak uzaktan yakından ilgisi yoktu. Ne ironik ki Perry eski grubunda punk yapıyordu ve bu grupla ilişkisi 4 yıl sürdü. Brendan Perry’nin DCD’nin temellerini atması da tam olarak bu yıla, yani 1981’e rastlar. Grubun ilk kadrosu davulcu Simon Monroe, bas gitarist Paul Erikson ve son olarak vokalist Lisa Gerrard şeklinde bir araya gelir. Bu kadro asıl olarak Avustralya, Melbourne’de bir araya gelmiştir. Ancak kısa


DCD’nin efsane vokalisti Lisa Gerrard... Avusturalya doğumlu ve 51 yaşındaki bu melek yüzlü kadını hep videolardaki uzun Kelt elbiseleri içinde gencecik ve pürüzsüz hatırlarız. Zaman ona pek kötü davranmamış gibi. Esasında, DCD öncesinde profesiyonel müzik deneyimi neredeyse bulunmayan Gerrard, adeta DCD için yaratılmış değil mi? 20 yaşında Brendan Perry ile tanışmasının ardından yerine oturan parçalar belli ki bunun göstergesi. Gerrard bir röportajında kafasında tınlayan ezgilerin birçoğunun çocukluğundan miras olduğunu söylüyor. Ne ilginçtir ki bu ezgilerin içinde Akdeniz müzikleri çoğunlukta. Türk müziği ve Yunan müziklerinden çok etkilendiği ve bunlardaki 4’lü ve 5’li sistemlerini yeni yaratacağı melodilere adapte etmekte hiç zorlanmadığını söylüyor.

süre içinde grup hep beraber Londra’ya taşınmaya karar verir. Biri dışında: Simon Monroe, DCD’den daha ilk yılda kopar. İlk demo kayıtlarında Peter Ulrich davulları çalacaktır. Avustralya’dan kopamayanların ikincisi de Paul Erikson olur ve grubu Lisa ve Brendan ikilisi hâlinde bırakarak ülkesine geri döner. Kaldık baş başa Lisa Gerrard ile Brendan Perry’nin DCD’nin kemik ikilisi olması dışında gayet sakin bir aile hayatları olan iki kişi olduğunu biliriz. Açıkçası bunu anlamak için Towards the Within DVD’sini izlemek bile yeterli oluyor. Grubun “ruhâniliğini” tamamlayan dünyayı algıla-

DCD öncesi müzik kariyeri olmayan Lisa Gerrard, ruh dünyası ve bunu DCD çerçevesinde yaşatabilirliğiyle müzik dünyasında çok sevilir ve aslında DCD projesi onun solo kariyerine büyük bir ışık tutar. Daha DCD’nin 1995 yılında verdiği ilk arada, çok sevilen albümü Mirror Pool’u yayınlar. Albümün çıkmasından sonra DCD tekrar biraraya gelince Gerrard bir yandan solo çalışmalarına devam eder. İçinde “Ali” ve “the Insider”ın da bulunduğu birçok filmin müziğini yapar. Gladyatör bunların içinde en ünlü olanı... Dead Can Dance’in bu denli büyümesinde yolun başından beri onlarla birlikte

Konser var! DCD , 19 Eylül 2012 akşamı saat 20’de Anastasis albümünün dünya turu dahilinde Cemil Topuzlu Açıkhava Tiyatrosu’nda olacak. 15 yıl aradan sonra yine muhteşem dönecekler. Charm Music organizasyonuyla verilecek olan konserin biletleri 85 TL’den başlıyor. “Ah ah!” dediğinizi duyar gibiyim. Kendi sesinizi umursamayın ve bir kara gün hareket eden yapım şirketleri 4AD Records’un büyük etkisi var. 1990’larda bu grubun istikrarlı tarzıyla çok iyi çıkış yaptığını fark eden yapım şirketi grubun Amerika’nın her yerinde yeterince yayılamadığını fark edince Warner Bros’la dağıtım anlaşması yapar ve bu, DCD albüm satışlarının kelimenin tam anlamıyla patlamasına neden olur. 80’li yılların parlak yapım şirketlerinden olan 4AD’nin keşfettiği gruplar arasında Blonde Redhead ve Iron&Wine yer alıyor. Yıllar sonra yeniden Yedi stüdyo albümü, bir canlı albümden sonra gelen 96’daki Spiritchaser albümü daha çıkmadan grup ilk olarak yollarını ayırdı. Ama DCD 80’lerin alternatif gruplarından olarak bilinirken, deneyimi ve enteresan hayran kitlesince “popülerliği” 2000’lere taşınınca, en nihayetinde müziğini 2010’lara taşımayı başardı. Müziklerinin onları biraraya getirmesine kendi tabirlerince karşı koyamamışlar ki önce çeşitli proje-

dostu, bir satılacak elektronik eşya arayın derim. ler için bir araya toplaştıklarının haberini verdiler; sonra da yeni bir albüm çıkarttılar: 2012 albümü Anastasis’in anlamını “iki sahne arasında” olarak açıklamış Brendan Perry. Bunu biz dinleyiciler, 1996’daki albümünden sonra yaşanan ayrılıkla başlayan solo kariyerler ile DCD arasında gibi de yorumlayabiliriz. İki müzikal aklın ve kalbin doğalarında artık DCD’den bir parça olduğunu da biliyoruz. Yani bana öyle geliyor ki DCD’yi 2012’de son olarak dinlemeyeceğiz. Uzun bir gelecekleri daha var gibi. Yeni albüm Anastasis’in içindeki parçalarda vokal yoğunluğu eşite yakın paylaşılmış olsa da, çoğu şarkıda Gerrard’ın meleksi sesini dinleyeceğiz. Albümün Perry’nin kiliseden bozma stüdyosunda gerçek hacimli seslerle kaydedildiği bilgisini de unutmadan vereyim. 4AD Records yine ikiliyi yalnız bırakmayıp bu son albümün dağıtımını üzerine almış. Dead Can Dance’in sizi saran “gerçek büyüsü” 5 duyu organınızla hissedeceğiniz bir müzik evrenini etrafınızda çevreliyor. Bu grupla büyüyen, yaşlanan ve ölen nesiller; dans eden ölüler olarak geri dönüyor. Dead Can Dance , yaşayan insanları bırakın ölüleri bile kucaklayabilir. Ve bunu yalnızca “play” tuşuna basarak siz de yaşayabilirsiniz. 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 5

Bitti.

rı belki de onları 81’den bu yana bir arada tutmuştur.


Pınar Derin Gençer pinarderingencer@gmail.com

röportaj

Deli Gömleği:

Delilik Bakidir Ritim tutarken ayaklandığınız, haykırırken dans ettiğiniz, düşünürken üzüldüğünüz ya da sadece bağırarak üstlerine koşmak istediğiniz grupları düşünün. Sonra da Deli Gömleği’ni... Yeni albüm yoldayken Deli Gömleği ile delirdik.

Rockistanbul, Foça Rock Festivali gibi festivallerde, çeşitli şehir ve üniversite şenliklerinde, bar ve konser organizasyonlarında yer alan Deli Gömleği kimdir? Berkhan: Deli Gömleği; müziği güzel yapmak için çalışan, imkanları zorlayan, devamlı üreten bir müzik grubudur. Mehmet: Kendi müziğini kendi çabalarıyla insanlara ulaştırmaya çalışan bir müzik grubudur Deli Gömleği. Özver: Rock müziğin çok çok az dinlenildiği ve yapıldığı bir 6 | Boo! Sayı: 8

ülkede her şeye rağmen müzik yapmaya devam eden bir gruptur kendileri. Aslında grubun temelleri Burdur’da ilk albümümüzde “Bir Milyon Baloncuk” şarkısının söz yazarı olan Hüseyin Erinç ile atıldı. Hala o dönemden kayıtlar var elimizde kaset olarak. Daha sonra faal olarak Ankara’da devam ettik. 2005’e kadar yanılmıyorsam Ankara’da konserler verip demo albümler yapıp insanlara elden ulaştırdık. İnternet ile beraber paylaşım daha kolay oldu ve insanlara bu şekilde ulaştık. Daha sonra grup

İstanbul’a taşındı, burada da aynen devam ettik. Bu arada kadro değişiklikleri oldu tabi.

di ve biz kabul etmedik çünkü kayıt yeterli görünmemişti bize. Zaman değişiyor ama bu iyi yönde mi kötü yönde mi anlayamıyoruz. Piyasadaki bir çok kayıt demo albüm gibi zaten genelde. Yani biz albüm satmak yerine elden herkese albüm yollamış olduk. Zaten albüm çıkardığımızda da bizim için çok büyük bir değişiklik olmadı.

Demo albümlerin Deli Gömleği’nin yol alışında nasıl bir etkisi oldu? Özver: Eskiden yani internet daha bu hale gelmemişken şarkıları kaydedip insanlara kargo ile yolluyorduk. Kıbrıs’tan Almanya’ya, Van’dan Samsun’a her yere yolluyorduk. Şu an bizim yap- ‘Sefil Şah’ ile başlayıp tığımız o kayıtlar albüm oldu. ‘Böyle Buyurdu Berduş’, Hatta “Oyuncak Albüm” kay- ‘Oyuncak Albüm’ ile dedına albüm yapma teklifi gel- vam eden altı demo al-


ettiklerini, düşünürken üzüldüklerini görebilirsiniz ya da sadece bağırarak üstünüze koşanları... Mehmet: Yeni albümde Deli Gömleği şarkıları biraz daha gelişti, ama planlı bir gelişim değil. İlk albümden bugüne kadarki hissiyatla ürettiğimiz şarkıları kaydettik. Özver: Şarkıları Özkan Oral SAE stüdyolarında kaydetti, şu anda mikste şarkılar. 96’da yazılan şarkı da var, 2010’da da, değişik bir zaman çizelgesi oldu ama dünya pek değişmediğinden çok sorun değil :) Yeni albümde, ilk albümdeki gibi konuk vokaller ile karşılaşacak mı dinleyicileriniz? Mehmet: Konuk vokaller ve konuk gitaristler olabilir.

