Boo! Üçüncü Dönem, Sayı 1

Page 1

Üçüncü Dönem, Sayı 1 15 Eylül - 15 Ekim 2013 boodergi.com

SATTAS

vokalist Orçun Sünear ile direnişi konuştuk:

bANDİSTA

“Bir hareket varsa orada olmaya çalışıyoruz.” kentsel mevzular:

Kamusal Alan / Agorafobi Referandum ve Mimari diğer röportajlar:

Ulaş Tosun Göğe Bakma Durağı projesi 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses

“80’den sonra doğmuş herkesten özür diledim kendi sayfamda.” Masis Aram Gözbek ile yeniden:

Boğaziçi Caz Korosu “Çapulcu musun vay vay!” olaylı bir röportaj teşebbüsü:

Arascan Dönmez

Dahası: Lana Del Rey __ Europe__ Steve Jobs __ Woody Allen __ Yusuf Atılgan __ Vivian Maier __ Ken Kesey


“BİZİ DE GÖRÜN ARTIK!”

Boo! dergisi artık iPhone ve iPad ekranlarından da okunabiliyor. Denemek için aşağıdan buyurun:

Gücünü Issuu.com’un teknolojisinden alan bu hizmet ne yazık ki sadece iOS işletim sistemli cihazlar için geçerli. Android ve Windows Phone’da okuma tecrübesi sıkıntılı olabiliyor. Düzelmesini ümit ediyoruz...


Önsöz

Maddi Manevi lay lay...

S

elam, yine biz. Bir yıl öyle dergisizce dolaşmak başımıza vurdu, biz de ekibi yeniden toparladık. Toparladık derken, lafın gelişi değil elbet. Boo!’nun ikinci döneminde birlikte tereyağından kıl çeker gibi iş yaptığımız ve ayıracak vaktinin olduğunu düşündüğümüz 15 kişiyi bir araya getirmeyi başardık. Dolayısıyla bu dönüş, tam anlamıyla…

çekmiş biriyim neticede. Hal böyle olunca, 8 yıllık amatörlüğü kıracak bir devinimden söz etmek mümkün olmaz. İkincisi, bugüne dek okur sayımız hep çok düşük oldu. Bu kadar az kişi tarafından bilinip okununca, varsayalım girişken olsak, o devinimden söz edebilsek, bu sefer okur sayımız kilitleyecek bizi reklam veren firma karşısında.

Nasıl başlayacağımı bilemediğim için, ikinci dönem ilk sayıdaki önsözden biraz araklama yaptım. İkinci döneme başladığımızda 24 kişi olduğumuzu düşünürsek, şimdiki 15 kişi oldukça az kalıyor. Ama yine de bu dönüş tam anlamıyla bir geri dönüş oldu! Çünkü bu sefer biraz değişik oynuyoruz, az kişi ile de eksiksiz bir dergi çıkarabilmeyi planlıyoruz.

Manevi İşte bu yüzden bu üçüncü dönemin ilk sayısı da aynı öncekiler gibi, yüzde yüz amatör ruhla yapıldığı gibi, aynı zamanda yine hiçbir maddi getirisi olmamasıyla da yüzde yüz amatör. Hatta anlatayım mı, bu yaz birçok şey üst üste geldi. Hepimizin hayatını etkileyen Gezi Parkı direnişi, web sitesinin bitmesi gereken müşteriler, arka arkaya gelip bitmek bilmeyen seyahat ve tatiller, Boo!’nun yeni web sitesinin tasarımı ve birkaç tane dikkat dağıtıcı detay yüzünden ilk sayıyı inşaat artığından pek fazla temizleyemedik. Dergiyi gününde yetiştirebilmek için haber sayfalarından vazgeçtik, son 1 yılda neler olduğunu anlatan dev dosyamızı rafa kaldırdık. Yeni tasarımda kimi noktalar (mesela renk seçimleri) henüz oturmadı, bodoslama daldık. Üçüncü döneme BOMBA gibi bir giriş yapmak isterken son dakikada almak zorunda kaldığımız bu kararlar üzücü oldu. Ama sevindirici olan şey, ikinci dönemin ilk sayısı ile yedinci sayısı arasındaki fark. Gelecek sayıda, olmadı ondan sonraki sayıda bu eksikler oturur, sanatımızı hakkıyla icra etmiş oluruz. Üçüncü dönem için ağzımızda “reklam”, “sponsor”, “gelir”, “gider” gibi kelimeleri gezdirsek de, Boo!’yu hazırlarken kendimize sorduğumuz “neden?” sorusunun cevabı bir müzisyenin beste üretip çalıp kaydetmesiyle, bir kısa filmcinin elinde kamera, yönetmenlik yapmasıyla,

Maddi Son 1 yılda üç iş değiştirdim, en son işsiz kaldığımda aynı zamanda Kamer de işsiz kalmıştı, kendisine “İzmir’e yerleş, burda dergiyi kuralım ehuehue” şeklindeki şakacı yaklaşımım, tarafından oldukça ciddiye alındı. Tabi ki İzmir’e yerleşmedi ama geçtiğimiz Mayıs başından beri “Artık mesai saatlerimizi sadece dergiye ayırarak nasıl geçim sağlayabiliriz?” sorusunun cevaplarını arıyoruz birlikte. Yani anlayacağınız sevgili okurlar, üçüncü dönemde nihayet 3-4 kişinin gerçekten kendini adadığı, hatta işler iyi giderse ele avuca kağıt formunda bile gelebileceği gerçek bir derginin tohumlarını atmaya uğraşıyoruz. Tabi öncesinde birtakım sorunlarımız var. Birincisi, hiçbirimiz dergiye reklam alacak ya da sponsor bağlayacak girişkenlikte değil, profesyonellikte hiç değil! Geçen ay KOSGEB’in binasına şort, tişört ve sırt çantası üçlemesiyle girmiş, bütün pantolonlu gömlekli bakışları üzerine

yazdıklarını harıl harıl yayınevlerine kabul ettirmeye çalışan yazarla yaklaşık olarak aynı. Biz kendimizi en iyi, dergi çıkararak ifade edebiliyoruz, hatta kimi zaman ileri gidip dergi çıkarmayı “sanatımız” olarak görüyoruz. Üçüncü dönemin bu ilk sayısı, aynı zamanda toplamdaki 55’inci sayımız. Halen daha dergi çıkarmaya deliler gibi açız. Bu açlık dergiyi en azından bir defa matbaada basana kadar en üst seviyede devam eder. Dergiye tam mesaisini harcayanların hayatlarını idame ettirdiği müddetçe de dergiyi uzun yıllar devam ettirir. Mühendislikten sıkılıp sarıldığım web tasarım işinde de en son çalıştığım yerde aklımdan “mutluluk web tasarımda da değilmiş, mutluluk sanırım kendi bağımsız dergini çıkarmaktaymış!” düşüncesi geçmişti ne yalan söyleyeyim. En sonunda o mutluluğu yakalayarak haklı olduğunu görmek, benim olduğu kadar bütün ekibin de kendi kendine temennisidir herhalde.

Yine bütün sayfayı silme yazıyla doldurduk. Neyse, bu daha başlangıç...

Hep aklımızın bir yerinde Biz kendi derdimize düşmüşken, bizim derdimizin yanlarında “devede kulak” kalacağı acılar yaşıyor Türkiye’nin en az 8 yerindeki insanlar. Kaybettikleri isimler aklımıza kazındı, bundan sonra asla unutmayız. Adalet bu ülkeye geri dönene kadar da sık sık isimlerini anmak görevimizdir: Abdullah Cömert, burada! Mehmet Ayvalıtaş, burada! Ethem Sarısülük, burada! Ali İsmail Korkmaz, burada! Medeni Yıldırım, burada! Mustafa Sarı, burada! Ahmet Atakan, burada! Ve son olarak Kadıköy’deki yerleşim alanlarına atılan yoğun biber gazı sebebiyle 14 Eylül günü hayatını kaybeden, Shaft Bar’ın tonmaysteri, kalp hastası Serdar Kadakal, burada! Alper Demirci

3


Ne Var Bu Ay?

4

15 Eylül 15 Ekim 2013 Dönem: 3 Sayı: 1

12

16

Sattas

Bandista

Türkiye’de reggae dendiğinde akla gelen ilk gruplardan Sattas adına vokalist Orçun Sünear ile konuştuk.

Hak arama mücadelelerinin olmazsa olmaz bandosu Bandista, eylemlerle dolu günlerde Boo!’ya konuk oldu.

20

26

Boğaziçi Caz

Ulaş Tosun

“Çapulcu musun vay vay!” performansı ile direnişin vazgeçilmezlerinden olan koro yeniden Boo!’da.

Fotomuhabiri Ulaş Tosun, kendi hayatında fotoğrafın kaleme karşı olan üstünlüğünü anlattı.


Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Alper Demirci

Fotomuhabirler Rıza Şahin Pınar Derin Gençer

Yazı İşleri Müdürü Kamer Yılmaz

İllüstrasyon Dilem Serbest

30

34

Bu Sayıda Yazanlar Ali Hıdımoğlu, Alper Kara, Armağan Kanca, Büke Sevindi, Furkan Emir, Gökçe Altınbay, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Melis Mine Şener. Katkıda Bulunanlar F. Berkay Aşkaroğlu, Günhan Oral, Şener Soysal, Umut Altun Kapak Fotoğrafı Pınar Derin Gençer Arka Kapak Dilem Serbest

Arascan Dönmez

Göğe Bakma Durağı

22

42

7 Pink Floydlar ve 2 Prenses

Lana Del Rey

Dizin 7 Pink Floydlar ve 2 Prenses, sf. 22 Arascan Dönmez, sf. 30 Bandista, sf. 16 Boğaziçi Caz Korosu, sf. 20 Europe, sf. 44 Göğe Bakma Durağı, sf. 34 Guguk Kuşu - Ken Kesey, sf. 56 Kamusal Alan / Agorafobi, sf. 36 Küstah, sf. 10 Lana Del Rey, sf. 42 Melek Tozu, sf. 7 Mervecan Saral, sf. 8 Referandum ve Mimari, sf. 40 Sattas, sf. 12 Steve Jobs, sf. 46 Ulaş Tosun, sf. 26

54

Vivian Maier

Vivian Maier, sf. 54 Woody Allen, sf. 48 Yusuf Atılgan, sf. 52

Boo!

Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Mühim adresler: http://boodergi.com http://issuu.com/boodergi http://facebook.com/boodergi http.//twitter.com/boodergi Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez.

Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com

5


GİRİŞ

İzlenim

Armağan Kanca

anlattı. Her yer beton yığını olmuştu. ‘Young Lust’ ile gerçekten ‘edepsiz bir kızı’ yanı başlarında istediler. Albümde hiç toz kondurmadığım ‘One My Turns’ ile bir cinnet anının fotoğrafını yakaladılar. ‘Another Brick in The Wall’un bir diğer bölümünde, politik mesajların gösterildiği cam ekranı defalarca tuzla buz ettiler. Tabii bu sırada duvar da yavaş yavaş örülüyordu.

Roger Waters - The Wall 4 Ağustos 2013 İTÜ Stadyumu

Artık aramızda duvarlar yok 4 Ağustos 2013 günü hayatımın en iyi konserine gittim. Bundan önce Whitesnake, Def Leppard, Deep Purple, Judas Priest, Alice Cooper ve Iron Maiden gibi grupların konserlerinde bulunmuştum. Ama 4 Ağustos günü yaşananlar daha öncekilerle kıyaslanabilecek bir şey değildi. Burada bahsedilen, bir konsept albüm nasıl olur ve bu yapıyı nasıl teatral bir şova dönüştürürüzün cevabıydı. 70’li yılların; ELP, YES, ELO, The Alan Parsons Project, The Jethro Tull, Rush ve Kansas gibi hikaye anlatıcılarını dahil ettiğimiz bir listede, Kraliyet Britanyası’nın dirhem dirhem satıldığı çağa vurgu yapan Genesis ve grubun eski üyelerinden Syd Barret’in dünyaya karşı ördüğü duvara dayanarak oluşturulan hikayeyi anlatan Pink Floyd diğer gruplardan ayrı bir yere sahipti. Progressive rock nedir sorusunun cevabı olan Genesis’in Selling England by The Pound albümünü (büyük bir mucize olmazsa) hiç canlı dinleyemeyeceğiz ancak The Wall konserini kanlı canlı görmek bize bu mahrumiyeti uzunca bir süre unutturacağa benziyor. 70 yaşındaki Waters bir daha böylesine uzun bir turne (3 yıl) bir daha gerçekleştirir mi bilinmez ama gitmeyen çok şey kaçırdı orası net.

6

Klişeleşmiş tabir olan ‘her kuruşuna değdi’ lafını ancak, albüm sırasında herkesle papaz olmayı ihmal etmeyen mükemmeliyetçi insan Roger Waters sağlayabilirdi. Gelelim konsere. İTÜ Stadyumu’na daha önce hiç gitmemiştim ve ambiyansın nasıl olacağını tahmin bile edemiyordum. Sahneyi görür görmez, gecenin müzikseverler için çok vahşi geçeceği üç aşağı beş yukarı belli olmuştu. Albümdeki en sevdiğim 5 parçadan birisi olan ‘In the Flesh?’ ile açılan konserde, maket uçağın havada süzülmesiyle birlikte örülen duvarın bir kısmı yıkıldı. ‘The Thin Ice’ ile Hrant Dink, Uğur Mumcu ve Adnan Menderes’in fotoğraflarını duvarda gördük. ‘Another Brick in the Wall’ girer girmez öğretmenlerin korkunç dev kuklalarını ve onu def etmek isteyen öğrencilere şahit olduk. Akabinde Waters’ın Türkçe “bu çocuklar için…” dediği, hayatının baharındaki çocuklar Gezi’den çıktıkları yolda bizi artık çok farklı yerden izliyorlardı. ‘Mother’ bize George Orwell’ın yazdığı ‘1984’ romanının mottosuna götürüyordu: kameralarca denetlenen dünyada Big Brother is watching you! ‘Goodbye Blue Sky’, dini kendi çıkarlarınca kullanan şarlatanlara tokadı yapıştırıyordu. ‘Empty Spaces’ ile insanların doğayı nasıl mahvettiğini animasyonlarla

Konserin ikinci yarısı başlamadan, Gezi’de vefat eden gençlerin de olduğu fotoğrafların eşliğinde ‘Her Yer Taksim Her Yer Direniş’ sloganları atıldı. Roger Waters daha önce Gezi olaylarındaki hassasiyetini mektubuyla dile getirmişti. Dolayısıyla Waters’ın bu olaya kayıtsız kalması zaten beklenmezdi. ‘Hey You’ ile büyük bir sürpriz yaptılar ve duvarın arkasında saklanmayı ve oradan bizlere seslenmeyi tercih ettiler. Albümün nadir Gilmour & Waters işbirliklerinden ‘Comfortably Numb’ın efsanevi gitar solosunu duvarın en üstünden dinlettiler. ‘In the Flesh’ ile kumbarayı temsil eden domuz balonunu havaya bıraktılar. Waters elinde taramalısı ve SS pazubandına benzeyen pazubandıyla adeta faşist bir diktatör gibi herkesi kurşuna dizdi. Kuşkusuz bu Pink’in gittikçe canavarlaşan doğasına göndermeydi. ‘Waiting for Worms’ ile umutlarını kaybetmiş ve solucanlara yem oldu olacak bir aklın çürümesini anlattılar. Waters çürümüş bir beynin eylemlerini, eline megafonu alıp diktatörvari kükremelerle ve ırkçı söylemlerle gerçekleştirdi. ‘The Trial’ ile ördükleri duvarı yıktılar. Öncesinde hikayesinin anlatılması uzun zaman alacak animasyon ise konserin en iyi animasyonuydu. Birçok akustik enstrümanın eşliğinde eşsiz bir kapanış yaparak ‘Outside the Wall’u seslendirerek noktayı koydular. Waters’ın Türkçe de belirttiği gibi “Dünyadaki devlet terörü kurbanlarına” adanmış bir konser, “bizimle birlikte en iyi bağı göstererek” tarihte yerini aldı.


GİRİŞ

Yeni Keşif Melek Tozu

“Ö

lüm değil yaşam!” onların felsefeleri. Yaşamın, özgür iradenin ve farklılıkların ifadesinin karşısında her ne varsa; onlar da onun karşısındalar. Önce “muhalif medya” kanalıyla Gezi Parkı Direnişi sırasında isimlerini duyurdular, yaptıkları Taksim Pratiği ve Sel isimli parçaları bu kanallarda onlarca kez döndü. 10 Temmuz 2013 günü Kuşadası’nda katledilen trans seks işçisi Dora Özer için yaktıkları ağıtla sesleri daha da yükseldi. Direniş sırasında sokaklarda ayrı ayrı mücadele veren “Melek Tozları” direnişle ilgili iki şarkı yaptı: Taksim Pratiği ve Sel. Taksim Pratiği’nin sözleri Cihangir’de barikat başında yazılmaya başlandı, Sel ise Maltepe’den 50.000 kişi ile Taksim’e yürürken, üst geçitlerden alkışlayan ancak daha fazlasına cesaret edemeyen halka, “Gel, gel, gel! Katıl Çembere” sözleriyle çağrı olarak yazıldı. Bitlis’te akrabası tarafından tecavüze uğrayıp hamile kaldığı için aile kararıyla öldürülen ve töre cinayetlerinin sembollerinden olan Güldünya Tören için “Yan” şarkısını yazdılar. Bunların dışında sürekli bir üretim hâlindeler. “İlk başta neredeyse her hafta bir şarkı yazdıklarını görünce korktum” diyor gruba en son katılan Gökçe. “Ancak Melek Tozu, direnişin de yaktığı ateşle bu üretken zamanları yaşıyor” diyerek duruma açıklama getiriyor. Bundan tam 2 yıl önce Serkan, Yıldız İbrahimova ve İlhan Erşahin gibi isimlerle çalarken bir yandan kendi projesi olan Toprak’la ilgileniyordu. Bir taraftan o zamanlar işlettiği Hayâl Kahvesi’nde müzisyenleri ve müzik sektörünü inceleme imkânı buluyordu. Kıvanç şimdi sıcak saatlerin yaşandığı Ceylanpınar’da karakol komutanı olarak askerlik

Alttaki fotoğraf ve soldaki görsel düzenleme: F. Berkay Aşkaroğlu

Günhan Oral

yapıyordu. Çölün ortasında, yanında götürdüğü gitarı, geride bıraktığı hayatına onu bağlayan bir kavramdı. “Yaşamaya çalışıyorduk, komutan olduğum için sıkıntılarını kimseye anlatamıyordum. Gitar çalıyordum o zaman, beste yapıyordum. Yalnız değildim” diye anlatıyor o günleri ve kendisi için büyük bir deneyim olduğunu söylemeyi de ihmâl etmiyor. İlker de askerdeydi. Onunkisi daha ziyade “askercilik” addedilebilse de, döndüğünde yıllarca süren müzik yaşamına yeni bir soluk getirmeyi istiyordu. Amatör gruplarla işe başlamış, örnek aldığı müzisyenlerin yolundan gitmişti. Sürekli bir arayış içinde olduğunu belirten İlker, 2010 yılına kadar birçok mekânda sahne aldı. Çaldığı gruplarda aradığını bulamayan İlker, en sonunda hem sanatsal hem de düşünsel olarak kendisini tamamlayan Melek Tozu ekibiyle beraber olduğu için büyük mutluluk duyduğunu belirtiyor. Gökçe ise ilk defa böyle ciddi bir projede olmanın heyecanını yaşarken, geride bıraktığı direniş günlerinin ateşini içinde barındırdığını ve bu direniş ruhunun, adaletsizliklerin, yürek yakan ve serinleten olayların Melek Tozu’nun var oluş amacı olduğunu anladığını söylüyor ve bu yeni maceranın çok uzun süreceğini tahmin ediyor. Melek Tozu, aslında 20 yıldır kafalarda kurulan bir proje. Eski Taş Plak’ın gitaristi Kıvanç, Toprak’ın basçısı Serkan ve davulcuları Burak; 2011’in karlı bir akşamında kurarlar Melek Tozu’nu. Bu iki

projeden çok farklı bir kesişim kümeleri olduğunu fark ederler: Jack Daniel’s eşliğinde gerçekleşen bu buluşmanın sonunda büyük bir olay olacağı o günlerden bellidir! O şişe hâlâ Hayâl Kahvesi’nde durmaktadır hatta. İlk başta çok iddialı bir müzikâl perspektif olan “deneysel arabesk rock” rotasında ilerleseler de, sonraları müzik dünyasında yıllardır edindikleri deneyimi kullanarak tarz hedeflerini “progresif rock” olarak değiştirirler. O zaman bambaşka bir ekiple ilerlemekte olan Melek Tozu önce Kıvanç ve Serkan olarak iki kişi kalır. En sonunda, yalnızca bir kez stüdyoya girip hemen ısındıkları davulcuları İlker; uzun arayışlar sonunda buldukları vokalleri Gökçe’nin aralarına katılmasıyla Melek Tozu bugünkü şeklini alır. Serkan Tosun: “Grup olmak kolay değil. Maddi olarak değil, özellikle manevi olarak... Biz bu coğrafyada eğitilirken grupça değil; aksine bireysel olarak birşeyler yapmak üzerine eğitildiğimizden, grupça müzik üretmek hiç kolay değil. Biz de Türkiye’deki her müzik oluşumu gibi birçok sınavdan geçtik ve geçiyoruz.”

Melek Tozu; gitarda Kıvanç Mursaloğlu, basgitarda Serkan Tosun, davulda İlker Aksoylar ve vokalde Gökçe Asena Altınbay’dan oluşuyor. İsimlerinin çıkış noktası “uyuşturmak için değil”, “uyandırmak için” burada olmaları. Memlekette bunun eksikliğini fazlasıyla fark etmişler. Amaçları, belli bir ideolojiye sahip ve müzikalitesiyle fark yaratan bir oluşumun parçaları olmak.

Kıvanç Mursaloğlu: Şarkıya önce benim inanmam gerekir. Ancak bundan sonra dinleyenler inanabilir. Bestelerimize çalışırken en verimli anlarım kendi başıma kaldığım anlar oluyor. Daha sonra grupça üzerine bir yorum katmak bence çok daha güzel.

7


GİRİŞ

Portfolyo: Mervecan Saral

Daha fazlası için: http://goo.gl/RyhlvU

Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? 14 yaşında fotoğraf ile tanıştım, öncesinde ne yaptığımı pek hatırlayamıyorum. Lise zamanları sıkıldıkça fotoğraf makinamı kurup kendi fotoğraflarımı çeker, siyah beyaz düzenlemeler yapardım, sanırım fotoğraf dışında çoğu zamanda resim yaparak geçerdi.

biten bir makinayla gördüklerimi fotoğraflamaya çalışırdım. En sonunda D80’e sahip oldum ve hala onunla devam ediyorum. Bir sıkıntım yok.

Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Liseye kayıt olduğum dönem tesadüfen grafik bölümüne bir de fotoğrafçılık eklenmişti.

Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? Hayatımın bazı dönemlerinde uğraştığım bir iştir, anlam katmadan fotoğraf çekebilmek zor olur bence.

Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? Henüz sergi olayıyla tanışmadım olursa hepsi keyifli gelir herhalde. Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Ekipman konusuna takılmadım hiç. İlk başladığım zaman da kompakt, sürekli pili

8

röportaj: Pınar Derin Gençer

Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? Kesinlikle Eugenio Recuenco.

Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Şu an yok. Yaklaşık bir senedir düzgün bir şeyler yapmadım fotoğraf adına uzaklaştım biraz. İleride ne olur şu an kestiremiyorum.


GİRİŞ

9


GİRİŞ

Küstah

Aaron Johnson, Nowhere Bay adlı filmde John Lennon’ı canlandırıyor.

Alper Kara

S

elamlar saygıdeğer okuyucular... Dergimizin üçüncü döneminin ilk sayısı olmasına istinaden bir girizgah yazısı yazmak adettendir (Yıllar geçiyor ama bazı şeyler hiç değişmiyor: Misal Fener’in hali, misal gene gelemeyen Depeche Mode, misal bu giriş yazıları). Bir nevi hatırlatma ya da tanıtım yapacak olursak; mecmuamız sizlere ulaşana dek geçen zaman diliminde, müzik, sinema, edebiyat ve hayata dair bi’takım tespitlerimizle, dilimiz döndüğünce sizlerle birlikte olmak amacımız. Tabi ki sübjektif görüşlerimiz bizi bağlar, elimizden geldiğince kırıcı olmamaya, kantarın topuzunu kaçırmamaya çalışacağız. (İşte burada böyle esip yağacağız, kafamıza göre takılıyor gibi görünüp geceleri battaniye altında ağlayacağız utancımızdan.) John Lennon’ı dişinden klonlayacaklarmış Temmuz ayı içerisinde üyesi olduğum Mubi’den o akşam için tesadüfen Nowhere Boy isimli filmi seçtim (gerçi 2009 yapımı, bayat

10

bi’ esermiş). Film bittiğinde ise hayatımın en büyük kahramanlarından biri olan John Lennon’ı, hem grubu hem solo çalışmalarıyla dünya tarihine unutulmaz bir imza atmış olan bu adamı gönülden sevmiş olduğum için bir kez daha övündüm. Ancak gerek senaryosu, gerek Aaron Johnson’ın odunluğu ancak mobilya ustalarının yüzünü güldürebilecek cinstendi. Adamı hiç tanımasak, okumasak, dinlemesek 5x10 kalas zannetmek içten değil. Lütfen değerli olan zamanınızı bu rezaletle harcamayın. Geçenlerde “sol frame”de gördüğüm bi’ başlıkta ise bir hayranının (ki anımsamak gerekirse kendisini öldüren de bir başka hayranıydı) bir müzayededen aldığı Lennon’a ait azı dişiyle klonlama sevdasına girmesi. Sanırım evvelki yıl yayımlanan nüshalarımızdan birinde yazmıştım; Beatles üyelerinin çocuklarından bir grup meydana getirme çabası olmuştu zamanında (herkes pederin enstrümanını çalsın hesabı) ve diğer çocuklar kabul ederken beklenmedik şekilde Ringo Starr’ın oğlu çıkıp

“Abi siz hasta mısınız? Ne alakası var? Babalarımız yaptı ve bundan hayat boyu ekmek yiyoruz zaten bu ne rezillik lan?” demişti. Müsaadenizle sorayım bu kadar sevip saydığımız John Lennon klon misali (Dolly rahmet istedi) tekrar güzel dünyamıza zuhur etse ne dersiniz? Gerek var mı? Bir başka gereksiz film ise “Jobs”. Apple’ın Tanrısı, öldüğü vakit neredeyse tüm dünyada yas ilan edilen ve memleketimizde de hatırı sayılır bir hayran kitlesi olan Steve Jobs’ın hayatı. Apple


GİRİŞ

faşizmine her gün salyalar akıtan milyarlarca zavallıyı bi’ kez daha ceplerinden vurmak isteyen bu filmi izleyenler de beni feys’ten silebilir. Seneler evvel American Psycho’dan beri illet olduğum ancak Batman filmlerindeki başarısı yadsınamaz Christian Bale çok şerefli bi’ hareket yaparak ve olayı tadında bırakarak yeni Batman filminde oynamayı reddetmiş (kesin parada anlaşamamıştır) ve bu rolü uzmanlık alanı Jennifer Lopez olan Ben Affleck kapmış. Ne dersiniz Batman’in logosu değişir mi? Yalnız ve güzel ülkemizden haberler Tarık Mengüç’ün de videosunda belirttiği gibi Arctic Monkeys, Hurts, Editors ve hatta Jamiroquai (jamiryo) kolalı festivale geldi. Gönül istiyor ki bizim şarkıcı/ gruplarımız da yaban ellerde festivallere çağırılsın. Müzikle biraz ilgiliyseniz son zamanlardaki ilginç oluşumdan haberiniz vardır. Kendi ince sesi ince bi’ arkadaş, fotocu kız arkadaşı, karşıda oturan bi’ şair ve bi’ başka covercı arkadaş (bi’ nevi “cinai şebeke”). Ellerinde bir oyuncak twitter, durmadan birbirlerini ağırlamakla meşguller. Geçenlerde bu kabilenin bi’ üyesi (adını apostrofla ikiye ayıran) “Sen bizim yaptığımız müzikle sahilde dans edemezsin, biz nasıl müzisyenleriz biliyor musun? Hissediyoruz ve deviniyoruz”, “Biz nasıl müzisyenleriz biliyor musun? Alışveriş merkezlerinde elbise alırken seni gaza getiren şarkılar yazmayız, karşına her daim çıkmayız” gibi bişeyler yazmış ve akabinde aldığı ayarlar karşısında “‘Biraz saygı’ talebimden sonra gelen tüm küfürler çirkin ruhların, zavallı hayatların irinleri, söyleyecek söz yok, umarım iyileşirler” yazmış. Ah be ablacım sen bi de kendi şarkılarını söylesen (ama hiç cover yapmadan) hiç tafrandan geçilmez. Bir de çok şükür beat edebiyatını ve bi’takım müzisyenleri (artık “yala yala bitmez” kıvamına çekmeye çalıştıkları, kitapların, şarkıların içinden sözcükleri süzerek kendilerine tweet

çıkardıkları Patti Smith, Pj Harvey, The Doors vb. şarkıcı/grupları) henüz o portakalın vitamini babalarına ulaşmadan tanımış, araştırmış ve sevmiştik. Bu oluşturmak istediğiniz elit pelerin üstünüze 3 beden büyük ve inanın bu bayık hareketleriniz, berbat coverlarınız insanın içini kıymaktan öteye gidemiyor. Hele bu “halkı tarafından anlaşılmayan sanatçı” tripleriniz ise dünya tarihi kadar eski. Tuncel Kurtiz’in naklettiği bi’ hikayeden emsal vereyim: Cahit Irgat ve Ferit Öngören tartışıyorlar, halkçı mısın, değil misin? Cahit Irgat söylene söylene dışarı çıkıyor. Çöpçüler var dışarıda, yapışıyor süpürgeye “ben süpüreceğim” çöpçü tersliyor tabi. “Bir daha sizin için şiir yazmayacağım!” diye bağırıyor rahmetli. Şimdi bana söyler misiniz o çöpçü kim? Halk. Peki umurunda oldu mu bu söz? Hiç sanmıyorum. Kendi fanusunuzda mutlu olun ama “müzisyeniz, çok da ilginciz” tripleriniz ve malum olayları bahane ederek nemalanma çabanız esef verici. Kim Gordon in da house Bu kadar mavradan sonra güzel bir haber vereyim kafamız dağılsın; henüz 3 ay var ama benim için büyük haber: Kim Gordon geliyormuş. Ellerinden öpmek üzere biletimi alacağım. Gönül isterdi ki Sonic Youth takımı olduğu gibi gelsin ancak büyük aşk bitince Kim Gordon Bill Nace’le kurduğu

proje grubu Body/Head ile salon iksv’ye geliyor (özel isim küçük yazılmaz ama 5 lira sakal almadığım için küçük harf oldu, kusura kalmasınlar). O akşam Sonic Youth’un meşhur ikonik albüm kapağı Goo’yu tişörtlerine bastıran en az 600 kişi orda olacak (isterseniz küçük bi bahis bile yapabiliriz). Beleş bileti bulan ne kadar alakasız insan varsa (Morrissey’de mini etek + yüksek topuk kombinasyonuyla geleni gördük) orada olacak. Az evvel yukarıda bahsettiğim takım ve yandaşları ise türlü şımarık hareketlerle apayrı bir seyirlik sergileyecekler. Kim Gordon ve bu ufak gösteri göz önüne alındığında vereceğiniz bilet parasının az olduğunu görmek için orada olmanızı tavsiye ediyorum. Çıkışta ise “Kim’le kokoreç keyfi ;)” isimli fotoğrafınızı Instagram’da paylaşma şansınız yüksek.

