Boo! Sayı 63

Page 1

Sayı 63 Mart 2020 boodergi.com

Brenna MacCrimmon

Kanada’da buluştuk, sohbet koyu oldu.

Dahası: Hazy Hill __ David Bowie __ Wes Anderson __ Sadık Hidayet __ Eros __ Oscar Konuşmaları __ Avustralya Açık 2020


Sayı 63 / Mart 2020 gibi çıktı.

“Bu ay ne var?” sorusuna cevaplar...

Genel Yayın Yönetmeni Alper Demirci

Brenna MacCrimmon (özel röportaj), sf. 4

Yayın Kurulu Armağan Kanca, Gözde Gökçimen, Gözde Karahan Gülin Enüst, Kamer Yılmaz, Melis Mine Şener, Mert Erbil Bu Sayıda Yazanlar Rıza Şahin, Tunç Sun

2

Hazy Hill (özel röportaj), sf. 10

Avustralya Açık 2020, sf. 16

David Bowie, sf. 22

Oscar Konuşmaları, sf. 25

Wes Anderson, sf. 26

Sadık Hidayet, sf. 30

Eros, sf. 32

Seyir Teknolojileri, sf. 34


Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için Facebook sayfamızdan mesaj atabilirsiniz.

yazı: Alper Demirci

6

yıl aradan sonra merhaba. Boo! dergisi ile yeni tanışanlara önce kendimizi tanıtalım: Internet üzerinden yayınlanan kültür-sanat dergisiyiz. Bu bizim 63’üncü sayımız. İlk defa Ocak 2006’da yayınlandık, sonra aralıksız 46 sayı çıkardık. Ardından biraz ara verdik, bu sefer matbaada basılma hayaliyle 8 sayı çıkardık. Sonra yine ara verdik, bu kez 4 sayı çıkardık. Bir türlü matbaada basılamadık çünkü Boo! dergisinden hiç para kazanmadık, 2006’dan beri gelmiş geçmiş onlarca yazarla birlikte gönüllü olarak içerik hazırlayıp sunduk. Son sayımızı Mayıs 2014’te çıkarmıştık, 6 yılın sonunda biraz dergi yapmayı özledik, karşınızdayız. Aslında bu sayıyı 68 sayfa planlamıştık ama 44 sayfa çıkabildik. Haber ve ajanda gibi şeyleri içerikten çıkardık. Neden diyeceksiniz, çünkü içinde bulunduğumuz şartlar altında vakit harcamak istemedik. 8 kişilik çekirdek ekibiz, geçen 6 yılda 1 kişi hariç 30’lar kulübü olmuşuz. Hayat gailesi denen şey tokat gibi çarptı. Ailevi sağlık meseleleri, iş belirsizlikleri, tez yazamamalar, taşınmalar, fazla mesailer farklı zamanlarda sekizimizi de meşgul etti. Moralimizi bozan şeyler de oldu. Mesela soruları hazırlanmış bir röportajımız cevapsız kaldı, “geri dönüyoruz!” dediğimizde buna pek az insan sevindi, yıllar içerisinde yazma alışkanlığımızın biraz pas tuttuğunu fark ettik. Bu gibi sebeplerle hem planladığımızdan az içerikle, hem de duyurduğumuzdan daha geç çıktık. Şu an bir 64’üncü sayı ne zaman çıkar kestiremiyoruz bile mesela.

6 yılın sonunda biraz dergi yapmayı özledik, karşınızdayız.

Yine de kendimizde okura karşı sorumluluğunu yerine getirememenin vicdani yükünü hissetmiyoruz. Bakış açımızı değiştirdik biraz. Biz ekip olarak bir şeyler yapmayı seviyoruz, özleyince yapıyoruz, yaptığımızı paylaşıyoruz. Denk gelip ilgisini çeken okuyor ya da en azından sayfaları karıştırıyor. Hayat gailesinin sillesini dergi yaparken bu şekilde düşünerek savuşturuyoruz. Kısacası bu sayı, son birkaç ayda yaptıklarımızdan oluşan ikramımızdır. İsterdik ki bu sayı daha kapsamlı olsun, biz 6 yıl aradan sonra dönerken daha iddialı olalım, ama yok, olmadı. Özledikçe ve biriktirdikçe yeni sayı çıkaracağız bundan sonra. Olabildiğince düzensiz, biraz arafta. Ne tamamen rafa kalkmış, ne de kültür-sanat dünyasının aktif bir ajanı olarak... Biraz keyfi, biraz uzaktan. Küskün bir tavır değil bu, aksine her şeye rağmen düşe kalka da olsa devam eden bir duruş. Bu sayıya “dördüncü dönem, sayı: 1” yerine “sayı: 63” dememizin sebebi de bu. Artık dönem diye bir şey yok, dönemlerden bağımsız, arada sırada çıkacağız.

yapan Brenna MacCrimmon ile bir araya geldi. Ortaya fevkalade doyurucu bir müzik sohbeti çıktı. Bu sayıdaki bir diğer röportajda ise ben 90’ların ilk yarısında Ankara’da fırtına gibi esen thrash metal grubu Hazy Hill ile Skype üzerinden konuştum. Grup 20 yıl aradan sonra tekrar bir araya geldi ve bu yıl için birtakım planları var. İçeriğimizin biraz Ocak 2020’ye göre olduğu aşikar, mesela David Bowie’yi doğum günü sebebiyle sayfalarımıza taşıdık. Keza Avustralya Açık Tenis Turnuvası sıcağı sıcağına hazırlandı. Oscar ödül töreni öncesi iyi gider diye eklediğimiz Oscar konuşmaları artık ödüllerden 1 ay sonra iyi gidecek. Kendiliğinden, gündeme dokunsun diye seçilmiş gibi olan bir konumuz da var; edebiyat sayfamızda Melis’in İranlı bir isim olan Sadık Hidayet’i seçmesi, 2020’ye damga vuran ABD-İran ilişkileri ve virüsün İran’daki yankıları açısından manidar oldu.

Peki idealimizdeki dergiye dönmek mümkün mü? Yani güncel, kültür-sanat hayatının nabzını tutan, en önemlisi de periyodik... Bu halimizle yeterince ilgi görürsek, hayat gailesi de izin verirse neden olmasın? Ama şimdilik yolumuza sadece keyfi zamanlarda yazılan, çeşitli konularda makalelerle devam ediyoruz. Bu sayıda iki de röportajımız var tabi.

2020 yılı ekmeğini kültür-sanat üretiminden kazananlar için oldukça zor geçiyor. Hayatın her alanı işlemeye kesintisiz devam etmesine rağmen, şehit haberleri üzerine kültür-sanat etkinlikleri iptal edildi. Şimdi de virüs salgını endişesi birçok etkinliği tehdit ediyor. Dileriz 2020 baharla birlikte uslu bir yıl olur ve gönül rahatlığı içinde üretmeye, icra etmeye ve icabında diğer etkinliklere gidip alacağımızı almaya devam edebiliriz.

Hayatına Kanada’da devam eden Rıza mesela, bir dönem Türkiye’de yaşayıp Türkçe müzik çalışmaları

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Buyurun, son birkaç ayda biriktirdiklerimiz sizleri bekliyor...

3


müzik röportaj ve fotoğraflar: Rıza Şahin

Brenna MacCrimmon:

Okyanusu aşan Balkan sesleri Baba Zula’dan tanıdığımız, Balkan türkülerinin peşine düşüp Türkiye’de müzik eğitimi almış, birçok müzisyenle ortak projeye imzasını atan Brenna MacCrimmon ile Toronto’da küçük ve bir o kadar da sıcak bir mekanda, Flame Food’da bir araya geldik. Sıcak bir bardak çay eşliğinde Kanada’dan Türkiye’ye, Balkanlar’a uzanan ve tekrar Toronto’da devam eden müzik hayatını konuştuk. Anadolu ve Balkan türküleri ile tanışma hikayenizi anlatabilir misiniz? Sizi üzerine çalışmaya karar verdiren ve okyanusun öteki tarafına geçmeye teşvik eden unsurlar nelerdi? Çok eski bir hikaye… 1980’lerin başında bir yaz halk kütüphanesinde “uluslararası müzik” koleksiyonuna denk geldim ve kendimi A’dan başlayarak (Afrika) dünya etrafında müzikal bir seyahate çıkarken buldum. Doğu Akdeniz, özellikle de Yunanistan, Türkiye ve Balkan müziği ilgimi çekti. Üniversitede dilbilim ve antropoloji okuyordum. Sonbaharda okula döndüğümde etnik müzikoloji dersini seçtim. Profesör Tim Rice öğrencilerini Toronto’daki halkları bulup burada nasıl müzik yaptıklarını öğrenmek konusunda teşvik ediyordu. Bu şekilde Anadolu Halk Oyunları Topluluğu ile tanıştım. Türklerle çalışmak çok değerli bir deneyimdi. O dönemler bir müzik grupları yoktu. Birkaç müzisyenle birlikte “Ezgi” kuruldu. Yanılmıyorsam

4

hala devam ediyorlar. Sanırım dansçıların birçoğu 80’lerde tanıştığım insanların çocukları ya da torunları. Tabii ki Kanada’ya yeni gelen kişiler de var aralarında. Toronto’daki Türklerle birlikte öğrenmek çok güzeldi. Diğer yandan neler olduğunu gerçekten anlamak için Türkiye’ye gitmem gerektiğini biliyordum. Bir miktar birikim yaptım ve 1984 yılında 3 haftalığına turist olarak Türkiye’ye gittim. Bir miktar daha birikim yapıp 19851986 yıllarında İstanbul’da yaşadım. O günlerde Teşvikiye’de bulunan İTÜ Devlet Konservatuarı’nda misafir öğrenci olarak kabul edildiğim için çok şanslıydım. Aynı zamanda Türkçe öğrendiğim için özellikle hocalarım Gamze Tüfekçi ve Semahat Turan’a gösterdikleri sabır ve cömertlik için ayrıca minnettarım. Balkanlar’da birçok ülkeye seyahat ettiniz. Bu ülkeleri kıyasladığınızda müzik ve içerik anlamında gördüğünüz önemli benzerlikler ve

farklılıklardan bahseder misiniz? Balkanlar olarak adlandırdığımız bölge kültürel olarak çok çeşitli ve zengin bir bölge. Eğer köylere bakacak olursak, bölgeden bölgeye çokça farklılık gösterme eğilimindeler ve bu bir açıdan mantıklı: Özellikle dağlık bölgelerdeki köyler tarihsel olarak birbiriyle ve uzaklardaki diğer kültürlerle daha az etkileşim halindeler ve daha yavaş değişiyorlar. Diğer yandan şehirlerin kendine has dokuları var fakat ticaret ya da diğer nedenlerle çok daha fazla temas noktaları olduğundan benzerlikleri daha fazla. Bölgeyi fetihlerinden başlamak üzere Osmanlı’nın Bektaşi ve Sufi cemiyetleriyle yayılmasında etkisi var. Özellikle bir şeyin özel olarak bir gruba ait olduğunu söylemek çok basit olur. Sürekli olarak ve hala devam eden çapraz bir etkileşim var. Herhangi bir zaman ve herhangi bir yerde bu etkileşimin derin etkilerini görmek olası. Türkçe sözlü Makedon tarzı şarkılar ya da açıkça Türkçe şehir müziğinden (hafif klasik)


hatta tekke, medrese ve cem evleri ilahilerinden etkilenmiş Sırp şehir şarkıları var. Özellikle Balkan ve Anadolu tarihinde savaşların, kıtlığın dinmediği dönemler yoğunlukta ve bu türkülere de yansıyor. Belki de o coğrafyadaki insanları daha duygusal/ hassas insanlar haline getiriyor. Batı müziğinden farklı olarak türkülerin derinliğinin acı dolu geçmişle bire bir ilişkili olması konusunda ne düşünüyorsunuz? Bu bağlamda Kuzey Amerika ve Anadolu/ Balkan müziğini nasıl kıyaslarsınız? Bence bunun tarih ve acıyla çok ilgisi var. Balkanlar’daki böylesi acı tarih nedeniyle üzüntü ve öfke ile de… Ne yazık ki hala bu eski anlaşmazlıklara tutunuyorlar. Bu derin anlaşmazlıkları dünyanın her yerinde görmek mümkün, Latin Amerika, Afrika ve hatta İrlanda… İnsanlar çok acılar çekti ve bunlar unutulmadı. Batı müziğinde de çok fazla acı var, ki Batı’nın ne olduğunu tanımlamak ayrıca zor bir soru, fakat daha toprak altında bırakılmış ya da farklı şekillerde sunuluyor. Kuzey Amerika’nın birçok yerinde savaşlardan uzak tutulduk ve insanlar unutuyor fakat istisnalar var. Amerika iç savaşı bu ülkeye çok zarar verdi ve o savaşı gören kimse şu an yaşamıyor olmasına rağmen Amerika’da şu an olanların bu savaşın sonuçlarıyla ilgisi var. Bu dünyanın her yerinde aynı, savaşın yaşandığı her yerde bu yaralar tekrar tazelenebiliyor. Kanadalılar olarak bunun burada olmayacağını varsayıyoruz fakat kötü şeyler oluyor ve yerli haklara kötü davranıldığı ve bu konuda yapılması gereken çok fazla şey olduğuna hemfikiriz. Fakat Kanadalılar Kanadalı olmalarıyla gurur duyarken bunun için şanslı

5


ve minnettar olduğumuzu düşünüyoruz. Milliyetçilik burada var ve buna karşı dikkatli olmalıyız. Neyse ki Yunanistan, Macaristan ve hatta Türkiye’deki gibi bunun bir tehlike haline geldiğini görmedik. Mirasınız ve kültürünüzle gurur duymak güzel bir şey fakat bu sizi komşularınızın mirası ve kültürü üzerine koymuyor. Bu sizin kültürünüzü başkalarınınkinden daha iyi hale getirmiyor ve bu üstünlük ve kendine hak görme durumu milliyetçi hareketlerin tehlikeli yanı. Konu aldıkları acı hikayelerle halk türküleri milliyetçi görüşlerin ekmeğine yağ sürüyor olabilir fakat dikkate alınması gereken önemli bir nokta var: eğer o dönemlere tekrar edilmeyecek dönemler olarak bakarsak, eğer bu geçmişin ihtişamlı olmadığını fark edersek, bu türküler nereye geri dönülmeyeceğini bize hatırlatabilir. Kayıp oğullara, geri dönmeyen askerlere yakılan ağıtlar, savaşın getirdiği trajediler... Bunlar bize daha iyi çözümler üretmek, barış ve saygı için rehberlik etmeli. Hüzünlü aşk şarkılarına gelince, bu tamamen başka bir başlık. Herkes hüzünlü bir aşk şarkısını sever, çünkü hüznün dışarı vurulmasına yardımcı olur. Türkiye’den geri döndüğünüzde Kanada (Toronto) algınızda bir değişim oldu mu? Sanırım o dönemler ilk dikkatimi çeken şey işlerin burada ne kadar kolay halledildiğiydi. Hemen hemen her şey, çok kolay gelmişti, biraz Disneyland gibi. Demek istediğim Üsküdar’dan Çengelköy’e yağmurlu bir gün yemek saatinde otobüsle gitmek epik bir yolculuk gibiydi. Burada İstanbul’a kıyasla ne kadar az kalabalık ve ne kadar açık alan olduğunu fark ettim. Fakat esas fark ilişkilerin nasıl şekillendiğiydi. Bir dükkana ya da restorana birkaç defa gidiyorsunuz ve sizi tanıyorlar. Bir kırtasiyede durup muhabbet ediyorsunuz,

6

bakkala merhaba diyorsunuz ve böyle devam ediyor. Burada Toronto’da bir sahafta durup saatlerce çay içmek çok nadir olabilecekken İstanbul’da çok daha alışılageldik bir durum. Tabii ki yıllar içinde çok değişti. Diyaloğun iş kadar önemli olduğu yaklaşımı Toronto’da ender, yıllar önce kaybolan bir yaklaşım. Mesela Serhat ve İrem gibi insanlar yaratıcılıkları ve cömertlikleriyle benzersiz.

dakika sürüyor. Sadece tercüme etmek değil, anlatmak. O türküde anlattığınız bir resim ya da imaj ile ilgili değildir. Dilin fikirleri ifade etme biçimiyle ilgili bazı komik durumlar var ve yanlış anlaşılmaya neden olabiliyor. Bazen Türkler İngilizce’nin “ben, benim” ile dolu olduğunu düşünüyor. Türkçe’de ise bu daha yumuşak “Ben geldim” değil, “geldim”. Özne yok. Elbette bir özne var fakat bir şekilde kulağa daha kibar daha kapsayıcı geli(Serhat & İrem Saçıldı röporta- yor. Türkçe’de cinsiyet yok, bu jı yaptığımız Flame Food & De- oldukça enteresan. Diğer yansign’ın işletmecileri) dan Türkçe’de komik bir şey daha var. Türk bir arkadaşınızı “Yağmur yağar taş uzun bir süre görmediğinizde üstüne” türküsünü size “Özlettin kendini!” diyor. ukulele ile çalıp Bu senin hatan. Bu sorumlulusöylemiştiniz ve bazı ğu orada olmayan diğer kişiye şeylerin tercüme yüklemek. Hep düşünüyorum: edilmemesi gerektiğini “Beni özlemene neden oldum? vurgulamıştınız. Türkçe Beni o kadar özlediysen neöğrendiğiniz süre içinde den aramadın?” Bu hissiyatı bu gibi çevrilmesi zor yansıtmanın çok ilginç bir yoifadelerle nasıl baş lu. Dillerin nasıl yanlış anlaşılettiniz? maya yol açabileceğini göste(Gülüyor) Hala Türkçe öğreren bir şey. niyorum. Bazen yabancılara o türküden bahsederken “anDaha kolay bir soru: İcra lam” gelmiyor. Çünkü anlam edeceğiniz türküleri nasıl sadece o sözlerle ilgili değil. O seçiyorsunuz? sözler bir kültür ile bağlı ve o O kadar da kolay değil. Bir alkültürü anlatmak çok da kobüm yapmam için tüm kaylay değil. Türkü iki-üç dakinaklarım varsa albüm için şarkalık ama anlatması beş-on kıları nasıl seçeceğim? Birçok


“Kayıp oğullara, geri dönmeyen askerlere yakılan ağıtlar, savaşın getirdiği trajediler... Bunlar bize daha iyi çözümler üretmek, barış ve saygı için rehberlik etmeli.” kitabım ve müziğim var ve önce bana hitap eden şarkıları arıyorum. Bir nedenle aklımda yer etmiş şarkılar var ve bunları bir şekilde dışa vurmam gerekiyor. Bu şarkılar nereye gitmek istiyor? Farklı bir yol seçmek istiyorlar mı? Bir şarkıdan bir sonrakine bir bağ kurmayı seviyorum. Hazırlanırken sevdiğim türkücüleri de dinliyorum ve bu müziğin farklı yorumlarını bulmaya çalışıyorum. Tümünü bir seyahat haline getirmeye çalışıyorum. Sizi sakin yerlerden hüzünlü yerlere, öfkeli yerlere ve tekrar hüzünlü yerlere sonra mutlu yerlere götürmeli. Bir şekilde akmalı. Fark ettiyseniz duyguları kullandım. Birkaç şarkıyı hangi entelektüel fikir bir araya getirmiş olsa da bunlara ait duygusal bir bağ ve seyahat olmalı. Türkülerin yeniden modern bir şekilde yorumlanması ya da modern hayata entegre edilmesi konusundaki fikirleriniz nelerdir? Bir müzik kültürünün gelişmesine, onlarla ilgili deneysel çalışmalar yapılmasına

izin vermezseniz ölecektir. Aynı zamanda bu tip denemeleri geri dönüp bakmadan, bunu öğreten insanların fikrini almadan yaparsanız kültürü bozmuş olursunuz. Anadolu Rock’ı seviyorum çünkü gerçekten kültürü hissettiklerini söyleyebiliyorum. Yeni bir şeyler yapıyorlar fakat o kültürle bağını hissedebiliyorsunuz. Yeni yapılan birçok şeyin bir şekilde boş olduğunu hissediyorum. Düzenlemeye çok fazla önem veriyorlar ve şarkının kendisiyle olan bağı koparıyorlar. Televizyon şovlarında veya reklamlarda kullanılması ise bir tür alış-veriş ilişkisi. Bu farklı içerikte insanların geleneği, kültürü nasıl duyacaklarını asla bilemezsiniz. Genelde halk müziği dinlemeyen farklı bir dinleyici kitlesine ulaşan işler yaptığımı biliyorum. Sonuç olarak insanlar “sayende bu türü ya da şarkıcıyı öğrendim” diyorlar. Bazı röportajlarda Nezahat Bayram’ı sevdiğimi söylemiştim, hala seviyorum, ve diyorlar ki “Bu şarkıcıyı duymamıştım, sayende öğrendim”. Bu insanlar da beni Baba Zula sayesinde buldular ki onlar da geleneksel olmayan bir grup. Kasıtlı olmasa da insanların bir gelenekle, kendi gelenekleriyle bağ kurmasına yol açtım. Bu oldukça güzel. Fakat günümüzde bazı şeyler çok kolay. İnsanlar için duyguları ve gerçek anlamına olan bağı atlamak, yok saymak çok kolay. Diğer yandan genç Türklerin gelip kendi müziklerinden ve miraslarından gurur duyduklarını söylemesi benim için onur verici. Çoğu zaman genç meraklı insanları ilham ve bilgelik bulmaları için kendi ailelerine bakması konusunda teşvik ediyorum. İnsanlar diyor ki “Bir sonraki köye gidişimde amcamla konuşmaya karar verdim” ve geçmişleri hakkında bir şeyler öğreniyorlar. Yapmanız gereken şey tam olarak bu. Sonrasında bir türkü söylediğinizde gerçek bir bağı oluyor çünkü o bağı bulmak için bir zaman harcanmış oluyor.

