Boo! İkinci Dönem, Sayı 1

Page 1

ikinci dönem, sayı: 1 15 ekim - 15 kasım 2011

başta sinema olmak üzere,

Post Apokaliptik Felaket Takıntısı

röportajlar:

Kırmızı Ayça Yaşıt

ayın fotoğrafçı konuğu:

Emrah Altınok

etraflıca incelemeler:

This Is Spinal Tap Rise of the Planet of the Apes Deus Ex: Human Revolution

Oğuz Atay Franz Kafka Afrodit Queen Slowdive



Önsöz “Bir Daha Yaz Boo!” Selam, yine biz. İki yıl öyle dergisizce dolaşmak başımıza vurdu, biz de ekibi yeniden toparladık. Toparladık derken, lafın gelişi değil elbet. Boo!’nun önceki 4 yıllık hayatında dergimize imzasını atmış 80 küsur kişi içerisinden ulaşabildiklerimize “Ekibi yeniden topluyoruz!” dedik ve 24 kişiyi bir araya getirmeyi başardık. Dolayısıyla bu geri dönüş, tam anlamıyla bir geri dönüş oldu! Kadroda iki tane de dergiye ilk kez imzasını konduran isim var. Daha fazlasının peşinde koşmadık, hatta Ağustos ayında tek tük fire verenler olmadan evvel kadromuz o kadar tıklım tıklımdı ki, Yekta Kopan, Doğan Hızlan, Murat Beşer gibi isimler bile başvursa iki üç kere düşünecektik! Boş Durmayanlar Son iki yılda dergisiz kaldık, ama boş boş gezinmedik yine de. Mesela ben, en son 46 numaralı sayımızı yayınladıktan hemen sonra Blue Jean’in yanında gelen Headbang dergisinde yazmaya başladım, o gündür yazıyorum. Gökçe’nin Güncel Sanat dergisi, Gülin’in Varlık dergisi, Esin’in OK! dergisi, Mert Günhan’ın Müsvedde dergisinde yazıları yayınlandı. Merve bir ara Milta Bodrum Marina dergisinin editörüydü, geçen ay da Kedici dergisinde yazmaya başladı. Melis boş durmamak için bir internet dergisine başvurdu ama, tam o ay dergiyi yöneten çift ayrılınca yazma hevesi kursağında kaldı. Soner ise geçtiğimiz ay Oyungezer dergisiyle görüşmeler içerisindeydi çizerlik için. Yazmak çizmek konusunda paslanmamak yetmedi, 15 dakikalık şöhretin peşinden de koşturduk bu geçen iki yılda. Gülin’i Kanal 1 ve Bloomberg HT’de yayınlanan Kelime Oyunu yarışmasında, Mert Günhan’ı ise Muhabbet Kralı’nda gördük. Bana 15 dakika fazla geldi, TRT Radyo 1’e Boo!’yu temsilen 10 dakikalığına konuk oldum. 10 dakika içerisinde 534 kere “işte” kelimesini sarf ettiğim ses kaydına, internet sitemiz oturduğu zaman ulaşabilirsiniz. Kendini Gerçekleştirenler En son giderken, dergi bir daha mesleğimize dönüşmedikçe, geri dönmeyeceğimizi söylemiştik. Dayanamadık, döndük. Olaylar şöyle gelişti: Geçen yıl tümüyle tek başıma bir dergi yapmaya kalkıştım, 6 ayda bir çıkaracak bile olsam bu işin böyle olmayacağını anlayıp vazgeçtim. Bir yandan da blog haricinde istediğimi istediğim gibi yazabileceğim bir ortam ihtiyacı duymaya başlayınca, Adobe Indesign programını kullanabildiğimi anlayınca, bir ekiple yeniden dergi çıkarmak için gerekli motivasyon hazır oldu. Ve tabi ki, bu ikinci dönemde, öncekinden çok daha farklı şeyler tecrübe edecek olmamızın garantisi… Biz artık bir internet dergisi değiliz. Sayfaları sanki yarın matbaada dergiyi basacakmışız gibi hazırlıyoruz. Ama paramız olmadığı için basmak yerine internet üzerinden yayınlıyoruz. Hala ofisimiz de yok. Dergicilik de mesleğimiz değil. Elimizde yine sadece motivasyonumuzla ve hayallerimizle yola çıktık. Kendini keşfetme yaşı geldi de geçiyor bile, bir itirazı olan yoksa ve bir son dakika keşfine maruz kalmazsak, bu hayatı başkasının istediği işlerin peşinden koşarak yapmanın haricinde kendimizi gerçekleştirebileceğimiz, üretimde bulunabileceğimiz en uygun yeteneğin üzerine, yazı yazma ve yayın çıkarmaya yoğunlaşıyoruz. Boo!’nun ikinci dönemine bunun için başlıyoruz. Ana akım medyanın sosyetik, içi boş, tüketime yönelik, dedikoduyla dolu içerik sunma alışkanlığına karşılık, gönlümüzden geçen bir medya tarzının prototipini, denemelerini uygulamaya yönelik arayışlar içerisinde olacağız. “Halk bunu istiyor” bahanesi bizim için geçerli değil. Bu dergiyi açtığınız zaman biz ne yazıyorsak onu okuyacaksınız! Bütün yayınlar vaktiyle bunu ilke edinseydi, şimdi piyasada cesur bir dergi olmanın bedeli birkaç sayı sonra kapanmak olmayacak, dergi reyonlarında çok daha besleyici mecmualar sergilenecekti. İlk dönemimiz 46 sayı sürdü, içinde bulunduğumuz zamanı ise “İkinci Dönem” kelimeleriyle adlandırıyoruz. İsmimiz ve tarzımız aynı kaldı ama, şeklen çok değiştiğimiz için saymaya 47’den devam etmek yerine yine en baştan başlıyoruz, başına “İkinci Dönem” sıfatını koyarak. “İkinci dönem, sayı 1” veya “ikinci dönem, sayı 2”, veya daha nicesi… Bu sefer ne kadar devam ederiz, yine 4 yıla merdiven dayar mı yoksa 4-5 sayının ardından kepenkleri yine kapatır mıyız, ya da işleri gerçekten büyütüp Boo!’yu mesleğimiz haline getirebilir miyiz bilemiyorum. Ama şu an ilk sayı yayınlanmadan evvel yazmakta olduğum son satırlar esnasında, ortaya koyduğumuz eserin keyfini çıkarma aşamasına geçmek için sabırsızlanıyorum. İyi seyirler! Alper Demirci

Elmo “Boo!” diyor, siz de deyin...

Bize Yazın! Yazın ki bizim de bir “okur mektupları” sayfamız olsun. Aklınıza takılan soruları yazın, dergiyle ilgili yorumlarınızı, eleştirilerinizi, önerilerinizi yazın. Hal hatır yazın. boo@boodergi.com şeklinde adresimiz. PK bilmemkaçlı bir adres alana kadar e-posta ile idare edelim, sonrasında hakiki mektupları da bekleriz! 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 3


Ne Var Bu Ay?

15 Ekim 15 Kasım 2011 Dönem: 2 Sayı: 1

56

50

Slowdive

Oğuz Atay

Readingli shoegaze grubu Slowdive’ın kısa kariyerini uzun uzun inceliyoruz.

Kendine incir çekirdeğinden dertler edinen Oğuz Atay’ı anlatarak bir borcumuzu kapatıyoruz.

26

28

48

32

Kırmızı

Ayça Yaşıt

Afrodit

Emrah Altınok

Dizin 1001 Belgesel Film Festivali, sf. 24 Açık Tenis Turnuvaları, sf. 47 Afrodit, sf. 48 Ayça Yaşıt, sf. 28 4 | Boo! Sayı: 1

Deus Ex: Human Revolution, sf. 72 Dijital Günahlar, sf. 30 Emrah Altınok, sf. 32 Fotoğrafta Gerçeklik Masalı, sf. 40 Franz Kafka, sf. 80 Istanbul Design Week, sf. 23

Karaoke, sf. 59 Kent ve İnsan, sf. 42 Kırmızı, sf. 26 Oğuz Atay, sf. 50 Pecha Kucha Night, sf. 22 Post Apokaliptik Felaketler, sf. 44 Queen, sf. 54 Rise of the Planet of the

Apes, sf. 76 Slowdive, sf. 56 This Is Spinal Tap, sf. 70 Güncel, sf. 6 Ajanda, sf. 15 Sandık, sf. 36 Raftaki, sf. 60


Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Alper Demirci Yazı İşleri Müdürü Melis Mine Şener Koordinatörler Ali Hıdımoğlu Armağan Kanca

Muhabirler Gökçe Altınbay Günhan Oral İllüstrasyon Ersin Karakoç Soner Aktaş

36

65

Yılmaz Zafer

Doğu Yücel

Avlular Akbank Caz Festivali, sf. 18 Baraka Kafe, sf. 10 Bir Zamanlar Anadolu’da, sf. 62 Björk - Biophilia, sf. 69 Brett Anderson - Black Rainbows, sf. 68 Bush - The Sea of Memories, sf. 69 Cut/Copy - Zonoscope, sf. 68 Das Racist - Relax, sf. 69 Konuk Kitaplığı: Doğu Yücel, sf. 65 Efes Pilsen Blues Festival, sf. 16 Elite Gymnastics - Ruin, sf. 68 Eurobasket 2001, sf. 37 Film Ekimi, sf. 19 Final Destination 5, sf. 62 Friends With Benefits, sf. 61 From Dust, sf. 67 Gültekin Kaan - 1001 Divan, sf. 69 Hard Reset, sf. 67 Hey Dergisi, sf. 37 İnsansılar, sf. 64 Kasabian - Velociraptor!, sf. 69 Miles Kane - Colour of the Trap, sf. 69 ODTÜ Oyuncuları, sf. 11

Öksüzler, sf. 20 Paradoks, sf. 14 RHCP - I’m With You, sf. 60 Salon İKSV, sf. 21 Tek Akorlu Mucizeler: Punk Rock’ın Anlamı ve Gücü, sf. 64 Efsane Sahne: The Fountain, sf. 63 The Weeknd - House of Balloons, sf. 68 Türkiye’de Grup Müziği: 1980’ler, sf. 61 Uçan Spagetti Canavarının Kutsal Kitabı, sf. 64 White Lion, sf. 21 Yılmaz Zafer, sf. 36

1 Çocukluk Yaptım, sf. 38 5 Yıl Evvel Boo!, sf. 36 80’ler Alfabesi, sf. 37 Kara Bant, sf. 66 Küstah, sf. 12 N’aptın Müdür?, sf. 66 Spoilar, sf. 9 Tarihte Bu Ay, sf. 36 Yemek, sf. 8

Bu Sayıda Yazanlar Alper Kara, Ant Uğurdağ, Aslı Alkan, Atıl Yücel, Burak Sayın, Büke Sevindi Tanır, Ceyda Zeynep Koyuncu, Esin Tekbaş, Furkan Emir, Gözde Karahan, Gülin Enüst, Irmak Keskin, Mert Erbil, Mert Günhan, Merve Sevinç, Sinan Yorulmaz, Şener Soysal.

Boo! Aylık kültür-sanat dergisi. Parası olmadığı için internetten yayın yapar. Internetten yayın yapan dergiler arasında en uzun ömürlü olanıdır. Mühim adresler: http://boodergi.com http://issuu.com/boodergi http://facebook.com/boodergi http.//twitter.com/boodergi http://myspace.com/boodergi Dergide imzası belirtilen tüm yazılar ile röportajlarda konukların söyledikleri, kişilerin kendilerine ait düşünceleridir ve derginin görüşü olarak kabul edilemez. Her türlü görüş, öneri, eleştiri, teklif (öhöm, iş teklifi, reklam teklifi falan) için e-posta adresi: boo@boodergi.com 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 5


Güncel

Yakın geçmişten, günümüzden ve “günümüz” diyebileceğimiz günlerden manzaraların yeri burası: Röportajlar, etkinlikler, gelişmeler...

Devlet Tiyatroları Yeni Sezonu Açtı Tarihler 1 Ekim’i gösterdiğinde yurt çapındaki Devlet Tiyatroları da 2011-2012 sezonunu açarak takipçileriyle yeni oyunlarını paylaştılar, önümüzdeki günlerde de prömiyerleri yapılacak oyunlar sırada bekliyor. 18 Ekim Salı günü Ankara’da Figaro, İzmir’de Yerin Altında ve Anam Bacım Avradım, 20 Ekim’de ise İstanbul’da Yanık ve Konya’da Kulaktan KulağaCarrar Ana’nın Silahları isimli oyunlar ilk defa izleyicilerin karşısına çıkacaklar. Genel programda Gaziantep, Malatya, Elazığ, Samsun, Çorum, Zonguldak ve Kahramanmaraş kendi ekibine sahip olmasa da ay boyunca diğer illerdeki oyuncuların gerçekleştireceği oyunlara ev sahipliği yapacak şekilde görünüyor. Bunun haricinde Rize, Sakarya, Bolu ve Aydın’da yaşayan tiyatro severler sırasıyla 25 Ekim, 25 Ekim, 26 Ekim ve 28 Ekim’i not almalılar, turnelerden birer oyuna ev sahipliği yapacaklar. Bu sezonun dikkat çeken olaylarından biri ise Aziz Nesin’in kaleme aldığı Ne Dersin Azi-

Astronomik bilet fiyatlarına sahip Yeni Medya Düzeni konferansı 5 Ekim’de gerçekleşti. Assagne video konferans için ekranda belirince salonda alkış koptu.

zim oyununun, İsveç’in Stokholm ve Göteborg kentlerinde sergilenmiş olmasıydı hiç kuşkusuz. İsveç’te yaşayan Türk vatandaşlarının yoğun ilgisiyle karşılanan oyun, burada da yoğun bir ilgiye maruz kalmıştı zaten ki, 4 sezondur da gös-

terimdeydi. Yeni sezonda internet sitesini ve biletlerini yenileyen Devlet Tiyatroları’nın programına devtiyatro.gov.tr adresinden yaşadığınız kenti bularak erişebilirsiniz.

Boo!’ya duyuru yollayın! Etkinlik mi düzenliyorsunuz? Haberiniz mi var? Yeni bir şey mi çıktı? Duyurmak için boo@boodergi. com adresine e-posta atıyorsunuz. Yerimiz yettiğince duyuruyoruz. 6 | Boo! Sayı: 1

Geçen Ay...

Geçtiğimiz ay içerisinde ucu kültüre ve sosyal mevzulara dokunan olaylardan kesitler: Bir ara gündemi meşgul eden olay, Fenerbahçe’nin bir maçını tümüyle kadınlar ve çocuklardan oluşan seyircilerinin önünde oynamasıydı. Kimi bu tip bir uygulama sonucu bütün stadyumun doldurulmasını “kadının zaferi” edebiyatıyla gurur meselesi yapmaktaydı ancak gözden kaçırdığı şey, pozitif ayrımcılık yapılırken gözün çıkarılmış olmasıydı. Stadyuma kadınlar ve çocuklar güya, takımlarına ceza olsun diye alınmışlardı. Boş tribünlerin muadili olarak onlar görülmüştü. Yönetim kadrolarında hep erkeklerin bulunduğu kulüplerin ve federasyonun ataerkil eğilimlerini pratiğe döken uygulamayla alt metinde ikinci sınıf vatandaş kategorisine sokulmuşlardı. Bu oyunun bir parçası olup ondan sonra “Kadınların farkını gösterdik!” diye kendince gururlu havalara giren kadınlara daha ne denmeli?

Geçtiğimiz günlerde başlayıp biten 48. Altın Portakal Film Festivali’ni bu yıl gündeme oturtan konu, ödül töreninde Rutkay Aziz’in yaptığı konuşma oldu. Ertesi gün internette konuşmanın videosu çoğunluk tarafından paylaşılıp yayıldı. Aziz’in ne demek istediği hakkında 5 dakika durup düşünmek istemeyenler ise konuyu banka reklamında oynamasına, konuşmasındaki “biz sanatçılar” vurgusuna ve izlemediği filmlerdeki, oyunlardaki performansına çekerek içinde bulundukları atalete gelen bir müdahaleyi daha savuşturmayı başardılar.


GÜNCEL

Gitar Cafe Ekim Programı Kadıköy’deki Gitar Cafe bu ay boyunca müdavimlerini ve müdavimliğe aday konuklarını canlı müzik performanslarıyla buluşturmaya devam ediyor. Ekim ayı sonuna kadar kalan program ise şu şekilde: 16 Ekim Pazar: Alli Banda 18 Ekim Salı: Nisos 20 Ekim Perşembe: Orhan Osman 21 Ekim Cuma: Perapolis 22 Ekim Cumartesi: Mutlak Sessizlik

26 Ekim Çarşamba: Laterna 28 Ekim Cuma: Melisma Bu dinletilerin haricinde aynı zamanda ay boyunca resim, müzik ve dil gibi konularda çeşitli atölyeler de gerçekleşmekte. gitarcafe.com adresinde ayrıntılar bulunabilir.

Bienale Devam Uluslararası İstanbul Bienali bu sene “İsimsiz” başlığıyla 12. açılışını yapıyor. Türkiye’de yılın en önemli sanat etkinliği olarak gösterilen bienale ilgi yine çok büyük. Bienalin küratörleri Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann, bienalin başlığını belirlerken Felix Gonzales-Torres’in isimsiz konseptini ele alarak “İsimsiz” (Soyutlama), “İsimsiz” (Ross), “İsimsiz” (Pasaport), “İsimsiz” (Tarih), “İsimsiz” (Ateşli Silahla Ölüm) isimli beş karma sergi ve 50’den fazla kişisel sergiye bienalde yer veriyor. 1965 yılında Rio de Janeiro’da doğmuş olan Adriano Pedrosa, bugüne kadar Artforum, Exit, Frieze gibi sanat yayınlarında makaleler yayımlamış, birçok bienalde küratörlük yapmış. PIESP direktörlüğünü yapmakta olan Pedrosa, 24. Sao Paulo Bienali yardımcı küratörlüğünü, 27. Sao Paolo Bienali eş küratörlüğünü, 2001-2003 yıllarında Belo Horizonte’deki Museu de Arte da Pampulha ve 31. Panorama da Arte Brasileira’nın küratörlüklerini ve 2009 yılında yapılan 2. Poli/Grafica Trienali’nin sanat direktörlüğünü üstlendi.

Jens Hoffmann ise 1974 yılında Costa Rica’da doğmuş ve şu anda CCA Wattis Institute for Contemporary Arts’ın direktörlüğünü yürütüyor. The Exhibitionist: A Journal for Exhibition Making dergisinin kurucu editörü olan Hoffmann, Documenta X, 1. Berlin Bienali ve 9. Lyon Bienali gibi birçok sergide yer aldı. 2007 yılından beri Koç Holding sponsorluğunda gerçekleşen bienal, Vehbi Koç tarafından 3 Ekim 1980 tarihinde Kenan Evren’e gönderilen “Emrinize Amadeyim”li mektubun yer aldığı kazı kazan şeklinde hazırlanan bienal kartlarıyla Kamusal Sanat Laboratuvarı tarafından protesto edildi. “On yıl boyunca bir dize şiiri, bir paragraf romanı, bir muhalif resmi işkencelerde, cezaevlerinde sanatçıların burunlarından fitil fitil getiren bir güç hangi sanata destek çıkar?” Benzer olarak 12 Eylül – 8 Ekim tarihleri arasında Ardan Özmenoğlu’nın I’m not a biennial artist sergisi vardı. 12. Bienal başvurusu reddedilen Özmenoğlu sergisinde “Bienal sanatçısı kimdir? Nasıldır?

ADAP Ekim geldi, tiyatro sezonu açıldı. Oyunlara teşriflerimiz başlamadan evvel tiyatroda neler yapılır, neler yapılmaz hatırlıyoruz. Bilenlerin bilmeyenlere ve bilip de uymayanlara anlatmasıdır bu, adap sahibi okurlar için yeni bir şey yok elbet: -Oyun başladıktan sonra salona girilmez. İzleyiciler, ışıklar sönmeden yerlerini almalıdır. -Oyun başlamadan evvel cep telefonlarının kapalı ya da sessiz durumda olmasına dikkat edilmelidir. Kol saatinin alarmını da söndürünüz. -Oyuncular sahnedeyken sağınızdaki solunuzdakilerle asgari miktarda fısıldaşınız. -Öksürüklere, hapşırıklara boğulan seyircinin, önündeki koltuğun dibine eğilerek dikkat dağıtmamaya çalışması hoş bir düşüncedir. -Tiyatroda, televizyon programlarında görüldüğünün aksine, tezahürat yapılmaz. -Oyun esnasında alkış yapılmaz, bitince oyuncular ayakta alkışlanır. -Oyun esnasında su haricinde yiyecek-içecek tüketmek olmaz. -Oyun izlenirken çiklet çiğnenmez. Nasıl olunur? Bienalde bir sanatçının işlerinin sergilenmesi kim tarafından, hangi kriterlere göre belirlenir? Bir bienal sanatçısının ilgilendiği konular ne olmalıdır ya da böyle bir kriter var mıdır?” gibi soruları irdeledi. Çünkü anlam daima zaman ve mekanda değişkendir Bu yılki bienalin en çok tepki toplayan yönü, sergilenen eserlerin teknik yönünün özellikle önceki bienallerdekilere nazaran daha kıt olması ve yaratıcılık açısından çok da iç açıcı eserler bulunmaması. Sanırım küp şeklinde kesilmiş karpuzu seven pek az kişi oldu. Eleştirilen bir diğer nokta ise İstanbul’un bienaldeki yerinin kısıtlı olması. Evet, bienal İstanbul’da yer alıyor ama şehrin dört bir yanına dağılmış olması yerine karşılıklı iki antrepoda olması kimilerinde hayal kırıklığı yaratmadı değil. Bunun yanında kimi çevrelerce siyasi yönden eksik, ticari yönden fazla bulunan bienal birçok insanın isteklerine teğet geçmiş gibi duruyor.

Peki bu bienalde hiç mi güzel bir şey yok? Var, elbette var. Bienal kitapçığınızı edindiyseniz, bir de Gonzales-Torres’in eserlerine biraz olsun aşinaysanız zevkle gezmeniz mümkün. 500’den fazla eser var sonuçta. The Economist ve Wall Street Journal başta olmak üzere birçok yabancı basın da bienalden övgüyle söz etti. Heh. Bienal 13 Kasım’a kadar devam ediyor. Lisans öğrencilerine de ücretsiz. Fırsatınız olursa Tophane’ye, Antrepo 3 ve 5’e uğramanızı öneririm. -Günhan 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 7


GÜNCEL

Yemek: Meksikano

Irmak Keskin irmak.keskin@gmail.com

Fotoğraflar: Cengiz Zorgörmez

Şef Yusuf Can Cansızoğlu Kaset Restoran-Kafe kaset.com.tr Neler koymalı, ne kadar olmalı: (1 kişilik) •70 gr Tavuk Göğsü •50gr Sarı-Patrika-Yeşil Biber •50gr Mantar •20gr Meksika Fasülyesi •20gr Mısır •5cl Zeytin Yağı •1 diş Sarımsak •5 damla acı sos •1 tutam pul biber •1 tutam Kajun baharatı •150 gr krema •Tuz-karabiber Garnitürler: •Akdeniz yeşillikleri •Elma dilim patates •Yoğurt Yanında ne içmeli? (Şefin Önerisi) •Bira

Nasıl yapsak, hangi sırayla koysak: İlk olarak tava ısıtılıyor. Sarımsağı, aromasını bırakacak şekilde yağda kızartıp, yağdan çıkarılıyor. Mantar, tavuk, renkli biberler iki, üç dakika aralıkla tavaya atılarak soteleniyor. Tavuk ve renkli biberler yarı piştiğinde, yani renkleri değiştiğinde Meksika fasulyesi, mısırlar, baharatlar ve acı sos ekleniyor. Son olarak bu karışıma krema ekleniyor ve yoğun bir sos kıvamı alana kadar pişiriliyor. Yemeğimiz garnitürler ile süslenerek servise hazır, afiyet olsun. Şefin Notu: Tavuklar, taze fesleğen, tuz, değirmen karabiber ve zeytin yağ ile marine edilebilir pişirim öncesinde.

Amatör Aşçıları Yarışma Çağırıyor Kendi çapında yemeksel denemelerle uğraşanlara, maharetlerini göstermesi için müsait bir yarışma önümüzdeki ay boyunca gerçekleşecek. Çırağan Palace Kempinski’deki Laledan Restoran’ın, Boğaz’a nazır rakı-balık keyfi sunmaya başlaması bahanesiyle gerçekleştirdiği Çırağan Amatör Meze Yarışması, yaratıcılığını mutfakta konuşturan amatörlerin başvurularını bekliyor. “Amatör” kelimesinin üzerine basılmasının sebebi, ya8 | Boo! Sayı: 1

rışmanın profesyonel aşçılara kapalı olması. Yarışma için yapılmış soğuk mezelerin sahipleri eserlerini diğer yarışmacılarla kapıştıracak. Bunun için ciraganyemekyarismasi. com adresindeki internet sitesine 10 Kasım tarihine kadar başvurmak gerekiyor. Bu başvurular sonucunda finale seçilen ilk 100 kişi, 18 Kasım’da yine aynı internet sitesinden açıklanacak. Aralık ayının ilk haftasında jürinin karşısına çıkıp sunumlarını gerçekleştirecek olan yarışmacılar, jürideki

Çırağan Palace Kempinski genel müdürü, baş aşçı Olivier Chaleil ve bilumum gurmeler tarafından değerlendirilerek üç kişiye kadar elenecek. Dereceye giren üç meze yıl boyunca Laledan Restoran’ın menüsünde sahiplerinin isimleriyle birlikte boy gösterecek. Yarışma aynı zamanda konaklama ve akşam yemekleri gibi hediyeler vaat ediyor.