Kim Gordon, Bill Nace ile beraber Body/Head projesi ile 6 Kasım günü Salon İKSV’de.

Gördüğünüz gibi boş atıp dolu tutmaya çalışarak yazımızın sonuna geldik. Size doyum olmaz, önümüzdeki ay görüşünceye kadar sizleri her Perşembe 22:00/01:00 saatleri arasında alternatif, indie, post punk ve garage türlerinin nadide eserlerini dinlemek üzere radionovo.com adresinde Closedown programına bekliyorum. Şimdi, ya kafayı kaldırıp etrafa bakacaksınız ya da bunalıma devam. Artık top sizde… Üzmeyin beni. Esen kalın saygıdeğer okuyucular…

11


müzik röportaj: Kamer Yılmaz fotoğraflar: Pınar Derin Gençer

SATTAS:

Hem Salla Hem Düşün, SATTAS ile Reggae Yap! Taksim’de yine yürüyüş var. TOMA’lar ve ellerinde biber gazlarıyla polisler; Galatasaray Lisesi önünü doldurmuşken bir tarafta da direniş sırasında ölenlerin isimlerini okuyanlar var. İşte, böyle bir günde Sattas ile buluştuk. Olaylardan önce Taksim Gezi Parkı Festivali’nde gördük, sonra da Gazdan Adam Festivali’nde! Sosyal ağlarda şarkılarına çekilen bir klip yayılırken onlar neler yapıyorlar, müzik hayatları ne alemde, direniş nasıl etkilemiş onları diye biraz konuşalım dedik. Grubun solisti Orçun Sünear, nam-ı diğer Leo’ya ulaştık. O da Nayah’daki konserlerinden önce bizimle buluşmayı kabul etti. Üstüne de konserlerine davet etti...

12


alanda çalışırken en net gördüğüm şeylerden biri: bazı insanlar takdire, bazı insanlar maddiayata bakar. Yani herkesin motive olma şekli farklılık gösteriyor. Ama maalesef bunu yöneticilere anlatmak çok zor. Meselâ öğlen yemek yenilirken işçilerle oturuyorum, muhabbet ediyorum. Ama bunu anlamadılar. “Sen de artık yöneticisin, işçilerle neden oturuyorsun?” denilmeye başlandı. İşte orada yaptığım işe, yaşadığım çalışma sürecine yabancılaşmaya başladım ben de. Müzik de bu dönemde birden girmedi aslında hayatıma. Daha önce her tarz müziği dinliyordum. Biraz arşivci bir herifim. Ama reggaenin daha safiyane; ‘sakin ol biraz’ tarzı çok hoşuma gitmeye başladı. Tam da o sırada o kravatı çıkarmanın vakti geldiğini düşünmeye başladım. Şimdi insan kaynaklarının uzağındayım ama büyük aşığıyım mesleğin. Keşke daha çok birilerine bir şey anlatabilsem… Ama şu an sadece müzik yapıyorum. Böyle güzel... cover yapıyorduk; ama artık kendi bestelerimizi yapıyoruz. Hatta 2012 yazında albümümüz çıktı. Birazcık cover çalan, İngilizce ve Türkçe şarkıları olan bir reggae grubuyuz.

Sattas kimdir? Kimlerden oluşur, neler yapar? Bir de senden dinleyelim... Sattas bir reggae grubu, good reggae yapar. Bunu her yerde söylüyorum ama bunu söylemeyi çok seviyorum: Özünü kalp atışından alan bir müzik yapar Sattas. Reggae böyle bir müzik. 2004’te kuruldu ama 2005’te sahneye çıkmaya başladık. İlk başta daha çok

Daha önce insan kaynakları alanında çalışmışsın. Peki nasıl bıraktın, ne oldu da hayatında artık müziğe daha çok yer vermeye karar verdin? Ben aslında çok şanslı başladım. İnsan kaynaklarının tüm süreçlerinde çalıştım. İnsan kaynakları konusunda her şeyi çözmüş bir adam değilim. Ama gördüm ki buradaki uygulamalar birbirinin kopyası. Ve bu kopyalama işini ben de kısa bir süre yaptım. Bu

Neden reggae? Ben çok küçükken bu müziği dinleten amcamdır. Bir kaset dinletti ve kasetteki şarkılardan birine aşık oldum. Tabii çok küçük olunca şarkının adını bilmiyorsun. Büyüyünce şarkının ‘Could You Be Loved’ olduğunu öğrendim. O, çok aşık olduğum şarkıyı Bob Marley’in söylediğini öğrendim. Sonra 90’larda yeniden reggae patlaması oldu. Reggaenin benim için doğru nokta olduğunu fark ettim. Çok uygun geldi. Tabii bu arada başka tarzlara da baktım. Mesela blues söylemeye çalışıyordum. Gerçi hala kendimi şarkıcı olarak nitelendirmiyorum. Çok güzel sesli adamlar var. Bense sadece bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Reggae ile

13


anlatmaya çalışıyorum; çünkü çok dürüst çok saf geldi.

“SATTAS kim?” diyenler için

Kimleri dinliyorsun? Dennid Brown, Manu Chao, MicSene 2004, Orçun hael Rose, Peter Tosh.. Dub müziSünear ve Derya ğin içinden birçok insan var. Da- Eke isimli iki kumien Marley’i severim birazcık. zen Beşitaş’taki bir Aslında birazcık değil epey seve- evin salonunda içrim de saçlarını kıskanıyorum, o lerindeki reggae aşkına artık dur yüzden birazcık dedim. Yeni projelerde neler var? Daha önce yaptığımızın aynısını yapacağız farklı bir şey değil. Hikaye anlatmaya devam edeceğiz. Çünkü bir hikaye anlatmaya çalışıyoruz. Bazı olaylardan geçtik, onun yansıması var tabii. Çok da kör göze parmak da sokmak istemiyoruz. Yani yeni bir şarkı geliyor olaylarla ilgili? Aslında emin değilim yapsak mı yapmasak mı ama sonuçta bir şeyler yaşandı, yaşanmaya devam ediyor belki de edecek. Ve bunca şey yaşanırken kayıtsız kalamıyor insan, en azından ben kalamıyorum. Meselâ öncelikle 1980’den sonra doğmuş herkesten özür diledim kendi sayfamda. Çünkü ben de herkes gibi eleştirip laf ediyordum bu nesle. Ben de 1977’liyim.

14

diyemiyor ve Jamaika İngilizcesinde “takma”, “rahatla”, “salla” anlamına gelen “satta” sözcüğüne İngilizce’nin çoğul yapan s takısını ekleyip Sattas’ı kuruyor. Genelde cuma günleri Nayah adlı Taksim’in henüz bilinen tek çılgın reggae barında sahne alan grup; müziklerini bilmeyen, reggae dinlemeyen, hatta kendilerini tanımayan insanları bile eğlendirebilme, düşündürebilme yeteneğine sahip.

1977 - 1978 aslında en kayıp nesil ama herkese de laf ederiz. Oysa 1980’den sonrakiler Türkiye’de hiç gerçekleşmemiş bir şeyi gerçekleştirdiler. Gezi Parkı’nda yaşanan hikâyeyi bütün dünya bir de seneler önce Paris’te gördü bir daha da görmedi. Dolayısıyla ortada böyle bir hikâye varken benim laf etmem olmaz. Ben ancak bu hikâyeyi anlatabilirim. Ama dediğim gibi yapsak mı yapmasak mı emin de değilim.

lazım. Çok gezdim; Batı’yı da gördüm, Doğu’yu da… Ya da gerek yok Doğu’ya gitmeye hemen İç Anadolu’da insanlara sadece Meclis TV izlenecek diyenler ve onları dinleyip sadece onu izleyenler var. Ve bence bizlerin bir şeyler yapması lazım. Kültür diye bir şey var... Bunu anlatmak, kazandırmak lazım. Sahne ve gösteri sanatları bölümününden mezun oldum. Kültür eğitimi aldım. Kültür dediğin şey yaşamla ilgili bir şey. Siz bu dergiyi çıkarmak zorundaNeyden çekiniyorsunuz? sınız, ben de bir şeyler anlatmak Yok, aslında bu çekinme de- zorundayım. ğil. Söylenebilecekler söylendi ama asıl her şey sokakta. Mese- Gezi Parkı’nın en la Groundation şarkımız biraz de- başından beri vardınız. ğiştirildi, güzel bir klip yapmış- Olaylar başlamadan lar, bize de hediye ettiler. Ama bir önce parkın yıkılmaması çekince de yaşadım, evet. Son- için düzenlenen Gezi ra düşündüğümde: bütün bunla- Parkı Festivali’nde de rı yaşıyoruz. Yaşadıklarımızdan olaylar sırasında Gazdan etkilenip bir şeyler üretiyorsak Adam Festivali’nde de… ve sonucunda birileri nemalan- Peki siz kendinizi nasıl mak diyorsa nemalanalım çünkü konumlandırıyorsunuz sırf birileri bu tip isimlendirme- tüm bu olayların içinde? ler yapıyor diye hiçbir şeyi anlat- Aslında bu, insanların bizi namayacak mıyız? Yaşadıklarımızı sıl konumlandırdıklarına bağsaklayacak mıyız? Şu an bunları lı. Biz kendimizi nasıl konumyaşıyoruz o zaman bunları anlat- landırabiliriz hiç düşünmedim, mamız lazım. Hâlâ “A atesitmiş o insanlara bırakıyorum onun tazaman ölsün” diyen birileri varsa nımını. Ben sadece bence olmabirilerinin bir şeyleri anlatması sı gerekeni yaptım. Bize dediler


ekip var. Halkın içinden var, polis var, devlet var. Oysa bu çocukların şiddetle işleri yok, onlar bambaşka bir şey yapıyor. Direniş sırasında unutamadığın bir olay yaşadın mı? Direniş esnasında çocuğun biri ayağıma bastı. “Çok özür dilerim ağabey” diyor, ama bu arada aramızdan torpil yağıyor. Dedim: “Oğlum hasta mısın sen? Yürü, kaç!” Ben gaz soluyabiliyorum çok dayanıklıyım; ama gözlerim çok problemli, ağlıyorum bir yandan. Çocuk, ayağıma bastığı yüzünden ağladığımı zannedip özürler diliyor.

Bunca insanı dışarıya çıkartan elbet ağaçların bizlerden alınmaya çalışılması oldu ama Peki sence her şey nasıl aslında sanırım insanlık başladı? dışı müdehale bu Açıkçası hayatımda hiç bu kadar kadar kalabalıklaştırdı güzel tükürdüğümü yalamadım. meydanları, yanımızda Evet, bunu başlatan Y kuşağıdır, hep birilerinin var sürdüren yine Y kuşağıdır. Biz- olmasına bu durum neden lerin, o çok bilmiş üst kuşakların oldu. Peki seni ne dışarı artık çenesini kapatıp çocukla- çıkarttı? rı dinlemesi gerek. Sadece dile- Sürekli aynı sistemle yönetilrim ki kötü sonuçlanmaz. Çünkü miş bir ülke. Bundan çok sıkıldı maalesef Y kuşağına saldıran bir bu çocuklar. Ve dediler ki ‘sizin

Grubun tamamı sahnede sadece çalıp söylemiyor aynı zamanda eğleniyor. Haliyle dinleyici olarak eğlenmemek neredeyse imkansız bir hale geliyor. Orçun’un vokali ve dansları ise ortamı iyice ısındırmaya yetiyor. Grubu Facebook’ta takip etmek için facebook. com/sattasband adresini kullanabilirsiniz.

sisteminizle bu ülkede hiçbir şey yürümedi. Bırakın, bize bırakın’. Artık 2 ağaç için, 1 ağaç için çıkılıyor, çarpışılıyor. Ben ağaca sarılmış arkadaşımın tekme yediği haberini alınca, ki ben bu olaydan biraz önce çadırında görmüşüm, attım kendimi sokağa. Eve dönerken bir duyuyorum ki ağaca sarıldığı için tekme yiyor. Tabii ki de sırf ağaca sarılıyor diye birine tekme atılmasının karşısına geçerim. Direniş hayatımızda birçok şeyi değiştirdi, sizlerin hayatlarınızda neler değişti? Biz bunu kendi aramızda çok tartışıyoruz, konuşuyoruz. Ne taraftayız; bir tarafta mıyız? Çünkü bilgi kirliliği de malum çok fazla var. Ortak noktalarda buluştuğumuz şeylerde biz de uzak duruyoruz. Gerçekten uyanan bir şey var ve onu görüyor olmak çok güzel bir şey. Bizim üst üste 20 günlük periyotta 13 konserimiz iptal oldu. Bu tip olaylarda en önce müzisyenler işsiz kalır zaten. Bittik tabii ama o kadar garip bir psikoloji ki… 13 konserimiz iptal oluyor ama biz çok mutluyuz. Aslında son derece şizofrenik bir durum. Direniş, böyle değiştirdi bizi.

Bitti

ki “Arkadaşlar, Gezi Parkı’ndaki ağaçları kesecekler”. Nisan ayıydı; “Yer alır mısınız?” diye sordular. “Tabii ki, olur” dedik. Reggae yapıyoruz diye de bu işin içinde değiliz; bunu da açıkça söylemek isterim. Bir sürü sadece kadınlardan, partilerden bahseden reggae grubu var; ama bizim yaptığımız müzik, özünü kökten alan bir tarz. Anlatması gereken hikâye budur. Mesela ilk albüme almadığımız ve ikinci albüme koymak istediğimiz senelerdir de çaldığımız “Slowly” diye bir şarkı var; su kaynaklarının ve yeşilin tükenmesi ile ilgili. Çünkü hepimiz beton ormanın içinde doğduk. Ben de ormanda büyümek, bir rasta gibi yaşamak çok isterdim. Şimdi ise en azından uzaktaki toprağın, ağacın sesini dinleyebilmeyi öğrenmeye başladık.

15


müzik röportaj: Gökçe Asena Altınbay

Bandista:

Senin Hikayeni Anlatıyor!

Aşk, inadına aşk diyorlar ve onlarınki şüphesiz kocaman bir mücadele aşkı! Yüzleri, isimleri gizli. Şarkıları “copyright”a taş çıkarırcasına “copyleft.” Yani anonim bir havuza ait. Herkesin dinlemesine, indirmesine açık. Tüm bunların nedeni ise şu: Çünkü onlar bizden, sizden birileri. Bandista’nın rengârenk insanlardan oluşan tayfasıyla birlikteyiz. Hadi siz de gelin, ne de olsa “aşk, örgütlenmektir” Tanıyanlar, tanımayanlar için: Bandista kimdir? Bandista bir müzik kolektifi girişimidir. İçinde birbirini sokakta, sokağa dair sohbet ederken bulmuş müzik amatörlerinin ve icracılarının vücut buldurduğu bir yapı.

“tayfa”. Tarihin herhangi bir yerinde, bir enstrümanı çalıp herhangi bir sesi çıkaran anonim bir oluş. Ne daha fazlası, ne azıdır. Ne bir şeyi ilk yapmıştır, ne de son yapacaktır.

İlk albümünüzün adı neden Karl Marx’ın eseri Kapital’den Kendinize “tayfa” diyorsunuz. bir alıntı olan ve “Senin Evet. Olabildiğince sokakta olan bitene, Hikayeni Anlatıyorlar” eyleme, direnişe, mücadeleye, coşkuya, anlamına gelen “De te Fabula eğlenceye, şenliğe dahil olmaya çalışan, Narratur”? öfkeyi elden bırakmadan birlikte üreten, Dünyanın birçok yerinde bin türlü müeyleyen, endüstrinin “müzik grubu” ta- cadele veriliyor bugün. Verilmeye de debirine pek sığmayan, kendi tabirimizle vam edecek. Bu mücadelelerin her biri

16

ayrı yerlerde aynı dinamiklerle işlese de aslında bir diğerini anlatmakta: Meksika’daki İngiltere’dekini, İtalya’daki Türkiye’dekini, Türkiye’deki Bangladeş’teki tekstil işçisininkini... Birbirimizin hikâyesinden güç buluyoruz. Hep birlikte mücadele veriyoruz. Biz de ilkin “Bir hikâye anlatıyorsak, anlattığımız senin hikâyendir. Sana anlatılan da bizim hikâyemizdir” diye başladık. Bandista bir albüm kaydetmeye nasıl karar verdi? İşte bu da tam bir “senin hikâyeni anlatıyorlar” durumuydu: Yan yana gelip,


marş söylemeye başlamış insanların, “söylediğimiz her şeyin bir manası var ve her birimizin deneyimi mücadeleden besleniyor. Bunların hepsi bir bütün. Hadi elimizdekileri kaydedelim ve bir yerlerde dolaşsın” dememizle karar verildi. O yüzden “de te fabula narratur” diye yola çıktık, alıntımız, sözümüz çok net. Bunun toplumsal bir karşılığı olduğunu fark ettik, bizzat deneyimledik ve hikâyemiz böylece devam ediyor. Tanışıyor muydunuz hepiniz? Tanışıklık da tuhaf bir bariyer gerçi ama bir şekilde birbirimizi tanıyan, isimleri bilmesek de aynı sokakları arşınlamış; aynı meselelere girip çıkmış, aynı festivali örgütlemeye uğraşmış insanlardık. Ama diğer yandan, tanışmayanların tanışması da çok zor bir şey değil. Burada bahsettiğiniz festival Barışarock mı? Evet, Barışarock. O zaman fark ettik ki bunca ortak noktamız ve yapmayı çok sevdiğimiz bir şey vardı: Marş söylemek! Burada marş askerî manada değil, daha çok tarihî bir yürüyüşü hikayeleştirmek. Marş bize “yürüyüş şarkısını” çağrıştırıyor. Herkesle birlikte yürüyoruz. 2012’de cezaevlerinde 68 gün boyunca süren açlık grevleri sırasında sosyal medyada her gün “Savaş değil barış, ölüm değil yaşam. Vebali hepimizin” yazdığınızı gördüm. Gördüğüne inanmamak tek

başına yetmiyor, görmeyi de öğrenmeli. Açlık grevlerine verebileceğimiz basit bir tepkiydi o. Zaten o grevlerin talebi de bundan ibaretti. Mesaj çok basit, çok anlaşılırdı: Ölüm değil yaşam istiyoruz. O sırada bedenen de destek vermeye uğraşıyorduk, sokaklardaydık. Bir hareket varsa orada olmaya çalışıyoruz. Bandista’nın varlığı, yaptıkları, yapabilecek oldukları gücünü bütünlükten almaktadır.

kimsenin kazdığının bile farkında olmadığı köstebekler... O toprağı parçalamak için verilen mücadeleleri, yorgunlukları, kayıpları, küçük zaferleri yadsımadan söylüyoruz bunu elbette. Bir anda hayatın birkaç haftasını değiştirebildiğimizi gördüğümüzde... Hey, nasıl bir mutluluktur o! Gerçekten zihinde tutmamız gereken bir zaman aralığıydı. Bir sürü şey söylenecektir ama Haziran günlerinin başında etrafta dolaşan bir metne katılmamak mümDerdiniz ne peki? kün değil: “Hiçbirimiz, bir gün önAşındırmak ve bunun için ka- ce olduğumuz insan değiliz artık”. yıt altına almak, aktarmak. Dahil oluyoruz ve küçük notlar düşü- Direnişten önce hep yoruz. Parçalar halinde çok olan- duygularımı anlatmaya ları kendi meşrebimizce birbirle- şöyle başlıyordum: riyle ilişkilendirmeye, suni olan “Her şeye rağmen bu teklik iddialarını sökmeye çalışı- coğrafyada yaşamayı yoruz. seviyorum”. Şimdi öyle demiyorum. Yalnız Direnişten bahsedelim olmadığımı anladım. istiyorum. Direnişi “Seviyorum” diyorum nasıl bir patlama olarak burada yaşamayı artık. Ya görüyorsunuz? siz? İktidar varsa direniş mecburen Yalnız olduğumuz vurgusu bizi vardır. Her yerde, herhangi bi- bireylerden ibaret sanan liberaçimde. 2010 yılında Tekel işçile- lizmin temel propagandası. Bazen ri kimsenin beklemediği bir art- maalesef ikna oluyor insan, çok çı direniş gerçekleştirdiğinde iki umutsuz bir his. Ama ne mutlu şarkılık bir selamlama EP’si ya- ki birlikte eylemek o ‘rağmenler’i yınlamıştık. “Şu anda! Şimdi!”nin aradan kaldırıyormuş. kapağında Daniel Bensaid’den alıntıladığımız metin, “kemir- Şaşırtıcı mıydı? genler” hitabıyla da çok uyumlu- Çok tuhaftı. Kendilerini hala soldur: “Tarihin, gündeliğin, yüksek cu zanneden bir kısım müfrit musiyasetin akışı içinde, köstebek hafazakarı dışlayarak söylüyoruz, toprak altında çalışıp kazma- ki kendi doktrinlerinden fazlaya devam eder. İsyanlar, bir an- ca büyülenip bugünün pratiğine da tarihin yüzünde oluşan kös- dahil olup öğrenme derdi gütmetebek delikleridir. Tarihin o soğuk yenler demin söylediğin yalnızlık toprağını bir anda deler ve çı- hissini en ağır şekilde yaşıyorlarkar”. Bu olay tam öyleydi, yani dı ve bu deneyimleri tarihselleştirerek güncellemedikçe doktrinleri de yine karşılık bulmayacak tahminen ileride de benzer hisler yaşayacaklardır. Ama hareket bu insanların o güne kadar yapmaya çalıştıklarını sollayıp geçti gibi bir durum oldu. Hiçbir statik doktrin yanıt veremezdi. Hayatında bu işlere hiç girmemiş insanlar bile tencere tava havalarıyla doldurdular sokakları. “Bandista niye direniş sırasında bir şey kaydetmedi” diyenlere cevabınız ne olur? Şarkı kaydedip yayınlamaksa sorduğun, düşündük aslında

17


“Biz halk, aksini inşa etmedikçe sorunları kaynağı ne olursa olsun tam da iktidarın diliyle tartışmak zorunda kalıyoruz. Hata!”

Gökçe’nin notu:

Eğer bu direnişten sonra hiçbirimiz aynı değilsek, özgürce dinleyelim bari şarkılarımızı. Ne zaman direncimiz kırılsa, güç olsun damarlarımızda Bandista, Ezgi’nin Günlüğü, Grup Yorum, “ötekiler” hep. Ötekiler biz olalım artık. Öteki möteki kalmasın. Tayfa’nın özgürlük, aşk ve direniş şarkılarını, “marşlarını” şuradan dinleyelim: tayfabandista.org

18

kaydetmeyi, yayınlamayı; istedik de. Tabii ki söyleyecek çok sözümüz de çokça idi. Ama şuna vardı iş en sonunda: Aklımıza gelen ve dahi gelmeyen pek çok şey söyleniyor zaten. Bu harika bir şey. Kayıt mekanizmalarımız da tıkır tıkır işliyordu her şey gibi. Kimi zaman bir sista bandoyla (Bandsista), bir stüdyoda, kimi zaman bir video kamerayla sokakta, herhangi bir deneyimde, tanıklıkta. Bir direniş olarak kayıttaydık zaten. Öyle günler ki her yer sensin ve sen her yersin. Bandista için de haziran günleri işte tam böyle geçti. Biliyorsun medya haber yapamadı ama herkes medyaydı. Haber, söz, duvar yazısı, slogan... Kentler atlıyordu bir anda. İsyan, öfke, coşku ile doldu sokaklar. İşte bu yüzden bir yere yangın söndürme tüpü koşturmayı, küçük bir alanın koordinasyonunu yapmayı tercih ettik.

saydığımız haklardır. İdeal olarak kapitalizmin tıkırında işlemesi için burjuva demokrasisi tarafından sahiplenilmesi gereken değerler olsalar da o kadar cılızlar ve her an elimizden alınmaya adaylar ki, serbest ticareti dışarıda tutarak söyleyelim, bunları bile savunmak bize düşüyor maalesef. Tutarsızlığı ise, özellikle içinde bulunduğumuz neo-liberal dönemde, piyasa döngüsünün sıkıştığı her anda saldırılanın bu haklar olmasından zaten görüyoruz. Bugün kapitalizmin içine girdiği krizde ilk budadığı yine haklarımız oluyor: Yunanistan, İspanya, Portekiz işsizlik yardımlarını kesmekte, asgarî ücreti düşürmekte. İlk fırsatta sosyal haklar, sivil haklar, sağlık ve eğitim harcamaları kısılmakta. Oysa kriz bize ait bile değil, sermayenin krizi. Kendi krizlerinin bedelini bize ödetme derdindeler. Bu, az önce bahsettiğimiz temel tuLiberalizmin dinamiğini tarsızlığın ne ile ne arasında ololuşturduğu söylenen, duğunu ortaya koyuyor. O yüzher biri içinde bir büyük den, o süslü kavramlar aslında değeri bulunduruyormuş liberalizmin bize bahşettiği kıygibi gösterilen sivil metler değil, toplumsal mücadehaklar, inanç özgürlüğü, lelerin genişletebileceğimiz kaserbest ticaret, çoğulcu zanımları, mücadele alanlarıdır. demokrasi kavramları Hani 68’deki gençlik ayaklanması size neyi ifade ediyor? olmasaydı, sosyal hareket alanlaBurada o kulağa hoş gelebilen rının bizi Haziran günlerine getikavramlar, bu haklar, tarih bo- resiye genişlemesi beklenemezdi, yunca yürütülmüş toplumsal bunları mücadelelerimizle edinmücadelelerle, ödenen bedellerle dik. kazanılmış, bizim bugün esastan sahip olmamız gerektiğini var Serbest ticaret kavramını neden toplumsal kazanımların dışında tuttunuz? Kapitalizm doğası itibariyle otoriterdir. Ondan özgürlükçü bir rejim çıkartılamayacağı için o kavram ilgimizi çekmiyor. O yalanlar dünyası ticarete dahi özgürlük sağlamaz aslında. Aksine vergi sistemleriyle ve sınırlamalarıyla hep müdahale etme derdindedir. Çünkü kapitalizme göre, günün sonunda bir şey bir yerde üretilmelidir; dolaşıma girmeli ve herhangi bir yerde de satılmalıdır. Buradaki döngüyü sekteye uğratacak herhangi durum, piyasanın kendi ilişkileri dahilinde çözülemez. İşte o yüzden de müdahaleler var. Bizse sermayenin değil emeğin serbest dolaşımıyla ilgileniyoruz, mesela göçmen


Bugünkü kapitalist müdahaleleri nasıl yorumluyorsunuz? Mısır örneğine bakalım meselâ: Kapitalist bir devlet. Bir diktatorya var, demokrasi eksik. Bir ülkede kapitalizmin olması ticari ilişkilerin kötü olacağına değil, aksine daha rahat işleyeceğine işarettir. Darbeden üç yıl önce biz Mısır’daki mücadelenin kökenini tartışamadıysak, oradaki genç tekstil işçilerinin grevlerinin 2-3 yıl boyunca gettolarda sürdürüldüğünü fark edemediysek; rejimin diktatörlüğüyle bu hareketi hedef alıp ona yüklendiğini de göremeyiz. Bugün o darbeden sonra hâlâ aynı koşulların devam ettiğini görmüyorsak, hatta ve hatta bu koşulların bizzat büyük tekstil firmalarınca yaratıldığını göremiyorsak; bu hatadır, yine vebali hepimizindir. Tekrar etmiş olalım, bize düşen, hata yapma haklarımızı baki tutarak, görmeyi öğrenmektir. Biz halk, aksini inşa etmedikçe sorunları kaynağı ne olursa olsun tam da iktidarın diliyle tartışmak zorunda kalıyoruz. Hata! Ama her şeyin en iyisini “onlar biliyorlar” bildiğiniz gibi :) Evet! İktidarlar “biz biliriz” dediği zaman gülüyoruz ama aslında o kadar doğrucu ve hep haklılığını hep kendine referansla kuran bir dil ki bu... İktidarların fıtratında bilmemeye alan yok! Basbayağı

yazık şu muktedirlere! Biz bir şeyi bilmediğimizde “bilmiyorum!” diyebiliriz rahatça. O diyemez! Evet, onu da öbürünü de en iyi liberalizm bilir zaten, bilmiyorsa dahi küstahtır, bilmediğini örter. “En çevreci biziz” diyebiliyor mesela kolayca, hem hiç utanmadan. Evet en çevreci muhakkak odur; değilse de olur yani o icap ederse o olur! Üşenmez, bunun için kendi oluşuna uygun yepyeni bir “çevrecilik” tanımlar ki o çevrede yaşayanları, en candan ekolojistleri dahi bu tanımın dışarıda bırakır, çadırlarını filan yakar. İngilizceyi üç beş İngiliz’den öğrenecek hali yoktur. Yahut kamu faydası diye yola çıkıyor yine mesela. Ve işte liberalizmin alışıldık dili. Aslında yaptığı bundan ne kadar uzak da olsa, o bile düşüncesini bu şekilde ifade etme derdinde. Hani fayda nedir, nasıl ölçülür? Kime faydalıdır? Yahut kamu nedir? Biz insanların hep birlikte oluşturduğu o müştereklerimiz değilse gri binaları mıdır yoksa? Buradan bakınca büyük şeytan Tayyip Erdoğan değil; onun yerinde başka biri de olsa sürekli bizden kavramlar çalacak ve aynı dili o aygıtın içinden kullanacaktı. İçinde yaşadıkları ve bize de dayatmaya çalıştıkları aygıtın gereği bu. Bu yapının temeliyle bir derdi olmayan, onu aşmaya değil yönetmeye aday olan hiç kimsenin, hiçbir siyasi iddianın farklı bir dil üretme şansı yok. Milliyetçilik ile ilgili söyleyecekleriniz neler?

Bitti

politikalarıyla.

Ve bir de son olarak, ben ırkları değil, coğrafyaları savunan biri olarak sormak istiyorum; “azınlıkların faşizmi” denen bir durumu gözlemliyor musunuz? Yani azınlık oldukları için ya da hakları verilmediği için duyguları kullanan, bu yolla aslında karşı oldukları faşizanlığa kendileri düşen bir Kürt hareketi de görüyor musunuz? Milliyetçilik bizim lokmamız değil. Bizzat ona karşı mücadele ediyoruz ki şarkı sözlerimizden kazırsak; “ne kadar milliyetçi, o kadar kapitalist!”. Diğer yandan, yataklığını sıklıkla milliyetçiliğin yaptığı faşizmse bir azınlık ideolojisi değildir; iktidar ilişkileriyle ilgilidir ve totaliterlik eğilimindedir. Bu yüzden bu belayı tartışmaya Kürt hareketinden başlamazdık. Milliyetçilik, malum, son iki yüzyılın hastalığı. Aslında bir ideoloji dahi değil, bizzat suçtur. Küllerinden doğmuş ve kendini sıfırdan var etmiş kocaman bir halk hareketi içinde milliyetçi eğilimlerin de olması pek şaşırtıcı değil bizce. Biraz eski moda işte; komik bir fantasmadan ibaret kalıyor. Ama mesele, bunun, hareketin tamamına ne kadar damgasını vurduğudur. Hatta daha gerçekçi olmak gerekirse teker teker her birimizin hayatlarına ne kadar damga vurduğudur. “Benden faşist olmaz!” deme lüksüne hiçbirimiz sahip değiliz. Bu hastalığın pek çok biçimde, özellikle gündelik ilişkilerde, kendisini kolayca yeniden üretebildiğini biliyoruz. Dolayısıyla tedbiri elden bırakmamak için sürekli eleştiri ve özeleştiriler yapma ihtiyacındayız. Antifaşizm bir inanç değil, hep yeniden gelen bir mücadele beyanı. Hakkını vermek gerek, mesela elinde herhangi ulusal bayrakla antifaşist olma iddiası en hafif deyimle hatalı. Coğrafyalarda, halkların bir arada yaşama bilgileri olduğunu unutmadan, “ezen ulus, ezilen ulus” farklarını da aklıda tutarak, buna ezenin ve ezilenin şiddeti tartışmaları da dahil ederek, bizim derdimiz nedir; biliyorsun: “Sınıfsız, sınırsız, ulussuz, sürgünsüz bir dünya!”