Günümüzde televizyon şovlarında büyük kamera çekimleri ve dumanlar var fakat halk müziği burası gibi küçük yerlerde icra edilmeli. Bir orkestraya ihtiyacınız yok. Fakat bu orkestralar büyük ve büyük düzenlemeler yapıyorlar. Bazen işe yarayabilir ama çoğunlukla zamanı doldurduklarını hissediyorum. Bir sonraki dizi başlayana kadar olan boşluğu dolduruyorlar. Sumru Ağıryürüyen Türkiye’de dahi adı çok ön planda olmayan bir sanatçı. Kendisiyle tanışma ve birlikte çalışma sürecinizden bahseder misiniz? (İsmi duyunca heyecandan el çırpıyor) Sumru İstanbul’daki en sevgili arkadaşlarımdan biri. Muammer Ketencoğlu sayesinde tanıştım kendisiyle. Yeryüzünün Yedi Rengi isimli bir projesi vardı. Sumru da yine Boğaziçi Üniversitesi’nde Mozaik isimli bir grupla dünya müziği yapıyorlardı ve muhtemelen Türkiye’de bunu yapan ilk ekipti. Muammer projesinden bahsetti ve bir diğer vokalist daha olduğunu söyledi ve diğer vokalist Sumru’ydu. Çok iyi bir fikirdi çünkü birçok Balkan müziği için iki vokale ihtiyacınız var. Sumru’yla tanıştım ve anında kanım ısındı. Muhteşem bir insan ve müzisyen. Hala mükemmel işler yapmaya devam ediyor. Sumru, Muammer ve Nekropsi’den Cevdet Erek ile Ayde Mori’yi yaptık. Cevdet vurmalı çalgılar çalıyor, Muammer akordeon. Sumru ve ben de vokaldeydik. Çok ilginç bir kayıttı. Bu kaydın hikayesi muhtemelen soruların bir kısmına cevap verecektir. Senelerce süregelen şarkılardan seçerek yaptığımız bir kayıttı. Kıbrıs’ta bir konser verdik. Belki Kanada’ya dönecektim. Hayat değişiyordu ve kendimize hatıra olsun diye belgesel bir kayıt yapmaya karar verdik ve yaptık. Sumru, Cevdet, Muammer ve Tanju Duru ile çalışmak çok

7


keyifliydi. Çok enteresandır, Cevdet geleneksel müzikle uğraşan bir müzisyen değil. Sumru oldukça eklektik bir müzisyen. Bu değişik karakterler bir araya geldi. Televizyon dizileri için kullanıldı. Oldukça ilham veren bir CD ortaya çıktı. Kasıtlı olmadan kendimiz için bir kayıt yapmamıza rağmen bu küçük hikayeleri içinde barındırıyordu. Balkan köklerine sahip Türkler çok sevdiler, işe yaramıştı. Tarif etmesi gerçekten zor fakat kimse bu CD’den bu başarıyı beklemiyordu. Oldukça mütevazıydı, eklektikti. Başarılı olmasını beklemiyorduk ama oldu. Birlikte çalıştığınız müzisyenler sizin müzikal gelişiminizi nasıl yönlendirdi? Birlikte çalıştığınız her müzisyen sizi değiştirir. Eğer değiştirmiyorsa sizde yanlış giden bir şeyler vardır (bir süre sessiz kalıyor, gözleri doluyor). Düşünüyorum, çünkü aklıma birçok güzel insan geliyor ve Selim (Sesler) gibi bazıları şu an aramızda değiller. Türkiye’de geçirdiğiniz 6 yılın sonunda müzikal olarak neredeydiniz, sizle ilgili neler değişti? Her şey! Türkiye’ye ilk vardığımda bazı şeyleri bildiğimi düşünüyordum. Altı yılın sonunda hala bilmediğim şeyler olduğunun farkındaydım. Selim Sesler ve diğerleri, kendi türlerinde muhteşem müzisyenlerdi ve birlikte öğrendik. Onları izlemek, bir şarkıyı beraber öğrendiklerini, hemen nasıl kaptıklarını ve bir bitki gibi büyüttüklerini görmek muhteşem bir deneyimdi. Müziği su gibi alıp bambaşka bir yere taşıdılar. Bunu yaşamak, üretmek ve buna şahit olmak çok derin bir tecrübeydi. Bunu tekrar yapamayacak olmak ya da bunu beklemiyor olmak oldukça üzücü. Bazen bir şeyleri yapmak için sadece tek bir şansınız oluyor. Konservatuvardan ve radyodan çok yetenekli müzisyenler tanıyordum. Onlar da çok cömertlerdi. Beni radyoya götürüyorlardı. Oradaki provaları ve kayıtları izleme şansım oluyordu. Onların çok daha fazlasına sahip olduğunu bilmek benim için üzücüydü. Ne yazık ki Türkiye’de bu tür müzik insanların ilgisini kaybetmiş durumda. O kültürün içinde çok derin, güzel şeyler var fakat ne yazık ki etrafı çevrilmiş. Oysa çıkıp güzel bir bahçede icra edilmeli, sıkıcı bir stüdyoda değil.

8


Bir şekilde bir odaya tıkılmış gibilerdi. Bu hayal kırıklığını hissettim. Kendilerini adamış müzisyenlerdi fakat hak ettikleri takdiri görmüyorlardı. Birçok caz müzisyeniyle çalıştım, birçok farklı türden müzisyenle tanıştım. Baba Zula gibi tamamen deneysel müzisyenlerle çalıştım. Onları bir sınıfa koyamıyorsunuz ve bence bu yüzden gerçek sanatçılar. Evrim geçiriyorlar, değişiyorlar. Toronto’ya döndüğünüzde müzikal olarak kendinizi nasıl bir ortamın içinde buldunuz? Buraya ilk döndüğümde oldukça hevesliydim. Sonra sevdiğim müziklere karşı büyük bir kayıtsızlık hissettim, hala hissediyorum. Biraz parlak olmak zorunda yoksa sunumu zorlaşıyor. Burada, Kuzey Amerika’da Türk olmadığım için bunu yapamayacağımı düşünüyorlar. Genelde Türkler arasında daha çok kabul görüyorum. İnsanlar eleştirebilir, eleştirmeliler de çünkü mükemmel değilim. Biri benim icra ediş şeklimi beğenmiyor olabilir ve bu normal. Burada zor olan bir diğer şey de Ayde Mori gibi bir deneyi yapacak insan bulmak. Bir deneydi ve işe yaramıştı. Burada benzerini yapmak oldukça zor çünkü insanlar çok çok meşgul. Şu sıralar müzikle ilişkiniz nasıl? İçinde bulunduğunuz projelerden bahseder misiniz? Sizin için bir CD getirdim. (Turkwaz – Nazar) Burada, Toronto’da birlikte çalıştığım bir kuartet. Dört kadınız ve çoğunlukla Yunan, Türk, Arap ve biraz da Balkan, Roman müziği yapıyoruz. “Yağmur Yağar Taş Üstüne”nin farklı bir düzenlemesi var. Çok heyecanlıyım çünkü seneye Türkiye’den, güney doğudan başka bir geleneksel şarkıcı getireceğiz, Naciye Çokbilir. Toronto’ya gelecek ve birlikte bir konser vereceğiz. Pek de geleneksel olmayan şarkıları düzenliyoruz ve o da bizle çalışma fikrine sıcak bakıyor. Aynı şekilde Yunanistan’dan da bir şarkıcıyla aynısını yapacağız. Çok sevimli Suriyeli müzisyen bir aile bulduk. Üç farklı konser vereceğiz. Burada (Flame Food) Selçuk ve Dimitri ile çalıyoruz ve Toronto’da çok da olan bir şey değil. York Üniversitesi’den emekli Profesör Bill Westcott’tan Kuzey Amerika’nın erken popüler müziğini öğreniyorum,

erken blues, erken caz. Şu an tamamen farklı bir perspektiften balmak oldukça ilginç. Daha önce Türkiye’de uzun süre müzik çalışmış biri olarak şimdi bu müziği anlamaya çalışıyorum. “Şahmeran”ın hikayesiyle ilgili bir projem var. Sadece kendimi toparlayıp bu projeyi tamamlamalıyım. Tam olarak Karagöz & Hacıvat gibi değil fakat biraz gölge ve hikaye anlatıcılığı içeriyor. Bazen bu gibi fikirler diğer fikirleri tetikliyor. Bir kutu diğer bir kutuyu açıyor ve bunun sonu yok. Bazen tamam yeterli deyip o işi bitirmelisiniz. Sanırım genel olarak yaşlandıkça büyük konserler yerine daha küçük, samimi işlerle uğraşmayı tercih ediyorum. Sizde özellikle yer edinmiş Türkçe filmler, romanlar ve/ veya şiir kitapları var mı? Bu kulağa klişe gibi gelecek fakat izlediğim ilk Türk filmi “Yol”du. Politik tarafını bir kenara bırakacak olursak, Yılmaz Güney’in hikaye anlatıcılığı kendine has bir Türk filmiydi. Günümüzde bu filmden, filmin hikaye anlatış biçimden etkilenmiş birçok film var. Favori bir filmim var mı, hayır. Ne zaman izlesem keyif alıyorum. Özellikle ciddi Türk dramaları... Türk komedilerini uçakta izleyip unutabilirsiniz. Fakat dramalar... Genelde hep güçlü yapımlar ve insana şunu sorduruyor “Türkler hep böyle mutsuz mu?”, çünkü hiç mutlu son yok. Bu anlamda İran sineması ile benzerlik gösterdiğini düşünüyorum. Bunlar trajediler ve onları ilginç kılan şey de bu. Bazen bunu çok ağır yansıtıyorlar. Kanadalı bir arkadaşım Nuri Bilge Ceylan’ı çok seviyor. Aynı zamanda Ingmar Bergman’ı da... Hikayeler çok yavaş bir biçimde çözülüyor. Bu trajedilerle ilgili bir şey var; izlerken size bir şeyler hissettiriyor, kadrajlar ve diğer her şey çok çok güçlü. Son dönem Türk sinemasını eleştirmek istemiyorum. Yakın zamanda izlemek istediğim filmler oldu ama ne yazık ki fırsat bulamadım. Anadolu ve Balkanlardan özlediğiniz tatlar var mı? Orada her şey oldukça tazeydi fakat sadece yemekler değil, yemeğin kültürle nasıl bir arada olduğu çok önemli. (Çay bardağını gösteriyor), ne kadar hoş bir çay. Çok hoş bir çay çünkü burada oturuyoruz. Dışarıya

çıkıp gerçekten güzel bir balık yemek. Ne yazık ki burada böyle şeyler olmuyor. Ya da gerçek bir meyhane... Toronto’da gerçek bir meyhane yok. Yeni dönemde müzik dünyasında özellikle dikkatinizi çeken isimler kimler? Sanırım “Gaye Su Akyol”. Muhteşem bir yeni yetenek! Üzerine düşünmem gereken zor bir soru. Çok fazla yeni isim dinliyorum ve bu isimleri buluyorum. Tanıştığım müzisyenlerin müziklerini dinliyorum. Avusturya’da yaşayan İranlı bir kadın var. Adı Golnar. Caz, afro-caz ve Azeri/ İran esintileri olan bir müzik yapıyor. Yaptığı müzikte fazla fusion var fakat aynı zamanda organik ve doğal. Kendi dilinizde söylemeyi sevdiğiniz şarkılardan bahseder misiniz? Kate Bush’u çok seviyorum fakat şarkılarını söylemek farklı bir şey, oldukça benzersiz bir ses. Leonard Cohen şarkılarını seviyorum. Tom Waits hakkında daha fazla şey gördükçe onu daha çok seviyorum. Gösterdiği karakterini seviyorum, orada bir müzik dehası var. Diğer yandan daha geleneksel şarkılara bakıyorum. Geçmişe dönüp Joan Baez dinliyorum, şarkılara nasıl yaklaştığına bakıyorum. Oldukça narin ve saf! Çok ilginç şeyler yaptı, her şey kurnazca, birdenbire değiştirdi. Ben de bunu yapmayı seviyorum. Yine son zamanlar 1900’lerin başından 50’lere kadar olan Tin Pan Alley müziklerine bakıyorum. Sizi geçmişten beri dinleyen ya da yeni keşfetmiş Türkiye’deki dinleyicilerinize bir mesajınız var mı? Kendi müzikleriyle neler yapmış olduğumu gören ve merak eden Türkleri gördükçe şaşırıyor ve etkileniyorum. Çoğu zaman bırakmaya tamamen hazır oluyorum. Dürüst olalım, bir Kanadalının bu şarkıları öğrenip söylemesi kimin umurunda olur? Türkiye’de diğer bölgelerde çok iyi sanatçılar var ve muhteşem müzik yapıyorlar. Türklerin yaptığım müziği dinlemeye değer bulmaları beni yeniden denemek için cesaretlendiriyor, bana güç veriyor. Bu yüzden kendilerine teşekkür ediyorum.

9


müzik röportaj: Alper Demirci

Hazy Hill:

Dağın başı 20 yıl sonra yeniden dumanlanıyor İçinde bulunduğumuz dönem Türkiye’deki eski metal gruplarını bir şekilde harekete geçiriyor. Dr. Skull 25 yıl aradan sonraki ilk konserini verdi, Metalium 25 yıl aradan sonraki ilk albümünü yayınlıyor, Whisky grubu Babaanne albümünün 35’inci yılını kutlayacak mesela... Ankara’nın thrash metal tarzındaki eski gruplarından Hazy Hill de 20 yıllık bir sessizliği konserler ile bozma çabasında. Grupla Skype üzerinden bir araya geldik ve bugünden geriye doğru uzun uzun konuştuk.

10


Hazy Hill ile ilk defa karşılaşan insanlara, ki Boo! okurlarının çoğu bu tanıma uyuyor olmalı, grubu anlatmaya nereden başlarsınız? Ufuk Önen: Hazy Hill bir thrash metal grubu. Hazy Hill’in şansı ve önemli özelliklerinden birisi, thrash metalin zirvede olduğu dönemlerde, yani 80’lerde ve 90’ların ortasına kadar diyeyim, bu müziği yapmaya başlamamızdı, biz de o gelişimler olurken kendimizi geliştirmeye çalışan bir gruptuk. Bir yandan da bunu bir hayat stili olarak benimsemiş bir gruptuk. Yani hem müziği yapıyorduk, hem de yaşıyorduk aslında biz. Bence Hazy Hill’in en önemli özelliklerinden birisi budur, çünkü bunun gruba tam bir samimiyet sağladığını düşünüyorum. Söyleyebileceğim bir diğer önemli şey ise, Hazy Hill Türkiye’de birçok ilkleri başaran bir grup. Mesela 16 yaşında cesaret edip bir demo kaydetmiş bir grup ki o zamanlar demo nedir

kimse pek bilmiyordu. Sonra, hayal etmiş Avrupa’ya çıkalım orada konser verelim diyerek o çılgınlığa cesaret edebilmiş ilk Türk metal grubu. Onun yanı sıra da yurt içinde de kendi imkanlarıyla kaydını, kasetini, kapağını yapıp belli bir kitleye ulaştırmış bir grup. Bence Hazy Hill’in en önemli üç özelliği bu. Sen ne dersin Mete? Mete Kuteş: Aynen öyle, tabi şunu da vurgulamak lazım, cüretkar bir grup aslında bence. Ama şu da var, bunun altını profesyonel olarak doldurmak da lazım. Bunu şartlar elverdiğince gerçekleştirmeyi becermiş bir gruptur Hazy Hill. Belki yaptığı müzik türü olarak, yani 80’lerin ikinci yarısı thrash gücü, ki biliyorsun heavy metalin yanında ana akım demek thrash demekti, dünyada olup bitenler açısından şanslı bir dönemdeydik. Ama şu anda geriye bakınca belki biraz fazla önde gibi hissettiğim zamanlar oluyor. Mesela demo yokken 16 yaşında çocukların demo yapması. Kimsenin yapmadığı bir şeye cüret ediyorsun ve bence gayet iyi kotarılmış işler. Ankara’nın en iyi stüdyosunda o dönem... Cüretkardık ve altını iyi doldurduk bence zamanında. Bence bu iki kelime temelimizi tanımlıyor. Zafer Altundağ: Bence birçok insanın hayali ol-

muş bir gruptuk. Ben Hazy Hill’e sonradan girdim fakat Hazy Hill’e girmeden önce de hayalimde hep orada çalmak vardı. Sadece ben değil, birçok insan o dönemde Hazy Hill ile çalmayı isteyip ve Hazy Hill’in yaptığı işlerin içinde olmayı hayal etmiştir. Ben grubun bugününden başlamak istiyorum. 2019 Hazy Hill için haberlerin biriktiği bir yıl oldu. Grupla ilgili son gelişmelerden bahsedebilir misiniz? Mete: Biliyorsun Spotify’da demolar yayınlandı, YouTube kanalımızı kurduk. Hazy Talks projesinin videoları bu kanala yükleniyor. Ufuk: Eski kayıtların hepsini bir remastering işleminden geçirdik, Murky Bedlam’dan başlayarak Ağustos ayında bunları Spotify’a yüklemeye başladık. Fan of Your Fancy ve Torchin’ the North Pole yüklendi. 8800 da yakında yüklenecek. Bence bu önemli bir şey çünkü geriye bırakacak bir miras gibi görüyoruz biz bunu aslında. CD herkeste yoktu, eski kasetler herkeste olmayabilir, artık bu saatten sonra bunların saklanması da zor. O yüzden bu bizim için önemliydi. Parçaları ayrıca YouTube’a da yükledik. Mete’nin dediği gibi Hazy Talks adlı bir seri çektik, 17 tane kısa video. 8800 derlemesindeki her şarkı için çektiğimiz bu kısa videolarda, parçalarla ilgili anılarımızı paylaştık, şarkıların hikayelerini anlattık... Zafer: Aslında bizi ilk kez görecek insanların bu parçalardan ne anlayabileceğini anlatmaya çalıştık biraz da. Ufuk: Bunlar işin biraz daha ses kaydı ve video tarafı. Onun dışında aslında en önemli haber şu, bir süreden beri stüdyoda çalışıyoruz. Tabii bunun için de bir basçı gerekiyordu (gülüyor). İlk başta açıkçası iki gitar bir davul şeklinde çalışmaya başladık, bu biraz ısınma turları oldu ama bassız müzik hiçbir şey ifade etmiyor. Bu yüzden bir basçı arayışına girdik ve... Yeni bas gitaristinizi tanıyabilir miyiz? Yudum: Ben Yudum Sürmeli Balkan. Uzun süredir basgitar çalıyorum. 15-16 yıldır Ankara’dayım. Çok uzun süredir metal müzik dinliyorum. Ankara’ya geldiğimden beri

11


Sene 1991. Aylardan Ekim. Laneth dergisinin 6’ncı sayısının kapağında Hazy Hill var. O zamanlar şu anki kadrodan sadece Ufuk Önen var, soldan ikinci. Hemen sağındaki isim Barış Tarımcıoğlu. En solda Ekim Can Bayram, en sağda ise Metin Atahan var. Karşı sayfada grubun kadrosu bir geçiş döneminde, Laneth’in Kasım 1991 tarihli 19’uncu kapağında Ufuk’un yanında Mete Kuteş görülmekte.

bu adamları sahnede farklı gruplarla farklı şekillerde dinliyordum. Yaklaşık 4 sene önce Karakedi grubuna girdim, orada Mete ile bizzat tanıştık, sonra da Zafer ve Ufuk ile tanıştık. Zaman geçti, projeden bahsettiler, eşlik edersen memnun oluruz dediler. Buna layık görülmekten çok mutluyum. Bu grubun içine dahil olmak benim için çok kıymetli. Ufuk: Şimdi yeni bir grup kuruyor olsaydık ya da başka bir proje yapıyor olsaydık yeni insanların olması yeni maceralar demek filan, bunda hiçbir sıkıntı yok. Ama çok eski bir gruba, taşların yerine oturduğu bir gruba yeni birinin gelmesi hakikaten ilk başta çok korkutucu bir fikir gibi geliyor. Yine de Yudum’la ben stüdyoda o kadar rahatım ki, sanki zaten 30 yıldan beri birlikte çalıyormuşuz gibi. O açıdan teşekkür de ediyorum. Biraz şeyden de bahsedilebilir aslında, Yudum’un farklı ilgi alanların var, aslında ilginç bir karakter. Yudum: Aslında bu işi tam zamanlı yapmıyorum tabii. Profesyonel anlamda çalıştığım bir yazılım şirketi var, proje yöneticisi olarak çalışıyorum. Havacılıkla ilgili genellikle projelerimiz, hatta uzun süredir pilot olma gibi bir hayalim dahi var, bir gün olur mu bilmiyorum ama böyle de değişik hobilerim var. Zafer: Yudum’u aldık ki ileride kendi uçağımızda pilot olabilsin (gülüşmeler).