GÜNCEL

Spoilar

- Dizi Film Mevzuları

Ali Hıdımoğlu a.hidim@gmail.com

Okumadan Önce: Burada okuduğunuz her satırda bilinçli olarak spoiler (izlemeden önce okuyunca filmin heyecanını kaçıran detaylar) ile karşılaşabilirsiniz. Sonrasında dergiye “aman da ben bunu okudum tüm zevkim kaçtı” ya da “hani böyle demiştin olmadı” temalı e-postalar atmayınız (Bkz: Spoiler Free). Öncelikle arkadaşlar çok beklediğimiz ve ilk bölümleri yayınlanmış dizileri belirtelim; Fringe, How I Met Your Mother (Victoria), Big Bang Theory, House, The Vampire Diaries, duymayan kaldıysa Breaking Bad, Supernatural, Glee, CSI: NY, Gossip Girl, Two and a Half Men, The Office ve belki de benim bilmediğim başka dizileriniz başladı, e malum sezon açıldı güzel oldu (tarihleri IMDB’den kontrol edebilirsiniz). Malum yeni sezonun açılması ile başlayan birçok dizi de bulunmakta (merak etmeyin burada isimlerini teker teker verecek değilim), fakat yeni dizilere başlamak isteyenler var ise bu yıl bolca seçenek bulunmakta. Tabii laf yeni dizilerden açılır da yeni dizilerden dikkatimizi en çok çekenlere değinmemek olmaz. Bu yılın belki de en çok beklenen dizileri arasında olan Terra Nova’nın “Genesis Part 1 & 2” isimli bölümleri 26 Eylül itibari ile yayına girdi. Dizinin teması “Dünya’nın yol olma sınırına gelmesi ve bu sırada insanların zamanda milyonlarca yıl geriye yolculuk edip bir umut şehri inşa edip orada yaşamaları” olduğundan ve dizinin yapımcıları içerisinde Steven Spielberg’in adının geçmesi diziyi merakta kılan etkenler arasında. Benim en çok merak ettiklerim arasında ise; Once Upon

Terra Nova a Time ve Grimm bulunmakta. Bu dizilerin çıkışları kesinleşti ve yakın zamanda ilk gösterimleri yapılacak. Tabii uzunca bir süre önce biz dizi severlere duyurulan bir Battlestar Galactica: Blood and Chrome bilmecesi var ki, Syfy adlı kanalın bu diziden de vazgeçtiği en son haberler arasında. Var olan diziler arasında hepimizin en çok merak ettiği konulardan birine de değinmezsem olmaz, tabii ki Two and a Half Man’in Charlie Sheen yerine Ashton Kutcher’ı oynatması. Bu büyük sükse yapan haber beraberinde hayal kırıklığı da getirdi. Dizinin yapımcıları, Sheen gerçeğini görmezden gelip dizinin aynı şekilde takip edileceğini umdular fakat izleyenlerin de anladığı gibi, artık para için çekilen bir dizi ve zorunlu güldürmeleri ile gönlümüzü fethetmeye çalışmakta. Umutlarınızdan vazgeçin ve yeni dizilere yönelin derim. Neyse son kısımda ise Türk dizi piyasasının canlanan kısmından da bahsetmekte fayda görüyorum. Evet, yanlış anlamadınız Leyla ile Mecnun diyorum. Başta para ka-

Game of Thrones

zanmak için çekilmiş bir dizi olabilir ama şu an gösterimde olan diziler arasında absürtlüğü, esprileri, karakterlerinin dramaları ve onların yaptığı göndermeleri ile gönüllerde taht kurmuş bir yapım. Diğer yapımları da görmezden gelemeyiz, ortada bir Muhteşem Yüzyıl, Behzat Ç. ve Kuzey Güney gerçeği var. Türk dizi piyasası son zamanlarda daha çok büyümekte ve güzel yapımlar ortaya çıkmakta, arada bir bakın ve muhabbetlerden eksik kalmayın derim. Son olarak da bahsetmeden,

hiç olmadı bir kere dokundurmadan olmaz adettir. Game of Thrones ve Eddard Stark diyorum size. Bu dizi öyle bir şey ki, içimizde uzun zamandır beklemede olan fantastik kurgu aşkını ortaya çıkarttı. Ünlü ve başarılı oyuncuları da içerisinde barındırması ve hikâyenin bizim gibi aşırı fantastik ögeleri sevmeyen, oyuncuların karakteri ile bütünleşmesini seven dizi izleyicileri için büyük bir özlemi giderdi ve yeni bir özlem başlattı. Maalesef ki yeni bölüm çıkış tarihi Nisan 2012’yi gösteriyor, beklemek şart. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 9


GÜNCEL

Mekan: Baraka Kafe Hep hayal ettim durdum, bir gün yaşadığım yerde doğru dürüst, hakikaten kafa dinlenecek, yeri gelecek çalışanlarıyla kafa dengi sohbet konuları işleyebileceğim, işlevini yerine getiren bir kafenin varlığını. Ama nereye gitsem memleketimin o klişeleşmiş kafe ortamlarından kendimi kurtaramadım. Güzelyalı sahilde, Bornova’da, Alsancak’ta, yazlık için nadiren gittiğim Davutlar’da… Adeta gizli ve organize bir “gençleri aptallaştırma projesi” kapsamında ağız birliği etmişçesine her yer ortamsal piyasa pop müzik çalıyor ve televizyonlarından Akıllı TV eksik olmuyordu. Önü yatık arkası kalkık saçlarıyla arz-ı endam eden kafe çalışanları, yaşı geçmişlerin olmasa bile, henüz kendini bulma devresindeki gençlerin bilinçaltına korkunç bir kültür aşılıyordu. Kitap okuma alışkanlığına sahip olmama kepazeliğimde azımsanmayacak payı var bu kafelerin. Evdeyken bilgisayar kitaba hep üstün geliyor. Elimde kitabımla gitsem kafelerden birine otursam, bütün bu saydığım aptallaştırıcı faktörler dalga halinde zihnime hücum etmekte, tüketmek ve karşı cins avlamak üzerine kurulmuş bir gençlik kültürsüzlüğünün

manzarasına maruz kaldığımdan kelli, sinirlerim tepeme çıkmakta. Mutluluğu yanlış yerde aramışız en başından. Aslında mutluluk ana caddelerde değil, ara ve hatta daha ziyade dar sokaklarda. Kentler gitgide toplu konutların ruhsuz ve tekdüze ortamlarına genişlerken ve karakter sahibi eski binaların oluşturduğu güzel dokulu sokaklar yerini mozaik cepheli, tepesinde yine mozaikten “Öz Has Kardeşler İnşaat” imzalı iğrenç apartmanlara bıraktırılırken elimizde kalan bölgelerin değerini şimdiden bilmek gerekiyor. Alsancak’taki 1483 sokak da buralardan biri. Bir tarafı yine 1950’lerdeki apartman furyasından nasibini alsa da kafamızı yukarı kaldırmadıkça sokağın güzelliğini bozmuyor. Sokağa karakterini kazandıran ise diğer tarafındaki İtalyan okulunun yeşil duvarı ve o duvardan sarkan bitkiler. Sokak boyunca insanı huzur bombardımanına maruz bırakan çardaklı kafeler… Baraka Kafe’yi böyle bir arka plan ve ilk izlenim çerçevesinde tanıdım. Mütevazi bir mekan, ama düşününce hayallerimi karşılayan bir yer. Tüketen insan manzarasından

Alper Demirci boo@boodergi.com

uzak tutuyor, işin tesadüfü ise, Baraka’nın sahibi Ahmet Doğruyol da Baraka’yı tanımlarken “üretileni paylaşmak amaçlı üretenlerin ve takipçilerinin buluşma noktası” sıfatını kullanıyor. Yeşil tentesinin altında oturup birkaç saat etrafı gözlemlemek zihin açıcı bir deneyim. Sağında ve solundaki kafelerde de ayrı birer “biz bize” koşuşturmaca sürerken, saati geldiğinde Baraka’nın yanındaki pasajın içinden, sokakla Kıbrıs Şehitleri Caddesi’nin birleştiği noktada gözlük satanlar tezgahlarını çıkarmaya hazırlanıyor. Araç gürültüsü yok gibi bir şey, sokaktan kendi halinde vatandaşlar geçiyor. Kafa şişirmeyen dünya müzikleri ilginçtir, yandaki kafelerin müzikleriyle karışmaksızın doğruca kulağımıza geliyor. Menüde görülen Baraka’nın logosu baraka ve demliği çağrıştırıyor. Ortamın şairaneliğine direnip mobil cihazlarını çıkaran konuklar, kablosuz ağa girmek için şifreyi sorduğunda mekanın gizli sloganını öğreniyor: “dunyaevimiz”. Dünyayı, insanlığın sığındığı bir barakaya benzetiyor bu sloganla. Ucuz limonata var, çilek suyu

var… Dileyenler için kavun suyu da var. El yapımı atıştırmalık sandviçler, onun haricinde bildiğiniz çay kahve… Mekanın spesyalitesi? Şokellalı ekmek bence. Adını söyleyemediğimiz bir şey yok ki! Bunları arayanlar caddeye çıkıp burun kıvırmaya devam edebilir. Biz burada kafamızı dinliyoruz. Bir de Metin abiyi dinliyoruz oradaysa eğer. O konuşuyor, biz dinliyoruz. Bir yere yetişme ihtiyacı hissedenlerimiz huzursuzlanmaya başlıyor, kalanlarımız keyifle dinlemeye devam ediyoruz. Bit pazarı maceraları, fotoğraf eğitim merkezlerinde eğitmen diye geçinenlerin ukalalıkları, Rönesans’tan kalma bir tablo ve hikayesi, şansımıza ne denk gelirse… Yolunuz Alsancak’tan geçtiğinde bir tatlı huzurun peşindeyseniz, bekleniyorsunuz. Yol tarifi: Kıbrıs Şehitleri Caddesi’ne gir, İtalyan Kültür Merkezi’ni geç, sağda Garanti Bankası’ndan hemen önceki sokağa gir, ilerle.

10 | Boo! Sayı: 1


GÜNCEL

Topluluk: ODTÜ Oyuncuları

Furkan Emir b.furkanemir@gmail.com

Üniversite topluluklarına ayırdığımız bu bölüme Türkiye’nin en eski öğrenci topluluklarından biri olan ODTÜ Oyuncuları ile başlıyoruz. ODTÜ Oyuncuları çoğu üniversite topluluğunu ve öğrencilerini yüreklendirebilecek bir geçmişe sahip. Öyle ki cuntanın baskılarına yılmayıp oyun çıkarmaya ve eylem yapmaya devam ediyorlar, kapitalin bulunduğu hiçbir ortama dahil olmuyorlar ve tüm zorluklara rağmen para ile değil inançları ile çalışıyorlar. Ben de bu topluluğu daha yakından tanımak için Can Sarıkaya ile bir söyleşi yaptım. ODTÜ Oyuncuları’nın hikayesiyle başlayalım, senin ağzından bu hikayeyi alabilir miyiz? ODTÜ Oyuncuları öncelikle 1957 yılında METU Players adı ile meclisin oradaki eski ODTÜ kampusunda İngilizce oyunlar oynayan bir grup olarak doğdu. Kurumsallaşması ve resmileşmesi 1960 yılına tekabül ediyor. Bununla birlikte, dönemin ODTÜ’lülerinin hep kolej mezunu olması (İngilizce şartı arandığından) politik olarak bugünden farklı olmalarına yol açsa da, ODTÜ oyuncuları (o günkü adıyla METU Players) muhalif bir söyleme sahip. Devam eden senelerde ODTÜ’de hazırlık okulunun kurulması ile değişen öğrenci profili sayesinde ODTÜ oyuncularının yeni üyeleri de daha başka sınıflara mensup insanlar içinden olmaya başlıyor. Bu süreçte ODTÜ oyuncuları Türkiye’nin ilk üniversite tiyatroları şenliğini 1966 yılında Festival ‘66 adı ile gerçekleştiriyor ve askeri müdahaleye kadar bu festival sürdürülüyor. Askeri müdahale sonucu topluluğun tüm faaliyetleri yasaklanıyor. 70’li yıllarda tekrar toplanan topluluk oyun çalışmalarına başlıyor ve yeni oyunları ve yeni ekibi ile daha sol söylemler söyleme-

ye başlıyor. Eylemlere katılıyor, grevlere turne düzenliyor, “ODTÜ artık solun kalesi değil” diyenlere cevaben oyun bile düzenliyor: “Gelin de görün”. Agitprop ve Brechtyen üsluba daha da sıkı sarılıyor bu dönemde topluluk. 12 Eylül cuntası da ODTÜ oyuncularının faaliyetlerini sonlandırıyor ve bina kurulmasından itibaren ODTÜ oyuncularına hizmet veren ve tüm arşivin bulunduğu mimarlık amfisi binası basılarak ODTÜ oyuncularının tüm arşivi yakılıyor. Arşivini ve tüm oyuncularını ikinci kez kaybeden ekip, 1982 de toplanıp “ODTÜ’lü Oyuncular” adı ile dikkat çekmeyecek bir oyun olan, Shakespeare’in Kış Masalı oyunu ile çalışmalarına tekrar başlıyor. Üyelerin bir kısmı da bu süreçte Metropol Tiyatrosu’nu kurup burada çalışmalarına devam ediyor. Amfisini ve gerçek ismini kazanan ekip kendi için en değerli faaliyetlerden biri olan şenlik için tekrar kolları sıvayıp en kritik dönemlerde bile (1966, 1978 gibi) yaptığı bu iş için tekrar uğraşmaya başlıyor ve 1987’de tekrar başlatıyor şenlikleri. 2010 yılında 50. yılını kutlayan topluluk, 1960 yılında topluluğu kuranlardan, 80’de hapse düşenine,

2000’de oyun oynayanına herkesi mimarlık amfisinde tekrar buluşturdu. Hem sözlü hem yazılı tarihi tekrar toparlamak ve iletişimi hiç bırakmamak için yapılan bu toplantılarda bir gün boyunca ODTÜ oyuncuları eskisinden yenisine hasret giderdi, birbirine amfi hikayelerini anlattı. Bugün hâlâ tüketim toplumuna karşı üretim tiyatrosu yapmaya çalışan ODTÜ oyuncularından ‘kısaca’ bu kadar bahsedebilirim.

ama biz yine de katılmamayı tercih ediyoruz. Boykot ettiğimiz söylenemez.

Muhalif duruşunuz sizi daha sonra kapatılma tehlikesiyle karşı karşıya getirmedi mi? Kapatılma tehlikesi değil belki ama daha başka tehlikeler yaşıyoruz. Şenliğin bütçesi azaltılıyor, turne için otobüs verilmiyor, misafir ettiğimiz gruplara yurtlarda yer açılmıyor... Artık yaptırımlar daha yumuşak.

“İddalı” size bence de uygun peki hayranlarınız için bu sene neler düşünüyor ODTÜ Oyuncuları, biraz ipucu vermek ister misin? Güzel şeyler :) Biliyorsundur belki ODTÜ Oyuncuları oyunlarını afiş ile duyurur, bu konuda bilgi veremem.

ODTÜ şenliklerine de benzer düşüncelerle mi katılmıyorsunuz? Yıllar önce bu şenlikler tüketim örgütlediği için birçok topluluk tarafından boykot edilmişti. Bu toplulukların arasında ODTÜ Oyuncuları da vardı. Bugün böyle bir boykottan söz etmek mümkün değil

50 yıldan beri oyun çıkarma konusunda boş geçmeyen, muhalif duruşundan tüm zorluklara rağmen ödün vermeyen bir oluşumun parçası olmak nasıl bir duygu bize biraz anlatır mısın? Tek kelime ile anlatayım; iddialı.

ODTÜ Oyuncuları her yönüyle dışarı kapalı. Peki, Türkiye’nin en büyük topluluklarından birinin temsilcisi olarak eklemek istediğin son bir şeyler var mı? İlgilendiğiniz ve vakit ayırdığınız için teşekkür ederim. Ekibe ulaşmak için: odtuoyunculari.metu. edu.tr 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 11


GÜNCEL

Küstah

Alper Kara kara.alper@gmail.com

Bırakıp Gidenlerden Misiniz? S

elamlar saygıdeğer okuyucular, zamanın tozlarını üstümüzden silkeleyerek, taze bir başlangıçla, yeni bir format fakat eski kafayla huzurlarınızdayız. Ufak bir hatırlatma yahut tanıtım yapacak olursak; mecmuamız sizlere ulaşana kadar yaşadığımız zaman diliminde müzik, sinema, edebiyat ve hayata dair (aslında tiksiniyorum bu ‘hayata dair’ lafından) birtakım gelişmeleri elekten geçirmeye, işimize geldiği gibi yorumlamaya çalışacağız. Tabii ki sübjektif görüşlerimiz bizi bağlar ve maksadımız kırıcı olmamaya çalışmak. Ancak köşemizin adından da anlaşılacağı gibi zaman zaman dilimize hakim olamayabiliriz. Çok takdir ettiğiniz bir grup veya futbolcu için buradan şuursuzca ettiğimiz birkaç kelam uykunuzu kaçırıp, sizleri histeri krizlerine sürüklemez, bunu da biliyoruz.

12 | Boo! Sayı: 1

Teoman bırakırken Biliyorsunuz geçtiğimiz aylarda gündemi meşgul eden mevzuların başını Teoman’ın müziği bırakması çekmişti. Aslında her şey güzel başlamıştı. 80’lerden beri kendi grubu ile müzik yapmaya çalışan Teoman, ilk albümünü 90’ların tam göbeğinde ülkemize bıraktı. Naif bir vokali, İngiltere için atan bir beyni vardı. Bilenler biliyordu, Suede ve Radiohead’den devşirme bir müzik yapıyordu ama neticede bu ülkede daha evvel rastlanmamış bir şeydi. Önce, sınırlı bi’ kitle tarafından benimsendi ama bu ona yetmemişti. Daha sonraki albümlerinde yavaş yavaş kökleri olan yer altından kopup, devler arenasına, ana akıma kaymayı kafaya koydu ve bunu kutlamaya Jack Daniels ile karar verdi. Sonsuz bi’ parti böylece başlamış oldu. Nihayetinde 9 albüm süren kariyerini Babylon Aya Yorgi’deki son konseriyle noktaladı. Yaptığı basın açıklaması yetmeyince durumunu, düşündüklerini ve yorgunluğunu ifade eden bi’ başka açıklama yapmak zorunda kaldı. Bin yerde okuduklarınızı bi’ kez de buradan tekrar etme-

nin hakkaten anlamı yok. Kendisini seversiniz sevmezsiniz ama lütfen dürüst olalım; aramızdan kaçı hala sabah kalkar kalkmaz kendine Teoman şarkılarından oluşan bir liste hazırlayıp gün boyunca dinliyor? Veya Teoman’ın müziğe geri dönmesi için gidip adak adayanınız oldu mu? Anlaşılan kendisi bile kendine katlanamaz hale gelmişti ve adam bıraktı. Aslen bu, geçen ay biten yaz aşkınızdan farksız (belki o daha dramatikti). Müzik piyasasındaki kirlilikten, belki de kendi yaratım sürecinde bi’ tıkanma yaşadığından (son albümlerini dikkate alırsanız) ve belki de “Yeter bu kadar kastırdık bunca yıl, bundan sonra bitmeyen bir tatile çıkıyorum hacı!” şeklinde düşünmesinden… Ki en güzeli bu değil mi a dostlar? Hepimiz aynı hayalleri her hafta loto kuponunu yatırdıktan sonra kurmuyor muyuz? Parasında gözümüz yok (yalan tabii) kendisi şu sıralar Çıralı-Olimpos civarında sunalanıyormuş. Belki de kendisine sorulacak doğru soru şu olmalı: Sene 2011 olmuş hala ne Olimpos’u bilader?

Seneler önce bi’ yardım konserine Sertab’la çıkmışlardı da gidip izlemiştik. Hey gidinin gidisi… Zamanın parasıyla güzel bir sakal atmıştık (yardım derneği olmasa konuşurdum). Teoman’ın uvertür olduğu konserin assolisti Sertab hanımdı.

Hanım diyorum, Sertab diyorum Geçtiğimiz ay Somali civarında görülmüş. Afrika dönüşü verdiği şu demeci aynen nakledelim: “Afrika neden adam olmuyor?” diye düşünürdüm hep. Bir kere hem kendi bilgileri yok hem de o kadar bir şey yapamaz hale gelmişler ki, o kısır döngüden çıkamıyorlar. İnsan değiliz biz de, işimize geliyor bazılarının acıları üzerinden para kazanmak. Uzun zamandır Afrika’ya gitmek istiyordum. Safarisine de gitmek istiyordum, sefaletine de. Daha önce de AKUT’la Sri Lanka’ya gitmiştim. Gecelerce antibiyotik paketledik. Döndüğümde zatürre oldum. Evet, hiçbir şey diyemeyişin boş bakışıyla okudunuz sanırım. İnsan gitse, görse bile inanamıyor (anlayamıyor mu yoksa?) Afrika’nın durumuna. Uzak doğu felsefeleri, veganlık, yoga, farkındalık ve bunları her fırsatta anlatmak/ yaymak, bi’ kültür ataşeliği bi’ yaşam uzmanlığı ve arada spor olarak müzik… Yıllardır söylenir durur “Sertab koloratur sopranodur” diye. Peki nedir bu? En tiz ve yüksek perdeden söyleyebilen kadın sesi (umarız bu bilgiden sonra kamuoyu rahatlamıştır). Biliyorsunuz çoğu eski şarkısında bunu göstermek için bağırır. Bu da bi’ yere kadar çekilebilen bir şeydir. İnsana içinden “Yeter artık bağırma sus otur şuraya ama fazla da kalma hadi evine git!” dedirtir.


GÜNCEL

Fotoğraf: Ozan Eicher ozaneicher.com Eğri oturup doğru konuşalım. Sesini kötüleyebilecek bi’ dangalak güzel yurdumuzda yoktur sanıyorum. Ancak o güzel albümleri zevkle dinlenen günler sanırım mazide kaldı. Malum hazıra dağ dayanmaz. Malzeme tükenmeye başlayınca sanırız kafası karıştı. Önce rahmetli Amy Winehouse’a, sonra Christina Aguilera’ya sarıp durdu. Sanırız Eurovision birinciliğinden kalan bir gazla söyledi bunları. Kendi şarkısının sözlerine bir kulak verelim, ne demişti “Ego”’da: “Her şeyin önünde o gelir, kendini saklamaz hiç o. Doğrusunu bir tek o bilir, gerisini takmaz ego. Zarar ziyan hediyedir, sonucu hesaplamaz o. Geçmişi görmezden gelir, hiç ders almaz ego”. Hayat ne kadar tuhaf değil mi? Arkadaşı Teoman içinse şunu demekte: Teoman benim canım arkadaşım. Okumuş, yazmış, çizmiş, düşünmüş bir

insan. Umarım kendisi için doğru bir karar vermiştir ve umarım bu kararı acı, öfke ya da yenilmişlikle almamıştır. Belki de öyledir ve ondan ders alacaktır, bilemiyorum... Herkesin seçimlerine saygılı olmalıyız. Aldığımız bir habere göre, siz bu satırları okurken kendisi 4 çekerli cipiyle Tibet yaylalarına doğru çıkıyordu. Hakiki anlamda üzen karar 31 sene boyunca, her daim çıtayı yükselterek, birçok gruba ilham kaynağı olmuş, görsel ve işitsel manada milyonları etkilemiş, senelerce istikrarını koruyan, sürdüren ve neticede son noktayı kendilerine yakışır biçimde koyan tüm zamanların en büyük gruplarından biri oldu R.E.M.. Bi’ noktadan sonra kariyer, para ve şöhret kaygısı alınmadan verilmiş bir karar ve deklaras-

yondan bahsediyoruz. Yıllarca önceki “güzel günlerin” hatırına (ve ekmeğine) sığınıp giderek çaptan düşenler de var. Senelerce konserlerini “We are R.E.M. and this is what we do” anonsuyla açan Michael Stipe’ın son açıklaması şöyle oldu: Bir keresinde bilgenin biri “Partiye teşrif etme yeteneği, orayı ne zaman terk edeceğini bilip bilmemenle ölçülür” demişti. Biz de bunu doğrular bir hareket yaptık. Umarım dinleyiciler bunun kolay alınmış bir karar olmadığının farkındadır, ama her şey bir gün bitecek ve doğrusunu yapmak, kendi yolumuzu çizmek istedik. 31 yıl boyunca R.E.M. olmamızda yardımı ve emeği geçen herkese teşekkür ediyoruz, bütün bunları yapmamızı sağlayan herkese fevkalade minnettarız. Her şey inanılmazdı…

Resmi sitelerinden verilen habere göre 15 Kasım’da yayınlanacak son R.E.M albümü “R.E.M., Part Lies, Part Heart, Part Truth, Part Garbage, 1982-2011” ismini taşıyan bir derleme olacak. Dünya yıkılana kadar da bir yerlerde yankılanıp duracak Michael Stipe’ın sesi… Bitsin artık yazı Önümüzdeki ay görüşünceye kadar sizleri her Perşembe 22:00/01:00 saatleri arasında alternatif, indie, post punk, garage ve diğer sevdiğimiz seslerle radionovo.com adresinde Closedown programına bekliyorum (Radionovo’yu Facebook sayfasından da takip edebilirsiniz. Evet reklamlar…) Şimdi, ya kafayı kaldırıp etrafa bakcaksınız ya da bunalıma devam… Artık top sizde. Üzmeyin beni. Esen kalın saygıdeğer okuyucular… 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 13


14 | Boo! Say覺: 1


Ajanda

Uzak Gözlüğü

Hazırlayanlar: Gökçe Altınbay - gokce.asena@gmail.com Günhan Oral - judaskro@gmail.com

mümkün? En azından denedik, şu anda içimiz rahat bir şekilde “Biz ulusal yayın görünümlü İstanbul yerel yayını değiliz” diyebiliyoruz!

Dergimizi güncel yayın haline getirelim” çalışmaları kapsamında üzerine eğildiğimiz Ajanda bölümü önümüzdeki 6 sayfayı kapsıyor. Kimi detaylı, kimi kısa kısa geçilen etkinliklerde mümkün olduğunca İstanbul’un dışarısını da sayfalara yansıtmaya çalıştık, ama çoğunluk ezici bir miktarsal üstünlükle İstanbul’dayken diğer illeri görebilmek ne kadar

Pazartesi

Bu ay öne çıkan etkinlikler 22. Efes Pilsen Blues Festival, 21. Akbank Caz Festivali, 10. Film Ekimi, Dot Tiyatrosu’nun yeni oyunu Öksüzler, muhtemel White Lion Türkiye turnesi ve ay boyunca (15 Ekim ile 15 Ka-

Salı

Çarşamba

sım arası yani) Salon İKSV’de gerçekleşecek performansların özeti oldu. Azıcık 15 Kasım sonrasına da sarkıttık takvimi, gelecek sayıyı geç okuyacak olanların da işine yarasın, karar mekanizmalarını daha sağlıklı ve yavaş yavaş çalıştırsınlar diye. Şimdi buradan kendi ajandanıza kopya çekmeye başlayabilirsiniz. -Alper D.

Perşembe

Cuma

16-21 Kasım: İstanbul Koro Günleri 24 Kasım: Vinnie Moore / İstanbul 25 Kasım: Vinnie Moore / Ankara 29 Kasım: Steve Lukather 29 Kasım: Wild Beasts 3 Aralık: Taylan Erler Jazz Quartet / İzmir 8 Aralık: No Age 13 Aralık: Iced Earth 17 Aralık: Alternative 4 27 Ocak: Arch Enemy Not: Vilayeti yazılmamış etkinliklerin tümü İstanbul’dadır. Aşağıda sarı kutular Ekim, yeşil kutular Kasım ayına aittir.

Cumartesi

15

4. İFSAK Genç Foto Fest dün başladı (mı acaba?).

22

ZAZ İzmir’de, ama biletleri şimdiden tükenik.

29

The 12 Tenors konseri.

30

İstanbul Bienali bugün bitti.

13

Mr. Big, Hail ve Anathema aynı konserde. Brett Anderson Salon IKSV’de.

17

Ayşegül İnci Project saat 22.30’da Beyoğlu Hayal Kahvesi’nde.

24

Cem Yılmaz’ın TIM Maslak Show Center’da gösterisi varmış.

31

Swallow Quintet & Carla Bley konseri, ertesi günde de var.

Model İstanbul’da

Paul Anka İstanbul’da.

7

14

18

Farid Farjad, Türkiye turnesinin son ayağı için İstanbul’da.

19

DUB FX konseri var, Azam Ali & Niyaz konseri var...

25

WTA tenis turnuvası İstanbul vilayetinde dün başladı, 30 Ekim’e kadar.

26

Şefika Kutluer, Ankara’da kendi adını taşıyan festivali kapatıyor.

2

Fourplay dün olduğu gibi bugün de konserde.

İzlandalı Mum grubu bugün ve yarın Salon IKSV’de.

Annika Eriksson The Last Tenants sergisi GaleriNon’da 3 Aralık’a kadar. Antalya vilayetinde Anadolu Ateşi son performansını sergiliyor.

1

8

Mario Levi, Arte İstanbul Sanat Merkezi’nde söyleşide

John Grant İstanbul’da

Elvis Costello, Sonny Rollins ve Plaid konserleri var ayrı ayrı İstanbul’da.

21

20

Faithless grubundan tanınan DJ Sister Bliss İstanbul Live’da.

27

Atlantis Sirki bugünden 13 Kasım’a kadar Ümraniye Meydan AVM’de.

3

28

MFÖ İzmir’de.

4

11

Fin heavy metal grubu Amorphis İstanbul’da.

Melissa Laveaux konseri.

Pinch Darkstar, La Shica ve Peaches & Dearhead konserleri İstanbul’da. Cem Köksal İstanbul’da.

Pazar

16

23

5

12

Cartel İstanbul’da, Satoshi Tomiie ise Ankara’da konser veriyor.

15

Not: Burada yayınlanan etkinliklerin iptali ya da tarih değişikliğinden Boo! dergisi sorumlu değildir. Etkinliğe gitmeden önce kendiniz de internette bir araştırma yapınız.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 15


AJANDA

Kısa Kısa

Ay boyunca yurt çapında gerçekleşen etkinliklere önümüzdeki 6 sayfa boyunca bu sütunda kısaca bakıyoruz: 7 Eylül–20 Ekim / İstanbul Sergi

Kerem Ozan Bayraktar - Stasis

Kerem Ozan Bayraktar’ın üçüncü kişisel sergisi Stasis 20 Ekim’e kadar Pg Art Gallery’de. Sanatçı, çeşitli ulaşım araçlarının maketlerini bozulmuş, kırılmış, kullanılamaz şekillerde fotoğraflayarak nesnelerin rasyonel özelliklerinden çok dengedeki durumlarını vurguluyor. 8 Eylül–8 Kasım / İstanbul Sergi

Masist Gül Sergisi

Türk sinemasının sayısız filminde rol almış, iri vücudu, kel kafası ve kaytan bıyıklarıyla hafızalarımızda yer edinen rahmetli oyuncusu Masist Gül’ün vefatından sonra gün yüzüne çıkan eserlerini görebileceğiniz Masist Gül Sergisi 8 Kasım’a kadar BAS’ta. Çeşitli yazı, şiir, çizimlerden oluşan bu koleksiyonun belki de en ilgi çekici parçası Kaldırım Destanı adlı 6 kitaplık çizgi roman serisi.