19


Boğaziçi Caz Korosu:

“Koronun Slogan Atması Mümkün Değil” Gezi Parkı protestolarında görmeye yapamıyorsun, orada olmak isalıştığımız “ortalığı şenlendiren, tiyorsun. “Bir ucundan tutalım” diyorsun sürekli. Koroda olup yüreklendiren” kişilerin arasında Boo! Fransa’da olamayan arkadaşlarıokurlarının da tanıyabileceği yüzlerinden mızdan bazıları da Taksim’de, Bebirileri vardı: Boğaziçi Caz Korosu, ya da şiktaş’taymış. Onlara ulaşmaya Ekşi Sözlük yazarlarından birinin deyimiyle çalıştık, uzun süre haber alamaBoğaziçi “Haz” Korosu! Biz de koro adına dıklarımız oldu. şef Masis Aram Gözbek’le Gezi Parkı Yurtdışındayken medyayı Direnişi üzerine konuştuk. takip etme olanağınız

Geçen yılki röportajda yayınladığımız fotoğrafa maskeyi Berkay Aşkaroğlu taktı.

20

31 Mayıs, 1 Haziran... Olaylar başladığında ne yapıyordunuz? Olaylar başladığında Fransa’daydık, bir konser turumuz vardı. Sahne arası mıydı, sonrası mıydı hatırlamıyorum; milleti bilgisayarın başına yığılmış gördüm. Herkes şok içindeydi. Olağanüstü bir hâl başladı. Fotoğraflardaki yaralılar, yardım çağrıları, birden dünyamız değişmiş oldu. Orada gördüğümüz vahşete inanamadık herkes gibi. Müdahalenin detaylarını öğrendikçe, olayı gittikçe daha iyi anlamaya başladık. Uzakta olduğunuz için neler hissetiniz? İnsana bir acizlik geliyor. Birşey

Haziran’da İstanbul’a geldik. O gün çok önceden ayarlanmış bir konserimiz vardı. İstanbul Lisesi Kültür Etkinlikleri kapsamındaydı ve okuldan “konseri iptal etmeyelim ve bu şekilde sesimizi duyuralım” önerisi geldi. Bizim düzenlediğimiz bir konser olmadığı için kendi kendimize planlayamıyorduk. Ama bir şey yapmamız gerektiğini biliyorduk. oldu mu? Bahsediliyor “Ne yapalım” diye düşündük, gaz muydu orada Gezi’den? maskelerimizi takıp ilk iki şarkıEvet. Biz internet kanalıyla Tür- yı o şekilde söylemeyi uygun bulkiye’deki ulusal medyanın ilgi- duk. sizliğinden dem vuranları öğrenmiştik. Fransa’da radyo dinledik, Tepki nasıldı? herkes Gezi’den bahsediyordu. Alkış koptu. Meğer herkes... Konserler sırasında aynı sahneyi paylaştığımız korolardaki arka- Patlamayı bekliyormuş. daşlarımızın ilgisi büyüktü. Ku- Aynen. O konserden sonra hep liste bize durmadan Gezi Parkı ile parktaydık. Normalde her çarilgili son durumu soruyorlardı. şamba provamız olur, 5 Haziran Çarşamba günü insanları GeSonra? zi Parkı’na toplayabilmek adına, Sonra devam ettik konserlerimi- provamızı orada yapalım dedim. ze mecburen ama içimizde o ateş Zaten neredeyse herkes oradaydı. yanıyordu. 2 Haziran tarihinde Sonra bu bir performansa dönüşson iki konserimizi ağır yarala- tü. Taksim Dayanışması’nın sahnanlara ve direnen arkadaşları- nesinde bir performans kararlaşmıza adadık. O zaman daha ha- tırıldı çabucak. yatını kaybeden kimse yoktu. 3


Gece evlerinize döndünüz mü? Hayır, bir çadır edinmiştik kurduk çadırımızı. Çadır kurarken türkülerimizi şarkılarımızı söylüyorduk. O arada bir sürü kamera bizi çekmeye başladı. Kendi kendimize söylerken bir anda onlara söylüyormuşuz gibi oldu. Sahnede söylemediğimiz “Entarisi Ala Benziyor” yani yeni deyimle “Çapulcu musun Vay Vay”ı da ilk kez orada denedik. O ilk karanlıkta söylediğimiz hâlini de internete koymuşlar zaten.

siyasî bir kimliği yok. Yok. Belki de bu yüzden ulaşması gereken yerlere bir nevi “yumuşak geçiş” ile ulaşabildi mesajımız. Başka sözler, yeni protest parçalar önerenler oldu mu? Milyon tane. Ama içlerinde küfür, hakaret, ne ararsan var. Düpedüz sayan söven sözler yazmışlar. Bunu yaparsak bir işe yaramayacağını düşündüğümüzden o işe hiç girmedik, zaten vaktimiz de yoktu pek. 8 partili küfür senfonisi! (Uzun uzun gülüyor) Bir de şu çok önemli diye düşünüyorum: Biz bu parçaları yaparken uzun uzun düşünüp planlamadık. Arkadaşımız konserden birkaç saat önce iş yerinde yazıp yolladı, biz de gördük beğendik; aldık söyledik. Hiçbir zaman “bunu söylersek birilerini karşımıza alırız” diye düşünmedik.

Maddi açıdan sizi sıkıntıya sokacağını düşünmediniz mi hiç? Tabii şu akla geliyor: Bu koronun daima maddi desteğe ihtiyacı var ve bu destek özel firmalarca kaİnsanların orada size patılamıyor. Mutlaka devlet desilgisi nasıldı? teği gerekiyor anlayacağınız. SüGüzeldi, zaten herkes dosttu rekli yurtdışında yarışmalara Park’ta. Herkes birbirini kolluyor, gidip Türkiye’yi temsil ediyoruz. yardım ediyor. Hayatta ön plânda Geçen yıl bir yaz yurtdışında yaolan kıyafet, görünüş, davranışlar; rışmalara katılmamız 400 bin libirden geri plâna düşmüştü. Ça- ra tuttu. Hâlâ borçlarını ödüyodırımızın üzerinde “Boğaziçi Caz ruz! Ama hiçbir zaman kimseden Korosu” yazısını gören gelip sa- korkarak yapmak istediklerimirılıyor, teyzeler yemek gönderiyor zi yapmazlık etmedik. Mesela bu filân. Özlediğimiz günlerdi. yaz katılacağımız Avrupa Koro Olimpiyatları için uçak biletleriVideonuz internetin her mizi Dışişleri Bakanlığı alıyordu. köşesine yayıldı. Ulusal Her şey planlanmıştı ama gitmedyada da yer aldınız. mekten vazgeçtik. Evet. Normalde adaletsizliklere karşı dokundurmalar vesaire Bu kararı nasıl verdiniz? göremezdin o medya kuruluşla- Her şey çok doğal ama ani gelişti. rında. Ama bize yer verdiler. Tür- Kendi içimizde bir toplantı yapküler zaten halkın tanıdığı eser- tık. Biz hem bireysel, hem de koler, sözlerimiz çok anlaşılır, bir de ro olarak bu direnişin sağlam biüzerine hakaret içeren herhangi rer parçasıyız. Ve direniş olduğu bir kısmı yok. Bundan dolayı bi- için de yurtdışına gitmekten vazze yer verdiklerini düşünüyorum. geçtik. Mesajı her yere iletebilecek, akıllı ve esnek yapıda sözler yazılmıştı. “Koronun slogan atması mümkün değil” diyorsun Bildiğimiz kadarıyla yani. Boğaziçi Caz Korosu’nun Kesinlikle. Ben “hükûmet istifa”

diye slogan atarım ama koro atamaz, atmamalı. Boğaziçi Caz Korosu’nun şüphesiz bir politik duruşu var. Ama bu herhangi bir siyasi hareketin dâhiline alınabilecek bir şey değil. Bizim şu andaki duruşumuz, herkesin göstermesi gerektiğini düşündüğümüz bir duruştur. Genel olarak Gezi Parkı Direnişi’ni nasıl yorumluyorsun? Bu direniş, kesinlikle bizlerin en temel yaşama haklarına tecavüz edilmesine karşı verilen bir mücadeledir. Bize ait olmayan bir yaşam şekli yıllardır bize benimsetilmeye, dayatılmaya uğraşılıyor. “Saat 10’dan sonra içki alamazsın, kürtaj yapamazsın” vesaire derken artık yatağımıza kadar girildi. Seneler boyu bunları gördük ama “vay şunlar bunlar” demekten öteye gidemedi kimse. Kimseden ses çıkmayınca aynı dayatmalar uygulanmaya artan biz hızla devam etti. Üstten bir gündem yaratıp alttan yasayı geçirmeler, 11 yıldır süregelen bu olaylar sonunda; insanların burasına kadar geldi tabii. Ama, Gezi Parkı’ndaki o ağaçlar kesilmeye başlamasaydı ve ağaçların kesilmesini istemeyen insanlara yapılan o insanlık dışı müdahale olmasaydı, muhtemelen olaylar bu kadar alevlenmeyecekti. Bu nedenle, yüreğimize ateş düşüren olaylar yaşanmış olsa da, ben Gezi Direnişi’ni büyük bir halk uyanışı olarak değerlendiriyorum. Hadi mesajını da ver! Ben beklersem, sen beklersen, öteki beklerse; hiçbir zaman birleşemeyiz. Gezi Direnişi’ni Gezi Parkı’nda olan insanlar başlattı. Bunu hiçbir zaman unutmamalı ve bu ruhu her zaman yaşatmalıyız.

Türkülü Direnişe Tepkiler

Masis Aram Gözbek: “Gezi Direnişi’ne destek vermeyen insanların bile ağızlarından parçalarımızı duyuyorduk. O insanlara tebessüm ettirebiliyor, bu vesileyle de hiç düşünmeyecekleri bu konu üzerinde düşünmelerini sağlıyordu türküler. Bence en büyük kazanımı bu oldu.”

Çapulcu musun vay vay!

Boğaziçi Caz Korosu’nun direniş günlerinde yayılan performansını şuradan izlemek mümkün: goo.gl/1QrlVq

Bitti

Çapulcu musun Vay Vay’a geliyoruz galiba! Kürşat, benimle birlikte koronun şu an en eski koristi, ‘Kızılcıklar Oldu mu’ adlı türkü üzerine yeni sözler yazmış. Bir bakın diye yolladı bize. ‘Çapulcular Oldu mu Meydanlara Doldu mu’ şeklinde değişmiş sözler. Yarım saat sonra da ‘Entarisi Ala Benziyor’un sözlerini ‘Gaz maskesi ala benziyor, biber gazı bala benziyor’ diye değiştirip yolladı ama ona bakamadık, çünkü konser başlamak üzereydi. Yarım saat sonrası için hazırlayıp ‘Çapulcular Oldu mu’ için provamızı yaptık bitirdik. Sahnede söyledik o akşam.

21


7 Pink Floydlar ve 2 Prenses:

Pink Floyd’un Masal Hali 7PF2P tam 7 yıldır saygıyla Pink Floyd eserlerini çalıyor. Ağustos ayındaki görkemli The Wall şovunun ardından gözlerimiz kendilerini aradı. Grubun Kadıköylü gitaristi Barış Kıran’la Karga Bar’ın bahçesinde buluştuk. Prenseslerden Nil İpek Hülagü ve davulcu Cem Uçan da e-posta ile yolladıkları cevapları ile aramıza katıldı.

Peki ya grubun ismi… C: Erhan’dı galiba, 7 Pink Floydlar yapalım diye bir öneri ortaya attı. İlginç geldi, kabul ettik, geri vokaller işin içine girince biraz daha şenlendirelim istedik. Özellikle ilgi çeksin ya da “çok acayip bir hikâyesi olsun” diye koymadık ismi.

görebiliyorsun. Bu yüzden sahne için bir avantaj, gereklilik daha doğrusu ama biz bunu keyfi yapıyoruz. Dolayısıyla iletişim kurmakta biraz zorlanıyoruz. Karar almamız uzun sürüyor.

C: Hızlı hareket edememe, sahneye sığamama, soundcheck’te herkesi bir araya toplayamama gibi B: Hatta 2007-2008 Stüdyo Li- sorunlar var ama böyle de mutve’da çok çaldığımız dönemde, bir luyuz. Daha küçük parçalara böGrup nasıl kuruldu? konser arasında birisi gelip “Bu lünelim fikirleri pek rağbet görHerhalde dokuzunuz nasıl kötü bir grup ismi? Aşağı- medi. birden bir araya da kapıda gördüm, çocuk müsagelmediniz. meresi sandım.” dedi. Böyle güzel, N: Bir yandan 9 kişilik grup 9 ayB: Cem, Erhan ve ben öncesinde komik eleştiriler oldu. rı karakter demek, bu da bize eğbaşka bir projede blues yapıyorlence ve muhabbet olarak geri döduk. Ondan sonra PF çalalım fikri 9 kişi olmanın avantaj ve nüyor. oluştuğunda ‘Arkadaşlardan des- dezavantajları var mı? tek alalım’ dedik. İlk konserimizi B: Çaldığımız müziğin icrası ge- Grup kurulduğundan verdiğimiz sırada 7 kişiydik. He- reği zaten bu kadar adama gerek bu yana repertuarınız nüz prensesler yoktu. var. Çünkü PF sahnesindeki ekip- ne yönde şekillendi? lere bakarsan dokuzdan fazla kişi “Keşke şunu da çalsak”

22


yaşadık. O yüzden yaklaşık son bir senedir repertuara bakarsak Syd Barrett döneminden sadece bir parça görünüyor, o da Astronomy Domine. Hangi yeni parçanın çalınacağına nasıl karar veriyorsunuz? Yeni parçayı çalışma süreciniz nasıl işliyor? C: Birisi öneriyor, fikir beyan etmek isteyen herkesin fikri alınıyor. Bir ortak fikir oluştuktan sonra da ilk provada biraz debeleniyoruz. Gerçi sonrakilerde de debeleniyoruz ama sahnede çalmadan da gerçek performans ortaya çıkmıyor bir türlü.

dediğiniz bir parça var mı? C: Genelde sound olarak ortaya koyabileceğimiz iyi şeyler üzerine yoğunlaştık. Benim Roger Waters’tan önce bir “The Wall Projesi” önerim vardı ama yine sound ve diğer endişeler nedeniyle yapamadık. Şahsen daha az bilinen şarkılara yoğunlaşabileceğimizi düşünmüşümdür, Obscured by Clouds’daki bazı şarkılar gibi. B: İlk kurulduğunda albüm bazında gidiyorduk. İlk Wish You Were Here ile başlamıştık. Defalarca Shine on you Crazy Diamond çalıyorduk. İlk konserde WYWH albümünün tamamını çalmıştık. Üzerine The Wall’dan Young Lust, Comfortably Numb, bir iki parça ve Dogs çalmıştık. Daha sonrasında “Dark Side of the Moon’a girelim” dedik. Ardından Division Bell’den birkaç parça ekleyelim dedik. Sound açısından olmayanlar vardı, çıkardık. Bir ara daha erken döneme baktık. Sound açısından sıkıntılar

kadar iyi olmayacak ama son dönemde böyle bir fikrimiz var. Biraz daha motivasyonumuza artısı olması açısından… “Acaba biraz daha akustik versiyonlar mı denesek?” diyoruz. Farklılaştırmak gibi fikirler var ama bunlar henüz elle tutulur değil.

Seyirci çok bilindik PF şarkıları dışında neler dinlemeyi daha çok seviyor? Siz neleri çalmayı daha çok seviyorsunuz? Seyirci ile uyuşabiliyor musunuz? B: Bana kalsa bütün PF parçaları baya bilindik aslında. O konserde iyi bir sound varsa bilinmedik bir PF şarkısının da keyifle dinlendiğini anlıyorsun ama sound B: Aslında son birkaç senedir yeni bir kötüyse en sevdiği parçayı da çalsan etşeyler eklemekte zorlanıyoruz. Her kon- kili olmayabiliyor. ser öncesi en az iki kere tüm parçalar üzerinden geçmemiz lazım. Eğer bir C: Seyirciler ağırlıklı bilindik şeylekonser öncesi iki provadan daha fazla ri seviyor. Aslında biz de genelde bilinprova şansımız yoksa bu yeni parçaya dik şeyler çalıyoruz. Yine de farklılıklar bakamamak anlamına geliyor. Yeni par- var, bağırarak Echoes söyleyen seyirciçayı da herkes evde çalışıp gelemiyor. Bir leri görmek beni mutlu ediyor. En köprovayı baştan sona o parçaya ayırmak tü hatıram, bir konserde “One of These zorunda kalabiliyoruz. O da bizim için Days” sonrası bir kaç seyircinin yüzünlüks bir durum. deki şaşkın ifade. Ben en arkada olmam nedeniyle genelde ışık elverdiğinde seN: Grubun tembelleri olarak Ceren ile yirciyi gözlemliyorum, mutlu olduklarıbenim stüdyonun dışına çıkıp vokal ça- nı görmek beni de mutlu ediyor. lıştığımızı görebilirsiniz sık sık. Grubun en iyi albümlerinin Belirli/kısıtlı bir repertuara tüm ekip bir aradayken sahip bir saygı grubu olarak yapıldığını biliyoruz. Peki kendinizi nasıl yeniliyorsunuz? ya PF elemanlarının solo B: Zor bir konu gerçekten. Yedi sene ön- çalışmaları… ce çaldığımız bir parçayı bilmem kaçın- C: Sanırım Amused to Death diyeceğim, cı kere çaldığımızda tabii ki aynı etki ol- belki David Gilmour’a haksızlık olacak muyor. Bunu da oturup “değiştirelim mi” ama öyle diyeceğim, evet, dedim. gibi bir şey de söz konusu olmuyor. PF’u ne kadar değiştirirsen değiştir, onlar B: Özellikle David Gilmour’un 2000

23


Waters ayrıldıktan sonra David Gilmour’un en büyük destekçisi Rick Wright idi. A Momentary Lapse of Reasons albümünde Rick Wrigth yok ve bunun eksikliği çok net görünüyor. Division Bell’de Rick Wright’ın gelişi ile çok daha başarılı bir albüm ortaya çıkıyor. Sadece bu örneğe bakarak bile grupta nasıl bir etkisi olduğunu anlamak mümkün.

sonrası albümünü ve oradaki gitar tonlarını çok beğeniyorum. Roger Waters ayrıldıktan sonra PF sound’unu esas belirleyen eleman olarak düşünüyorum David Gilmour’u. En azından yüzde olarak çok büyük ve 2000 sonrası hem PF parçalarını hem de kendi parçalarını çalmak için oluşturduğu grubun müthiş bir sound’u olduğunu düşünüyorum ve bunun yeni PF sound’u olduğunu. Örnek vermek gerekirse, Robert Wyatt’s Meldtown konserinde Rick Wright’ın Breakthrough şarkısı çalındı. Bu şarkı aslında Richard Wright’ın albümünde başka bir sound’a sahiptir. Orada çalındığında ise 2000 sonrası David Gilmour ve ekibi ile oluşmuş sound’un buna yedirilmesi sonucunda ortaya bambaşka bir parça çıkıyor. Çok yaygın olan Gilmour – Waters ayrımı dışında 5 yıl önce aramızdan ayrılan ve grubun kurucularından olan Richard Wright’ın gruba olan katkısını nasıl değerlendiriyorsunuz? B: Aslında baya ön plandaydı bence. Daha erken dönemlere bakarsak, Atom Heart Mother’a gittiğimizde oradaki orkestrasyonların, düzenlemelerin çoğunda Rick Wright etkisi var. Hatta Dark Side of the Moon’un bütünlüğünü sağlayan akor geçişleri, altyapıdaki sound… Yüzeysel olarak bakınca mütevazı karakteri sebebi ile geride gibi görünebilir. Roger

24

Dünyadaki diğer PF tribute grupları takip ediyor musunuz? Özellikle başladığımızdan beri merak edip Youtube’dan “yurt dışında yapan var mı acaba” diye çok araştırmıştım. Hepsini de biliyorum aslında. Avustralyalılar biz başladığımız dönemde çok iyi bir noktadaydılar 2006’da. Hatta 2004’te Liverpool’da Australian Pink Floyd Show olarak çıkardıkları DVD nefisti. Bazı parçaların PF’dan daha iyi çalındığını görmüştüm albüm sound’u ile kıyasladığımda. Daha sonra ilginç bir şekilde PF gibi iki gitaristin anlaşamaması sonucunda ayrılmaları var. Australian Pink Floyd Show olarak biri devam etti. Diğer gitarist ve gruptan birkaç kişi Brit Floyd olarak devam ettiler. Son dönem onlara baktığımda iki grubu da beğenmedim. Çünkü yaptıkları şey bana çok ticari geldi. O noktaya geldiklerinde zaten profesyonel olmuşlar ve günaşırı konser veriyorlar. Ortada dönen ciddi bir para var. Bizden farklı olarak bunu iş olarak yapıyorlar sonuçta. Bunlar en üst seviyede PF tribute grupları. Bunların dışında her ülkenin kendi PF tribute grubu var neredeyse. İngiltere’de birkaç tane var ve birinin ismi çok yaratıcı; Think Floyd. Bir PF tribute gruba verilebilecek en güzel isim. Onların da daha erken döneme ağırlık verdiğini gördüm. Peki kendinizi onlarla kıyasladığınızda? B: Belki onların bunu iş olarak yapmaları, gün aşırı çalmaları, belli bir rutinde çalmaları performansı etkileyen faktörüler. Bizim biraz daha gönül işinde yapmamız, o anda şartlar neyse o doğrultuda çalmak ve bu nedenlerden dolayı bazen PF’dan uzaklaşmak, o anda oluşan kimyanın başka noktalara ulaşmasına


geliştirdiğim bir anım var. Sıkıntılı meseleler tabii.

N: Shine on You Crazy Diamond’un geri vokallerinde “Shine” diye bağırırken Şaaa- diye kesilip kalmışlığım var. Şarkının her “Shi7PF2P dışında müziğin ne” kelimesinde hem de, tek tek! neresindesiniz, bireysel Bundan çok daha talihsiz olaylar ya da ekip olarak başka yaşandı tabii ki, söz unutmalar, projeleriniz, uğraşlarınız trampet patlatmalar, tel koparvar mı? malar, teknik bir sebep yüzünN: Ben şu ara kendi bestelerim- den konserin ilk şarkısını tamale uğraşıyorum yoğun bir şekilde. men basgitar olmadan çalmamız... Onun dışında eğer yakın arkadaş- Genelde de komik oluyor aslında, larım geri vokal isterlerse ko- sonrasında gülüyoruz çok. şa koşa gidiyorum; Emir Bey’de, Emir Yargın’da geri vokal yapı- Roger Waters The Wall yorum. şovunda orada mıydınız? Sizi nasıl etkiledi? C: Birkaç grup içi proje deneme- C: Kalabalık bir ekiple oradaydık. miz oldu, bir yere vardıramadık. Böyle bir şovu görmüş olmak elBenim 2 aydır birlikte çalıştığım bette çok güzel bir deneyimdi Caz Trio grubu var. Nasıl bir yön ama ben hayal ettiğim yükseklikçizecek şu andan bir şeyler söyle- te bir ses duyamadığım için aramek epey güç. dığımı biraz yarım buldum. Zaten açık hava performansları konuB: Ceren bir dönem Boğaziçi Caz sunda biraz soru işaretlerim varKorosu’ndaydı, şimdi Yasemin dır. Mori ile bir şeyler yapıyor. B: Çok önceden anons edilen bir Hiç sahnede konserdi ve yıllardır da bu şovu unutamadığınız talihsiz yapıyor. Gidemesek de takip edibir olay yaşadınız mı? yorduk sürekli. Neyi göreceğimiB: Bir konser boyunca kötü ya da zi çok iyi biliyorduk. Sürpriz bir farklı duymak parçanın bir ye- şey yoktu ama tabii ki çok bürinde yanlış çalmaktan çok da- yük bir şovu devasa bir ekrana ha kötü. Böyle şeyler yaşayabili- çok iyi projeksiyonlarla yansıtılyoruz. Bulunduğun yerde çok iyi mış müthiş bir sound. Çok denduyuyorken insanların bakışın- geli bir sound diyelim aslında. Az da aynı şeyi görmüyorsun. Benim önce David Gilmour’un 2000 sonözellikle unutamadığım bir anım rası oluşturduğu sound’un ne kavar. Hangi yıl hatırlamıyorum bir dar güzel olduğundan bahsettik. Bronx konseriydi. O gün ekipman Aynı şey Roger Waters için yokkonusunu biraz abartmıştım. Ne tu. Çok klasik rock sound’u vardı. varsa doldurmuşum önüme. Ba- PF sound’u da yoktu aslında. Yine zı pedalları daha önceki konser- çok iyi bir ses sistemi vardı. Qulerde yeterince deneyip tanıma- adrophonic bir sistem vardı sanımışım. O başıma bela oldu. Have rım. Sadece bütün parçaları noa Cigar’ın başında birden ses git- tası notasına takip etmek gibi bir ti. Düzelttiğimi sandım. Tekrar gi- durum oluyor. Orada bir anlık bir relim dedim. Birkaç saniye sonra hata varsa da çok net görüyorsun. tekrar gitti. Baktım olmuyor, çı- Bunu belki “eksi” bir durum olakardım amfiye taktım gitarı, bü- rak düşünebiliriz. Konserden datün parçayı efekt kullanmadan ha fazla zevk almamanıza neden çaldım. Parça bittikten sonra on olan bir şey… beş dakika kadar alnımdan terler akarak düzeltmeye çalıştım. Bir Türkiye’de progresif tane pedal sıkıntılıymış sadece. müziğin gelişimini nasıl görüyorsunuz? Sizin de C: Kendi adıma, bir konserde “pat- içinde olduğunuz bir proje layan floor tom’un derisini bir olacak mı? şarkı arasında alt deriyle değişti- Umarım olur. Yeni bir şeyler yaprip bantlamak” gibi el hünerlerimi ma isteği ve bizi motive edecek

“Muhabbet kesmedi ya”

Röportajın sonuna gelmişken aklınızdan böyle bir düşünce geçtiyse, müjdemizi verelim: Röportajın kırpılmamış tam hali boodergi.com/yedi-pink-floydlar-ve-iki-prenses adresinde.

bir şeylere ihtiyacımız var. Hepimizi ortak noktada toplayan progresif bir şeyler üretebilsek mesela… Grup adına hevesli olduğumuz bir konu olduğunu söyleyebilirim. Sadece fırsat bulamıyoruz. Sonuçta herkesin işi var, çok yoğunuz. Diğer yapılan işler varsa da bize ulaşmıyor. Bu işler bir şekilde kaydedilip bize gelmediği süre bizim bundan haberimiz olmaz. Bu da Türkiye’deki genel müzik durumu ile ilgili. Onun bize gelebilmesi için progresiflikten çıkıp başka bir şeye dönüşmesi gerekir. Bunun için ancak ciddi bir mesai harcayıp, “kimler, ne demo kayıtlar yapmış” gibi araştırmalara girmek gerekiyor.

Bitti

olanak veriyor aslında. O yüzden bazı konserleri kaydetsek ve insanlara dinletsek belki beğenmeyecekleri bir parça o anda, o seyirciyle, o sahnedeki sesle çok güzel olabiliyor.

25


fotoğraf röportaj: Kamer Yılmaz Pınar Derin Gençer deşifre: Rıza Şahin

Ulaş Tosun:

Fotoğraf Makinesi ile Editörün Makasına Karşı Onun hikayesi 10 yıl önce başladı. Eline kalemi de aldı makineyi de; ama haberden habere koşmak için en çok fotoğraf makinesini yoldaşı kabul etti. Ulaş Tosun ile fotoğrafçılığı, gazeteciliği, yakında gelecek olan Küba belgeselini konuştuk. Biz sorduk o da tüm samimiyetiyle anlattı. Tam da Sokak Fotoğrafçıları Günü’nde, tam da Gezi Parkı Direnişi ile ilgili fotoğrafları sosyal ağlarda hızla yayılırken…

26

Fotoğrafçılığa nasıl başladınız? Lisans eğitimini İstanbul Üniversite’si Sosyal Antropoloji Bölümü’nde aldım. Bölümde yetersiz bir şekilde olsa da, fotoğrafın sosyal bilimlerde kullanımını inceleyen Görsel Belgeleme Teknikleri isimli bir ders vardı, fotoğrafla kompakt makineler dışındaki tanışıklığım bu ders sayesinde oldu. Diğer taraftan o yıllarda da gazetecilik yapma fikri aklımdaydı, bu nedenle öğrenci kulüpleri ve stajyer olarak çalıştığım yayınlarda fotoğraf eğitimi almayı sürdürdüm.

alabileceğim bir iş gibi geliyordu. O zamanlar insanlarla iletişim halinde olmayı, fotoğraf çekmeyi, yeni hikayeler işitmeyi seviyordum. Ayrıca bir yaşta artık teorik olarak bir meslek seçmeniz gerekiyor.

Peki gazeteciliği seçtiğiniz için hiç pişman oldunuz mu? On yıla yakın bir süre bilinen veya bilinmeyen birçok yayında çalıştım. Türkiye’de basın, ortak kanaate göre gerek sermaye yapısı, gerek iktidar baskısı, gerekse okuyucu alışkanlıkları nedeniyle problemli bir yapı sergiliyor. Neden gazeteci olmak Bunları ben de kişisel hikayemistediniz? Neydi sizi bu de hissettim. 10 yıllık gazetecilik zor mesleğe çeken? hayatımın 3 yılını işsiz geçirmem Aslında şimdi bakınca o yıllar- gibi. Her işsiz kaldığımda gazeteda şimdikinden farklı olarak ka- cilik bir son gibi geliyordu. Sanfamda nasıl bir imge vardı bil- ki bir hobi yapıyorsun gibi çevremiyorum. Yapabileceğim ve zevk den “Ne zaman bir meslek sahibi


fotoğrafçılardan biri.

olacaksın?” gibi boğucu bir elektrik aldım. Bir de çalıştığın yayınlarda gördüklerin, yaptıkların ve gazetenin beklentileri, eldeki malzemeyi yorumlayışları da bir sıkıntı. Editöryal süreçlerle ilgili sorun yaşamayan sayılı şanslı gazeteci vardır. Ben onlardan biri değilim.

mücadele etmek gerekiyor. Tabii ki bu yanıt teorik bir ideali esas alınca anlamlı oluyor. Uygulamada ise yayınların sermaye yapısına göre yansıtmak istedikleri olayları haber yapmak zorunda kalıyorsun. Mesela çok çeşitli yayınlar için fotoğraf çekebilirim, bundan yüksünmem ama iş yazmak olduğu zaman biraz daha kendi dünya görüşüme yakın yerlerde yazabiliyorum ya da yazmayı tercih ediyorum. Fotoğraf bana biraz daha; en azından beni ikna edecek kadar objektif gibi geliyor.