Yine grubun kendi adı Deli Gömleği’ni taşıyan ve Favela Records etiketi ile raflarda yerini alan ilk al- “... gibi görünmeyi düşbüm sürecinden bahseder lemeyen tek bir grup bile yoktur.” cümlesini dolmisiniz? Mehmet: Şarkıları bir al- duracak olsanız bu hangi büm olarak yayınlama fikri grup olurdu? Ve neden? kafamızda olgunlaşmaya baş- Mehmet: Tool. lamıştı. Eski ve yeni şarkıla- Özver: Pearl Jam. bu kadar bilmiyorum rı değerlendirip albüm için uzun soluklu olabilmeleri se- yaşıyor ama ülkemiz ve benkaydedeceklerimiz belirledik. vindirici. Sonra Deniz Yılmaz’la görüş- Berkhan: Sanırım yurtdışın- zeri coğrafyalarda hatük ve kayıtlara başladık. Ka- daki (A.B.D., İngiltere) mar- yalcilerin zaman geçyıtların başlaması ve albümün kalaşmış grupların hepsi bu tikçe doğruyu görecek çıkışı arasında uzunca bir za- boşluğu doldurabilir. Çünkü yüreği dağlanır ve soman geçti. Sonuçta içimize si- bahsettiğimiz ülkelerdeki mü- nunda sadece içgüzik dünyası oldukça gelişmiş düyle hareket hale genen, iyi bir deneyim oldu. lirler. Biz hep devam ve iştah kabartıcı. ettik, devam etmeye Deli Gömleği albümünde süpervizor ve konuk vokal Baştan sona soluksuz din- de devam edeceğiz olarak Deniz Yılmaz ismi- lediğiniz albümler var mı? ne olursa olsun. Tabi ne rastlıyoruz. Albüme Mehmet: Nirvana - Never- “tüketicileri” kullanıp mind, Tool - Ænima ve Late- onlara hep istediğini katkısı nasıl oldu? Mehmet: Birkaç şarkının bas- ralus, Dredg - Catch Without verip, bir gram ilerlemeden ömrünüzü larında ve enstrümanların ton- Arms lanması konusunda oldukça Özver: Liste uzar ama Nir- geçirip cebinizi de yardımı dokundu. Ayrıca Dis- vana - Nevermind, Pearl Jam doldurabilirsiniz. Tako şarkısında vokaliyle katkı- - Ten, Alice in Chains’in üç bi tek bir doğru mu bacaklı köpek albümü, Sound- var yoksa birden çok da bulundu. garden - Superunknown, Mic- mu bunlar dünyanın hala ceİkinci albümünüzü kayde- hael Jackson’dan Bad ve Dan- vap bulamadığı sorular. Bizim mayamızı görmek için şarkıladiyorsunuz şu aralar. Ye- gerous. rımızı dinlemeniz yeterli. ni albümden ve şarkılar‘İnsan ancak yüreğiyle dan bahseder misiniz? Berkhan: Yeni albüm 6 şar- baktığı zaman doğruyu Deli Gömleği’nin özellikkıdan oluşan bir EP şeklinde görebilir. Gerçeğin ma- le yeni albüm sonrasınolacak. Birbirini yinelemeyen, yası gözle görülmez.’ der da gerçekleşecek proje ve güçlü ve belirgin duygula- Küçük Prens; peki De- performanslarından bahrı olan 6 yeni şarkı. Dinle- li Gömleği mayasını gözle seder misiniz? Mehmet: Birkaç şehri kapsayenlerin ritim tutarken ayak- görebilir miyiz? landıklarını, haykırırken dans Özver: Küçük Prens nerede yacak küçük bir turne planı-

mız var ama evdeki hesap ve çarşı durumu var... Yeni albüme ait klipler çekilecek bir de tabii. Özver: Tüm gelişmeleri facebook.com/ deligomlegi adreslerinden takip edebilir dinleyiciler. deligomlegi.com adresinde de tüm sosyal ve antisosyal medya bağlantıları mevcut. 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 7

Bitti.

bümden en içinize sineni hangisi idi? Özver: “Sefil Şah”ı piyasaya vermedik çünkü kötü kaydedilmişti. Bizim için de ilk kayıt tecrübesiydi. Oldukça kötü yani. O yüzden sadece eşe dosta kaset olarak dağıttık, belki üniversitede satmış da olabiliriz malum öğrencilik zor. Sefil Şah’tan sonra Soytarı ve Böyle Buyurdu Berduş’u Ufuk Önen, Oyuncak Albüm’ü Kaya Sevinç kaydetti. Hepsinden de memnunuz aslında. Tabi o dönem için. Bunun yanında benim evde kaydettiğim Öz ve İngilizce bir kayıt var, bir de 3 şarkı... Hepsi Youtube kanalımızda mevcut. (youtube. com/deligomlegideli)


Alper Demirci boo@boodergi.com

röportaj rak adlandıran kimseler. Bunları kapı dışarı ederek devam ediyorum. Duyguların anlatılma biçimi çok çeşitli. Kimi yönetmen porno çeker, kimisi bir çizgi film. Uçtakilerin yok sayılması beni üzüyor. Yok sayılmasından öte bir de keşfedilmek, anlanmak istenmemesi… Neyse konu dışına pek çıkmadan söylemek istiyorum ki Heretic Soul’un birçok farklı tarzda müzik dinleyen insanlar tarafından dinlendiğini Malum, Boo!’nun okurla- biliyorum. Çünkü yaptığımız rı arasında pek heavy me- “metal”in içinde melodiler var, tal dinlemeyenler çoğun- dinamik ritimler var. Duyguları olan her insanı etkileyebilelukta kalıyor, o yüzden konuya şöyle başlamak cek şeyler bunlar. lazım: Obituary vokalisŞu sıralar günlerinizi nati John Tardy’nin bir sözü var mesela, “Death metal- sıl geçiriyorsunuz, yeni den hoşlanmayan insan- albümün çalışmalarında lara eğer Obituary’yi canlı neler bitti neler kaldı? dinletebilirsem, bu kişile- Stüdyo işleri bitti, sırada mix rin grubu kesinlikle beğe- var. Bunun için birkaç isimle görüşneceklerinden eminim”. Heretic Soul’un buna benzer bir düşüncesi, ya da başka tarzlarda müzikler dinleyenlerin ilgisini çekecek bir özelliği, tavrı var mı? Heavy metal dinlemeyenlerin bir kısmı bu müziği bir gürültü ola-

Heretic Soul:

Nihilist Notalar

Nihilist şarkı sözleri ve Avrupa’nın çeşitli kentlerinde verdikleri irili ufaklı bol miktarda konserleriyle Türkiye’nin heavy metal ortamlarında tanınan Heretic Soul, bugünlerde ikinci albümün rötuşlarıyla meşgul. Grubun davulcusu Erhan Karaca sorularımızı cevapladı. 8 | Boo! Sayı: 8

tük. Sonuçlar yakında açıklanır. Mix işlerinden sonra albüm şirketi, albümün çıkış tarihi gibi detaylar belli olur. Onun dışında yaz sıcaklarının tadını çıkarıyoruz alev alarak. İlk albüm Born Into This Plague’e kıyasla yeni albüm sürecinde grupta neler değişti? Beste yaklaşımı, hayat görüşü, grubun tecrübesi, prodüksiyon şartları ve ekibi... O albümü 2008 sonunda kaydedip 2010 yılında raflara çıkartabildik. 2008 yılında 3 yıllık bir grup ve 4 yıllık müzisyenlerdik. Yaptığımız parçalar da o anki tekniğimize göreydi. Şimdi daha çok öğrendik, bu süre içinde birçok yurtdışı performansı yaptık geldik. Yeni parçalar yine zaman içinde oluştu ve son aşamasına geldi. Bana kalırsa davulda yapmak istediğimi tam olarak aktarabildiğimi düşünüyorum. Kayıtların alınması konusunda da özenli davrandık. Davul kayıtları Taksim MMA Stüdyoları’nda İlter Kalkancı ile birlikte alındı. İlter Abi’ye titiz çalışması için tekrar teşekkürler. 15 kanal harika bir davul kaydı aldık. Gitar, vokal ve bas kayıtları Kadıköy’de Stüdyo Lunas’ta alındı. Destekleri için Adil Osman Coşkun’a teşekkür tekrar. Yaptığınız tarzı şarkı sözlerinizden de yola çıkarak “nihilistik death metal” olarak ta-


nımlıyorsunuz, peki nihilizm üzerine sizler neler düşünüyorsunuz? Kendi adıma konuşmam gerekirse Nihilizmi tam olarak yaşamam zor. Ama birçok anlamda yakın olarak hayatı sorgulayan, otoriteye karşı çıkan bir yaklaşımım var. Nihilist düşünce adına etkilendiğiniz geçmiş örnekler, düşünürler var mı? Mesela punk müzikteki nihilizmin Heretic Soul elemanlarının üzerinde etkisi olup olmadığını merak ediyorum. Turgenyev. Grubun iki kurucusu olarak Sarp Keski ve benim iyi bir punk geçmişimiz var. Bak bundan bir şeyler çıkmış olabilir :) Türkiye’deki grupların standardını düşündüğümüzde Heretic Soul’un oldukça özel bir yeri var, o da ciddi anlamda yurt dışında konserler vermesi. Bu durum nasıl gelişti, grubu kurarken en başından beri bunu hedeflemiş miydiniz? Grubu kurarken içimizi dışarı çıkarmak istedik doğal olarak. Hedeflerimiz her zaman büyüktü tabi. Ünlü grupları araştırıp izliyorduk sürekli. İdol alıyorduk. Kayıtlar, konserler derken yavaş yavaş gelişti ve ilerledi.

üzere olduğumuz zamanlar da oluyor. Tabi bu bir ekip işi. Herkes ne yapmak istediğini biliyor. O yüzden şikayet etmek, memnuniyetsiz olmak yok. Zaten sürekli mızmızlanan biri yapamaz bu işi. Avrupa’daki konserlerde severek dinlediğiniz gruplardan kimlerle tanıştınız? Necrophagist (Türk gitaristi Muhammed Suiçmez ile Türkçe konuşmak büyük zevkti), Vader, Dying Fetus, The Black Dahlia Murder, Deicide gibi aynı organizasyonda sahne aldığımız birçok grupla tanıştık. 90’lı yıllardan beri Türkiye’deki grupların röportajlarında bir “yurt dışına açılma” muhabbeti sürer gider. Sizce bunu Heretic Soul yurt dışında 2006’dan bu yana verdiği 100’den fazla irili ufaklı konser ve

yabancı bir plak şirketinden albüm bastırarak yeterince başardı mı? Yeterince demek beklenemez tabi. Aslında oldukça az turluyoruz. Yeni albümden sonra daha uzun süren turları bekliyorum. Yurtdışına çıkmak lazım. Neden yaptığımız müziği sadece buradakiler duysun, görsün. Elimizde olduğunda çok ülkede çok sayıda konser vermeye çalışıyoruz. Türkiye’deki grupların çoğundaki bir başka sorunsal da araya askerlik, okulun bitmesi, evlilik, müzik geçinecek kadar para kazandırmadığı için iş hayatı girince grubun dağılma aşamasına gelmesidir. Heretic Soul olarak ne kadar daha beraber müzik yapmayı öngörüyorsunuz? Bütün bu zorluklar için bir çeşit kaçış planı hazırladınız mı? Biz müziğimizle anlatıyoruz kendimizi. Bunu devam ettirmemek intihar gibi bir şey olurdu herhalde. Bu yüzden herkes kendi bireysel kararını verirken gruba göre yolu-

nu çiziyor. Tabii ki para kazanmak, okul, iş gibi durumlar fazla mesaiye yol açabilir ama her zaman bir şekilde üstesinden geliyoruz. Netleşme aşamasında olan konserler, yeni albümle de alakalı üretilmekte olan tişört, bardak gibi ürünler, değişik projeler gibi haberler yakın zamanda görünüyor mu? Heretic Soul önümüzdeki aylarda neler yapacak? Konserler için şu an görünen bir tarih yok. Ama tişört gibi merchandise ürünleri albümle beraber hazırlanmaya başlanacak.