23 Eylül - 29 Ekim 2011 / Çeşitli kentler

Efes Pilsen Blues Festival 22 Ne zaman Efes Pilsen Blues Festival ile ilgili konuşsam söze hep ülkemizde gelenekselleşmiş festivallerin azlığından, bunu başaran etkinliklere sahip çıkmak gerektiğinden başlamadan edemiyorum. Bir de şey var tabi, “adım adım Anadolu” düşünü gerçekleştirmek… Üç büyük kent haricinde doğru dürüst kültür sanat etkinlikleri yok. Yapılan en büyük festival bilumum hububatla ilgili ya da oradaki üniversitenin kendi çapındaki bir bahar şenliği. Bir miktar tiyatro var işte bir kısmında, sinemayı ise saymıyorum güncel filmlerin beslemekten ziyade eğlendirme kaygısı taşıyan düz yapımlar olmasından ötürü. Kitap? Okumuyoruz, bizim derginin illere göre istatistiğinde bile üçüncü sıradaki İzmir ile dördüncü sıradaki ara ara değişen vilayet arasında rakamsal bir uçurum var. Hal böyle olunca Efes Pilsen Blues Festivali’ni, üç büyük kent haricinde yaşayanlara yıl içerisinde bir miktar nefes alabilme imkanı sağlayabildiği için kutsal bir görev edinmiş bir

13 Eylül–28 Ekim / İstanbul Sergi

Tekinsiz Oyunlar

Hayatımız boyunca sık sık karşılaştığımız, kimi zaman da oynadığımız, belki de sosyal hayatın bir zorunluluğu olan “oyun” kavramına 22 sanatçının kendine özgü bakışının ve bu oyunların yarattığı güvensizlik hissinin anlatıldığı bir sergi Tekinsiz Oyunlar. Öznur Güzel Karasu’nun kuratörlüğünde yapılan bu sergiyi 28 Ekim’e kadar Tahtakale Hamamı’nda görebilirsiniz. karşı sütundan devam... Rick Estrin & the Nightcats 16 | Boo! Sayı: 1

şekilde görüyorum. Bu sene 22. defa gerçekleşecek olan festival 20 vilayeti ziyaret ediyor. 23 Eylül’de müzisyenler yola çıktı, şimdiye kadar Adana, Hatay, Mersin, Kayseri, Konya, Antalya, Denizli, KKTC, Gaziantep, Diyarbakır, Erzurum ve Trabzon’da konserlerini verdiler. Geriye kalan iller ise festivali konuk etmeyi dört gözle bekliyor. Müzisyenler 1964 doğumlu, New Yorklu müzisyen Lucky Peterson

ile ilgili ilginç bir detay, daha beş yaşındayken bir albümünün çıkarılmış olması. Babasının işlettiği Buffalo isimli gece kulübünün müdavimlerinden meşhur blues müzisyeni Willie Dixon’ın keşfiyle televizyona çıktı, Our Future: 5 Year Old Lucky Peterson isimli albümü yayınlandı. Bu suni eserin ardından ilk gençliği boyunca eğitimini konservatuarda alan Peterson, Ridin’ ismindeki ilk hakiki albümünü 1984 yılında çıkardı. Kariyerinin en üretken dönemi olan 1990’lara toplam 6 albüm sığdırdı. Şu aralar Dallas’ta ikamet eden Lucky Peterson, bu yıl yayınladığı Every Second a Fool Is Born adlı albümünün keyfini çıkarmakla meşgul. O keyfi de şu ara dolanmakta olduğu Türkiye’de kendisini muhtemelen ilk defa tanıyacak olan dinleyicilerle paylaşıyor. Hafızası kuvvetli olanlar ise kendisini 1994’teki Efes Pilsen Blues Festival 5’ten hatırlıyordur. Blues orkestralarında sıkça görülen “grup liderinin ismi + grubun ismi” şeklindeki adlandırma formülünü uygulamakta olan Rick Estrin & the Nightcats esasen 2008’e kadar Little Charlie & the Nightcats olarak bilinmekteydi. 1976 yılında matematik öğrencisi gitarist Charlie Baty ve 1949 doğumlu vokalist Rick Estrin tarafından kurulan grup


AJANDA

Kalan Program

15 Eylül–16 Kasım / İstanbul Sergi

Mesopotamian Dramaturgies / Mezopotamya Dramatürjileri

15 Ekim: Ankara Bilkent Otel 17 Ekim: Eskişehir 222 Park 18 Ekim: Bursa Suare 19 Ekim: Balıkesir Asya Pamukçu Otel 21-22 Ekim: İstanbul Lütfi Kırdar Rumeli 25 Ekim: Edirne Turkuaz Eğlence ve Gösteri Merkezi 26 Ekim: Çanakkale Kolin Otel 28-29 Ekim: İzmir Arena ilk albümünü görmek için 11 yıl beklemek zorunda kaldı. Ondan sonra 1998’e kadar iki albüm arasında 3 yılı hiç görmeyen üretken grupta Charlie Baty 2008 itibariyle emekliliği düşünmeye başladı, Rick Estrin ise Baty sonrasında gruba adını veren adam oldu. Esasında, 2004’teki 15 numaralı Efes Pilsen Blues Festivali’nde de eski adıyla çalan grup, enerjik performansıyla ortalığı toza dumana katıyordur tahminen. İzmir’e geldiklerinde göreceğiz.

Kutluğ Ataman’ın Mesopotamian Dramaturgies sergisi Türkiye’deki ilk gösterimini 16 Kasım’a kadar Arter Sanat Galerisi’nde yapıyor. Tarih boyunca bir çok medeniyete ev sahipliği yapan Mezopotamya’nın modernleşme evresine Ataman’ın bakışı Doğu-Batı, gelenekmodernite gibi zıtlıklar üzerinden. 15 Eylül–25 Ekim / İstanbul Sergi

Doğumunun 101. Yılında Semiha Berksoy

John Mooney

Festivale New Orleans’tan katılan John Mooney ise 1955 doğumlu ve grubu Bluesiana ile birlikte dolaşıyor. New York’tan New Orleans’a 1976 yılında taşındığından beri delta blues yapmakta olan Mooney bugüne kadar 12 tane albüm yayınladı. 1990’larda kayıt anlamında en üretken dönemini geçirdi. Son albümü ise 2006 tarihli. Festivalde muhtemelen sahneye en son çıkan Mooney hakkında söyleyecek niye daha fazla bir şey bulamadığımsa ayrı bir mevzu. Kestik!

sa gerek. Biz gençlerden ise aramızda illa ki konser sonunda merdivenleri inerken elimize bu sefer hediyelik ne tutuşturacaklarına kafayı takmış olanlarımız vardır. 2006’da ses çıkarabilen ufak mızıka, 2007’de gitar şeklinde metal gövdeye plastik dolgulu anahtarlık, 2008’de bir kırmızı bir mavi iki tane plastik gitar gövdesi (yalnız hediyenin kalitesi ve işlevi de her geçen yıl düşüyormuş :P), 2009’da festival gazetesi, nihayet 2010’da yine metal malzemeye dönüş, pantolona takılıp sallandırılabilen gitar şeklinde anahtarlık, yanına tutturulmuş üçgen penayı da unutmamalı.

Beklentiler Uzun lafın kısası, gelecek programdaki illerde oturanları bluessal bir şölen bekliyor. Hele hele festivale daha önce gelmiş iki sanatçıyı birden vaktiyle izlemiş olan “yeterince yaşlı” okurlarımız için konser gününü beklemek daha özel bir anlama sahip ol-

Konser sonundaki hediyenin haricinde bir diğer merak konusu ise içerideki yiyecek içecek fiyatları. İzmir adına konuşayım, son iki yıldır Hilton’da bir bardak su 5 TL’ye satılıyordu! Su yahu, bardak, en temel ihtiyaç, 5 lira! İzmir’deki konserin, yılların Hilton’undan İzmir Arena’ya kaydırılması dik-

Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli sanatçılardan birisi, ilk Türk opera sanatçısı, ressam, tiyatro oyuncusu Semiha Berksoy’u tanımayanınız var mı? Eğer varsa, tanımanız için çok güzel bir fırsat Çırağan Sarayı Kempinski Sanat Galerisi’nde. 25 Ekim’e kadar gezilebilecek sergide Semiha Berksoy’un yağlı boya tabloları, çarşaf resimleri ve videoları yer almakta. 24 Eylül–27 Ekim / Ankara Konser

2. Uluslararası Şefika Kutluer Festivali

Lucky Peterson katlerden kaçmadı. Umuyorum ki bu değişiklikteki en temel sebep içerideki bira harici yiyecek içecek fiyatlarını insani seviyelere çekmektir. Ama bu sefer başka bir sorunumuz var, yaklaşık 23.30 ile 00.00 arası bir saatte biten konserin çıkışında körfezin güney tarafında oturan arabasız İzmirliler eve nasıl dönecek? Belediye gece yarısından sonraya ek İZBAN, metro ve otobüs seferi koyacak mı? Otostopa mı yöneleceğiz gece gece? -Alper D.

Sihirli Flüt adıyla bilinen ünlü virtüöz Şefika Kutluer’in adına Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin desteğiyle bu yıl ikincisi düzenlenen 2. Uluslararası Şefika Kutluer Festivali’nde 19 Ekim’de Johann Strauss Ensemble’ı, 27 Ekim’de ise Şefika Kutluer’i “sürekli solisti” ilan eden Avrupa Birliği Oda Orkestrası’nı izleyebilirsiniz. 4 Ekim–3 Kasım / İstanbul Sergi

24 Sanat Açılış Sergisi

4 Ekim ile 3 Kasım tarihleri arasında Beyoğlu Palazzo 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 17


AJANDA Donizetti Hotel’de gerçekleşecek olan 24 Sanat Açılış Sergisi “Kendiliğinden” 24 saat açık bir heykel ve resim sergisi. Teması “akışın kendiliğindenliği” olan bu sergide Görkem Dikel, Hazal Özdemir, Armando Gutierrez Rabadan, Hasan Taylan Tanrıkulu, Özer Toraman, Gamze Zorlu ve Filiz Top’un son dönem eserlerini bulabilirsiniz. 4 Ekim–15 Ocak / İstanbul Sergi

İklim Değişikliği: Hayata Tehdit ve Yeni Energi Geleceği Daha önce Amerikan Doğal Tarih Müzesi tarafından New York’ta açılan, amacı iklim değişikliğinin ve küresel ısınmanın günümüz ve gelecek nesillerin üzerindeki etkilerine değinmek olan “İklim Değişikliği: Hayata Tehdit ve Yeni Enerji Geleceği” sergisi 15 Ocak 2012’ye kadar Santralistanbul Ana Galeri’de. 15 Ekim / İstanbul Konser

Mr. Big, Hail, Anathema

Ülkemizdeki rock müzik severlerinin haftalardır heyecanla beklediği Mr. Big konseri geldi çattı! Paul Gilbert’lı, Billy Sheehan’lı, Eric Martin ve Pat Torpey’li kadrosuyla Mr. Big bu akşam Küçükçiftlik Park’ta. Hem de Mike Portnoy’lu Hail!, daha yeni albüm çıkarmış Anathema, Türkiye’deki en sağlam metal müzik gruplarından Saints ‘n’ Sinners

13 Ekim - 3 Kasım 2011 / İstanbul

21. Akbank Caz Festivali Son yirmi yıldır her sene olduğu gibi bu sene de Akbank Caz Festivali İstanbul’daki caz severlere müzikle dolu günler sunmaya hazırlanıyor. Festivale sayılı günler kala her gece olduğu gibi şehrin ışıkları heyecanla göz kırpıyor sanatçılara. Yine onlar bizi dinleyecek, biz onları. Ekim’in on üçünden yirmi üçüne İstanbul yine caza doyacak. Bu sene öne çıkan isimler; Azam Ali & Niyaz, Charles Lloyd New Quartet, Avishai Cohen, Arild Andersen Trio, Maffy Falay Sextet, Froy Aagre, Dusko Goykovich Quartet, Carmen Souza, Arto Tunçboyacıyan’s 1to3 ve ZAZ. Şöyle bir kamuoyu yoklaması yaptığımda ZAZ’ın en çok beklenenler listesinde açık ara farkla ilk sırada yer aldığını gördüm. Özellikle Je Veux parçasıyla ülkemizde çok sayıda dinleyici kazanan grubun 22 Ekim akşamındaki konserinin biletleri çoktan tükendi. Onların bu kadar ilgiyi hak edip etmedikleri tartışı-

ladursun, Chick Corea, Bobby McFerrin, Paquito D’Rivera gibi isimlerle çalışmış ünlü müzisyen Avishai Cohen bu sene yayımlanan Seven Seas albümünden parçalarla 23 Ekim akşamı sahne alacak. Heyecanla beklenen bir diğer konser ise Azam Ali & Niyaz konseri. Büyüleyici kadın vokal denildiğinde aklıma gelen ilk isimlerden birisi olan, Portals of Grace gibi mükemmel bir albümle etnik müziğe katkıda bulunan bu güzel sesli hanım, grubu Niyaz ile beraber 20 Ekim’de Ankara’da, 22 Ekim’de de İstanbul’da sahneye çıkacak. Ustalar Kuşağı’nın tartışmasız bir biçimde en çok ilgi toplayan ismi ise Charles Lloyd. 9 yaşından beri saksafon çalan, B.B. King, Howlin’ Wolf, gibi blues gruplarıyla ve Chico Hamilton, Keith Jarrett gibi birçok ünlü isimle çalışmış olan Lloyd, 23 Ekim’de Jason Moran, Eric Harland ve Reuben Rogers ile birlikte sahne alacak.

Akbank Caz Festivalini bu sene farklı kılan etmenlerden birisi JAmZZ Genç Yetenekler Yarışması ile, 30 yaşını aşmamış müzisyenlere sahneye çıkma

Charles Lloyd

Kampüste Caz

Azam Ali & Niyaz 18 | Boo! Sayı: 1

10-17 Temmuz tarihlerinde Avusturya’da düzenlenen Dünya Koro Şampiyonası’nda Çağdaş Müzik ve Folklor kategorilerinde dünya şampiyonu, Karma Korolar kategorisinde ise dünya ikincisi olan Boğaziçi Caz Korosu, 19 Ekim akşamı Akbank Caz Festivali kapsamında bir konser verecek. Hatta bu sayıda bir yerlerde koro şefi Masis Aram Gözbek ile bir röportaj da var (fotoğrafsal sıkıntılar yaşanması sebebiyle bu röportajı ikinci sayıya ertelemek durumunda kaldık –Alper D.).

Kampüste Caz kapsamında ise Alp Ersönmez “Yazısız”, İmer Demirer Quartet ve Timuçin Şahin 17- 21 Ekim arasında İstanbul’daki çeşitli kampüslerde konser verdikten sonra Alp Ersönmez “Yazısız” ve İmer Demirer Quartet 24 Ekim ile 3 Kasım tarihleri arasında bir Anadolu turu atarak Adana, Ankara, Bursa, Eskişehir, Erzurum, Kayseri, Konya, Trabzon ve Van’da gençlere caz keyfi yaşatacak.


AJANDA ve Yusuf Uğurer’le. Kaçırmayın. Güncel not: Saints ‘n’ Sinners etkinlikten kendi isteği ile çekildi. Bu sebepten 15 Ekim akşamı toplam 4 grup sahne alacak.

ZAZ İzmir’de, Azam Ali Ankara’da Festivalde başıçeken isimlerden olan ZAZ, İstanbul’un haricinde 23 Ekim’de de İzmir’de sahne alacak. Yalnız şöyle bir sorun var ki, biletler çok önceden bitmiş durumda. Henüz bileti olmayanlar arasından izlemek isteyenler, karaborsa ve davetiye telaşına düşecektir. Ankaralılar ise Azam Ali & Niyaz’ı 20 Ekim’de, İstanbul’dan iki gün evvel karşılayabilirler. Tam biletler 39, öğrenci biletlerinin fiyatı ise 34 TL. şansını sunuyor olması. Ön elemeyi geçenler, profesyonel sanatçılar ile birlikte JAmZZ’de sahne alacak. Amatör cazcılara kendilerini duyurma imkanı sunulması gerçekten de tebrik edilesi, hoş bir fikir olmuş.

25–30 Ekim / İstanbul Spor

WTA Championship

16 Ekim’de Feriye Lokantası, 23 Ekim’de ise Moda Teras’ta saat 10:30’da Cazlı Brunchlar var. Tükenmekte olan konser biletleri, ZAZ konserini kaçırdığı için üzülenler, ZAZ konserine gidebildiği için sevinenler,

8-15 Ekim 2011 / İstanbul,

Azam Ali hayranları, Dusko Goykovich’i dinleyebileceği için kendini şanslı hissedenler, festival tişörtü satın alarak Düşler Akademisi’ne bağış yapanlar derken bu sene de müzik dinleyeceğiz ya canlı canlı, işte en güzel yanı bu. -Günhan

13-30 Ekim 2011 / Çeşitli kentler

10. Film Ekimi İstanbullu sinemaseverlerin, sağ olsunlar, bu yıl bana bilet bırakmadığı Filmekimi bu sene 10. yaşını kutluyor. Hem de 6 şehirde. Her ne kadar siz bu yazıyı okurken İstanbul ayağı bitmiş olacak olsa da 1316 Ekim arası İzmir’de, 20-23 Ekim arası Bursa ve Konya’da, 27-30 Ekim arası ise Trabzon ve Diyarbakır’da film gösterimleri devam ediyor olacak. Siz siz olun, benim düştüğüm hataya düşmeyip tükenmeden bilet almaya bakın. Çünkü bu sene şahane filmler sizlerle beraber. Film listesine baktığımda ilk gözüme çarpan film Le Gamin Au Vélo (Bisikletli Çocuk) oldu. Jean-Pierre Dardenne ve Luc Dardenne yönetmenliğindeki film 11 yaşında babası tarafından terk edilen Cyril’in öyküsünü anlatıyor.

Cannes Jüri Özel ödülünü Nuri Bilge Ceylan’ın Bir Zamanlar Anadolu’da filmi ile paylaşmış olması da önemli bir ayrıntı.

Dünyanın en prestijli tenis turnuvalarından WTA Championship bu sene 25-30 Ekim’de Sinan Erdem Spor Salonu’nda. Turnuvaya katılacak olan tenisçiler arasında Wimbledon şampiyonu Petra Kvitova, Roland Garros şampiyonu Na Li, Maria Sharapova, Caroline Wozniacki gibi isimler var. 26 Ekim / İstanbul Konser

The Lost Fingers Kendi deyişleriyle “çingene usulü caz” yapan Kanadalı bir müzik grubu The Lost Fingers. Haklı olmadıklarını söylemeyeceğim. Lost in ‘80s adlı albümüyle Kanada’da yüksek satış rakamlarına ulaşan bu arkadaşlar 26 Ekim’de Babylon’da.

Dikkat çeken bir diğer film ise Lars von Trier’in yönetmenliğini yaptığı Melancholia. Kirsten Dunst’ın 2011 Cannes En İyi Kadın Oyuncu ödülünü aldığı bu film von Trier’in sözü ile “dünyanın sonu hakkında güzel bir film”. Melancholia ile beraber David Cronenberg’in yönettiği A Dangerous Method (Tehlikeli İlişki), festival dahilinde görmeyi en çok istediğim iki filmden bir diğeri. 1904 yılında geçen bu hikaye psikolojinin iki devi Carl Jung ile Sigmund Freud arasındaki ilişkinin bir kadın vesilesi ile bozulmasını anlatıyor. Elini attığı her işi fevkalade yapan Julie Delphy’nin

Le Skylab (Gökten Bir Uydu Düştü) adlı filmi yine merakla beklediklerim arasında. Bu sene bilet satışlarında yaşanılan kriz ve İstanbul dışında gösterilen filmlerin İstanbul’da gösterilenlere kıyasla kısıtlı olması nedeniyle eleştirilse de Filmekimi 10. senesinde yine meraklıları birbirinden güzel filmlerle buluşturuyor. -Günhan

29 Ekim / İstanbul Konser

Pinch & Darkstar Özellikle son yıllarda popülerliğinde artış gözlenen bir tür dubstep. Pinch ve Darkstar bu türde önemli işlere imza atmış iki önemli isim. Babylon 29 Ekim akşamı 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 19


AJANDA unutulmaz bir dubstep gecesi yaşatmaya hazırlanıyor. 29 Ekim / İstanbul Konser

La Shica

Kendine özgü müziğiyle övgüleri toplayan İspanyol müzik güruhu La Shica 29 Ekim akşamı İstanbul Live’de.

11 Kasım / İstanbul Konser

Amorphis

Elegy, Tales from the Thousand Lakes gibi albümleriyle death metal sevenlere “evet, işte bu!” nidaları attıran Amorphis 11 Kasım akşamı Romeo Juliet Performance Hall’da. Hem de Leprous ve NahemaH ile birlikte. 2 Kasım / İstanbul Konser

Elvis Costello

Müzik dünyasının rotasını belirleyen ülke İngiltere’nin bağrından kopmuş bir isim geliyor; Declan Patrick Macmanus ya da bilinen adıyla Elvis Costello. Ünlü şarkı sözü yazarı 2 Kasım akşamı Türker İnanoğlu Maslak Show Center’da sahne alacak. Özellikle “I Want You” ve “She” gibi meşhur parçalarıyla tanınan Costello,

20 Ekim - 27 Kasım 2011 / İstanbul

Öksüzler / Orphans “Biz Neyin Acıttığını Biliriz…” Oyun yazarı Dennis Kelly yeni oyunu Orphans için işte bunları söylüyor. İyi ile kötüyü etkileyici bir şekilde, düşünmemize koca bir kapı açan Orphans, çağdaş tiyatronun “beyinden vurucu” oyunlarını 2005’ten bu yana İstanbul seyircisi ile buluşturan Dot Tiyatrosu’nun da en son oyunu. İlk olarak Festen/Kutlama adlı oyunuyla beynimden vurulduğum Dot Tiyatrosu şehirli insanların hikâyelerini anlatmayı uzmanlık haline getirmiş. “Kendin pişir kendin ye” usulü işler yapan bu sıra dışı tiyatro kendi mekanları için kendi prodüksiyonlarını yapıyor. Çok geçmeden Maçka Kadırgalılar Caddesi’ndeki G-Mall’ı ziyaret edin, AVM deyip geçmeyin ve sadece “DOT” tabelalarını izleyin! Sistemi yenmek için sistemden faydalanmak gerek! Gelelim Öksüzler adlı Dennis Kelly oyununa… Kesin bir şeyi belirtmeyelim öncelikle: Kelly’nin oyunları kolay izlenmeyen türden. Öksüzler, Edinburg şehrinden manzaralarla açılan ve 2009 yılında iki senaryo ödülü birden kazanmış bir oyun ama; akşam yemeği yiyen bir çiftin üstüne kabus gibi çöken kana bulanmış bir karakteri de içinde barındırıyor. Bu geveze, pasaklı, 40 yaşındaki dehşet verici kitle katili, oyun süresince bize

şiddetin en olmayacak yerlerde patlak verebileceğini anlatıyor. Öksüzler’de korkunç ilk sahne daha sonra olmayacak bir hale bürünüyor ki; sormayın gitsin! Öyle ki, gelişigüzel sallanan bir bıçağın size saplanıp saplanmaması kadar belirsiz, anlık; üstelik öyle bir adam tarafından anlatılıyor ki, bıçağı tutan ya da tutmayan da o

adamın ta kendisi! “Belki de bu oyunu yazmam harika oldu”, diyor Kelly, “Yoksa insanları filan öldürürdüm herhalde…” Yorumlaması size kalmış, Öksüzler’in nasıl bir dışavurumun ürünü olduğunu artık siz düşünün. -Gökçe Prömiyer: 20 Ekim 2011 Yazan: Dennis Kelly Yöneten: Tuğrul Tülek Çeviren: Selin Girit Oyuncular: Gizem Erdem, İbrahim Selim, Yusuf Akgün Oyun Tarihleri: 20, 21, 22, 23, 27, 28, 29, 30 Ekim, 2, 4, 10, 11, 12, 13, 17, 18, 19, 20, 24, 25, 26, 27 Kasım Perşembe-Cuma-Cumartesi 21.00, Pazar 17.00 www.go-dot.org

20 | Boo! Sayı: 1


AJANDA

15-20 Kasım 2011 / Çeşitli Kentler

White Lion Türkiye Turnesi Glam metalin en şaşalı dönemine denk gelecek şekilde, 1983 yılında kurulmayı başarmış ve başta When the Children Cry olmak üzere bir miktar şarkısı dillere yerleşmiş White Lion, aldığımız haberlere göre Türkiye turnesine geliyor. Şu an için biletleri Biletix’te satışta olan İstanbul (15 Kasım) ve Ankara (18 Kasım) konserleri haricinde, vokalist Mike Tramp’in kişisel sitesindeki tur tarihleri sayfasında Bodrum, İzmir ve Antalya da görünüyor. İşin ilginç olanı ise grubun Bodrum’da iki gün üst üste çalacak olması. 1617 Kasım tarihleri Bodrum’a, 19 Kasım İzmir’e ve 20 Kasım Antalya’ya ait. İşin bir başka muallakta kalan tarafı ise, konserin Biletix’te White Lion adıyla geçmesiyken, Mike Tramp’in sitesinde-

kendine has tarzı ve mükemmel sesi ile izleyenleri mest edecek. 14 Kasım / İstanbul Konser

Paul Anka

ki turne tarihlerinin solo grubu olan Mike Tramp & the Rock’n’Roll Circuz’a ait olması. Yine Biletix sayfasına konan grup fotoğrafı ise White Lion’a değil, The Rock’n’Roll Circuz’a ait. En azından iki grubun kesişim kümesi olan Mike Tramp’i görüp dinleyebileceğiz. Tarihler ilerledikçe turne ile ilgili detaylar da belirginleşecektir elbet, ama benim tah-

minim özellikle Bodrum ve İzmir’deki tarihlerin iptal edileceği yönünde. İstanbul ve Ankara’daki konserler yörenin kendi Jolly Joker barında gerçekleşecekken, Antalya’da da bir adet Jolly Joker olması Antalya konserinin de orada açıklanabileceğini düşündürüyor. Ama bunlar elbette kişisel tahminler, sağda solda gerçekmiş gibi gösterip bilgi kirliliği yaratmayınız. -Alper D.

Haliç Kongre Merkezi 14 Kasım akşamında müzikal bir dehaya, Paul Anka’ya ev sahipliği yapıyor. 1955’ten beri müzik piyasasında olup ‘60lı yıllarda hit olmuş şarkılarıyla ünlenen, Frank Sinatra’dan Michael Jackson’a bir çok ünlü isimle iş yapan Paul Anka seslendireceği popüler şarkılarla izleyicilere unutulmaz bir gece yaşatmaya geliyor.