Fotoğraf çekerken mi haber yapmayı daha çok sevdiniz; yoksa sadece haber yazmayı mı? Hangisinde kendini ifade ederken ya da haberi aktarırken daha rahat hissettiniz? Her ikisinde de özne olan muhabirin olayları yorumlayışı çok etkin ama habere nazaran fotoğraf bana daha yalın geliyor. Nihayetinde bir ayna gibi kullanabiliyorsun makinayı; ama haber yazımının her sürecinde öznellikle

Fotoğrafçılığa ilgi duymanıza neden olan belki de idol olarak gördüğünüz ya da sadece çok etkilendiğiniz fotoğrafçılar kimler? Magnum kurucu kadrosu kuşakları etkilemeyi sürdürdüğü gibi bana da ilham vermekte. Sebastiao Salgado, Henri Cartier Bresson gibi isimlere büyük saygı duyuyorum. Ara Güler’in fotoğrafçılığı kadar hayat hikayesini de çok önemli buluyorum. Coşkun Aral da benim için örnek

Fotoğrafçılıkta tekniğe bakış açınız nasıl? Malum analog ve dijital tartışmaları devam ederken bir de üstüne akıllı telefonlar ve onların kameraları eklendi. Fotoğraf çekerken birini tercih etmek fotoğrafa verdiğiniz işlev ile alakalı. Tamamen bireysel motivasyonlarla sanat için fotoğraf çekiyorsanız analog makine bence buna daha uygundur. Ama bir iletişim aracı olarak fotoğraf çekiyorsanız dijitalin olanaklarını reddetmenin bir manası olduğunu düşünmüyorum. Sadece analog ısrarı sürdürmenin bir gazetecinin bu devirde daktilo ile haber yazmasına benzetiyorum. Teknolojinin getirdiği imkanlarla (Photoshop ya da Instagram gibi) çekilen ve belirli imzalar altında paylaşıma açılan fotoğraflar ve kendini fotoğafçı olarak adlandıranlar için neler düşünüyorsunuz? Aslında bu dijital teknolojinin getirdiği bir olumsuzluk. Yine de “fotoğrafçılık belli bir zümrenin, belli bir elit kitlenin hakkıdır, onlar yapsın” da demek istemiyorum. Evet, on binlerce fotoğraf çekiliyor, Twitter’da, Facebook’ta ya da Instagram’da binlerce fotoğrafçı olduğunu yazan insan var ama pratikte zaten eleniyor bu insanlar. Diğer taraftan bir iletişim aracı olarak yaklaşırsak

27


DIRENIŞ YORUMU

bu sene açıp bakmayı aklımın ucundan geçirmiyorum. yaygınlaşmasında sorun yok. Kurumsal fotoğrafçılık da yaptığınızı düşünürsek. En çok foto muhabirlikten mi kurumsal fotoğrafçılıktan mı keyif alıyorsunuz? Sonuçta birinde sürekli aksiyonlu, heyecanlı da bir diğeri ise düzenli, sakin bir yapıya sahip. Hangisini yapmaktan daha çok hoşlandınız? İşim gereği çok fazla kurumsal fotoğraf çekiyorum. Bu işte belli formlar, kurallar var ve bunlara uydukça iyi fotoğraf çekmiş oluyorsun. Sokakta çektiğiniz fotoğraflar öyle değil. O fotoğrafa bakarken senin gibi benim de ilk defa gördüğüm bir şey oluyor ve hayatı çekiyorum; insanlara belli bir kalıbı göstermek için uğraşmıyorum, görebildiğimi çekiyorum. Gazeteciliğe ilk başladığım yıllarda sokaklarda çektiğim fotoğrafları hala açıp baktığım zamanlar oluyor ama geçen sene çektiğim kurumsal fotoğrafları

28

Bir de gazetecilik dışında İspanyolca eğitimi var. Neden? Küba’ya gidişimi bir şekilde anlamlandırmanın yoluydu İspanyolca öğrenmek. Küba’ya gitmem Türkiye’deki gazetecilikten kendi adıma umudumu kesmemle de paralel bir süreç. Maksadım oradan Latin Amerika’ya doğru devam edip o bölgede gazetecilik yapabilir hale gelmekti ama Küba’da biraz fazla oyalandım ve kazanmam gereken parayı kazanamadım. Hiç kazanamadım. Ama hayatımda beni en mutlu eden şeylerden biri oraya gitmek oldu. Küba seyahatinizin sonunda da Küba ile ilgili hazırladığınız; Me Voy a Buscar isimli bir belgesel ortaya çıkıyor. Daha doğrusu şu anda proje aşamsında ve bitmek üzere. Biraz bu projeden bahsedebilir misiniz? Anlamı aramaya gidiyorum; çünkü

orada kapitalizm dışında bir ekonomik sistem olduğu için, insanlar ihtiyaçlarını takasla veya devletin onlara verdikleri ile gideriyorlar. Bu yüzden ihtiyaçlarını karşılamak için hareket ederken, bizdeki gibi “ben bakkala ekmek almaya gidiyorum” şeklinde kurgulanmıyor dil, “ben aramaya gidiyorum” şeklinde sokağa çıkılıyor. “Satın almak” fiili de var ama bunu kullanacağın yer oldukça sınırlı. Oradayken gördüm ki turist hayatından uzaklaştıkça bambaşka bir hayata tanıklık ediyorsunuz. Bu yüzden de belgeselin adı Me Voy a Buscar (Türkçesi: “Ben Sadece Aramaya Gidebilirim”). Belgesel olmasına karar verişim ise şu şekilde oldu: Küba’da kaydettiğim görüntülere göre çok az fotoğraf çektim. Oraya kamerayla gittim, fotoğraf çekmek istiyordum ancak sokağa çıktığımda her adımda Küba’yı fotoğrafla anlatmanın zor olduğu izlenimine kapıldım. Bu, bence mümkün değildi; sesten bağımsız bir şey değildi oradaki yaşam. Bunu reddetmenin de -işte benim teknolojiye bakışımla örtüşüyor- bir alemi yok, ben fotoğrafçıyım, sadece fotoğraf çekerim diye bir şey yok.

Bitti

Üstte, Ulaş Tosun’un Küba’da çektiği fotoğraflar.

Gezi Direnişi ile ilgilenmem eylem- insanlar sessiz kalmayacak bu aşikar cilere yapılan orantısız müdahaley- ancak Gezi Direnişi boyunca basma le paralel başladı. Bundan öncesini kalıp tepkilerle varlık gösteren ideoanlatan fotoğraflarım yok. Direnişin lojilerin tamamı süreçten elendi. Ulugözlemlediğim kadarıyla önemi kur- salcılardan tutun da diğer çevrelere gulanmamış olmasıydı. Yüz binlerce kadar hiçbiri bu direnişte varlık gösinsan birbirinden bağımsız taleple- teremediler. Zaten insanları bir arari için bir araya gelmekten başka bir ya getiren koşulların içinde bu grupyol bulamamış ve kenetlenmişlerdi. ların her biri de birer aktördü. İktidar Direniş her adımında önüne getirilen kadar muhalefete de tepkiyle oluşan setleri zekice, bireysel hamlelerle ve Gezi Direnişi için bu yaklaşımların kesinlikle şiddete başvurmadan aştı. öngörülerini de iktidarın öngörüsü Şu anda sıkça duyulan Eylül beklen- kadar anlamsız buluyorum. tisini de sağlıklı bulmuyorum. Artık


1778* Biz bunları daha önce Boo!’da yazdık. Arayan bulur!

8 yıla yaklaşan Boo! mazisinde aradığınız konunun koordinatlarını anında öğrenmek için dev hizmet: boodergi.com/arsiv-arama

* Boo! dergisinin ilk iki döneminde yer alan konu adedi.


performans röportaj & fotoğraflar: Pınar Derin Gençer

Arascan Dönmez:

“Ayşe Arman Röportajı Sadece Bir Sanat Nesnesi” O bir yanı çok seksi olsa da diğer yanı tamamen “Aseksüel mi ne?” dedirten bir adam. Farklı aurası ve hem karşı konulmaz hem de su gibi enerjisi ile Arascan Dönmez, şimdi Boo! dergisine konuşuyor. 25 yaşındasın. Yakışıklısın ve tarif edilemezsin. Hiçbir yere konamıyorsun. İnsanlara bu kadar farklı gelen şey ne? Beni farklı bulanların kendilerinde olmayan ve bende buldukları şey ne? Bence cevabı iyi alınacak bir soru bu şekilde sorulmalı. Evren aynı kalmak için değişir, biz ise farklı olmak için. John Fowels’ın çok sevdiğim bir sözü. Beni bir yere koyamamaları sürekli farklı görünmemden ve sabit olmayışımdan. Değişiyorum çünkü. Bu değişim karşısında aynı kalanlar benim için “o çok değişik bir çocuk” diyenler bence. “Bu yaş çok erken” diye tepki gösterenler oldu ama sen kimseyi dinlemedin ve manifestonu yazdın, hayata son sözlerini söyledin. Erken olmadı mı ya da neden şimdi yazman gerektiğini düşündün? Manifesto yazmanın yaşı var, tepki gösterenlere göre sorun bu. Bir kerede yazılmadı ayrıca bu manifesto. Bu sene 19 Mayıs’ta tamamlandı. Beş sene önce taslağı belli oldu ve yıllar içinde de

30

şekillendi. Geride bıraktığımız 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı günü ise beş saat beş dakika gibi bir sürede son şekli verildi. 25 yaş bu dünyayı ve insanını anlamam için yeterliydi. Bundan sonrası önemli benim için. Bir sürü şeyin üzerine yaşıyoruz çünkü. Söylenmiş bir sürü sözün, konulmuş onlarca kuralın, ait olalım istenen kimliklerin ve zaman geçsin diye gerekliliğini koruyan anlamsız kavgaların, yanardöner sevgilerin, ittifakların ve yalancı barışların, aldatıcı ünlerin… Hem üstüne hem de büstüne yaşıyoruz. Sadece göründüğün kadarı olmaman belki de insanların seninle olan savaşı? Güzel bir erkek olmak çok zor. Aslen Makedonyalıyım ama bunun bir önemi yok. Yaşadığım yer hali hazırda Türkiye. Buradan gitmem gerek ama bu gerçekleşene kadar rahatsız edilmeye devam edeceğim. Yüzümden ve vücudumdan ibaret zannedecek ve kafamın daha önde geldiğini anladıklarında benden nefret edecek ve beni neremden nasıl aşağı çekebilirler, bunu düşünecekler. Ben

de, “bana ayıracağınız zamanı kendinize ayırın”, deyip geçeceğim sadece. Ne de olsa biz insanları birbirinden farklı kılan şey, taşıdığımız düşüncelerin değerleri. “Ne kadar farklı olursa olsun; sana ait olmayana tenezzül etme ve ne kadar basit olursa olsun senin olandan asla vazgeçme” diyor hayranı olduğumu söyleyebileceğim Che Guevera. Ben işin burasındayım, onların ne kadar neresindeler, bilmem de anlamam da. Daha çok nesin, performans sanatçısı mı, yaşam koçu mu, yazar mı yoksa oyuncu mu? Modellik de yapıyorsun üstelik. Tek bir perspektiften bakmak ve bir şeye indirgemek… Tekdüzeci olmak ve her şeyi bu tekdüzecilikle düzmek… Problemimiz bu işte. Hepsine ait hissediyorum kendimi. Tamamıyım ve aslında hiç biriyim. Etiketlerim ben değilim hiçbir zaman. Bunlar yapabildiklerim. Keyifli, özgür ve yorulmadan para kazanabileceğime inandığım iş alanları benim için, hepsi bu. Hiçbir zaman görülen ve anlanan olmayacağım ve korkarım bunun adı da ne tam olarak gerçek ne de


değil. Ruhum ve bedenim bile benim değilken herhangi bir şey nasıl benim olabilir ve ben “şuyum” ben “buyum” ya da “o benim”, “bu benim” diyebilirim. Anca böyle yaparak kendimle dalga geçebilirim. Sen çok sakin cevaplıyorsun soruları ve tüm bunları anlayamıyorum gibi bir tavrın var sorulan her soruya karşı. Arascan şu anda karşımdasın ve konuşuyoruz. Gördüğüm de mi yanıltıyor beni yoksa? Gerçekten, Türk insanı için yeni ve keşfe açık bir tarafın var. Enerjin sıradan bir Türk erkeğine benzemiyor. Aşırı sakin ve fazlasıyla durağan gibi gözüksen de iş sanata ve üretmeye gelince hız tutkunu bir motorcuya ve sürat seven bir yarışçıya benziyorsun. Performanslarını izledim. Bakışlarını James Dean’e benzetenlerin ve sende Paul Newman havası olduğunu düşünenlerin bu mantığı nasıl oluşturduğu bilinmez ama insanı ürküten ve “bu çocuk göründüğünden fazlası” dedirten bir havan var. Tüm bunlar yok mu yoksa? Enerjisel davranan ve bu şekilde yaşayan bir adamım. O an enerjim ne ise fotoğrafa da o yansıyor. Bu röportaj için sana verdiğim pozlarda sen de fark ettin, hepsi birbirinden farklı. Ama hemen belirtmeliyim ki, beni adam gibi çekmeyi beceren bir fotoğrafçı da daha çıkmadı karşıma. Gazetelerin bu konularda imkanları kısıtlı, arkadaşlara da yüklenmek istemem ama böyle. Röportajların benim işlerimle ilgili olan bölümleri dışında bana dair olan kısımlarında ise beni görünce çok heyecanlandığını söyleyen ve soracağı soruları karıştıran arkadaşların azizliğine uğruyorum zaman zaman, kabul! Bu heyecanlanma durumunun ne olduğunu henüz anlayabilmiş değilim. James Dean’e ve Paul Newman’a aşığım gerçekten. Ve ikisine de fiziken benzetilmediğim için

durumdan mustarip değilim. Dean’e onun gibi hüzünlü ve çok anlamlı baktığım için, Newman’a da suratımın hatları nedeniyle onun havasını andırdığım için benzetiliyorum. Bu bir benzetme değil aslında, onları hatırlatıyorum herhalde. Ben farkında değilim, söylenenler doğruysa bu böyle. Ne sevinebilirim ne de üzülebilirim. Böyleyse böyledir yani, ne yapabilirim? Bakışlarının etkisi belki de. Herkes çok etkileyici baktığını düşünüyor. Daha doğrusu anlam yüklü, belki de budur karşı tarafı karşında bu kadar durduran? Etkilemek için bakmıyorum kesinlikle ama baktığımda etkiliyorsam bunu bilemem. Sadece kimseye ve hiçbir şeye boş bakmadığımı söyleyebilirim o kadar. Edip Cansever’in çok sevdiğim bir sözüdür, “insan bazen ağlamaz mı bakıp bakıp kendine”. Ben bunu bazen değil de hep yapıyorum, galiba. Ya da resmen olmasa da, resmine baktığım zaman kısmen ölüyorum durumudur karşı tarafa yaşattığım, kim bilir? Hayatımın en enteresan röportajlarından biri. Murat Renay’ın seninle yaptığı röportajın başlığını neden “bu adamın derdi ne?” diye koyduğunu şimdi anlıyorum. Neyse, devam edelim. Kendine

duyduğun saygının bir ifadesi mi şimdi bu verdiğin son cevap? Kendimin farkında oluşumun bir ürünü demek daha doğru gibi.

K.

“K.” adlı kitaba da gelelim. Emre Kongar, Sunay Akın ve Ali Nesin gibi kişilerin yanında sana da yer verildi. Başlığın epey ses getirdi. Kürtaj yasağı konusunda tepkin daha çok hükümete mi yoksa zihniyete mi? İnsan haklarına aykırı her şeye. Yazı okunduğunda ne demek istediğim anlaşılır. Projeyi Can Bonomo ile birlikte ilk kabul edenlerdenim. Yazdığım için pişman değilim.

Seni hepimiz bir performans sanatçısı olarak tanıdık. Televizyonu şu ana kadar bilerek hiç kullanmadın ve sadece yazılı medyayı tercih ettin ama “Arascan Dönmez ve üçlemesi” deyince şu an için merkez yerlerde seni ve üretimini bilmeyen yok. Sense performansı bitirdim dedin geçenlerde. Neden? Ben çağdaş sanata bir katkı getirmek ve özü biçimsel yetkinliği aramak, alışılagelmiş sanatın yerine bir anlamda, yeni bir yaşam biçimi önerisi sunmak olan şeyin kapısını biraz daha aralamak istedim, o kadar. Hayatıma nasıl devam edeceğim noktasında ise kavramsal bir yaklaşımım hiç olmadı ve olmayacak. Sanatın demokratikleşme sürecini tamamladığı ve yaygınlık kazandığı yani profesyonel sanatçının tekelinden çıktığı noktada tekrar yeni meseleler edinebilir ve geriye söz konusu üçlemem dışında üretimler de bırakabilirim. İnsanın kendini ifade etme yollarının nerelere kadar uzanabileceğini göstermesi demek bence Performans Sanatı ve ben bunun temsilcisi olduğum için çok mutluyum. Üçlemeden söz edelim

31


bu üçlemeyi buluşturmaya devam ediyorum. Uzunca bir süre gerek Türkiye gerekse de yurtdışı için dünya devam ettiği sürece etkisinden asla bir şey kaybetmeyecek üç performans olduğunu düşünüyorum. Bir dördüncü geldiğinde yine aynı iddiayı taşır mı emin değilim. Objeleri, videoları ve kostümleriyle zor işler hepsi de. Sanatın bir kolu da günümüzde performans demekse ve öğrenmek niyeti ile işe girişilmişse hummalı bir çalışma gerektirir dediğiniz gibi ama bu bence ne negatif ne de pozitif bir şey, olması gereken. Bilmem kaçıncı baskı olacak belki ama kısaca hepsinin üzerinden bir geçsek konu olarak? Bu kadar zorlama yeter bence, kimseyi sıkmayalım. Anti form ve avangarda yakın işler yapıyorum. Merak eden araştırsın. Sinema ya da televizyon için çalışıyorsanız ya da bir albüm hazırlığı içindeyseniz kesinlikle bu şekilde konuşamazsınız, küstahlığa girer ama özgün olan bir şeyden bahsediyorsanız ve bu size aitse, üstelik de adına performans diyorsanız sorunuzu cevaplama şeklimin bu olması manidar.

hemen. “Ağustosta Karla Dans”, “Hadi Gel Domatesli Pilav Yapalım” ve “Seks-Siz.” Bu üçünün de gösterimleri bitti ama özel gösterimlerle devam ediyor değil mi ve bundan sonra edecek mi? Bir de bu performansların üçü de, tek kişilik performans olması nedeniyle bunu organize edecek yerler tarafından kolay alınabilir iş olarak gözüküyor ama ciddi bir prodüksiyon ve hummalı bir çalışma gerektiriyor

32

Performans Listesi Ağustosta Karla Dans

Hadi Gel Domatesli Pilav Yapalım Seks-Siz Dün Gece Ben Kimdim Doktor

değil mi? Bildiğiniz ve hepsinde bulunduğunuz için biliyorsunuz. Performansın dokusuna, ruhuna ve kendi taşıdığı enerjisel duruma zarar vermemek gerek. Bir performans her seferinde yeniden bir yere varır ama asla sonuçlanmaz bu nedenle her seferinde yeniden nerede gösterim yapacağınıza, kimlerin geleceğine onlara duyurunun nasıl ve hangi kanallar üzerinden gideceğine, bulunduğunuz mekanının niteliğine, size hissettirdiğine bakmanız gerekir. Özel gösterimlerle ve davetlerle performans takip ederlerle

Cevapta sinema kelimesi geçmişken, konuyu oraya getirelim artık. Her şeyin sinemaya adım atmak için olduğunu söylüyorsun. Geçen günkü yazında da bu vardı. 25 yaş, üç performans, bir manifesto ki manifestoya ayrıca geleceğim ve yedi yıldır yazar olmak. Bu ilk yarıydı ve şimdi ikinci yarı mı geliyor? Evet. Bir adım atarken atılacak diğer 1000 adımı da bilir, o ilk adımı, nasıl ve nereye atılacağını saptadığım 1000 adıma göre atarım ben. Bir yapı düşünün, yaptığım her şey bu yapının inşasında ihtiyaç duyulan çimento, tuğla ve alçı oldu benim için. Bu nedenle Ayşe Arman’a kurgu röportaj vermem de normal, sinemaya giden yolda kendimi önce performans üzerinden tarif etmem de. Kimsenin düşündüğü ya da yakıştırdığı değilim. Kendim içinim ve tam da kendime göreyim.


Şu kurgu röportajın üzerinden iki buçuk sene geçti ama hala güçlü ve etkili. Senin için ilk performansın “Ağustosta Karla Dans”ın bir uzvuydu o röportaj da. Yaşamadığın bir esnesti yaşamış gibi yaptın. Ama Google’a girip seni hiç bilmeyen ve bu röportajla tanıyacak olanlar nezdinde durumunun kritik olduğunu düşünmüyor musun? Google bir sanat müzesi ve bu röportaj adı geçen müzede benim işlerim için ayrılmış bir köşede sıradan bir performans nesnesi.

Association for Coaching’e bağlı Fa Coach Academy’den mezunsun. Uluslararası geçerliliği olan bir diplomaya sahipsin. Türkiye’nin en genç yaşam koçu olarak iki farklı koçluk alanına da imza attın. Biri tatil koçluğu, diğeri ise mekan koçluğu. Talep var mı? Tatil koçluğuna çok talep var. Mekan koçluğu konusunda ise Cihangir’in en önde gelen kafe-restoranı olan Social Cihangir’le çalışıyorum. Tatil koçluğunda tatili daha verimli hale getirmek için kişilerle tatile çıkıyorum. Mekan koçluğu ile de mekanların daha çok müşteri çekmesi için gerekli olan rotayı belirleyici görev üstleniyorum. Bireysel koçluk tabi asıl işim. Spor ve yazmak günümün önemli bölümlerini aldığından bireysel koçluk yaptığım kişi sayısı şu anda geçen seneye nazaran daha düşük. Bir de benim koçluk metodum farklı. Bana gelen danışanlarımın evlerine gidip kalıyor ve işyerlerinde bulunuyorum. Hayatlarını olduğu gibi gözlemliyor, raporlar hazırlıyorum. Tamamı çok keyifli. En keyiflisi tatil koçluğu benim için. Yakında çıkacak olan kitabın Başka Bir Hayat

Mümkün’de 120 kilodan fit bir vücuda kavuşmanın hikayesini anlatıyorsun. Ama o da meselesi olan bir kitap, konuyu insanbeden ilişkisi üzerinden ele alıyor. Neden hep meselelerin var? İnsan ne ile yaşar sorusuna bende cevap, meseleleriyledir. Mesele edinmek denen şey kendisine uğramamışları görüyorum, vücudunu esnetip süper dans ediyor ve performans metni yazamıyor ya da sesi çok güzel kulağının pasını siliyor ama şarkı sözü yazamıyor, bu bu kadar basit. Kitap bir proje kitabı. Çıktığında tekrar konuşmalı, sadece benim zayıflamam kaslanmam projesi değil, bunu neden projelendirdiğimiz kısmı da bir proje. Kitapta yer alacak fotoğraflar şu anda seninle bu röportajı yapan benden. Sinema teklifi o karelerle mi gelecek yoksa? Biri bunu sebep olarak göstermek isterse elbette ama ben sinema için ölen biriyim. Onsuz bir hayat düşünemiyorum zaten. Küçüklüğümden beri hayalim. Ancak o şekilde yaşadığımı hissedebiliyorum. “Hiç kapanmayacak bir kamera açık ve bu sonsuzluğa giden bir film” denilse bir kere bile set ne zaman bitiyor demem herhalde. Bu noktada sinema oyuncusu değil sinemanın gerekeniyim diye düşünüyorum çünkü sinema benim gereğim.

Daha Fazla Arascan

Arascan Dönmez ile ilgili dergiye sığmayan iki malzeme daha var! Pınar Derin Gençer’in Arascan Dönmez’in yaptıklarını ve meziyetlerini özetlediği yazısı ile, röportajda bahsi geçen, “çok erken yaşta yazılmış” manifesto boodergi.com/ arascan-donmez adresinde.

Oyunculuk eğitimin? Eric Morris teknikleri New York Resmi Temsilcisi Anthony Vincent Bova ile çalıştım, sonra da Ayla Algan ve Deniz Erdem ile. Teknik olarak sorduğunuz için bu cevabı veriyorum. Ayrıca her gün kalktığımda yeniden oynuyorum zaten, uyandığım her gün benim yeniden öğretmenim, yönetmenim. Gerçek Medya kuruluşundan sonra Metrosfer Haber Portalı’nda devam ettin. 18 yaşından beri yazıyorsun. 6 yıldır yazmak sana ne öğretti ya da yazmaktan anladığın ne oldu? Metrosfer’de gündem üzerine, ama gündem gerektirdiği için, kendi gündemim bunu istediği için yazıyorum. Pera Moda’da ise uzun süredir ilgili olduğum bir alan olan moda ve stil üzerine yazacağım. Yer arıyordum ve buldum diye düşünüyorum. Pera Moda bu işin takipçilerini yakalayacağım bir yer kesinlikle. Yazmak, kendimi düşüncelerimi her seferinde yeninden hizaya getirmek ve onlardan kurtulmam demek, ben yazıyorum kabusum bitiyor ve artık başkalarının kabusu oluyor. Manifeston son sözün olsun mu bu röportaj için? Son söz ya da ilk söz. Ya da yok söz, hiç söz. Olsun…

Bitti

Hayatının kendisi performans olmuş gibi? Bunu söylemek için ölmem gerekli, söyleyecek kişi için de izimden giden bir performansçı bulmak… Bu o an tartışılacak bir şey.

33


tasarım röportaj: Kamer Yılmaz fotoğraf: Rıza Şahin

SO? Mimarlık ve Fikriyat:

Bu Durakta Göğe Bakacak Var İstanbul Modern’de garip bir şeyler oluyor! Her zaman ilgi çekici sergilere ev sahipliği yapan galeri bu defa bahçesine yüzen bir durağı konuk ediyor ve ziyaretçilerini Göğe Bakma Durağı’nda beklemeye çağırıyor.

B

oğazın serin suları bizleri artık sadece sesleriyle dinlendirmiyor, aynı zamanda hareketli gölgelikler de sunuyor bize. Ve biz şairin, o pek meşhur şiirinde dediği gibi “Durma göğe bakalım” diyoruz. Peki nasıl? Yeni Mimarlık Programı, içinde sürdürülebilirliğe ve geri dönüşüme de yer veren bir proje tasarlanmasını istiyor. Sevince Bayrak ve Oral Göktaş da Göğe Bakma Durağı’nı yaratıyor. Üstelik bir de birinci oluyorlar. Gittik, gördük, bulutlara bakmaktan kendimizi alamadık ama merak ettiklerimizi projenin yaratıcı ikilisine sormadan da edemedik. Öncelikle projenizden bizzat siz bahsedebilir misiniz?

34

Göğe Bakma Durağı, Moma’nın yaklaşık 15 yıl önce New York’ta başlattığı, son yıllarda önce Roma ve Santiago ve son olarak bu yıl ilk defa İstanbul’da düzenlenen Yeni Mimarlık Programı için tasarladığımız bir proje. Programın beklentisi, diğer 3 şehirdeki modern sanat müzelerinde oldu- “Ben anlamadım, ğu gibi, burada da İstanbul Mo- nasıl oluyor şimdi dern’in bahçesinde yaz ayları bo- bu proje?” diyenler yunca oturma ve gölge olanağı için durakların desağlayacak bir yerleştirme. Bi- taylı çizimleri, projenin sitesi olan zim projemiz, İstanbul Modern’in gogebakmaduragi. içinde yer alan antrepoların yanet adresinde. pısal özelliklerinden faydalanıyor ve karada duran ama yüzen gölgelikler öneriyor. Programın aynı zamanda da sürdürülebilirlik ve geri dönüşümle ilgili de beklentileri vardı. Bunun için de zemindeki tüm peyzaj, balık ağları

ile kaplanmış kullanılmış araba lastiklerinden oluşuyor. YAP İstanbul ve katılım süreciniz ile ilgili bilgi verir misiniz? YAP ilk kez bu yıl İstanbul’da düzenleniyor. Programın başvuru sürecinde önce akademisyenler, serbest mimarlar ve yayıncılardan oluşan 35 nominatör belirleniyor. Daha sonra bu nominatörlerin aday gösterdiği ofisler, daha önce yapılmış işlerinden oluşan portfolyolarla başvuru yapıyorlar. Daha sonra da seçici kurul, bu başvurular arasından 5 finalist belirliyor. O aşamadan sonra 5 ekip alana özgü projelerini hazırlayıp seçici kurula sunuyor ve biri seçiliyor. Biz katılırken aklımızda henüz bir fikir yoktu. Uzunca bir süre, onlarca fikir düşündük ama hiçbiri tam olarak içimize sinmedi. Ta ki bahçedeki mazgaldan döşemenin altındaki denize bakarak düşündüğümüz karlı bir gün yüzen gölgelikler fikri aklımıza gelene kadar!


Projeyi oluştururken böyle bir sonuç almayı bekliyor muydunuz? Kazanmayı beklemiyorduk. Ama projenin uygulanmış halini o kadar merak ediyorduk ki, kazanamasak bile başka bir yere bir şekilde uygulayalım diye düşünüyorduk.

Neden Göğe Bakma durağı oldu ismi? Projeyi bitirdikten sonra çok düşündük isim için. Projelerin isimlerini çok önemsiyoruz, çok doğrudan olmayan, projeden başka şeyler de düşündürebilen isimleri seviyoruz. Göğe Bakma Durağı kitabını, Tomris Uyar’ın bir kitabını almak için girdiğimiz kitapçıda görünce şiiri hatırladık ve birden proje ve isim kafamızda örtüştü.

“Turgut Uyar ister miydi acaba” diye düşündük sadece. Bunu da bilemeyeceğiz hiç bir zaman. Turgut Uyar’ın oğlundan ve kızından izin aldık, ikisi de çok olumlu yaklaştılar. H.Turgut Uyar, proje bittikten sonra ziyaret de etti.

Türkiye’de geri dönüşüm, sürdürülebilirlik gibi ekolojik çözümlerin tasarımlara, mimari yapılara yansımasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Aslında proje şiir Sizce yeterli mi? için yapılmadı elbet; Arttırmak için neler anladığım ve sizleri yapılmalı? takip ettiğim kadarıyla “Ekolojik” sıfatının masum görüproje şekillendikten nüşünün yanısıra dev bir pazasonra isim için şiirden ra ön ayak olduğu artık sık sık esinleniyorsunuz ama dillendiriliyor. Sertifikalar, zaten yine de bunu yanlış alınması gereken önlemlerin taanlayan çok oldu. Hiç sarımın alametifarikası gibi susadece ismi nedeniyle nulduğu projeler bu pazara hizeleştirilmekten korktunuz met ediyor. Bir taraftan da göz mu? Ya da projenin amacı ardı edilemeyecek bir tüketim unutulacak ve sadece problemi olduğu da aşikar. Aslınisme bakılacak diye da gün ışığı, rüzgar gibi doğanın çekinceleriniz oldu mu? çok temel verilerini samimiyetle Açıkçası şiirin bu kadar popüler mimari projelere katabilmek gerolduğunun, adeta bir Göğe Bak- çekten sürdürülebilir çözümleri ma Durağı fanatizminin olduğu- üretmemizi sağlayabilir. nun farkında değildik, ki Turgut Uyar’ın daha çok sevdiğimiz şiir- Göğe bakma duraklarını leri de vardır. İnsanların çok sev- kentin hatta ülkenin dikleri eserleri sahiplenmesini müsait olan yerlerinde anlıyoruz ama yine de şiir sahip- görmez miyiz ilerleyen lenmeye en uzak yapılardan biri zamanlarda? bize göre. Sanmıyoruz ki şair her- Denizi doldurma alışkanlığı gekesin kafasında yegane, tek tip lişmiş bir coğrafyada yaşadığıbir Göğe Bakma Durağı yaratabil- mız için, pek çok yere uygulamek için o şiiri yazmış olsun. İs- nabilir bir proje bu aslında ama mi koyarken sözünü ettiğiniz gi- bizim henüz öyle bir girişimimiz bi korku ve çekincelerimiz olmadı. olmadı.