Bitti.

Gittiğiniz ülkelerde nasıl karşılandınız? İlginç maceralar yaşadığınız, ya da gerçekten memnuniyetsizlikle ayrıldığınız yerler oldu mu hiç? İyi karşılanıyoruz. Irkçılık gibi durumlarla karşılaşmadık mesela hiç. Çok macera yaşıyoruz, çoğu zamanımız dışarıda geçiyor. Sokaklarda. Tren istasyonunda sabahladığımız, donmak 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 9


Aslı Alkan sumatrayu@gmail.com

müzisyen

Erykah Badu:

Baduizm’in 20 fitlik tanrıçası

“Şu dünyada en çok kimi canlı kanlı dinlemek istersin?” sorusunun benim için karşılığı Erykah Badu’dan başkası değildi. Neo-soul tarzının kraliçesi 13 Temmuz’da İstanbul’a geldi, izleyenleri mest etti ve “See you in next lifetime!” diyerek gitti. Kısacası bu ay Erykah Badu yazmak için daha sağlam bir bahanemiz olamazdı.

26

Şubat 1971’de Texas’ta dünyaya gelen Erica Wright, Dallas’ta büyüdü. Çocukluk yılları Chaka Khan, Joni Mitchell ve Pink Floyd gibi farklı türlerden isimleri dinleyerek geçti. Ancak arka planda her zaman funk vardı. 4 yaşında dans etmeye ve şarkı söylemeye başlayan Badu, üniversitede sahne ve gösteri sanatları bölümüne başladı ancak 1993’te müzikle daha fazla haşır neşir olabilmek

10 | Boo! Sayı: 8


Peki Erica Wright nasıl Erykah Badu oldu? “Kah” kelimesi Antik Mısır paganizminde insanın içindeki yaşam enerjisini temsil ediyor. “Badu” ise doğaçlama bir vokal tekniği olan “scat singing”de bolca rastlanılan bir ses. Sanırım şöyle demek daha doğru: Skiba-doo-doodily-bap-swee-dodee-bop! Baduizm hareketi başlıyor Garsonluk yaptığı dönemde akşamları müzik yapmaya gayret eden Badu, kuzeni Robert “Free” Bradford’la yarattığı Appletree şarkısını bu dönemde kaydetti. 1997 yılında ise Erykah ilk albümü Baduizm’i James Poyser ve The Roots gibi müzisyenlerin katkılarıyla, Kedar Records etiketiyle yayımladı. On&On, Certainly, Drama, Next Lifetime ve tabii ki Appletree albümde yer alan hitlerden birkaçıydı. Jazzy groove’un yoğun şekilde hissedildiği albüm, Badu’nun geleneksel soul vokalleriyle neosoul dinleyicileri ve müzik eleştirmenleri tarafından oldukça beğenildi. 3 altın plakla taçlanan Baduizm albümü ve Billie Holliday ile kıyaslanan vokalleriyle Erykah Badu neosoul kraliçesi olmuştu.

Cha Know) ve smooth funk ile Badu hayranlarını bir kez daha mest etti. Albüm Bag Lady’nin unutulmaz klibi ve Grammy adaylığıyla da akıllara kazındı. 2003’ün Eylül ayında ise üçüncü albüm Worldwide Underground geldi. Dead Prez, Stick Man, Queen Latifah, Angie Stone, Bahamadiah ve Lenny Kravitz’in yanı sıra Roy Grove, Doc Gibbons gibi usta müzisyenlerden oluşan bir ekip de Erykah Badu’ya eşlik ediyordu. Albümün ardından Badu’nun “mini-me” dediği ikinci çocuğu Puma dünyaya geldi. Badu bu arada birtakım aktivist hareketlerde boy gösterip Blues Brothers 2000, Brown Sugar ve The Cider House Rules gibi birkaç filmde de oynadı. Dördüncü Dünya Savaşı On&On şarkısındaki “analog girl in a digital world”, Ahmir Thompson’ın 2004 Noel’inde hediye ettiği bilgisayar ve oğlu Seven’ın yardımlarıyla GarageBand’i keşfeder. New Amerykah: Part One (4th World War) albümünün ilk kayıtlarına da bu dönemde başlar. Albümdeki şarkılar, güçlü politik söylemleriyle Amerikan Rüyası’nın sıkı bir eleştirisi olarak öne çıkarken, Rolling Stone tarafından 2008’in en iyi albümlerinden biri olarak gösterilir. New Amerykah: Part Two (Return of the Ankh) albümü 2010’da yayımlanır. İkinci bölüm ilkine göre çok daha duygusal sözler ve bolca canlı enstrümantasyon barındırmakta ve bu yönüyle Baduizm’e çok daha yakın durmaktadır.

Ms. Jackson’ın biricik kızı silahını çıkarıyor Erykah Badu 90’larda “bir parça ... sanat” dediği Outkast’in beyni Andre 3000 ile beraber olmaya başladı. Outkast’in Ms. Jackson şarkısı da bu ilişkiden sonra ortaya çıktı. Zira bu şarkı Erykah Badu’nun annesi Window Seat şarkısına gerilKolleen Maria Gipson (Wright) la tipi bir klip çekerek olay için yazıldı. 2000’lere gelin- yaratan Badu, klibin sonundiğindeyse önce The Roots’la da çıplak bir şekilde JF KenYou Got Me şarkısını yapıp nedy suikastının gerçekleştiği Grammy kazandı, sonra elini noktada uzanınca Amerika’da cebine atıp Mama’s Gun’ı çı- olay yaratır. Farklı adamlarkardı. Motown Records etike- dan 3 çocuk sahibi olmasına tiyle piyasaya sürülen albüm hayranları tepki gösterdiğinde Detroit (Motor Town) ruhunu “Plasentamı öpün!” diyen Bayansıtıyordu. Daha güçlü, da- du, Küba’da tanıştığı bir rahiha doğrudan sözler (bkz: Cle- bin de dediği gibi “artık olmava, Bag Lady, On&On, Didn’t ya çalışmıyor, sadece oluyor”.

Blokta parti vakti Brooklyn ve çevresinde özellikle 1970’lerde popülerleşen sokak partileri “block party” ismiyle anılır. Müzik sistemlerinin elektrik ihtiyacının trafik lambalarından aşırılan elektrikle karşılandığı blok partileri mahallenin bir araya gelip sokakta barbekü yapıp yediklerini dans ederek erittikleri etkinlikler olarak bilinir. Şayet isminiz Dave Chapelle ise ve yönetmen koltuğunda Michel Gondry oturuyorsa yapacağınız blok partide şöyle isimlerin olması muhtemeldir: Erykah Badu, Mos Def, Dead Prez, Kanye West, Jill Scott, The Roots, Common, The Fugees... Eğer bu isimleri seviyorsanız, Erykah Badu’nun You Got Me ve

Back In The Day’i şakıdığı Dave Chapelle’s Block Party’i izleyip üstüne de bir Spike Lee filmi olan Crooklyn’i patlatmanızı öneririz.

İstanbul’dan geçiş Kraliçe Badu 13 Temmuz’da İstanbul Caz Festivali kapsamında ilk kez İstanbul’daydı. Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesi’ne gelen izleyicileri mest eden Badu, ekibiyle de kulaklarımızı cilaladı. 20 Feet Tall ile başlayan konserde; Apple Tree, On&On, Bag Lady, Didn’t Cha Know gibi klasiklerin yanı sıra Window Seat gibi yeni şarkıları da yorumladı. “I love you Istanbul” nidalarını bolca tekrarlayan Badu, üzerimize Baduist enerjisinden bol-

ca fışkırttı. “I Am an Immigrant” tişörtü ve konserin ilerleyen bölümlerinde seyircilerin arasına karışıp hayranlarını kucaklamasıyla mütevaziliğini de göstermiş oldu. İtiraf ediyoruz: Aşık olduk!

Konser fotoğrafları: Ali Öz

15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 11

Bitti.

adına okulu yarıda bıraktı. Bu dönemlerde garsonluktan drama eğitmenliğine kadar birçok işte çalıştı.


Pınar Derin Gençer pinarderingencer@gmail.com

röportaj

5 Kasım 1977, Ankara

12 | Boo! Sayı: 8


Kemal Cengizkan:

İdealist Bir Fotoğrafçılık Hikayesi

1950 Ankara doğumlu fotoğraf sevdalısı Kemal Cengizkan ile kurucularından biri olduğu AFSAD günlerini, fotoğrafla başından geçen maceraları, sosyal belgeseli, sanatı ve bizzat kendisini konuştuk, insan olmanın yanında. O da insan olmak için yapabileceklerimizin arasına Can Baba’dan şunu ekledi: “Ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”. 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 13


S

anata adanmış bir ömür... Peki kimdir bu hikayenin kahramanı Kemal Cengizkan? Öncelikle kendimi sanatçı olarak görmediğimi belirtmek isterim. Fotoğrafı seven, fotoğrafla bir şeyler anlatılabileceğine inanan, bu anlayışla fotoğraf çeken birisiyim. Sorunuza gelirsek, “bu hikayenin öznesi olan kişi 1950 yılında Ankara’da doğmuş, ilk gençlik yıllarından beri fotoğrafa sevdalı olmasına rağmen, hayatını kazanmak için mühendislikle evlenmiş birisidir” diyebiliriz.

Sizi fotoğraf sanatına sürükleyen ne idi, nedir başlangıcı bu sevdanın? Benim dayım, fotoğrafı soyadına eklemiş, İzmir’in tanınmış fotoğrafçılarından birisiydi; İbrahim Fotocan. İlkokul yıllarında, yaz tatilimizi geçirmek üzere Ankara’dan İzmir’e gider, dayımın Güzelyalı’daki büyük evindeki kalabalık aile ortamına katılırdık. En sevdiğim şey ise meyve ağaçlarıyla dolu bahçede oynamak veya denize girmek değil, onunla birlikte dükkana (stüdyoya) gitmekti. Oradaki her şey, büyük körüklü makinenin arkasında ters oluşan görüntü, ışıklar, yapılan ayarlar ve her şeyden önemlisi karanlık oda beni heyecanlandırırdı. Karanlık odada ayağımın altına bir tabure verirler ve agrandizörde kağıdın pozlanmasını, birinci banyoda görüntünün belirmesini ve diğer süreçleri merakla izlerdim. Metol ve hidrokinon kokusu sadece karanlık odaya değil bütün dükkana sinmiş olurdu, banyoların kahverengileştirdiği parmaklar da ayrı bir sihir katardı ortama. Sanırım bu büyülü ortam fotoğrafı benim için çekici kılan önemli bir etken oldu. Lise yıllarında evimizin bodrum katında, babamın körüklü makinasına bir ışık kutusu ekleyip agrandizöre dönüştürerek bir karanlık oda kurdum.