Ay boyunca / İstanbul

Salon İKSV Programı Bu ay Salon İKSV’de neler var? 17 ve 24 Ekim tarihlerinde Talimhane Tiyatrosu’nda Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi adlı oyun sahneleniyor. İnsan tacirlerinin eline düşüp fuhuşa zorlanan Dijana’nın öyküsü anlatılıyor. 18-19 Ekim akşamlarında, İzlandalı pop grubu Mum; 22 Ekim’de ise yine İzlandaFourplay

lı elektronik soul ismi GusGus sahne alacak. John Abercrombie Quartet 26-27 Ekim’de, Swallow Quintet and Carla Bley 31 Ekim ile 1 Kasım’da, Amerikalı modern caz dörtlüsü Fourplay ise 2-3 Kasım’da cazseverlerle buluşacak. 28 Ekim’de Architecture in Helsinki adlı Avustralyalı indiepop grubu, 15-16 Kasım’da ise Architecture in Helsinki

16-20 Kasım / İzmir Gösterim

12. Uluslararası İzmir Kısa Film Festivali The Czars’ın eski vokali John Grant sahne alacak. Salon İKSV dolu dolu anlayacağınız. -Günhan Önce Bir Boşluk Oldu Kalp Gidince Ama Şimdi İyi

Son 11 yıldır gerçekleşen ve son birkaç yıldır 3 Kasım’ı başlangıç için geleneksel bir gün haline getiren İzmir Kısa Film Festivali’nin on ikincisi, 16 Kasım tarihinde başlıyor. Gösterimler iki yıl aradan sonra ise, alıştığımız yeri olan Fransız Kültür Merkezi’ne geri dönüyor. Festivalin ekibi değişmiş gibi görünüyor, bakalım bu değişim festival başladığında gösterimlere ne derece yansıyacak... Festival programı ve yarışan filmler için bir araya getirilen jüri üyeleri, bu satırlar yazıldığında henüz açıklanmamıştı. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 21


Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com

etkinlik

Oyun Meraklıları Buluştu Bilen bilir, Pecha Kucha günümüzde oldukça revaçta, birçok şehrin katıldığı bir sunum platformu. Japoncada ‘fiskos’ anlamına geliyor. Amacı, düzenlendiği gecenin konusuyla uyan projelerin sunulmasını sağlamak.

15 Eylül gecesi Yapı Endüstri Merkezi’nin (YEM) ev sahipliği yaptığı ve 34Solo şirketinin organize ettiği 11. İstanbul Pehca Kucha Night’a katıldım. 34Solo, gençlere platformlar yaratan, projelerine destek olabilmek için imkanlarını kullanan bir firma. Bir süredir bu gecenin organizasyonlarını da yürütüyorlar. YEM ise tasarım olarak oldukça güzel bir bina. Ferah ve geniş. Özellikle kitap meraklısıysanız içerisinde bulunan kütüphanedeki fiyatları gördüğünüzde inanamayabilirsiniz, benden söylemesi. Sadece öğrenciler değil, herkesin bütçesine uygun fiyatlarla satış yapıyorlar. İtiraf ediyorum sunumlar sırasında ışıkları kapanmış olmasına rağmen, kitapçının önünden ayrılamadığım oldu. 22 | Boo! Sayı: 1

Gecenin İlgi Çeken Yanları 2010 yılından beri İstanbul’da beşincisi düzenlenen etkinliğin konusu bu defa ‘Dünyayı Kim Yönetiyor? Oyun ve Politika’ idi. Söylemeden geçemeyeceğim, gecenin başında Can Yücel Metin’den konuyla ilgili telefon uygulamalarının tanıtıldığı sunumu ağzım açık izledim. Metin’in konuşma hızına yetişebilen oldu mu bilemiyorum. Sunumdan sonra o, soruları kabul ederken, ben hala anlattığı uygulamaların ne işe yaradığını kavramaya çalışıyordum. 20 saniyeye o kadar çok cümle sığdırabilen birisini gördükten sonra, katılımcıların nasıl sunumlar yapacağını merakla beklemeye başladım. Pecha Kucha’nın Proje İnsanlarına Faydaları ve Kardeş Etkinlikleri Gecenin maddi herhangi bir kaygı duyulmadan, kişilerin hayallerini, fikirlerini paylaşmasını sağlayan bir platform olması oldukça önemli. Keza ülkemizde insanlar projelerine sponsor ya da destekçi bulmak için fazla zorlanıyor. Dünyada 370 kentte, düzenli aralıklarla yapılan Pecha Kucha Night’ta sunum yapmak, aynı zamanda başarılı bir referans. On birincisi düzenlenen Pecha Kucha, bu defa sadece sunum-

larıyla değil, 2 farklı etkinlikte daha rol oynamasıyla da ayrı bir yere sahipti. YEM’de aynı tarihlerde Kurye Video tarafından düzenlenen ve 11. Pecha Kucha’nın da konusunu destekleyen ‘Space Invaders: Sanat ve Video Oyunu Çevresi’ sergisi bulunuyordu. Vaktinde yetişememiş olmamdan dolayı sergiyi göremedim ama kısaca bahsetmek gereği duyuyorum: İngiltere ve Hollanda’da başlamış ve bütün Dünyayı gezerek, oyun dünyasını tanımlamayı amaç edinmiş bir sergi Space Invaders. Oyun dünyasının gittikçe daha gerçek hale gelmesi ve bunun hayata etkilerini sorgulayan sergiye atölyeler, seminerler, performanslar da dahil. Kısacası, gündüz saatlerinde sergiyi gezen ve sonrasında geceye katılan oyun meraklılarına memnuniyet garantiydi. Ayrıca gece, 12. İstanbul Bienali’nin açılış akşamlarından birinin yan etkinliği olarak da yer alarak is-

minden söz ettirmeyi başardı. Geceyi Renklendirenler Gecede Kurye Video’dan Irmak Arkman, Tekjeton’dan Burak Aydoğan, Oyungezer’den Furkan Faruk Akıncı ve Joygame’den Barış Özistek oyun dünyası üzerine konuştu. Konunun diğer boyutları; yani akademik, ticari, politik yönden bilgileri de eğitim dünyasından önemli isimler; Bahçeşehir Üniversitesi’nden Güven Çatak ve Mert Akbal, Bilgi Üniversitesi’den Erkan Saka ve Yeditepe Üniversitesi’nden Tarık Emre Yıldırım bizlerle paylaştılar. Verilen bilgiler açısından, oyunla ilgilenenler için muhteşem bir geceydi, fakat ilgilenmeyenlerin oldukça fazla sıkıldığını düşünüyorum. Tuborg’un sponsor olması da onların imdadına koştu. Bir sonraki Pecha Kucha’nın konusunu merakla bekliyoruz...

Bitti.

Y

aratıcıysanız, bir projeniz varsa ve onu insanlara anlatmak istiyorsanız Pecha Kucha Night sizin için doğru adreslerden birisi. Bütün Pecha Kucha etkinliklerinde gecede 10-12 kişinin sunum yapması mümkün oluyor ve sunumlar 20 saniye ekranda kalan 20 görselle destekleniyor. Sunumunuzu gerçekleştirdikten sonra, projenize inanan ve maddi anlamda sizi destekleyecek birisini bulmanız mümkün olabiliyor.


Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com

etkinlik

Dünyanın Tasarımı İstanbul’daydı B

ildiğiniz gibi tasarım kelimesi artık günlük hayatlarımıza yerleşti. Kendisine ait tarzıyla fark yaratmak, dünya trendlerini yakından incelemek isteyen İstanbullu izleyiciler, dünyada neler olup bittiğini görebilsin diye İstanbul Design Week bu sene altıncısıyla, birçok tasarımcının ürünlerini sergiledi. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, dDf ve Hürriyet’in ortak proje olarak yürüttüğü hafta, Eski Galata Köprüsü’nde gerçekleşti. İstanbul’un gözünü sevdiğimiz trafiği sayesinde, birçok kişinin ulaşmak için ekstra çaba harcamasına sebep olsa da, serginin gidebilenleri tatmin ettiği aşikar. Tasarımcılar, öğrenciler, üreticiler, kurumlar, üniversiteler, medya yayınları gibi bir çok sektörün temsilcileri ve katılımcıları bir araya gelerek, tasarım dünyasında keyifi günler geçirdiler.

İstanbul tasarım dünyasına kendisini tanıttı İstanbul’un dünyaya, tasarım potansiyeli açısından kendisini kanıtlaması gayesiyle de organize edilen Design Week, izleyicilerine sergilerin yanı sıra konferanslar ve yarışmalarla da birçok etkinliğe katılma fırsatı sundu. Özellikle genç tasarımcıları için W İstanbul ve Gaia&Gino tarafından düzenlenen “Genç Tasarımcılar Yarışması”, güzel sanatlar, endüstriyel tasarım veya mimarlık bölümünde okuyan öğrencilerin, kendilerini gösterebilmelerini sağlamaları için güzel bir fırsattı. Kazanan tasarımlar para ödülünün yanında, Design Week haftası boyunca sergiyi gezenlere kendilerini tanıtabildi. Ayrıca W Hotel’in tasarımlarında yer almaları için de kendilerine fırsat tanındı. Gençlere tanınan bir diğer fırsat ise, öğrenci sergisinin kurulması ve üniversite projelerinin tanıtım seminerlerinin düzenlenmesi oldu. Tasarım üniversitelerine Design Week boyunca sağlanan ücretsiz sergi alanları sayesinde, ürünlerini tanıtmak isteyen öğrenciler ürünlerini sergiledi.

Proje tanıtım seminerleri ise 10 dakikalık görüntülü ve sözlü tanıtım imkanı sağlandı. Yarışmalar, katılımcılara fırsatlar sundu Tasarım haftasında fırsatlar sunan bir diğer yarışma da Redbull tarafından düzenlendi. Redbull kutularından neler yaratılabileceğini görseniz gerçekten şaşırırdınız. Redbull Art Can adıyla düzenlenen yarışma herkese açıktı ve hafta boyunca yarışma tanıtımı amacıyla tasarlanan eserler sergilendi. Design Week’te düzenlenen bir başka yarışma, Dutch Design Awards ise bu sene küresel tasarım konularından enerji, su sağlık, moda gibi başlıkları işleyen tasarımları sergiledi. Bu yıl ikincisi düzenlenen “Design Spirit İstanbul” sergisi ise, Design Week’in bir diğer önemli koluydu. Türk tasarımcıları bir araya getirerek Türk tasarımının yeniliklerini ortaya koymayı ve dünyada bir yer edinmesini sağlamayı amaçlayan bu sergide 40 yaşın altında 40 tasarımcının 40 ürünü sergilendi. Bu sene konu “İstanbul ve Tasarım Arasındaki İlişki” idi. Tasarımcılar Eski Galata Köprüsü’nde ağırlandı Tasarımı baskı, reklamcılık, görüntü alanlarında kullanan Anthony Burrill sergisi, Tokyo, Londra, New York gibi büyük şehirlerden sonra İstanbul’da da katılımcılarla buluştu. Design Week’te 45 metrekare-

lik bir odayı posterle giydirdi. Oldukça geniş kitlelere hitap eden Burrill, İstanbullu tasarımseverlerin de ilgisini çekmeyi başardı. Brainport sergisinde ise, pek çok tasarımcı evde kullandığımız objelere yükledikleri anlamlarla, onlara bakış açımızda büyük ölçüde fark yaratmayı başardılar. Zuzanna Skalska’nın küratörlüğünü yaptığı sergi, haftaya Hollanda’dan misafir oldu. Design Week’te yerini alan bir diğer sergi ise, bize pespembe bir dünya sunan Pink Design’dı. Masa, sandalye gibi objelerden aydınlatma ürünleri, elektronik eşyalara kadar geniş bir ürün yelpazesinde sunulan ürünler, sadece sergi alanında sınırlı kalmayarak Kadıköy ve Taksim Meydanı’nda da izleyicilerle buluştu ve meraklı olanların dışında halkın da ilgisini çekerek, tasarımın daha geniş kitlelere ulaşmasını sağladı. Hafta boyunca Türk tasarımcıların ürünlerini sergilediği Barbarbook ve İstanbul Zilleri ise, bizim tasarım anlamında hangi noktalara ulaştığımızın birer göstergesiydi. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 23

Bitti.

İstanbul Design Week tüm hızıyla bu yıl düzenlenen İstanbul festivallerinin arasında yerini aldı ve 28 Eylül - 2 Ekim tarihleri arasında Eski Galata Köprüsü’nde meraklılarıyla buluştu.


Merve Sevinç mrvsevinc@gmail.com

etkinlik

Belgesellerin Buluştuğu Festival 29 Eylül - 3 Ekim tarihleri arasında, belgeselin sadece hayvan ya da doğa filmlerinden ibaret olmadığını gösteren, belgesel izleyicisini mutluluktan havalara uçuran Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivali gerçekleşti.

97

yılından bu yana düzenlenen Uluslararası 1001 Belgesel Film Festivalinin on dördüncüsünü bu sene yedi renkten adlandırılan bölümler eşliğinde karşıladık. Festivalde ana programın dışında 2 tematik bölüm vardı ve bu bölümler, belgesel izleyicisini ve pek çok insanı bilinçlendirmek açısından önemli bir yere sahipti. “Dar alanlar-Daralanlar” konusu dışında, “Çocuklar için Belgeseller”e ayrıca dikkat çekmek istiyorum. İki konunun yan yana konuyor olması, aynı zamanda festivalin kapsamını anlamak için yeterli diye düşünüyorum. Gerçekliğe teğet filmler Sosyo-politik açıdan günümüzün standardize olmuş hayat koşullarına tepkilerin sunulduğu Dar alanlar-Daralanlar bölümü, tümüyle bir isyan olarak filmlerle dile geldi. Bireysellikten toplum dayatmalarına, kurallar çerçevesinde kısıtlanan özgürlüklerden mecbur bırakıldığımız şartlara kadar pek çok konunun işlendiği belgeseller, toplumun bilinçlenmesi anlamında önemli bir role sahip. Bu bölümde izleyicisiyle buluşan filmlerden Into Thin Air’i 24 | Boo! Sayı: 1

(Yok Olmak) mutlaka izlemenizi tavsiye ederim. 1978, İran doğumlu Mohammed Reza Farzad yönetmenliğinde çekilen kısa belgesel, 1979 yılında katledilen masum İranlıları konu ediniyor. Sokağa çıkma yasağını bilmeyen kişilerin, devlet güçlerince katledilmesini ve politika uğruna yaşananları apaçık ortaya koyan belgesel, 26 dakika uzunluğunda. Çocuklar İçin Belgeseller ise, “her şeyin başı eğitim” deyişinden yola çıkarsak, önemini olduğu gibi ortaya koyuyor. Günümüzde çocukların belgeselleri, ilk cümlelerde belirttiğim gibi sadece doğa ve hayvan çerçevesinde izliyor olması, onların belgesellere yükledikleri anlamları sınırlandırıyor. Aslında belgeseller her türlü bilginin edinebileceği, izlerken öğrenmenin garanti olduğu filmlerdir. Çocukların aynı zamanda atölye ve konferanslarla da katılımını sağlamaya çalışan organizatörleri, bu sebepten burada bir saygıyla anmak gerek. Özellikle; Geleceğin Çocukları İçin Büyük Define Sandığı / 4 Seri - Tibet, Türkiye, Tanzanya, Kanada (Big Treasure Chest For Future Kids 4 Parts - Tibet, Turkey, Tanzania, Canada) projesi ileriki yıllarda,

bugünleri yaşayan çocuklar için büyük bir önem taşıyacak. 2000 yılında Pierre Hoffman’ın tasarladığı projede, her ülke kendi kültürüne ait bir sandığı (çeyiz sandığı, sepet, çömlek, kutu gibi) çocukların dilekleri için açtı. Akıllarından ve kalplerinden geçenleri, hayalleri, dileklerini ve hediyelerini koydukları sandıklar, 2050 yılında bu sandıkları açacak çocuklar için kim bilir ne anlamlar ifade edecek... 25 dakikalık filmlerde ise, bu sandıklara içinden geçenleri çekinmeden koyan çocukların hikayeleri anlatılıyor. Büyük Define Sandığı ise

Tanzanya’daki Dar-es-Salaam Ulusal Müzesi’nde, 2050 yılına kadar açılmayı bekleyecek. Kültürlerin buluşması Dünyada sinema alanında denenen türler, belgesel alanında gelinen nokta, kaydedilen gelişmeleri merak edenler için konuşuldu. Geçen sene başlatılan “Sinema Laboratuarı” etkinliği, insanların kafasında yer eden pek çok sorunun cevabını yanıtladı. Belgesel biçimleri üzerine Ümit Kıvanç’ın konuşmacı olarak katıldığı bir açık tartışma düzenlendi ve bu tartışmanın yanı sıra bir fo-


Film Seçkisi

rumda, telif hakları tartışıldı, medya ve internetin belgeseller üzerindeki etkileri konuşuldu. Günümüzde film sektörü Günümüzde izleyicilerin sektör hakkında bilgilendirilmesi gereken bir diğer konu, “Dijital Dağıtım” semineriyle yerini buldu. Birçok kişinin en basit televizyon programları hakkında bile düştüğü yanılgıların boyutları, belgesel filmlere geldiğinde daha da artıyor. Fransız Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen seminer sayesinde, internetin medya dünyasını ne yönde etkilediği ve sanatçıların haklarına ilişkin ihlaller konuşuldu. Yaşanan teknolojik gelişmelerin imkanları arttırması, bazı zamanlar sanatçıların kendilerini savunmasız bulmalarına yol açabiliyor. Desteksiz ilerlemeye çalışan belgeselcilerin gelişmesi açısından bazı imkanlara sahip olmaları gerekir. Bu sebeple, haklarının korunması oldukça önemli. Bu anlamda bir bilincin oluşturulması için uğraşanlar tarafından www.onlinefilm. org adresinde, bir platform kurulmuş. Henüz test aşamasında olan bu sitede sunulan paylaşımları cuzi ücretlerle izlemeniz ve sanatçıya bir fayda sağlamanız mümkün. Her ne kadar internetten bedava izlemeye alışmayı tercih etsek de, değer verdiğimiz yargıların daha fazla kitlelere ulaşması için çekilen belgeselleri desteklemenin öneminin de bilincine varmalıyız. Sektörde oluşan pazarların ve bu pazarda pay kazanmak isteyenlerin davranışlarını anlamaya yaklaştığımız seminerin, daha fazlasının düzenlenmesi için örnek teşkil ettiğini umut ediyorum.

Geçmiş Mazi Olmadı (The Past is no in the Past) / Mehmet Özgür Candan, Türkiye, 2011, 60’ - 12 Eylül’ün ertesinde hayatları hiç beklemedikleri şekilde değişen insanların gözlerinden, o dönemin hikayesi. İş ve emek konulu Kırmızı filmlerden; Dakikası 15 Cent’e Anneler (Mothers 15 Cents a Minute) / Marina Seresesky, İspanya, 2011, 52’ Bir kulübede eğitim vermeye çalışan bir grup kadının, annenin hikayesi. 8 No’lu Ocak (Pit no 8) / Marianna Kaat, EstonyaUkrayna, 2010, 95’ On beş yaşındaki bir kızın, Ukrayna’nın kömür madeni bölgesinde, herkes gibi kazı yaparak hayatını geçirmesini anlatan bir belgesel. Göç öykülerinin konu edildiği Sarı filmlerden; Seyyahlık Zor Zanaat (On Hard Art of Strolling) / Ivan Garcia, İspanya, Uçan Anne / Flying Anne

2011, 63’ - 6 şehrin hikayesini, en önemli tarihi anlarını, bir gezginin ağzından anlatan bir belgesel. Kitap Kaçakçıları (Book Smugglers) / Jeremiah Cullinane, İrlandaİngiltere-İtalya, 2010, 73’ - Dillerinin yok olmasına razı gelmeyen Litvanyalı kitap kaçakçılarının ayak izlerini takip ederseniz, acaba nereye çıkarsınız? Sürdürülebilir dünyaya ilişkin Yeşil filmlerden; Sudaki Suretler (Figures in the Water) / Erkal Tülek, Türkiye, 2011, 74’ Ülkemizde son zamanlarda sık rastladığımız doğayı katletme haberlerine dair bir belgesel. Hidroelektrik Santrali (HES) yapımına karşı mücadeleleri konu ediniyor. Ekümenopolis: Ucu Olmayan Şehir (Ecumenopolis: City without Limits) / İmre Azem, Türkiye-Almanya, 2011, 88’ - İstanbul’a farklı bir gözle bakmamızı sağlayan bir Alman ortak yapımı belgesel. Sanat ve kültürle doyduğumuz Mor filmlerden; Halkın Kürsüsü. Meydan (Public Poetic. Square) / Esther Pérez de Eulate, İspanya, 2010, 71’ - Reina Sofia Müzesi Meydanı’nda, İspanya’nın son 7 yılına tanık olun. Öteki Kasaba (The Other

Town) / Nefin Dinç, Türkiye, 2011, 45’ - Birbirinden farklı iki kasabanın, iki ulusun, iki kültürün birbiri hakkında düşündüklerini anlatan bir belgesel. Modern zaman öyküleriyle karşılaştığımız Turuncu filmlerden; Denizin Çocukları (Children of the Sea) / Annabel Verbeke, Belçika, 2010, 25’ - Bir yatılı okulda geçen, aile sıcaklığından mahrum bir grup davranış bozukluğuna sahip erkek çocuğun hikayesi. Saç Boyama: 45 Dakika (Hair Dying: 45 Minutes) / Aylin Kuryel-Raşel Meseri, Türkiye, 2010, 14’ Ayrımcılığa bu sefer bir kuaför salonunda rastlıyoruz belgeselde. Sıradan ya da olağanüstü insanların hayatlarıyla karşılaştığımız Mavi filmlerden; Uçan Anne (Flying Anne) / Catherine van Campen, Hollanda, 2010, 21’ - İstemediğiniz bir takım davranışlarınız olduğunu ve bunları kontrol edemediğinizi düşünün. Tikleriyle mücadele eden Anne’nin hikayesi. Mozambik’ten Sesler (Voices from Mozambique) / Susana GuardiolaFrançoise Polo, İspanyaPortekiz, 2011, 97’ - Afrika’nın gelişmesi için uğraşan Mozambikli kadınların, Josina Machel’in hayatlarını izliyoruz filmde. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 25

Bitti.

Yok Olmak / Into Thin Air

İnsanın insana yaptıklarını konu edinen Siyah filmlerden; Yok Olmak (Into Thin Air) / Mohammadreza Farzad, İran, 2010, 26’ - 1979 yılında sokağa çıkma yasağını bilmeyen kişilerin, devlet güçlerince katledilmesini ve politika uğruna yaşananları apaçık ortaya koyan belgesel, ölen masum İranlıları konu ediniyor.


Esin Tekbaş esintekbas@gmail.com

röportaj

Ağır Müzikte İsyanın Yankısı Onlar kız kıza dayanışmanın, heavy metalin kadınlar tarafından da yapılabileceğinin en güzel örneklerinden. İlk albümleri “İsyan” ile isyan çıkarmaya geldiler. Biz de bu eylemde Kırmızı’ya ortak oluyoruz!

26 | Boo! Sayı: 1


Kırmızı, menajerine ka-

dar kızlardan oluşan bir grup. Bu bilinçli olarak seçilen bir durum mu? Aslında grubun kadınlardan oluşması bilinçli bir durum ama ekip göründüğünden her zaman daha fazladır. Dolayısıyla çalıştığımız kişilerin kadın ya da erkek olmasından ziyade bizi anlaması ve hedefimize ortak olması bizim için daha önemlidir. Şu bir gerçek ki kadınlar titiz çalışıyor :) Kadınlardan oluşan gruplar dünyada genellikle çok uzun soluklu değillerdir. Ama siz 2005’ten beri bir aradasınız, bunun formülü nedir? Müzik bizce bağlayıcı bir unsurdur. Ortak heyecanlar yaşıyoruz, birbirimizi anlıyoruz ve herkes çalışmayı seviyor. Zaten aynı isteklere ve çalışma aşkına sahip değilse bir süre sonra kopup gidiyor. Bu sadece kadınlarla ilgili değil. Erkeklerden oluşan birçok grup da ya dağılıyor ya da eleman değişikliği yapıyor. Kadın gruplarının ne yazık ki az olması durumun böyle algılanmasına

neden oluyor. Keza yurtdışında gayet uzun soluklu kadınlardan müteşekkil gruplar var. Aslında diğer müzisyenler ve müzik grupları ne yaşıyorlarsa biz de onu yaşıyoruz. Albümünüzün sloganı da “İsyan Çıkacak” olarak müzik piyasasına sunuldu. Bu isyan, bütün kızların toplanıp erkeklere karşı çıkaracağı bir isyan mı? Çünkü Geri (Kaypak) gibi gerçekten isyan çıkartabilecek şarkılar var :) Albümün içindeki şarkıların hiçbiri belli bir cinsiyet taşımıyor. Daha doğrusu bir kadından da bir erkekten de duyabileceğiniz cümlelerle yazıldı. Hepimizin ortak duygularının sonucu aslında. Herkes istediği şarkıyı istediğine ithaf edebilir. Şarkıların sözlerini oluştururken yaşadıklarından ilham alanlardan mısınız, yoksa daha çok toplumun psikolojisi üzerinden mi yol almayı tercih ediyorsunuz?

Her ikisi de çok kuvvetli bir şekilde etkiliyor. Sonuçta toplumun psikolojisi, üzerinde çok konuştuğumuz ve düşündüğümüz bir konu. Yaşadığımız her şeyde bize bir sonraki adımda ışık tutacak deneyimler haline dönüşüyor. Dolayısıyla her iki yönden de besleniyoruz. “Geri” isimli şarkıya klip çekmeyi düşünüyor musunuz? Ya da yeni klip hatta belki yolda olan yeni bir albüm var mı? Bu soruları cevapladığımız tam şu anda Geri’nin klibini yayınlamış bulunuyoruz! Arkasından gelecek olan da sürpriz olsun… Bizi okuyan kızlara verebileceğiniz tavsiyeleriniz var mı? Asla taviz vermeden hedeflerinin peşinde koşmak, o hedefe ulaşsın ya da ulaşmasın geriye dönüp baktığında insana boş yaşamamış olduğu duygusunu veriyor. İnandıkları şeyin peşinden koşmaları ve tabi ki çok çalışmaları naçizane tavsiyemiz olur. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 27

Bitti.

Kırmızı grubu Ozzy Osbourne gibi bir efsane ile aynı sahneyi paylaştı. Bize biraz bu deneyiminizden bahseder misiniz? Beklemediğimiz anda muhteşem bir sürpriz oldu. Daha doğrusu menajerimiz bizim için başvuru yaptığında biz yoğun bir şekilde stüdyolar alıyor ve bir takım yenilikler yapıyorduk. Bize haber gelene kadar gündemimizde olan bir şey değildi. Haber gelince tatlı bir heyecan yaşadık. Ozzy Osbourne gibi bir isimle aynı sahneyi paylaşmak çok önemli ve unutulmayacak bir deneyimdi. Grubun temelleri nasıl atıldı? Esinlendiğiniz gruplar oldu mu, yoksa sadece doğaçlama mı gelişti olay? Grubun temelleri 2005 yılında Aslı ve İdil’in tanışmasıyla atıldı. Esinlenilmiş bir grup yok. Doğaçlama başlayıp zaman içinde şekillendi diyebiliriz.