Bitti

Projenin hazırlık aşamalarından biraz bahsedebilir misiniz? Göğe bakmadan önce dalmanız da gerekmiş sanırım. Nasıl hazırlandınız? Ne gibi sürprizlerle ya da zorluklarla karşılaştınız? Yok, dalış yarışmayı kazandıktan sonra yapıldı. Yarışma aşamasında ofiste irili ufaklı bir sürü maket yaptık, su dolu leğenlerin içinde yüzdürdüğümüz kompakt disklerinden başlayıp sonlara doğru profesyonelleşen maketlerdi bunlar. Yüzen gölgelikler fikrine seçici kurulu nasıl ikna edeceğimizi düşünüyorduk.O esnaya kadar her şey o küçük mazgal deliğinden gördüklerimizden İcraatın ve Kıyı Mühendisi danışmanımız Emre Otay’ın verdiği teorik bilgi- İçindeki İkili lerden ibaretti. Bütün bu belirsiz- “SO? kentle ve mimarlıkla ilgili kolikler yüzünden kazandığımızda nular üzerine kafa şaşırdık ve korktuk, nasıl uyguyoran, fikir ürelayacağız diye; çünkü kimse dö- ten insanların bir şemenin altında nasıl bir taşıyıcı araya gelmesinsistem var, şamandıraların yüze- den oluşuyor. Biz bileceği kadar mesafe var mı gibi Sevince Bayrak ve soruların cevaplarını bilmiyordu. Oral Göktaş çekirdek ekibi oluştuKazandıktan sonra ilk keşif dalışı ruyoruz ama her yapıldığında biraz rahatladık, en projede bize kaazından teknik olarak engel olatılan arkadaşlarıbilecek bir şeyle karşılaşılmadı mızla SO?’nun çedalışta. Bu arada orası gümrüklü şitli işleri ortaya alan olduğu için, ancak özel izinle çıkıyor. Kente dair dalgıçlar dalabiliyor, biz dalama- araştırma projeledık maalesef. Bilinmezlikler yü- ri, mimari projeler ve küçük ölçekli zünden olan karın ağrısı keşif daişler şimdiye kadar lışı ile bitmedi tabii. Sonuçta kağıt yaptıklarımız araüzerinde makul görünen bir fikir, sında.” ancak daha önce hiç denenmemiş. Gölgelikler yüzer mi? Yüzse bile SO? ile ilgili detaylı hayal ettiğimiz gibi hareket ederbilgiye ler mi? Bütün bunları deneyebilsoistanbul.com mek için 15 gölgelikten ilkini proadresinden totip olarak yaptık mayıs ayında. ulaşabilirsiniz. O ilk prototipin yüzdüğü an, sahadaki vinç operatörünün bile “Eseriniz yüzüyor hanfendi” diye neşeyle haber verdiği bir an oldu.

35


kent yazı: Gözde Karahan

Kamusal Alanlar / Agorafobi:

Toplanmak ve Korkutmak Üzerine 14 Eylül ile 10 Kasım arası ziyaretçilere ücretsiz bir şekilde açık olan 13. İstanbul Bienali’nin bu yılki konusu insanların bir araya geldiği mekânlar ve bu bir araya gelişten duyulan korku. Aylar öncesinde küratör Fulya Erdemci’nin “Anne Ben Bir Barbar mıyım?” başlıklı makalesinde çerçevesini kamusal alan ve agorafobi kavramlarıyla çizdiği bu yılın bienali ile birlikte biz de bu kavramlara göz atıyoruz. Polis’te kamusal alan amusal alanın kullanımı çok eskilere dayanıyor. Kullanımı siyaset ve kültür gibi unsurlardan etkilenen, aynı zamanda yine bu unsurları etkileyen kamusal alanın ilk ortaya çıktığı yer, kelimenin günümüz kullanımı sebebiyle oluşan ironiyi görmezden gelirsek, “polisler” idi.

K

Polisler; çevre köyleri içine alan

36

ve doğal sınırlarla belirlenen siyasi bir topluluk. Yunan Yarımadaları, Anadolu’nun batı kıyılarını, Ege adalarını, Güney İtalya ve Sicilya’nın belirli bir bölgesini kapsayan Eski Yunan dünyasından. Polis terimi hem kent hem devlet anlamına gelmekte. Eski Yunan’da polisleri kendi içinde eritebilecek merkezi ve siyasal bir iktidar yoktu. Polisler kutsaldı, tanrıların hediyesiydi ve her Yunanlı öncelikle yurttaştı.

Polislerdeki kamusal alanlar agoralardı; kentin bütünü gibi, agora da basit biçimde ortaya çıkmıştı. Agoranın geniş anlamda, kent yaşamına ve yerleşme alanlarında kıvrılıp giden, sonra da kırlara doğru yayılan ana caddelere uygun bir odak sağlaması gerektiğinden, olanak varsa, kentin az çok merkezindeki bir alandan yararlanılırdı. Agora sözcüğü için “pazaryeri” tanımı da, “kent merkezi” tanımı da yeterli olamıyor. En kapsamlı haliyle agora için “halkın bir araya geldiği yer” diyebiliriz. Ortaçağ Avrupası’nda mekânsal olarak özel ya da kamu ayrımı olduğunu gösteren bir şey elimizde yok. Ancak bu dönemde egemenlik simgeleri (örneğin prens mührü), aynı zamanda “kamu”yu da

Yukarıda, Agorafobi sergisinin tanıtım görsellerinden Freee adlı sanat kolektifinin kartpostal çalışması. Fotoğraf makinasının arkasında Ben Fitton var.


simgelemekte. Yine Ortaçağ’da feodal tabakada konumu ne olursa olsun, lordun statüsü “kamu” ve “özel” gibi kategoriler kullanmasını gerekli kıldı. Lord konumunu kamuya açık olarak sahiplenirdi ve kendini en yüksek erkin temsilcisi olarak sunardı. Bu dönemdeki siyasal temsil sorununun günümüzdeki karşılığı anayasa tartışmalarıdır. Siyasal erke ait otorite, bugün de devletin başı tarafından en yüksek düzeyde temsili gerektirmekte. Tabi ki bu bahsettiğim simge ve temsil özellikleri henüz burjuvaların ortaya çıkmadığı bir toplumdan. Burjuvaların ortaya çıkması ile burjuvaların kamusal alanları ve bu alanların da dahil olduğu temsil sistemi ile feodal kamusal alanlar ve feodal temsil de yine çok farklıdır. Yalnızca Ortaçağ’daki değişimi bile

Aşağıda, 13. İstanbul Bienali küratörü Fulya Erdemci (solda) ile bienal direktörü Bige Örer bir arada.

çok etkileyici olan kamusal alan; polis ve agoralarda başlayıp günümüze çeşitlenerek ve hem döneminden etkilenip, hem de dönemini etkileyerek ulaştı. Kullanıcısına ve tanımlayıcısına göre değişen kamusal alan Kamusal alan tanımı ilk kez 1962 yılında Jürgen Habermas’ın “Kamusal Alanın Yapısal Dönüşümü: Burjuva Toplumunun Bir Kategorisi Üzerine Araştırmalar” adlı kitabında ele alındı. Habermas kamusal alanı, “özel şahısların, kendilerini ilgilendiren ortak bir mesele etrafında akıl yürüttükleri, rasyonel bir tartışma içine girdikleri ve bu tartışmanın neticesinde o mesele hakkında ortak kanaati, kamuoyunu oluşturdukları araç, süreç ve mekânların tanımladığı hayat alanı” olarak tanımlar. Bu tanıma bakılarak kamusal alanın kamuoyunu oluşturan alan olduğu sonucuna varılabilir.

kurumlarıyla bağlantılı olmasının çeşitli sebepleri var elbette. İlk sebep Osmanlı’da alan tanımının özel olan ve olmayan alanlar olarak biçimlenmesi. İkinci sebep ise kamusal alan Batı’daki dillere çevrildiğinde, içerisinde “halk” anlamına gelen “public” gibi bir kelime bulunduruyorken, Osmanlı’da bu alanın direk devletle ilişkilendirilmiş olması. Kısaca Türkiye’de yakın zamana kadar kamusal alanlar kamuoyunun oluştuğu alanlar değil devletin olan alanlar demekti. Tabi ki hala bu tartışma çözümlenmiş değil ve siyasi erkin de bu değişimi görmeye pek niyeti olduğu söylenememekte.

Bienal’de kamusal alan Bienal; farklı kültürlerden sanatçıları ve sanatseverleri İstanbul’da bir araya getirmeyi, iki yılda bir güncel sanatın kaba tabirle nabzını tutmayı ve yurt içindeki ve yurt dışındaki sanatçılar, sanat çevreleri, küratör ve eleştirmenler arasında uluslar arası bir külTürkiye’de hak talep eden çeşitli tür ağı yaratmayı amaçlayan bir grupların ortaya çıkmasıyla be- etkinlik. 1987 yılından bu yana raber, haklarını talep etme me- Türkiye’de İKSV tarafından dükanları olan kamusal alanlar da zenlenmekte. gündeme gelmiş oldu. Ülkemizde de kamusal alan tartışmaları Bu sene on üçüncüsü yapılacak tekrar ortaya çıktı. Kamusal ala- olan bienalin bu seferki küratönın özellikle sorgulandığı konu- rü Fulya Erdemci; bienalin başlardan birisi türban tartışmala- lığını “Anne, ben barbar mıyım?” rıydı mesela. olarak belirlemiş. Başlığı bir hayli ilginç olan serginin odak noktası Ülkemizde bu tartışmaların geç da siyasi bir forum olarak kamubaşlaması ve özellikle devlet sal alan fikri. Bienal sadece yazının başından beri üzerinde durduğumuz kamusal alan tanımını sorgulatmakla kalmayacak gibi duruyor. Kamusal alan kavramı incelenirken bir yandan günümüzün çeşitli mekânsal ve ekonomik politikaları, uygarlık ve barbarlık kavramlarını sorgulatan ve bu arada da sanatın nerede yer alabileceğini araştıran bir sergi olacak. Geçtiğimiz aylarda sergiyle bağlantılı pek çok yan etkinlik olduğunu belirtmem gerek. Çeşitli atölyeler, film festivalinde bienalle bağlantılı olan bir program, çeşitli paralel etkinlikler ve kamusal simya programı… Kamusal simya programı Şubat başından bienalin açılışına kadar ve hatta bienali de kapsayan bir sürede

37


gerçekleşiyor. Programın hafta sonlarından her birinde konuşmalar, atölyeler, seminerler, performanslar ve şiir okumaları oluyor.

AGORADAN MAHALLE FORUMLARINA Yunanistan komşu kapıdır bi- da halkın uğrak yeri olan agozim. Her şeyimiz benzer, belki ralarda sergilenirdi. Ve agorade bu yüzden hep bir çekişme lar kentin yapısını düzenleyen vardır aramızda. O senin değil ana merkez olurdu. Agoralarbenim diye. Kahve, lokum, yo- da çevresindeki binalardan ayğurt, baklava… Uzar gider bu. rı olarak, ağaç ve çiçeklendirAma haklarını yememek ge- me gibi çevre düzenlemelerine rekir kapı komşumuzun, ata- de önem verilirdi. Devlet binalarından gelen kültürel ve ları, ticaret merkezleri hep bu toplumsal mirasları paha bi- alan çevresinde toplanırdı. çilmezdir. Aristoteles’e, Sokrates’e kadar ev sahipliği yap- Tabi ki, hayata yansıyan, mitıkları dönemlerden kalma pek mariye de yansıdı. İyonya tiçok mirasa sahiptirler. Kimi pi olarak bilinen üç tarafı sunyitip gitmiş de olsa, kimi o za- durmalı, bir tarafı caddeye man kıymeti bilinmemiş de ol- açık meydan yapılar zamanla sa, böyledir bu. Gezi Parkı olay- çoğaldı. Şehrin tüm yolları da larının ardından ortaya çıkan agoraya çıkıyordu haliyle… Bu mahalle forumlarının teme- meydanlar gün geçtikçe şeli de işte bu eski Yunan kültü- killenerek, özellikle Helenistik ründendir. Eski Yunan’da top- dönemde Roma İmparatorlulanma yerlerine agora denir ğu’nda forumların öncüsü oldu. pek çoklarınızın bildiği üzere. Milet, Bergama, Assos, PerPeki, agoralar nasıl ortaya çık- ge, Side, Aspendos gibi şehirtı? Tabi ki ihtiyaçtan! lerde de bu tür yapılanmaları görmek mümkündü. Zamanİnsanların bir araya gelmek, la dördüncü yön de kapanakonuşmak, fikir alışverişinde rak (bizim avlular gibi) yeni bir bulunmak ve pek tabi politik şekle büründü. Roma dönegörüşmeler, söylevler için ço- minde de etkinliği aynı şekilğunlukla kent merkezlerinde, de devam eden bu alanlar “Foya da merkeze yakın yerlerde rum” adıyla anılmaya başladı. bulunan alanlar, halkın siya- Her türlü kamu işi, toplu tarsi, dini ve sosyal merkez olarak tışmalar, toplantılar bu forumkullanılan toplanma alanları larda görüşülür, gerekirse kaolarak kullanılırdı. Gel zaman rara bağlanırdı. Bu dönemde git zaman ticaret ve sanatın forumlar mimari olarak oval gelişmesiyle meslek grupları- biçimli, yüksek sütunlu ve görnın yoğun olarak bulundukla- kemli girişleriyle dikkat çekici rı yerlere ihtiyaç duyuldu. Ha- bir hale geldi. Bu dönemde foli hazırda toplanma yeri olan rumların bir köagoralar bunun için biçilmiş şesinde açık hakaftandı. Depolar, değiş tokuş va toplantılarına ve satış merkezleri (herhalde ayrılmış özel bir ki toplumun ayağı alışık oldu- yer, başka bir köğu için bundan yararlanmak şesinde ise koamacıyla) agoralara yöneldi. nuşmacılar için Agoralara girmek için insanla- konmuş yüksek rın suçsuz, temiz olması gere- bir kürsü olurdu. kiyordu. Bu, muhtemelen dini İmparatorluk dötoplanmaya dair özelliklerin- neminde Roma dendi. Zamanla dini toplantı- büyüdükçe, bir lar agoralardan kaldırıldı an- forum yetersiz cak adli olaylarda halkın ilgi kaldı ve kentte odağı oldu. Mahkemeler agora- başka forumlar larda kurulur ve halk davaları da yapıldı. -Metakip ederdi. Tiyatro oyunları lis Mine Şener

38

Bu programın etkinliklerinden biri olan kamusal sermaye etkinliğinde, kamusal direniş platformunun bir protesto gerçekleştirdiğini ve bunun bienal ekibini oldukça uğraştırdığının da üzerinde durulmalı sanırım. 10 Mayıs’ta gerçekleşen etkinlikte protestonun amacı kentsel dönüşüme gönderme yapmaktı. Platformun üyesi olan protestocular zorla dönüşüme maruz kalan semtlerin isimleri tişörtlerinde yazılı halde ortaya çıktılar ve üstlerine şirket logolu örtüler geçirdiler. Bu gibi bir protestoya bile şahitlik eden bienal sürecine bir de Gezi direnişinin dahil olması, elbette ki kamusal alana değinen bu etkinliğin akışını oldukça değiştirdi. Kentlilik ve kamusal alan tartışması Kamusal alan, bir sanat yapıtının varlığından sosyal medyanın sağladığı özgürlük ortamına ve kentsel mekanların kamusal alan olarak belirlenmesine kadar toplumsal buluşma ve siyasi tartışmanın mümkün olduğu son derece geniş bir alanı içerebilmektedir. Daha önce de değindiğimiz gibi

Kutuda anlatılan şehir tarifi akıllara Atatürk’ün Cumhuriyet Köyü projesini getiriyor.


Agorafobi sergisi daha önce Berlin’de de sergilenmişti. Serginin açılışında küratör Fulya Erdemci, Ingo Arend ve Özlem Çengel Gitzelt ile bir arada. (üstte)

demekti. Bunlara zıt anlamlı kelimeler dersek ve barbar kelimesi ile kentli kelimesinin dolayısıyla barbarlık ile kentlilik haklarının ters bağıntıya sahip olduğunu söylersek sanırım ki şaşırmazsı“Anne, ben barbar mıyım?” cüm- nız. lesine bir değinmek lazım bu arada. “Barbar”, Yunanca’da barbaros Tamam, bu kadar laf ebeliğinin kelimesinden geliyor ve bu keli- üzerine ana soruyu soruyorum. me “yabancı” anlamında Yunan- Peki günümüzde vatandaş olmak lı olmayan ve Yunancayı düzgün statükoya uymak mı? Yoksa sivil kullanamayanları betimliyordu. itaatsizlik eylemlerine katılmak Yine yukarda bahsettiğimiz po- mı? Umarım bu sergide bu sorulis kelimesinden türeyen “politis” yu bir kez daha düşünüp, kentkelimesi de kentli, yani vatandaş li olmak konusunda biraz daha farklı kazanımlar elde edebiliriz. Günümüzde mevcut rejimlere, yeni gelen rejimlere, yönetim biçimlerine ve açıkçası daha pek çok şeye ve bazı şeylere dair kırıklıkların ve kırgınlıkların arttığını görüyoruz. Bu noktada kentsel kamusal mekânlar başrolde karşımıza çıkıyorlar. Kentsel kamusal mekânlardan kastım sokaklar, meydanlar ve parklar. Bu mekânlar protestoların yapıldığı, huzursuzluğun ve isteklerin belirtildiği alanlar oluyorlar. Mevcut duruma karşı koymak isteyen her toplumsal hareket için kamusal mekân hakkı mücadeleleri özellikle önem taşıyor.

olarak inşaat sektörü görülüyor ve çarkı döndürdüğü de bir gerçek. Bu kısır bir döngü. Kriz olur, İstanbul kentsel dönüşüm ve diğer yatırımlarla genişler, genişledikçe de daha çok nüfus biriktirir. İstanbul’la ilgili bolca projenin hazırda ya da zihinlerde bulunduğu tartışılmaz bir gerçek. Ama sadece piyasa yönlendirmesi değil siyasetin etkisi de oldukça iyi anlaşılmakta. Hem de son zamanlarda daha da çok agorafobikleşen bir politika tarafından yürütülen projeler bunlar. Taksim Meydanı’nın dönüşümü, Yenikapı’da inşa edilmeye başlanılan sözde miting alanı gibi projelerle insanların bir araya gelmesinden ne kadar korktuklarını gözlerimizin önüne seriyorlar. Çünkü agorafobik politika; meydanları halka kapatır. Ve bu da elbette özgürlüğü kısıtlamaktır.

Sanatçılar da artık kamusal alanın varlığı ve devamlılığıyla ilgileniyorlar, çünkü günümüzde karşıt fikirli yahut sadece iktidar normlarına uymadığı için pek çok sanat eserinin kamusal alanda yer bulamadığı gerçeğiyle yüzleşmiş bulunuyorlar. Bienal bu süreçte eleştirel odaklar yaratmak için sanatçıların deneyleriBiraz da İstanbul’a değinmek ge- ne alan açıyor. Ve başta kentsel rekiyor. Zira Türkiye’de kentsel kamusal mekânları sergi mekânı dönüşüm başta olmak üzere pek olarak seçmiş olan ekip bu fikriçok yolla kamusal alanlar tehdit ni değiştirse de, serginin ücretsiz ediliyor. Bunlardan en çok payı da olması da bu noktada bence daha yine İstanbul alıyor. İstanbul’da da önemli oluyor. Zira sergi tarkentsel dönüşümü serbest piya- tışma alanı yaratabilmek için basa yönlendiriyor. Ülkemizde ha- ğımsız bir kamusal alan yaratma la ekonominin direklerinden biri çabasında aynı zamanda.

Bitti

Sağ üstte, Agorafobi sergisi tanıtım görsellerinden LaToya Ruby Frazier’in Notion of Family serisinde bulunan bir çalışması. Altta ise Şener Özmen’in Untitled (Megafon) adlı serisinden bir fotoğraf bulunuyor.

kamusal alan hem çokça yoruma hem de çokça potansiyele sahip. Bienal, kamusal alanın potansiyelini öne hatta açığa çıkarmaya çalışıyor.

39


kent yazı: Furkan Emir

Referandum ve Mimari:

Devlet Bizim İçin Hayal Kurar mı?

İnsanlar hayal kurmaya başlasalar, ama kurdukları hayalleri gerçeğe dökemeyen de üst bir güç olsaydı eğer; şüphesiz dünya aynı renklere daha çok bürünürdü. Siyahımız olurdu mesela, bütünüyle kirlenmez bir siyah, her yerde her an tek bir siyah. Aynı şablonla yaşarlardı insanlar mesela; evet yine işlerimize belki otobüsle giderdik ama aynı otobüslerle giderdik, yollarımızda simit alacağımız amcalar, kahve içeceğimiz mekanlar, sevdiklerimizle buluşabileceğimiz parklar olmazdı. Devlet hayal kurardı bir süre sonra ve o zaman sadece devlet kalırdı, birey değil. Bizce toplumlar da tek bir vücut olup hayal kurmayı ve bunları hayata geçirmeyi hak ederler. Bu yazı mimari eserlerde halkın hayal kurma aşamalarına dahil olduğu projelerde neler olur-olmaz’ı örneklerle anlatıyor.

BELÇIKA / ANVERS, LANGE WAPPER PROJESI

İSVIÇRE / BASEL, WETTSTEIN KÖPRÜSÜ

“Anvers’teki referandumdan ‘hayır’ çıktı.”

Santiago Calatrava’nın ihtişamı referandumu kaldıramıyor.

Bu manşet 2009 yılına ait. An- miş bir sorun. vers, Belçika’nın ikinci büyük şehri. Bundan 4 yıl önce Fla- Meşhur viyadüğümüz, zemiman hükümeti artan aşırı tra- ne bastığı koca ayaklarıyla, alt fiğin çözümünü devasa bir vi- üst ettiği yeşil alanı ve şehir yadük ile çözmeyi planladı. Bu siluetine uymayan ve devasa büyük kararı referanduma ge- bir ölçeğe sahip yapısıyla bir tirdiler. Halkın referandumda süre daha Anvers surlarında sunulan önergeyi reddetmesi- gözükeceğe benzemiyor. nin yanında bölgenin yalnızca %35’inin katılmasıyla birlik- Devletin dayattığı estetik ante referandum tam bir halkın layışına bütünüyle karşı çıkan umursamaması eylemiyle so- halk şu an belki hala çözümün nuçlandı. Devletin siyasi oldu- doğrudan bir parçası olamağunu düşündüğü için STK’larla sa da duruşunu net bir şekilde çalışmamasının (tanıdık gel- ortaya koymasıyla bence alkımesi muhtemel) yanında re- şı hak ediyor. Bir olguya güzel ferandum kararından sonra diyebilmek bu kadar göreceliyhalkın önemli bir kısmının re- ken, devletin bir çerçeve belirferanduma katılmadığı için re- leyip net bir estetik kavramı ferandumu iptal etme girişim- çizmesi ve buna edilecek muleri o tarihten bu tarihe kadar halefet yollarını kapaması pek hala daha Belçika’da çözüleme- meşru gözükmüyor.

40

O bir mimar, inşa- ye geçmekte zorlanıyor. at mühendisi, ressam, Büyük bütçelerin harstilist, heykeltıraş... candığı eserleri çoğu Birçok kişinin görmek zaman yapım esnasıniçin uçağa atlayıp, ken- da birtakım sıkıntılardini hemen yanında la karşılaşıyor, yer yer bulmak isteyeceği dün- duruyor ve reddediliyaca ünlü onlarca eseri yor. Wettstein Köprüsü var. Bir inşaat mühen- bunlardan bir tanesi: disi olması itibariy- Basel’de Ren Nehri’nin le mimari eserleri, de- üstüne yapılması planvasa boyutları ve akıl lanan eser İsviçre halalmaz geometrik bir- kının oyuna sunulunleşenleri içinde barın- ca AlpTransit projesine harcanacak olan mildırıyor. yon dolarları gözü kaBence Santiago Calat- palı onaylayan halk, rava taşıdığı onca üs- Calatrava’nın eserini tün vasfa karşın Ga- gereksiz pahalı buluudi’nin büyük cüsseli yor ve reddediyor, yeeserlerinin modern bir rine ise daha mütevazı karşılığı olmaktan öte- bir köprü yaptırılıyor.


İSVIÇRE ALPTRANSIT Yeşili koruyan, dünyanın en pahalı demiryolu. Yıllardan 1994. İsviçre halkı karayolu taşımacılığının çok önemli bir nane olmadığına karar vermiş olacaklar ki; genel bir referanduma gidip ülkenin dört bir yanını saran AlpTransit projesini oylamaya sundular. Karar İsviçre halkı tarafından normal karşılanırken dünya için ise şaşkınlık oluşturdu. Dünyanın en büyük ulaşım ağı yeşili, insan sağlığını korumak için rekor bir meblağ ile hayata geçiyordu. Halk “ben konforumun derdindeyim, rahat ulaşım ağı istiyorum” diye bastırmış ve karar cüz-i bir muhalefetle karşılaşıp sıfır sorunla hayata geçmişti. Hal böyle olunca durum bize bir hayli uzak durmaktan öte geçemiyor.

ediyor bu da ona 200 km/saat kazandırabiliyor. Yük taşımacılığı için yük trenleri ve geçiş hatlarının da oluşturulduğu AlpTransit tüm dünyaya bunun yapılabildiğini göstermesi sebebiyle bile çok önemli bir değer. Referandumu sonrası bir “evet” kararı çıkaran bu projede diğer bir nüans, halkın bu uzun vadede bitecek ve devasa paralar harcanacak projeye 19 yıl önce evet demesi (yapımı sürüyor). Yani bu da birçok vatandaşın bu ulaşım aracını hiç kullanamayacağını bilmesine rağmen evet dediği anlamına geliyor.

İSPANYA / BILBAO, CAMPO VOLANTIN KÖPRÜSÜ Arata Isozaki’nun kuleleri, Calatrava’nın köprüsüne karşı. Mevzu Santiago Calatrava Akabinde mahkemeler, kavgaolunca dosyayı tek bir ünlü lar, bilumum bunlara benzemimarın vukuatıyla kapatma- yen komik atışmalar ne yazık ki bitmiyor. ya gönlüm razı olmadı. Isozaki Atea, Arata Isozaki’nin Bilbao’da ki ünlü kuleleri. Her şey Isozaki abimizin, Calatrava’nın köprüsünü kendi binasına yakın bir ağa bağlama düşüncesiyle başlıyor. Bunu duyan Calatrava haberi okuduğu anda havyarını bırakıp avukatlarına temiz bir fırça çekiyor. Avukatları ise Calatrava’nın gazıyla genel bir açıklama yapıyorlar ve diyorlar ki: “Ünlü mimarımızın eserleri babanızın malı değil öyle kafanıza göre değiştiremezsiniz ama illa çok değiştirmek istiyorsanız 3 milyon Euro’yu hesabımıza yatırırsanız seviniriz”.

Campo Volantin Köprüsü, Calatrava’nın zemine yerleştirdiği, ıslandığında köprüyü kullananların kayıp düşmesine sebep olan ve köprüye çıkmak için önce nehre inilmesini şart koyan yapısıyla mahkemenin de ilgisini çekiyor ve mahkeme tarihi bir karara imza atıyor. Bu karar ne Calatrava’yı ne de Isozaki’yi koruyor. Karar diyor ki: “Kamu güvenliği, entelektüel hazineden daha önemlidir. Köprüye ulaşmak için nehre inilmesini engellemek amacıyla yapılan ek birim kaldırılması uygun değildir.”

AlpTransit, Alp dağları üzerinde ülkenin genel ulaşım ağına paralel hatlar boyunca aynı yükseltide devam

İtalya halkının ezici çoğunluğu nükleer santrallere “hayır” dedi. G8 ülkelerinin en büyük enerji kaynağı olan Nükleer Santrallere sahip olmayan tek ülkesi İtalya, 2011 yılında bu işi artık bir yoluna koyalım edalarıyla tüm çalışmalarını başlattı. Gereken tüm anlaşmalar yapıldı. Berlusconi hükümeti bu yolla önemli bir ivme kazanıp tekrar eski güçlü dönemlerine dönmeyi planlamıştı. Ama her

şey bekledikleri gibi gitmedi. Eski 4 santralini çalıştırmak, yeni 4 adet de ilave santral inşa etmek fikri 2 yıl önce İtalya’yı bütünüyle karıştırmaya yetmişti. “Enerjiyi ucuza mı mal edelim yoksa daha temiz bir dünyada mı yaşayalım?” sorusuyla muhatap olan İtalya halkı yeşil bir dünya için

bu karara hayır dediler. Her ne kadar İtalya halkı bu kararla birlikte Berlusconi merkez sağ hükümetinin su idaresi özelleştirmesi teklifi ve geçici dokunulmazlık teklifine de hayır demiş olsalar da bence bu kararlar halkların rasyonel kararlar alabileceklerinin en büyük kanıtıydı.

Özet ise Hırvatistan’dan geliyor. Ateşli bir özelleştirme protestosunda oldukça ilginç bir pankart açılıyor ve tüm bu olayları, referandumları, davaları, kameralar önündeki atışmaları bütünüyle açıklıyor aslında: ‘’Bir biftek için ineği kesmeyin’’.

Bitti

İTALYA, 8 NÜKLEER SANTRAL PROJESI

41


müzik yazı: Gülin Enüst

Lana Del Rey:

Bir Diş, Tırnak ve Kazıma Hikayesi 2012 yılına girerken yazdığımız “2011’den Müzik Notları” yazısında Lana Del Rey için “bu sene ve önümüzdeki senelerde adını çok duyacaksınız, takip etmeye değer bir isim” demiştik. Albümü daha çıkmadan inanılmaz merak uyandıran bir isimdi gerçekten Lana Del Rey ve şöhreti katlanarak arttı geçtiğimiz 2 yılda. Çok masum ve çok karanlık bir müziği, harika bir sesi, ve çarpıcı bir güzelliği var, üstelik çok yakında konser için Türkiye’ye geliyor. 20 Eylül’de İstanbul Küçükçiftlik Park’da izleyeceğimiz şov çok şey vaat ediyor.

42


Del Rey’in bir proje olduğunu düşünmek için yeterli kanıt değil. Üstelik çok da genç bir isim ve piyasa tutunmak adına yapılmış olsun ya da olmasın, stilinin değişmesi çok şaşırtıcı değil. Ayrıca, Lana Del Rey bir proje olsa bile, bu onu dinlememek ya da beğenmemek için de pek geçerli bir sebep olmaz. Neden mi? Çünkü popüler müzik tarihi pek çok “tasarlanmış” “proje” isimlerle dolu. Müzik projesi Sevin ya da sevmeyin, müzik tarihinde pek çok şarkıcı kendine bazı alt kimlikler edinip bu kimlikleriyle kitleleri peşinden sürükledi. Çok başarılı bir örnek verirsek, David Bowie, Ziggy Stardust kimliğiyle Glam Rock için çıldıran gençleri peşine taktı 70’li yıllarda. Daha sonra da Aladdin Sane, Thin White Duke gibi farklı kimliklerle karşımıza çıktı. Çıtayı çok yükselttiğimin farkındayım, sonuçta David Bowie, David Bowie’dir. Daha güncel bir örnek olarak “moda ikonu” olarak kabul edilen (şahsen bırakın ikonluğu, baştan aşağı korkunç bulduğum) bir isim geliyor: Lady Gaga. Asıl adı Stefani Germanotti olan Lady Gaga, baştan aşağı yapaylık üzerine kurulu bir imajla kitleleri peşinden sürüklüyor bildiğiniz gibi. Yani demeye çalıştığım şu; zaten ortada var olan çok büyük bir sektör ve bu sektörde tutunabilmek için herkesin, şirketlerin, bireylerin, ama herkesin farklı stratejileri var. Lana Del Rey, bir proje sonucu ortaya çıkan bir yıldız olduğunu sonuna kadar reddediyor. Müzik dünyasındaki kariyerinde kullanacağı adını da kendisinin bulduğunu söylüyor. Öyle ya da değil, karşımızda muadillerinden çok ama çok farklı bir isim var. Bu nedenle bir şans verilmeyi sonuna kadar hak ediyor.