14 | Boo! Sayı: 8

Çağdaş Sahne Kültür Merkezi’nin kültürel etkinliklerinden biri olan fotoğraf çalışmalarının hızla gelişmesi sonucunda çıkan bir fikirle oluştuğu söylenir AFSAD’ın. İlk yönetim kurulunda birçok değerli isimle birlikte siz de yer alıyorsunuz. 19821985 yılları arasında da yönetim kurulu başkanlığı yaptığınızı göz önüne alırsak; AFSAD ve Kemal Cengizkan’ın yolları nasıl kesişti? Çağdaş Sahne tiyatro, film, konser etkinlikleriyle sanat çalışmalarına uygun bir ortam sağlamaktaydı. Sahnesi, sergi alanı ve odaları bu amaca uygundu. Bir fotoğraf derneği kurulmasına da ortam hazırladı (Nisan 1977). Duyar duymaz giderek üye oldum, açılış sergisine de katıldım (Haziran 1977). Fotoğrafta ortaklaşa bir çaba içerisinde bir şeyler yapabilmek beni motive eden etkenlerden en önemlisiydi ve bu dernek bunun yeri olmalıydı. Sinan Çetin’in başkan seçildiği ilk yönetim kurulunda yer aldım (Eylül 1977). O yıllar hak mücadelelerinin yükseldiği yıllardı. Disk Maden İş Sendikası ile Maden İşverenleri Sendikası (MESS) arasında süren toplu sözleşme görüşmeleri sonuçlanamamış ve Maden İş grev ilan etmişti. AFSAD yönetiminde yer alan ben ve kurucu olan üç fotoğrafçı (Alparslan Aydın, Özcan Yurdalan ve Ercan Öztürk) pek çok grev sahasını dolaşarak çektiğimiz fotoğraflardan oluşan GREV isimli bir sergiyi Çağdaş Sahne salonunda açtık. Çağdaş Sahne yönetimi sergiden hoşlanmadı, bazı fotoğrafların kaldırılması istendi. Bu kabul edilmeyince sergi kaldırıldı, AFSAD’ın Çağdaş Sahne’de barınma imkanı da kalmadı. AFSAD’ın kuruluş yıllarında yaşam koşullarının ne denli zor olduğu aşikar. Demokratik sivil toplum kuruluşu olmanın bilinciyle varlığını uzun yıllar sürdürecek olan bir fotoğraf derneğini bugünle-

20 Mart 1978, Ankara Nisan 2003, Miting

2003, Tacikistan

re getirenin o dönemdeki inanç ve coşkuyla yürütülen işler olduğunu düşünüyorum. Siz bu konuda neler söylersiniz? Çağdaş Sahne bizi kapının önüne koyduğunda, koltuğumuzun altında derneğin yasal defterlerinden başka bir şey yoktu. Bizlerin kararı ise

ne yapıp edip bu derneği yaşatmak idi. Sergilerin yarattığı olumlu tepkiler yapılan işlerin doğru olduğunu, fotoğrafla söylenecek sözlere ve yapılacak işlere gerek olduğunu gösteriyordu; o günün kültürel ve politik ortamı içinde kendi kendimize böyle bir misyon yüklemiştik. Bu amaçla


FTN. Okul çalışmaları dışındaki zamanımda yaşadığım kentte fotoğraf çekiyordum. İlk kişisel sergim de böyle oluştu. Ankara’da Sanat Sevenler Derneği’nde açılan sergiyi biraz da AFSAD’ın çalışmalarını duyurma amaçlı olarak değerlendirdik. FIAP tarafından verilen ESFIAP unvanı var bir de, nasıl bir etkisi oldu sizde? Uluslararası Fotoğraf Federasyonu tarafından verilen ESFIAP unvanı, fotoğraf alanında yürütülen çabalar için verilen bir ödül. Benim üzerimde bir etkisi olmadı...

1977, Afyon

2001, İstanbul 2003, Tacikistan

karşımıza çıkan sorunları aşmaya kararlıydık. Bu zor dönemde bize destek olan Fikret Otyam’a AFSAD çok şey borçludur. Başımızı sokacak bir yer ayarladıktan sonra düşüncelerimizi hayata geçirmeye çalıştık. Bizler fotoğrafın sadece ‘güzelin kaydı’ ile sınırlı kalamayacağını, toplumsal aksak-

“Photo League”, Alman “Arbeiter Fotografie” ekolleriyle ne kadar paralel olduğunu ise daha sonra fark edecektik. Bu bize güç ve moral verdi. Yapılacak çok iş, söylenecek çok söz vardı. “Türkiye’de Fotoğraf Sanatının İşlevi” sempozyumunu Nisan 1978 tarihinde düzenledik. Katılanlar üç gün boyunca farklı konuları tartıştılar, görüşlerini ve farklılıklarını dile getirdiler. Bildiriler, Ahmet Say’ın yayınladığı o günlerin etkili dergisi Türkiye Yazıları’nın özel sayısı olarak basıldı. Söylenecek sözlerimizi kayda düşmek ve yaygınlaştırmak için hazırladığımız bir bülteni önceleri teksir ile çoğaltıyorduk. Daha sonra “Fotoğraf” dergisini yayınlamaya başladık (Kasım 1978), 8 sayfalık dergi 1000 adet basılıyordu. Kasım 1979’da, AFSAD diğer dernekler gibi sıkıyönetim tarafından kapatılana kadar yayınına devam etti. Dergi 1984 yılında tekrar yayınına başladı. lıkları, sorunları, gelişmeleri de gösterip belgelemesi ge- “İngiltere’den İnsan Görektiğini düşünüyorduk. Der- rüntüleri” ilk kişisel serginekte bir araya gelenlerle sa- niz, peki 1968’den 1978’e dece teknik konuları değil bu kadar sizi sergi için beklekonuları da tartışıyor, çalış- ten nedenler neydi? malar yapıyor, fotoğrafları bu İngiltere’de master için bugözle değerlendirmeye çalı- lunduğum 1975-1976 yılları şıyorduk. Yapılan çalışmala- arasında ilk defa bir SLR marın ve bakış açısının Amerikan kine sahibi oldum, Nikkormat

2002 yılında Dora Günel ile birlikte “İçkalpakçı Çıkmazı, Bir Sokağın Monografisi” isimli belgesel projeniz geniş yankı uyandırdı. Bu projenin içeriğinden ve bu süreçten bahseder misiniz? Dora AFSAD’da da birlikte çalıştığımız çok eski bir arkadaşım. Fotoğrafa bakışımız da paralel sayılır. Ben 1986’da Ankara’dan ayrıldım, yaklaşık 10 yıl Adana’da çalıştım. Daha sonra İstanbul’a geldim ve burada Dora ile tekrar buluştuk. Samatya’da bir proje yapmaya karar verdik. Tarihi yarımadanın bu semti gerek nüfus yapısı, gerek mimari, gerekse günlük yaşam açısından çok zengindi, ancak bir o kadar da büyüktü. Uzun bir ön inceleme, tanışma ve ilişki kurma süresi sonucunda konuyu İçkalpakçı Çıkmazı sokağı ile sınırlı tutmaya karar verdik. Neredeyse her hafta giderek fotoğraf çektik, fotoğrafları dağıttık, sokak sakinleriyle bir dostluk geliştirdik. Fotoğraflar üzerinde konuştuğumuz sosyolog arkadaşlarımız Gülay Kayacan, Ebru Soytemel ve Gamze Toksoy konuyu kendi açılarından da ilgi çekici buldular. Böylece proje, fotoğraf ve sosyolojinin birlikteliğinden doğan bir projeye dönüştü. Sosyolojik çalışma sokak sakinleriyle yapılan, nüfus, köken, gelir düzeyi, eğitim, yaşam alışkanlıkları gibi konuları kapsayan bir 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 15


1976, İngiltere

anket çalışması ve sözlü tarih görüşmelerinden oluşuyordu. Fotoğraflar bu bilgileri etekemiğe büründürüyor, anketlerde yer alamayan pek çok bilgiyi içeriyordu. Bu çalışmanın sonucunda ortaya bir ‘göç’ ve ‘yoksulluk’ tablosu çıktı. 1999 yılında başladığımız çalışma 2002 yılında tamamlandı. Sergiyi önce Eylül ayında İçkalpakçı Çıkmazı’nda, sokak boyunca uzanan demir yolu istinat duvarının üzerinde açtık. Bu fotoğraflarla sergi açacağımıza inanmayan sokak sakinlerini şaşırtmıştık. Burada bir gün sergilenen fotoğraflar sahiplerine verildi. Daha sonra Fotoğrafevi’nde açılan sergi yurt içinde pek çok şehirde, Almanya’da, Fransa’da ve Kıbrıs’ta tekrarlandı. Serginin bir albümünü de kendi imkanlarımızla yapabildik, fotoğraflarla birlikte sosyolojik araştırma sonuçları da böylece yayınlanmış oldu.

1975, İngiltere 2005, Amsterdam

İstanbul’a ya bir şeyden kaçarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır. Belalı bir medcezir olan İstanbul ile gönül bağınız nasıl başladı? Ben de İstanbulluların büyük çoğunluğu gibi iş peşinden koşarak buraya geldim. Burası gerçekten belalı bir med-cezir, yaşayabilmek için sürekli bir kavga içinde olmanız gerekiyor, yolda yürümek bile problem olabiliyor. Öte yandan büyük bir kültürel zenginlik de var, her köşede bir sürprizle karşılaşıyorsunuz, fotoğrafik olarak da öyle. Vahşi kapitalizmin açgözlü yeni temsilcileri, badem bıyıklı yeni yöneticilerinin yol göstericiliğinde tarihi ve kültürel değerleri talan ederek çevremizdeki güzellikleri yok ediyor. Bu olgu da fotoğrafçılara yeni görevler yüklüyor. 1921’de yapılan bir konuşmada büyük Rus şairi Alexander Blok “Sovyetler yetkilileri dinginlik ve özgürlüğümüzü de çekip alıyorlar. Dış dinginliği değil, yaratıcı dinginliği. Çocuksu ‘istediğin gibi yap’ı de-