Irmak Keskin irmak.keskin@gmail.com

röportaj

Kaosta Evrensel Sükûnet: Pantomim Önce izlemeye başlıyorsunuz, sonra susmaya… Eller bir şeyler anlatıyor, eldivenleri geçiriyorsunuz parmaklarınızdan tek tek, sonra yüze boyadan bir maske, bir örtü seriyorsunuz yere, sokakların her köşesi sizin. Panto bütün, mim ayna olduğunuz anlamına geliyor, “yansılıyorsunuz” her şeyi yani. Çok sevdiniz bu işi, İÜ Devlet Konservatuarı’nda Vecihi Ofluoğlu’nun öncülüğünde açılan iki yıllık bir mim bölümü bulunuyor, oraya bakıyorsunuz… Derken Zaytung haberine ithafen genç bir pantomim sanatçısıyla sizin için bir sohbet gerçekleştirdik, afiyetle tüketiniz... Ayça Yaşıt kimdir? Küfür serbest mi? :) açyA tışaY’nın yansımasıdır. Pantomimi nereden tanımış, nasıl sevmiş ve benimsemiştir? Pantomimi bir tiyatrocunun, deprem sonrası Bolu’ya gelip çocuklarla ilgilenme aşkına verdiği sahne çalışmalarında öğrenmiş, ne yaptıysa da unutamamıştır. Benimsemesinin en önemli nedenlerinden biri, mim sanatının çırılçıplak olması. Oyuncu ne kadar karakterliyse, ürettiği oyunlar da o samimiyette oluyordu. Tamamen dışavurum teranesi işte. Ayça egolarının kurbanı olup, bu bencil sanatı hevesle benimsedi. Mim sanatını nasıl tanımlıyorsun peki? 28 | Boo! Sayı: 1

Ouuv… Benliğin varlıkla kurduğu iletişim araçlarını inceleyen ve yansılayan bilim dalı. İlle görsel olmak zorunda değilmiş gibi geliyor bana. Mutlaka sahnelenmeliymiş, bir mimci ya da mim kafasına sahip biri ille de bunu şov haline getirmek zorunda değil diye düşünüyorum. “Sanat Dalı” diyemiyorum. Oyunlarımın çıkış aşamasının yüzde doksanı gözlem çünkü, inceleme ve yansılama çabası. Bütün bunlar bir araştırma, geliştirme süreci, bir tez atmışım ortaya sanki. Kimi kabul ediyor, kimi etmiyor. Pantomim eğitimi nasıl bir süreci ve ne gibi aşamaları kapsıyor? Bedenin dahil olabileceği, yani her şeyi kapsar. Anatomiden tut, psikolojiye, sahneleme

aşamasında müzik kulağından tut, kişisel aktivasyonuna, felsefeden, rüzgar yönüne kadar her şeyden beslenebilir. İnsan neyi icat etti, ne yapar, ne yer, ne içer, işi nedir gücü nedir, tarihle de ilgilenir. Eğitim önce farkındalık, sonra fiziksel eğitim, düşünce gücü, gözlem, manifesto ve sunum. Ama bütün bu kelimeler kendi içlerinde onlarca dala ayrılır. Beden her gün değişiyor, yenileniyor,

gelişiyorsa, buna paralel, eğitimi de bitmeyecektir. Sokak ne ifade eder, anlamı, içselliği nedir de bu kız çıkmıştır yollara? Buna verecek hiç artistik cevabım yok, baştan diyeyim. Tamamen cahil cesaretiyle çıktım sokağa, “her yerde sanat olsun” gibi Pollyannavari bir coşkum vardı. Sonra anladım Hanya’yı Konya’yı. Soka-


Sokaklarda bir kadın sanatçı olmak -bir ayrımcılık amacı gütmeksizin- ne gibi artı ve eksiler barındırıyor? Avantaj sağladığı durumlar oluyor mu? Elbette. Avantajları da kör göze parmaktır, dezavantajları da. İzleyici bazen “Vay be kız başına çıkıp gösteri yapıyor!” diyebiliyor. Aynı izleyici arasından biri “Off be göte bak!” deyip elini cebinden çıkarmayabiliyor. Kimi esnaf, sırf egolarını tatmin edebilmek için, onun tezgahına yakın olma-

sam da “S.. git buradan!” diyebiliyorken, kimi esnaf “Gel benim dükkanın önünde yap, hem reklam olur” diyebiliyor. Her yolu deneyip dikiş tutturamamış bir adam, yaptığımı küçümseyip “Ulan biz de palyaço olmayı göze alacak kadar dangalak değiliz ki parsayı toplayalım” diye düşünebiliyor. Kimi sadece şapkaya bakıp hesap yapmaya başlıyor: “Bu bir saattir buradaysa, şapkada elli lira varsa, yedi saatte ebeninki kadar kazanır lan, oh be, işe bak!”. Ama kimi gelip, “Ben sevgilimden ayrılmıştım, öyle bir oyun oynadınız ki, şuramdan bir şey koptu” diyebiliyor. Bütün bunları aynı yerde yaşayabilmenin zenginliği içindeyim, her ne kadar hakaret de alsam, bu benim için avantaj. Sokak sanatına yapılan müdahaleler, desteklemek için yapılan yürüyüşler oldukça gündemde, bu performansçıyı, izleyiciyi etkiliyor mu? Toplum böyle bir eksiklik hisseder mi gerçekten? Ne düşünüyorsun?

Niyete bakıyorum. Her ne kadar “sokağı, sokak sanatçısını koruyalım” düşüncesiyle etkinlik başlatıyor da olsa, bundaki niyet o kadar da temiz olmayabiliyor. Yani, gidip sadece insanlar bana para atsın, bol bol alkışlanayım ya da ünlü olayım isteğiyle sokakta gösteri yapıyor ya da enstrüman çalıyorsam, sokak sanatına değer verilsin sloganıyla insanları kendime karşı sorumlu olmaya davet edemem. Yani bunun Ajdar’ın şarkı söylemesi ve “sanatçıyım ben, sanatçıyı koruyun” demesinden farklı olduğunu düşünmüyorum. Şayet ben yıkıp geçilmeyecek kadar güzel bir şey yapıyorsam, o olmuştur zaten. Mimci konuşmaz ki, ikide bir “Bana bunu edin, bana şunu yapın, beni sevin, para verin” diyeyim :) Fakat sokak sanatını desteklemek adına bir etkinlik yapıldı ki, baştan sona art niyetsiz. Tünel Festivali idi, Ludwig adında bir adamın dünyanın her yerinden sokak sanatçılarını çağırıp, Tünel’i panayıra çevirmesiydi olay. Kimse ana merkezde şapka açmadı, parasız pulsuz, elli ki-

şinin balık istifi yedi yatakta yattığı bir yerdi, herkes aç ve mutluydu. Para gözüyle çalıştığında izleyici anlıyor zaten. Ve atmıyor sana para mara. İşte o zaman “bok ye” diyorlar. Niyetin insani bir şey olsun, o zaman yaşayabiliyorsun şapkaya atılanla. Ben kaç kez şapkayı unuttum sokakta. Dünyada ve ülke sınırlarında mim nasıl bir değişkenlik gösteriyor? Bariz farklar var mı aralarında? Hımm. Sahne oyunları çapında mim çok ciddiye alınıyor yurt dışında, fakat sokak mimcilerinin çoğu yoldan geçene çiçek vererek, balon şişirerek, millettin peşine takılarak oynuyor. Hareketsiz duran ve “pantomimciyim” diyenler de var. Ülke genelinde ise, henüz yeni yeni tanınıyor ülkemizde, altı yıl önce altı tane mimci vardı usta olan. Şimdi sayamıyorum bile. Mimle hiç ilgisi olmayan insanların güncel haberler verdiğine şahit oluyorum bazen. İlgi çekiyor ve anlaşılmıyor henüz. Dünya genelinde bu bir meslek, beklenti yüksek ve saygı duyulmakta. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 29

Bitti.

ğa göre şekillendiğim de oldu, sokağı kendime göre şekillendirdiğim de. O zaman, izleyicinin beğenisine göre oynama, alkışlanma ve pohpohlanma isteği gitti, gerekirse taşlanayım ama “aga bu şudur” dediğim oyunlar oynayayım düşüncesine geçtim. Bu hem tahmin edemeyeceğim kadar can yakıcıydı hem bir o kadar vazgeçilmez. Adildi üstelik. Aynı zemine basıyorduk izleyiciyle. Kimsenin aklında beni izlemek olmuyordu. Kendiliğinden, dolayısıyla ne yaparsam yapayım doğal.


Mert Günhan mert.gun@gmail.com

teknoloji

Dijital Günahlar Belki bir yazı dizisi, belki bir durum değerlendirmesi, ne derseniz uygundur. Sonuçta dijital dünyanın getirileri, bizim ruhumuzdan götürüleri ile eşit mi bilemem ama, ben 90’lar da çocuk olmuş bir birey olarak, kimi zaman telefonu, kimi zaman verilen sözleri, kimi zaman ise tahta kılıçlarımı özlüyorum, tahta kılıç dediysek, tahta ışın kılıcı tabii ki, o kadar da değil...

M

odern günahlarımız var bizim. Dijital dünyamızda sakladığımız cesetlerimiz var, telefonlarımızın hafıza kartlarında taşıdığımız geçmişimize dair iskeletler var. “90’ların başında çocuk olmak” diye bir kavram var. Aslında enteresan bir nesil mensubuyum. Mesela çocukken gerçekten tahta sopaları ışın kılıcı olarak benimseyip, Darth Vader, Obi Wan Kenobi düellosunu canlandırdım ben. Zillere basıp kaçtım, mahal-

lenin deli kadını ile uğraştım, Erenköy sokaklarında geceyarısı saklambaç oynadım ben. Bir yerden sonra çok hızlı değişti herşey. Önce Cine-5 girdi hayatımıza, sonra telefonlar. Atari oynuyordum, gene de dışarı çıkıyordum. Pikseller hayatımın önemli kısmını kaplamıyordu henüz. Asla bir televizyon izleyicisi olmadım belki fakat internet ile ilk kez tanıştığımda çok heyecanlıydım. İnternet ki kendisi artık kendi içinde nefes alan ve milyarlarca insandan oluşan canlı bir organizma, benim için günün sadece 15 dakikasıydı.

Teknoloji ile beraber kaybettim masumiyetimi. Kazanamayacağım bir savaş olarak bakmadım, bir savaş olarak bakmadım sanırım tam olarak, sadece zaman değişiyordu, çocukluğumun bir uzantısı dijital dünya içinde kaybolmaya başlıyordu. Bilgisayar oyunları, yaratılan simüle dünyalarda kurulan simüle yaşamlar, içine çekip aldı beni. Renkler fazlası ile parlak, olasılıklar sınırsızdı. Ben de artık modern günahlarımla yaşıyordum. Sosyal medya mı? O dediğinizi biliyorum, insanları kendi içine yavaş yavaş soğuran ve mecbur kılan bir boyunduruk sistemi mi yoksa bilgi çağında yaşayan insanın dijital evriminin ilk halkası mı? Ben bir 80’lerin sonu, 90’ların başı çocuğu olarak anlamakta güçlük çekiyorum bu kavramlara biçilen değerleri. Fiziksel yalnızlığın sadece bir tıklama ile giderilebileceği dijital kalelerimizde bozdura bozdura harcar olduk insanları. Ne de olsa, internette sadece bir sayısın. Bütün bunlar demek değil ki bana doğru akan bilgi akışı beni mutlu etmiyor, adaptasyon, sonradan gelen bir şey değil, adaptasyon genimizde var, adaptasyon insanın ta kendisi. Sayı-

lar ile nefes alan kalplerimiz artık gerçek kılınabilir durumda. İnternet üzerindeki yansımalarımız ile ilişkilerimiz var, fotoğraf albümlerimiz işaretliyor yaşamlarımızın dönemlerini, hiç bir şey havada kalmıyor, her şey artık ortada, senin seçiminle değil belki fakat diğerlerinin yaşamları ile kesiştiğin sürece bu, norm kabul edilmeli. Viral Olmuş Gidiyorsun Artık sürekli ve durdurulamaz korkunç bir dijital akış var dünya üzerinde, okuyup, öğrenmek ve beyinde bilgi tutmak yerine insanlar ellerinde tuttukları “Akıllı Telefon (Smart Phone)” denilen terminallerden istediklerini istedikleri an öğrenebiliyorlar. Sosyal Medya var bir kere, durdurulamaz, kontrol edilemez. Düpedüz bir SkyNet... Herkes tek bir bilinçaltı, herkes tek, günü geçtikçe tek bir varlık haline gelen devasa, birlerden ve sıfırlardan oluşan bir deniz. Tanrı, yeniden diriliyor, milyonlarca insanın birleştirdiği bir hayalet formunda. Burada önemli bir unsur daha var değinilmesi gereken ki bu da insanın internet ve diji-

“Herhangi bir sermayeye sahip olmadan insanlara ulaşabilmek veya sesini duyurmak isteyen insanın en büyük araçlarından birisi modern çağın en önemli iletişim aracı olan internettir.” 30 | Boo! Sayı: 1


tal medyayı nasıl kullandığıdır. Herhangi bir sermayeye sahip olmadan insanlara ulaşabilmek veya sesini duyurmak isteyen insanın en büyük araçlarından birisi modern çağın en önemli iletişim aracı olan internettir. Bütün bunlar ulaşılabilirlik ve yaygınlık açısından kişinin sınırlarına dahil olduğundan insanların tercih edebileceği önemli öğeler haline gelir. Her ne kadar dijital yaratımların “geçici” veya “anlamsız” olduğu gibi bir düşünce kimileri tarafından savunulsa da ilk etapta bunlar kişinin sınırlarının içindelerdir ve bu sebeple tercih edilebilir olurlar.

Manyetik alanlar bozulduğu zaman bildiğimiz anlamdaki modern yaşamın bir anda yok olması demek bu. Bütün insanların duygularını düşüncelerini bir ağ halinde birbirine bağlayan bu yapay dünyanın çok basit nedenlerle tamamen yok edilebilir olması onu anlamsız yapabilir mi, gerçekten bu benim cevap aradığım sorulardan birisi uzun süredir. “Distopik Geleceğin Otomatik Portakalıyım, Sıkıysa Sıkın” * İnsanların beyninde oluşturulan simülasyon olgusunu yaratan aslında başından beri ilkel içgüdüler olmalı. Eğer yaşam simüle edilmiş bir gerçeklik olarak düşünülürse pekala in* Yılmaz Morgül

sanın temelinde yatan özünden çıkış alarak kurduğu karakteri ve toplumdaki yeri bir nevi kabul edilebilir oluyor. Din gibi kavramların sömürülmesi ile özellikle insanlar yaşamlarında kendilerini ulvi amaçlara sahip bireyler olarak görebiliyor, anlam arayışlarını yanlış yerlerde yapabiliyor ve en önemlisi kendini diğer şeylere kapatabiliyor. Kafamızda simüle edilen gerçekliğin sınırlarının ortadan kaldırılması bir nevi sanat ile mümkün kılınabilir. İnsanlar önlerine hazır gelen şeylerle kendilerini sınırlandırırlar. Medya manipülasyonlarının ve sürekli sonu gelmez dizilerin, yarışmaların, asparagas haberlerin en büyük amacı budur, zihinlerin odağını daraltmak, kişiyi küçülen dünyasında hapsetmek ve orada kalmasını sağlamak. Bunların hepsi, her zaman olduğu gibi, fikirler, hipotezler, kabul

görmemiş, yoğunluktan uzak, gece gelen bir takım durumların yansımaları aslında. Modern toplum değişirken zaman bizi sıraya diziyor, sırada, büyük bir beklenti içinde hayatlarımıza biçilecek değeri bekliyoruz, internet profillerimiz değiliz belki henüz fakat internet ve iletişim çağının profilleri bizim hakkımızda çok fazla şey söylüyorlar, bazen tahmin ettiğimizden fazla, bazen tahmin ettiğimizden az, bazen çok uzak, kimi zaman oldukça yakın. İnsan ilişkileri kuruluyor bu dizinlerde, fabrikasyon şüphesi her zaman mevcut, yaşamlarımız hızla ilerliyor bu esnada, herkesin içinde bir takım aidiyet duyguları, yamacımızda yaşanan, takip ettiğimiz sosyal güncellemeler, akımlar, normlar... Analog Olmak Bazen aslında altın bir hapis gibi geliyor insana, oldukça geniş, oldukça özgür fakat sa-

dece kendi seçtiğimiz içerikler bizi tanımlıyor. Sosyal medya, internet, Youtube, komik kedi videoları, 7/24 eğlence… Bazen varız, bazen yokuz, siz bunu burada okuyorsunuz, ortaya atılmış fikirler yumağı, yarın uyandığınızda hala yansımaları ruhunuzda olacak mı? Ekran olgunlaşmanıza katkıda bulunabilecek mi? Bu beni gerçek yapar mı? Bu benim fikirlerimin daha hızlı yayılmasını sağlar mı? Sorular, benim gibi bir internet kullanıcısını özetler mi? İnternet kullanıcıları aslında çok büyük bir Abilene paradoksu içinde mi? Kim ne derse desin, adapte olmak zorundasın, adaptasyon, senin için önemli. Aslında farketmeden, çoktan adapte oluyorsun, geçmişinde adaptasyon sorunu yaşamadan, devam etmişsin zaten. Yavaş yavaş, her “güç” tuşuna bastığımızda, dijital tanrıya ruh üflemiyor muyuz zaten? 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 31

Bitti.

Burada iletişim araçlarının genelinin aslında materyal bir obje olması sorun teşkil ediyor. İnternet ve medya ağlarına baktığımız vakit aslında hepsinin kaynağının fiziksel boyutları ne kadar olursa olsun en nihayetinde materyal objeler olduğunu görürüz. Borsa, ticaret, para, yaşam, savunma, cinsellik gibi hayatın pek çok alanında büyük oranlarda baskınlık sağlayan internet ağlarının sadece sunuculara fiziksel bir güç uygulandığında çökecek olması demektir bu.


portfolyo

Emrah Altınok reçten öncesine gidecek olursak benim için en keyifli sergi 2010’da Girne’de gerçekleştirilen How Much Contemporary Art Project adlı karma sergiydi. Orada Facity projesi için çektiğim fotoğraflardan ikisi yer aldı. Sergiyi gidip göremedim ama hem serginin gerçekleştirildiği Bellapais Manastırı’nın hem de sergide yer alan diğer işlerin güzelliği beni çok etkiledi diyebilirim.

emrahaltinok.com

Fotoğraftan önceki hayatın nasıl geçti? 1980’de doğdum, babam sayesinde üniversite yıllarıma kadar Anadolu’nun birçok şehrinde okudum. İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Mimarlık Fakültesi’nde Şehircilik bölümü mezunuyum. Şimdi de Yıldız Teknik Üniversitesi’nde aynı bölümde akademik çalışmalarıma devam ediyorum. Fotoğraf çekmeye nasıl başladın? Çok eskilere gitmiyor, lisans öğrencisiyken, 1999’da başladım diyebilirim. İstanbul’a gelince kendimi geliştirmeye karar verdim. Sergilenmiş hangi projelerin var? Kurması en keyifli sergi hangisiydi? Açıkçası sergi işi çok hoş bir iş olsa da benim için özellikle son 1 yıldır zor bir iş. Doktora tezimi teslim etme aşamasındayım ve kendimi sadece ona vermiş durumdayım. Bu sü-

32 | Boo! Sayı: 1

Ekipman senin için ne kadar mühimdir? Ne çektiğime bağlı olarak değişir. Kendi sanatsal bakış açımı fotoğrafa yansıtırken bol ve kaliteli ekipman iştahıyla hareket etmiyorum. Ama bir müşterinin isteklerini yerine getirmek durumundaysanız bolca ve kaliteli ekipmana ihtiyaç duymanız olasıdır. Fotoğraflarını izlerken en çok etkilendiğin fotoğrafçılar kimler? Ustalara saygı kuşağı misali isimler döktürmeyi sevmiyorum böyle sorulara cevap verirken. Bugüne dek beni etkileyen yönlendiren çok fotoğraf, fotoğrafçı oldu. Genelde sevdiğim fotoğrafçıları da sürekli takip etmiyorum; çünkü hem sıkılıyorum hem de yenilerini keşfetmeye vakit kalmıyor. Aslında tam olarak yaptığım şu, kendimi özgür bırakıyorum, yeni bakış açılarına sahip birilerini yakaladıkça daldan dala atlıyorum. Bir süredir Gottfried Helnwein’a takmış durumdayım mesela.

Fotoğraf çekme eylemine özel anlamlar katanlardan mısın, yoksa “sadece severek yaptığım bir uğraş” demek yeterli mi? Ruh halime göre değişiyor. Hayatta sihirli anlar vardır. Onlara tutunup hayatta kalma isteğimizi koruruz. Onlardan birisini kazara fotoğrafladığımda fotoğraf benim için dünyanın en güzel uğraşıymış gibi geliyor. Sonra geçiyor. Bu bir döngü olarak devam ediyor. Fotoğraf çekmekle ilgili geleceğe dair hedeflediğin bir şeyler var mı? Hedeflerim var evet. Bu aralar bolca kendime telkin ettiğim bir şey bu, hedefler sahibi olmak. 30 yaş sınırını geçince kendiliğinden gelen bir duygu da olabilir bu. Şair Ahmet Güntan’dan bir dize: “Sebep bulan huzur bulur”. Şimdi bir sürü sebebim var, huzurluyum. Ama onları bu arada sıralamak istemiyorum. Bakalım ne kadarını gerçekleştirebileceğim belli değil. Gerçekleşsinler hep birlikte görelim. En çok şunu söyleyebilirim: iyi fotoğraflar çekmek istiyorum, “iyi fotoğraflar”. Öyle iyiler ki bırakın onlardan bir tane bile çekebilmiş olmayı hayallerini bile henüz kuramıyorum. Fena değil, değil mi? :)


15 Ekim-15 Kas覺m 2011 | 33


34 | Boo! Say覺: 1


Bitti. 15 Ekim-15 Kas覺m 2011 | 35


Geçmiş zamanda asılı kalmış, geçerliliğini her daim koruyacak yazıların yeri burası: Biyografiler, akımlar, araştırmalar, mahaller...

Yılmaz Zafer

24 Eylül 1956’da doğdu, 9 Kasım 1995’te öldü çocukken Korhan Abay ile karıştırdığım adam (niyeyse, karıştırırdım işte ikisini ben hep). Yuvarlak gözlükleri, spor ceketleri (kolları dirsekten az aşağıya çekilmiş, açık mavi genellikle), hayat dolu ve sportif genç bir adamdır çocukluğumda kalan.

Yılmaz Zafer’i kalp krizi geçirdikten sonra bir çocuk gibi her şeyi, konuşmayı, yürümeyi, yemek yemeyi yeniden öğrenmesi ile hatırlarım hep, yıllar geçtikten sonra bile. Başucunda oturan Perihan Savaş ile bir hastane odasında. Kalbi durup 4 dakika kadar sonra hayata döndürülünce beyni hasar görmüş ve bildiği her şeyi unutmuştu. Her şeyi yeni baştan öğrenirken sevgisini unutmuş muydu hep merak ederim. Sevdiği kadını da unutmuş muydu? Belki unutmamıştı; belki onun için büyük bir mutluluk olmuştu, hayatının aşkı olan kadının hep başucunda olması. Ona olan hayranlığı bütün ömrüne yayılmıştı çünkü. Savaş’a olan hayranlığı sebe-

biyle tiyatroya başlamıştır Zafer. Ama her zaman biri diğerine erken öbürü diğerine geç kalmıştır. Fatih Halkevi’nde, Şehir Tiyatroları’nda, Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu gibi çeşitli tiyatro topluluklarında rol almış, 1976 yılında da sinemaya yönelmiştir. Yılmaz Fatih Halkevi’ne başladığında da, Şehir Tiyatroları’na geçtiğinde de Savaş’ın tiyatrodan ayrılmasıyla yollarının kesişmesi gecikmiştir hep. Bir araya gelmeleri için sinema uzatacaktır Yılmaz’a elini. Adı Vasfiye, Aaahhh Belinda gibi filmlerle yıldızı parlamaya başlayan Zafer, sinemacıların uğrak yeri Zihni’de Savaş ile tekrar karşılaştığında da sonuç başarısızdır. Ancak birlikte oynadıkları ilk filmin seti Yılmaz’ın Perihan’ın kalbini kazandığı yer olur. 1987’de evlenirler, bir oğulları olur ancak çocuğuyla paylaştıkları kısacık bir zamandır. İlki 1994 Nisan ayında iki kalp krizi geçirerek uzun süre tedavi gören Zafer, yine kriz sonucu beyninde oluşan hasarlara bağlı olarak beyin kanaması geçirir ve yaşamını yitirir.

22 Ekim 1988: 7’den 77’ye adlı TRT klasiğini hatırlayan var mı? Pazar sabahlarımızı renklendiren Barış Manço’nun programı ilk olarak bu tarihte yayınlandı.

Yılmaz Zafer özellikle yeni cumhuriyetin devrimlerine karşı çıktığı için döneminde idam cezasına mahkûm olan İskilip’li Akif Hoca’nın avukatı Ferit rolü ile sinemaseverlerin aklında yer etmiştir. Dul Bir Kadın’da Suna’nın serüven düşkünü sanat fotoğrafçısı sevgilisi Ergun’u, ‘Adı Vasfiye’de şarkıcının son aşkı Doktor Fuat’ı, ‘Ahh Belinda’da Serap’ın tiyatrocu sevgilisi Suat’ı oynamış, ‘Dilan’ filminde köy ağasının oğlu Paşo’yu, Ersin Pertan’ın Kemal Tahir uyarlaması ‘Kurt Kanunu’nda Maliyeci Emin Bey’i, Mahinur Ergun’un ‘Medcezir Manzaraları’nda psikiyatrist Ümit’i özenle canlandırarak akıllara yer etmiştir. -Melis

5 Yıl Evvel Boo!

5 yıl öncesi 10. sayımıza tekabül ediyor. Henüz o zamanlar sadece 1 sayıda (8 numaralı olan) fotoğraf portfolyosundan bir kareyi kapağa taşımayı akıl edebildiğimiz için, her ay “Kapak konusu ne olsa?” diye kara kara düşünüyorduk. Ekstrem sporlar dosyası aklımıza geldi, 36 | Boo! Sayı: 1

15 Ekim 1917: Hollandalı dansçı ve Alman gizli servisine bilgi sızdıran ajan Mata Hari, Fransızlar tarafından kurşuna dizildi. 16 Ekim 1793’te ise, dillere destan olmuş “ekmek yoksa pasta yesinler” sözünün sahibesi Fransa kraliçesi Marie Antoinette idam edildi.

ama sadece paintball üzerine yazılmıştı. O zamanlar fotoğraf tekniği ile ilgili yazılar yazan Cihan Turhan ile, her daim yanımızda olan Sinan, dalıcılık konusuna değinerek rahat bir nefes aldırdı. Ekstrem sporlar olamasa da, dalıcılığı kapağa taşıdık.

28 Ekim 1927: Türkiye’nin ilk nüfus sayımı yapıldı. Sonuç: 13 milyon 648 bin 270 kişi. 30 Ekim 1905: günümüzde en ufak bir ağrıda bile ihtiyaç duyduğumuz, kötü gün dostu Asprin ilk kez satışa sunuldu. 1 Kasım 1998: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kuruldu. 7 Kasım 1917: Bolşevikler, Lenin önderliğinde, Petrogard’daki Kışlık Saray’ı ele geçirdi ve Sovyetler Birliği’nin kurulmasında en büyük adımı attılar. Bundan tam olarak 72 yıl ve 2 gün sonra, yani 9 Kasım 1989’da, yapımına 13 Ağustos 1961 yılında başlanan ve tam 46 km uzunluğuyla Batı Berlin’i kuşatan Berlin Duvarı yıkıldı. 12 Kasım 1870: Rum kökenli gazeteci yazar Teodor Kasap, Diyojen adlı mizah dergisini çıkardı. Bu dergi kayıtlara Türkçe dilindeki ilk mizah dergisi olarak geçti. Yayınlandığı dönemde çeşitli defa yasaklamalara maruz kalan dergi 183 numaralı sayısının ardından 1873’te tamamen kapatıldı.

* Vikipedi sağolsun, Sinan Yorulmaz’ın da sağ olduğu kadar.

Sandık

Tarihte Bu Ay*


SANDIK

Eski Medya:

Hey Yarın Şampiyon İspanya’nın basketbolda Avrupa şampiyonu olmasının üzerinden yaklaşık bir ay geçmiş. Aynı zamanda televizyon başında bozuk bir şekilde iç geçirişimin… Bizimkilerden bir hayır yok onu anladık, o yüzden bir geceliğine İspanya’da bir İspanyol olmayı istedim, bir geceliğine Navarro’nun yerine geçemesem bile. Bizim kendi ülkemizdeki turnuvalar haricinde derece alacağımız, belli bir istikrar yakalayacağımız da yok. İşin kötüsü bu huyumuz salt basketbolla da sınırlı değil ki, ne zaman yaşadığımız ülkeyle ilgili içimizi şöyle birkaç gün ferahlatacak bir iyi haber alabileceğiz? Çareyi geçmişteki küçük başarılara sıkı sıkı sarılmada buluyoruz herhalde. Geçtiğimiz 30 Ağustos akşamı TRT 3’ün, 2001’deki Türkiye - Almanya maçını yayınlaması bu sebepten büyük jest oldu. 10 yılda insanların, mekanların ve hatta basketbolun ne kadar değişebildiğini görüp daha bu

genç yaşımızda yaşlandığımızı hissettik. Nowitzki yine lider ve yıldız, ama gencecik ve tıfıl. Aydın hoca başımızda. Salondaki anonslar Murat Murathanoğlu’na, televizyondaki ses Avni Küpeli’ye ait. Hidayet bizi uzatmaya götüren son saniye üçlüğünü atıyor, kulağıma 10 yıl öncesinden, yazlıkta kıyamet koparmışçasına duyulan gürültüsü geliyor maç izleyen amcaların. 5 faulle oyun dışında kalan Mirsad, kenardan gözlerini ve ellerini fal taşı gibi açıp sahaya koşuyor. Maç sonu röportajlarında TRT’nin karikatüristik muhabiri oyunculara “Yarın şampiyon muyuz?!” diye bağırırken detone oluyor. Turnuvada şamar oğlana döndürülen Kerem ise her şeyin farkında: “Biliyorum çok kötü oynuyorum ama arkadaşlarımın sayesinde kazandık!”. 12 Dev Adam bundan sonra turnuva kazanıp vatandaşı sevindirmek için zahmet etmesin, biz nasılsa alışkınız. Olmazsa açar, Almanya maçımızı tekrar izleriz. -Alper D.