12

Eğer artık açıklamakta bir sakınca yoksa 2020’deki konsere dair sormak istiyorum. Tarih belirlendi mi? Konseri sadece Ankara’da mı düşünüyorsunuz? Yudum: Şu andaki planlarımıza göre başta İstanbul ve Ankara olmak üzere en az iki konser düşünüyoruz. Tarihler henüz net değil. Yakın zamanda kesinleştirip sizlerle paylaşacağız. Grubun eski üyeleri ile iletişiminiz devam ediyor mu? Kim neler yapıyor? Konserde herhangi birini konuk olarak görebilecek miyiz? Mete: Aslına bakarsan eski elemanlardan mesela eski davulcumuz Gültekin İrengün, uzun süredir İngiltere’de yaşıyor, aramızda mesafe var. Barış Tarımcıoğlu ile iletişimimiz uzun zamandır yok. Ekim var, en son Ankara Rocks’ın Ankara’daki galasına, İstanbul’daki gösterimine de gelmişti. En çok Ekim’le görüşüyoruz. Sahne için biri konuk olacak ise belki Ekim olur ama onun dışında diğer elemanlar zor gözüküyor. Kaydetmediğiniz ama konserlerde çaldığınız şarkılar vardı, bunları canlandırmak için bir planınız var mı? Yudum: Planlanan konserler gerçekleşirse bunlardan bazılarına muhakkak yer vermeyi planlıyoruz tabii, ama kayıt olarak şu an bir şey diyemeyiz.

Ufuk: Mesela bizim Gallows diye bir parçamız vardı ve eskiden her konserde o parçayı çalardık, çalmadığımız konser yoktu nerdeyse. Mete: Seyirciye söyletme parçalarından bir tanesiydi hatta. Ufuk: Evet bir de öyle bir şey var, ama mesela onun bir kaydı yok. Ama konserde tabii ki o da olmak zorunda ki şu anda aslında çalıyoruz stüdyoda. Gallows olacak, mesela Never Look Back diye bir parçamız, onun da kaydı yok ama onu da şu anda çalışıyoruz. Şundan tam emin olamıyoruz, kayıt etmeyi düşünebiliriz 2020 yılına ait bir kayıt olsun diye ama bunun tam kararını veremedik. Siz ne düşünüyorsunuz. Zafer: Konserden önce mi olur sonra mı bilemiyoruz. Son yayınladığınız kaydın üzerinden yaklaşık 20 yıl geçti. 2019’u saymazsak, bu 20 yılın özetinde Hazy Hill ne kadar vardı hayatınızda? Mete: Şunu söyleyebilirim, ben 20 yıldır hep çaldım, mesela Karakedi ile beraber. Zaten unutulmuyor böyle bir şey de… İnsanlar hep: “Ağbi Hazy Hill vardı, Hazy Hill, Hazy Hill...” şeklinde hatırlatırlar. Sahnede kiminle çalsam, konuşsam hep böyle bir Hazy Hill hatırlatmasına maruz kaldım 20 yıl boyunca. O zamanlar hakikaten çok farklıydı hissiyat olarak, bunları unutmak ve hayatından böyle bir şeyin çıkması mümkün değil. Ama şu son döneme kadar 17-18 sene bu adeta buzdolabına konmuş bir proje gibiydi. Günlük hayatımızda yer almadı ama iç dünyamızda tabii ki her zaman bizimle beraberdi ve bunca hatırlatmanın arasında soyutlanmak da mümkün değil. Zafer: Tabii o kadar çok yaşanmışlıklar ve yapılmış işler var ki… Belirli bir dönem evet hiç görüşmedik. Bir soğukluk girdi aramıza filan. Ama ondan sonra, birbirini çekmeye yeniden başlıyorsun. Çünkü yaşanmışlık çok fazla var. Bu işe gönül vermişlik var. Gençken hep bir aradaydık, hiç ayrılmazdık. Yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezdi. Müzik yapmak ayrı bir şey, bunu yaşıyor olmak ayrı. Aynı zamanda da yaşıyorduk. Bir zaman sonra ne kadar uğraşsan da yeniden çekiyor birbirini ve pat diye yapışıyorsun. Diyorum ya işte çok önemli. Ufuk mesela benim hayatımın birçok


dönemini bilir çocukluğumuzdan beri. Mete keza... Yudum şimdi daha yeni aramızda ama Yudum’la da birçok şeyi paylaşıyorsun, birçok şeyi üretiyorsun, çok farklı yani. Yudum da bu işin bir parçası oluyor bir zaman sonra. Evet, bir dönem ayrı ama ondan sonra yeniden yanaşmaya başladık. Mete: Hiçbir zaman içinden çıkmıyor yani. Zafer: Çıkmıyor. Sen ne kadar uzaklaştırmaya çalışırsan çalış olmuyor yani. Mıknatıs gibi bir zaman sonra hoop birbirini yeniden çekiyorsun. Ve diyorum ya o kadar çok şey var ki senin beynine, DNA’na kazınmış, yapacak hiçbir şey yok. Ufuk: Benim için biraz daha farklı oldu açıkçası, 2000’den sonra istemeden de olsa ben Hazy Hill dosyasını kapattığını düşündüm. Ve açıkçası bu dosyanın kapandığına inandığım için başka bir grupla bir şey yapmak da ilgimi çekmedi. Daha çok prodüksiyon işlerine yöneldim, bu işlerle birlikte tanıtım filmlerine, belgesellere müzik yazmaya başladım. Daha çok prodüksiyon ve bireysel müzik yazma ile gidiyordu bu iş benim için. Sonra 2010 yılında Ankara Rocks üzerinde çalışmaya başladık. Tabii çekimlere gelene kadar belli bir araştırma safhası oldu, ne yaparız ne ederiz derken, konusu gereği bir anda kendimi o eski müzik ortamlarının içinde buldum. Çünkü Ankara Rocks dediğin zaman ister istemez Hazy Hill de bunun bir parçası oluyor. Dolayısıyla 2010 yılından itibaren Hazy Hill yine bir yerden beni yakalamaya başladı. Tabii bu süreç içinde, 2000’den sonra her an her dakika, Mete’de olduğu gibi soruyorlar Hazy Hill tekrar bir araya gelecek mi diye. Kesinlikle hayır, öyle bir şey olmayacak diyordum 2010 yılına kadar. Ankara Rocks üzerinde çalışmaya başlayınca o sorular biraz daha arttı, çünkü Hazy Hill de belgesel için röportaj verdi. Ben o zaman da “olmayacak” diyordum tekrar tekrar. Daha sonra zaten belgeseli yapmak 6-7 yıl sürdü. Biz 2016 yılında belgeseli tamamladık, kurgusu montajı her şeyiyle, sonra ben editör olarak birlikte çalıştığımız Aycan Yücel’e dedim ki “Artık benim için nostalji defteri kapanmıştır. Daha fazla eskiye dair bir şey istemiyorum. Ne Hazy Hill, ne Ankara grupları... Bundan sonra ne yapacaksak yeniye dönük olsun”.

Sonrasında ilk gösterimin ardından iki şey oldu. Birincisi, galada filmi sunmak için sahneye çıktığımda bir şeyin beni sahneye çağırdığını hissettim. İkincisi de 2016’da, bu defteri kapatacaksam mutlaka bir kere de eskiden yaptığımız müziği sahneye bir şekilde taşıyarak kapatmam gerekir diye bir fikir yapıştı. Özetle iki aralıklı oldu: 2000-2010 arası çok uzak kaldım, 2010’dan 2020’ye doğru kendimi yavaş yavaş içine çekilmiş hissettim. Profesyonel yaklaşım açısından 90’ların ortasına kadar Pentagram’ın da önünde olduğunuzu düşünüyorum. Sepultura menajeri Gloria’nın yardımlarıyla sağladığınız İngiltere bağlantıları sizin açınızdan olumlu yanıt alsaydı Hazy Hill neler yapabilirdi? Kendi aranızda konuşmuşsunuzdur sanıyorum. Mete: “Niye olmadı”nın sebebi, “olsaydı ne olurdu”nun cevabını da biraz veriyor aslında. Biliyorsun işte dönemin piyasasının üstü grunge altı death metal, yani hakikaten bizim tarzın kabul görebileceği bir dönem değildi maalesef. En dibe vurduğu zamanlardaydı değil mi? Yani 1995’te İngiltere’ye gidiyorsun Türkiye’nin thrash metal devi olarak ve maalesef thrash metal o zamanlarda kimsenin umrunda değil. O dönemde olsaydı ne olurdu? Şimdi insan böyle şeyler düşünürken mutlu senaryolar yazmak istiyor ama gerçekçi de olmak lazım bence. O dönemde kabul etseydik gelen teklifi, ne olurdu bilmiyorum. İnsan hep şeyi istiyor tabii, işte “çok büyük olurduk, Maiden’la turneye çıkardık”, hayalin sonu yok ama gerçekçi de olmak gerekirse “niye olmadı”, “olsaydı ne olurdu”nun cevabını veriyor bence. Bir de bir şanssızlık var zamanla ilgili. Türkiye’deyken zamanın önündey-

dik, oraya gidince zamanın gerisinde kaldık sanki. Oraya gitmekte geç kaldık belki. Zamanlama hatası değil de bir zamanlama bahtsızlığımız mı oldu? Hata demek istemiyorum çünkü hata kişinin kendisiyle ilgili, yani hata yaptım vurdum auta çıktı, böyle bir şey değil. Vurdum, ama o anda kale yoktu. Anlatabiliyor muyum? Ufuk: Üç dört sene önce olsa belki... Ama bence, hadi diyelim ki olsaydı, çünkü soru biraz da o değil mi, olsaydı sıkıntılı olurdu aslında. Çünkü 1995’ten sonra olanlara baktığımız zaman, o sıralarda thrash metal çok zor durumlara düştü. O dönem bir tek Pantera bayrağı taşıyabiliyordu. Diğer gruplar hakikaten çok zor durumlara geldiler. Ki biz o zamanlar olsaydık kendimize yurt dışında daha yeni yeni yer edinmeye çalışan bir grup olacaktık ve bu bizim için bayağı zor olacaktı. Ciddi ciddi yokuş yukarı olacaktı. 2000’ler sonrası için de bakıyorum yine aynı şekilde, çok farklı bir şey olmadı, nu-metal geldi o geldi bu geldi filan... Yani belki de biz tür değiştirip şansımızı denemeye çalışırdık. Mete: Ki onu da zaten beceremedik! (gülüşmeler) Ufuk: O yüzden belki de Mete’nin ilk dediği lafa geliyoruz aslında. Ama, soru bu değil gerçi de, hakika-

13


ten onun bir 5-6 sene öncesinde San Francisco’da ya da Los Angeles’ta olsaydık hakikaten farklı bir şey olabilirdi. Belki kendimizi de ona göre biraz daha farklı akort ederdik. Zaten tüm o müzik orada gelişirken büyürken biz de onun bir parçası olmuş olacaktık. Biz de ona göre hareket ederdik. Tabii doğal seleksiyon, belki yok olurdun belki devam ederdin ama dönüp baktığımız zaman hala o dönemden kalıp da devam eden grupları gördükçe biz de onlardan biri olabilirdik diye düşünüyorum. Peki San Francisco demişken, sizin müziğinizde Ankara’nın payı ne kadar? Yani yaşadığınız yer farklı olsa müziğiniz farklı etkilenmiş olacaktı muhtemelen. Ankara sizin müziğinizi ne derece etkiliyor? Zafer: Bu soruya Ankara Rocks acayip güzel bir cevap veriyor aslında. Ankara çok özel bir yer, çünkü gri değil, gerçekten siyah bir yer. Mete: Başka bir yerde filizlenseydi bu ağaç, farklı bir ağaç çıkar mıydı, muhtemelen evet. Toprağı, suyu, havası... Havasından suyundan derler ya... Farklı bir şey olabilirdi. Ufuk: Ben şuna eminim, bulunduğumuz yere göre mutlaka bir değişiklik olurdu. Mesela Londra’da yaşasaydık o bizim müziğimize artı

14

bir şey katmazdı, ben onu iyi görüyorum. Çünkü İngiltere hiçbir zaman thrash metali besleyemedi, olmadı orada. İngiltere’den her müzik çıktı, her şeyi yaptılar, müziğin her alanında dünyaya yön verdiler, ama mesela bir thrash olmadı. Ama mesela San Francisco bize daha fazla uyabilirdi ortam olarak da. Los Angeles’ta olsaydı müziğimiz biraz daha farklı olurdu. Ama San Francisco’da olsaydık Ankara ile hafif paralel bir müzik tarzı olurdu diye düşünüyorum. Bir dönem California’da kalmış biri olarak söyleyebilirim ki bulunduğunuz ortam sizi şu açıdan çok etkiliyor: etrafınızda çok iyiler varsa, acayip işler dönüyorsa, siz de yaptığınız işin iyi olması için üç kat daha fazla beş kat daha fazla çalışıyorsunuz ve bu üzerinizde o kadar stres oluşturuyor ki belki potansiyelinizi başka yerde yüzde otuz, kırk, elli kullanabilirken öyle bir ortamda ister istemez yüzde yüze çekmek durumunda kalıyorsunuz. Fışkırıyor yani çünkü çok rekabetçi, çok cıvıl cıvıl bir ortam... Ben şuna eminim, eğer biz o dönem San Francisco gibi bir yerde olsaydık daha yaratıcı işler yapıyor olurduk, çünkü oralarda bir bakıma da çok fazla müzik türü var. Sadece thrash metal değil ki, her türlü. Cazdan endüstriyele kadar inanılmaz bir kültürel çeşitlilik var. Onların hepsi bizi çok etkileyecekti. Bir de bizim janrımızda ikonik yerlerden biri olduğu için ortamda ister istemez acayip rekabet olacaktı o da bizi çok itecekti. Mete: Bir de şu var ağbi, senin Ankara’da dinlediğin nedir? Testament, Megadeth, Metallica... Zaten hepsi Bay Area. Sayıyorsun sayıyorsun, beş şey dinliyorsan dördü oradan geliyor. Ana beslenme noktamız ilham kaynağımız, tanrı gözüyle baktığımız adamlar oradan çıkan adamlar aslına bakarsan. Onların içinden çıkarsan negatif bir etkisi olmaz tam tersi katkısı olur. Biz Sodom’la büyümedik sonuçta. Biz daha çok Bay Area thrash ile büyüdük. Ufuk: Şu da çok enteresan bir şey onu da söylemek lazım. Mesela bizim

etkilendiğimiz gruplar genelde Amerikan gruplar. Ben Alman metalinden hazzetmiş bir insan değilimdir. Beni hiç etkilememiştir. Mete: Amerika’da yaşasaydık membaında olacağımız için, havasından suyundan daha fazla bir şey kapardık. Ufuk: Bir de şöyle bir şey var, ister istemez aynı sahneyi paylaştığın için nasıl burada Pentagram ile Metalium ile bir tanışıklığımız arkadaşlığımız var, belki oradakilerle de müzikal alışverişlerimiz olacaktı. Yudum sen ne düşünüyorsun? Yudum: Hala insanlar aynı gruplardan etkileniyor, hala açıp açıp aynı grupları dinliyoruz aslında, çok şey değişmedi. Ben Alman metalini de seviyorum gerçi o ayrı bir mevzu ama seneler geçmesine rağmen dinlediğimiz ve etkilendiğimiz şeyler değişmedi. Ufuk: (Alper’e) Çok konuştuk değil mi? Mete: Sen ayvayı yedin ağbi söyleyeyim! Gloria’nın dikkatini çekmek için kaydettiğiniz videolar kesinlikle zamanının ötesinde. Internet henüz Türkiye’de yaygınlaşmadan önce vlog çekmişsiniz adeta! Böyle bir fikir nereden aklınıza geldi? Ufuk: Gloria’nın dikkatini çekmek istiyorduk, onun da en iyi yönteminin hayatımızdan bir kesit sunmak olacağını düşündük. Biz buyuz, böyle bir grubuz, böyle bir hayat sürüyoruz, bunu samimi bir şekilde aktarmak istedik. Bunu yapabileceğiniz tek şey, o zaman öyle bir terim yoktu ama, hakikaten vlog yapmaktı. Bir kamera ödünç aldık, biz onunla bir hafta boyunca ev toplantılarımızı, stüdyo çalışmalarımızı, gündelik yaşantımızı, her şeyi çektik. İstedik ki bizim günlük hayatımızdan bir parçayı, yaşadığımız şehri görsün, hangi şartlarda çalıştığımızı görsün, yaptığımız müziği duysun. Buna da sempatik bakacağına inanıyorduk çünkü sonuçta kocası Max Cavalera da Brezilya’dan çıkmış, çok da farklı değil. Onlar da acayip zorluklardan geçmiş, birçok şey olmadan müzik yapmaya çalışan insanlar. Paralel bir hayat tarzı süren insanlar... Bizim yaptığımız şeyin de açıkçası Gloria’ya sempatik geleceğini düşündük ki hakikaten de gel-


di. Videoyu izler izlemez, belki hani şans eseri aldı kaseti şöyle bir taktı ve videonun o ilk bir iki dakikası onu yakaladı ki hepsini izlemiş. Ve sağ olsun yardımcı da oldu yani. Yurtdışı bağlantılarınızı nasıl kuruyordunuz? Ufuk: Fanzinler vardı o zamanlar, aralarına flyer denen kağıtlardan koyarak, onlardan edindiğimiz kontaklarla, baya bildiğiniz mektuplarla, ki yazım kötü olduğu için çatır çatır daktiloda yazarak, gruplarla, radyo programcılarıyla filan hep o şekilde bağlantı kuruyorduk. Zafer: Faks aldık ya! Faks. Şimdi komik geliyor ama faks almak ne demekti yani. Bizim telekomünikasyon işlerimizi hep Ufuk yapardı, internet yok o zaman ve faks almıştık yani, faksımız vardı! Büyük şirketlerde olan bir şeydi sonuçta, biz “evde faksım var” diye dolaşıyorduk! Ufuk: Süper bir şeydi yani bir tane kutudan şöyle bir kağıt çıkıyor. Zafer: Bu işleri hep Ufuk yapardı mesela. Mete kaset çekimleriyle çok ilgilenirdi. Çünkü o zarfların içinde mutlaka demolar olurdu değil mi Mete? Kasetleri Mete hazırlardı, yazıları Ufuk yazardı, ve çok acayip bir sistem vardı. Arkadaşlar bu gerçekten çok acayip çünkü buna zaman ayırmanız gerekiyor. Böyle ekran başına geçip düğmeye basmakla olmuyor, baya postaneye gidip onları vermeniz gerekiyor. Ufuk: Faksı da şundan almıştık. Şimdi faks diye bir şey vardı duyuyorduk, birtakım faks numaraları da vardı bazı radyoların bazı dergilerin. Mektup çok geç giden bir şeydi, faks çekmeye çalıştım. Sordum, Kızılay’daki merkez postanesinde çektiklerini söylediler. Oraya gittim, dedim ben faks çekeceğim. Ohooo bu ne, bu mektubun tercümesi ne, kimlik belgeni getir filan... Muhtardan kağıt istediler bir tane faks çekmek için. Dedim bu iş böyle olmaz, sonra işte ne yaptık ne ettik bir tane faks makinesi aldık. Zafer: Evet ya faksımız vardı yani. Ortalıkta şöyle dolaşıyorduk: Bizim faksımız var! (kahkahalar) Baya telefonla gelen postacı işte.