16 | Boo! Sayı: 8


Kapitalizm sanatçının ipini onu satın alarak tutmak niyetinde. Peki siz ve Türkiye’deki sanatçılar kapitalizmin pençesini ne kadar hissediyor vücudunda? Kapitalizm herkesi satın alıyor, bunu da kolaylıkla yapıyor, herkesin fiyatı farklı... Önemli olan kapitalizmin çarkına karşı durabilmekte. Ne gelir elimizden insan olmaktan başka? Can Baba’nın dediği gibi: “ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi”. “Şöhret, bir adın etrafında toplanmış yanlış anlamalardır” diyor Nietzsche; fotoğraf sanatının çoğu zaman hakkının verilmediği, son yıllarda artan şöhreti hakkında ne düşünüyorsunuz? Fotoğrafın son zamanlarda yaygınlaştığı söylenebilir ya da herkesin göze hoş gelen şeyleri kolayca üretebildiği. Ancak fotoğrafı fotoğraf yapan öz pek değişmedi. Gelişen teknoloji teknik olarak kusursuz işler yapılmasını kolaylaştırıp yaygınlaştırdı,

Murat Amca

“Vahşi kapitalizmin açgözlü yeni temsilcileri, badem bıyıklı yeni yöneticilerinin yol göstericiliğinde tarihi ve kültürel değerleri talan ederek çevremizdeki güzellikleri yok ediyor. Bu olgu da fotoğrafçılara yeni görevler yüklüyor.” ama her şey teknikle bitmiyor. Fotoğrafın özü, deklanşöre basılan anda yakalanan ruhta. Böyle bir ruh varsa karede tekniğin hiç adı edilmese olur. Özellikle fotoğrafın internet ortamında benim gözlediğim iki akımı var. Birincisi şu teknik mükemmellik denilen şeyin farkına varıp bunu geliştirenler; parıldayan renkler, jilet gibi keskin görüntüler, mükemmel kompozisyonlar... Herkesin beğene beğene yaygınlaştırdığı fotoğraflar. Birtakım dijital uygulamalar sonucunda mükemmel karşıtı gibi gözüken, soluk, bozulmuş, çizilmiş yüzeyli yapmacık biçimsel yöntemleri de aynı paralelde fotoğraf zorlamaları olarak görmek mümkün. İkinci akım ise hiç bu zorlamala-

ra prim vermeyen içinden geldiği gibi bir şeyi, durumu veya duyguyu aktarmak amacıyla çekilmiş fotoğraflar; içten ve iddiasız, ama bir ruh ve heyecan taşıyan. İnternet ortamının güzelliği özellikle bu ikinci grup anlayışın yayınlanabilmesine olanak sağlaması. Bu tür fotoğraf çekenleri izliyorum ve gördükçe seviniyorum. Onların ‘şöhretli’ olduklarını sanmıyorum, öyle bir niyetleri olduğunu da... Eski eşyalar, eski anılar, hafif bir küf kokusu ve hüzün... Böylesi bir cümlenin içinde olduğunuzda vazgeçilmez yazarınız ya da yazarlarınız kimler olurdu? Nedir o kalbinizi fetheden kitaplar?

Sıradan insanı, derinliğiyle yüzeyselliğiyle, kuvvetli ve zayıf yanlarıyla, sevgisiyle öfkesiyle anlatan yazarlar, şairler, fotoğrafçılar, sinemacıları severim. Sait Faik ve Yaşar Kemal başında gelir bunların. Ken Loach, Mike Leigh, Yılmaz Güney, Lütfi Akad gibi yönetmenlerin filmleri aklıma gelir. Yakınlarda edindiğim Cristophe Agou’nun ‘In the Face of Silence’ fotoğraf albümü konusunun yalınlığı ve bakışının içtenliği ile beni etkiledi. Sizce yalnızlığın başkenti neresidir? Yalnızlık kişinin içinde, başkenti nasıl olur bilmem. En kalabalık şehirlerde insan kendini yalnız hissedebilir, en küçük kasabalarda da. En beğendiğiniz Türkçe kelime nedir? Paylaşmak. Gelecek projeleriniz ve sergilerinizden bahsedecek olsanız? Eski çalışmalarımdan toparlamak istediğim bir iki şey var. Ancak bir süredir işlerim o kadar yoğun ki kendimi zor toparlıyorum, değil sergi hazırlamak. Günlük yaşamımı belgelemeye devam ediyorum -daha önce gösteri olarak yaptığım gibi-, fotoğrafsız gün geçmez. Bakalım zaman ne gösterir... 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 17

Bitti.

ğil, liberali oynama özgürlüğünü değil; ama yaratıcı istemi, gizli özgürlüğü...” diyor. Ve şair ölüyor, çünkü artık soluyacağı bir şey kalmadı; yaşamın anlamı ondan sızıp gidiyor. Bugünleri anlatan en etkileyici bulduğum cümleler olduğunu öncelikle itiraf etmem gerekir. Peki bu söylemin ışığında sizin itiraflarınız neler? Bu ülkenin insanları, herhalde tarih boyunca hiçbir zaman, Blok’un dediği böylesi bir özgürlüğü yaşamadılar, dolayısıyla yokluğunun da farkında değiller. Bizler çok daha temel özgürlüklerin yok edilmesine karşı direnmekle meşgulüz. Bu ülkede insanlar yapılmamış eylemlerden, yayımlanmamış kitaplardan hapse giriyor; ninesinin dilini öğrenemiyor bırakın şiirini solumayı. Bu konu herhalde açık yaramız...


portfolyo

Can Büyükkalkan can-buyukkalkan.com

Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? Fotoğraftan önceki hayatım konuşmayı ve gözlemlemeyi öğrenmekle geçti diyebilirim. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Fotoğraf çekmeye Photoshop sayesinde başladım. İnternetten bulduğum fotoğrafları düzenleyerek bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Daha sonra “Neden kendim çekip düzenlemiyorum ki?” dedim. Bu şekilde başladı her şey. Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? İlk sergilenen fotoğrafım ArtLens Görsel Kültür Atölyesi’nin “Korku’yorum” sergisinde yayınlandı. Daha sonra yurtdışında katıldığım genç fotoğrafçılar yarışması olan, Lüksemburg’daki Photo-Club Pétange’da 3 fotoğrafım sergilendi. İzmir Üniversitesi’nin bu yılki bahar şenlikleri kapsamında düzenlenen “1. Fotoğraf Buluşması”nda kişisel portfolyom sergilendi. Kuşkusuz en keyiflisi bu oldu benim için. Daha sonra ArtLens Görsel Kültür Atölyesi’nin “Ağır” adlı sergisinde de 2 fotoğrafım sergilendi. Ekipman senin için ne kadar mühimdir?

18 | Boo! Sayı: 8

Ekipman benim için ikinci plandaydı diyebiliriz. Çünkü bugüne kadarki çalışmalarımın neredeyse hiçbirisinde artı bir ışık kaynağı kullanılmadı. Doğal ışıktan yararlanarak gerçekleştirdim çalışmalarımı. İleride elbet gelişecek ekipmanım ister istemez :) Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? İyi veya kötü herkesin çalışmalarını incelemekten zevk alıyorum. Fakat en çok etkileyenler arasında Camilla Akrans, Michelangelo di Battista, Mert and Marcus gibi isimler var. Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? Üniversitede okuduğum bölümü bırakıp güzel sanatlar sınavına girip vazgeçecek kadar önemsiyorum. Ve hayatımın geri kalanında da hep olacağını düşünüyorum. Sadece bir hobi veya severek yaptığım bir uğraş değil. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? İlk hedefim okulumu bitirmek. Daha sonra zamanla hayallerimin peşinden gideceğim sanırım.


15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 19


20 | Boo! Say覺: 8


15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 21


R A F TA K İ L E R

Filmler: PARIS MANHATTAN - Bir adam düşünün ki, kendi gibi olmaktan hiç vazgeçmemiş, her an gerçekleri söyleyebilecek kadar cüretkâr ve ayrıca dürüst olabilmiş: Woody Allen. Bu ismi duymak bile güzel bir film izleyeceğinizin garantisini verir. Yüksek zekasını sadece eli değen filmlerden değil röportajlarında verdiği alçak gönüllü cevaplardan da anlayabilirsiniz. Her zaman hala canlandıran isim bu film oldu. şaşırılacak bir şeyler kaldığı- Woody Allen bu sefer nerenı tam da Woody Allen filmle- den çıkacak derken, Türk hayrini izlerken fark ediyorsunuz. ranları tarafından beklenen Biraz da nevrotik karakterle- İstanbul’da bir film umudu da rinden yola çıkarak özdeşleş- Paris Manhattan ile kayboldu. tirdiğimiz Woody Allen algısı Diyaloglar ve aforizmalarla süregelen filmlerle yerini sağ- ünlü senaryolarında değişen lamlaştırdı ve akıllarda hafif mekanlar olsa da, o tanı“kafadan” diyebileceğimiz bir dık tat ve his hiç değişmiyor. tanıma yol açtı. Oysa tam ak- “Hiçbir filmim hatırlanmayasine bu adam sadece “normal” cak” sözleriyle mütevazı açıkşeyler yapıyor. Hatta o kadar lamalarda bulunsa da, ne Wonormal ki, bazen bunun ne- ody Allen’ın ne de filmlerinin den bir film olabileceğini bi- unutulacağını hiç sanmıyorum. le düşünebiliyorsunuz. En son Bu kadar hatırlamanın üzeMidnight in Paris gibi, filmden rine siz Paris Manhattan vizhoşlanmamış çok az kişinin ol- yona girene kadar beklemeyi duğunu düşündüğüm bir ba- mi tercih edersiniz bilmiyoşarıdan sonra şimdi de Paris rum ama benim ilk işim adeta Manhattan ile şu durgun yaz bir başyapıt olan 1983 yapımı döneminde beni en çok heye- Zelig’i izlemek. -Ayşin

22 | Boo! Sayı: 8

ESARET - Kaçırıldınız ve sizi kaçıran muhtemelen “ruh hastasıyla” yaşadıklarınız aranızda bir bağ olduğunu düşünmenize neden oldu. Kaçırılan kişinin kendisini kaçıran kişiye karşı zaman içinde geliştirdiği duyguya Stockholm sendromu diyoruz. Peki nasıl oluyor da hayatını mahveden bir insana karşı bir şeyler hissedebilmek mümkün olabiliyor? Sanırım bunu başımıza gelmeden hiç anlayamayacağız. Esaret (À Moi Seule) filminde tam olarak böyle bir konudan bahsediliyor. 8 yıl Vincent tarafından esir edilen Gaelle bir gün Vincent’ın kendisini serbest bırakması ile özgürlüğüne kavuşuyor ve olaylar gelişiyor. Filmde bariz bir şekilde geleneksel Fransız ağırlığı ve kasveti hissediliyor. Bu hava sürekli geçmişle bugün arasında geri dönüşlerle dağıtılmaya çalışılmış. Olayların bahsedildiği anlarda, yani geçmişte Vincent’ın da içinde olduğu kısımlar kaybolan ilginizi canlandırıyor. Bu filmi izlerken kendinizi sık sık Gaelle’nin yerine koyabilir ve duygularını anlamaya çalışırken bulabilirsiniz. İyi ya da kötü her yaşanılanın insanlar için bir anlam ve değer oluşturduğunu örnekleriy-

le gördüğümüz filmde göze çarpan büyük bir aksaklık var ki, o da bazen çok karışık olan geçişler. İzlerken filmin hangi ara geçmişe geçtiğini hemen anlayamayabiliyorsunuz. Berlin Film Festivali’ne katılan bu filmi tercih etmekteki en büyük sebebim her zaman izlemeye değer bulduğum festival filmlerinden biri olmasıydı. Çoğumuzun aklında festival filmleri ağır ve sıkıcı olarak kodlanmış olsa da ben bazen sırf bu özellikleri nedeniyle festival filmlerini tercih ediyorum. Diğer bir sebep de festival filmlerinin çoğunlukla bana yeni favori şarkılar kazandırması. Filmle müziklerinin uyumunun filmin çok önemli bir parçasını oluşturduğunu düşünüyorum ve À Moi Seule’nin de film müzikleri filmin senaryosu ile sahneleriyle büyük bir ahenk içinde sizi içine alıyor. -Ayşin