80’ler Alfabesi Evimizde 80’ler partisi verdiğimizi düşünelim. 26 (Artı 1) tane şarkı hakkımız olsun. Tek bir şartımız olsun o da bu parçaların sahiplerinin ilk harfleri aynı olmasın. Bakalım karşımıza nasıl parçalar çıkacak hep birlikte görelim (Listenin şimdiden pop ağırlıklı olduğunu söyleyelim).

İlk sayısı 18 Kasım 1970’te yayınlanıp 80’lerin sonuna doğru kapanan bir dergiydi Hey. Türkiye’de popüler kültürün ilk yetiştiği yılların, ünlülerin birer merak objesi haline henüz geldiği zamanların belgesi oldu. Şimdi sahaf sahaf dolaşırken karşıma çıkıp durmakta, La Dolce Vita filmini hatırlatan fotoğraflar ve başlıklarla hafızama kazınmakta… Haftalık yayınlanan bu dergi en şaşalı döneminde 60.000’i görmüş, zannediyorum ki bu da 70’li yıllara denk geliyor. Karşıma çıkan Heyler hep o tarihlerden çünkü. Türkiye’deki popüler müziğe ve ilgi gösterilen yabancı isimlere ulaşabilmek açısından o yıllarda önemli bir yayındı. Belki halk da bunu istiyordu ama bugün, inceledikçe hoşuma gitmeyen şeyler görüyorum: Konser yazıları sürekli “Filan grup seyirciyi coşturdu!” yorumlarından öteye gidemiyordu. Özellikle rock gruplarının ve soyunan ünlülerin sansasyonlarını yayınlamaktan çekinmezlerdi ama yazıda bunları yargılayıcı bir üslup kullanıp kendilerini aklarlardı. En çok dikkatimi çekense bilhassa 80’lerdeki sayılarda dergiyi hazırlayan orta yaşlılar tarafından gençlerin adeta bir fetiş nesnesi olarak görülmeleriydi. Derginin okurlara ses-

lendiği sayfalar “gençler”den geçilmiyordu. Gençler aşağı, gençler yukarı. “Her şey sizin için gençler!” mesajı… Baharın gelişini bile parkın birinde kendi halinde takılan gençleri haber yaparak kutlamışlardı: Gördüklerimizi sizler de görüyorsunuz işte… Oturmuş söyleşen arkadaş grupları, el ele tutuşmuş sevgililer, geleceğe umutla bakan yürekler karşımızdakiler… Gençler kısacası… Gençler… Gençler… Gençler… Dergide öyle ağır bir üslup ve içerik yoktu belki ama, 1985 sonrası artmaya başlayan poster-çıkartma canavarı “tüketici” gençliğin isteklerini karşılamayınca o zamanlar yeni kurulan Blue Jean’den darbeyi yiyip kapanmak durumunda kaldı. Bu kadar eleştirdiğim bu derginin sayılarını balya balya getirip hediye etseler ağzım kulaklarıma varır, arşive gözüm gibi bakarım o ayrı tabi. Şimdilik heydergileri.com adresinde bulunan sitede taranmış sayılarla idare ediyoruz. –Alper D.

- Armağan Kanca & Gülin Enüst

Alphaville / “Big In Japan” (1984): Neler eskidi de bu parça eskimedi. Coverlayan coverlayana! Şarkı, batıda dikiş tutturamamış ama Japonya’da efsane ilan edilen gruplara göndermede bulunur (Bilhassa Arena Rock gruplarına).

Bananarama / “Cruel Summer” (1983): 3 çatlak kızdan oluşan Bananarama özellikle bu parçada “önümüze gelene 1000 tekme” düsturuyla hareket etmiştir. Yazın sıcağında kavrulurken afacanlık yapmak istemişlerdir. Ayrıca, klipteki dansları muhteşemdir.

CC Catch / “Cause You Are Young” (1985): Modern Talking’ten Dieter Bohlen tarafından yazılan parça belki de en hızlı 80’ler havasına sokan parça olabilir. Hero, man, baby gibi kelimeler havada uçuşur. Klibinde teknolojinin sonuna kadar zorlandığını görürsünüz. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 37


SANDIK

1 Çocukluk Yaptım

Ceyda Zeynep Koyuncu ceyzeykoy@hotmail.com

Başlarında ne olduğunu anlamayız, sonra sonsuza kadar sürecek hiç kurtulamayacağız gibi gelir. Bir gün biter ve bitmeyeceğini sandığımız daha pek, pek çok şey başlar biter ardından… Seneler sonra bir gün aklımıza düşer, bu sefer de sanki bir zamanlar o büyümeye can atan biz değilmişiz gibi o günlerin bu kadar çabuk bittiğine hayıflanırız, geri dönmenin imkânsız olduğunu bilmektir belki de özlemek. Belki de bu yüzden gün gelir o günlere ait en aptalca

şeyler bile kıymete biner ve belki de bu yüzden çocukluğumuzdan uzaklaştıkça ona dair bir şey hatırlamayagörelim çenemiz düşer; konuştukça konuşur, anlattıkça anlatırız. Var mısınız tatlı bir gevezelik yapalım? Elde kalmasa da akılda kalan malzemelerle yeniden bir çocukluk yapalım? Bu ayki malzemelerimiz 80’li yılların en kült çizgi filmi dersek abartmış olmayacağımız Clementine ve eğlenceli mi eğlenceli bir oyun; kukalı saklambaç.

1 Çizgi Dizi: Clementine

Şimdi 30’lu yaşlarında olan birilerini çevirip “Clementine hakkında ne hatırlıyorsunuz?” diye sorsak emin olun pek çoğunun cevabında “korku” kelimesi geçecektir. Hatta bazıları daha da ileri gidip “aman be o da ne psikopat bir çizgi filmdi öyle” diyecektir muhakkak. Diyecektir çünkü artık kocaman adam olunmuştur ve neden diye merak etmeler yerini çoktan önyargılara bırakmıştır. Bırakın canım, yargılar önden gidedursun biz bir kurcalayalım bakalım neden böylesine korkunçtu bu çizgi film? Neyi anlatıyordu? Karakterleri kimlerdi? O şeytan kılıklı şey neyin peşindeydi? Ne oluyordu da o eflatun saçlı peri kızı ortaya çıkıyordu? Turuncumsu düz saçları, gülümseyen yeşil gözleri ve incecik yalın yüzüyle 10 yaşında bir çocuktur Clementine ve Orijinal Adı: Clémentine Yapım Yılı: 1985 Sezon Sayısı: 2 Bölüm Sayısı: 39 Bölüm Uzunluğu: 22 dakika Türkiye’de Yayınlayan: TRT 1, Show TV Yapıt: Fransız ve Japon ortak yapımı 38 | Boo! Sayı: 1

Villacoublay adında küçük bir köyde yaşamaktadır. Her şey Clementine’nin babasının uçağıyla gösteri yaptığı bir gün, köylerine gelen sirkin zalimce yönetildiğini ve tüm hayvanların aç bırakıldığını fark etmesiyle başlar. Clementine ve arkadaşları, hayvanları sirkten kurtarmak için bir plan yaparlar. Ancak bilmedikleri bir şey vardır; sirki yöneten Molâche, Malmotte’un hizmetkârıdır. Eğer birinden şeytanın resmini çizmesini isterseniz ve eğer o biri Clementine’i izlemişse çizeceği şey kuvvetle muhtemel Malmotte’a benzeyecektir. Çamurdan, topraktandır Malmotte, üzerinden alevler çıkar, biçimsiz, uzun ve sivri yüzünde küçük bir açıklıktır ağzı, bakışları sinsidir, kabadır kocaman elleri ve öyle uzundur ki nereye giderse gitsin Clementine’in peşini bırakmayacaktır. Korkunç Malmotte’la tanışmanın etkisini üzerimizden henüz atamamışken korkunç bir şey daha olur; Clementine, babası Yapımcı: Antenne 2, TeleHachette, Narcisse X 4 Yazar: Bruno-Rene Huchez Senaryo: Gilles Taurand, Olivier Massart Dizayn: Pascale Moreaux Müzik: Paul Koulak Giriş Şarkısını Seslendiren: Marie Dauphin Tür: Fantazi, Dram, Korku

Alex’in uçağıyla bir kaza geçirir, Clementine’i, bundan sonra her zor anında yanında göreceğimiz mavi balonlu peri Hemera kurtarır. Hemera, Clementine’in kendisini tedavi edebilecek profesörün Malmotte tarafından öldürüldüğünü ve hayatının sonuna dek yürüyemeyeceğini öğrenmesi üzerine teselli etmek için onu ilk kez mavi balonun içine alır ve Clementine kendini bir anda Paris semalarında bulur. Böylelikle Clementine’in inanılmaz, tehlikeli, heyecanlı, maceralarla dolu yolculukları başlamış olur. Gerçek hayatta sakat olması onun rüyalarında dünyayı dolaşmasına engel olmayacaktır. İtalya’dan Almanya’ya, İsveç’ten Afrika’ya dolaşır da dolaşır Clementine, Oliver Twist’ten Alaattin’e, Hansel ve Gretel’den Pinokyo’ya kadar pek çok ünlüyle tanışır. Dizi dünyada 87 ülkeye satılmıştır ve en popüler olduğu ülkelerden biri Türkiye’dir, öyle ki dizi ülkemizde yapımcının anavatanı olan Fransa’dan daha çok ses getirmiştir. Belki de bu yüzden Clementine’i beyaz perdeye uyarlama fikri ilk önce bir Türk yapımcının aklına gelmiştir. 2006 yılında Hürriyet Gazetesi’ne verdiği bir röportajda Stare Yıldırım, zor da olsa çizgi filmin Fransız yaratıcısını ikna etme-

yi başardığını, Uçan Kedi Helix için Johnny Depp’e, Hemera için ise eşi şarkıcı ve oyuncu Vanessa Paradis’e, Malmot için Garry Oldman’a ve Clementine’in babası rolü için “Nip Tuck” dizisinde oynayan Julian McMahon’a teklif götürmeyi planladığını anlatmıştır. Clementine’den konuşup da şarkısından bahsetmemek düşünülemez bile. Bir dönemin çocukları için indikatör gibidir bu şarkı, bir toplulukta birisi mırıldandığında renk verip “Clementine nanna na na nanna…” diye eşlik edenler bizdendir. Sözlerini anlamasak da severiz, davetkârdır, sokağa oyuna çağırır gibi, hayal kurmaya çağırır gibi, içtendir… Hepimiz hayal kurarız peki kaçımız inanırız hayallerimizin gerçek olabileceğine? Çocuklar inanır, bir de Bruno-Rene Huchez gibi büyükler. Hatta öyle yürekten inanırlar ki başkalarını da inandırmak için bir ömür harcarlar; film yaparlar, kitap yazarlar, resim çizerler… İşin özü, Clementine’in diye


SANDIK

Ah bir de sözlerini anlasaydık!

Kuka mı? O da ne?

Clémentine, gözlerini kapadığında Sen en iyi olanı tahmin edersin. Clémentine, bizi mavi kabarcığının içine al Bu çok tehlikeli olsa bile. Yalnızca 10 yaşında iken Her zaman daha büyük olmayı isterdik Bir rüzgar darbesinin uçurduğu bir uçakla gitmek için Orada ufuğa karşı Küçük Clémentine gibi davranırız. Çin gecelerini, okşayan geceleri hayal ederiz. Ve Hemera size kollarını uzattığında her şey daha iyi olur. Kötülük kaçar, kötülük uzaklaşır. Clémentine, sen gece ve gündüz dövüşürsün Hastalığa meydan okursun Clémentine, seni terk etmeyeceğiz. Ve bir gün her şey yoluna girecek. Dünya gökyüzüyle çok güzel Bu insana güneşin yanında yaşama isteği verir. Pervanenin her dönüşünde, çığlıklar atarız, hayran kalırız Kanatlara sahip olmak ne kadar güzel Hep birlikte dolaşmaya gidelim Ve engel olunmadan dünya turu yapalım Tanışmak istediğimiz o kadar çok arkadaş var ki Clémentine bize yol gösterecek

Rumca’da: Dantel veya nakış ipliği yumağı / Yumağa benzeyen nesnelerle oynanan bir çocuk oyunu / Tespih, sigara ağızlığı yapımında kullanılan, siyah veya sütlü kahverenginde Hindistan cevizi kökü

Çanakkale’de: Dalyanlarda kullanılan bir çeşit kanca.

Düzce Bolu, Fındıklı İstanbul’da: Bir çocuk oyununda yere çizilen daire içine hedef olarak dikilen kutu, taş gibi şeyler.

Kars’ta: Değerli bir taş ve bu taştan yapılan tespih, ağızlık gibi araçlar / Oya ipliği.

izlediğimiz hayaller aslında yazarı Bruno-Rene Huchez’in hayalleridir. Çocukluğunda sakatlanan ve tekerlikli sandalye ile yaşamak zorunda kalan da Bruno-Rene Huchez’den başkası değildir. Çizgi filmin uçmak ve hayaller üzerine oturtulmasındaki temel neden ise hiç şüphesiz Huchez’in havacılığa olan ilgisidir. Gagarin ilk uzay yürüyüşünü yaptığında 20 yaşında olan Huchez, İkarus efsanesini yeniden canlandırabileceğine inanmıştır. Clementine’nin yol arkadaşı Kedi Helix’i uçuran da belli ki bu inançtır. Çizgi filmdeki en güzel ayrıntıya gelecek olursak bu, hiç şüphesiz Clementine’e yol gösteren perinin adının Hemera olmasıdır. Yunan mitolojisinde Hemera gündüzdür, bazı kaynaklara göre gecenin (Nyks) kız kardeşi, bazı kaynaklara göre ise kızıdır. Ancak bilinen bir şey vardır ki Hemera göğün kapısından girerken Nyks ayrılır, Hemera insanlara geceyi bitirecek ışığı getirir. Yazar, perinin adını Hemera koymakla kalmamış, Hemera’nın ışığından sadece Clementine’nın değil hayallerini gerçekleştir-

mek için umuda ihtiyacı olan tüm engelli çocukların faydalanması için Hemera Vakfı’nı kurmuştur. Bruno-Rene Huchez, büyük bir özenle ince ince yazmış ve hayata geçirmiştir Clementine’i, uçma sevdasını çocukların aklına koymuş, uzak ülkelere götürmüştür onları, her şey iyidir hoştur da başta Malmotte olmak üzere Clementine’in mücadele etmek zorunda kaldığı tüm kötü karakterler neden bu kadar korkunçtur? Herkesin merak ettiği bu soru, Huchez’e, 2002 yılında Animeland ile yaptığı röportaj sırasında sorulmuştur. Yazar “TV izleyenlerinin kötü karakterleri sevmemesi gerekiyor. Bunun için de onları olabildiğince kötü yapmak lazım. Sonuçta, çocuklar korkmayı sever” cevabıyla tartışılacak bir konu daha vermiştir bize: Çocuklar cidden korkmayı sever mi? Kim bilir kimler neler der bu soruya. Ancak bildiğimiz bir şey varsa, korkmaktan hoşlansalar da hoşlanmasalar da Clementine’in bir dönemin çocuklarını, büyüdüklerinde tekrar yayınlansın diye imza

toplayacak kadar çok etkilemiş olmasıdır. İzlemeyen ne kaçırdı? Uçan Kaz’ın Nils Holgersson’u ile Clementine’i aynı çizgi filmde görme şansını.

1 Oyun: Kukalı Saklambaç

Saklambaç oynamayan var mıdır? Çanak çömlek patlatmayan? 100’e kadar sayıp “önüm arkam sağım solum sobe saklanmayan ebe” demeyen? Çocukluğunu halihazırda yaşamakta olanlardan pek umutlu olmamakla birlikte en erken bir 20-30 sene önce yaşayanlardan hayır cevabı geleceğini sanmıyorum. Öyle evrensel bir oyundur ki saklambaç, hiç oynamamış olsanız da nasıl oynanacağını bilirsiniz. Öyle zamansız bir oyundur ki, artık büyüdüm dediğiniz anda bile gelip sizi bulabilir, bir bakarsınız bir gönül oyununun içinde ebe olmak yine size düşmüş, “Neden ben Allah’ım” dersiniz, kafa dağıtmak ister, radyoyu açarsınız ama o da ne şarkısı bile vardır. Tüm bunlara rağmen ebenin çektiği eziyetin yeterli gelmediğini düşünenler olacak ki bir de bu oyunun kukalısı icat edilmiştir. Saklambaçtan farklı olarak bu oyunda bir adet kukaya bir adet de kukanın rahat hareket edebileceği fe-

Samsun’da: Keçisakalı denilen bitki dallarından yapılan, içi yumuşak kafes. Sivrihisar - Eskişehir’de: Çökük burunlu.

Erzurum’da: iplik yumağı rah, mümkünse ince uzun bir alana ihtiyaç vardır. Kukanın pek çok anlamı olmakla birlikte burada bahsedilen, yuvarlak, yumak gibi, vurdunuz mu çok ama çok uzaklara gidebilecek bir şeydir. Bundandır ki genellikle kuka olarak plastik top tercih edilir. Temel vazifesi olan saklananları arayıp bulma eylemi sabit kalmakla birlikte kukalı saklambaçta, bir de kukasına göz kulak olmak zorundadır ebe. İşi zor mu zordur. Oyun, gücüne güvenen bir oyuncunun vurarak kukayı uzaklaştımasıyla başlar. Ebe, koşmadan adım adım yürüyerek kukanın yanına gitmeli ve kukayı eline alıp arkasına hiç bakmadan geri geri yürüyerek kukayı atıldığı yere geri getirmelidir. Bu sırada bol bol zamanı olan oyuncular istedikleri yere saklanırlar. Kukayı yerine bırakan ebe artık saklananları aramakta özgürdür tabi bu sırada kukasından çok da uzaklaşmaması gerekir. Olur da saklananlardan biri yerinden çıkıp kukaya tekrar vurmayı başarırsa ebe için her şey baştan başlayacaktır. Güzel oyundur kukalı saklambaç, yorucudur, bu oyunu oynayan çocuk gece yattığı yeri beğenir, oynaması da zevkli mi zevklidir tabi eğer ebe siz değilseniz. Oynamayan ne kaçırdı? Kukaya vurmanın hazzını, kuka uzaklaşırken ardından bakan ebenin suratının halini. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 39


Şener Soysal senersoysal@yahoo.com

fotoğraf

Fotoğrafta Gerçeklik Masalı Hep enstantane-diyaframda takılıyoruz. Biraz geçmişe gidip fotoğraf nereden gelmiş anlatmak güzel olacak. Nereye mi gidiyor? Gerçeğe gitmediği kesin de doğru yolunda galiba. Masal işi, kısmet işi.

A

damın biri bir gün devasa bir kutu yapmış. İçini siyaha boyamış. Kutunun içine girip iğneyle bir delik açmış. O delikten süzülen ışıkla kutunun arka yüzüne tüm manzara ters yansımış. Her gören şaşırmış. Tüm hikayemiz de böyle başlamış. Fotoğrafın temeli böyle masalsı bir şekilde o karanlık kutuya bakıyor. Önce ressamlar faydalanıyor bu durumdan. Sonra bunu kaydecek kimyasallı bir kağıdın yapılmasıyla fotoğraf doğuyor. Karanlık Kutu Karanlık kutu ihtiyaçtan türüyor. Ressamlar o zamanlar sarayların himayesinde. Krallar kendini en yüce göstermenin telaşında. Bu yüzden her yerin resmini yaptırıyorlar. Gerçekle birebir örtüşen, perspektifin mükemmel, detayların çok incelikli olduğu tablolar ortaya çıkıyor. Mesela, tablolarının bulunduğu odanın tablosunu yaptıran kral var. Düşünsenize oradaki her bir tablonun da incelikle tabloda resmedilmesini... “Bakın benim nelerim var, ne kadar çok zenginim.” dedirtmek için her şey. Biraz “Kıroyum, ama kıralım, para bende!” hali. Neyse, iktidarları, güçleri, parayı anlatma40 | Boo! Sayı: 1

ya başlamadan fotoğrafa döneyim. İlk fotoğraflar olmasa da, zamanla bu detaylar fotoğraf sayesinde kağıda yansımaya başlıyor ve fotoğraf ihtişamı anlatmanın en etkili yolu oluyor. Fotoğraf (mı?) Resmi Öldürdü Fotoğraf, İngiliz Parlamentosunda müthiş bir icat olarak tanıtılmış, bundan sonra resmin öleceği söylenmiş. Oysaki fotoğrafın resmi özgürleştirdiğini görmekteyiz. Neticede resimde dünyayı olduğu gibi gösterme telaşına düşen ressamların yerini, dünyayı olduğu gibi gösteren kameralar almış. Ressamların yapamadığı kadar detay fotoğrafta mevcut. Öyleyse ressamlar ne yapsın? Dışarıdaki aynılıklar yerine içlerindekini dışarı dökmüşler işte! Gerçeküstücülük ya da kübizm gibi akımlar bu sayede doğmuş. Ressamlar, o himayesinde oldukların kralın istediği heybetli portreler, binalar, savaş sahneleri yapmak yerine ne istedilerse onu yapmaya başlamışlar. Yeni dokular, pentürler, farklı şekiller, soyut çalışmalar ya da sıradan bir oda tasviri. Resim gerçekten o zaman doğmuş. Fotoğraf, gücü anlatacak yeni unsur olmuş. İnsanlar fo-

toğrafın gerçeğin aynısını gösterdiğini düşündüklerinden fotoğrafta gördüklerinin gerçekliğini ölesiye kabul etmişler. Artık liderler fotoğrafta heybetli görünmeye çalışıyor, savaşlarda fotoğraf çektirerek psikolojik savaşlara girişiyormuş. Maliyetli ve uğraştırıcı olan fotoğraf, Kodak’ın “Siz çekin, gerisini bize bırakın” sloganıyla yaptığı makineye kadar da sürmüş gitmiş. Ölü Doğdu Galiba Bu Çocuk Fotoğrafın resmi öldürdüğünü söylemişler ya. Aslında durum biraz daha karışık. Resim yeniden hayat bulmuş fotoğrafın doğuşuyla. Ama fotoğraf bir ruhla doğamamış. Fotoğraf ölü doğmuş bir bebek... Ruhsuz doğmasının sebebi; insanlar fotoğrafa “Gerçeği yansıtır” diye bakmışlar. Oysaki fotoğraf aslında tam olarak gerçeği yansıtmaz. Fotoşopun daha gaz ve toz bulutu olduğu zamanlarda dahi fotoğraf üzerinde rotuş, manipülasyon

Üstte, Nicéphore Niépce tarafından çekilen, tarihteki ilk fotoğraf görülmekte. Sağda ise Louis Daguerre’in çektiği, insanlı ilk fotoğraf var. yapılıyormuş. Bu bile olmasa, çekim teknikleri ve objektif ile farklılıklar yaratılıyormuş. Nazi, atının üstünde heybetli görünsün diye daha yere yakın bir makineyle çekilmişti misalen. Ya da yine Nazi, daha önce fotoğrafta yanında olan ama sonradan yollarını ayırdığı kurmaylarını fotoğraflardan çıkarıyor. Evet, karanlık odada filmin üstünde çok uzun yapılan uğraşlarla bu sağlanıyor bu. Bunlara rağmen sürekli “fotoğraf gerçeği yansıtır” denip durmuş. İleri gidilip “gerçeği yansıtması gerektiği” sürekli vurgulanmış. Ama hiç kimse sormamış “Gerçek nedir?” diye. Fotoğraf Gerçekliği Masalsı –mış’lı, -miş’li anlatımımızı burada bitirmek fay-


dalı olabilir. Çünkü fotoğraf masalı başladı başlayalı bu tartışma sürüyor ve hala da devam ediyor. Gerçeklik kısmı, pek çok yerden tutanın elinde kalıyor. Temelde fotoğrafın fiziksel oluşumu üç boyutlu bir dünyayı iki boyutlu halde bir kağıtta görmeye dayalı. Yani gerçekliğin biri yitirildi. İlk fotoğraf siyah beyazdı, gerçek dünya renkli. Basit görünebilen şeyler ama, bunlar objektiflerin de özelliklerine göre boyut kavramında, yakınlık uzaklıklarda normalden farklı şekilde görünmesine neden olur. Bir şey fotoğraflanırken uzun süre pozlaması bile

farklı bir görüntü oluşturur. Aslında fotoğraf, fotoğrafçının olaya bakış açısına göre, objelere yakınlığına göre bir görüntüye bürünür. Gördüğümüz şeylerin fotoğrafçının isteğine göre ön planda olduğu ya da arkaya itildiği bir görseldir. Üstelik algımızı en çok etkileyen ürünlerden biri. Bunu düşünerek fotoğraflara bir kez daha bakın. Fotoğraf gerçeği anlatır mı deriz, yoksa fotoğraf fotoğrafçının görmek istediğini anlatır mı? Gökten Düşen Üç Elma Mademki masal diye başla-

dık, gökten elma da düşmeli. Sonraki aylarda gerçekliği daha bir derinden irdelemeli bu yazan. Çünkü ha deyince anlatılabilecek birşey değil. Şimdi üstteki soru ekseninde düşünerek bakmalı bir de fotoğraflara. Siz fotoğraf çekiyorsanız, kendi çektiklerinize de bakın. Hangi gerçek? Fotoşopun çıkması, dijital fotoğraf teknolojileri, “Fotomontajj!” çığlıklarının artması, gerçek olduğuna inançları sorgulamayı artırdı. Artık modern fotoğraf olarak adlandırılan yeni bir dönem başladı. Fotoğrafta deformeler, bozulmalar, bazen renklendirmeler, kolajlar vb. çok farklı manipülasyon teknikleri ortaya çıktı. İnsanlar dışarıya dönük değil kendi içlerini anlatmaya çalıştıkları fotoğraf serileri oluşturmaya başladılar. Fotoğraf da özgürleşmeye başladı yani. İlla ki gördüğümüz şeyi birebir gösterme çabası azaldı. Tabii hala “Vay efendim fotoşop tukaka, gerçek fotoğraf makineden çıkandır.” deyip duran,

‘ehtiyar’ fotoğrafçı amcalarımız da var. Neyse, deyip açmıyorum ağzımı. İlk fotoğraf ve ilk insanlı fotoğraf, bu yazının görselleri oldu. İlk fotoğraf, deneme amaçlı on saat gibi bir sürede çekilmiş. Fotoğrafçının penceresinden görünen iki bina ve aralık. Hiç gerçeğe benziyor mu sizce? İlk insanlı karede ise filmin çok uzun pozlanması nedeniyle sanki terkedilmiş bir cadde var gibi. Oysaki çok işlek bir caddeymiş. İlk insanın kazara görünmesinin sebebi ise ayakkabı boyatmak için sürekli sabit durmasından... Bilmiyorum. Teknik konulara girmeden fotoğrafın doğuşu, resmin yükselişi, fotoğrafın gerçeklik pençesinde kalışı, gerçekten nesnel bir gerçeklik olmayışını anlatmaya çalıştım. İkinci dönemini yaşayan Boo!’nun yeni sayısında “gerçek” üzerine biraz daha laflamalı galiba. Keyifli seyirler. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 41

Bitti.

“Ressamlar, o himayesinde oldukların kralın istediği heybetli portreler, binalar, savaş sahneleri yapmak yerine ne istedilerse onu yapmaya başlamışlar.”


Gözde Karahan gzdkarahan@gmail.com

kent & insan

Birbirini Hem Etkileyen Hem De Değiştiren İkili İnsanlar önce kentleri oluşturdular, sonra onlara yön verdiler. Sonuçta kentler gelişti ve kendi yaşam, sanayi ve ticaret merkezlerine sahip oldular. Ve bu merkezler başta olmak üzere kent insan yaşamını yönlendirmeye başladı.