Zafer: Slayer! (gülüşmeler) Ufuk: Zafer bir tek Slayer dinliyordu, hala da Slayer dinliyor. Yudum: Ben thrash metal dinliyorum hala. Iron Maiden ve Megadeth dinliyorum mesela. Zafer: Evet ya ben hala Slayer dinliyorum. Hala konserlerine gidiyorum, en çok konserine gittiğim gruptur yani yapacak bir şey yok. Mete: Metal adına çok yeni bir şey dinleyemiyorum açıkçası. Hemen hemen aynı şeyleri dinliyorum. Ufuk: Ben çok eskilerde dinlediğim her şeyden aynı şekilde zevk alıyorum onun farkındayım, yani 80’lerden 90’ların ilk yarısına kadar olan her şeyi keyifle dinleyebiliyorum. Grunge’ın verdiği bazı gruplar oldu mesela Alice in Chains gibi, ama onun dışında ana akım grunge tarzını hiç sevemedim. Ondan sonra nu-metali hiç sevemedim. Brutal ve temiz vokal değişimlerinin olduğu metal grupları, senfonik metal hiçbir zaman uymadı. O yüzden ben aslında ya eski geleneksel metali dinliyorum yobaz metalci şeklinde. Onun

dışında bir kere döndüm, eski o rock, rock’n’roll, blues gibi katalogların hepsini şöyle bir deştim, eskiden neler yapılmış diye. Yani bilmediğim şeyleri keşfettim. Ondan sonra çok ciddi anlamda country müziğe de baktım. Bugün de açıkçası daha çok böyle biraz deneysel elektronik şeyleri deşmeyi seviyorum. Mete: Bir şey daha söyleyeceğim kendi müzik zevkimle ilgili. Metali mutlu olduğu zaman sevmiyorum ağbi, sevimli metal sevmiyorum. Karanlık olacak, Black Sabbath gibi olacak, Alice in Chains gibi olacak, Slayer gibi olacak. Vardır ya böyle laylaylay metali... Mutluluk ve metal, saadet dolu metal olmuyor yani. Sanırım en başa geldik. Grubun nasıl kurulduğunu anlatır mısınız? Mete: Bunu sen bizden iyi biliyorsun aslında! (gülüşmeler) Bulup yazmışsın zaten, (Headbang dergisinin Mart 2016 sayısında) çok da iyi anlatmışsın (Türkiye’de Ağır Müziğin Geçmişi YouTube kanalında).

» GRUBUN KURULUŞU

90’larda en çok neleri dinliyordunuz, şimdilerde neyi dinliyorsunuz?

15


spor yazı: Kamer Yılmaz & Tunç Sun

Avustralya Açık 2020:

Raketlerin savaşı A Yılın ilk “grand slam”i olan Avustralya Açık başladı. 20 Ocak ve 2 Şubat tarihleri arasında, Melbourne Park’ta her yıl olduğu gibi yine muhteşem bir rekabet ve tenis şöleni gerçekleşiyor. Hatta muhtemelen siz bu satırları okurken şampiyon da belli olacak. Turnuva, erkekler ve kadınlarda; tekler, çiftler, karışık çiftler, gençler ve tekerlekli sandalyeliler olmak üzere 5 farklı disiplinde, toplam 15 kategoride oynanan maçlara ev sahipliği yapıyor. Bu yıl toplamda 71 milyon Avustralya doları (yaklaşık 284 milyon lira) para ödülü dağıtılacak olan organizasyonda, tek erkekler ve tek kadınlar finalini kazananlara ise 4 milyon Avustralya doları (yaklaşık 16 milyon lira) para ödülü verilecek. Biz de tenis dünyasının nefeslerini tutarak heyecanla beklediği turnuvayı mercek altına aldık.

16

Nedir bu grand slam?

vustralya Açık ile ilgili detaylara geçmeden önce, “grand slam” kavramı hakkında biraz bilgi verelim. Grand Slam, bir takvim yılı içerisindeki 4 büyük tenis turnuvasından biri anlamına geliyor ve bu turnuvalar her sene düzenleniyor. Avustralya Açık dışındaki diğer grand slam’ler sırasıyla toprak kortta oynanan ve Mayıs ayında gerçekleşeni Roland Garros (Fransa Açık), çim kortta Haziran ayında düzenlenen Wimbledon ve son olarak Ağustos ayında sert zeminli kortlara ev sahipliği yapan Amerika Açık turnuvaları. Bu turnuvaların ilki ve en eskisi 1877 yılında oynanmaya başlanan Wimb-


ledon. Wimbledon’ı 1881 yılında Amerika Açık, 1891’de Roland Garros ve 1905’teki Avustralya Açık takip etti. Turnuvalar 1. ve 2.Dünya Savaşları’nın yaşandığı dönemlerde yapılmadı. Grand Slam turnuvalarına 64’ü seribaşı (erkek ve kadın toplam) olmak kaydıyla toplam 256 tenisçi katılıyor. Erkeklerde 3 set, kadınlarda ise 2 set alan oyuncular rakiplerine üstünlük sağlayıp bir üst tura yükseliyorlar. Ayrıca kariyerinde bu dört büyük turnuvanın hepsini en az 1 defa kazanmış tenisçiler Grand Slam yapmış oluyorlar. Tarihte bu şekilde Grand Slam yapan sadece 8 erkek ve 10 kadın tenisçi bulunuyor. Tek erkeklerde en çok Grand Slam kazanan tenis-

17


çi 20 şampiyonlukla İsviçreli Roger Federer, tek kadınlarda ise toplam 24 şampiyonlukla zirvede yer alan Avustralyalı Margaret Court’tur.

Tenis dünyasında “açık” sözcüğünün anlamı

İlk olarak 1905 yılında Avustralya Tenis Şampiyonası (The Australian Championships) adı altında sadece Avustralya, ABD ve İngiliz Milletler Topluluğu (Commonwealth) ülkelerinin tenisçilerinin katılımıyla oynanan bu organizasyon, 1925’ten itibaren tüm dünya ülke tenisçilerine de izin verilmesiyle birlikte uluslararası bir turnuva haline geldi. 1969’da bütün turnuvalar, profesyoneller dışında amatör tenisçilere de açık hale geldi ve isimlerine “open” eklendi. “Açık Turnuva” döneminin başlamasıyla organizasyon şimdiki Avustralya Açık Tenis Turnuvası ismini aldı. Başladığı yıldan itibaren uzunca bir süre maçların çim zeminde oynandığı Avustralya Açık’ta, 1988’de “rebound ace” denilen sert zemine geçildi. Ancak diğer sert kort kaplamalarına göre daha yumuşak olan ve özellikle turnuvanın yapıldığı sıcak havalarda kortta hareketi zorlaştırıp, sık sık bilek sakatlıklarına sebep olan bu zemin de 2008 yılında değiştirilerek nihayet maçların sentetik tabakadan oluşan yapay sert bir zeminde (plexicushion) oynanması konusunda karar alındı. Bu sene maçların 25 ayrı kortta oynanacağı turnuvanın en önemli kortları Rod Laver Arena, Melbourne Arena ve Margaret Court Arena’yadı.

18


Tenisin 3 büyükleri

Teniste erkekler kategorisinde son 20 yıla damga vuran ve “Big 3” olarak adlandırılan Roger Federer, Rafael Nadal ve Novak Djokovic; 2020 Avustralya Açık’ın da ilk 3 seribaşı raketleri arasındaydı. 2019 yılını dünya sıralamasının zirvesinde kapatan Nadal, turnuvanın erkeklerdeki 1 numaralı seribaşı. 2019’da Roland Garros ve Amerika Açık’ta şampiyonluk yaşayan ve toplamda 19 Grand Slam şampiyonluğu bulunan 33 yaşındaki İspanyol tenisçinin hedefi, bu turnuvadan da zaferle ayrılıp grand slam’lerde Federer’in rekorunu egale etmek. 3 ay önce çocukluk aşkı Maria Perello ile dünyaevine giren İspanyol raket bu hedefine ulaşabilecek mi, bekleyip göreceğiz. 2 numaralı seri başı ise geçen yıl bu turnuvayı kazanan Novak Djokovic olacak. Geride bıraktığımız yılda Avustralya Açık ve Wimbledon şampiyonlukları yaşayan Djokovic’in ise toplam 16 Grand Slam şampiyonluğu bulunuyor. Birçok otorite tarafından tenisi bıraktığında toplam grand slam sayılarında Federer ve Nadal’ı geçebileceği bile şimdiden konuşulmaya başlanan 32 yaşındaki Sırp raket, aynı zamanda Avustralya Açık tarihinde 7 şampiyonlukla en çok şampiyon olan erkek tenisçi unvanını elinde bulunduruyor. Kort dışında da renkli bir kişi-

liğe sahip olan Novak’ın 8. kez Melbourne Park’ın prensi olmaması için hiçbir neden yok. Erkekler tenisinde dünya sıralamasında daha önce üst üste 237 hafta ve toplamda da 310 hafta 1. sırada kalarak rekor kıran İsviçreli Roger Federer’i ise, 6 kez şampiyon olduğu bu turnuvada 3 numaralı seri başı olarak izleyeceğiz. 20 grand slam şampiyonluğuyla bu alandaki rekoru elinde bulunduran ve birçok istatistikte de zirvede yer alan Ekselansları, 38 yaşında olmasına rağmen halen turnuvanın en büyük favorilerinden. Tenisi ne zaman bırakacağı konusu sıklıkla dile getirilen Federer hakkında menajeri geçtiğimiz günlerde bir açıklama yapmıştı. Menajer Tony Godsick, Federer’in tam olarak ne zaman emekli olacağını kendisinin de bilmediğini, Federer’in emekliliğinin vücudu ve ailesiyle ilgili olduğunu söyledi. Yani Godsick, Federer’in artık vücut olarak zorlanmaya veya eşi ve çocuklarının artık bu durumdan keyif almamaya başlamasıyla Federer’in bu kararı alabileceğini belirtti.

Açıkçası Nadal ve Djokovic gibi iki büyük tenisçi kendisinin rekorlarını kırmak üzere arkadan gelirken ve kendisi de üst düzey performans sergilemeye devam ederken, Federer’in kısa vadede tenisi bırakma kararı alacağını düşünmüyoruz. Bir sporsever olarak onu hâlâ canlı izleyebilmek büyük keyif veriyor.

Yeni nesil raketlerin gücü

Efsane 3’lüyü zorlayacak olan yeni nesil raketler de arkadan geliyor. Turnuva için de favori olarak gösterilen isimler arasında; Daniil Medvedev, Dominic Thiem, Alexander Zverev ve Stefanos Tsitsipas var. Bu isimlerin hepsinin de farklı oyun stilleri var. Kort içinde çok güçlüler, hırslılar ve artık varlıklarını özellikle grand slam arenasında ispatlamanın peşindeler. Thiem, Tsitsipas ve Zverev, kariyerlerinde büyük üçlüyü en az birer kez yenme başarısı gösterirken, en büyük çıkışını 2019’da yapan

19


Medvedev henüz Federer ve Nadal’ı yenemedi. Uzun yıllar başarı anlamında kendisinden çok şey beklenen ve yaşadığı uzun süreli sakatlıklardan ötürü kariyerinde bir türlü istenilen form düzeyine ulaşamayan Andy Murray, bir kez daha omuz sakatlığından dolayı turnuvadan çekildiğini açıkladı. Turnuvanın diğer şampiyon adayları ise Juan Martin Del Potro ve Kei Nishikori de nükseden sakatlıkları nedeniyle Avustralya Açık 2020’yi kaçıracak olan diğer isimler. Bakalım yeni jenerasyonun genç yetenekleri “Big 3”nin hegemonyasını yıkabilecek mi?

Şimdi söz kadın raketlerde!

Kadınlarda ise, geçtiğimiz yıl bu turnuvada zafere ulaşan genç Japon raket Naomi Osaka 4 numaralı seri başı olarak bu yıl yerini alıyor. Dünya sıralamasında 1 numarada yer alan geçtiğimiz yılın Roland Garros Şampiyonu Avustralyalı Ashleigh Barty 1 numaralı seri başı, Çek Karolina Pliskova 2, ve Rumen Tenisçi Simona Halep ise 3 numaralı seribaşı olarak korta çıkacaklar. Neredeyse 15 yıldır kadın tenisini domine eden ABD’li raket Serena Williams’ı bu turnuvada 10 numaralı seri başı olarak izleyeceğiz. Toplam 23 grand slam şampiyonluğu bulunan Serena Williams, Avustralya Açık’ı şampiyon tamamlayıp 24 kez grand slam’lerde mutlu sona ulaşan Margaret Court’u bu alanda yakalamak için rakipleriyle mücadele edecek. Kadınlar tenisinde güç dengeleri birbirine yakın olduğu için, bu tip turnuvalar öncesinde kimin şampiyon olabileceği ve favoriler konusunda tahmin yürütmek zor. Her ne kadar Serena Williams kariyeri ve ismiyle bir adım önde gibi gözükse de, son dönemdeki istikrarsız oyunu ve yaşı itibarıyla kafalarda soru işareti bırakıyor. Kadınlarda dünya eski 1 numarası Maria Sharapova’nın ise organizasyondan yapılan açıklamada Avustralya Açık Tenis Turnuvası’na özel davetiye (wildcard) ile katılacağı

20

açıklanmıştı. Wildcard; turnuvayı organize edenler tarafından, turnuva için yeterli puan ya da şartları taşımayan ve turnuvada var olması istenen sporcuların turnuvaya direkt olarak katılmalarını sağlayan bir kontenjan. Sharapova bu kontenjandan yararlanmış olsa da maalesef devamını getiremedi ve Donna Vekic ile girdiği mücadeleden mağlup ayrılıp elendi. Sharapova gibi dünya eski 1 numarası olan ve 2018’de bu turnuvada şampiyonluğu bulunan Caroline Wozniacki ise turnuva sonrası tenis kariyerini noktalayacağını açıkladı. Wozniacki’ye daha önce iltihaplı eklem romatizması olarak bilinen romatoid artrit teşhisi konmuştu. Danimarkalı raket yaptığı açıklamada; hayatında tenis dışında, eşiyle aile kurmak ve romatoid artrit hastalığı için dünya çapında farkındalık yaratmak gibi gerçekleştirmek istediği birçok hayali olduğunu belirtti. Maalesef Wozniacki jübilesini mağlup bir şekilde tamamladı ve Tunuslu tenisçi Ons Jabeur’a yenildi. Geçen yılın son grand slam turnuvası olan Amerika Açık’ta şampiyonluk elde eden 19 yaşındaki Kanadalı Tenisçi Bianca Andreescu da bu yılki Avustralya Açık’a sakatlığından dolayı katılamayan bir diğer isim oldu. Şunu belirtmekte fayda var: Grand slamler her zaman sürprize gebe turnuvalardır ve daima mental olarak güçlü duran taraf maçı kazanmaya yakındır.

Raketlerin savaşına gölge düşüren yangın

Bu yıl Avustralya Açık, maalesef tüm dünyayı sarsan Avustralya yangınının gölgesinde kaldı. Kangurular ülkesindeki yangınları endişeyle ve merakla takip ettik. Bu esnada dünyanın en büyük grand slam’lerinden biri olan Avustralya Açık’ın da iptal olup olmayacağı da sık sık gündeme geldi. Birçok tenisçi de turnuvanın oynanmaması gerektiği yönünde görüşlerini belirttiler. Ayrıca ATP oyuncuları, Avustralya yangınlarından etkilenenler için 725 bin Avustralya doları (yaklaşık 29 milyon lira) bağışta bulunduklarını açıkladılar.

Turnuvanın gerçekleşmesine karar verilirken dünyaca ünlü raketler bu felakete karşı sessiz kalmadı. Turnuva öncesinde birbirinden ünlü tenisçilerin katılımıyla gerçekleşen gösteri maçıyla elde edilen gelir orman yangınları için bağışlandı. Gösteri maçına Roger Federer, Rafael Nadal, Novak Djokovic, Serena Williams, Naomi Osaka ve Caroline Wozniacki gibi isimler katıldı. Ayrıca Alman Tenisçi Alexander Zverev turnuvada şampiyon olması halinde kazanacağı 4 milyon Avustralya Doları’nın tamamını bağışlayacağını açıkladı. Orman yangınları nedeniyle hava durumunun mevsim normalleri dışında gözlemlendiği Melbourne’de, Avustralya Açık’ta da zor durumlar yaşandı. Turnuvanın 4. gününde düzenlenmesi planlanan 64 maçın 32’si gerçekleşebildi. Kortların temizlenmesi ve yağışların dinmesi için bekleyen tenisçiler, hava koşullarından sağlıklarının da kötü etkilenebileceğinin altını çizdi. Avustralya Açık bu yıl ne yazık ki orman yangılarının gölgesinde ve son derece endişeli bir şekilde geçiyor desek pek de yanlış olmaz.


» SKANDAL YARATANLAR VE SEMPATIKLER... AVUSTRALYA AÇIK’TAN RENKLI DAKIKALAR 14 gün süren turnuva her yıl birbirinden renkli görüntülere de tanık oluyor. Kıyasıya mücadele, hırs, rekabet derken bir yandan da duygular, beğeniler, tarzlar, duruşlar konuşuluyor.

Kortlarda Serena Williams modası

Sezonun açılış grand slma’inde en çok konuşulan isimlerden biri Serena William oldu. Williams turnuvalarda giydiği renkli ve farklı tarzdaki kıyafetlerle dikkat çeken bir isim. Başarılı bir raket olması yanında tarzından da ödün vermeyen sporcu, daha önce yasak getirilmiş olmasına ve uyarılmasına rağmen kıyafet seçiminde kendi farkını ortaya koymaya devam ediyor. Williams, ne yazık ki Avustralya Açık 2020’de üçüncü turunda Çinli rakibi Qiang Başarıya koşarken kibarlık ve cenWang’e yenilerek elendi. tilmenlikten ödün vermeyen Nadal, bu hareketiyle hayranlarının ve teMuzumu soyabilir nis severlerin kalbine yine dokunmayı başardı. misin? Avustralya Açık ön elemesinde karşılaşan Dmitry Popko ve Elliot Ben- Bütün aşklar biter ama chetrit’in maşında ise tenisseverle- onların aşkı bitmez rin öfkesini çeken bir sahne yaşandı. Roger Federer ve sevgili eşi Mirka Elliot Benchetrit, maç sırasında ve- Federer herkesin gıpta ile takip ettirilen molada top toplayısı küçük kız- ği çiftlerden. 2009’da evlenen çiftin dan muzunu soymasını istedi. Baş dört tane de çocukları var. Eski teHakem John Blom, Benchetrit’in bu nisçilerden olan Mirka Federer, ayak isteğine karşılık olarak kendisinin sakatlığı nedeniyle tenisi bırakmak soyması gerektiğini belirtti. Ancak zorunda kalsa da Ekselansları sayeBenchetrit bu konuda ısrarcı oldu ve sinde tenis dünyasından hiç de uzak parmaklarında yara bandı olduğu değil. Eşinin her maçını takip eden için yardım istediğini belirtti. An- Mirka, Avustralya Açık’ta Roger Fecak Blom’dan son derece sert bir ya- derer’in hiçbir anını kaçırmadı ve nıt geldi: “O halde dişlerini kullana- bol bol fotoğraf çekti. rak soy” dedi.

Nadal’dan gelen özür

Rafael Nadal, Federico Delbonis ile yaşadığı mücadeleyi galip bitirse de maç esnasında ufak bir korku yaşadı. Delbonis’in servisini karşılayan Nadal’ın atışı, maalesef top toplayıcısı küçük kızın yanağına geldi. Nadal, hemen kızın yanına koşup iyi olup olmadığını öğrendi.

I’d be inclined To believe they never would”

Tribünlerdeki Atatürk tişörtlü kişi

Bu yıl Avustralya Açık tribünlerinde dikkat çeken biri oldu; bunun en büyük nedeni ise giydiği Atatürk tişörtüydü. Lesia Tsurenko ve Ashleigh Barty’nin karşılaşmasında dikkat çeken bu kişi Tsurenko’nun kondisyoneri Denis Vashchuk’tı. Tarihe meraklı olduğunu belirten ve Atatürk’e hayranlığını dile getiren Vashchuk, tişörtü de ülkemizi ziyareti sırasında aldığını söyledi.