Milyoner kızı mı yoksa kendini yoktan var eden safkan yetenek mi? Lana Del Rey’in bu soruya cevabı “hayır”. Hatta Haziran 2013 tarihli bir röportajda durumu yine üstü kapalı bir şekilde şöyle açıklamış: “Milyonlarca dolarlık bir aileden geldiğimi söylemeleri çılgınca. Bizim hiç paramız olmadı. Babam, ben, çok paramız olması ve tüm o aptalca şeyler… Hepsi gerçekten çılgınca. Eğer yazdıklarını daha çok umursuyor olsaydım, onları öldürebilirdim”. Peki bunca dedikodu nereden geliyor? Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, Lana Del Rey sevgili çiçeği burnunda yıldızımızın gerçek adı değil. Daha önce Lizzy Grant adıyla müzik piyasasında şansını deneyen genç bir isim olarak aslında bazılarının hafızasında yer etmiş ve Lana Del Rey efsane gibi kulaktan kulağa yayılan bir isim olunca, bu şaşırtıcı benzerlik fark edilmiş. Hatta merak edenler biraz araştırabilirler, May Jailer adıyla Sirens diye bir albüm kaydetmişliğinin de olduğu söyleniyor, hem de tüm şarkıları kendi yazmış. Eski stiliyle yeni stili arasında epey fark olması, insanların Lana Del Rey’in bir proje isimmiş gibi düşünmesine sebep olmuş belli ki. Bakıldığında sıradan bir Amerikalı genç kızın bir stil ikonuna dönüştü- Video Games ve diğerleri ğünü söylemek mümkün. Fakat bu Lana Youtube’da farklı videolardan hoşuna giden görüntüleri arka planına koyarak kendi klibini yaptığı şarkısı Video Games, viral bir başarı elde ettiğinden beri, herkesin gözü onun üstündeydi. Ayrıca çok da iyi bir pazarlama stratejisiyle, albümü için insanları bekletti ve 31 Ocak 2012’de yayınladı. Born to Die, Blue Jeans,

Carmen ve son olarak da Summertime Sadness ile ortalık epey sallandı bildiğiniz üzere. Nasıl sallanmasın, bir düşünün. Pop müzik arenasındaki kadın yıldızlara bir göz atalım; Beyonce, Lady Gaga, Taylor Swift, Adele ilk akla gelen isimler. Adele’in ne kadar büyük bir ses olduğu konusunda hiç şüphe yok. Fakat Lana Del Rey de bu yıldızların hepsinde ayrı ayrı bulunan pek çok şey kendisinde bir araya toplanmış gibi, bu nedenle de ilgi odağı olması kaçınılmaz. Görsellik pop müzik alanındaysanız olmazsa olmaz. Lana Del Rey güzel bir kadın, ayrıca karizmatik de, çünkü ne tipik pop prensesi havalarında, ne de seks bombası olmaya niyetli. Mahcup ama karanlık bir tavrı var, kadife gibi, ne çok yükselen ne çok tizleşen ve akılda kalıcı, kulaklarda yankılanan bir sesi var. Kendi şarkılarını kendi yazıyor olması hanesinde çok büyük bir artı. Konsere Neden Gitmelisiniz? 20 Eylül’de Küçükçiftlik Park’da gerçekleşecek olan konser aslında Haziran ayında yapılacaktı fakat ertelenmişti. Lana Del Rey daha çok sonbahara aitmiş gibi geliyor bana, şarkılarındaki hüzünden dolayı belki de. Kendisinin sahnede utangaç olduğunu görebilirsiniz, fakat seyircisiyle iyi iletişim kuruyor. Ayrıca çok ama çok doğal. Kendisine bir pop yıldızı demek istemiyorum çünkü yaptığı müzik bu değil, fakat bu kadar popüler olan biri için fazlasıyla alçak gönüllü ve sahnede her şarkısını hissederek söylüyor. Konser sezonunu kapatmadan önce, ülkemize kadar gelmişken izlemeden geçmemek gerektiğini düşünüyorum. Bu arada, bu senenin önemli filmlerinden ve bence Baz Luhrmann’ın yine seyircisini hayal kırıklığına uğratmadığı filmi Great Gatsby’nin film müzikleri için Lana Del Rey’in yazdığı Young and Beautiful’un bu sene Oscar’larda aday olmasına kesin gözüyle bakıldığını da söyleyelim (gerçi akademinin işine akıl ermez ama). İlerde daha da büyüyeceği kesin olan Lana Del Rey’in konseri bu ayın kaçırılmaması gereken önemli organizasyonlarından biri.

Bitti

H

erkesin bir fikri var Lana Del Rey ile ilgili. Estetik harikası ve başarısını arkasındaki çalışanlarına (stilist, yapımcı, vs.) borçlu olan yapay bir yıldız olarak görenler de var, son yılların en büyük yetenekleri arasında gören de. İşin aslı bu görüş karmaşasının nedeni, kendisinin özel hayatı hakkında çok kapalı olması. Magazin basınına baktığınızda, Lana Del Rey ile ilgili olan haberlerin çoğunun konser performansları ve ne giyip çıkardığıyla ilgili olduğunu görebilirsiniz.

43


müzik yazı: Armağan Kanca

44

Europe:

“Bana Amerika Demeyin!”

Ölüyü diriltmenin peşindeki Europe turnelerin yolunu gözlüyor. Büyük stadyumların eski gözdeleri bakalım maymun iştahlı müzikseverleri veya hard rock hayranı ebeveynlerin çocuklarını sahaya çekebilecekler mi? Aldım Haritayı Önüme ıta Avrupası müziğini, adadan aldıkları tüyolarla paket servis eden Europe ne İsveç’in ne de yaptıkları türün en iyilerinden. Ancak önlerinden gidenler öyle bir harita bıraktılar ki, muhtelif şeyler bırakmama zorunluluğu yollarından sapmamalarını sağladı. Üstüne üstlük dünya çapında 20 milyonluk albüm satışı da cabası.

K


İşaretledim Adayı Elimle 1979 yılından bu yana faal olan grup altın çağını vokalde Joey Tempest, gitarda John Norum, basgitarda John Levén, klavyede Mic Michaeli ve davulda Ian Haugland olduğunda yaşadı. 85-92 yıllarını kapsayan bu süreçte, ‘en baba grup benim’ diyenlerin bile önünde düğmelerini iliklediği ve künyesinde ‘GBR’ yazan UFO ve Thin Lizzy’nin bıraktıklarını zihinlerine kazımakla meşguldüler. Derslerine iyi çalışmışlardı ve ciddi anlamda vitesi beşe takıp daha sonra aşama aşama indirdiler. Gençlik yıllarının senfonilerinin verdiği heyecanla geçirilen 8 yılın ardından serbest düşüşe geçen grup (90’lı yıllar alternatif dünyasının okkalı şamarlarından nasibini almanın da etkisiyle) milenyumla birlikte kendini yine sahnelerde buldu. Canlı performansları övülen bu grubu test etmek isterseniz 28 Eylül’de Life Park’a gidebilirsiniz. Altın Karma Gelelim ilk albümden bu yana neler yaptıklarına. Kendi adını taşıyan albümleri ülkeleri İsveç ve Japonya dışında duyulmadı. Albümdeki ‘Seven Doors Hotel’ parçasında Eibon’un seslerini dinlettiler. Korku filmi sinefillerinin izlemekten bıkmadığını düşündüğüm başyapıt The Beyond’a (İtalyanca: E Tu Vivrai Nel Terrore! L’aldilà) dayanan sözleri fanatiklerini mest etti. Albümün hepsinin ‘emsali olmayan konulardan’ oluşması beklenemezdi. Böyle olup da dikkat çeken iki parça daha var. Bu parçalar ‘Words of Wisdom’ ve ‘Paradize Bay’ idi. İkinci albümün en dikkat çeken parçası muhteşem elektroakustik girişiyle ‘Open Your Heart’ oldu. Tabii bu sırada ‘aşkından ölüyorum’, ‘sana ihtiyacım var’, ‘Tülay ne olur geri dön’ tarzı cümle kalıplarını kullanmaktan da geri kalmadılar. Bu parça dışında 3 tane daha single çıkaran

‘bol gitarlı gür saçlı’ grup, ‘Stormwind’ ile albümün en güzel işine imzayı attılar. Flaşlar Havada Uçuşuyor Kim derdi ki 2 yıl sonra dünya çapında 8 milyon satış rakamına ulaşan bir hit yapsınlar. Kayıt şirketleri olan Hot Records’ın yerini Epic Records alır almaz daha önce görmedikleri başarıyı yakaladılar. Bir kere tüm diskografinin en iyi 5 parçasının 3’ü burada. The Final Countdown’a övgüler düzüp konuyu hemen kapatmak istiyorum. Çünkü artık yıllardır herkesin ağzına pelesenk olmuş bir parçadan bahsediyoruz burada. Klavye solosu behri zamanda klavyenin başında olan solist Joey Tempest tarafından 5 yıl önce bestelenmişti ve konserlerin başında seyirciyi coşturmak için düşünülmüş bir parçaydı. İngiliz futbol ekibi Blackburn Rovers ve NBA temsilcisi Detroit Pistons tarafından giriş müziği olarak kullanıldı. VH1 kanalının en iyi 100, Blender dergisinin ise en kötü 50 listesinde kendisine yer buldu. Olayın özeti tam olarak bu. Bahsi tam olarak bertaraf ettiysek gelelim albümün en iyi parçalarına. Daha önceki aşk meşk güzellemelerine tezat ‘Ninja’ ve ciddi anlamda KISS adrenalini hissettiren ‘Rock the Night’ diğer parçalardan bir adım öne çıkıyor. Atlantik’in ötesinde ‘The Final Countdown’ parçasından daha fazla kabul görmüş ama bana göre vasat bir power ballad olan ‘Carrie’ ve bir Kızılderili kolu olan Cherokee’lerin 1838 Mayısı’nda Gözyaşı Yolunda (The Trail of Tears) yaşadıklarına ağıt olan ‘Cherokee’ de unutulmaması gereken diğer parçalardan. Sonraki albümleri Out of This World ile neredeyse Def Leppard gibi bir efsaneyle aynı turu paylaşacaklardı. Ancak onlar Hindistan ve Japonya turlarını tercih ettiler ve daha sonraki aşamada bu kadar büyük fırsat için kürek çektilerse de hepsi boşunaydı. Single sayılarını çoğalttılar. ‘Open Your Heart’ parçasını ısıtıp ısıtıp önümüze koydular. Parçanın bu daha yavaş versiyonu da o kadar güzeldi ki papaz bu sefer de pilavı yemişti. Genel olarak; aşırı zayıf klavye soloya sahip ‘Superstitious’, power ballad bu sefer de tutuyor mottosundaki ‘Tomorrow’ ve Japonya’da bir numarayız pozları verdikleri ‘Let the Good Times Rock’ gibi kofti parçalara önem vereceklerine, albümün ölüyorum çok çaresizim temalı sözlerine rağmen en iyi parçası ‘Never Say Die’ ve ‘More Than Meets the Eye’ parçasına gerekli önemi verselerdi daha iyi yerlere gelebilirlerdi. Boşuna döktüler diğer video kliplere o kadar parayı! 92’deki Prisoners in Paradise albümü tam anlamıyla vasat vasat vasat idi. Tamam, hard’n

İSVEÇ KARNESİ İsveç ve müzik denilince akla gelen isimleri sıraladım. Swedish Death Metal olayına girseydim büyük ihtimal işin içinden çıkamazdım. Dolayısıyla daha hafif bir liste sundum: ABBA: Eurovision deyince akla gelen ilk grup olan ABBA, 1974’te ‘Waterloo’ ile yarışmayı sürklase etmişti. Muhteşem geçen 10 yılın ardından grup üyeleri solo albümlerle şanslarını denediler. Eurovision’u kazanıp da yıkılmayan nadir gruplardandır! Roxette: 70’ler İsveç pop rock dünyasının temsilcisi ABBA, 80’lerin ise Roxette grubudur. İlk akla gelen hitleri Pretty Woman filminde de kullanılan ‘It Must Have Been Love’ ve baştaki piyano solo ne zaman duyulsa herkesin 100 metre öteden mırıldandığı ‘Listen to Your Heart’ ile hayatlarının balladlarını yapmışlardır. The Cardigans: 70-80 dedikten sonra sıra geldi 90’lara. Özellikle 90’ların 2. yarısında ticari başarılar yakalayan grubun çıkış parçası ‘Lovefool’ oldu. Kısa zamana büyük işler sığdıran grup, 1998’de ‘My Favourite Game’ parçalarına öyle bir klip çektiler ki 1971’deki Vanishing Point filmi yanında halt etmişti. O sahneler Kowalski’yi bile uçuklatmıştır. heavy havaları nispeten geri dönmüştü ancak 1986’daki başarıyı beklemek hayalcilikti. Hele hele momentum hard rock’ın yanında değilken! Albümle aynı adı taşıyan parçada, ‘Tomorrow’da yaptıkları hatayı yaptılar. ‘I’ll Cry for You’ parçasından bile medet umdular. Halbuki Seventh Sign adlı, nerdeyse aynı turu paylaşacakları Def Leppard ile boy ölçüşebilecek bir yapıt ortaya çıkartmışlardı. Ellerindekilerin değerini bilemediler ve şanslarını bir kez daha ıskaladılar. Uzun Bekleyiş Epic Records onlara üçüncü şansı vermedi ve değişen koşullar onları 13 yıl sessizliğe gömdü. 2004’ten sonra 4 albüm daha piyasa süren grup şu sıralar sevenleriyle tekrar buluşuyor. Son zamanlarda zıvanadan çıkan konserler listesinden sonra Europe, heavy metal hacısı olmuş müzikseverlerin iple çektiği bir grup olmasa da; eskinin hatırı ve uygun bilet fiyatlarıyla gidilesi bir konser olarak ajandada yerini alıyor.

Bitti

Bende sırf isminden dolayı, Ada dışında kalan müziğin temsilcisi olarak algı yaratan Europe, her ne kadar çoğu kitle tarafından tek parçalık grup olarak lanse edilse de, kazın ayağı öyle değildir. Onlar bana göre daha önceden gidilmiş yolun rotasını izleyen ve bu yolda riske girmemiş sade bir gruptur. Daha önceki işlerinden sivrilen bir hit çıkarmaları, anında ‘tek şarkılık grup’ şeklinde sıfatlandırılmalarını gerektirmemelidir. Ancak diskografilerine ‘kraldan fazla kralcı’ bir şekilde çok fazla anlam da yüklenmemelidir. Tek parça dışında kalan külliyat ne Ada’nın kodamanlarına ne de Ada dışında kalan coğrafyada hazır kıta bekleyen Scorpions veya MSG gibi Alman panzerlerinin yanına yaklaşamazdı.

45


Steve Jobs:

Teknolojinin Kayıp Lideri Önce birkaç ansiklopedik bilgi udizm inancına sahip olan Jobs, orta düzey bir ailenin evlatlık oğludur. Biyolojik kız kardeşi ile yakın arkadaş olan Jobs, The Beatles ve Bob Dylan hayranıdır. Eski kız arkadaşından Lisa adında bir kızı olan Jobs maalesef kızını uzun süre kabul etmemiştir. Sonrasında birkaç ilişkisi daha olan Jobs, ’91 yılında evlenerek dünya evine girmiş ve üç çocuk sahibi olmuştur. Apple şirketinden ayrılmadan önce tanıştığı Bill Gates adında bir genç girişimciyle aynı anda hem yakın arkadaş, hem dost, hem de düşmandır.

B

Apple’ın harıl harıl yeni telefonlar sunduğu bu günlerde eksikliği sayısız kere dile getirilen bir Steve Jobs gerçeği var. 2 yıl evvel aramızdan ayrılan, kendisini ismen tanımak için teknoloji tutkunu olmaya lüzum bırakmayan Jobs’ın hikayesine ucundan, doğruları ve yanlışlarıyla dokunuyoruz.

getirmiştir. İkili, Atari’den tanıdıkları Ronald Wayne ile Apple şirketini kurmuşlardır. Wayne maalesef Apple’ın satışlarını görmeden şirketten ayrılmıştır. Bundan sonrası zaten hikaye kısmı, Apple I piyasaya çıkar ve şirket satışları ile büyüme gösterir.

‘80’li yıllarda Jobs ve ekibi teknolojik yenilikler ile Apple Lisa’yı ortaya çıkartır. Teknolojik olarak mükemmel olan Lisa maalesef pazarlama hataları yüzünden beklenilen ilgiyi karşılayamamıştır. Bir yıl sonra bir Apple çalışanı Macintosh bilgisayarı üretir. Macintosh’un ortaya çıkması sonucu şirket Jobs tarafından Applecılar ve Macintoshcular olmak Üniversiteyi bıraktıktan bir yıl üzere ikiye bölünmüştür. Bunun sonra Atari şirketinde teknisyen sonucu Steve Jobs yönetim kuruolarak işe başlayan Jobs, kom- lu kararı ile Apple’dan kovulmuşşusu vasıtasıyla Steve Wozniak tur. Kovulmak konusunda yanlış ile tanışır. Woz’un teknik deha- anlamayın, kendisinin hisselesını ilk fark eden Jobs olmuştur. ri orada durmaktadır. Yani AppJobs o an kendisinin ve Woz’un le ne yaparsa ondan kar payıne yapmaları gerektiğine kanaat nı halen almaktadır. Medyanın

46

çarpıtmasının aksine, beş kuruşu yokken kurduğu tek şirket Apple’dır, diğer şirketler için gayet sermayesi vardır. Jobs, buradan sonra teknoloji alanında ilerlemeye karar vererek NeXT adında bir şirket kurmuştur. Bu şirket daha sonradan Apple tarafından satın alınarak modern Mac bilgisayarların yaratılmasında yer almıştır. NeXT kurulduktan bir yıl sonra yani ’86 yılında, Lucas Films’den şirketin grafik departmanını satın alan Jobs, Pixar firması ile film endüstrisine de giriş yapmıştır. Pixar’ın başarısı, film yayınları için anlaşma imzaladıkları Walt Disney şirketi tarafından yakından izlenmiştir. 2006 yılında Pixar, Walt Disney şirketi tarafından satın alınmıştır. Bunun sonucunda Walt Disney’in yüzde yedilik hissesine sahip olan Jobs, Walt Disney’de yönetim kuruluna da girmiştir.


Dünyayı değiştirme amacı güden Jobs için Microsoft ve Intel gibi rakiplerin çıkması ve popüler olması bir sorundu. Bir an için kendinizi onun yerine koyacak olursanız, elinizde sabit bir kullanıcı kitlesi yaratmanın, savaş için daha mantıklı olduğunu göreceksiniz. Ama nasıl? Öncelikle kaliteden ödün vermemeniz gerek. Apple Lisa ve NeXT bilgisayar’ın teknolojik güzelliklerinin yanında pazarlama ve fiyat olarak ortaya çıkan avantajlarını deneyim ettiğimizi varsayarsak yeni bir şey denemenin gerekli olduğunu siz de hissedeceksiniz. İşte tam burada eski bir proje tekrardan gündeme geliyor; iPhone. Size burada iPhone’u anlatmayacağım, rakibi Android piyasanın büyük çoğunluğunu ele geçirmiş durumda ama kazanan ya da kaybedenden bahsedeceksek, 90’ların pazar payı mantığı (“pazar ne kadar büyükse o kadar finansal başarıdır”) artık geçerli değil. Pazar payı olarak Android yüksek orana sahip olsa da iPhone ya da iOS sistemleri finansal başarının kelime manasıdır. “Peki bu alet kendiliğinden bu kadar popüler mi oldu?” ya da soruyu biraz değiştirirsek “Peki rakipleri bu kadar kötü müydü de, bu alet bu kadar çok tutuldu?”. İşte burada hatalarından ders alan Jobs devreye girmekte. Olabildiğince çok teknoloji içeren bu cihaz tam bir pazarlama harikası usulünde çok ucuz bir fiyata (ilk bakışta ucuz sanılan, taksitli

satış yöntemi) piyasaya çıktı. Şimdi şöyle düşünün, hiç alamadığınız ve kalitesinden neredeyse her insanın övündüğü bir aleti alabilecektiniz. İşte bu bir buluştur, pazarın değişmesidir, başarıdır. Gelişen internet teknolojileri, iPhone gibi akıllı telefonların da desteği “Sosyal Medya” gibi bir terimi yarattı. Bu terim öyle popüler oldu ki şu an akıllı telefon kullanmayan ya da sosyal medya hesabı olmayan aktif internet kullanıcısı bulmak samanlıkta iğne aramaya benzedi. katkısı” sebebi ile aynı ödülü almışlardır. Başarı, buluş, teknoloji Şimdi değinmek istediğim esas Başarı konusunda iki insanın da soruyu sorabilirim, “Steve Jobs teknolojiye yön verdiği bir geranlatılan kadar dahi, teknoloji- çektir. Peki neden Jobs neredeyse ye şekil veren birisi miydi? Yok- her insan tarafından tanınırken, sa abartıdan öteye gidemedi mi?” Ritchie ölümü sonrası başarılaBu soruya maalesef tek taraflı ya- rını takdir eden biraz insan taranıt veremeyiz. Bunun için hayatı- fından hatırlanmaktadır? Bu sonı teknolojiye adamış, gelişmesin- runun cevabının basit olmadığı de yol almış, buluşu ile insanları belli olsa da, fazla detaya inmeetkilemiş ve ölüm tarihi Jobs’a den inceleyebiliriz. yakın olan birisi olmalı ki hayatlarını karşılaştırabilelim. Bu ki- Ritchie; buluşuna kendisini adaşi çoğunuzun tahmin ettiği Den- ması, teknolojinin ilerlemesi için nis Ritchie. buluşu üzerinde çalışması neticesinde pazar payı, finansal baRitchie, C programlama dilinin şarı gibi konularla ilgilenmemekyaratıcısı ve UNIX işletim siste- te, belki de karşılaştığı fırsatları minin temel yaratıcılarından. Bu değerlendirmemektedir. Jobs ise iki sistemin önemini bir iki cüm- her ne kadar kendi buluşu olmale ile özetleyeyim. C programlama sa da yaratılmasında büyük katkı dili halen bugün silah ve makine sağladığı teknolojinin, her insasanayinde kullanılan, temel ve nın eline geçmesini ve insanlabir o kadar güçlü bir programla- rın teknolojiye uzak kalmamasını, ma dili. Macintosh bilgisayarların onu benimsemesini amaçlamıştır. da kullandığı, Linux işletim siste- Tabii bu olay olurken onun inanılminin de tabanını oluşturan işle- maz ticari zekası ve ileri görüşlütim sistemi de UNIX. lüğü hem şirketine hem de kendisine bir servet kazandırmıştır. Jobs ve Woz, 1985 yılında, kişisel bilgisayarı yaratmalarından Sonuç ve sunmalarından ötürü “Ulu- Burada bir yarışma olmadığı gibi, sal Teknoloji Madalyası” (National size maalesef bir kazanan sunaMedal of Technology ya da Natio- mayacağım. Ama gönlünüz ister nal Medal of Technology and In- Ritchie’den ister Jobs’dan yana olnovation) almışlardır. Ken sun, kim ne derse desin kazanan Thompson (UNIX işletim yine teknolojidir. Ritchie olmasa sisteminin yaratıcısı) ve şu anki donanımsal ve yazılımDennis Ritchie ise 1998 yı- sal gelişmelerin çoğu mümkün lında “UNIX ve C program- olmayacağı gibi, Jobs olmasa bellama dili sayesinde bilgisa- ki elimizde o eski ve işlevsellikyar donanımı, yazılımı ve ten uzak telefonlarla iletişim kalağında yarattıkları sektörel mak zorunda olacaktık. Her ikisi büyüme ve bu büyümenin de farklı amaçlar gütmüş olsa da, Amerika’nın öncülüğün- teknoloji tutkuları aynı düzeyde deki bilgi teknolojilerine olan insanlardı.

Dennis Ritchie, yoldaşı Ken Thompson ile çalışırken (üstte). 1941 doğumlu Ritchie Steve Jobs’tan tam 1 hafta sonra hayatını kaybetti, ama ardından Jobs için yapılan anmaların yankılarının binde birine bile rastlanmadı. Pazarlama ile ilgisinin pek olmayışı, teknoloji geliştirme konusunda medyanın ve toplumların gözünde Steve Jobs’ın bol miktarda gölgesinde kalmasına sebep olmuştu.

Bitti

Popüler kültür, Apple ve ulaşılmazlık Hepiniz biliyorsunuz ki Apple markası uzun zamandır vardı. İzlediğimiz Amerikan filmlerinde, gençlerin masalarında duran, içi gözüken turuncu ya da açık mavi bilgisayarlardı onlar.

47


sinema yazı: Kamer Yılmaz çizimler: Dilem Serbest

H

ollywood’un sıradışı dehasından şu sıralar yepyeni bir film geliyor: Blue Jas-

mine.

27 Eylül’de Türkiye’de vizyona girecek olan film, Woody Allen severlerin son zamanlarda en çok konuştukları şeylerden biri. Alec Baldwin ve Cate Blanchett’ın başrollerini paylaştığı filmde yönetmen koltuğunda da senaryonun başında da elbet yine nüktedanlığı ile sınır tanımayan Woody Allen’ı görüyoruz. Özellikle de son üç filmiyle sevenlerini hayli şaşırtan, bazılarını kendinden soğutan ama onu pek sevmeyenleri de yanına almayı başaran yönetmen evine, New York’a dönerken de o hep bildiğimiz üslubuna mı dönüyor diye düşünmeden de edemiyoruz.

Woody Allen:

En Bir İdeal Yol Arkadaşı Woody Allen’ın bir New York hikayesi daha anlattığı Blue Jasmine ile tanışmaya günler kaldı. Peki 1966 yılından beri yazdığı senaryoların çekimleri için yönetmen koltuğunu bırakmayan Allen’da o günden bugüne neler değişti farkında mısınız? O zaman Blue Jasmine gelmeden Allen’ın dünyayı gezdiği bazı filmlerini hatırlasak mı?

48

İspanya, Fransa ve İtalya maceralarından sonra şimdi de yeni bir New York macerası için bekliyoruz Blue Jasmine ile Woody’i. Hep kendini anlatan ama kendi değilmişçesine dolanan, rahatına düşkün ve içindekileri ifade etmekten korkmayan Allen, kendini anlatırken bazen ufak değişiklikler yapsa da anlattığı korkular, duygular ve düşünceler hep aynı oluyor. Ölüm korkusu, aşk, ilişkilerdeki çıkmazlar, romantizm, hayattaki detaylar… Cinsellik ise hiçbir zaman romantizmden ya da tutkudan uzak değil. Hep daha iyisini yapmak için uğraşan ve her defasında da bunu başaran, rahatına pek düşkün, çelişse de duyguları onlarsız ve onları anlatmadan duramayan bir adam Woody Allen. Artık aşkı eskisi kadar aramasa ve daha huzur dolu olsa da ilişkilerdeki çıkmazlara da dokunmadan edemiyor. Bir şehir anlatılacaksa en güzel o anlatıyor; çünkü tükenmek bilmeyen romantizmi ve detaycılığıyla nereye bakılacağını en iyi o biliyor. Bu yüzden de filmlerini izledikten sonra “Benimle dünyayı gezer misin Woody Allen?” diye sormadan hatta dilemeden edilmiyor.


Bananas (1971): “Yazdığım senaryoları sadece ben çekerim!” Take the Money and Run ile ilk kez tek başına yönetmen koltuğuna oturan Allen, Bananas ile izleyicilerin karşısına yeniden çıkmıştı. Bananas; eleştirmenlerce fazlaca beğenilse de, o dönemde Allen’ın kendini yeterince ifade edemediği filmler arasında neredeyse ilk sırada yer aldı desek yeridir. Daha

önceleri skeç ve radyo programlarına metin yazıp stand-up şovlar için hazırlanan Allen, adeta bu filmde şimdiye kadar yazdıklarından bir derleme yapmış, sanki yeni girdiği sinema dünyasına kendisini ve işlerini anlatan ufak bir demo vermişti.

Annie Hall (1977): Allen’ın umutsuz aşkı Asıl macera bence tam da olgunluk dönemine denk gelen ve filmde de bunu net bir şekilde görebildiğimiz Annie Hall ile başlamıştı. Kendisini her anlamda daha iyi tanıdığı, daha iyi ifade ettiği bu dönem, filme de yansımıştı. Entelektüel ve zeki bir adamın aşk hayatını sorgulaması, kendini irdelemesi, ilişkisindeki çıkmazlara bakışı, içinde bulunduğu sahte ortamlardaki sıkıntısını anlatan film; Allen’ın o zamana kadar çektikleri içinde diyalogları en dolu dolu olan filmlerden biriydi. Özellikle de ana karakterimiz Alvy’nin ara ara seyirciyi muhatap alarak yaptığı tespitler Allen ve seyirci arasındaki camı tamamen kaldırıp samimi duruşunu pekiştiriyor. Aşka bakışı, bulunduğu entelektüel ortama getirdiği eleştirilerle

sinema hayatında kendini, duygularını anlatmaktan hiç vazgeçmiyor Allen. Onun da dediği gibi filmleri ölümsüz olmak için yapmıyor, filmleri yaşamını anlatmak için kullanıyor. Ölümsüzlük mü? Bunu ölmeyerek gerçekleştirmeyi dilediğini her defasında dile getiriyor zaten… Annie Hall’dan sonra sayısız filme imzasını atan Allen, hayatını belgelemeye devam etti ve Radyo Günleri ile radyoculukla uğraştığı dönemleri anarken, Love and Death ile de kendisi için hayatta en önemli olan iki olguyu; aşkı ve ölümü irdeledi. New York Stories ile yeniden sevdiği şehirden ilham alırken Everyone Says I love You ile de içinde yatan ve başarılı yönetmenliği nedeniyle pek de kimsenin bakmadığı müzisyenliğini dışa vurdu.

Match Point (2005): Milenyum çağında her şey değişir ama o değişmez! Anything else ve Melinda Melinda gibi iki film ile 2000’li yılların en popüler filmleri arasına eserler verse de 2005 yılında izlediğimiz Match Point’in her ikisini geçeceğini ve adından da bu kadar bahsettireceğini hesapladığını hiç sanmıyorum. New York’a bir süre ara verip Londra’nın gri sokaklarına kendini atan yönetmen, diğer filmlerinden farklı olarak izleyenlere farklı bir Woody sunuyormuş gibi yapıp sonunda arkamıza

yaslandığımızda “Aslında o, hep aynı Woody idi” dedirtti. Tıpkı Londra’nın sokaklarında gri ile uyumlu giyinmiş gibi görüne de pardösüsünü çıkarttığında üstünde görmeye alışık olduğumuz bol pantolonu ve pantalon askısını görmemiz gibi… Match Point ile şans olgusuna “Şanslı olmayı iyi olmaya tercih ederim” dedirterek son noktayı koyan Allen, bu defa ilişkileri diyaloglardan biraz daha arındırıp duygusallığın frenine basarak adeta bir İngiliz edasıyla anlatmıştı.