R A F TA K İ L E R

Kitaplar: BİR GARİP VAKA: MATMAZEL P. - Mesmerizm; Franz Anton Mesmer isimli Avusturyalı bir hekimin beden manyetizmasını hipnotizmayı kullanarak yönlendirmesi temeline dayalı geliştirdiği bir teoridir. Bu tekniğin şu anda pek çok takipçisi var; ama başlarda bu tekniği kabullendirmek onun için hiç de kolay olmamış. Sevgili yazar Brian O’Doherty bu kitapta o zor dönemi Mesmer’in ilgilendiği bir vaka üzerinden anlatıyor. Aslında Matmazel P. de gerçekte var olan bir kadın ama roman tabi ki hayali kısımlar da içeriyor. Örneğin, romanımızda Matmazel P. Mozart ile tanışıyor ama gerçekte tanışmaları bu döneme rastlamamış. Kitapta sadece Mesmer’in düşüncelerine ve iç dünyasına şahit olmuyoruz, aynı zamanda Matmazel P. ile kör bir insanın duygularına, yaşama bakışına ve onun babasının gözüyle de 18. yüzyıl Viyana’sının saray entrikalarına dalıveriyoruz. Aslında Mesmer’i ilk anlatan yazar O’Doherty değil, Philip K. Dick, Edgar Allan Poe gibi yazarlar bu konuya öykü ve romanlarında değinmişler, ama ilk defa bir roman, bu kadar ayrıntılı tarifler ve özellikle duyularla ilgili anlatımlarıyla bu tekniği anlatıyor. O kadar çok Mesmerizm dedikten sonra bu cümlem garip gelebilir gerçi ama sadece dönem kitabı olarak bile okunmaya değiyor. -Gözde SİNEK ISIRIKLARININ MÜELLİFİ - Barış Bıçakçı adını Bizim Büyük Çaresizliğimiz filmini incelerken görmüştüm ilk kez. Bir daha da başka yerde karşılaşmadım; kendisi sessiz sakin ve hiç görünmeden yazıveriyor çünkü kitaplarını. İlk olarak Sinek Isırıklarının Müellifi ile okumaya başladım onu. Müellif yazar demekmiş, TDK öyle diyor, gerçi ben onun yalancı-

sı da olabilirim. Kısa cümlelerle kısa bir roman bu kitap. Mühendisten bozma bir yazarın ömrünün kısa bir parçasını anlatıyor. Ama bana daha çok Ankara’yı anlattı açıkçası. Bir şehir, o şehirdeki bir toplu konut ancak bu kadar ayrıntılı anlatılırdı sanırım. Hayattaki küçücük dertlere takılan, bu sürede dünyasını edebiyatla, sanatla dolduran Cemil’i anlamaya çalıştım 166 say-

fa boyunca. Anladığımı söyleyememeğim gerçi. Cemil’in bir yandan sakin, bir yandan arayıştaki ruh haline ortak oldum olmasına; ama daha çok

Ankara’da yerini tam olarak konduramadığım toplu konutları okudum romanda. Çok kısa, başta bağlantısız; ama bir sondan bir baştan yapbozu dolduran bölümler sonradan bir bütün oluverdiler. Cemil kitapta bir yerde İstanbul’da insanların dünyanın haline üzüldüğünü ama Ankara’da insanın sadece Ankara’nın haline üzüldüğünü söylüyordu. Doğrudur, kitabı okurken sadece Ankara’daki o toplu konuta üzülüyorsunuz mesela. Sadece yukarıdaki cümle değil, her bölümde altını çizmek isteyeceğiniz bir cümle buluyorsunuz romanda. Aramaya başlamak için zaman kaybetmeyin derim. -Gözde DUBLÖRÜN DİLEMMASI - Murat Menteş’i bilir misiniz? “Şiddete meyyalim, val-

lahi dertten” der hani Polis filminin afişinde. İşte Murat Menteş’le benim tanışmam oraya düşer. Ancak romanlarını okumam çok sonradır. Dublörün Dilemması, Murat Menteş’in ilk romanı. Nuh Tufan ile İbrahim Kurban’ın alengirli hikâyelerini anlatıyor. Hani ince oyunlarla yapılan küçük hikâyeleri gösteriyor bize. Şant Aj-ans gibi bir reklam ajansından, yaşam dublörlüğüne uzanan afili filintaların hayatından eğlenceli bir kesit veriyor. Çöplükte bulunan eşyaların satıldığı Çöplük, inanması zor hikayelere sahip antikalar barındırıyor içinde ve olaylara karışan insanlar dönüp dolaşıp bir yerde toplanıyor. Bir yandan hile hurdayla uğraşan, bir yandan hak adalet kavramları karşısında vicdan azabı çeken, başkalarının hayatını yaşarken, kendisini kıskanan orijinal bir albinonun öyküsü bu. Epigraflar ve ince vuruşları olan cümlelerle okuyanın kalbini tutan Dublörün Dilemması, yaşanan saçma olaylarla işin mizah tarafını da unutmuyor ve keyifle okutuyor kendini. Öyle olmadık zamanlarında öyle inceden atıfları var ki, yazarın zengin edebiyat dağarcığına, detaylara dikkatine hayran olmamak elde değil. Afili Filintalar ekibinden Murat Menteş, yazar dostlarına atıflarda bulunmayı da ihmal etmemiş ve diğerlerinin kitaplarına da ipuçları bırakmış. Bunları takip ederseniz yeni mecralara ermeniz de olası. Ve bu olasılık çokça keyifli sonuçlara götürecektir sizi. –Melis 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 23


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

edebiyat

Reşat Nuri Güntekin:

Romantik Bir Neslin Romancısı Ortaokul yıllarından beri aşina olduğumuz, televizyon camiasının ilgisi ile ekranlara bozularak, aşınarak, yıpranarak da olsa taşınan eserlerin sahibi Reşat Nuri Güntekin’den bahsediyoruz.

E

skiden, biz çocukken Aydan Şener ile Kenan Kalav’ın oynadığı bir “Çalıkuşu” vardı, ki dilerim yeni zaman anlayışıyla uyarlanmasın bir daha sinemaya, televizyona. Okumaya başlamadan önce biz onunla öğrendik Reşat Nuri’yi. Annemizin elinde gördüğümüz “Miskinler Tekkesi” ile devam ettik sonra. Ve bir de baktık ki karşımızda “Bir Kadın Düşmanı”! Her şey daha başkaydı sanki ben küçükken. “’Biz büyüdük ve kirlendi dünya’ teranesini söylüyor” diyenlere inat, öyle oldu gerçekten biraz da. Daha doğrusu, büyüdükçe gördük dünyanın ne menem bir şey olduğunu. Kirin pasın bizim hep baktığımız yerlerde olduğunu 24 | Boo! Sayı: 8

büyüdükçe anladık. Ama güzel şeylerin kıymetini de büyüdükçe anladık. Tıpkı Reşat Nuri Güntekin, Sait Faik Abasıyanık gibi okul zamanlarında, okul kitaplarında bilir bilmez okuduğumuz yazarlar gibi bazı güzellikleri de büyüdükçe kavradık. Yeni cumhuriyetin eski romantikleri 25 Kasım 1889’da askeri tabip Nuri Bey ile Lütfiye Hanım’ın çocuğu olarak Üsküdar’da dünyaya geldi. Kız kardeşi Reşide küçük yaşta hayata veda edince, tek çocuk olarak büyüdü. Babasının askerliği sebebiyle, tüm asker çocukları gibi bir sürü arkadaşı oldu bir sürü memlekette. İlkokula Çanakkale’de başladı. İzmir’de Frerler Okulu’nda

bir süre öğrenip görüp sonrasında İstanbul’da Saint Joseph Lisesi’ne terfi etti. Yükseköğrenimini Darülfünun Edebiyat Şubesi’nde tamamladı. Böylece 1912’de genç bir öğretmen hayata atılıyordu. O zamana kadar babasının zengin kütüphanesi ile kitaplar ve yazma ile aşinalığı oluşmuştu bile çoktan. 15 sene kadar çeşitli okullarda Türkçe ve Fransızca öğretmenliği, müdürlük görevlerinde bulundu. 15 senenin sonunda Erenköy Lisesi’nden öğrencisi Hadiye Hanım ile evlendi. Öğretmenlik yaparken edebiyatla da uğraşan Güntekin, ancak Birinci Dünya Savaşı sonralarında gerçekten yazmaya eğildi. O döneme kadar Eski Ahbap (1917), Hançer (1920) ve Eski Rüya (1922) gibi hikaye ve ti-

yatro eserleri yazan Güntekin 1922’de Çalıkuşu ile o dönemki Vakit gazetesinin tefrikaları sayesinde ünlendi. 1923-1924 yıllarında Mahmut Yesari ile birlikte “Kelebek” isimli mizah dergisini yayımladı. Çalıkuşu’nu ilk önce “İstanbul Kızı” adıyla bir tiyatro eseri olarak yazan Güntekin, istediği ilgiyi göremeyince yayına çıkmamış ve eseri tekrar çalışarak roman halinde yayınlatmıştı. Bu eserle tanınmaya başlayan yazar 1931’de Maarif Müfettişi oldu. 1939’a kadar bu görevine devam edip, 1939’da çocukluğunun şehrinden milletvekili olarak meclise girdi. 1946’ya kadar milletvekilliği yaptı. 1941’de Hadiye Hanım kızları Ela’yı dünyaya getirdi. 1947’de Memle-


Düşmanı”nda yüzleşo fırtınalı adamla?