15 yaşında bir peri masalı

Kadınlarda 2004 doğumlu ABD’li tenisçi Coco Gauff, geçen yılın şamSweet Caroline piyonu Japon Naomi Osaka’yı 3. turGeçirdiği rahatsızlık nedeniyle tenis da eleyip bir peri masalına imza attı. kariyerini sonlandırmak zorunda Maalesef 4. turda turnuvadan elekalan ve son maçını da Avustralya nen genç tenisçi yine de büyük umut Açık’ta gerçekleştiren Caroline Woz- vaat ediyor, ileride adını çok sık duniacki Melbourne Arena’dan Neil yacağımız kesin. Osaka ile gerçekDiamon’ın Sweet Caroline şarkısıy- leşen maçından sonra yaptığı açıkla uğurlandı. lamada bir yandan da derslerini aksatmadığını belirterek yüzlerde tatlı bir tebessüm bıraktı. “Sweet Caroline Good times never seemed so good

21


müzik yazı: Gülin Enüst

David Bowie:

Modern zamanların ozanı

22

“Bukalemun” dendiğinde, çoğu insanın aklına girdiği ortama göre rengini değiştiren bir canlı gelir. Ancak 20. Yüzyılın son yarısına ve 21. Yüzyılın ilk 20 yılına damgasını vuran müzisyen David Bowie, bir bukalemunu bile utandırabilecek derecede bulunduğu zamana ve yere göre kendisini yenilemiş, pek çok akımı öncü olarak başlatmış ve tüm dünyada, farklı sanatçılar tarafından örnek alınmış bir isim. Doğum günü 8 Ocak 1947 olan David Bowie hakkında bilinen ve bilinmeyenleri, özellikle kariyerinin ilk yıllarına odaklanarak ele alıyoruz.


D

avid Bowie 1947 yılında, Brixton, Londra’da dünyaya geldi. David Robert Jones ismiyle doğan sanatçımız, kariyerini şekillendirdiği yıllarda, The Monkees isimli grubun vokali olan Davy Jones ile karıştırılmamak için, soyadını Bowie olarak değiştirdi. Okul yıllarında ortalama başarı gösteren bir öğrenciydi ancak yaratıcılığı ve farklı konulara ilgi duyması onun müzik konusunda henüz çok küçük yaşlarda bile yeni bakış açıları edinmesini sağladı. Şöyle düşün sevgili okur; eğitim aldığı okulun korosu için ancak “yeterli” başarı gösterdiği düşünülen David Bowie, aynı senelerde saksafona duyduğu ilginin annesi tarafından fark edilmesi sonucu bir saksafon edindi ilk enstrümanı olarak saksafon çalmayı öğrendi. Kendisinin kariyeri boyunca saksafonun yanısıra org, piyano, bateri, perküsyon, viyola ve armonika çaldığını da ekleyelim. 1961 yılında saksafon çalmaya başlayan küçük Bowie’nin, caz ile müzik kariyerine başladığını söylemek yanlış olmaz. Elbette caz alt yapısına hakim bir müzisyen olarak bu başlangıç onun ilerleyen yıllarda yeni türler geliştirip tüm dünyayı peşinden sürüklemesinin ana sebeplerinden biri olarak kabul ediliyor. 1961 genç Bowie için önemli bir başlangıcın yılı olsa da, 1962 yılında geçirdiği bir kaza, genç sanatçının imajında önemli bir etki yarattı. İlerleyen yıllarda birlikte çalıştığı ve 70’li yılların önemli albümlerinin kapaklarını tasarlayan (T-Rex’den Futuristic Dragon gibi örneğin) okul arkadaşı George Underwood ile bir kız uğruna girdiği kavgadan, sol gözüne ciddi bir darbe aldı. Aylar süren tedavi ve operasyonlar sonucunda, göz bebeği tam olarak iyileştirilemedi ve normalden daha büyük bir göz bebeğine sahipti artık. Göz renginin de farklı gözükmesine

sebep olan bu rahatsızlık, ilerleyen yıllarda “Ziggy Stardust” alt kimliği ile sahnelerin tozunu attıracak olan Bowie’nin imajını oluşturmasındaki en önemli faktörlerden biri, zira “Ziggy Stardust” bir uzaylıydı. Farklı görünen, farklı giyinen, androjen denecek kadar cinsiyet kavramlarının yok olduğu bu karakterin gözleri de farklı olacaktı elbette.

17 Yaşında bir aktivist

Kariyeri boyunca özellikle hayvan hakları savunuculuğu ile bilinen David Bowie, aktivist kişiliğini aslında çok genç yaşta ortaya koymuş. Henüz daha 17 yaşındayken, uzun saçlı erkeklerin toplum tarafından gördüğü baskıyı, sokaklarda özgürce gezememeyi, insanların yadırgayan bakışlarından duyduğu rahatsızlığı, adını “Uzun Saçlı Erkeklere Yönelik Zalimliği Engelleme Topluluğu” verdiği bir grup erkek ile kurarak, BBC’ye bu konuda röportaj bile vermiş. Görüntü kalitesi pek iyi olmamakla birlikte bu videoyu internette bulmanız mümkün.

Ama gelin şimdi parçaları birleştirelim. “Farklı” olanın dışlandığı bir zaman diliminde ve farklılığın tolere edilmediği bir toplumda, henüz 17

yaşındayken bile buna şiddetle karşı çıkan David Bowie’nin, 1964’te verdiği bu röportajdan 8 yıl sonra, farklılık kavramını yeni bir boyuta taşıdığı Ziggy Stardust personası ile sansasyon yaratması tesadüf olabilir mi?

Başlangıçlar her zaman kolay değildir

Asıl ticari başarıyı yakaladığı 1972’de çıkan 5. stüdyo albümü “The Rise and Fall of Ziggy Stardust and the Spiders from Mars” albümünü yayınlayana dek, David Bowie içinde çok önemli hitler barındıran 4 albüm daha çıkardı. Kısa kısa anekdotlarla bu albümleri ele alırsak, kendi adını verdiği ilk albümünden çıkan “Love you till Tuesday”, yine kendi adını verdiği ikinci albümünden çıkan “Space Oddity” bu noktada belirtebileceğim bazı hit şarkılar. Stanley Kubrick’in kült filmi 2001: A Space Odyssey filminden ilham alarak yazdığı bu şarkıda David Bowie, Major Tom adında uzayda kaybolan bir astronotu anlatır. Şarkının yayınlanmasının sadece beş gün ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin aya ilk insanın ayak bastığı Apollo 11 görevini gerçekleştirmesi gibi bir gerçeği de göz önünde bulundurduğunuzda,

23


David Bowie’nin listlere ilk giren şarkısı Space Oddity olması sürpriz değil. 1970 yılında çıkan “Man Who Sold the World” isimli albümüne adını veren şarkıyı, pek çok kişi Kurt Cobain’in MTV’nin Unplugged kayıtlarında ilk kez duyup Cobain’in kendi şarkısı olduğunu düşünse de bu şarkıyı da David Bowie yazıp seslendirmiştir ilk olarak. Cover dinlemeyi pek sevmeyen biri olarak, Kurt Cobain’e hakkını vermeliyim, orijinalini bozmadan yorumlayabilmek ciddi bir beceri bence. Üstadın büyük çıkışına giden kapıyı aralamadan önceki son albümü ise, 1971 yılında çıkan “Hunky Dory” idi. Bu albümden çıkan tekliler “Changes” ve Life on Mars”, David Bowie’nin ilk defa daha büyük bir dinleyici kitlesiyle buluşmasını sağlamış, ilerleyeceği yolun gözünde netleştiğini belirtmişti: “Bu bana daha önce hiç olmamıştı. İnsanlar ilk defa yanıma gelip, ‘iyi bir albüm, güzel şarkılar’ dediklerinde artık yolumu bulduğumu, ne yapmak istediğim konusunda yol aldığımı fark ettim”. İşte tam da bu noktadan sonra, David Bowie, zihinlerden asla silinmeyecek olan sahne personası Ziggy Stardust ile bir çağ açtı. Glam rock akımını Marc Bolan başlattıysa, David Bowie’de Ziggy Stardust karakteri ile akımın ihtiyaç duyduğu katalizörlük görevini yerine getirdi, hem de büyük bir ihtişamla.

Ziggy Stardust: Sahneler böyle bir şov görmedi!

Toplumsal cinsiyet rollerinin halen daha son derece ciddiye alındığı yıllar 1970’ler. Çiçek çocukların evrensel barış, özgür seks ve değişen değer yargılarını savundukları zaman diliminin üstünden pek geçmemiş, ayrıca hala marjinal görülüyorlar, böyle bir dönem... Üstüne üstlük yazının başında da bahsettiğimiz farklı olmak bir eksantrik sanatçı

24

özelliği olarak tolere edilse bile, bu kadarını kimse tahmin etmiyordu. Ancak etkisi beklenin çok üstünde gerçekleşti, çünkü yıllar sonra hala takdir edilen Ziggy Stardust karakteri önce İngiltere’yi, ardından dünyayı şok etti. Bir düşünün nasıl etmesin; alev almışçasına kıpkırmızı saçlar, inanılmaz sahne makyajları, streç, parlak, simli, derin dekolteli kostümler ve apartman topuklu çizmeler... Biseksüel olduğunu da 1972’de açıklayan David Bowie’nin, bunu İngiltere’de eşcinselliğin yasal olmasından sadece beş yıl sonra yapması da ilginç bir detay. Ziggy Stardust ne ilk ne de son alter egosu oldu David Bowie’nin. Öncesinde Major Tom, sonrasında Thin White Duke ve Aladdin Sane var, ancak onlar başka bir yazının konusu olabilecek kadar uzun mevzular. Peki Stardust’a ne oldu da, David Bowie diğer karakterlere geçmek istedi? Ziggy Stardust karakterinin kendi kişiliğini ele geçirdiğini düşünen, bu konuda endişelenen yıldızımız, turunu 1973 yılında aniden sonlandırdı. Peki bu dönemden geriye hangi şarkı kaldı derseniz, sizi hemen dönemin en büyük hiti “Starman” şarkısını dinlemeye davet edelim. Bu harika ballad öyle güzel yer etmişti ki insanların zihninde, dünyanın her yerinde, gerçek Starman’i herkes bu şarkıyla uğurladı, hayata veda ettiğinde.

Ve Sonrası...

David Bowie’nin kariyerinin başlangıcı geleceğinin de bir aynası gibiydi. Kapağında en ikonik pozu olan yüzünde ışıltılı bir şimşek makyajının olduğu Aladdin Sane, George Orwell’in “1984” adlı romanında esinlenerek hazırladığı albümü “Diamond Dogs”, Brian Eno ve Tony Visconti ile geçen Berlin yılları üçlemesinin en öne çıkan albümü olan “Heroes”, funk seslerinin yükseldiği

» SENFONIK BIR PERI MASALI Bu arada, pek çok dinleyicinin gözünden kaçan muhteşem bir albümden bahsedeceğim. Oğlu Duncan’a yedinci yaş hediyesi olarak kaydettiği bir albüm bu. Ünlü Rus piyanist ve bestekar Sergei Prokofiev’in senfonik bir peri masalı olan “Peter ve Kurt” isimli yapıtını seslendirdiği 1978’de yayınlanan albümü, çeşitli müzik servisi sunan platformlardan bulabilir ve dinleyebilirsiniz. Bowie’nin sesinden sihirli bir masalı, görkemli bir orkestra eşliğinde dinleme fırsatını kimse kaçırmamalı. yıllarda “en iyisini tabii ki o yapacaktı” dedirten albümü “Let’s Dance” bu kısa yazıda kısa da olsa bahsetmeden geçmek istemediğim albümlerin sadece bazıları. Modern pop ve rock tarihine baktığımızda kariyerine yarım asır, hatta fazla devam eden pek çok sanatçı görebiliriz. Ancak David Bowie’yi eşsiz yapan unsur, onun her dönemde bir bukalemun gibi renklerini döneme uydurması, pek çok türün öncüsü olması, öncüsü değilse de dinleyicisini asla hayal kırılığına uğratmamasıydı. Tüm bunların yanı sıra, Iggy Pop, Lou Reed, Brian Eno, Stevie Ray Vaughan ve Arcade Fire gibi müzik dünyasının önemli isimlerine de başlangıç yıllarında verdiği destekle öne çıkmıştı. David Bowie’nin olmadığı bir modern pop ve rock tarihi düşünülebilir mi? Belki evet, ama pek tatsız, pek eksik ve renksiz olurdu. Doğum gününün olduğu ayda anmak istediğimiz üstat sanata kattıkları ile asla unutulmayacak. Öyle ya, yıldızlar uzayda yüzyıllar boyunca ışıldar, bir gün yok olduklarında ise yıldız tozları olarak başka cisimlerde var olmaya devam ederler. Ancak bir gerçek daha var ki, David Bowie, nam’ı diğer Ziggy Stardust hep bir yıldız olarak kalmaya devam edecek.


sinema yazı: Armağan Kanca

Oscar:

En iyi 5 Akademi Ödülleri konuşması Bu yılın Akademi Ödülleri 9 Şubat tarihinde takdim edildi. Ödül konuşmaları törene az ya da çok damga vurdu. Biz de biraz geçmişe göz atıp dikkate değer 5 adet konuşmayı buraya taşımak istedik. Jack Palance

Film: City Slickers (1991) Kategori: En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Dile kolaydır tam 72 yaşında Oscar heykelini evine götürmek. Jack Palance, “Şehirli Züppeler” filmiyle işte bunu başardı. Dolayısıyla, Hollywood yapımcılarının bu sektördeki yaşlılar ordusu hakkındaki kaygılarını onların yüzlerine vurması kaçınılmazdı. Risk almamak uğruna genç aktörleri yaşlandırmak isteyen yapımcıların haksız olduğunu ispat edercesine konuşmasına ara verip enerjik bir şekilde şınav çekmeye başlar. “Yaşlandıkça elden ayaktan düşülür” önyargısını kırmaya yönelik bu zekice hamlesi Akademi ödüllerindeki en efektif konuşmalar arasına girmiştir.

Joe Pesci

Film: Goodfellas (1990) Kategori: En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Daha çok Martin Scorsese filmleriyle bu sektörde adını duyuran Joe

Pesci’nin ikinci Oscar adaylığı “Sıkı Dostlar” filmiyle olmuştur. Suç filmlerine saman alevi gibi parlayan küçük enişte rolüyle renk katan oyuncunun konuşması büründüğü rollerin aksine net, amaca yönelik ve neredeyse tek kelimeydi. Bazı kasıntı oyuncuların aksine kendiliğinden cool olan oyuncu, “my privilege (ayrıcalığım)” diyerek lafla peynir gemisi yürümez mesajı vermiştir. Ünlü komedyen George Carlin’in de dediği gibi: “Joe Pesci hiçbir şeyi eline yüzüne bulaştırmaz”.

Emma Thompson

Film: Howards End (1992), Sense and Sensibility (1995) Kategori: En İyi Kadın Oyuncu, En İyi Uyarlama Senaryo Emma Thompson sadece oyunculuk değil, yazarlık alanında da Oscar almış önemli bir isimdir. Bu zamana kadar Oscar adayı olduğu tüm filmler önemli yazarların romanlarının filme uyarlanmasıdır. Kısacası oyuncu, edebiyat uyarlamalarına bayılır. Akademi ödülleri konuşmalarında araya sıkıştırdığı Joe Pesci önemli yazarlar dışında, çok önemli bir alt metni de İngiliz espri anlayışı çerçevesinde iliştirir. Bu alt metin, kadınların bu sektördeki ücret politikasına ve testosteron bazlı psikolojik baskıya göğüs germesi gerektiğidir.

Roberto Benigni

Film: Life Is Beautiful (1997) Kategori: En İyi Erkek Oyuncu, Yabancı Dilde En İyi Film Sophia Loren, “Roberto!” diye bağırdığında koltukların üzerine çıktı, tepindi ve Kaplan Tigger gibi zıpladı. Uçuk kaçık, kanı yerinde duramayan veya şapşal artık Roberto’ya ne derseniz diyin ne zordu hayatın güzel olduğu İtalya’sını temsil etmek ve alnının akıyla çıkmak bu maratondan. Tüm yolların “prego” sözcüğüne çıktığı İtalyan’ca dururken nerden çıkmıştı şimdi İngilizce’yle imtihanı. Ama ele avuca sığmaz halleri o anda, yıllar yıllar önce oraya göçen atalarıyla Amerika denen kıtada buluşmuştu. İki evin arasına çamaşır ipinin serildiği mahallenin kızı Sophia gururla onu izlerken bir Dante Alighieri patlatmazsa olmazdı şimdi.

Louise Fletcher

Film: One Flew Over The Cuckoo’s Nest (1975) Kategori: En İyi Kadın Oyuncu Louise Fletcher büyük ihtimalle sinema tarihinin en nefret edilen karakterlerinden birisini canlandırmıştır. Konuşmasında ise rol arkadaşı ve tamamlayıcısı Jack Nicholson’ın hakkını vermiştir. Jack Nicholson öyle güçlü bir oyuncudur ki; rolüyle, filmdeki akıl hastanesini gerçek bir akıl hastanesi haline getirmiştir. Fletcher’ın rol arkadaşına methiyeler düzmesi onur vericidir ancak çok daha önemli bir konuşma arkasından gelir. Akademi ödüllerinin en güzel konuşması İşaret dilindedir. Anne ve babasına ithafen yaptığı bu konuşma o kadar özel, o kadar kendine özgü ve zamanın durduğu bir konuşmadır ki, duygulanmamak elde değildir.

25


sinema yazı: Gülin Enüst

, z i m i d n e K i k a z i d a m i m k e e t n i Ö S i k e d z i m i İç on:

ers d n A Wes

Bu yıl içerisinde yeni filmi The French Dispatch ile izleyicisiyle buluşacak olan Wes Anderson Hollywood’un en sıra dışı isimlerinden biri. Gülin ve Armağan, Anderson’un bu sıra dışılığının irili ufaklı sebeplerini geçmişteki filmlerine referanslar vererek araştırıyor. Karşınızda Wes Anderson sinemasının kısa bir analizi…

B

azı filmleri izlemeye başladığınız andan itibaren o filmin yönetmenin kim olduğunu çok net anlayabilirsiniz. Kamera açıları, kullanılan renk paletleri, sahnelerin sıralanışı, karakterlerin yapılandırılması gibi pek çok unsur bu konuda seyirciyi yönlendiren ipuçlarının yalnızca bazılarıdır ve dikkatli seyirciler yönetmenin tarzını ortaya koyan bu unsurları kolayca fark ederler. Senaryoyu yazan ve yönetirken ona hayat veren, karakterleri yapılandıran ve filmlerine kendi imzalarını her anlamda atan yönetmenler için Türkçe terimi “yaratıcı yönetmen” olan “auteur” kavramının günümüzde en önemli temsilcilerinden biri olan Wes Anderson, seyirciye her filminde yeni bir mikro kozmos sunar ve 2 buçuk saat boyunca seyirci bu mikro kozmosun içinde yaşar. Bu mikro kozmosa bakmak, bir çiçek dürbününe (kaleydoskop) baktığı hissini verir izleyiciye. Çiçek dürbününü çevirdikçe, dürbünün geometrik şekillerle renklerin muhteşem uyumunu yansıtması gibi, kamerasından bizlere renkleri

26

tüm görkemiyle, cömertçe aktarır yönetmen. Ancak Wes Anderson filmlerinin sevilmesinde nevi şahsına münhasır tarzının yanı sıra, insanların filmleri izlerken karakterler ve olaylarla kurduğu o çok kuvvetli, hatta sıra dışı diye nitelendirilebilecek bağ öne çıkıyor. Yönetmenin oluşturduğu karakterler ve seyirci arasındaki bu duygusal bağı oluşturmak her yönetmenin yapabileceği bir şey değil. Karakterlerini kurgularken kullandığı temaları anlamak, bu seyirci-karakter-yönetmen üçgeninin başarısının anahtarını bulmak demek. Seyirci olarak biz, perdeye yansıyan ışıkta neyi “kendimiz” olarak kabul ediyoruz?

Erkenden büyüyenler ve asla büyümeyenler

Yönettiği filmlerin senaryolarının pek çoğunu yakın arkadaşları olan Noah Baumbach, Owen Wilson ve Roman Coppola ile birlikte yazan yönetmenin filmlerinde benim en çok dikkatimi çeken tema,


» KARAKTER OYUNCULARI Yarattığı tematik dünyalarda seyirciyi karakterlerle avucunun içine alan yönetmenin filmlerinde, bazı değişiklikler olmakla birlikte son derece sadık bir oyuncu kadrosu vardır. Bill Murray, Angelica Huston, Willem Dafoe, Jason Schwartzman, Luke ve Owen Wilson kardeşler bu sadık kadronun üyelerini oluşturuyor. Yönetmen-oyuncu ortaklığı her iki tarafın da kariyerinin gidişatı ve sadık bir seyirci kitlesi elde edebilmeleri için çok önemli.