İ

nsan bir yandan kendi değişirken ve gelişirken (evrilirken sözcüğü daha doğru belki) çevresini de aynı ölçüde değiştirdi. Bunun başlıca sebebi insanın değiştiği oranda ihtiyaçlarının da değişmesiydi. Temel ihtiyaçlarını nihayet bilen ve bunları sağlamayı öğrenen insan için, artık bu ihtiyaçların sağlanmasını garanti altına alma ve bu garanti altına alma yolları ile oluşan farklılıkların meydana getirdiği ortak yaşama bilinci ve kültür sonrasında, toplum olma ve öznel kültürlerini biriktirme vakti gelir. Kültürel devrimlerden biri olan tarım devrimi ile birlikte kentleşme başlar ve kentleşme olgusu, teknolojik gelişmeler ile mesafeler kaydedilmeye başlanınca tüm dünyaya yayılır. Farklı dönem ya da farklı coğrafyalarda kentler farklı amaçları daha fazla öne çıkarak oluşur. Kentlerin kuruluşu üzerine çok çeşitli kuramlar var. Bu kuramlar kentlerin ortaya çıkış nedenlerini farklı şekillerde açıklıyorlar. Ortaya çıkışları neye dayanırsa da42 | Boo! Sayı: 1

yansın kentler birçok etkene bağlı olarak değişmeye devam eder. Bu gelişmeler doğu-batı ekseninde olur ve bu iki eksen arasında farklılıklar gösterir. Doğu’da, Arap dilinde kente medine denirken; Batı’da, Latince’de city, cité kelimeleri kullanılmıştır. Batı dilinde bu kelime yönetsel ve siyasal anlamıyla öne çıkıp, Doğu dilinde ekonomik ve toplumsal yapı farklılıklarını ortaya koyuyorken, Sanayi Devrimi farklı yöndeki şehir tanımlarını ekonomik faaliyete göre tanımlanacak hale getirir. Yine de tüm bu anlamlar gerçekte kenti tanımlamak için yetersiz. Çünkü kent ekonomik, fiziki ve aynı zamanda toplumsal bir olgudur. Bunların sadece tekiyle sınırlı tutulamaz. Kent üzerine ne kadar yorum yapılırsa yapılsın onu oluşturan, değiştiren; kimi zaman yaratan kimi zaman yok eden insandır. Tahmin edilebileceği üzere kent üzerine fazlaca yorum ve tanım vardır. Ancak içlerinden birine kulak vermeden bu yazı tamamlanmamalıdır. Dirim-

bilimci Henry Laborit’in tanımlamasına göre; “Kent belli bir toplumsal yapıda, egemen toplum kesiminin siyasal erkini ve iletişim araçlarının yardımıyla, söz konusu egemenliğine izin veren ve onu ayakta tutan bilgilerin yayılmasını sağlayan ve gereksinmeleri doğuran toplumsal yapının sürdürülmesi için gerekli bir araçtır ve pazar ekonomisinin zorunlu sonuçlarından biridir.”

Kentler, ekonomik ve sosyal ilişkiler ağlarının yoğunlaştığı yerlerdir. Özellikle de kent merkezleri; bir anlamda tanıtım ve pazaryerleri olmasının yanında sosyal birlikteliklerin de mekânı olurlar. Birbirinden farklı çok fazla insan burada bir araya gelir. Ve kentin kültürü bir anlamda buralarda kurulur ve gelişir. Dolayısıyla; insan kenti oluştururken, kent mekân da kent bireyini şekillendirir. Alışveriş Merkezlerine Taşınan Sosyal Yaşam İnsanoğlu var olduğu süre içerisinde 3 kültürel evre geçirir, iki büyük devrim gerçekleştirir. Bunlardan ilki olan tarım devrimiyle kentleşme süreci başlar ve bir sonraki devrim olan, endüstriyel devrime ortam sağlar. Şu anda bilişim devrine geçilmiş olduğunu savunan uzmanlar da azımsanmayacak sayıda.

Yaklaşık 130 bin yıl yaşamını avcılık ve toplayıcılıkla sürdüren insanoğlu, alet yapmak, tarım yapmak, çanak çömlek yapmak gibi beceriler geliştirdikçe bütün gereksinimlerini kendisi üretmek yerine en iyi yaptığı işle uzmanlaşmanın ilk adımlarını atar ve ürünlerinin bir kısmı karşılığında takas sistemini kullanmaya başlar. Böylece ticaretin temelini atmış olur. Zamanla basit değiş tokuşun yerini önce çiftlik hayvanları ve değerli madenler sonrasında para alır. İkinci büyük kültürel devrim olan endüstriyel devrim ile birlikte, üretim teknolojilerinde değişimler yaşanır bu da kentlerin fiziksel görünümünde değişikliklere yol açar. Kentlere yaşanan göçlerle, toplumsal değişmeler kentte yeni mekanlar oluştururlar. Belirli gereksinmeleri satın alma işi olan alışveriş, zaman içerisinde belirli mekanlarda toplanıp, o mekanların yoğunlaşmasını sağlar ve buralarda ticari merkezler yaratır. Sonrasında değişen sosyal hayat ve yaşam tarzı ile bu mekanların içinden bağımsız yeni alışveriş merkezleri doğar. 1950’li yıllarda Amerika’da ortaya çıkan alışveriş merkezi kavramı çok kısa sürede gelişir. Ülkemizde de ilk olarak 1980’lere dayanan alışveriş merkezi oluşumu çok hızlı


Günümüzde teknolojide görülen yenilikler sayesinde her türlü donanıma sahip alışveriş merkezleri gündelik yaşamdaki ihtiyaçlarımızı giderebileceğimiz ve bunları tek bir çatı altında bulabileceğimiz yapılar. Bu merkezler her yaştan ve her kesimden insanın ihtiyaçlarına cevap verebilecek nitelikte düzenlenmekte. Anne ve babaları alışveriş yaparken çocuklar zamanlarını oyun oynayabilecekleri, sinema ve diğer aktivitelerden yararlanabilecekleri birimlerde değerlendirebilmekteler. Alışveriş merkezlerini diğer kapalı tüketim mekanlarından ayıran bu özelliği, yani tüketim alanı olması haricinde boş zaman değerlendirme alanı da olması. Birçok sosyal alanın yanında ulaşımın kolay

olması, iklimlendirmenin yapılmış olması, otopark sorunu yaşanmaması ve sokaklardan daha güvenli olması da alışveriş merkezlerinin tercih edilmesinde önemli bir yer edinmekte. Alışveriş merkezleri, alışveriş alışkanlıklarımız yanında kimi geleneklerimizi ve tatil alışkanlıklarımızı da değiştirmekte. Tek tatil gününü doğayla, toprakla ilişki kurmak yerine bir binanın içerisine kapanmaya ayıran kent insanını alışveriş merkezi içerisinde de yön ve yer bulma, diğer insanlarla bağlantı kuramama ya da kursa bile bu bağlantının egoya bağlı olması gibi sorunlar bekliyor. Tüm gününü aynı yapı içerisinde geçiren insan için fark etmese de tatil diyerek gittiği “hafta sonu eğlencesi” yorucu ve cep yakıcı oluyor. Friedman, Amerika’da alışveriş merkezlerindeki yaşamı şu şekilde anlatıyor: “Los Angeles’ta artık sokak yoktur. Megalopolisin yeni yayasının yürüdüğü yer, alışveriş merkezindeki koridorlardır. Sokak, doğası gereği, kentin tüm kesimlerinden insanları barındırma potansiyeline sahipken,

alışveriş merkezleri dışlayıcıdır. Sadece içindekileri satın alabilecek durumda olanlar içerisini deneyimlemeye hak kazanırlar. Sokaktaki çeşitlilik olabildiğince süpermarkete / alışveriş merkezine taşınmaya çalışılır; 19. yüzyılın aylaklarının dolaştığı yer artık sokak değil, markettir. Mekanı, teknolojiyle donatılmış ve korunma sistemleriyle yalıtılmış otomobili ile evidir. Sokakta olmak, bir yere ait / sahip olmamayı ifade eder. Yürümek, eksikliktir.” Alışveriş merkezleri, her ne kadar iç mekanlarında kentsel çevreden esinlenerek tasarlanan mekanlardan oluşsa da, gece gündüz gibi çevresel etkilerden bireylerin uzaklaşması, iç mekandan bulunulan kentin özelliklerinin hissedilememesi ve de AVM’nin pazarlama stratejisi ile edindiği temaların kentle bağlantısının bulunmaması, kullanıcılarının kentsel imajdan uzaklaşmalarına neden oluyor. İçinde yaşadığımız çağda kamusal ilişki artık çağın dinamikleri doğrultusunda eğlence kavramı ile özdeşleşti. Kamusal ilişki kavramına bakışta

görülen bu değişim, kamusal mekan anlayışını da etkiledi. Çağımızın yeni kamusal mekanları artık alışveriş merkezleri haline geldi. Bu mekanlar içinde kurulan kamusal ilişki de, aynen alışveriş merkezinde kurgulanan yapay dünyaya benzer bir şekilde doğaçlama niteliğini kaybetti. İklimlendirmesinden, güvenlik kontrolüne kadar fiziksel ortama dair her şeyin düzenlenmiş olduğu alışveriş merkezlerinde kamusal ilişkiler de düzenlenir hale geldi. Öyle ki, alışveriş merkezi içindeki satış görevlilerinden, güvenlik personeline kadar pek çok çalışanın müşterilerle kuracağı ilişkiler de söyleyeceği diyaloglar bile bu düzenleme içinde yer almakta. İlk konulara dönersek, fazla ayrıntısına girilerek verilmiş bir örnek olsa da alışveriş merkezleri insanın önce yarattığı, oluşum sürecini yönlendirdiği bir yerken; sonrasında insanın hem kültürünü ve sosyal yaşamını hem de ruhsal sağlığını etkileyen yerlere dönüşmüş durumda. İnsan kenti oluşturmuş ancak artık kent ve insan birbirini dönüşümlü olarak etkileyen kavramlar olmuştur. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 43

Bitti.

bir şekilde ilerler. Günümüzde farklı konseptlere sahip alışveriş merkezleri kullanıcılarının sosyal davranışlarını değiştirerek onlara yeni bir yaşam biçimi sunmaya çalışıyor. Yani günümüzde kentliler sadece alışveriş için değil, çeşitli kültürel ve sosyal aktiviteler için de alışveriş merkezlerini tercih etmeye başlıyor.


Ant Uğurdağ antugurdag@gmail.com

dosya

Son Yıllardaki “Post Apokaliptik Felaket” Takıntısı Yaşamın temel kaynağı ve nedenine olan ilgi, insanın düşünüş biçimi ve sanatsal yaratıcılığı üzerine çağlar boyu doğrudan etkide bulundu. Bu öyle kuvvetli bir etkiydi ki, yolun sonunun nasıl biteceği düşüncesini bile baskılayamıyordu. Yaşamın başlangıcına ait ipuçları nasıl ki insanın özünde varsa, sonuna ait kanıtlar da kendi iç dünyasının karanlık dehlizlerinin yansımalarında gizliydi. 44 | Boo! Sayı: 1


V

ar olduğumuz süreden bu yana hangi zamanda olursa olsun, insanlar “nereden, nasıl geldik?” sorusunu zihinlerinden çıkartamamışlardır. Bilinmezlik kavramı ve onu açıklığa kavuşturmaya çalışan güdünün antitezi, insanın tözünün ebedi harcı olsa gerek. Bu bilinmezliğe karşı ilgi ve korku duygusunun körüklemesi; inanç ve efsanelerin temelini oluşturdu. “Büyük filozofların çoğu ontolojik paradigmalarını basitçe bu denklem üzerinden üretmiştir” dersek amiyane tabirle özetlemiş olabiliriz. Şahsi kanaatimce; “inanç kişinin kendi vicdan terazisini, zihni ve kalbinin arasındaki ince gemle otokontrole almasıdır” diyebiliriz. Bu bağlamda bir dine, inanca veya felsefeye gönül bağı hissetmek veya hissetmemek tamamen kişiye ait bir vicdan işidir. Fakat şöyle bir gerçek var ki; tüm büyük dinlerin ve kültürlerin mitolojilerini toplumsal ortak benliğe indirgediğimizde, geçmişte birkaç kez oluşmuş veya ileride daha büyüğü oluşabilecek “kıyamet” ya da magazinsel ismiyle “post apokaliptik felaket” hikayelerini içerdiğini görürüz. Kutsal metinlerden en bilinen felaket, Nuh Tufanı’dır. Öyle ki; İncil, Kuran, Tevrat, Gılgamış destanı, Kelt mitolojisindeki Kuzey Avrupa Tufanı, Hint mitolojisi, Greklerin Deukalion efsanesi gibi ortak izdüşümleri vardır. Bunların haricinde gerçekte net arkeolojik kanıtlamaları olan ve kutsal metinlerde de küçük kıyametler olarak Sodom ve Gomore, Pompeii ile Herculanum şehirlerinin yok oluşu ve yine hakkında çok fazla kanıt bulunamayan Mu Kıtası ile Atlantis Kıtası’nın batış mitolojisi de örnek verilebilir. Post Apokaliptik Amerikan Rüyası Edebiyat ve beyazperde de bu alanda inanılmaz sayıda çalışma bulunmakta. Fakat nedense bu sayı doksanlı yılların ikinci yarısından itibaren nis-

peten dereceli olarak artmaya başladı. Bu ortak fobinin kaynağını edebiyattan ziyade işin sinema yönünden incelemek lazım. Dünya sinema sektörünün lokomotifi Hollywood, kim ne derse desin belli bir amaç doğrultusunda hareket etti ve etmekte. Gerek “Amerikan Rüyası” jargonuyla Amerikan yaşam tarzı ve kültürünün küresel olarak yayılması, gerek Vietnam Savaşı’nın telafisinin çekilen sinema filmleriyle sağlanması ve aynı şekilde İkinci Dünya Savaşı ile çeşitli cepheleri (özellikle Normandiya çıkartması artık ajitasyon gösterisi haline geldi), mesela Körfez savaşı, Afganistan ve daha niceleri… “Savaşı kazanan ve gücü elinde bulunduran taraf propagandasını da yapacaktır, bundan daha doğal ne olabilir?” diyenler olacaktır, haklıdırlar da fakat buradaki olay biraz daha farklı, tamamen dünya ülkelerine yapay bir hakimiyet ve üstünlük mesajının eğlenceli yoldan, adeta “subliminal mesaj” tadında verilmesidir. Geçtiğimiz aylarda üçüncü alarm durumuna geçilen Irene kasırgası ile geçmişteki Katrina ve El Nino gibi kasırgalar, sel felaketleri, kuruluş dönemindeki Konfederasyon ile Birleşik Devletler İç Savaşı dönemi haricinde zihnim beni yanıltmıyorsa Amerikan toplu-

George Romero mu kendi topraklarında herhangi bir çatışma ya da benzeri büyük bir seferberlik yahut doğal felaket görmemiş, diğer ülkelere nazaran daha yüksek yaşam seviyesinde bulunan refah bir ülkedir. İşbu sebepten, post apokaliptik filmlerin en çok yapıldığı ülke olması tabii ki kaçınılmaz olacaktır. Çağın Yeni Teröristleri: Zombiler Son 20 yıldır küresel terörün artışı ve 9/11 felaketinin son vuruşu yapması toplumsal bir paranoya yarattı. Son yıllarda ise nükleer korkunun yerini biyolojik terör korkusu aldı. Bu korkunun dışa vurumu ise “zombi mitinin” kültleştirilmesi ile beyaz perdede tam bir furyaya dönüştü. Genel olarak laboratuar ortamında ordu veya gizli bir kurum adına üretilen ölümcül virüsün bir şekilde, hava veya sıvı yoluyla şehir su şebekesi kaynaklarına karışarak tüm şehri veya ülkeyi hasta edip, kısa bir

“Fakat şöyle bir gerçek var ki; tüm büyük dinlerin ve kültürlerin mitolojilerini toplumsal ortak benliğe indirgediğimizde, geçmişte birkaç kez oluşmuş veya ileride daha büyüğü oluşabilecek “kıyamet” hikayelerini içerdiğini görürüz.”

sürede metamorfoz geçirterek canlı etle beslenen vahşi hayvanlara dönüştürmesiyle, bir avuç hayatta kalan insanın canını kurtarma gerilimini anlatıp durdular. Yeri geldi bir polis memurunun gözünden, yeri geldi bu hengame içinde küçük kızıyla beraber eşini arayan bir babanın gözünden, yeri geldi tüm bu salgına çare bulmaya çalışan gündüzleri elinde silah şehirde kovboyculuk oynayan geceleri ise gizli sığınağındaki küçük laboratuarında salgına çare bulmaya çalışan bir ordu mensubu mikrobiyolog gözünden… Satır arasına bakabilirseniz burada salt biyo-terör korkusundan ziyade bir iyi poliskötü polis zıtlığı var. Laboratuarında virüsü üretip yayan psikopat bilim adamı imajı ile buna bir çare bulmaya çalışan bilim adamı gibi. Yani altı çizili vurguyu amiyane tabirle özetlersek; bilimin kitle imha silahları da üretebilecekken bunun aksine insanlık sorunlarına da -örneğin kanser gibi- çare bulabileceği gerçeği; önemli olan niyet vurgusu. Zombi Fetişinde Romero Etkisi Çıkarabilecek ikinci bir alt metin ise, özellikle türün usta yönetmeni George A. Romero’nun zombi filmi serilerinde sıkça görülebilir. Bu tarz filmlerde konu ve gerilim unsuru az çok belli olsa bile; illa ki absürt, komik unsurlar da göze çarpıyor. İşte bu absürtlükler aslında toplumdaki tezatlık ve herkesçe bilinen ama dillendirilmeye ce15 Ekim-15 Kasım 2011 | 45


saret edilemeyen paradoksları zombi tematiği altında işleyerek vermenin sanatıdır! Buna somut bir örnek vermek gerekirse; toplumsal gelir eşitsizliği sonucu bir kesimin kenar mahallelerde açlık pahasına yaşarken diğer kesimin ise dış dünyadan izole, kendi bolluk dünyası içinde, şimdiki magazinsel ismiyle “rezidans” denilen konutlarda ikamet etmesi sonucu oluşan derin toplumsal uçurumun patlamasının mizansenini, 2005 yapımı “The Land of the Dead” filminde görebiliriz. Zombiler normalde hep embesil yaratıklar olarak resmedilmesine rağmen Romero onların silah ve sopa tarzı araçları kullanışını yani eskiden insan halindeki yeteneklerini hatırlayışını gösteriyor bizlere. Gerçek hayatta arka mahallelerde yaşamaya mahkum, kenara itilmiş kesimi canlandıran zombiler farkında olmadan böylece bir uyanış/aydınlanma yaşıyorlar. Fiddler’s Green’deki rezidanslarında, nehrin ortasındaki duvarlarla çevrili alanda güvende olduğunu düşünen insanlar, zombilerin balyoz vasıtasıyla duvarı kırmayı başararak içeri girmesi ve etraflarının çepeçevre sarılmasıyla umutsuz bir sona sürükleniyorlar. Usta yönetmenin, röportajlarında da filmdeki alt metnin buna işaret ettiğini ima eder gibi demeç vermesi bunu doğrular nitelikte. 46 | Boo! Sayı: 1

Romero’nun alamet-i farikası zombi filmleri serisine selam durmuşken, diğer öne çıkan zombi serilerine değinmeden geçmek olmaz. ”Resident Evil Serisi”, ”28 Days Later” ve “28 Weeks Later” ile “Rec” serisi, bir de son olarak büyük başarı yakalayan Robert Kirkman’ın aynı isimli “The Walking Dead” çizgi romanından uyarlama AMC kanalının dizisi bunlardan sadece birkaçı. Bu liste istenirse uzatılır da gider fakat ne kadar uzatsak da bilimkurgusundan, post apokaliptik ve distopik kurgusuna kadar ana tema benzer. Karakterler, hikaye, zaman dilimi gibi şeyler değişiyor fakat o “yaşam savaşı gerilimi” hep aynı. Bu türü takip edenler, gerçekten ya müptela derecesinde bağımlısı oluyor ya da tamamen nefret ediyor, ortası yok gibi. Olumsuz ve kaotik atmosferinden dolayı hak verilebilir, fakat teknolojinin gelişmesi ve buna siyasi çıkarların da alet olması sebebiyle, her an bölgesel veya küresel olarak farklı ölçekte “katastroflar” insanlığın başına gelebilir. Ümit edelim ve çaba gösterelim ki insanlık doğal veya kendi elinden kaynaklı böyle büyük felaketleri hiç yaşamasın, yaşatmasın. Bunlar hep filmler, diziler, roman ve oyun senaryolarında kalsın…

Thriller’daki Zombiler

Konu sistem eleştirisinin zombi metaforu üzerinden nakledilmesi olunca; müzik kanadıyla ilgili unutulmaması gereken en önemli enstantanelerden biri de popüler kültürün tanrısallaştırılmış ikonlarından biri olan Michael Jackson’ın 1982 yılında yayınlanan 6. stüdyo albümü ve aynı isimli “Thriller” şarkısına çekilen klipidir. Klipteki koreografi ve zombi kent teması, bahsettiğimiz edebi türlerde de var olan bu temayla taban tabana kesişmekte. Afganistan, Vietnam, Somali, Sudan, Nijer, Kenya, Etiyopya, Ruanda ve daha nice yokluk sınırında yaşayan ülkelerin insanları; sadece onlar da değil, kendi ülkemizdeki yokluk içindeki insanlar da… İşte zombileştirilen figürler onla-

rın ta kendisiler. Kirli politik hesapların kurbanı ve deneme tahtası olup, en temel yaşama hakları elinden alınanlar yine onlar. Zombi salgınına çözüm olarak aşı geliştirip bundan kurtulmayı düşünen bilim adamı ya da elit komünite, aslında bu salgını ortaya çıkaracak virüsü deneme aşamasına dahi teşebbüste bulunmasa, yani bu kitleyi kendi eliyle zombileştirmese, ne topluma ne kendine dert açmış olacak ne de çözüm için hararetle koşturacak. Zombileştirip, ötekileştirdiği toplum tarafından gün geliyor tüm kaleleri düşüyor, bu sefer sığınacak bir kenar mahalle bulma derdi; zombilerin değil, yaşayanların oluyor (!).

Yazıdan Taşanlar -Şimdiki yapımlarda seyrek olarak görülse de; genelde filmlerin alt metninde hep bir kahraman Amerikan halkı ve alttan alta Hıristiyanlık misyonerliği propagandası vardı. Bunlara en açık şekilde, “The Book of Eli”, “I Am Legend” ve “Children of Men” filmlerinde rastlayabiliriz. -Soğuk savaş dönemindeki nükleer politika hegemonyasının yarattığı korku, birçok filme, kitaba ve oyuna konu oldu. Bunun edebiyattaki açık yansıması; “1984”,

“Animal Farm”, “Cesur Yeni Dünya”, “Fahrenheit 451” ve benzeri birçok distopik başyapıtlarda görülebilir. Distopya türünü anlatan en kült film olarak ise “Blade Runner” seçilebilir. -Zombi edebiyatından bahsetmişken ünlü yazar Max Brooks’a değinmeden geçmek olmaz. ”The Zombie Survival Guide” ve Solanum virüsünün yayılışını anlattığı “World War Z” romanının filmi 2012 yılında vizyonda olacak.

Bitti.

Resident Evil: Afterlife


Mert Erbil merterbil@gmail.com

spor

Açık Tenis Turnuvaları

Dünyanın en prestijli spor organizasyonlarına hoş geldiniz!

Neden bu kadar prestijli ki bunlar? Şöyle ki, tenis camiası için irdeleyecek olursak, dünya sıralaması için en yüksek puanları bu turnuvalar getirir, yani

bir tenisçi sıralamada yükselebilmek için mutlak surette bu turnuvalarda düzenli başarı elde etmelidir. Zaten erkeklerde inceleyecek olursak, bu turnuvalarda uzun yıllardır baskın olan Federer, Nadal ve Djokovic’in de tek erkekler dünya sıralamasında ilk üçün abonesi olduğunu da görürüz. 19. yüzyılın sonlarından beridir devam eden bu dört organizasyon, sadece oyuncular açısından değil, o bölge tarafından da ciddi saygı görmektedir. Özellikle Wimbledon, “God save the Queen” sloganıyla yaşayan Britanyalılar tarafından, kraliyetin ilgi gösterdiği ve ödülleri takdim ettiği bir turnuva olmasından dolayı, bir İngiliz tenisçi için kazanılabilecek en büyük onur olsa gerek. Ayrıca, yine Wimbledon’da, oyuna büyük saygı vardır ve bu yüzden maçlar seyirciden çıt çıkmadan oynanmaktadır. Buna karşın, Avustralya ve Amerika Açık tenis turnuvaları ise seyirci dostu turnuvalardır, sürekli izleyicilerden sesler yükselir. Ayrıca milyon dolarları bulan yüksek

meblağlarda ödüller de dereceye girenlere dağıtılır. Amerika Açık’ta Hollywood’dan ve spor camiasından tanıdık isimlerin sık görülmesinin yanında, Avustralya Açık halkın yoğun ilgisini yaşar (en kalabalık izleyicili tenis maçı rekoru burada 2008 yılında kırılmıştır: Tam 62.885 kişi!). Bunun yanı sıra, Fransa Açık’ta da aşina olduğumuz Fransız elitizmi yine fena halde yaşanmaktadır. Ne zaman oluyorlar bunlar, izleyebilir miyiz? Tabi ki efendim, ülkemizde de bu organizasyonların yayını vardır. Ancak ne yazık ki Grand Slam (bu dört turnuva Grand Slam olarak anılır) sezonu bittiği için önümüzdeki sezonu beklememiz gerekecek. Ocak ayında kortlara Avustralya’da geri dönüyoruz ve sonrasında Mayıs’ta Fransa, Haziran’da Wimbledon ve Ağustos’ta Amerika’yla yine son buluyor. Bu zamana kadar beklemek istemeyenleri ise böylesine prestijli olmasa da, Masters turnuvaları bir süre oyalayabilir.

Terim-Detay Kortlar Wimbledon çimde, Roland Garros toprakta, diğer iki turnuva ise plastik kortta oynanır. Bu da tenisçilerin uzmanlıklarının daha çok ortaya çıkmasını sağlar. Grand Slam ve Golden Slam yapmak Bu dört turnuvayı birden kazanmak elbette çok az tenisçiye nasip olur, bunu yapmak “Grand Slam” yapmaktır. Ayrıca Olimpiyat Altını da kazanırsa bu tenisçi, sadece 3 tenisçinin şu ana kadar yapabildiği “Golden Slam”i yapmış olur. Bunları bir sezonda yapmak ise daha da zordur ve Takvim Grand/Golden Slam olarak anılır. En uzun Grand Slam Maçı 11 saat 5 dakikalık süresiyle Haziran 2010’da John Isner ve Nicolas Mahut arasında oynandı.

Bitti.

Nedir ki bunlar, kim nerede oynar? Efendim bu turnuvalar sırasıyla Avustralya Açık, Fransa Açık (Roland Garros), İngiltere Açık (Wimbledon) ve Amerika Açık olmak üzere her sezon oynanır. Melbourne, Paris, Londra ve New York da bu güzide organizasyonlara ev sahibi yapan şehirlerdir. Katılan oyuncular ise elbette sıralamanın üst sıralarındaki tenisçiler olmaktadır. Sıralamada daha aşağıda olan tenisçiler katılamaz diye bir kaide elbette yok, onlar da sezon boyunca oynadıkları yine farklı şehirlerde düzenlenen daha az itibarlı ve değerli turnuvalarda aldıkları dereceler ve oynadıkları elemelerle bu turnuvalara katılmaya hak kazanır. Turnuvalar, tek erkekler, tek kadınlar, çift erkekler, çift kadınlar ve karışık çiftler olmak üzere oynanır.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 47


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

mitoloji

Dünyanın Hâkimidir Aşk Tanrıçası A

Kirpiklerine aşk tozu serpilmişlere dünya aşktan ibarettir. Ne mutlu onlara ki her daim umuttur dünya. Hem heyecan, hem yürek çarpıntısı, hem tutku... İşte bundandır ki üçüncü kuşak tanrılarla başlarken yazmaya (kalemle kâğıdın kavuşmasına ithafen, aşk ile) Afrodit’ten çıkmak gerekti yola.