Hep derler ki, kahramanları tek yönlüdür Güntekin’in. Sadece Feride bile tek yönlü olmadıklarını görmeye yeter. Bir yandan sevilmeye âşık uçarı bir Çalıkuşu, bir yanda gururu ile öfkesi ile çevresindeki dünyaya kafa tutan muallime Feride, bir yanda munis bir anne şefkati ile Munise’yi kucaklayan kadın Feride. ket gazetesini çıkarmaya başladı ve sonra Milli Eğitim’deki müfettişlik görevine geri döndü. 1950’den 1954’e kadar UNESCO Türkiye temsilcisi ve öğrenci müfettişi olarak Paris’e gitti, burada Kültür Ataşeliği yaptı. Emekli olunca İstanbul Şehir Tiyatroları’nda bir süre edebi heyet üyeliği yapan Güntekin, akciğer kanseri teşhisi konulunca tedavi için Londra’ya gitti, ancak hastalıktan kurtulamadı ve 7 Aralık 1956’da öldü, 13 Aralık’ta Karacaahmet Mezarlığı’na defnedildi. Evinin olduğu sokağa “Çalıkuşu”, Kadıköy’de, İzmir’de okullara, İstanbul’da bir tiyatro sahnesine ismi verildi.

İnsan ki, hislere tercüman kelimeleri vardır Anadolu insanını (Bu deyimi hiç kavrayamayacağım zannımca, bu Anadolu insanı kimdir, bu durumda biz Trakya insanı mı oluyoruz? Niye bir Anadolu insanı var da bir Trakya insanı yok literatürde?) iyi tanıyan, güzel anlatan yazarlardan kabul edilir. Buna insan hallerini bilen ve anlatabilen demek daha doğrusu olur zannımca. İnsanların sıkıntılarını, hayat mücadelelerini günlük konuşmalarının içinde okunur hale getirmenin ustalığındadır Reşat Nuri. Roman, hikaye ve tiyatro oyunları yazan Güntekin konuşma dilini ustaca kullandığı eserlerinde artık günümüz dilinde yerleri hızla kaybolan pek çok kelimeyi kullanmasına rağmen kolay okunan, anlaşılan yazarlardandır. Milli Eğitim Müfettişliği yaptığı sırada Sabahattin Ali’nin “Kuyucaklı Yusuf”u için açılan davaya bir rapor hazırlamıştır. Bu raporla Sabahattin Ali’nin kıymetli ve okunası, okutulası bir yazar olduğunu, yazarın toplumun her zaman iyi yanlarını değil, kötü, eksik taraflarını da yansıtmakla sorumlu bir kişi olduğunu belirtmiştir.

Sen yine de bir parça benimdin… Dedim ya, bizim çocukluğumuzdur Çalıkuşu, Feride’nin Kamran evlendiğinde söylediği sözdür o çocuk aklımızla bile bizi etkilemiş ve de hep etkileyecek olan, “Bütün olan, geçen şeylere rağmen sen yine bir parça benimdin”. Bir aşkın, sevilmeyi sevmenin hikayesini dönemin zorlu koşulları içinde ayakta durmaya çalışan genç bir öğretmenin (nam-ı diğer muallimenin) öyküsünde anlatmıştır bize Güntekin. O kara çarşaflı kadının, “Hişt, hişt, küçük hanım” diye “Sabahattin Ali kanaatimce seslenerek Feride’nin hayatını son neslin hikayecilerinin en kuvvetlisidir ve ‘Kuyucaklı Yukararttığı, bir anda Feride’yi büyüterek kararlı bir genç ka- suf’ romanı memleketimiz ve dına dönüştürdüğü sahneyi edebiyatımızın yüzünü ağarhangimiz unutabiliriz ki? Han- tacak kıymetli bir sanat eseridir. Zararlı bir tarafını göregi okuru, Miskinler Tekkesi’nin koca kafalı kahramanını unu- medim. Mevzubahis tenkitler tur? Hangimiz okuyup da “Bir bugün el üstünde tutulan Av-

rupa şaheserlerinde gördüğümüz (aynı mevzulara ait) tenkitlerin yanında son derece masum ve küçük kalır. Yalnız bir şahsın ve bir romanın değil, memleketimizde ilerlemesi lazım bir büyük ve faydalı sanatın da davasını gören cumhuriyet adliyesinden zaten zayıf olan Türk romanının cesaretini kıracak bir karar çıkmayacağını kuvvetle ümit ederim.” diyerek yer yer tenkit etmiş olsa da Sabahattin Ali’nin hakkını sahibine teslim eder. Ancak her ne demiş olursa olsun, Ali’nin acı sonu değişmez. Reşat Nuri Güntekin bir yandan müfettişlik ve ataşelik görevlerini yerine getirirken bir yandan da yazar. Eserlerindeki karakterler için bir otoriteye karşı savaş unsuru her zaman önemli bir yer tutmuştur. Bu savaş, toplum için yönlendirici olmanın bir örneğidir. Yazarın önemli bir özelliği de yazdığı her eser için önce bir kurgu belirliyor oluşudur, söylediğine göre… Önce karakterleri, olayları, mekanları belirler, sonra yazmaya başlar. Bir hikayeyi, romanı yazmaya başladığı zaman onun sonu kafasında bellidir. Günümüz yaratıcı yazarlık teknikleri eğitiminin sık sık anlattığı mevzudur bu. Kurgunun baştan belirlenmesi ve detayların o çerçeve içine alınması. Bu işin eğitimini almadan da böyle çalışan yazarların (hele hele yirminci yüzyıl başında) bulunması ne kadar özenli olduklarının göstergesi değil midir? Bu özenli yazar, çok sayıda tefrika, roman, tiyatro eseri ve öyküleriyle 100’ü aşan eser vermiştir. Ancak ticaret anlayışına sahip olmayan pek çok eski toprak gibi, Güntekin de bu eserlerinden hatırı sayılır bir gelir elde etme şansını yakalayamamıştır. Kendisine borcu olan yayınevlerinin önünden geçmediğini, görürlerse Reşat Bey borcumuzu hatırlatmak için önümüzde dolaşıyor diye düşünecekleri sebebiyle yolunu değiştirdiğini

ı ğ ı d z Ya r e l r e Es Çalıkuşu, Gizli El, Damga, Dudaktan Kalbe, Akşam Güneşi, Bir Kadın Düşmanı, Yeşil Gece, Acımak, Yaprak Dökümü, Değirmen, Kızılcık Dalları, Miskinler Tekkesi, Harabelerin Çiçeği, Avrupa Yakası, Son Sığınak, Kan Davası, Ateş Gecesi, Gökyüzü, Eski Hastalık, Kavak Yelleri, Anadolu Notları, Balıkesir Muhasebecisi, Hülleci, Roçild Bey, Eski Ahbap, Sönmüş Yıldızlar, Tanrı Misafiri, Leyla ile Mecnun, Olağan İşler, Aşk Mektupları, Hançer, Eski Rüya, Ümidin Güneşi, Gazeteci Düşmanı, Şemsiye Hırsızı, İhtiyar Serseri, Taş Parçası, İstiklal, Eski Şarkı, Tanrıdağı Ziyafeti, Bir Köy Öğretmeni.

a m k Ta r a l d A Hangi düşüncelerle bilinmez, pek çok takma isimler kullanmıştır Güntekin yazılarında. Bunlardan bazıları: “Hayrettin Rüştü”, “Sermet Ferit”, “Mehmet Ferit”, “Cemil Nimet”, “Ateşböceği”, “Ağustosböceği”, “Yıldızböceği”, “çiğdem”, “fakir”, “karakuş”, “saksağan”, “yarasa” ve “r. n.” anlatır kızı Ela Güntekin. Bütün eserleri ölümünden sonra, eşi tarafından, bir külliyat halinde yeniden bastırılmıştır. O ki, bize Türk edebiyatını öğretenlerden, sevdirenlerdendir, hep okunsun, anlaşılsın, kıymeti bilinsin dileğimizdir. 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 25

Bitti.

Kadın medik


Ant Uğurdağ antugurdag@gmail.com

biyografi

Cristopher McCandless:

Gezgin Ruhu Gezgin olmak için kendinden uzaklaşman gerekir; bağlı olduklarından arınman ve hayattan önce kendin ile yüzleşmen gerekir. Yanına aldığın kano, bisiklet, motosiklet, otomobil, karavan, sırt çantası, silah, üstündeki ve sırt çantandaki giyecekler ile yiyeceklerin hayatın için elzem olsa da hepsinden arınman gerekir. Çünkü gezgin çıplaktır, tıpkı dünyaya geldiğinde çıplak olduğu gibi, ayrılacağı bu misafirhaneden yine çıplak gideceğinin bilincindedir.

D

oktorun bebeğin kalçasına vurduğu ilk tokatla gelen ağlama aslında, bebeğin ciğerlerine hücum eden oksijenden hafif yanmasından dolayı duyduğu acı ve dış dünyaya bir “merhaba” deyişidir. Dış dün26 | Boo! Sayı: 8

ya ile ilk selamlaşmadan aylar sonra gördüğü ilk ışık kakofonisi ‘dış bilinç’ sistemini çalıştırır. Nesillerden nesillere aktarılan iç bilincin aksine dış bilinç; çevreden, aileden ve toplum düzeninden, alınan eğitimden ve ideolojik te-

amüllerden doğrudan etkilenir. Sanayileşme sürecinin tamamlanıp, internet ve teknoloji nimetleri ile yaşamın, iletişimin bu denli kolaylaştığı bir çağda aslında insana düşen “rol” her geçen gün daha fazla azalmakta. Bundan kasıt; eskiden emek harcanarak, özveride bulunarak ulaşılan ya da ulaşılması oldukça zor olan şeyler, artık sadece bir “tık” uzağımızda ve bir “tık” ile kapımızda. Yaşamın kolaylaşması ve artan bireysellik ile yükselmek için birilerinin omuzlarına basarak sıçramak kanıksandı, hatta bunu yapmayanlar yadırganmaya başlandı. Tüm bu canhıraş hengame aslında modern insanın kendine yabancılaşmasını körükleyen ve umarsızca kaynayan dipsiz bir cadı kazanına dönüştü. Öyle ki

insanın tüm idealleri, hevesi, naifliği, edindiği tüm rol modelleri, kafasındaki aşk tanımı, inandığı doğruları ile toplum düzeni ve daha birçok kavram, bu yapay hamur çorbasının şekillendirdiği yönelimlerle oluşuyordu. Gerisi yalandı ve uçsuz bucaksız doğaydı, sadece ve sadece doğa! Özgürlük içimizde, tutsaklık da yanı başımızda 24 yaşındaki doğa sevdalısı gezgin Cristopher Johnson McCandless da aşağı yukarı böyle düşünüyordu işte. Hali vakti gayet yerinde yüksek eğitim sahibi ebeveynlere sahip bir ailenin, kız kardeşiyle beraber iki çocuğundan biriydi. Tarihler Mayıs 1990’ı gösterdiğinde oldukça prestijli bir okul


“Sanayileşme sürecinin tamamlanıp, internet ve teknoloji nimetleri ile yaşamın, iletişimin bu denli kolaylaştığı bir çağda aslında insana düşen ‘rol’ her geçen gün daha fazla azalmakta.”

olan Emory Üniversitesi’nden “yüksek onur öğrencisi” olarak mezun olmuştu. Fakat kafasında çoktan kapitalizm ve onun aracı olan parayla köprüleri atmıştı. Ailesi kendisine yeni bir araba almak ve gelecek inşa etmek için hazırlanırken kendisi tüm bunları elinin tersi ile itti. Öğrenim hayatı boyunca biriktirdiği kendine ait olan 24.000 dolarlık tüm birikimini OXFAM hayır kuruluşuna bağışladı. Öğrenci evini boşaltmaya hazırlanırken, tüm kredi kartlarını imha edip adresine gelecek postaları da merkeze yönlendirerek ailesinin kendisini bulmasını geciktirecek iki üç ay daha kazandırdı. Tası tarağı topladığı gibi eski Datsun marka arabasıyla çöl yoluna vurdu kendini.