49


Vicky Cristina Barcelona (2008): New York için mola vakti; biraz İspanya havası güzel olur! Match Point’ten sonra Scarlett Johansson ile çalışmaya devam eden yönetmen bu defa da kendisini İspanya’nın neşeli rüzgârına bıraktı, yanına Javier Bardem’i ve Penelope Cruz’u da alarak tam bir görsel şölen sundu. Juan’ın bohem hayatı, Vicky’nin düzenli ve zeki duruşu, Cristina’nın uçuk ama aslında kendi içindeki tutarlı halleri ve Maria’nın şehveti… Woody’nin yarattığı karakter ile Penelope Cruz’un muhteşem oyunculuğunun birleşimi izleyiciyi huzur içinde oturduğu yerde bile heyecanlandırıyor. Maria’nın filme dahil olduğu sahne ve sonrasında filmin temposu tam olarak değişiyor. Allen’ın röportajlarında, stand-up showlarında hep bahsettiği hatta pek de meşhur bir sözü vardır: “Erkekle kadının arasındaki seks çok hoş bir şey olabilir. Tabii eğer doğru erkekle doğru kadının arasındaysanız”. Bu cümle neredeyse bu filmde hayata geçiyor.

Midnight in Paris: Paris’te zamanda yolculuk bir başka oluyor Barselona’daki filmden sonra New York’a kısa bir dönüş yapıp birkaç filmi sığdıran yönetmen, biraz daha gezmeye karar verip bu defa da bize Paris’te bir gece yarısı yaşattı. Başrollerde Marion Cotillard ve Owen Wilson’ı keyifle izlerken Woody için çanlar çalmış ve kendisini oynayacak yaşı geçmiş olduğu için biraz kıskanarak, biraz da sinirlenerek rolü en azından kendisini andıran Owen Wilson’a vermiştir iyi de yapmıştır. Bu film için tipik bir Woody Allen filmi diyemesek de; “Ama Paris’i de başka kimse böyle masalsı anlatamazdı” olduğu için tipik bir

50

Woody Allen filmiydi de diyebiliriz. Sıcacık, romantik bir film olan Midnight in Paris; bir anda ortaya çıkan Hemingway, Zelda, Picasso ve Dali ile ilk defa gittiğiniz bir sokakta her adımda tanıdık yüzleri görmenin verdiği mutluluğu ve şaşkınlığı yaşatıyor. Kitaplardan aşina olunan sözler ve çilekli pastanın, beyaz kreması gibi tatlı, yumuşak Paris sokakları… Yine ilişkiler sorgulansa da bu defa satır aralarını görmek ve okuyabilmek biraz daha dikkat gerektiriyordu; romantizm buram buram koktuğu ve bu da Woody’nin pek tarzı olmadığı için.


51

Bitti


edebiyat yazı: Melis Mine Şener çizim: Dilem Serbest

Yusuf Atılgan:

Oğuz Atay’ın Selefi Yürürken etrafına dikkatli bakan adamlar, hep C.’nin akrabasıdır. Hep tedirgin, hep mutsuz görünen, evine dönmeye çalışanlar ise muhtemel ki Zebercet’in. Yalnızların ustası Yusuf Atılgan hep onları yazmıştır çünkü.

S

abahın serinliğinde hüzünlenmeye sebep olan sonbahardır, sokakta yürürken banklarda yatan evsizleri düşünmeye sebep olan Niçin bu kadar az sayıda kisonbahar. Ah, o kül tablasıntap yazdığını soranlara şöyle daki iki farklı sigara izmariti der Atılgan: “Okunacak o kane düşüncelere gark eder indar çok kitap varken yazmasanı! İşte bunlar, hep C.’ye gönın ne lüzumu var. Okumayı re vakalardır. Yusuf Atılgan’ın seviyorum ben, yazmayı deAylak Adam’ına… Yusuf Atılğil.” Ve içindeki bir ukdeyi de şöyle belirtir “Dünyaya bir da- gan’la tanışmamış olmak, ha gelseydin yine roman mı “okur”un hayatında bir eksiktir bence. Ve eğer siz bu ekyazmak isterdin?” diye soran Refik Durbaş’a, “Öğretmen olsikte iseniz, derhal dönünüz mak isterdim. Öğretmenliği yanlışınızdan, yanımıza geliçok sevmiştim.” niz. Bu usta yazarla tanışınız.

52

Sonra dizinizi dövmemek için, naçizane, sözümü dinleyiniz. 68 yıla sığmayan bir hayat İki buçuk roman, birkaç çeviri, birkaç şiir, bir düzine kadar öykü… 68 yıllık bir hayatın yekûnu bu. 27 Haziran 1921’de doğar tam adıyla Yusuf Ziya Atılgan. Nüfus kaydına bakarsanız 25 Ağustos gerçi. Annesi Avniye Hanım ve babası Hamdi Atılgan’ın Manisa Göktaşlı Mahallesi’ndeki evlerinde doğar. Babası bakkaldır, annesi ev hanımı.

Erkek kardeşi Turgut ile beraber, annelerinin okuma sevgisine ortak olurlar. 1936’da Manisa Ortaokulu’nu, 1939’da da parasız yatılı olarak okuduğu Balıkesir Lisesi’ni bitirerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’ne başlar. İkinci sınıftan sonra ailenin mali durumu sebebiyle askeri öğrenci olarak devam eder eğitim hayatına. 1944 senesinde Ali Nihat Tarlan danışmanlığında “Tokatlı Kâni, Sanat, Şahsiyet ve Psikoloji” hakkında bir tez hazırlayarak mezun


Siz misiniz bir başkası mı, Yalnızlığımın peşindeki? Eserlerine bakarsanız bir çırpıda biter Yusuf Atılgan’ın. 1947’lerde “Çıkış Gecesi” isimli bir oyun yazdığı söylenir ama Tercüman gazetesinin 1955’te açtığı öykü yarışmasında birincilik ödülü alan Evdeki (Nevzat Çorum adıyla) ve aynı yarışmada dokuzunculuk ödülü alan Kümesin Ötesi (Ziya Atılgan adıyla) adlı yapıtları yayımlanan ilk öyküleri olur. Ancak Yusuf Atılgan kimliğini açıklamaz, ödülünü almaz ve “meçhul aranıyor” şeklinde bir habere dönüşür. Yayınlanan iki şiiri Ölü Su ve Ayrılık’tır. Kierkegaard’dan çevirdiği bazı pasajlar vardır (Korku ve Titreme’den, Günce’den). Bir de çeviri kitap; Baynes’ten Toplumda Sanat. Ama esasen Yusuf Atılgan’ı Türkiye’ye tanıtan ilk romanı Aylak Adam’dır. Bu roman ile 19571958 Yunus Nadi Roman Armağanı’nda ikinciliğe sahip olur. Bu yarışma jürisinde seçim yapılırken, oldukça gürültü

kopar. Halide Edip Adıvar, Azra Erhat, Sabahaddin Eyüboğlu, Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Orhan Kemal, Behçet Necatigil, Vâlâ Nureddin, Haldun Taner ve Cevad Fehmi Başkut’tan oluşan seçici kurul birinciliği Fakir Baykurt’un “Yılanların Öcü”ne verir vermesine ama o kadarla bitmez hikâye. Yarışmaya katılımın son gününde son saat teslim edilen roman Halide Edip’in önüne geldiğinde, “Bakın efendim, son anda Aylak Adam diye bir roman daha geldi. Çok değişik. Okur musunuz?” diyen kurul üyelerine karşılık: “Ben birinciliği Yılanların Öcü’ne verdim. Artık bu kararımı hiçbir eser değiştiremez. Onun için okumama gerek yok” diyerek yumruğunu masaya vurup gittiği, ilk duyulan söylentilerden olur. Hatta ödülünü almaya Cumhuriyet Gazetesi’ne gittiğinde karşılaştığı Behçet Necatigil’in kendisini yemeğe davet ettiği, hesap ödenirken Yusuf Atılgan’ın “Ben bugün para aldım, zenginim ben ödeyeyim hesabı” demesine Necatigil’in itiraz ederek, “Jürideydim, dedikodu çıkar sonra” diyerek kendi parasını ödediği anlatılır. Daha sonra yarışma ile ilgili haberlerde Necatigil birincilik için oyunu Aylak Adam’a verdiğini anlatırken Orhan Kemal, romancının kumaşının iyi olduğunu ama bunun iyi bir roman yazmaya yetmediğini belirtir ve şöyle der: “Ama romanın meselesi ne? Getirdiği yorum ne? Romanın kapağını kapatınca bana vermek istediği, bana duyurmak zahmetine katlandığı mesaj ne?” Muhtemelen Yusuf Atılgan’ın tarzı dönem yazınına ve kendi tarzına uzak olduğu için böyle düşünmüştür Orhan Kemal.

Kitap 1973’te basılır. İlk döneminde yadırganan roman zaman içinde Ömer Kavur’un yetenekli ellerinde ödüllü bir sinema filmine dönüşür. Yakın bir arkadaşının çocuklarına masallar anlatmak niyetiyle yazdıkları 1981’de yayınlanan “Ekmek Elden Süt Memeden”de toplanır. Öldüğü dönemde yazdığı “Canistan” ise ölümünden sonra yarım olarak yayımlanır. Hakkında yazılan yazı ve röportajlar ve kendisine adanan yazılar ölümünün ardından “Yusuf Atılgan’a Armağan” adlı kitapta derlenir.

Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın bu şiirini bilir misiniz? Yusuf Atılgan’ı okurken aklımda hep bu şiir döner benim. Yaşadığı avluyu, beraber vaktini geçirmek zorunda olduğu tavukları ve horozu, o iç sıkıntısını inanılmaz bir açıklıkla anlatan tavuğun öyküsü ile “kümesin ötesinde”yi ilk okuduğumda o kanatlanıp duvarı aşma hissini paylaştığımı söylemek fazla olmaz, eksik olur. Ya da Zebercet’le birlikte sinemaya girip, sokaklarda dolaşmak, o sinema çıkış insanlarını görüp o bambaşka hali fark etmek ve hatta yaşamak, her Atılgan okurunun başına gelen vakalardır sanırım. Ne gariptir ki hayatını araştırırken karşıma çıkan da beni gülümsetmiştir. Demek bir altıncı hisle bilmişim ben bu şiiri diyerek. Çünkü bir konuşmasında şöyle der Yusuf Atılgan: “En büyük şansım 3 yıl boyunca Ahmet Hamdi Tanpınar’ın öğrencisi olmam. Örneğin Recaizade’den Proust’a, Gide’e, iyi müziğe atlayarak anlattığı derslerin ve ara sıra özel konuşmalarımızın yazarlık mizacımda büyük etBu ödül Yusuf Atılgan’ı sevindirir mi bi- kisi olduğuna inanıyorum.” linmez zira onun beklentisi kitap olarak romanın yayınlanması değil gazetede Yıldız Ecevit’ten küçük bir alıntı yapatefrika edilmesi, bu tefrikalarda önceki rak devam etmek isterim: Oğuz Atay bölümlerin özetleri konulurken bunla- yaptığı konuşmalarda etkilendiği yazarrın nasıl yayınlanacağını görmektir. İşe lar arasında Yusuf Atılgan’ı sayar bilirsibakınız ki, birinci ve üçüncü roman ya- niz. Kitaplığında Aylak Adam’ın ilk basyınlanırken ikinci olan Aylak Adam ya- kısından olduğu söylenir hatta. Herhalde yınlanmaz gazetede. Varlık Yayınla- ki bu yüzden Oğuz Atay, Tutunamayanrı’ndan çıkar 1959’da. Bu arada okurları, lar’ı tamamladığı zaman “ilginizi umahayranları mektuplar göndermeye baş- rak” imzasıyla Yusuf Atılgan’a gönderir. larlar Atılgan’a. Bunların başında Erdal Yusuf Atılgan kitabı okur, çok beğenir. Öz gelir, ardından ikinci eşi Serpil Gence. Ancak kendi deyişiyle “Böylesine güzel 1960 yılında öyküleri yayınlanır, “Bodur roman yazan birinin hakkında başkalaMinareden Öte” adı ile. Ve yine köyün- rının da yazacağını düşünür.” Yıllar sonde yaşamaya devam eder. Aradan geçen ra Oğuz Atay’ın kendisi için “Romanımla yılların sonunda, yaktığı “Eşek Sırtında- ilgilenmedi” dediğini duyunca çok üzüki Saksağan”dan korkan İhsan Bayram lür, “ölmemiş olsaydı ne yapar eder onu “Anayurt Oteli” yazıldıkça elyazmalarını bulur konuşurdum.” der. Ama gemi kalkalır (daktilo sevmezmiş Atılgan, bu işle- mıştır artık. Oysaki muhtemelen kitabın ri onun için dostları yaparmış) ve dakti- adı bile Aylak Adam’ın tutamak sorulo ederek başlarına gelecekler olası teh- nundan gelmektedir. likelerden kurtararak yazımı tamamlar.

Bitti

olur. Akabinde Akşehir Maltepe Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başlar. Ancak dönemin siyasi konjonktürü sebebiyle üniversite öğrenciliği zamanında Komünist Partisi’ne katıldığı ve faaliyetlerde bulunduğu gerekçesi ile sıkıyönetim mahkemesince tutuklanarak altı ay Sansaryan Hanı’nda, dört ay da Tophane Cezaevi’nde olmak üzere toplamda 10 ay hapis cezası alır. Ne yazıktır ki bu hapis cezası ona öğretmenlikten mahrumiyet olarak döner. Bunun ardından 1946 yılı Ocak ayı sonlarında Manisa Hacıharmanlı Köyü’ne dönerek yerleşir. Annesinin tavsiyesiyle 1949’da köyden tanışları olan Sabahat Hanım’la evlenir, çiftçilik yapar. 1950’nin başlarında Hacıharmanlı Spor Kulübü’nün kurulmasına önayak olur. Hayatını kahvede gençlerle sohbet ederek, futbol oynayarak, okuyarak, yazarak ve sinemaya giderek geçirmektedir. Çocuğu olmaz. Bir süre sonra eşinden ayrılır ve kendi yalnızlığında sürdürür hayatını. Okumaları yazmaları ve diğer sevdiği işleri ile doldurur yalnızlığını. Ancak aradan geçen zaman onu ikinci bir evliliğin kapısına götürecektir. 1976’da oğlu Mehmet Hamdi’nin annesi Serpil Gence ile ölene kadar sürecek ikinci evliliğine adım atar. İstanbul’a yerleşir ve ailesinin geçimini sağlamak için 1980 sonrası Ülkü Tamer’in ricasını kıramayarak Milliyet Yayınları’nda çevirmenlik ve danışmanlık, Can Yayınları’nda da redaktörlük yapar. 1989’da Moda’daki evinde kalp krizi geçirerek ölür. Usta, Üsküdar Bülbülderesi Mezarlığında yatmaktadır. Ölümünün ardından köyünde Yusuf Atılgan Halk Kitaplığı kurulur.

53


fotoğraf

Vivian Maier:

Yüz Bin Karede Dadı Olmak yazı: Rıza Şahin

Hayatınız boyunca çektiğiniz fotoğrafları hiç kimseyle paylaşmadan arşivlediğinizi ve bu fotoğrafların da sokak fotoğrafçılığının en iyi örneklerinden olduğunu düşünün. Siz düşünedurun, ölümünden sonra meşhur olan Vivian Maier bunu gerçekleştirmiş. İnsanlara ve elbette kendine bir o kadar yakın ve gerçek…

H

erhalde ismini duyduğumuzda aklımıza bir fotoğraf ajansı, önemli bir olay, tarihsel kişilikler getirmeyen ve buna rağmen 20’nci yüzyılın önemli fotoğrafçıları arasında anılacak bir dadı Vivian Maier. Henüz keşfedileli beş yıl bile olmadı. Fotoğraflarını, kayıtlarını, ürettiği ve biriktirdiği her şeyi hariç tutarsak hakkında bildiklerimiz bilmediklerimizden daha az. Belki de kendisi hakkında bir biyografi yazmak, onu tanımak ve anlatmaya çalışmak bu yüzden biraz da zor. Bir taraftan bu durumu normal karşılamak gerekir çünkü kendisine en yakın olabilen insanlar bile kendisi hakkında bizim öğreneceklerimizden sadece ‘bir tık’ daha fazla bilgiye sahip. Geride kalan bir aile üyesi yok, gözleri tıpkı annesi gibi olan bir çocuk yaşamıyor, hiç doğmadı. Yine de hakkında bilinmeyenleri sorgulayarak anlamaya çalışmak, kendimize dair bir şeyler çıkarmak ve kendimizi sorgulamak adına daha yerinde bir adım olacaktır.

Depodan Sergi Salonlarına John Maloof isimli amatör tarihçi, bir kitap projesi için 1950 - 1960 yıllarından kalma fotoğraflar bulmak ümidiyle Vivian Maier’in negatiflerinin içinde bulunduğu bir kutuyu satın alıyor. Fotoğrafa ilgisi henüz pek taze olan Maloof, Maier’in fotoğraflarını yıkayıp taradıkça fazlasıyla etkileniyor ve Maier’in hayatı boyunca biriktirdiklerinin büyük bir

54

kısmını kendi elinde topluyor. Kutunun birinde ismini bulduğunda ve Google’da aradığında Maier’in üç gün önce hayatını kaybettiğini öğreniyor. Ardından Vivian Maier hakkındaki araştırma serüveni ve Vivian Maier sergileri başlamış oluyor. Birçoğu yıkanmamış fotoğraflardan oluşan yüz bine yakın fotoğraf, üç bin kadar baskı, gazete kupürleri, yani 200 kutuluk eşya… Vivian Mailer 1926’da New York’ta dünyaya geliyor ve kalıcı olarak Chicago’ya yerleşeceği 25 yaşına kadar Fransa’da yaşıyor. Bu süreçte Amerika’ya gidip geldiği biliniyor. Babası ise Maier henüz 4 yaşında iken bilinmeyen nedenlerle aileyi terk etmiş. Nasıl bir çocukluk geçirdiğini, çocukken nelerle uğraştığını, nasıl bir eğitim aldığını henüz bilmiyoruz; en fazla tahmin etmeye çalışabiliriz. Bir şekilde fotoğraf ile ilgili bir başlangıcı olması gerek. Çoğumuz için, fotoğrafa olan ilk temasımızı hatırlamaya çalışmak bile çok yorucu; makineyi ilk elimize aldığımız anı hatırlamak muhtemelen daha kolay. Fakat Maier ve annesinin bir nüfus sayımında fotoğrafçı

Jeanne Bertrand’ın evinde oldukları belgelenmiş. Fotoğrafla olan ilk temasın bu evde yaşanmış olması da olasılıklar arasında. Diğer yandan, kiraladığı deposunda bulunan kitaplar, fotoğraf konusunda kendisini nasıl eğittiği konusunda fikir veriyor. 1951 yılında Maier tekrar New York’a geliyor, bir şekerci dükkânında ve başka tezgâhtarlık işlerinde çalışırken tiyatro salonlarında İngilizcesini geliştiriyor; 1956 yılında Chicago’da dadılık yapmaya başlıyor ve 40 yıl boyunca dadılık yapmaya devam ediyor. Kendisi hakkındaki birinci bilgi kaynağı, yanında çalıştığı aileler ve büyüttüğü çocuklar. Bu ailelerden en önemlisi, 14 yılını birlikte geçirdiği Gensburg ailesi. Maier’i feminist, sosyalist, doğrudan ve az konuşmayı tercih eden, gerekmedikçe de konuşmayan bir kadın olarak tarif ediyorlar. Kendisine gelen bir telefon ya da mektubun olduğu bilinmiyor. Ailesinden kalan bir arsa satışından elde ettiği parayla seyahat ettiği, fotoğraflarından biliniyor. Amerika’nın kuzeyi, Mısır, İngiltere, Pekin, İtalya… Hayatı boyunca hiç mülk


Bir sokak röportajı sonrası kendi ses kaydından

sahibi olmamış (bu durum sosyalist görüşünün belki de yaşantısına en bariz yansıması ve dadılık sayesinde de kalacak bir yeri olmuş). Hayatını 200 kadar kutuya sığdırıyor. Çalışamayacak kadar yaşlandığında Gensburg ailesi kendisine sahip çıkıyor. Ona bir daire kiralayıp masraflarını karşılıyorlar. Tuhaf olan, Gensburgların Maier’in eşyalarını sakladığı depodan haberlerinin olmaması. Haberleri olsa, deponun kirası ödenmediği için bu kutular müzayede salonlarında boy göstermezdi muhtemelen. Çekmeyi ihmal etmediği otoportrelerinden tarzını anlayabiliyoruz. Büyük şapkaları, ceketleri, çantası ile hafif erkeksi bir Fransız havasına sahip. Kendini fotoğraflarken yansımaları fazlaca ve ustaca kullanıyor. Hatta yansımaların birinde, biri ekose elbiseli, oturan iki kadını kendi eteklerinin yansımasına denk getirecek şekilde çekmiş. Maier’in dadı tarafını bu fotoğrafta görmek mümkün. Kendisini fotoğraflarken sokakları, diğer insanları kadraj dışı bırakmadığını söyleyebiliriz. En sık kullandığı Rolleiflex, banliyö insanlarını, evsizleri, sokak işçilerini, Afroamerikanları ve onların içinde bulunduğu sokak hayatını fotoğraflayarak belli bir kitle ile ilgilenmesi, farklı da olsa takıntılarının olması çağdaşı Diane Arbus’u hatırlatmıyor değil. Bu noktada bu iki kadın fotoğrafçının daha küçük, hafif makineler yerine neden TLR (çift objektifli

refleks veya diğer bir deyişle ‘üstten bakmalı’) makineleri tercih ettiklerinden bahsetmek gerekir. Bu makineler kare kadraj, dik/yatak kadraj arasındaki tercih sürecini ortadan kaldırarak zaman kazandırıyor ve daha merkezi bir bakış sağlıyor. Çekim esnasında ise fotoğrafçının karşısındaki insan ile iletişimini kısıtlamıyor. Fotoğrafı çekilen kişi objektif yerine fotoğrafçıya baktığı için bakışlardaki hafif sapma fotoğrafa soyut bir hava katıyor. Maier dik kadraj çekeceğim derken şapkasını çıkarmak zorunda kalmıyor.

görüş yaygın. Buna rağmen fotoğraf üretmekten de geri kalmıyoruz (bkz. seri üretim). Bu noktada fotoğraflarla kurduğumuz bireysel bağın onlara ne kadar sık dönüp baktığımızla ve onları ne kadar iyi koruduğumuzla ilgili olduğu fikrini ortaya atıp buradan yola çıkarak Maier’in kurduğu bağın takıntı derecesinde kuvvetli olduğunu söyleyebilirim. Maier’in biriktirme alışkanlığı da ne yazık ki artık günümüzde yaşamıyor ya da can çekişiyor. “Atmayı sevmeyen insan kitlesi” gün geçtikçe azalıyor. Arşivleme yeteneğimizi de kaybettik, kaybediyoruz. Ya Fotoğrafları geçtiğimiz yıl için- gerçekten saklayabileceğimiz dede İFSAK’ta sergilenmiş; bu yıl ğerli anılarımız yok ya da gerçekise Toronto Uluslararası Film Fes- ten ”tüketim” DNA’larımızda yeni tivali’nde “Finding Vivian Maier” bir nükleik asit olarak bulunuyor isimli belgeseli gösterimde. Diğer (mesela Timin yerine?). taraftan fotoğrafları dünyayı dolaşmaya devam ediyor. Merak ettiğim başka bir şey, Maier’in son günlerinde, biriktirSSS - Sıkça Sorulmayan diklerinin ortaya çıkacak olması Sorular ihtimalini düşündüğünde ne hisBeni asıl uzun uzun düşündüren settiği, varsa paralel evrenin bive sorular sorduran fotoğrafları, rinde John Maloof için ne düşündadılık yaşantısı veya bilinmeyen düğü. Yılların kilitlerinin açılıp 40 ilk 25 yılı dışında fotoğrafa olan yılın görsellerinin dünyaya yayılyaklaşımı. Her gün, hangi yollar- ması, Maier’in yıllarca uzak durla üretildiğinden bağımsız ola- duğu bir meşhur olma durumu... rak milyonlarca fotoğraf dünya- John Maloof’un bu işten (açılan ya geliyor. Bunların en iyilerinin sergiler, yayınlanacak belgesel, ömürleri bile çok kısa. Günümüz kitaplar vs.) kazanıp kazanmadıinsanının çektiği fotoğrafı yay- ğını, ne kadar kazandığını, kazama süresi akıllı telefonunun hı- nırken mutlu olup olmadığını bilzına bağlı. Burada fotoğrafın ka- miyorum ama Maier’in gözünden litesini tartışmak istemiyorum. bakınca, kendine ait olanın bu şeSadece “Neden yaymak istiyo- kilde yayılmasının, sergilenmesiruz?” sorusuna sağlam bir cevap nin hoş olmadığını çok rahat göarıyorum. Maier için görüntüleri rebiliyorum. Hatta Maier adına gümüş moleküllerine hapsetmek rahatsızlık bile duyuyorum. Kenbüyük ölçüde yeterliydi ya da disine duyulan saygının da bunu böyle bir takıntıya sahipti anlaşı- telafi edeceğini de sanmıyorum lan. Öldüğünde yıkanmamış bin- çünkü öyle bir niyeti hiç olmalerce makarayı ve yüz fotoğraftan mıştı Maier’in. sadece üç tanesinin basılı olmasını başka türlü açıklamak çok zor. Belki onun hayatını okuyunca Maier’in kendisinden çektiği fo- kendi içimize dönüp sorular sotoğrafları isteyenlerden para ta- rarak fotoğrafa farklı bir gözle lep etmesinin onları caydırmak bakmaya başlarız ve fotoğrafın iç amaçlı olduğu da düşünülüyor. dünyamızdaki yeri farklılaşır. SerFotoğrafı bir tüketim malzemesi gilemek, yarışmalara göndermek, olarak görmüyor. Fotoğraflarının saniyeler içinde paylaşmanın ve yayılması ona muhtemelen pa- beğenilmenin hoşnutluğunu yaradan ve şöhretten başka bir şey şamak yerine kendi günlüğümükazandırmayacaktı ve buna da zü fotoğraflarımızla yazmaya deihtiyacı yoktu. vam ederiz. Belki nedensiz yere, içimizde bilmediğimiz bir yerlerGünümüz insanının okuma-dü- de üzülürüz bazı şeyler için ve şünme-yazma döngüsünden gi- döner eski fotoğraflarımıza tekderek uzaklaştığı konusunda bir rar bakarız.

Bitti

“Sanırım hiçbir şey sonsuza kadar sürmeyecek. Diğer insanlar için yer açmalıyız. Bu bir çark; binersin, sonuna kadar gidersin ve böyle devam eder ve başka biri kendi yerini alır. Güneşin altında yeni hiçbir şey yok.”

55


edebiyat inceleme: Gülin Enüst

Ken Kesey - Guguk Kuşu:

Delilerin Yuvasından Biri Daha Uçup Geçti

Amerikan edebiyatının medar-ı iftiharlarından biri olan Guguk Kuşu, basıldığı yıl olan 1962 yılından beri popülerliğini sürdüren bir başyapıt. Güncelliğini koruması bir yana, bir akıl hastanesi ortamından yaşadığımız toplumla bağlantı kurmamızı sağlayan kitap, otorite ve delilik gibi kavramlar hakkında okuyucuyu düşündürüp pek çok yeni bakış açısı sunuyor.

Okumak isteyenler, Turkuvaz Yayınevi’nden Aziz Üstünel çevirisiyle kitabı bulabilirler.

Sinemada Guguk Kuşu

Kesey’nin bu başarılı romanı önce Broadway tarafından uyarlandı. Daha sonra 1975 yılında ise, Milos Forman yönetmenliğinde filmi çekildi. Randall McMurphy rolünde Jack Nicholson, taş bebek yüzlü fakat sadist hemşire Ratched rolünde ise Louise Fletcher var.

56

K

en Kesey’nin yazdığı, daha sonra önce Broadway ve akabinde de Hollywood tarafından keşfedilen kitabın sizi, kendinize sormaya mecbur ettiği pek çok soru var. Kitabı okurken aklınızdan yüzlercesi akıp giden bu sorular iki ana şemsiye altında toplanıyor: “Otorite nedir ve otoritenin ‘otorite’ olmasına kim/ne karar verir?” ve “Delilik nedir ve neyin delilik olup neyin olmadığına kim/ne karar verir?”. Otoriteyi, “bir toplumda ya da toplulukta yaptırım ve itaat ettirme gücünü elinde tutan kişi ya da kişilerdir” diye tanımlayabiliriz. Delilik dediğimizde ise durum çok daha fazla karışıyor çünkü neyin normal sayılıp sayılmadığı konusuna giriyoruz. Akıllılık, aklıselimlik neye göre karar verilen, nasıl ölçülen olgular sahi? Peki, evrensel ölçütlere göre en aklıselim olanlar mı sahip otoriteye, yoksa tam tersi bir durum mu söz konusu? Ken Kesey’nin okuyucuyu durmadan hem kendini, hem de içinde yaşadığı toplumu sorgulatan kitabı Guguk Kuşu, tüm bu sorulara daha önce verilmeyen, verilse bile bu denli açık, net ve çıplak bir şekilde ortaya koymayan bir yanıt niteliğinde.

Ken Kesey Ken Kesey: LSD deneyleri, MK Ultra Projesi, İkinci Dünya Savaşı’nın Toplum Üzerindeki Etkileri Kitabın yazarı Ken Kesey, 1958 yılında Stanford Üniversitesi’nde yaratıcı yazın dersleri programına kabul edilmiş fakat daha sonra programın yöneticisiyle ciddi şekilde zıtlaşmış ve programa devam edememiş. Bu programda tanıştığı Robert Stone (iki kez Pulitzer adayı olan Amerikan yazar.

Sanıyorum ki Türkçe’ye çevrilen bir kitabı yok), programı yürüten Wallace Stegner’in Kesey’i “uygarlık ve ciddiyet düşmanı” olarak gördüğünü açıklamış daha sonra. Stegner ile yıldızı bir daha hiç barışmayan Kesey, günümüzde hala çok tartışılan ve geçtiğimiz yıllarda daha önce açıklanmayan belgeleri açığa çıkarılan MK Ultra projesinin de gönüllü deneklerinden biri. 1950’lerin başından 1973 yılına kadar CIA tarafından


Akıl Hastanesi: Makineleşmiş Bir Toplum Simgesi Hikaye, 1960 yılı sonbaharında, bir akıl hastanesinde geçiyor. Olan biteni, Şef Bromden adlı bir kızılderiliden öğreniyoruz. Kendisi de bir akıl hastanesi sakini ve orada kaldığı süre boyunca stratejik bir şekilde herkese sağır-dilsiz taklidi yapan, ve bu uyguladığı stratejiyle de olaylardan, insanlardan ve önemlisi baş hemşire Bayan Ratched’dan kendini koruyabilen bir karakter. Hastanenin, Amerikan toplumunun bir mikrokozmosu olarak tanımlandığını düşünebiliriz; hastalar, ki pek çoğu ciddi akıl hastalıklarından muzdarip olmanın aksine, hassas, topluma uyum sağlayamayan karakterler olarak anlatılıyorlar, bu durumda onlar toplum,

büyük hemşire Ratched ise, toplumu kontrol eden, kurallarına uymayanı cezalandıran otorite, yani devlet. Daha sonra devreye olayların akışını değiştirecek olan anti kahraman Randle McMurphy giriyor, toplumu otoritenin pençesinden kurtarmak için kapıyı aralayabilecek olan kişi. Otoriteye karşı isyan bayrağını çeken, toplum için umut ışığını yakan McMurphy’nin alt etmesi gereken düşman ise, hemşire Ratched. Yazım dilinde semboller kullanan Kesey’nin, büyük hemşire’yi “Ratched” diye adlandırması oldukça manidar. “Ratched” kelimesi, İngilizce’deki “ratchet” kelimesine çok benziyor, ki bu kelime, dilimizde dişli çark mandalı anlamına geliyor. Bu makinenin temel özelliğiyse, çarkın bir yöne dönmesine izin veren, fakat geri hareketini engelleyen bir mekanizma olması. Bromden’nın tıpkı bir makineye benzettiği hastanenin dişli çark mandalı olan büyük hemşire de aynı bu makinenin işlevini görüyor hastanede; çarkı yalnızca kendi istediği yöne çeviriyor, kurallara uymayansa dişlerin arasında ezilmeye mahkûm. Çarkı Kim Durduracak? Tamamen steril ve mekanikleşmiş olan bu sistemin çarkını sarsacak olan McMurphy ise, sessiz ve hislerini bastıran Bromden karakterinin, ve onun gibi olan tüm hastaların zıttı bir karakter. İri, bağırarak konuşan, gülmeyi, güldürmeyi, şaka yapmayı seven, ve en önemlisi kendine çok ama çok güvenen McMurphy, hastaneye geldiği andan itibaren liderliği elinde alır ve güçlerin savaşı bu noktada başlar. Simgesel olarak düşündüğümüzde toplumun otoriteye karşı savaşı bu. Hastanede geçirdikleri onca zaman boyunca, hemşireden nefret etmelerine rağmen, onun üzerlerinde kullandığı gücü altında sesini çıkarmayan büyük topluluğu ateşlemesi gerektiğini bilir McMurphy ve başlarındaki otoritenin aslında kendi suskunlukları ve bastırılmışlıklarıyla büyüyen bir otorite olduğunu gösteriyor arkadaşlarına, elbette kendi yöntemleriyle.