27


» SOUNDTRACK SEÇIMLERI Wes Anderson filmlerinin atmosferini belirleyen bir diğer temel unsur da yönetmenin çoğu zaman bizzat seçtiği şarkılardan oluşan film müzikleri. Yönetmenin bu noktadaki alamet-i farikası şu ki, daha önce defalarca dinlediğimiz ve çok sevdiğimiz parçalar bile, onun filmlerinden bir sahnede çaldıktan sonra o sahne ile öyle bütünleşik hale geliyor ki, şarkıyı filmin sahnesi aklımıza gelmeden dinlemek artık mümkün olmuyor. Çektiği filmlerin bütçelerinin hatırı sayılır bir kısmını filmlerinde kullandığı müziklerin sahiplerine ödediği telif hakları için ayıran yönetmenin bu tercihi, kendisini diğer ana akım yönetmenlerden ayırıyor. Ayrıca, filmlerdeki o eşsiz nostaljik hissini, yönetmenin titizlikle seçtiği 60’lar ve 70’ler dönem şarkılarına borçluyuz. Bu şarkıları klasikler olarak nitelendirmedim çünkü bazıları döneminde pek de ön planda olmayan, göreceli olarak daha küçük kitlelere hitap eden sanatçılara ait. Filmlerin başarısı bu müzisyenlerin de bilinirliğini arttırdı, bazıları aradan geçen uzun yıllar sonrasında yeni nesillerle Anderson filmleri sayesinde buluştu.

28

yetişkin-çocuklar, ve çocuk-yetişkinler. Özellikle Tenenbaum Ailesi’nde gördüğümüz bu tema, Küs Kardeşler Limited Şirketi (Darjeeling Limited) ve Ayışığı Krallığı (Moonrise Kingdom) gibi filmlerde de ön plandadır. Çocukluk bazılarının özlemle andığı, bazılarının ise erkenden büyümeye zorlandığı bir dönem; uzmanlara göre tam olarak işlevlerini yerine getirebilen bir birey olabilmek içinse kilit nokta. Wes Anderson filmlerinde izlediğimiz çocuklar ise, genellikle büyüklerden daha sağlıklı düşünebilen, zorluklarla başa çıkma mekanizmalarını kendileri oluşturan karakterler. Hatta pek çoğu yetişkinlerin yaptıkları hatalar yüzünden çocukken sahip olduğu mutluluğu ve başarıyı kaybedip, yetişkin bir birey

olduklarında aynı başa çıkma mekanizmasını kullansa da sorunlarını çözemiyor. Çocuk-yetişkin bu karakterleri izlemek ise seyirci için hem bir keyif hem bir meydan okuma, çünkü çocukluk nostaljisinin tatlı hissini yaşarken, bir yandan da derinde bir yerlerde gizlenen yaralarımızla yüzleştiriyor bizi Wes Anderson. Yetişkinlik hayatında bir yerde tökezlemeyen, yaptığı seçimleri sorgulamayan, hatta vazgeçip “sıfırdan başlama şansım keşke olsa” demeyen var mı aramızda? Muhtemelen yoktur, eğer varsa da o ne kutlu kişidir öyle! İşte Wes Anderson filmlerinde de bu sorgulayışın peşinden yeni arayışlara giren yetişkin karakterleri görüp, çektikleri sıkıntılarla başa çıkamayışlarını izlemek, içimizde bastırdığımız “öteki” ile


yüzleştiriyor bizi. Biz hayatlarımızı en azından halihazırda devam eden standartlarında sürdürmek için çabalarken, içimizdeki o her şeyi bırakıp, saçma kararlar verip sonunu düşünmeden hareket etmek isteyen “öteki”, Wes Anderson filmlerinde hep karşımızda ve bizim yapamadıklarımızı hep o karakterler yapıyor. Onların yolculuğundan keyif almamak, o karakterler için sevinip, yeri geldiğinde gözyaşı dökmemek bu yüzden imkansız. Ve tam da bu sebeple, seyirci-karakter- yönetmen üçgeni Wes Anderson sinemasının en güçlü temeli.

» ARMAĞAN DIYOR KI:

Tabii ki çocuk-yetişkinler ve yetişkin-çocuklardan bahsederken, işlevini yitirmiş aileler ve haliyle dağılmanın eşiğindeki bireylerden de bahsetmek şart. Tenenbaum Ailesi ve Küs Kardeşler Limited Şirketi filmlerinde işlevini yitiren ailelerin bireyler üzerindeki etkisi, seyircinin yüzünde film boyunca hüzünlü bir gülümseme bırakır. Dağılmanın eşiğindeki bireyler ise her filmde mutlaka karşımıza çıkar, her biri kendine has olmakla birlikte, bize yine içimizdeki ötekiyi hatırlatır; kriz anında yapmak isteyip yapamadıklarımızı yaptıkları, eteklerindeki taşları bir bir döktükleri için. Haliyle, Wes Anderson sinemasının karakterlerinin çoğu, kendini gerçekleştirmeyi bir yerde bırakmak zorunda kalan ve kendi benliğini yeniden kurmaya çalışan hayalperestlerden, ya da kendi gerçekliğini kurmak için elinde ne çözüm varsa tek tek hepsini deneyen iş bitiricilerden oluşuyor. Her iki karakter tipi de seyirciye ya kendinden bir parçayı ya da olmak istediği kişiyi sunuyor. Wes Anderson sinemasının kopyalanması imkansız olan en ayırt edici özelliği, başarılı yönetmenin dikkatle kurduğu küçük mikro kozmoslarında insan hayatının mutluluklarını ve üzüntülerini eşsiz bir şekilde harmanlamasıdır. İçimizdeki çocukla birlikte bulutların üzerinde birer kuş tüyü gibi hissedip gülerken, birkaç saniye sonra ise içimizdeki öteki ile yüzleşip, yetişkinliğin gerçekliğini de kabullenmemiz gerektiğini anlarız, tıpkı çiçek dürbününden baktığımız güzel renklerden sonra gerçek dünyaya döndüğümüz gibi.

29


edebiyat yazı: Melis Mine Şener

Sadık Hidayet:

Müzmin Hüzünbaz T

ahran’da 17 Şubat 1903 yılında doğan Sadık Hidâyet, modern İran Edebiyatının temel taşlarından sayılır. Ailesi de edebiyatın içindendir. Babası İ‘tizâdü’l-Mülk Hidâyet Kulu Han, Hidâyet kabilesinin kurucusu Rızâ Kulu Han Hidâyet’in torunudur. Tahran’daki Saint Louis Lisesi’nden mezun olur. Mühendislik okumak niyetiyle 1925’te Belçika’ya gider ancak bu seçimi onu mutlu etmez. 1927’de okulu bırakarak Fransa’ya geçer. Aynı yıl inceleme yazılarından oluşan Fevâyid-i giyâhhâri (Vejetaryenliğin Yararları) yayımlanır. İlk öykülerini burada yazmaya başlar. 1930’da Hidâyet İran’a döner ve devlet memuru olarak çalışmaya başlar. Bu sırada Zinde be-gûr (Diri Gömülen) yayımlanır. Pek çok eleştirmen ve yazar yurt dışında geçen bu yalnız dönemin Hidâyet’in ruhunda bıraktığı etkilerin yazımının ana hatlarını oluşturduğunu düşünmektedir. Çok geçmeden Se katre hûn (Üç Damla Kan) ve Sâyerûşen (Alacakaranlık) yayınlanacaktır. 1934’te Müctebâ Mînovî, Bozorg Alevî ve Mes‘ûd-i Ferzad ile “Dörtler” (Reb‘a) isimli edebiyat topluluğunu kurar ve dönem İran edebiyatını yer yer sertleşen eleştirilerle incelerler. Bu dönemde Terânehâ-yi Hayyâm (Hayyam’ın Teraneleri) isimli incelemesi yayımlanır.

Kısacık Hayatta Upuzun Bir Keder

Pek çoklarınca “Doğunun Kafka”sı olarak bilinen Sadık

30

Biraz okuryazar biriyseniz ve “Kör Baykuş”u hiç duymayanlardansanız hayattan yana yüzü gülenlerden olabilirsiniz. Azıcık hüzne bulaşan her okur Kör Baykuş’u duymuş, bilmiş, okumuştur çünkü. Hidâyet, bunalımlı ruh haliyle sürekli bir arayış içindedir. 1936’da Budizm’e merak saldığı için Hindistan’a giderek orada incelemeler yapar. 1937 yılında Bombay’da Bûf-i Kûr (Kör Baykuş) yayımlanır. Bu arada Bombay’da Pehlevi dilini ve Hint Felsefesini öğrenir. Daha sonra ülkesine dönünce Buda’nın bazı yazılarını Farsçaya çevirir, yayınlatır. İran edebiyatında en iyi psikoloji roman yazarı olarak kabul edilir. Fransa’da yaşadığı dönemde intihara teşebbüs eder ancak kurtulur. Bunalım ruhunun içindedir. Beethoven ve Çaykovski dinler, resim yapar. Afyon tiryakisi olur, yalnızdır. 1940’tan sonra öykücülüğü görünür ve tanınır olmaya başlar. Seg-i Vilgerd (Aylak Köpek) bu dönemde ortaya çıkar. Yazarlığının ilk döneminde bile gerçekçi üslubu oldukça göze çarpmaktadır. Daha sonraki dönemde yazılarında siyasi konulara dair detaylar da görünür olur. Bu yazılar sol eğilimli arkadaşlarıyla ilişkilerinin bozulmasına yol açar. 1950’de tekrar Fransa’ya döner. Sylvia Plath’ten aşina olduğumuz gaz ocağı ile intiharı dener, bu kez başarılı olmuştur. 9 Nisan 1951’de yakın arkadaşlarından biri onu evinde ölü olarak bulduğunda takım elbisesi, kravatı üstündedir. Gaz ocağını sonuna kadar açmış ve bütün delikleri tıkamıştır. Ölmeden önce tıpkı Kafka gibi (doğunun Kafka’sı, batının Kafka’sı ile pek çok benzerlik taşır.) tüm yazılarını yakmıştır, külleri de yanında bulunur. Ne acı

ki belki de ülkesinin en iyi yazarı, intihar sebebiyle ölümü yüzünden ülkesinde ilk yasaklananlardan olur. Mezarı Père Lachaise mezarlığındadır.

Aramaya İnanmak, Yazarın Makûs Kaderi

Yaşamı boyunca bir arayıştaymışçasına kâh Hindistan’da, kâh Belçika’da, kâh İran’da çeşitli araştırmalar yapar. Pevlevi dilini öğrenmek için Hindistan’a gitmiş, İslamiyet’ten kaçan eski İranlıları bularak bu dili öğrenmiş ve bu dille yazılmış bazı kitapları da dönemin dili olan Farsçaya çevirmiştir. Ayrıca Sanskritçe öğrenmiş ve çeviriler yapmıştır. Farsçaya çevirdiği Anton Çehov ve Franz Kafka’nın yanında Dostoyevski, Rilke, Edgar Allan Poe, Guy de Maupassant ve tabii ki doğunun büyük yıldızı Ömer Hayyam’dan etkilenmiştir. Bazı okurlar, edebi kişiliğine dair Kafka’yla yakınlık kurarken bazılarına göre Edgar Allen Poe’ya benzemektedir. Poe’nun Kuzgun’u varsa, Hidâyet’in de Kör Baykuş’u var diye düşünenlerden biri olarak nev-i şahsına münhasır Sadık Hidâyet’i, bir başka yazara benzetmekten öte kendi coğrafyası ve dönemin genel durumu içinde değerlendirmenin en doğrusu olduğuna inanıyorum. Dili zaman zaman alışılmış söz dizimi kurallarının dışında kullanması özellikle çevirilerde hüner gerektirmesine rağmen yine de eserleri İngilizce, Almanca, Fransızca, Türkçe, İtalyanca, Çekçe,


» HENÜZ DILIMIZE ÇEVRILMEMIŞ DIĞER ESERLERI Sâye-i Moġūl (hikaye), Aleviyye Ḫânum (hikaye), Vaġvaġ-i Sâhâb (hikaye), Velingârî (hikaye), Âb-ı Zindegî (hikaye), Ferdâ (hikaye), Tûp-i Mürvârî (hikaye), Pervîn Duḫter-i Sâsân (oyun), Mâziyâr (oyun), Efsâne-i Âferîneş (oyun), Esfahan nesf-e Rusça, Gürcüce, Tacikçe, Özbekçe ve Estonca gibi pek çok dile çevrilmiştir (Estonca diye bir dil varmış, bak insan neler öğreniyor ey okur). Bizim daha çok hikâyeleri, romanları ve incelemeleri ile tanıdığımız yazarın oyunları ve hatta resimleri vardır. Oyunları henüz dilimize çevrilmemiş olan bu hüzünlü adamın insanda Farsça öğrenme isteğine sebep olduğunu düşünürdüm başlarda. Bende öyle oldu çünkü. Sonra baktım ki, “Farsça Öğreniyorum” setlerinde hikâye kitapları onun öyküleri ile açılıp onunkilerle kapanıyor (Hayır, daha başlamadım Farsça öğrenmeye. Sanırım dillerden önce alfabelere zaafım var benim, neyse).

Yogadan Vejetaryenliğe, Sanırsın Popüler Kültür İkonu

Eserlerindeki kurgulardan ve dilinden zihnimizde yalnız, hüzünlü, mutsuz bir görünüş yaratan Sadık Hidâyet’i çeyrek asırlık dostu Bozorg Alevî başka yönleriyle anlatır bize: “Alçak gönüllülüğü, insan ve hayvan sevgisi, haksızlık ve gadre uğrayanların, ezilenlerin kaderlerine ilgisi, acıması, fedakârlığı, güzelliğe saflığa karşı sonsuz arzusu ve bunları boşuna araması; dostları arasında her zaman söylenir

Jahan (seyahatname), Ru-ye Jadeh-ye Namnak (seyahatname), Rubâiyyât-ı Ömer Ḫayyâm; İnsân ve Ḥayvân; Destân-ı Merg; Ḥikâyet-i bâ Netîce; İṣfahân Nıṣf-ı Cihân; Nirengistân; Der Câde-i Nemnâk.

dururdu. Adamdan saymadıklarına karşı dümdüz tutumu, bayağılık ve şirretlikleri maskaraya çeviren kıvılcımlı zekâsı, hiçbir ayrıntıyı atlamayan çok belirgin gözlem yeteneği; karakterinin belli başlı özellikleridir”. Çocukluğunda bir kurban bayramında kesilen hayvanları görmesiyle başlayan tepkisi onu vejetaryenliğe getirdi. Aynı zamanda Budizm ve Hindistan’da geçen zamanın etkisiyle yogaya da merak saldı. Afyona düşkünlüğü sık anlatılsa da bu bilgi dostları tarafından ölümüne yakın dönemlerde ara sıra kullandığı şeklinde düzeltilir. Bütün bu bilgiler ışığında gerek yaşadığı şehirler, gerek mevcut düzene uyumsuzluğu, gerekse vejetaryenlik ve yoga gibi hayatına kattığı öğelerle günümüzün popüler kültür ikonları ile oldukça benzer bir figüre dönüşmesi an meselesi sanki Sadık Hidâyet’in. Onun kadar nüktedan bir insanın bu ironiye gülümseyeceğini tahmin ediyorum. İşte hayat, her zaman sürprizlerle dolu... Ölümünden 70 yıl sonra, kendi zamanının dışlanan özellikleri bugünün en popüler akımları olmuş.

Tığ işi hikâyeler

Behçet Necatigil, Bozorg Alevî’den şöyle aktarır:

Ölümünden az önce bir hikâye taslağı kaleme almıştı, şuydu konu: Annesi, ‘salgı salamaz ol!’ diye beddua eder yavru örümceğe. Küçük örümcek ağ yapamayınca ölüme kurban gider. Hidayetin hayat hikâyesi miydi bu? Çoğunluğu hikâye olmak üzere, dilimize ancak yarısına yakını çevrilen 20’den fazla eseriyle hüzünlü bir yalnızdır Hidâyet. Ama yapıtlarında sadece yalnızlık değil, döneminin sosyal ve toplumsal yapısını, insanların mutsuzluğunu, çaresizliğini ve hatta kimi zaman toplumda kadının ve erkeğin yerini görürüz. Ana izleğin etrafına işlenmiş küçük detaylarla tığ işi gibi hikâyelerini işler ve bizden durup düşünmek için zaman ayırmamızı bekler. Hepimizin elinden balık gibi kayan o zamanı… Belki de kış dediğimiz bu soğuk ve durgun mevsim, Hidâyet’e beklediği zamanı ayırmamız için bize verilmiş bir şanstır. Zaten kitaplar bizi ısıtmaz mı?

31


mitoloji yazı: Melis Mine Şener

Eros:

Aşkın Tanrısı, Kanatlı Delikanlı N

Her şey birdenbire oldu. Kız birdenbire, oğlan birdenbire; Yollar, kırlar, kediler, insanlar... Aşk birdenbire oldu, Sevinç birdenbire. -Orhan Veli

e güzel demiş usta, “aşk birdenbire.” Çoğu zaman ansızın, mantık dışı ve tüm dengemizi alt üst edendir aşk. Böylesi bir duygu durumu tabii ki insanın kendi bile isteye yarattığı, ortaya koyduğu bir şey değildir. Bunun sebebi elinde oku ve yayıyla dolaşan, küçük kanatlı, melek yüzlü, tombul yanaklı Eros’tur. Yolu açın, önünde eğilin. Dünyada her ne varsa, aslında onun yüzü suyu hürmetinedir.

Eros, eski Yunancada “tutkulu aşk” anlamına gelir. İlk görüşte duyulan aşk, tensel çekim ve karşıdakini arzulamaktır Eros. Sağda solda görünen ve ucuzlamış olan o sözcük aslında Eros’tan gelir, fark ettiniz mi bilmem: Erotik. Ama şimdi aklınıza Eros’un okları ve o sihirli aşk hikâyelerini getirmedi hiç, öyle değil mi?

Aşk imiş Her Ne Var ise Âlemde?

Mitolojik kaynakların bazıları Eros’un boşluktan yani Kaos’tan doğduğunu söyler. Ancak daha yaygın olan söylencelerde Eros Güzellik Tanrıçası Afrodit ile Savaş Tanrısı Ares’in oğludur. Boşuna “aşkta ve savaşta her yol mubah” denmiyor demek! Hesiodos ile Afrodit’in doğumunda Eros ve Himeros adlı iki aşk tanrısının da doğduğunu söyler. Daha sonraları Himeros da Eros gibi Afrodit ile Ares’in oğlu sayılacak dört Erotes’ten (tutkular, aşklar) biri olarak anılacaktır (diğer ikisini de anmadan geçmeyelim, karşılıklı ve sadakatli aşkı temsil eden Anteros ve sevgiliye duyulan hasreti temsil eden Pothos). Eros’un kanatları hemen her anlatıda vardır. Ancak tombul yanaklı, küçük bir çocuk oluşu satirik şiirlerin etkisiyle yayılmış ve

32

kabule dâhil olmuştur. Yunan mitolojisiyle Roma mitolojisinde Eros ve Cupido’nun yer yer ayrıldığı detaylar vardır elbette ama bu yazılarda öncelik Yunan mitolojisinin, hatta Halikarnas Balıkçısı’nın deyişiyle Anadolu mitolojisinin, Eros’unda. Genelde elinde tuttuğu oku ve yayıyla, bazen de meşalesiyle ölümlülerin ve ölümsüzlerin yüreğine aşk ateşi düşürür Eros. Kimi zaman elinde çiçek, tavşan gibi hediyelerle, kimi zaman lirle ya da flütle, horozlarla ve yunuslarla tasvir edilir. Bu hayvanlara, Hera’nın tavus kuşu gibi ikonik olmasa da, Eros’un simgeleri olarak bakılır.

Kimlerin Yüreğini Vurmadı Eros’un Okları?