Yaban hayatının uçsuz bucaksız özgürlüğü Bir noktadan sonra eski emektarını terk edip, cebindeki tüm banknotlarını ve kimliklerini yaktı. Artık Cristopher McCandless değildi, (kendine taktığı yeni isim olan) Alexander Supertramp olmuş idi. Amacı Alaska’ya gitmekti! Gidene kadar çeşitli macera ve badireler atlattı. Kuzey Kaliforniya’da Jan Burres ve Rainey isimli hippi bir çiftle tanıştı ve bir süre onlarla kaldı. Eylül olduğunda Güney Dakota, Carthage’de çalışmak için bir süre gezisine ara verdi ve Wayne Westerberg’in yanında çalışmaya başladı. Ne var ki Westerberg’in uydudan kaçakçılık yaptığının açığa çıkması ve federaller tarafından yakalanmasıyla tekrar işsiz kaldı ve yoluna devam etmek zorunda kaldı. Colorado Nehri’ne vardığında, nehri kano ile aşmak istedi fakat milli parktaki korucular kano lisansı olmayanın gitmesine izin verilmediğini, eğer gitmek istiyorsa listeye adını yazdırması gerektiğini söylediler. Sıranın kendisine ancak 2003 yılında geleceğini öğrendikten sonra, sistemin saçmalığına bir kez daha güldü. Doğa oradaydı, özgür irade de içinde, öyleyse hiçbir liste veya şekilsel kural kendi öz benliğinden üstün olamazdı! Kanosuna atladığı gibi nehri aşmaya başladı, yolda onun gibi maceraperestlerle karşılaştı ve nehir devriyesiyle sık sık köşe kapmaca oynadı. Sonunda baraj kapaklarının arasından Meksika sınırından içeri girdi. Bir kum fırtınasında kanosunu kaybettikten sonra tekrar yürüyerek Birleşik Devletler sı-

nırından içeri girdi. Otostop yapmak çare olmayınca, kaçak olarak Los Angeles yük trenlerine atladı. Kısa bir süre sonra kaçak bindiği tren yolu polislerince anlaşıldı ve trenden indirilerek feci şekilde dövüldü. Hızlı yemek lokantalarında çalışarak yine Alaska yolcuğu için para toplamaya da bir yandan devam etti. Aralık 1991’de Kaliforniya’nın Imperial Vadi bölgesinin Slab şehrinde, Jan ve Rainey çiftiyle tesadüfen tekrar karşılaştı. Bu küçük hippi karavanlarından oluşan bölgede Tracy Tatro isimli bir kızla kısa süreli bir yakınlaşma yaşadı ve diğer insanlarla kaynaşması da fazla sürmedi. Fakat aklından Alaska fikri hiç çıkmıyordu. Dostlarının üzüntü ve ısrarlarına rağmen Alaska’ya kesin dönüşe başladı. Alexander Supertramp ve Magic Bus Kaliforniya’daki Salton Şehri yakınlarında kamp kurduğu sırada, ordudan emekli Rob Franz ile karşılaştı. Yaşlı adam orduda bir askerken ailesini bir trafik kazasında kaybetmişti. Bu asi genci evine konuk etti ve boş zamanlarında küçük amatör deri atölyesinde çalışmalar yapan Franz bu sanatın tüm inceliklerini ve seyahatinde işine yarayacak deri kemer yapımını McCandless’a öğretti. Birkaç ay Franz ile kaldıktan sonra bu yaşlı ve babacan adamdan ayrılmanın zorda olsa vakti gelmişti, her ne kadar gitmesine üzülse de Franz’ın elinden başka bir şey gelmiyordu. Eski kamp ve seyahat eşyaları, balık oltası ile ağlarını bir hediye olarak ona verdi. Franz vedalaşmadan

önce, McCandless’ı eğer kabul ederse evlat edinebileceğini söylese de, “bu teklifini Alaska gezisi sonrası konuşalım” diyen genci fazla üstelemedi. Başlarda Alaska’da bir gezi grubuna katıldı ancak grup lideri Jim Gallien tarafından gruptan kovulunca kalan yola yalnız devam etmek zorunda kaldı. 4 ay sonra Mayıs 1992’de Denali Ulusal Koruma Parkı’nda “Alaska FairBanks” belediyesi etiketi şeritli terk edilmiş eski bir gezi otobüsünü kamp meskeni edindi. Şansına ki içinde eski bir yatak, soba ve birkaç kap kacak da vardı. Yanında getirdiği sadece; 5 kilo pirinç, yabani patates tohumları, .22 kalibrelik dürbünlü av tüfeği ve mermileri, bir fotoğraf makinesi, av malzemeleri ve not defteri ile düşünsel hayatını oldukça etkileyen Jack London, Leo Tolstoy, Thoreau, Mark Twain, Lord Byron gibi sevdiği yazın üstatlarına ait başucu eserleri vardı. Alexander Supertramp yine hayata karşı nüktedanlığını hiç bozmadan kaldığı külüstür otobüse de “Magic Bus” adını verdi. Artık kendi mabedine ve hayatına hizmet eden yalnız bir mürit gibiydi. Yanında getirdiği pirinç ve civardaki sincap gibi küçük hayvanlarla beslenmeye devam etti. Av tüfeğiyle avladığı geyikten elde ettiği etleri muhafaza edemediği için bundan da yararlanamadı ve bu yaptığı hatadan dolayı oldukça pişman oldu ve bir daha tekrarlamadı. Magic Bus’a yerleştikten 4 ay sonra hayat şartları onun için oldukça çetinleşti. Mevsimin kışlamasıyla civardan uzaklaşan hayvanlar besinsiz kalmasına neden oldu ve eldeki 15 Ağustos-15 Eylül 2012 | 27


McCandless’ın 1990’lı yıllardaki Kuzey Amerika’dan Alaska’nın ücra yabanıllarına kadar süren hikayesini; yazar, marangoz ve emekli bir dağcı olan John Krakauker’ın, kendisini onun gençlik anılarıyla özdeşleştirmesinden dolayı 1996 yılında kaleme aldığı “Into the Wild” isimli kitapta ölümsüzleştirmiştir. Bu kitaptan yola çıkarak hikayeyi senaryolaştıran ünlü oyuncu Sean Penn

yine aynı isimde biyografik sinema filmini 2007 yılında beyaz perdeye sunarak iki altın küre ödülü adaylığına layık görülmüştür. Pearl Jam grubunun usta solisti Eddie Vedder ise filmin şarkılarının yer aldığı albümde, “Hard Sun” ve “Society” ve “Guaranteed” adlı parçaları seslendirip önemli katkılarda bulunmuş ve “Guaranteed” parçası film ile en uyumlu orijinal parça seçilmiştir.

Not: Yazıdaki fotoğrafların bir kısmı McCandless’ın hikayesini anlatan Into the Wild filminden alınmıştır. 28 | Boo! Sayı: 8

Gerçek mutluluk paylaşılırsa, sonsuza kadar genç kalınır Başucu kitaplarını okumaya devam etti. Yaptığı bu yolculuk sayesinde aile kavramına ve gerçek mutluluğa ulaşmanın mümkünatı konusunda değişen ve aydınlanan düşüncelerini, onunla beraber ailesine

geri götürmesine engel olan amansız nehre ve onu zehirleyen tohumlara lanet okumak yerine otobüsünün bir köşesine adı-soyadı, kendine verdiği takma adı ve doğum tarihini de yazarak altına şu notu iliştirdi: “Mutlu bir hayat yaşadım, bu yüzden tanrıya minnettarım. Hoşça kalın! Tanrı hepinizi kutsasın!”. Kendi elleriyle çizdiği özgür kaderin acıklı sonunu metanetle kabul ederek, Magic Bus’taki döşeğine uzanıp mavi gökyüzüne ve dans eden bulutlara dönerek soğuk ölüme tebessümle kucak açtı… McCandless’ın belki de yaptığı en büyük hata yanında hiçbir harita, pusula gibi yön bildirgeci almaması ve çevresinde ona onlarca kilometre uzakta olmalarına rağmen geyik avcılarının kulübelerini fark etmemiş olmasıydı. Ağustos 1992’de ölümünün ardından cesedi , 18 gün sonra bölgede ava çıkmış olan geyik avcıları tarafından bulundu. Vasiyeti üzerine kız kardeşi Carine, yakılan cesedinin küllerini uçaktan Alaska’nın dört bir yanına savurmuştur.

Bitti.

Özgürlüğün Güncesi

pirinç kaynağının azaldığının baş göstermesiyle günden güne kilo kaybetmeye başladı. Son çare olarak yediği ve doygunluk hissini yok edip tedavi edilmediği takdirde yemeklerin sindirilmesini önleyip felç ederek ağır ağır öldüren hedysarum alpinum (Eskimo patatesi) tohumlarını yedi. Elindeki botanik kitabından tohumların türünü kontrol ettiğinde artık yaptığı hatayı telafi edip, geriye dönmek için çok geçti. Bölgeye ilk geldiğinde üzerinden yürüyerek geçtiği küçük dere kaynağı artık daha geniş, derin ve buz gibi su akıntılarıyla akan bir nehir olmuştu! McCandless artık bir şeyin farkındaydı, “mutluluk ancak paylaşıldığında gerçekti”.



“Otogarlar benim için asla kavuşma mekanları olmadı, kimse beni otogarda karşılamadı. Yalnız çıktım yola, yalnız vardım gideceğim yere. Çevremdeki insanlar ise tam tersi, cümbür cemaat geldiler, oradan yolcu sayısı kadar fazla kişiyle ayrıldılar. Kucaklaşmalar, dakikalarca el sallamalar, yolculuğa bile şık giyinerek çıkmalar ne kadar da yabancı bana. Otobüs perdesinin ardına saklanıp insanları izlerim bu yüzden. Serviste takip eder, adeta evlerine bırakırım onları. Sonra topladığım malzemelerden kötü hikayeler yazar, otogardaki yalnızlığımı depreştiren bu insanlardan kendimce intikamımı alırım. Ardından yeni yalnız vedalara ve yalnız kucaklaşmalara merhaba...”


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.