Ken Kesey projeye başta destek verse de, daha sonra bu desteği çekmiş. Öncelikle kendisi, filmin de tıpkı romanında olduğu gibi Bromden tarafından anlatılsın istemiş ve filmde bu ne yazık ki söz konusu değil. Ayrıca Jack Nicholson yerine başrolde Gene Hackman olsun istemiş. Filmde anlatıcı olmamasının yazar tarafından olumsuz karşılanması elbette normal, fakat iyi ki McMurphy rolünde Jack Nicholson var.

Herkesle tek tek ilgilenip, güvenlerini kazanan McMurphy, onların daha önce yapmaya cesaret edemedikleri şeyleri yapabilmelerini sağlar, hapishaneden kaçıp balığa gitmek gibi. Fakat çarkın dişleri döndükçe, güç dengelerindeki bu bozulma hemşire Ratched için daha da katlanılmaz bir hal alır. Okuyanlar hatırlayacaktır, yazarı Anthony Burgess’a ait günümüz klasiklerinden Otoma- Ayrıca Oscar ödültik Portakal’da da benzer bir dü- lerinin en önemzen vardır; kontrol et, disiplin li 5 ödülünü (en iyi altına al, cezalandır. Hemşire Rat- film, en iyi yönetmen, en iyi erkek ched bu düzenin ilk aşamasında oyuncu, en iyi kakendisine sıkıntı yaratan herkedın oyuncu, en iyi si disipline eder, eğer hedefi hasenaryo) birden la yola gelmemişse, cezalandırır. toplayan üç film1960’lar Amerikasında ise, 20 yıl den biri. Kitap kenönceki popülerliğini yitirmesine dini nasıl defalarrağmen hala uygulanan bir yön- ca okutuyorsa, film temdir, hemşire Ratched’ın ceza- de defalarca izlelandırma yöntemi; lobotomi. Bey- nebilecek bir başyapıt. ninin bir kısmının alınmasıyla bir bitkiye dönüşen hastalar, başının uzun süre ağrımayacak oluşunun garantisidir onun için. Kitabı okumayanlar soracaklardır şimdi “ bir hemşirenin nasıl buna karar verecek yetkisi oluyor?” diye. Bu sorunun yanıtını bulmak için kitabı okumalısınız.

Bitti

yürütülen bir proje olan MK Ultra, zihin kontrolünün nasıl sağlanabileceğiyle ilgili bir projeydi ve bu proje altında, Ken Kesey de LSD ve meskalin gibi maddelerin gönüllü denekliğini yaptı ve bu süre boyunca da bir hastanede çalıştı. Bu arada hatırlatmak isterim ki, LSD kullanımı 1966 yılına dek yasadışı değildi ve hatta insan zihnine giriş için bir anahtar olarak görülüyordu. Psikolojik yöntemlerin çeşitliliği ve tartışılabilirliği daha sonra ele alınmak üzere bir köşede dursun, 1960’lı yılların dünya tarihindeki önemi büyük. Amerikan tarihindeyse birçok yeniliğin olduğu, özgürlük rüzgârlarının estiği bir dönem. Yakın zamanda geçirdikleri savaşın zaferini tüketim çılgınlığına kendini kaptırarak çıkaran bir toplum var ortada, fakat bu toplumun bir kısmı rüyadan çoktan uyanmış, artık kısıtlamaların ve eski düzenin devam etmediği bir dünya istiyor. Bu onyılın başında, 1962 yılında yazılan ve İkinci Dünya Savaşının toplum üzerindeki etkilerinin ele alındığı bir roman olan Guguk Kuşu’nun, hem toplum kurallarının işleyişine, hem savaşın yıkıcı etkisine, hem de özgürlük kavramının “otorite” ile nasıl kontrol edildiğine dair bir eleştiri niteliğinde olmasına şaşmamalı. Yazıldığı dönemin nitelikleri ve yazarının kendi deneyimleri birleştiğinde, kitabın acıtıcı gerçekliği kesinlikle bir tesadüf değil.

57


BİTİŞ Bütün bunlara katılmakla birlikte kendi fikirlerimi de söyleyeyim: 13, tam olarak 70’lerden fırlamış bir albüm değil. Doğal olarak modern bir kayda sahip, ama bunun ötesinde yapı olarak ilk 6 albümün minimalist müziğine sahip değil. Gitar kaydı bunun için çok fazla etli butlu, üstelik kendisinden iki adet kaydedilmiş. Tony’yi klonlayıp gruba beşinci eleman yapmışlar gibi. Bunun dışında eski günlere az ama öz selam çakmışlar, albümün giriş kısımları kendi isimlerini taşıyan şarkıyı andırıyor. Ortalara doğru Planet Caravan’ı anımsatan kısımlar var. Albümün sonu ise ilk albümün girişindeki yağmur-şimşek sesleri ile gelerek 43 yıl öncesinin hesabını kapatıyor. Özetle, yapmasalar eksik kalacak olan bu son albümle Black Sabbath, yaşlılık döneminde de büyük bir klasik yaratmayı başarıyor. Ama ilk 6 albümden sonra “Daha fazla Black Sabbath” diyerek açılıp dinlenecek bir karakterde değil, o klasiklerden daha özerk bir noktada. Black Sabbath 13 ile büyük finalini yaptı, Bill Ward’ı kaçırmasaydı ise DESTANSI bir final olacaktı. Buna da şükür… - Alper D. BLACK SABBATH 13 Vertigo 2 yıl önce tam bu sıralarda orijinal kadrosuyla bir araya gelip üstüne yeni bir albüm kaydedeceği duyurulan Black Sabbath nihayet geçtiğimiz yazın başında mutlu sona ulaştı. İki yıl boyunca hop oturup hop kalktık, albümü tam adeta diken üzerinde oturur gibi bekledik. Malum, dedeler çok yaşlandı. Ozzy konuşurken anlaşılma sorunu çekiyordu, Iommi lenf kanseri tedavisiyle uğraştı. Sağlık sorunları yetmiyormuş gibi, Sharon Osbourne’un önayak olduğunu tahmin ettiğim “bakkal zihniyeti” de grubun başına musallat oldu, grubun öz hakiki davulcusu Bill Ward ile maddi sebepler yüzünden yollar ayrıldı, “orijinal kadronun geri dönmesi” coşkusu büyük yara aldı. Bu kepazeliği örtmek için “Orijinal kadro Ozzy, Tony ve Geezer’dan oluşur” algısı yaratmaya çalışırcasına bir başka kepazeliğe imza atıldı: Grubun internet sitesindeki bütün 70’li yıllara dair fotoğraflardan

58

Ward’ın sureti silindi. ULAN (bak gene sinirlendim) derin devlet misiniz de fişini çektiğiniz adamı fotoğraflardan silip örtbas etmek için teknolojinin bütün imkanlarını seferber ediyonuz? Merhum Dio’dan tek kelime bahsedilmemesi, Ozzy’nin olmadığı albümlerin yok sayılması, sitedeki tarihçenin Ward ayrıldıktan sonra güncellenmemesi de işin kreması oldu. Neyse, yorgan gitti kavga bitti, Ward’ın yerine dedelerin yanında çok genco kalan, Rage Against the Machine ve Audioslave’den Brad Wilk davul setinin başına geçti. Klişe laflardan ibaret birkaç stüdyo videosunun ardından 13 nihayet raflardaki yerini buldu. Albüme gösterilen tepkiler çok olumluydu, Black Sabbath birçok dinleyicisini tatmin etmiş oldu. Tam da 70’lerdeki karanlığın yeniden yakalandığı söylendi.

PURSON THE CIRCLE AND THE BLUE DOOR Rise Above Records Purson, yeni grupları didik didik etmeyen kişiler için çok yeni bir isim. 2011’de İngiltere’de kuruldu ve ilk albümü olan The Circle and the Blue Door daha geçtiğimiz Nisan ayında çıktı. Son dönemde moda halini alan “dumanlı 70’ler müziği yapalım” hevesiyle yola çıkan genç gruplardan herhangi bir tanesi gibi duruyor Purson, ama neden bilmiyorum, bir şekilde onların arasından sıyrıldı. Albümüyle ortalığı kasıp kavurmadı belki ama artık bu retro akımından bahsederken sayılan birkaç


BİTİŞ

genç gruptan bir tanesi olmayı başardılar. Aynı şekilde, benim gibi (üşengeçlikten ötürü) pek “yeni grup”, “yeni albüm” peşinde koşturmayan birinin düzenli dinlediği albümlerin arasına girmesi de büyük bir başarı olarak değerlendirilebilir elbet (gülücük). Grubun etkileşimleri ortada, Beatles, Deep Purple, Led Zeppelin, Black Sabbath… Ama grubun kimyasında kendine bağlayan başka bir şeyler var. Bu konuda en hazır cevap, Rosalie Cunningham’ın yudumluk su etkisi yapan vokalleri olsa gerek. Ama bestelerin kendileri de bir o kadar hisli, mesai ayırarak dinleyenin tüylerini diken diken etmeden geçmiyor. Uykuya dalarken albümü dinlemesi inanılmaz lezzetli. Uyuma garantili. - Alper D. NEWSTED HEAVY METAL MUSIC Chophouse Records Jason Newsted’in heavy metal ile az çok ilgilenmiş herkesin gözünde en çok krediye sahip müzisyen olduğunu düşünüyorum. Az ilgilenenler zaten en kötü ihtimalle Metallica’daki “kısa saçlı dönemine” hasta iken, çok ilgilenenler Flotsam & Jetsam’in ilk albümünden girip, Metallica’daki hırçın geri vokallerinden çıkıp, Voivod grubunda çaldığı üç adet albümden devam ediyordur. Hakkında bir yorum okumuştum, Newsted kariyerinde Metallica’yı iki kere kurtardı diye… İlk kurtarışı, Cliff Burton’ın yerine gelip yokluğunu dinleyicilerin gönlünde en az hoşnutsuzlukla doldurarak ve grup elemanlarının kendisini şamar oğlana çevirip Cliff’in ölümünün şokunu atlatmalarını sağlayarak oldu. İkinci kurtarışı

ise St. Anger öncesi grubu terk ederek. Bu ayrılık bu sefer kendisine büyük zarar verdi, geçen 10 yıl boyunca sürekli farklı işlerin peşinde oldu, hiçbirinde dikiş tutturamadı. Bir ara resim sergisi bile açtı! Metallica’nın 30. yıl sahnesinde grupla beraber çalması ise ona çok iyi geldi, şimdi dünyanın en düz mantık grubu ile birlikte müzik yapıyor: Grubun adı Newsted. Yılbaşında çıkardıkları EP’nin adı Metal. Ağustos’ta çıkan albümün adı ise Heavy Metal Music! Grubun müziği yine oldukça düz mantık heavy metal, eski usul. Jason’ın kirli sesi tam gaz şarkılarla birleşince Motörhead çağrışımı yaparken, melodiler ise Metallica’nın Black Album tadını veriyor. – Alper D. EDITORS THE WEIGHT OF YOUR LIFE Pias Editors dört yıl aradan sonra nefis albümü The Weight of Your Life ile sahaya dönüş yaparken hem imajı yenilemiş hem de beşinci yabancı hakkını kullanmış. İlk albümlerinden bu yana Amerikalı halefi Interpol gibi yaptıkları müzik ve şarkı sözleri açısından Joy Division’a oldukça benzerlik gösteriyorken bu albümle ölü toprağını üstünden atmış (belki yersiz ama National’ın yenisi Trouble Will Find Me’yi de özellikle tavsiye ediyoruz, hatta eliniz değmişken iki albümü birlikte edinin). Özellikle Tom Smith‘in Ian Curtis’e benzeyen vokali ve tonlamaları bu albümde kendi karakterini bulmuş. Albümün açılışında yer alan The Weight genel yapı hakkında bilgi veriyor. İlk video şarkısı A Ton of Love, dinlediğimizden beri favori şarkımız olan Sugar, Formaldehyde ve bir diğer favorimiz The Phone Book albümün yıldızları. Siz bu satırları okuduğunuz anlarda çoktan güzel İstanbul’u terk etmiş olacaklar. Ancak önümüz sonbahar bu albümü sevecek çok zamanınız olacak. A. Kara

FRANZ FERDINAND RIGHT THOUGHTS, RIGHT WORDS, RIGHT ACTION Domino Alex Kapranos ve arkadaşları 8 sene önce Take Me Out’la dinleyicilerini yakaladıkları yerden hiç bırakmadılar. Bir önceki albümleri Tonight beklenen tadı vermese de iyiydi ve anlaşılan onlar da Editors gibi 4 yıllık bir nadasın ardından bu albümle istedikleri hasatı yapacaklar. 10 şarkıdan oluşan albümden ilgimize mazhar olan şarkıları; albümün kapanışında yer alan Goodbye Lovers & Friends (keşke açılışa koysalarmış), Right Action, tam bir hafta sonu şarkısı olan Evil Eye, videosunu zevkle izlediğimiz Love İllumination, Fresh Strawberries, ve Bullet. Yalnız The Universe Expanded sizi sıkıntıya sokar gibi (o da nazarlık olsun). Bu adamlar dans, festival, konser adamları dolayısıyla her zamanki gibi pür neşe, temposu neredeyse hiç düşmeyen güzel iş yapmışlar yine. Cover avcısı gruplar harekete geçmeden bu güzel albümü masaüstüne atın zira sonra o dandik grubun vokalistine “Ya bu şarkı ne ya?” demek zorunda kalırsınız. Hoş değil. - A. Kara GOLDFRAPP TALES OF US Mute İngiltre’nin karanlık şehri Bristol’dan, karanlık bir müzik akımı doğdu, trip hop. Portishead, Massive Attack ve Lamb gibi gruplara memleket olan bu şehirden çıkan diğer bir müzik grubu ise Goldfrapp. Will Gregory ve Allison Goldfrapp ikilisinden oluşan grup hatun vokalli ve oldukça zengin bir müzikal çeşitliliğe sahipler. 2000 yılında oldukça soğuk ve depresif bir albüm olan Felt Mountain’la ortaya çıkan grup, müzik kariyerleri boyunca

59


BİTİŞ

60‘ların mistik havasından, 70‘lerin disko akımından ve 80‘lerin “glam rock” trendinden nasibini alarak yeni albümleri “Tales of Us” ile en başa dönüp yine oldukça dipte ve karanlık bir sound ortaya koymuşlar. Temmuz ayının ortalarında anons ettikleri altıncı stüdyo albümleri Tales of Us 9 Eylül’de piyasa girdi. İlk single’ları “Drew” ise Allison’ın kız arkadaşı Lisa Gunning tarafından muazzam bir sinematografiyle çekilen klibiyle izleyenleri tekrar tekrar replay tuşuna basmaktan alıkoyamıyor. İkinci klip de “Annabel” isimli şarkıya çekildi. Şarkı Kathleen Winter’ın 2010’da yayınlanan aynı adlı romanından esinleniyor. 60‘larda yaşayan ve hermafrodit (çift cinsiyetli) olarak doğan bir erkek çocuğun, kadınsı yanını keşfetmeye çalışırken bir yandan da o yılların baskıcı tavrıyla erkek olan yarısını kabullenmeye çalışmasını anlatıyor. Ayrıca büyük ihtimalle klipte oynayan androjen oyuncuyla da David Bowie’ye esaslı bir selam çakıyor. Bizi alıp, ilk albümleri Felt Mountain’ın yanına bırakıveren Tales of Us, eski ve özlediğimiz yumuşak soprano sesiyle içimizde yankılanan sesiyle Allison Goldfrapp ve tabi ki kapsamlı sentezleyicilerine mükemmel şekilde eklediği yaylı aranjeleriyle Will Gregory bir dahaki albüme kadar bizi yine diplerde gezmeye mecbur bırakacak gibi görünüyor. - Büke MARTIN LINDSTROM BUYOLOGY Optimist Kitabımızın yazarı Martin 2009 yılında TIME Dergisi tarafından “Dünyanın en etkili 100 insanı” listesine sokulmuş biri. Yazar, konuşmacı, danışman, marka yaratıcısı; tüketim, pazarlama ve marka konusundaki uzmanlığını bir de nöro-bilimsel araştırmalarla

60

birleştiriyor ve bunların sonuçlarını bir de tutup yazıyor. Kitap satın alma alışkanlıklarımızı irdeliyor. Ama inanın sıkıcı bir araştırma kitabı değil. Garip bir şekilde hızlıca okunup bitiyor. Zaten hem kitabın karşılıklı konuşur gibi yazılmış olması hem de araştırmaya konu olan ürünlere hiç de yabancı olmamamız kitabı yeterince sürükleyici kılıyor. Satın almak hepimiz için hayatın vazgeçilmez fiillerinden ama kitabın başlığı “Satın almak üzerine bildiğimiz her şey neden yanlış?”. Kitabı okurken birden pek çok şeyin farkına varıyorsunuz. Kitap 11 bölümden oluşuyor ve biz bu bölümleri okuyana kadar farkında olmadan reklam dünyasının pek çok sırrına vakıf oluyoruz. Bir firmanın korku unsurunu kullanmayı seçerken çok büyük bir risk aldığını, viral reklamlarda ya da pek çok “çaktırmadan reklamımı yap panpa” reklamlarında ürünü kullanan ve gülümseyen insanların ve ayna nöronların önemini kavrayıveriyoruz. Sigara paketinin üstündeki sağlığa zararlıdır uyarılarının aslında neredeyse hiçbir işe yaramadığını hatta reklam yasağı olan sigara firmalarının bilinçaltımızı yönlendiren reklam yollarını da arada öğreniveriyoruz. Farkında olmasak da batıl inançlara ve ritüellere sahibiz ve evet bu satın alma alışkanlıklarımızı etkiliyor. Şunu bilin o ritüelleri pek çok insanla paylaşıyorsunuz. Nike’ın logosunun tasarım hikâyesini, Coca Cola’nın gizemli formül hikayesini ve Samsungu’u neden Philips’e tercih ettiğimizi falan da öğrendiğimizi belirtmeliyim.

Murat Uyurkulak

E tabii onlarsız olmazdı. Renkler, kokular, müzik gibi etkenlerin de etkisi tartışılmaz, dolayısıyla kitapta bu ayrıntıların da olduğunu belirtmeliyim. Kitap bittiğinde biraz daha aydınlanmış olacaksınız eminim. Özellikle hatunların okuması gereken kitaplar listesinde, erkeği nasıl tavlarsınız kitaplarından üstte yerleşmesi gerekiyor. - Gözde MURAT UYURKULAK TOL Metis Bu yazması 4 yıl sürmüş bir kitap, okumasıysa benim için 3 gün. Oldukça çok karakterin yaşamları var bu kitapta, say deseniz sayamam kaç insanın yaşamı geçiyor kitapta. Ama bir şekilde sığdırmış onca yaşamı o kitaba. Bu arada 4 senede biten kitap 4 kuşağa, 4 kente bizi götürüyor. Tol kelimesinin anlamı hakkında çeşitli rivayetler gezse de ben hiç birinden emin olamadım. Sadece şunu ekleyebiliyorum. Kitabı isimlendiren harfler aynı zamanda kitabın üç bölümüne de sırasıyla isim veriyorlar. Ve Tol bir intikam romanı, benim kuşağıma uzak bir dönemin ötekilerinin intikamı. Bizi 50 yıl öncesine götürüp, ülke tarihine bir


BİTİŞ daha göz gezdirtiyor. Tol’da aşk var, nefret var, inanılmaz gelgitler var, neredeyse şizofren karakterler ve onların duyguları, düşünceleri var. Bir trende bir kompartımana oturuyor, yiyor, içiyor, çok içiyor ve o yol bitene kadar bizim önümüze onlarca hikâye atıveriyor artık yazmayan bir şairle, işinden olmuş bir musahhih. Trene iki yabancı olarak binen bu iki adamın hikâyeleri kitap bitene kadar birbirini buluyor bulmasına ama biz bu arada çok çok başka yerlerde kendi hikâyemizden olup, Ankara’da bir otelde yaşamaya başlayıp, İstanbul’da kenar mahalledeki bir evde kapana kısılıyoruz. Hikâyelerden oluşan bir roman bu ve anlattıkça hikâyelerden çalacakmışım gibi geliyor. Kitabın ilk cümlesiyle bitirmek en güzeli sanırım: “Devrim vaktiyle bir ihtimaldi ve çok güzeldi”. - Gözde NADINE GORDIMER JULY’IN İNSANLARI Kırmızı Kedi Güney Afrika, Afrika’nın o uzak ucu ilginizi çeker mi? Amerika’nın siyahî mücadelesini merakla okuyanlardan mısınız ya da? O zaman bu romanı bir yerlerde görürseniz alın

derim. Bu kitapla Afrika’yı, siyah-beyaz dengesini ve savaşı etkileyici bir bakışla yansıtan Nadine Gordimer Nobel Edebiyat Ödülü’nü boşa almadığını tek kitapla göstermeyi başarıyor. Güney Afrika’da savaş vardır. Beyazların egemenliği bir anda siyahların kendi haklarını istemek için silahlanması ile alt üst olur. Ama savaşın rengi yoktur. Ölüm herkese gelir ve herkes kendi ölür. Bu kargaşanın içinde siyahların haklarını onlardan çok koruyan üç çocuklu Bam ve Mauren Smales bir anda bu savaştan kaçmak için 15 yıldır yanlarında çalışan siyah uşakları July’nin koruması altına girer ve onun köyüne giderler. Yıllardır efendi oldukları düzen değişir, hem alıştıkları düzen ve çevreden uzaklaşır hem de sadece hayatta kalmaya çalışıp emirlerinde çalışan July ile eşit düzeyde (hatta onun korumasında oldukları için belki daha aşağıda) yaşamaya ayak uydurmak zorunda kalırlar. - Melis SAMSARA Hayat sürekli dönen bir zincirden oluşuyor ve hiçbir şey sona ermiyorsa? Her şey bir döngüyse? Samsara filmi tam da bunu anlatıyor! Hayatın aslında mucizelerden oluştuğuna, her şeyin

birbirine bağlı; her olayın bir başka olayın nedeni aynı zamanda da sonucu olduğu inanışını isimlendiriyor Samsara. Yönetmen Ron Fricke, 1992 yılında Baraka filmi ile dikkatleri toplamış, dünyanın farklı bölgelerinden doğa görüntüleri ve insanın yaradılışına yönelik görüntülerle nefes kesici bir belgesel çekmişti. Şimdi de doğaüstü olayları ele aldığı muhteşem bir film ile karşımızda. Kurguya, görüntülere gösterdiği özen ve kullandığı modern müzikle hayatın bir bütün olduğunu ve kusursuz döngü inanışını tam olarak pekiştiren Fricke, Samsara ile kendinden epeyce söz ettirecek gibi görünüyor. - Kamer

61


BİTİŞ

Mekan: Karabatak

Kamer Yılmaz

KARAKÖY’DE KAYBOLMUŞ OLABILIR MIYIM?

Y

YOL ÜSTÜNDEKILER Karaköy Lokantası: Rakının yanında nefis denilebilecek geleneksel tatlar için. Unter: Karabatak’ta yer yoksa hemen karşısında duran, ortalamanın üstü yer. Çok kötü değil ama cüzdanı açalım iyice.

olu Ka- duvarlar, dışarıda tek oturabileceğiraköy’e niz, otururken de rahatlıkla ayağını- Bej: Etiler-Bebek tayfasının son dönem düşenzı uzatıp kitabınızı okuyabileceğiniz takıldığı yer; Fransız Geçidi’nin girişinde. ler hala bil- sandalyeleri ile size adeta göz kırpamiyorsa üzülsün, cak. Tıpkı fotoğraflarında gördüğü- Akın Balık: Bir zamanlar rakıyı çay “Karaköy’de ne var ki yahu” di- nüz gibi! bardağında içer, şişesi gazeteye sarılı olur, yenler bir daha düşünsün, kahve seağaçların arasından minik lambalar gevenler habersizse eyvahlar olsun! Ka- Ambiyans çok önemli azizim! çer, hafiften de bir “bir ihtimal daha var” rabatak bu defa denizde değil, Karaköy Aslında Karabatak’ı diğer kafelerden duyardık. Maalesef sonunda keşfedildi ve sokaklarında. Genç, popüler kültür- ayıran, son zamanlarda daha fazla Nevizade’den farkı kalmadı bitişik bitişik den pek de hoşlanmayan, sakinlik ara- rağbet görmesine neden olan; tama- masalarıyla. yan ve detaylarıyla insanı büyüleyecek men dekorasyonu ve yaratılan hava yerler arayan bir nesil var etrafta. İşte, desek yeridir. Sub Otel: Şık ama aynı zamanda da seşimdilerde bu neslin gözbebeği de Kavimli. Lobisindeki alanda kışın hafta sonraköy. Gerçi, kaçtıkları kitle arkaların- Bu 2 katlı mekân; dışarıdaki sarma- ları caz dinletileri olabiliyor, caz severler dan gelip huzurlarını kaçırsa da onlar şığıyla içeriye buyur ederken, ma- takipte kalabilir. durmuyorlar ve sürekli yeni, kendile- salarındaki eski teneke kutularına rine göre mekânlar buluyorlar. İşte, bu konmuş kurutulmuş çiçekleriyle, ya manidar. Biri Tuna, biri Volga bir diğeneslin son dönemlerdeki keşiflerinden da papatyalarıyla ayrı bir sempati kaza- ri de Sava… 3 nehir bu defa karnımızı biri de Karabatak. nıyor. Neredeyse hiçbir şey bugüne ait doyuracağımız sandviçler olarak çıkıdeğil ve şimdiki zamanların minimalist yor karşımıza. Son zamanların gözde semtlerinden, yapılarından boğulmuş retro merakeskinin şehir merkezi Karaköy’den ge- lısı çocuklar olarak bizi tam da bu ha- Hesabı isteyelim… Rakamlar bir miktar len kahve kokularını takip ettik. Kar- li ile tavlıyor. Yerlerdeki eski tip taşlar, olması gerekenin üstünde. Gelin görün şımıza ise bu ülkede hatta bu dünyada duvardaki bisiklet, yüksek tavanı ile fe- ki ortalamanın değil. Yani pek güzel, olmayacak kadar tatlı bir mekân çıktı. rahlık sunarken fonda duyulan müzikle hoş bir mekânda bir çay içip elmalı turKarabatak, şimdi bir kuş olmaktan vaz- de “oh be!” dedirtip yüzünüzde ferah bir ta yemek ne kadara mal olsun istersiniz geçmiş; hele ki kaybolup kaybolup orta- gülümsemeye neden oluyor. bilemem ama burada 18 TL’ye mal oluya çıkmaktan bıkmış olacak ki bir süyor. Başka bir mekânda çaya 3-4 TL veredir yerini Karaköy’ün Kara Ali Kaptan Ne yenir, ne içilir? rip hemen kalkmak zorunda kalabilirsiSokak’ında sabitlemiş. Her şeyden önce burada Avusturya’nın niz ya da müziğini sevmeyebilirsiniz ya pek bir meşhur kahve markası olan Ju- da taburelerde rahatsızca oturabilirsiPeki farklı ne var? lius Meinl kullanılıyor. Zaten Karabatak niz ama burada bunlarla karşılaşmanız Her şeyden önce Karaköy’ün tarih ko- da bu güzel kahve sayesinde ortaya çı- neredeyse imkânsız. Bir dönemin rekkan sokaklarında dolaşarak gidiliyor bu kıyor. Önceleri Karaköy’de sadece mer- lam sloganını kullanacak olsam ki cuk güzel mekâna. Hatta yolunuzu birazcık kez binası bulunan kahve markası ne- diye oturuyor burası için: anlayış farklı, uzatmak isterseniz Fransız Geçidi’n- reden akıl ediyor, nasıl böyle ilgi çekici kalite farklı, ambiyans farklı. den geçerek de gidebilir ve yol üstünde bir dekorla cafeyi oluşturuyor bilemem birkaç fotoğraf çekebilirsiniz. Anlaya- ama Karabatak’ı açıyor. Karaköy’de soluklanmak isteyenler, yecağınız; fotoğraf makinelerini sevenler, ni yerler keşfetmek isteyenler, belki de tarih kokusu altında deklanşöre bas- Haliyle “her şeyin başı kahve” diyoruz. ne zamandır aradığınız yer burası ve simaktan yorulduysanız sizi böyle alalım! Tabi Avusturya markası denilince ‘Türk zin hâlâ haberiniz yok! kahvesi yapmıyorlar’ sonucu çıkmasın. Eğer akıllı telefonunuz varsa ya da ya- Damla sakızlı Türk kahvesi bile isterse- İletişmek için: nınızda adres varsa son derece kolay bir niz bulabilirsiniz. Facebook sayfası: http://goo.gl/7EwZXI şekilde bulacağınız mekânı tabelası olPazartesiden cumaya: 08.30 - 22.00 mamasına rağmen tanımak hiç ama hiç Ev yapımı limonata, soğuk çay ve mey- Hafta sonları ise 09.30 - 22.00 zor değil. Adını yazma gereği duymaya- ve suları ile menü devam ederken, tatrak mütevazılığını pekiştiren Karaba- lılardan elmalı turtayı denemenizi şidtak, yol üstünde görebileceğiniz diğer detle tavsiye ederim. Ne zaman yesem şık ve bir miktar da elitist duran mekân- en taze haliyle karşıma çıktı. Aç iselara inat tüm sempatikliğiyle karşını- niz de sandviçler ve salataları tavsiza çıkıyor! Karabatak; sarmaşıkla kaplı ye ederim ki sandviçlerin isimleri epey

62


Aylık kültür ve sanat dergisi

Birtakım sayısal veriler

3 55 1778 dönem

sayı

yazı

6 90 2059

boo!’nun şimdiye dek sitesinin boo!’da yazan değişim yazar adedi adedi

facebook’taki boo! sayfasını beğenen kişi adedi

Birtakım demografik rakamlar

(facebook.com/boodergi sayfasındaki abone verilerine göre)

Cinsiyet %53 Kadın %40.7 Erkek Buradaki bütün veriler 14 Eylül 2013 itibarı ile elde edilmiştir.

Yaş %1.7 13-17 %32.5 18-24 %46.3 25-34 %7.8 35-44 %5.4 45+

Kent %41.9 İstanbul %13.3 İzmir %7.8 Ankara %2.6 Eskişehir %34.2 Diğer kentler



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.