Eros’un ölümlü, ölümsüz pek çoğunu okları ile âşık ettiğinden söz etmiştim yukarıda, bunlardan birkaçını anlatmadan Eros’u nasıl anlatabiliriz ki gerçekten? Bunlardan ilki Zeus’un Semele’ye aşkıydı. Gerçi Zeus’un birilerine gönül düşürmesi için Eros’un oklarına hiç ihtiyacı yok ya, nasıl olmuşsa olmuş Zeus Eros’un oklarıyla vurulmuş ve Ahenk Tanrıçası Harmonia’nın Kadmos’dan olma kızı Semele’ye âşık olmuş. Tabii istediği kadını elde etmemesi mümkün mü, türlü oyunlarla türlü kılıklara girerek


her istediği kadının yatağına giren Zeus, Semele’yi de elde eder. Semele hamile kalır. Ancak Semele baba tarafından ölümlü olduğu için tanrının kendini ona Tanrı olarak göstermesi tehlikelidir. Bu yüzden Zeus kendini ondan sakınır. Bakınız bunu da hiç anlamamışımdır, çocuğunuz olacak, bu nasıl sakınmaktır be ey Zeus! Her ne hal ise, tabii bu ilişkiyi öğrenen kıskanç Hera, yaşlı bir kadın kılığına girer ve Semele’ye gider. “Bu adam sana niye yüzünü göstermez, niye hep gece buluşursunuz, in midir, cin midir, hırlı mı hırsız mı? Hayırsız mı çıkacak, kucağında bebeyle bırakıp kaçacak mı seni?” diye kadını iyice doldurur. Semele de bunun üzere Zeus’u yemeye başlar. Zeus kendini Semele’ye gösterince kadın yanar kül olur. Hal böyle olunca Zeus hemen o cenini alır ve uyluğunun içine diker. Vakti gelince bebek Zeus’un uyluğundan doğar. Bu bebek tabii ki güzelim Şarap Tanrısı Dionysos’tur. Dionysos’un iki kez doğmuş olması da buradan gelir. Bir başka anlatı Eros’un Apollon’un “seni afacan” tadında kendisini küçümsemesine bozulmasıyla başlar. Eros, “sen hele gör bakalım afacanı” diyerek, altın okunu Apollon’a saplayarak onu Nehir Tanrısı Peneus’un kızı su perisi Daphne’ye âşık eder. Buraya kadar normal sayılabilir. Sonuçta dağ gibi Apollon kime âşık olsa elde edecektir. İşte bu işi zorlaştırmak için kurşun okunu da (bir insanı diğerinden nefret ettiren, soğutan ok) Daphne’ye saplar. Haydi, gelin eğlenceye! Apollon Daphne’nin peşinden ne kadar koşarsa koşsun Daphne o kadar kaçıyordu. Yine bu kaçma kovalamacalardan birinde yakalanacağını anlayan Daphne nehir kıyısına koştu, babasına yalvardı, “kurtar beni baba!” Hemen ardından olduğu yere çakıldı kaldı. Bacakları, kolları uyuşuyor, köklere ve dallara dönüşüyordu. Saçları yapraklara dönüşürken hışırtıları duyuyordu. Apollon bütün bunları görüp sebebini anlayınca kahroldu. Ama olan olmuş Daphne bir ağaca dönüşmüştü bir kere. Bundan sonra Apollon Daphne’yi yapraklarından yapılmış bir taçla başında taşıdı. Defneyaprağı sadece balığa mı yakışır? Apollon’un o güzelim başını nasıl da süsler o canım yapraklar?

Ben Nasıl Unuturum Seni, Can Bedenden Çıkmayınca?

Daha pek çok aşk hikâyesi vardır Eros’a bağlanan ama galiba bunların arasında en güzeli, kendi hikâyesidir. Milet Kralı’nın üç kızı vardır, üçü de güzel. Ama en güzelleri en küçüğü olan Psykhe’dir (ruh). Herkes gibi kendisi de farkındadır güzelliğinin. Kimseleri beğenmez, kimseyle evlenmez. Herkes onu o kadar beğenir ki Tanrıça Afrodit ile kıyaslar olur. Buna çok sinirlenen Afrodit oğlu Eros’a emir verir: “Git ve şunu çirkin, yaşlı birine âşık et!” Bu arada Milet Kralı da tedirgin oluyordu bütün bunlardan kâhinlere danıştı ve kızını Dilek Dağı’na götürüp bıraktı. Çirkin bir yaratık gece yarısı gelip Psykhe’yi alacaktı kâhinlere göre. Ama kızı alan, onu görünce âşık olan Eros oldu. Onu aldı ve kendi gizli sarayına götürdü. Her gece geliyor ve karanlıkta Psykhe ile beraber oluyordu. Tek şartı, Psykhe’nin onun yüzünü görmeye çalışmamasıydı. Psykhe bunu kabul etti ancak geceleri ne kadar rüya gibi geçse de gündüzleri çok sıkıcı geçiyordu. Bunun üzerine Eros ablalarıyla görüşmesine izin verdi. Ablalarıyla görüşmeye başlayan Psykhe’nin yüreğine bir şüphe ateşi düştü. “Sevdiği adam nasıl biriydi?”. Onların verdiği akla uyarak

bir kandili sakladı. Gece olunca Eros geldi. O uykuya daldıktan sonra Psykhe usulca kalktı, kandili yaktı ve sevdiği adamın yüzüne baktı. O kadar güzeldi ki! O bu güzelliğe dalmışken kandilden damlayan bir damla Eros’un omzuna düştü. Can acısıyla uyanan Eros her şeyi anladı ve sarayı terk etti. Bundan sonra Psykhe Eros’u bulmak için dünyayı gezer, dört bucağı arar. En sonunda Afrodit’e gider, yardımı için yalvarır. Afrodit Psykhe’nin burnunu sürtmek için türlü zor görevler verir. Türlü eziyetler eder ama Psykhe Eros’tan vazgeçmez, bütün görevleri yerine getirmeye çabalar. En sonunda Afrodit Psykhe’nin aşkına inanır. Bu arada Eros da dayanamamış ve geri dönmüştür. Zeus’un da izniyle bütün Olympos’luların katıldığı bir düğünle evlenirler. Hedone (haz) isimli bir kızları olur. Ve sonsuza dek mutlu yaşarlar… Eros yakışıklı aşk tanrısı ise, Psykhe de kelebek kanatlı bir prensestir artık. Bazı anlatılarda birtakım değişiklikler olsa da bu mutlu sonla biten bir aşk hikâyesidir. Louis Aragon’un dediklerinden çok çok zaman önce, mutlu aşklar da vardı demek… Aşk genelde insanın tüm dengesini bozsa da, o eşsizliği ile iyi ki gelmiştir dünyaya. Ne mutlu altın okla hiç değilse bir kerecik vurulanlara!

33


televizyon yazı: Mert Erbil

Seyir Teknolojileri:

Ne izlediğimiz değil, nasıl izlediğimiz Yabancı dizi ve film izleme deneyimi, belki de son 30 yılda farklı yaş grupları için bir alt kültür belirleyicisi oldu. Bu deneyimin geçmişten günümüze yolculuğu ise, temelinde bir mecradan başka bir mecraya zıplamayı içerirken, bu kültürün getirdikleri ve ortaya çıkardıkları da dönemin ruhuyla el ele ilerledi. Gelin birlikte geçmişten günümüze değişen “seyir teknolojilerini” hatırlarken, geldiğimiz noktaya da bir adım geriden bakalım.

Televizyon başına geçelim de izleyelim

B

enim de içinde olduğum 90’larda çocuk olanların, film ve dizi kültürünün gelişimi sırasında birkaç ikonik dönüm noktası ve sembol içerikler vardır. Bunların sanırım ilki, Whitney Houston ve Kevin Costner’ın oynadığı, aslında vasat bir film olan ama her pazar gecesi evlerde yankılanan The Bodyguard filminin unutulmaz şarkısı I Will Always Love You ve arkasından başlayan Pazar Gecesi Sineması’dır. Böylece koca bir kuşak yabancı filmlerle tanıştı ve aslında ne kadar farklı bir sinema kültürü olduğunu tattı. Pazar Gecesi Sineması’nın arkasına 2000’lerin başında hayatımıza giren CNBC-E furyasını koyarsak kimse itiraz etmeyecektir. Pay-TV dediğimiz, para karşılığında özel kanallara erişimi Cine 5 gibi dönemine göre süper pahalı olan alternatiflere göre çok

34

daha demokratikleştiren Kablo TV ile evlere giren CNBC-E, Seinfeld’den Six Feet Under’a, South Park’tan The Sopranos’a birçok farklı alanda uç kalitede prodüksiyonları evlerimize getirmiş oldu. Tabi böylece koca bir jenerasyon da artık yerli dizilere gereğinden fazla prim vermeye gerek olmadığını, üstelik oldukça kaliteli alternatiflerin de kolayca erişilebilir olduğunu anladı.

Televizyon yaşlı işi, dizi bilgisayardan izlenir

Hemen 2000’lerin ortasına zıplayalım. Artık yabancı dizilerden haberdar olan gençlerimiz, yepyeni bir diziyi duyar: Lost! İnanılmaz büyük bütçelerle çekilen, bir bölümü izledikten sonra diğer bölüme kadar bir hafta boyunca insanları kıvrandıran bir dizi duymaya başlamıştık, fakat ülkemizde maalesef yayını yoktu. İşte tam bu dönem, bir kuşağın hayatına “malum ortamlar” kavramının girdiği dönem

oluyor. Önce torrent ve P2P, sonrasında dizi siteleri derken artık ülkemizde resmi olarak yayınlanmasa da bir diziyi baştan sonra oturup tek seferde izlemek (yaptığımızın adının “binge-watching” olduğunu bilmezdik) veya dünyayla aynı anda bir diziyi takip etmek oldukça kolaylaşmış, hatta normal hale gelmişti. Dizi sitelerinin geçen yıllardaki popülerliğiyle birlikte, şimdi dönüp bakınca biraz Napster sorunuyla başlayıp iPod’un devleşmesiyle biten döneme de bir anlamda benzetilebilecek gelişmeler olmaya başladı. Artık dizi sitelerini bulmak, bu sitelerde reklamlardan sıyrılıp izleyebilmek, bölümlerde ve alt yazılarda sorun yaşamamak oldukça zorlaşmıştı. Bu durumun temel sebebi ise tabi ki maddiydi. Hem site sahiplerinin aldığı riske karşılık elde edeceği gelire odaklanması, hem de prodüksiyon şirketlerinin ve Türkiye’deki hak sahiplerinin bu sitelere savaş açması


bu durumu hızlandırdı. Tam da bu sıralarda ABD’de popüler olan bir firma yavaş yavaş ülkemizde de duyulmaya başlandı: Netflix.

Para önemli değil, kafam rahat olsun

Ülkemizin de içinde olduğu 130 ülkeyi kapsayan bir büyük açılışla 2016 yılında hayatımıza giren Netflix, aslında belki de CNBC-E zamanından beri unuttuğumuz bir kavramı hatırlattı: Kolaylık. Netflix ile birlikte özel ve seçilmiş içeriklerin yanı sıra, kullanıcı deneyimi de para ile satın alınabilir bir özellik olarak ortaya çıktı. Kaldığın yerden devam etme, farklı cihazlardan senkronize izleyebilme, oyun konsolları dahil birçok cihazdan, hatta akıllı TV üzerinden reklam vs. ile uğraşmadan içeriğe erişmek bir anda oldukça kıymetli hale geldi. Üstelik tam bu dönemde gerek operatörlerin desteklediği gerek globalden ülkemize açılan diğer dijital ürünler ile birlikte bir dijital

ürüne para ödemek de oldukça normal hale gelmişti. Bu uzun geçmişin sonunda, fark edilebileceği üzere her dönem kendi kolaylıklarıyla ortaya çıkarken bir süre sonra kendi sorunlarını da aynı şekilde ortaya çıkarıyor. 2016 yılından günümüze saralım: Artık hayatımızda Türkiye’de resmi şekilde varlığını sürdüren Netflix, Amazon Prime Video, beIN Connect, Puhu TV ve Blu TV gibi farklı gelir modellerine sahip olsa da üyelik karşılığı tüm içeriğe sınırsızca erişebileceğimiz birçok servis bulunuyor. Üstelik tüm bu servisler, prodüksiyon firmalarıyla yaptığı anlaşmalar gereği bazı içerikleri “exclusive” olarak sunarken, bir yandan da tabi ki kendi ürettikleri orijinal içerikleri de başka servislere vermiyor.

Ayda 15, 20, 10, 25... lira da para mı canım?

2019 sonu itibariyle, artık istediğimiz içeriğe kolayca

ulaşabilmek için bir tomar servisi kredi kartımıza çoktan bağladık bile. Üstelik kendi içinde oldukça cüzi miktarlar olmasına rağmen, toplayınca anlamlı bir “eğlence bütçesi” de ortaya çıkıyor. Pazarın hızla genişlediği, üstelik birim cüzdandaki eğlence payının da anlamlı şekilde arttığı bu ortamda haliyle hem platform hem de içerik üretici sayısı da geçmiş yıllara göre çılgınca artmış durumda. Bir yanda henüz ülkemizde olmasa da pazara en son giren “çok büyük abi” Disney, diğer yanda ise sabah akşam yeni içerik üreten mevcut platformlar var. Geçmiş yıllardaki gidişata bakarak, hem dijital servisler üstünden dizi-film tüketme döneminin, hem de mevcut oyuncuların geleceğiyle ilgili önemli bir virajda olduğumuz yorumunu yapabilmek mümkün. Şimdi pazara Disney gibi bir dev de girerken, bu viraj sonrası neler olabileceği

35


hakkında biraz tahmin yapalım.

İyi de bu dizi güzel bile değil ki, niye herkes konuşuyor?

Platformların artmasıyla birlikte neredeyse tüm dijital servis sağlayıcıları, orijinal içerik üretimine de girdi. Bu ilk başta kulağa çok hoş geliyordu ve yıllar içinde House of Cards’tan (Netflix) The Handmaid’s Tale (Hulu) ve Fleabag’e (Amazon) uzanan farklı dijital yayıncıların ürettiği birbirinden harika, ödüllü ve kült potansiyeli taşıyan prodüksiyonlarını izleme şansı bulduk. Yine prodüksiyon bütçelerinin artmasıyla birlikte birçok önemli yönetmenin şahane oyuncularla ürettiği filmleri de doğrudan dijital platformlara yönelik ürettiğini de görüyoruz. Bu anlamda geleneksel sinemacılık anlayışının değişmesiyle birlikte çok daha farklı varyasyonlar görmemiz de olası. Fakat bir de bu işin seri üretim tarafı var. Her işin seri üretime geçtiğinde (mecburen) bir miktar ruhunu kaybettiğini düşünürsek, üretilen çok sayıda içeriğin de geneline bakıldığında bir ruh kaybı görmek oldukça mümkün. Bunu başka bir şekilde yorumlarsak, artık gördüğümüz birçok orijinal içerik düpedüz vasat. Netflix bu konuyu, genelin beğeneceği yapıtlar üretmektense, küçük kitlelerin “çok beğeneceği” yapıtlar üretmeye yönelmekle açıklıyor. Her ne kadar hala çok kaliteli yapımlar dönem dönem aradan sıyrılsa da, bunların sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor ve elimizin altında kolayca erişebileceğimiz, pazarlama aktiviteleriyle birer popüler kültür unsuru haline gelen ama objektif gözle düpedüz vasat olan içerik sayısı da gitgide artıyor. Bu noktada ele alınması gereken bir diğer nokta da kuşkusuz stüdyoların ve bütçelerin

36


» YOK YA, NE VARSA ESKILERDE VAR Geçtiğimiz aylarda Friends’in haklarını Netflix’in kaybetmesi ve yıl sonunda kalkacağı haberi herkesi sarstı. Bir yanda, “Friends mi kaldı?” diyenler varken, aslında çok sayıda izleyeninin olduğu ve yayın haklarına oldukça yüklü bir para ödendiği de ortaya çıktı. Bu açıdan, sadece içerik üretiminin değil, aynı zamanda önemli bir varlık olarak değerlendirilebilecek olan yapımların da sahipliği oldukça önem kazanıyor diyebiliriz. Neticede, insan nostaljik bir hayvandır. Disney’in de bu durumun keçapı. Netflix ve Amazon gibi önde gelen servisler, görece küçük bütçelerle çevrilmiş yapıtlara global ortamda dağıtım gibi (aslında çok önemli olan) bir fırsat verirken, piyasaya girmesiyle birlikte işlerin değişeceğini düşündüğüm Disney+ halihazırda devasa hikayelere, evrenlere, oyunculara ve bunların hepsine dağıtabileceği yeterli bütçeye rahatlıkla sahip.

sinlikle farkında olduğunu, Disney+ çıkarken hangi içeriklere sahip olacağını gösteren 3 SAATTEN UZUN SÜREN tanıtım filmini gördükten sonra söylemek mümkün. Üstelik bu tanıtım filminde herhangi bir yapıma 15 saniyeden fazlası da ayrılmamıştı. 1800’lerden bugüne, Mickey Mouse’tan the Simpsons’a, Alaaddin’den Toy Story’e, Avengers’tan Star Wars’a birçok “varlığın” yegane sahibi olan Disney, sırf mevcut içerikleriyle bile yıllarca insanları mutlu edecek içeriği sağlıyor.

Küçük ve tatlı hikayelerimiz, merak ettiklerimiz

Dijital servisler dünyasına özellikle Disney’in girmesiyle birlikte çok sayıda alt evren hikayelerine şahit olacağız gibi duruyor. Marvel, Lucas Film ve Pixar gibi uzun yıllardır var olan, devasa evrenlere sahip olan Disney’in en önemli silahlarından birisinin de bu evrenlerde geçecek olan mikro

hikayeler olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün. Disney+ projesi henüz ortada yokken Netflix’te izlediğimiz Daredevil ve Jessica Jones gibi içeriklerin eriştiği kitle ve başarı ortadayken, Disney’in belki de sadece bu tarafa güvenerek dijital servis işine girmesi dahi anlaşılabilir. Disney+ platformunun çıkışıyla yayına başlayan, Star Wars evreninde geçen alternatif bir mikro hikaye olan The Mandalorian’ın fan kitlesi içinde karşılaştığı olumlu tepkiler de bunu kanıtlar nitelikte. Disney, şimdiden Marvel evreninin bir uzantısı olacak olan Hawkeye, Loki, WandaVision ve Falcon & Winter Soldier dizilerini duyurdu bile. Sinema filmleriyle başlayan evrenin dizilerle birlikte genişlemesi, merak edilen küçük hikayelerin anlatılması ve potansiyel evren kesişim öyküleriyle (crossover) tüm bu yapımlar şimdiden heyecanla beklenenler arasına girdi. Üstelik bu dizilerde oynayacak olan tüm karakterler de filmlerde oynayan, yüksek bütçeli oyuncuların var olduğu yapımlar. Dolayısıyla kalitenin de belli bir seviyede olması oldukça makul bir beklenti.

Kullanımlarımızla doyuyoruz

Önemli bir iletişim teorisi olan kullanımlar ve doyumlar teorisi, temelinde insanların iletişim ihtiyaçlarını karşılamak adına kaynağı seçtiğini savunur. Bunu günümüze uyarlarsak, sosyal varlığımızı doyurulması gereken bir ihtiyaç, yeni mecralardaki konuşulan prodüksiyonları da kaynak olarak görmek çok mümkün. Yani aslında popülerden sosyal hayvanlar olarak kaçışımız zor, zamanında trendi yakaladık ve neyse parası verelim dönemine hep birlikte geldik. Bir sonraki popüler şey ne olur, kendimizi torrent’ten Netflix’e, Disney+’tan Apple Arcade’e zıplarken nerede bulacağız, post-yeni medya dönemiyle birlikte göreceğiz.

37


Dergi biterken ne yapmalı? İşte önerilerimiz...

TOOL FEAR INOCULUM Volcano 13 yıl sessizliğin aradan yeniden stüdyodaki yerini alan Tool, Fear Inoculum ile tekrar kulaklarımızda. Birçok Tool albümü için hem müzikal hem de içerik için sarf edilen “sindirmek Albüm zaman ister” sözü bu albüm için bir anlamda Tool-severlerin koruyucusu oluyor diyebiliriz. Albümü dinleyip ortalama bir eleştiride bulunan eleştirmen sayısı yok gibi, ya göklerde tutuluyor ya da kendisi için “Tool tarihinin en kötü albümü ama yivizyon filmlerinde olunca sine de Tool, dinlenir” deniliyor. zi biraz yanıltabilir. Ocak ayınBunun bir ısınma albümü olup da vizyondaki filmler arasınolmadığını (eğer görecek olurda Oz Büyücüsü dendiğinde sak) bir sonraki albümü dinakla ne geliyor? Elbette ki Oz leyince anlayabileceğiz. ToBüyücüsü filmindeki Dorotol tarihinden kafamızı çevirip hy rolüyle ikonlaşan Judy GarFear Inoculum’a baktığımızland’ın hayatını anlatan Judy da benzer aksak ritimleri, gefilmi! Ama çok üzgünüz buraçişleri görüyoruz ve 10 dakidaki konumuz biraz başka ve kadan uzun 6 parça ve bunları başlık da aslında Fransa’da gebağlayan enstürmental parçaçen bir anne-kız konuşmasınlar var. Sürpriz aramamak ladan alınma. Geçen sene Shopzım. Pneuma, Invincible, 7em- lifters filmiyle Altın Palmiye pest öne çıkan parçalar fakat ödülünü alan Hirokazu Koalbümü Tool diskografisinin re-eda yine aile ve ilişkiler tepelerine taşımıyor, böyle bir üzerine bir filmle karşımıza çıamacı yok. Baştan söyleyelim, kıyor. “The truth” bizce nam-ı daha az agresif bir albüm, dadiğer “Saklı Gerçekler“ yine ha olgun, karanlık, sade yine bize bir aile bağlarını sorgulade temiz ve yanılmazsak datıyor ve bunu Japonya’nın dıha ruhani. Yaşlanmanın geşından, Fransa’dan yapıyor. tirdiği olgunluk (kimileri için Saklı Gerçekler aslında Film biraz da durgunluk) müziğe Ekimi’nde yer almıştı. Ancak yansımış durumda. Yine de 13 Türkiye’de vizyona girmesi 17 yıl sonra gelinen noktayı gruOcak tarihini buldu. Gerçi çok bun geçirdiği hukuki süreçda iyi oldu. Oscar filmlerinin lerden, Maynard James Keevizyona yağmasını beklediğinan’ın diğer projelerinden ve miz bu nazaran kısır günlerde Arizona’daki şarap bağından ilaç gibi geldi denilebilir. Kenbağımsız düşünmemek gerek. di adıma ilaç gibi gelme sebepÜretkenlik üzerinden Tool gibi leri Ethan Hawke ve Juliette müzikte yeni bir perde açmış Binoche iken filmin öne çıkgrubu eleştirirken biraz daha ma sebeplerinden biri aslındikkatli olmak ve bu zamana da Catherine Deneuve olarak kadar yaptıkları işleri de hatır- görülebilir. Hatta sevgili yölamak gerekiyor. -Rıza netmenimizin bu filmi zaten Catherine Deneuve’ya bir sayTHE TRUTH gı duruşunda bulunmak için Yönetmen: Kore-Eda çektiği taa Japonya’dan FranHirokazu sa’ya bunun için gittiği de riva“Sen o oyunda Dorothy miyyetler arasında yer alıyor. Son din?” Yazı bu başlıkla hem de sözü bir açıklamaya ayırmak

38

gerekiyor. Her ne kadar Hirokazu Kore-eda Japonya dışına çıkıp bizi şaşırtmış olsa da; filmde Catherine Deneuve’nün soğuk sarışın duruşunun annekız ilişkilerinde bile bozulmayışı bu hissi biraz dengeliyor. -G. Karahan

Sinema

THE FAREWELL Yönetmen: Lulu Wang Filmde, Lulu Wang aslında hepimiz için çok acıklı bir hikaye olan aile büyüğünü kaybetmenin hikayesini, kendi gerçek hikayesinden yola çıkarak anlatıyor. Bu duygusal ama hayatın içinden hikaye iyi oyunculuklarla da birleşince filmin ödüllü ve sevilen bir film olması kimseyi pek de şaşırtmıyor. Filmde Çinli-Amerikan başrol oyuncumuz ve tabii onun büyük ailesi büyük ninelerinin kanser olduğunu öğreniyor. Bu bize spoiler değil, ama ninenin bunu öğrenmemesi gerekiyor. Peki gerçekten öğrenmemesi mi gerekiyor? Billi, başrolümüz ninesi ile bu gerçeği paylaşmaktan yana. Film boyunca farketmeden kendinizi onla özdeşleştirebilirsiniz çünkü aslında bir rapçi olan Awkwafina (başrolümüz) rolünü yaşayarak oynamış. Eh bu oyunculuğu ile Altın küre ödüllerinde en iyi kadın oyuncu ödülünü de almış zaten. Filmde birbirine tutkuyla aşık (?) bir çiftin düğününü, bir ninenin ailesi bir araya geldiği için yaşadığı mutluluğu ve bu ailenin


Müzik, sinema, kitap, oyun, etkinlik ve mekan izlenimleri.

ninenin son günlerini onunla birlikte geçirme çabasını izleyeceksiniz. Bu biraz hüzünlü bir hikaye ama gülmeye de hazır olmanız gerek. -G. Karahan MURAT MENTEŞ ANTIKA TITANIK April Murat Menteş’in beş yıl beklettikten sonra kucağımıza bıraktığı “Antika Titanik” yaşlandığımı hissettirdi bana. Titanik’in bilinen macerasından tamamen uzak, yepyeni bir macera öğesi olarak arz-ı endam etmesi hoş, hoşluğuna; ama eğer koskoca Titanik’e “en iyi yardımcı kadın oyuncu rolü” biçtiyse Murat Menteş, bu pek anlaşılmıyor. Menteş’in alamet-i farikası isimler tanıdık bir yerde olduğumuz hissini artırıyor elbette. Refik Risk, Şifa Şavk, hele hele Ruhi Mücerret’ten hatırladığımız Avni Vav gibi kendi ahengini yaratan isimler yüzümüze bir gülümsemeyi koyuyor baştan. Ne yazık ki bu gülümseme benim gibi beklentisi yüksek okurun gözünü doyurmuyor. Her ne hal ise, bende yarattığı hüzünle karışık bir miktar hayal kırıklığı bir yana, bir geminin esas mekân olarak yer aldığı ilk bölüm, Titanik’i elle tutulur, gözle görülür, kamaralarına

Kitap

girilir bir transatlantik haline getiriyor. Belki son dönemde peş peşe ana sahnesi gemi olan kitaplar ve filmlere denk geldiğimden belki de Menteş’in anlatımının kıvamından, gemide yolculuk benim için kolay ve keyifli oldu. Sürekli sayılar içeren bilgileri hatırlayan Refik Risk hatırladıklarıyla sık sık gülümsetti. Şaşırdığım ve üzüldüğüm bilgilere de denk geldim elbette. Neyse ki bu istatistiklerin bir sonu vardı. Şifa Şavk’ın macerası, Refik Risk’in hayatından kesinlikle daha ilgi çekiciydi. Pekâlâ, fevkalade bir bilim kurguya dönüşebilecekken, komikli kurmaca kıvamında kalmasını Murat Menteş’in tercihinin bu yönde olmasına bağlamak istiyorum. Ve kitaptan zekice bir aforizmayla bitirmek istiyorum yazıyı: Johnny Depp’in söylediğini iddia ettiği bir söz var romanın kahramanlarından birinin: “Eğer iki kişiden hoşlanıyorsanız, ikinciyi seçin. Çünkü sevgiliniz yetseydi, ikinciyi bulmazdınız!” -Melis

görünür. Yakuza, Ronin, Karate, dövüş sanatları, datura… Filmlerde gördüğümüz Japonya da genelde hep bambaşka bir yüzünü gösterir bize. Ama gündelik hayatına dâhil olmak için ya bir süre orada yaşamak, ya da bir süre onlarla yaşamak gerekir. Ya da bazen bir kitap okumak… Çünkü aslında Japonlar da âşık olur, onlar da terk edilir, onlar da ilişki kuramaz, onlar da para sıkıntısı çeker, onlar da boşanır. Belki bizim kadar heyecanları görünmez, çok yakınlarındakiler bile anlamaz bazı şeyleri. Anlasa da yaşananları paylaşmadıkça karşıdaki bilmezden gelir. Yalnızlık mıdır bu, yoksa özel hayata saygı mı? Kawakami, gündelik hayatın içinde bir eskici dükkânında, aşkı, yalnızlığı, güveni, kaybetmeyi, terk edilmeyi, hayatın içinde oluşan küçük alışkanlıkları anlatıyor. Ama bu anlatı kesinlikle sıkıcı ya da tekdüze değil, her zaman pırıltılı bir ışıkla bizi sonraki sayfaya çağırıyor. -Melis

HIROMI KAWAKAMI NAKANO ESKICI DÜKKANI Domingo Japon kültürüne bakınca sanki gündelik hayat bizim gibi Akdenizli tabiata yakın insanlar için fazla sakin, fazla durağan

JEAN-CHRISTOPHE GRANGE ÖLÜLER DIYARI Doğan Kitap Paris’teyiz. Cinayet büro amiri Stéphane Corso, çılgın karısı Emiliya, dünyada her şeyden çok sevdiği oğlu Thaddée, amiri Catherine Bompart ve ekibi ile süregelen hayatını devam ettirirken bir cinayet araştırması için görevlendirilir. Ancak bir cinayet derken iki olur. Bir yandan boşanmanın eşiğinde ve çocuğunun velayetinin peşinde bir baba, bir yandan geçmişinin karanlık sokakları ve bunlar yetmezmiş gibi seri cinayetler... İpuçları ekibi Philippe Sobieski’ye götürür. Goya hayranı bir ressam, taciz – tecavüz suçlarıyla bezeli suç geçmişi ile pervasız bir kötü tohum gibi görünen Sobieski cinayetler için bir numaralı namzettir. Ancak deliller bir türlü doğrudan katile götürmez ekibi. Corso kısa sürede Sobieski’yi bir takıntı haline

39


getirir ve gerektiğinde kuralları çiğneyerek ressamın peşine düşer. Gerisi, kitabın okurları için sürprizli kalmalı… Goya, sanat tarihi, sado – mazo ilişkiler, Paris’in kentsel dönüşümü gibi pek çok farklı konuyu bir arada arka fona yerleştiren kitap, Grange’nin bana sorarsanız Şeytan Yemini’nden sonra en iyi kitabı. -Melis AKŞAM YEMEĞI BURSA DT Yazan: Herman Koch Bursa Devlet Tiyatrosu’nun oynadığı Herman Koch’un aynı isimli eserinden Kess Prins’in uyarladığı oyun gerçek bir olaydan yola çıkılarak yazılmış. İkisi kuzen üç genç bir bankamatikte evsiz bir kadınla karşılaşır ve kadını vahşice öldürürler. Olay Hollanda’da duyulunca failler aranmaya başlar. Çocuklardan birinin babası kamera görüntülerinden oğlunu tanımıştır. Ebeveynler bir akşam yemeğinde toplanır. Oyun bir yandan hayata karşı duruşlarını, bir yandan çocuklarının durumunu, onları korumak için neleri çiğneyeceklerini, ne kadar ileri gideceklerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. Bu sezon ilk defa sahneye konan “Akşam Yemeği” şiddeti, toplumsal kabulleri, aile korumacılığı ile kayırmacılık arasındaki sınırı, aile terbiyesinin hayatları nasıl etkilediğini sorgulamaya çağırıyor izleyiciyi. Oyun boyunca cinayeti işleyen gençleri hiç görmememize rağmen ebeveynlerinin davranışlarından

Sahne

bu barbarca cinayeti işlerken neyi, nasıl yapmış olduklarını az çok gözümüzde canlandırabiliyoruz. Öte yandan iki kardeşin ve eşlerinin birbirleri ile ilişkilerinin baskı altında ortaya konan davranışlara etkisini de görmek mümkün dikkatli seyirci için. Tarih öğretmeni Paul ve politikacı olan ağabeyi Serge’nin çocukluktan gelen yıpranmış ilişkileri bir yandan, Paul’ün gergin ruh hali diğer yandan onları sağlıklı bir diyalog kurmaktan uzaklaştırıyor. Öte yandan bunun sadece kendi ilişkileri değil hayata karşı duruşlarıyla ilgili olduğunu da çok geçmeden anlıyoruz. Aile içi ilişkilerin yıpranmışlığı, bireylerin toplumsal olaylara bakışı, annelerin çocukları bazen olmayacak koşullar altında bile korumaya çalışması gibi detayları ustaca yakalayan oyunda ilginç noktalardan biri de en sağduyulu, en ahlaklı görünen karakterin politikacı ağabey olması. Bizim gibi politikacılara güvenin zayıf olduğu bir toplum bu oyunu izlerken en ahlaklı karakterin politikacı olması oldukça şaşırtıcı bir detay. Peki, sonunda ne yapıyorlar derseniz, onu da izleyiciye bırakalım… -Melis ALICE MÜZIKALI BKM Yönetmen: Serdar Biliş Yoksa sen hala izlemedin mi? Öyle ise acele et, belki son oyuna yetişebilirsin! Geçen sene bu zamanlar yer gök Alice

40

Müzikali’nin tanıtımı ile yıkılıyordu hatırladınız mı? Gerek ünlü oyuncuları, gerek sosyal medyadaki tanıtım gücü, gerekse de şu ana kadar yapılmış en büyük prodüksiyonlu Türk müzikali olma iddiası ile Alice, 07 Şubat 2018’de Zorlu PSM’de sahne almıştı. Bu sezon sonu ise perdelerini temelli kapatıyor. Yılbaşı öncesi yapılan tanıtımlarda son 20 oyun olduğunu özellikle belirtilen Alice Müzikali’ni izlemek için hala çok geç değil. Ocak ve Şubat ayı biletleri satışa çıktı. Biletix üzerinden satın alabilirsiniz. Hoş, biletlerin pahalı olmasına rağmen hızla tükendiğini düşünürseniz elinizi çabuk tutun derim. Peki izleyelim de, gerçekten bunca ilgiyi hak ediyor mu? Eğer müzikal seviyorsanız, bence seversiniz. Ben sevdim. Tabii bunun biraz da beklentiyi düşük tutmakla ilgisi vardı ne yalan söyleyeyim. Alice’in serbest bir uyarlaması olan bu müzikali klasik hikaye ile ve ya Zorlu’da daha önce sahnelenen yabancı müzikaller ile kıyaslarsanız hayal kırıklığına uğrayabilirsiniz. Oysa keyifli bir akşam geçirmek, Enis Arıkan’ın sahnedeki o sonsuz enerjisini ve de Serenay Sarıkaya’nın berrak sesini canlı izlemek isterseniz, beklemeyin hemen biletinizi ayırtın. Yıllar sonra ben de oradaydım, canlı izlemiştim diyeceğiniz bir anınız olur. Ne dersiniz? -G. Gökçimen


BIR BABA HAMLET BABA SAHNE Yazan: Sebastian Seidel Şevket Çoruh ve Murat Akkoyunlu’nun rollerini paylaştığı Bir Baba Hamlet, Shakespeare’in meşhur oyununu sahneye koymak isteyen iki oyuncunun çabalarını sahneliyor. Şevket Çoruh’un oynadığı karakter Shakespeare dönemi tiyatrosuna özlem duyan, o dönemleri tekrar canlandıracak bir oyun sahneleme aşkıyla yanıp tutuşan bir karakter. Ama Murat Akkoyunlu’nun oynadığı partneri olduğu sürece Çoruh’un işi kolay değil. Çünkü Akkoyunlu’nun oynadığı karakter de müzikallere takıntılı. Öbürünün geleneksel drama kurallarını sürekli olarak aralara şarkılar sıkıştırarak sabote ediyor. Gönlü müzikal bir Hamlet hikayesinden yana.

Oyunun başlıca çatışması bu iki farklı yönelimden ortaya çıkıyor. Yine de bütün gerilla müzikal hareketliliğine karşın kontrol Şevket Çoruh’ta, ara sıra verdiği tavizlere rağmen oyun onun istediği gibi ilerliyor. Performans olarak Murat Akkoyunlu’nun hiç aşağı kalır yanı yok, çoğu kadın olmak üzere birçok rol arasında geçişler yapıyor. Bir Baba Hamlet’te Danimarka’nın arkasına sığınarak yapılmış Türkiye eleştirileri de var. Ama çaktırmayın, olaylar Danimarka Krallığı’nda geçiyor. -Alper LADIES, WINE AND DESIGN New Yorklu Kreatif Direktör Jessica Walsh, sıra dışı bir girişimde bulunuyor ve bunun sesi Türkiye’ye, İstanbul’a kadar geliyor. Pek çok sektörde

Buluşma

olduğu gibi reklamcılık endüstrisinde de görülen cinsiyet eşitsizliğinin yanında kadınların birbirlerine uyguladıkları psikolojik şiddete vurgu yapıyor. Hepimiz iş hayatında ya bizzat kendimiz yaşamışızdır ya da tanık olmuşuzdur; bir kadının bir başka kadın üzerinde gücünü hissettirdiğine ya da karşı cins tarafından yeteneklerinin görmezden gelindiğine... Jessica Walsh da bu durumdan yakınmayı artık bir kenara bırakıp harekete geçiyor. Önceleri küçük bir grupla başladığı ve şarap eşliğinde sohbet edip dertleşmeyi geleneksel bir hale getiriyor ve etkisi o kadar çok yayılıyor ki Brighton, Philadelphia, Birmingham, Hamburg, Dallas ve İstanbul gibi pek çok lokasyona yayılıyor. Türkiye’de de Dilruba Balak ile başladığı yolculuğa Dilem Serbest, Merve Dinç ve Büşra Gezer ile devam ediyor. Ladies, Wine & Design İstanbul’daki hareketlerine yaratıcı sektörde aktif olarak rol alan ya da rol almak isteyen kadınları birleştiriyor. İş hayatında yaşadıkları sorunlara çözüm odaklı ulaşmaya çalışan topluluk, aynı zamanda atölyeler de düzenliyor. Son olarak 6 Şubat’ta Bina’da gerçekleşen etkinliklerinde ‘fam illustrations’ı ağırlayan Ladies, Wine & Design; kadınları birleştiren, bir araya getirip güçlerini keşfetmelerini sağlayan programlar hazırlamaya devam ediyor. -Kamer

41


Muhtelif Mekan:

Yeldeğirmeni’nde Saklı Bir Köşe

yazı: Gözde Gökçimen

Kadıköy’ün yeni gözdesi Yeldeğirmeni’nin ara sokaklarında bir vegan mutfak. Dostlarla buluşmak için sıcacık bir mekan, yeni lezzetler denemek için bir şans, hem de sokaktaki canlar için sığınacak bir liman. Daha ne istenir ki!

M

uhtelif Mekan’ı ilk kez sevgili Özgür Turan’ın Instagram’daki bir paylaşımında görmüş, gidilecek yerler listesi için kendime not almıştım. Sadece not almakla kalmadım tabii ki, takibe de aldım. Takibe alınca her gün yaptıkları paylaşımlarla daha gitmeden sevmeye başladım. Nasıl sevmeyeyim, paylaştıkları güzel yemekler bir yana, sokak kedilerini aileden biri gibi gören bir mekan vardı karşımda. Her birine çocuklarımız diyen, kaybolduklarında bir anne paniği ile telaşlanan, ellerinden gelenin en iyisi ile bu canlara kucak açan bir yer. Paylaşılan her hikaye ile merakım giderek arttı ve gitmem farz oldu. İşte karşınızda Yeldeğirmeni’nin gizli hazinesi…

Muhtelif Mekan’ın kendine has bir enerjisi var, kapısından içeri girdiğinize bunu hissediyorsunuz.

Kocaman, yeşil, cam bir kapı. Sokağı izleyebileceğiniz ve tavana kadar uzanan camlardan içeri giren ışık. Yüksek tavanlar, hasır aydınlatmalar, mermer ve ahşapın uyumundan gelen ahenk. Kapı önünde, Avrupa’da benzerlerini göreceğiniz mini masalar. Hepsi kendi içinde uyumlu ve sakin, mekanın özünü yansıtan bir dekorasyon. Yemeklerin hazırlanışını izleyebileceğiniz açık bir mutfak, birbirinden lezzetli tatlıların sergilendiği mini bir camekan. Raflarda kitaplar, arkada huzurla çalan ve muhabbetinizi bastırmayacak bir müzik. Menüye gelirsek, kahvaltısı bir yana mekan Lah-ma-cun, İskender ve de dolmaları ile öne çıkıyor. Hatta isterseniz muhtelif tabağı deneyip, ortaya karışık da yapabilirsiniz. Ya da çok aç değilseniz, yarım tabak söyleyebilirsiniz. Ama ne yalan söyleyeyim ben gözüm her zaman tatlılarda.

Günlük olarak hazırlanan pastalar, raw tatlılar ve kurabiyeler aklımı başımdan alıyor. Hem de önceden sipariş vererek bu pastaları bütün olarak satın alabiliyorsunuz. Doğum günleri için şahane bir alternatif olmaz mı sizce de? Muhtelif Mekan, huzurlu bir devinim halinde. Evet masa sayısı az, en dolu hali belki 20 kişilik. Ama müdavimleri burayı yalnız bırakmıyor. Ve tabii kediler de. Mekanın kapısı kedilere hep açık. O yüzden yan koltuğunuzda uyuyan bir tekir, ayak altınızda kıvrılmış bir sarman veya kapının üstüne yatmış bir dumanla karşılaşmanız çok normal. Eğer uslu bir şirin olursanız, kendilerini sevdirmeye de izin veriyorlar. Kendine has bir ruhu olan mekanları seviyorum. Muhtelif Mekan da böyle bir işletme. Malum vegan mutfak dendiğinde kaşlar önce bir kalkıyor. Önyargıları yıktığımızda ise ne kadar keyifli ve de lezzetli olabileceğini görüyoruz. İşte olay, o önyargıları yıkma anında gerçekleşiyor. Bu nedenle bu hafta sonu kendiniz için iyi bir şey yapın, önyargılarınızı bir tarafa bırakın. İster dostlarınızla, ister tek başınıza Muhtelif Mekan’a uğrayın. Kahvenizi söyleyip, muhteşem tatlılar arasından seçim yaparken arkanıza yaslanın ve hayatın akışının tadını çıkarın.

42


43



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.