şkı bilmeyen, adını anmayan yoktur. Tatmayan şanssızlar vardır elbet henüz ama tadına bakanları da hasta etmeden bırakmaz bu büyülü nektar. Bu nektarın kaynağı da üçüncü kuşak tanrıların en güzidesi Afrodit’tir elbet (orijinal haliyle, Aphrodite). Yunan mitolojisinde aşk ve güzellik tanrıçasıdır. Roma mitolojisindeki ismi Venüs’tür. Öyle çok efsanede geçer ki adı, neresinden başlasak buralara sığmaz. Ama belki en başına değinmek yerinde olur güzeller güzelinin. Doğumu üzerine söylenenlerden başlamak… Hesiodos, Afrodit’in Kıbrıs’ta denizin köpüklü dalgalarından doğduğunu söylerken, Homeros ise tanrıçanın Zeus ile Okeanos’un kızı Dione’den doğduğunu söyler. Afrodit toprak (Gaia) ile göğün (Uranüs) kızıdır ilk söylenceye göre. Gaia bir gün Uranüs’e öyle kızar ki onun cinsel organını doğrayıp denize fırlatır. Çok geçmez, bir ilkbahar sabahı, Kıbrıs adası kıyılarında kıpırtısız olan deniz birden bire köpüklü beyaz bir dalga ile hareketlenir ve bir dalga ile bir sedef kabuğu kıyıya vurur. Sedefin kapağı açıldığında içinden güzeller güzeli, “okyanus köpükleri içinden doğan” anlamına gelen Afrodit çıkar. Ünlü ressam Botticelli’nin, köpüklerin içindeki Afrodit’i gös48 | Boo! Sayı: 1

teren tablosunu hatırlar pek çoğumuz.

Bunun dışındaki söylencelerde annesi değişirken babası Zeus’tur çoğunlukla, yüceler yücesi, ulular ulusu, yıldırımların efendisi, Zeus. Belki Afrodit de kıskançlık nöbetlerine savrulduğundaki öfkesini yıldırımlar efendisinden almıştır, bilinmez… İşveli, cilveli, gönül alıcı, baştan çıkarıcıdır. Sevgiyi, sevişmeyi simgeleyen tanrıçayı çoğunlukla oğlu Eros ile görürüz. Bunun yanı sıra tanrıçanın alayında güzelliği, zarafeti ve bereketi simgeleyen Kharitler, Horalar ve Hymenaios yer almaktadır.

Afrodit de Olsa Kadın, Aşkı Arar Adım Adım… Güzelliğiyle baş döndüren Afrodit’in kocası ateş ve volkan tanrısı, demircilerin ustası topal ve hantal görünümlü Hephaistos’tur (tanrılar katında bile tezatlık işte, her güzelin çeki taşı bir çirkin ve her çirkine bir güzel). Afrodit tabiatı gereği aşka âşık olduğundan sadakat bağıyla bağlanamaz kocasına, onu ölümlü ölümsüz pek çok erkekle aldatır. Kimler yoktur ki bu erkeklerin arasında? Savaş tanrısı Ares, tanrıların habercisi Hermes, bağ ve şarap tanrısı Dionysos, Apollon’un oğlu Phaeton, ölümlü yakışıklı Adonis

ve tanrı soylu Ankhises... Burada adı geçenler (ve de geçemeyenler) gibi çok sayıda ilişkisinden pek çok çocuk sahibi de olur. Hermes’le birleşmesinden doğan hem erkek – hem kadın cinsiyetlerini bir arada barındıran ve günümüzde çift eşeyliliğe adını veren Hermafrodit. Kimilerine göre Ares ile birleşmesinden doğan Eros (Ares ile birleşmesinden elinde oku ve yayıyla alışageldiğimiz Eros’un doğması da ayrı bir hoşluktur bence, insanları onulmaz yaralarla yaralayan Eros’un yaralama / öldürme sanatında usta savaş tanrısı Ares’in oğlu olması). Tanrı soylu sevgilisi Ankhises’ten ol-


Afrodit yüzyıllar ve binyıllar boyu sanatçılar için tükenmez bir esin kaynağı olmuştur. Afrodit, heykelleri her daim kadın güzelliğinin ve estetiğin simgesidir. Heykel ve resimlerindeki karakteristik özellikler, hafifçe yuvarlak yüzlü, çizgileri zarif ve kıvrak, gözleri süzgün ve hafif gülümsüyormuş izlenimi veren, sağlıklı bir güzel kadın görünüşünde tanınmasına, böyle hayal edilmesine sebep olmuştur.

Hoşlandığı ölümlülerin isteklerini yerine getirir, nefret duyduklarına ve gücünü hafife alanlara çok acımasızca davranırdı inanışlara göre. Afrodit’in erkeklerin yaşamını nasıl etkilediğine dair birçok hikâye vardır söylenege-

len. Truvalı Paris’in hikâyesini bilmeyen var mıdır aramızda? Aşkı uğruna yaşadığı şehrin, ailesinin, halkının yerle bir edilmesine göz yuman Paris’in? Bilmeyenler için özet geçiverelim: Bir düğüne çağrılmayan nifak tanrıçası Eris, düğünün orta yerine “en güzele” diye altın bir elma atar. Her tanrıça kendini en güzel saydığından eleme yapılır tabi, son üçe Afrodit, Hera ve Athena kalır. Ama Zeus bile bu üçü arasında seçim yapmaya cesaret edemez. Topu İda Dağı’nda çobanlık yapmakta olan Paris’e atar. Her biri ayrı vaatlerle kandırmaya çalışır Paris’i ama o Afrodit’e uzatır altın elmayı. Dünyadaki en güzel kadının, Spartalı Helen’in kalbi vaadine kapılarak. Sparta kralı Menelaos’un karısı olan Helen’i kaçırması için Afrodit Paris’e yardım eder ve

bu olay Truva Savaşı’nın çıkmasına neden olur (sonrasını zaten filmlerden de biliyorsunuzdur). Yeryüzünden Gökyüzüne, Aşkta ve Savaşta Afrodit’in bir başka özelliği aynı zamanda savaş tanrıçası olmasıdır. Kadınların aslında hep bir amaç uğruna savaştığı düşünülürse ve en büyük amacın da aşk olduğu, çok da yersiz değildir bu eşleme… Sadece elinde oku, yayı, kılıcı ile değil, tuzak kurarak, aldatarak, hile yaparak savaşır Afrodit. Ağaçlardan mersin, selvi ve nar ağacı, hayvanlardan kumru, serçe, koç, teke, güvercin gibi sembollerle belirtilir. Sonradan, bunlara neslin çoğalmasıyla ilgili olarak tavşan, kaplumbağa, gül ve ıhlamur ağacı sembolleri de katılmıştır.

Güzellik ve aşk tanrıçası bin yılların geçmesiyle dillerden düşmez, unutulmaz hiç ama günümüz dünyasının baş döndürücü tüketim hızından o da payını alır. Efsanelerini durup dinleyecekler, anlatacaklar bir bir azalır. İşbu sebeple, sonbahara dönmüşken mevsim, güzellikleri unutanlara, alışıp kabullenenlere hatırlatmak için iki satır yazmak boynumun borcudur dedim. Birkaç söz söyleyiverdim. Efsanelerini zaman zaman anlatmaktan büyük keyif alacağım sevgili Aşk Tanrıça’sına hayranlığımı sunarak… Bir sonraki aya kadar, var olan en mükemmel düzenle, Kaos’la kalın. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 49

Bitti.

ma oğlu Aeneas (ki Romalılar soylarını Aeneas’a dayandırırlar). Ve yine Ares’ten olma çocukları, Phobos (bozgun), Demikos (korku) ve Harmonia (uyum)… Evlilik tanrısı Hymen, bahçe tanrısı Priape… Hepsi bu aşkların meyvesidir. İnanışa göre tanrı ya da insan olsun beğendiği herkesi baştan çıkarabilecek bir güzelliğe ve çekiliğe sahiptir ve sadece banyo yaparak tekrar bir bakireye dönüşebilmektedir (bekârete verilen önem de mitolojik motiflerin içine böylece yedirilmiştir, bu ayrı bir konu tabi).

Bazı bilim adamlarına göre, Afrodit Yunan asıllı sayılmamaktadır. Çağdaş açıklamalara göre Afrodit Doğu kökenlidir. Afrodit’le, Asurluların ve Fenikelilerin aşk, üreme tanrıçaları arasındaki “eş” sayılacak benzerlikler dikkatlere şayandır. Mısır’dan Asurlulara pek çok inanışta yer edindiği bilinir farklı farklı adlarla. Ki sabahyıldızı Venüs onun simgesidir yine. Her sabah ve her akşam onu görürüz yani gökyüzünde. Ve “erkekler Mars’tan kadınlar Venüs’ten” deyişi söyleyin bakalım nereden gelmektedir? Savaşçı ruhuyla erkekler savaş tanrısı Ares’ten (Roma mitolojisinde Mars), gizliden yürüttükleri savaşlarla aşkın peşinde koşan kadınlar güzellik ve aşk tanrıçası Afrodit’ten (Roma mitolojisinde Venüs) gelmektedir elbet. Hem savaşırlar hem de kopamazlar birbirlerinden.


Melis Mine Şener laysamina@yahoo.com

edebiyat

İncir Çekirdeğinden Dertler Edinen Adam: Oğuz Atay Kapını çalıyorum ey okuyucu, bir borcu ödememe tanıklık et diye. Her ne kadar ödense de, eksik kalacak bir borcu azaltmama yardım et diye. O bana erken, ben ona geç kalsam da “Ben de buradayım” diye…

H

ani derler ya “incir çekirdeğini doldurmaz” diye, bu adamın anlattıkları da durup düşünmediğimizde o çekirdekleri doldurmayan dertler belki. Ama hadi gelin dürüst olalım kendimize, aslında pek çoğumuz en azından bir kere, bu dertlerden en azından birini büyütüp büyütüp hayatının merkezine koymadı mı? “Hem öleyim, hem de cenazemde insanların benim için nasıl yas tuttuğunu görecek kadar canlı olayım” diye geçirmedi mi aklından mesela? Eh, öyleyse bu durumda ustanın yazdıklarını “Büyük Hayat Ansiklopedisi” gibi düşünebilirsiniz. Herkesin derdi de hep aynı olacak değil ya, a canım? Herkesin düşünebileceği dertleri, ama hepsini içeren yazılar, romanlar, öyküler, oyunlar, günlükler işte karşımızdakiler… Ve onları yazan adam: Oğuz Atay. Bir Kapı Aralanırken Yeni bir solukla başlarken yazmaya aklımda ne zamanlardır olan bir borcu (hem anlattığım ustaya, hem de onu anlatmaya söz verdiğim bir dosta) ödemek niyetiyle çıktım yo50 | Boo! Sayı: 1

la. Belki sonbaharın gelişinden (Oğuz Atay’ı sonbahara ve hatta kasıma yakıştırırım ben çünkü), belki de bu borcun yükünü daha fazla bekletmek istemediğimden “gün bugündür” dedim çıktım yola. Ama karıştırdıkça sayfalarını kitaplarımın, okudukça hakkında yazılanları; yükümün ağırlığını daha iyi anladım. Peşinen borcumun tamamen ödenemeyeceğini, ne yazsam Oğuz Atay hakkında hep eksik, “kurtarmaz” kalacağını kabullenip kuşandım kalemimi. Kusurlarım affola… Bu yazı kağıt ve kalemle yazıldı önce, sonra dijital dünyaya süzüldü. Kitaplar okunurken altı çizilmedi, “nasılsa hepsi” diyerek yanlarına çarpı atıldı paragrafların. Okumalar sırasında bolca Ezginin Günlüğü dinlendi. Satır aralarında gülündü, sonra ağlandı. Kitaplar kapatılıp kaldırılırken eski bir dostla ayrılır gibi vedalaşıldı. Ve sonunda, vakit geldi çattı. İşte sahne! İşte yüzleşme Zamanı!

Doğum ile Ölüm Arasındaki Mesafe (1934 – 1977). Kısacık bir parantezin içinde bir mühendislik diploması (inşaat mühendisliği), bir doçentlik unvanı, biri TRT roman ödüllü (1970) üç roman, bir öykü kitabı, bir oyun, iki evlilik, bir evlat ve pek çok dost… Kendisini anlamadığını düşündüğü (ve muhtemelen çoğu da gerçekten anlamayan) bir dolu tanıdık tanımadık insan… Avukat bir baba ile öğretmen bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Oğuz, başarılı bir öğrencilik hayatının ardından babasının istekleri doğrultusunda mühendis olur. Hem de inşaat mühendisi. Kendi arzularını terk edip ailesinin isteklerine uyan bu adam sonrasında yıllar geçip romanlarını yazdıktan sonra bile, “mühendis olmasaydım ne olurdum bilemiyorum” diyecek kadar bağlanır mesleğine yine de. Yaptığı her işi layıkıyla yapan eski adamlardandır çünkü… Genç yaşında profesörlük mertebesine erişecekken, ömrü vefa etmeden gittiğinden, doçentlikle noktalaması, akademik hayatını işini iyi yaptığını göstermez mi zaten? İşin acı yanı, belki kafasını bunca kullanan Atay’ın “kafasından” ötürü sona ermesidir hayatının. Beynindeki üç urdan ikisi ameliyatla alınmış, ancak üçüncüsü tehlikeli bir

bölgede olduğu için bırakılmış. Ölümüne de işte bu sebep olmuş. Nasıl bir ironi, nasıl bir oyun? Bu da hayatın bir cilvesi olsa gerek… Okuyucunun Diline Pelesenk, Oğuz Atay’ı Anlamak İlk yazdığı kitapla ödül kazanmasına rağmen bastıracak yayınevi bulamayan Oğuz Atay, seneler sonra böylesine hummalı kitlelerce okunup, sevilip, “tutunamayan” insanlar ekolü yaratacağını öngörmüş müdür? Bilinmez… Bildiğim (kendi adıma), döneminin dışında bir tarzla yazan Atay’ın dönemin bırakın sıradan okuru, yazar-eleştirmen takımının dâhil olduğu edebiyat çevrelerinde de yabancı kabul edilmesine içerleyip yalnızlık hissiyatına kapıldığı. Okuma oranı düşük, okuduklarını düşünüp değerlendirme oranı ise (korkarım) ondan da düşük olan bir toplumda, hayat gailesinin insanları boğduğu, ekmeğin aslanın ağzında değil midesinde olduğu dönemlerde (hele hele şimdi olaydı, hali ne olurdu kim bilir?), Türk okurunun 700 sayfayı aşan yekûnu ile “Tutunamayanlar”ı okuyabilmesi, üstelik de alışılmışın dışındaki üslubu ile belki de dönem okuyucusundan boyunu aşan şeyler istemekti. Ancak hatırlamak gereken gerçek şudur ki; her yazar yazdı-


Fotoğraf: Ara Güler 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 51


ğını az da olsa çocuğu yerine koyar. Onun için en iyisini ister, okunsun, beğenilsin, takdir edilsin… Belki Atay’ın da yanılgısı buradaydı. Toplum ile eseri arasındaki mesafeyi baktığı gibi görüp yorumlamasıydı hatası. O mesafe zamanla kapanacaktı çünkü adım adım, gün be gün. Yazık ki ömrü vefa etmedi mesafelerin kapandığını görmeye… Belki bunca kısa yaşayacağını gizliden sezmiş ve çabucak anlaşılmak, “tutunmak” istemişti. Yahut da şimdiki hali görse, tamamen yanlış anlaşıldığını düşünüp üzülecek; “tutunamayanlar”ın ne çok olduğuna şaşırarak, “Kaybedenler Kulübü”nün aslında bir tür “farklılık özentisi” olduğuna kanaat ederek böylesi sevilmekten ıstırap duyacaktı. Biraz bakarsanız etrafa, bence, birkaç ana grup görünür “Oğuz Atay edebiyatı” için. En kolayı ile başlarsak, “sevmeyenler”i işaret edebiliriz. Her yazar gibi bu yazarın da sevmeyeni olabilir, birinci grup bunlardır. İkinci grup “Tutunamayanlar’ı bitiremeyenler”dir, ki bunlar epey kalabalıktır. Şaşırtıcı üslup okuru yormuş, hikâye okuyucuyu kitaba almamış, dışarıda bırakmıştır. Belki zamanları gelmemiş okuyuculardır bunlar, belki de klasikten şaşmazlar… Üçüncü grup biraz çetrefillidir. Oğuz Atay’ı okumuş, anlamış, ama belki biraz yanlış anlamış, kendilerinin de birer “tutunamayan” olduğuna hükmetmiş, bir nevi “kaybedenler” edebiyatı ile yaşayan ama aslında kaybedecekleri değer-

52 | Boo! Sayı: 1

lerin farkında olmayan, bence kayıp okuyucular. Bunları her yerde “yalnızım, kayboldum, mutsuzum, kimse beni anlamadı” serzenişleri ile Olric veya Hikmet’ten bahis açarken (Öyle değil mi Albay’ım?) görmek mümkündür. Dördüncü grup okuyucu da anlamıştır Atay’ı. Ancak bunlar gerçekten hayata tutunamamış kişilerdir. Kendilerinin tariflendiğini düşünürler okuduklarında ve gönülden bağlanırlar Atay’a. Kimse onları görmezken onların öyküsünü yazdığı için… Ve son grup, Atay’ı anlayan, kaybedecek çok şeyi olan ama hayatı sıkı sıkı tutarak kendi değerleri ile yaşayan, başkalarınca belki “tutunamayan” ama kendilerince hayatı tam on ikiden tutturmuş okurlardır. Bittabi söylemek gerekir her okuyucu, Atay’ı kendince anlamıştır. Tıpkı benim de kendimce anlayıp yorumladığım gibi, her okur Oğuz Atay’ın anlatmak istediğini düşündüğü şeyi keşfetmiş ve yazdıklarını o minvalde okumuştur. Belki hatırlamak gereken en önemli şey, Atay’ı onun anlattığı şekliyle anlamakta ısrar etmek değil, anlamaya çalışmaktır. Perde İnerken Boyumdan büyük başladım bu oyuna. Söz verdiğimde Oğuz Atay’ı yazmaya, bu kadar zorlu olacağını bilmiyordum. Ama söz ağızdan çıktı, kâğıda döküldü. Ödenecek borçlar vardı, verilmiş sözler… Herkesin farklı okuduğu, farklı anladığı, farklı anlattığı oysa pek çoğumuzun anlatmaya gücü-

Yazar bu yazıyı yazarken… Oğuz Atay’la ilgili çıkmış pek çok makaleyi, yazıyı okudu. Bir yandan Oğuz Atay kitaplarını karıştırırken, bir yandan Jean Christophe Grange okuyordu. “Eksik bir şey mi var?” diye sorarken kimi zaman, “Tuttu fırlattı kalbimi” diyerek de mırıldandı arada. İncir Reçeli’ni izledi tesadüfen… Tutunamayanlar’ı suya düşürdü, kuruttu. Sık sık bu tanışmaya vesile kardeşini andı. Ve sonunda, “inceldiği yerden kopsun” diyerek, Yazısını editörüne yolladı. nün yetmediği bir yazar Oğuz Atay. Meğerki anlattığımıza dair inancımız varsa ne mutlu bize! Çok sözler yazmak istedim ama zormuş. Koca koca salonlarda sahnelere çıkıp konuşma yapmak gibi, herkesin gözü üstümde hissiyatı, okula, sınava, iş görüşmesine giderken ve aceledeyken şıpınişi terliklerle evden çıkmış olduğunu fark edip sıkıntıyla o rüyadan uyanmak gibiymiş meğer. Yolun sonuna gelirken, inerken perde eksikler, gedikler için özrünüzü talep eder, aynı pencereden bakmadığımız tüm Atay okurlarının hoş görüsüne sığınırım. Ne de olsa kalem kağıtla buluşmayı özlemiştir, acemidir, ürkektir, telaşlıdır, kusuru kuldandır. Seçtim İncilerinden, Döktüm Yüzüne Hiç bitirmek istemedim yazıyı ama nereden devam etmeli, onu da bilemedim. Belki bu sebeple de biraz, “Tehlikeli Oyunlar”dan seçtim çarpıcı birkaç cümle, zira hepsi satır satır yazılıp üstüne konuşulur

Atay’ın her yazdığının. Tüm düşünen adam ve kadınların düşüncelerinin bileşkesi gibi bir beynin eserlerinden seçip örneklemek büyük iş ama henüz okumayanlara bir parmak bal çalmamak da haksızlık olur okuyuculara… “Başkalarını mühim bulmayanlar, bir gün kendilerini de mühim bulmayanlarla karşılaşacaklardır, fakat bu hakikat, onların mühim bulmamış olduklarının mühim olduğu manasına da gelmez.” Mühendislik denen hadisenin kişide yarattığı temel sorunun, hayatın her alanında çift yönlü düşünme kâbusu olduğunu bir cümledeki çaprazlama ile ortaya dökmek böylesi bir hünerin sonucu olsa gerek. Seneler senesi “o öyleyken bu böyle, bu böyleyken şu da şöyle ise, bu öyle olur mu?” sorunsalı ile cebelleştiğim hayatta, yalnız olmadığımı görmenin huzurudur belki bu cümleyi sevdiren. Ama düşünsenize, “Siz kendinizi nasıl mühim sandıysanız, başkaları da sanabilir ama bu hiçbir şeyi değiştirmez” demenin böyle büyülü bir hava-


“Bazı şeyler konuşulmaz oysa.” “Yürünmez öyle hep, bazen susulur.” der Can Baba, “Kuşlar Vardı” şiirinde. Bu şiiri hatırlatır şu kısacık cümle. Anne üzülmesin diye iş yerinde karşılaştığın kötü muameleyi, arkadaşın üzülmesin diye eski sevgilisinin yolunda giden hayatını anlatmazsın. Paran yokken evden çıkamadığın günlerde, eli kolu dolu gelen misafirlerle parasızlıktan konuşmazsın. Bazı şeyler konuşulmaz çünkü… “Azgelişmişülke göndeririz; yardım gönderirler. Zelzele, toprak kayması, sel felaketi göndeririz; çadır ve heyet gönderirler. Asker göndeririz; teşekkürler gönderirler. Bin zorlukla yetiştirdiğimiz değerler göndeririz; dış ülkelerde çalışan yabancılar istatistiği gönderirler. Gerçekinsanlarımızı göndeririz; bizeordanmektup gönderirler.” Avrupa ülkeleri ile ilişkimizi 33 kelime ile özetleyebilen bu paragraf okurken ağladıklarımdan. Yerli yersiz gözyaşlarımın hücum etmesinin sebebi Hikmet’in o çaresizliği mi, eli kolu bağlı mutsuzluğu mu bilmiyorum ama yıllar yılı kaderi değişmez memleketin hazin öyküsü bu paragraf. Bunu biliyorum. “Nihayet insanlık da öldü. Haber aldığımıza göre, uzun zamandır amansız bir hastalıkla pençeleşen insanlık, dün hayata gözlerini yummuştur.” Bu gazete ilanının hepsini kesip yapıştırasım olsa da sade-

ce başlangıcını paylaşıyorum seninle ey okuyucu. “İnsanlık öldü” diye sitemler ederken zaman zaman, böyle bir ağıt yakmak hangi aklın kıvrımlarında hayat bulmuştur Oğuz Atay’dan başka? “…üç yanı denizlerle çevrili olan ülkemizin…” “İki buçuk yanıdır, oğlum Salim.” Salim iki numara traşlı kocaman başını kaldırdı: “O ne demek oluyor Hikmet amca?” “Güney sınırlarının yarısı karadır da ondan.” “Yapma hikmet amca öğretmen kızar böyle şeylere.” “Kızmaz oğlum gerçeklere kızılmaz.” İşte bir başka hayranlık örneği, “iki buçuk yan”, “gerçeklere kızılmaz”. Gerçeklere kızılır oysa. Hem de çoğunlukla kızılır. Ama yine de “iki buçuk yan” hoş bir gerçektir, gülümsetir. Bunu düşünen bir düzine deliyi kucaklamak ister insan sonra, yine gülümser. Yakınlaştırır kimi zaman, kimi zaman da ayırır. “Gerçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür.” “Birimi var mı Hikmet Amca?” “Birimi insandır.” İşte bir başka aforizmik laf öbeği daha. Peki, gerçeklere kızılmıyorsa niye “tatsız” diye atfedilir? Bazı hikayeler sadece siyah ya da sadece beyaz diye tanımlanamaz çünkü. Hayat bazen grileri döker önümüze biraz evvel beyaz dediğimiz aydınlık, kopkoyu bir siyaha dönüşür. Çünkü bazen gerçek, başkalarının bize uygulamaya

çalıştığı tatsız bir ölçüdür. “Kafam cam kırıklarıyla dolu doktor. Bu nedenle beynimin her hareketinde düşüncelerim acıyor anlıyor musun?” En azından bir dönem cam kırıklarını kalbinde hissetmeyen kaç şanslı vardır? İşte o şanslı azınlıktan değilseniz eğer, bu iki cümle kâğıt kesikleri gibi gelir üstünüze. Çünkü her yanınıza sürekli batan o cam kırıklarını yok saymak, o kırıklıkla başa çıkmak mümkün değildir. Yazık ki hiç de mümkün olmayacaktır. “Bilge beni ne yapsın? Ben kendimi ne yapacağımı bilmiyorum ki…” İşte bir buhran ölçütü daha… Kendi kendisi ile başa çıkamayan, kendisiyle hesaplaşmayı bitirememişlerin sorunu. Kendisini ne yapacağını bilmemek, biri bakarken ellerini kapı arkasındaki askıya asılan gömlekler gibi boynuna asmak ya da düğümlemek göğsünün üstüne hangimizin yapmadığı bir şeydir ki? “Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: nasıl? Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor.” Hem ölmek, hem de cenaze törenimizi is-

temek… Bunun üzerine yazılmış öyküler okuduğumu hatırlar gibiyim. Her şey bir yana sırf “Ghost” bile, ölümünün ardından gidemeyip karısının yanında dolaşan bir adamın öyküsü değil midir, bir dönem gençliğinin salya sümük izlediği? “Karım güzel değildi albayım. Ben de değildim. Fakat nasıl anlatsam ‘benim’ karımdı; canlı bir varlıktı. İnsan evine bir biblo alınca bile kendisini bir başka hisseder değil mi? Üstelik bu yumuşak biblo konuşuyor; ‘kocacığım’ diye çevremde dönüp duruyordu.” İnsanoğlunun temel gerçeği, aidiyet ve sahiplenmedir. Birilerine ait olma, birilerini sahiplenme, biriyle paylaşma, birileri tarafından onaylanma ve kabul görmedir tüm insanların kalbinin derinliğinde yatan arzu. Ne kadar gizlesek de, bilinçaltımızda bizi bekler, saklamak, inkar etmek nafile! “Bir insanın, iyi kötü, ortaya bir eser koyması ne kadar zor, ne kadar takdire şayan bir gayrettir bilemezsin.” “Ben ne koyuyorum ortaya albayım?” diye çekinerek sordu Hikmet. “Kendini koyuyorsun evladım; daha ne koyacaksın...” Albay’ımın en sevdiğim yanı Hikmet’i hep haklı çıkarmasıydı galiba. Göstermeden, usulca övmesi Hikmet’i. Belki de Hikmet’in dedikleri doğruydu. Albay’ım da diğer pek çok şey gibi, bize zihnimizin bir oyunu. Hem çok zaman, bizim de birer Albay’ımız yok mu? “Söyle evladım diye teselli ederdi annem beni. Söyle de içine hicran olmasın. Hicran oldu anne!” Ve son bir cümle, pek çok zamanların hissiyatının açık itirafı: “hicran oldu anne”. Oğuz Atay’ın karakterlerine kendini serpiştirdiğinin bir kanıtı bence… “Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?” diyen yazarın hayal kırıklığını naifçe satır arasına koyduğu bir vedalaşma. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 53

Bitti.

sı olur muydu hiç?


Gülin Enüst gulinenust@gmail.com

biyografi

‘Efsane’ Kelimesinin Hakkını Veren Grup Kırmızı halılar serilsin, tüm spotlar yakılsın! Bu ay sayfalarımızdan ikisine, 70’ler ve 80’lere damgasını vuran, modern zamanlar klasikleri arasında önemli bir yeri olan efsane grup Queen konuk.

H

akkında yazmaya nereden başlansa da insanı yine de “acaba” ile başlayan sorulara sürükleyen bir grup Queen ve aynı zamanda “Yabancı müzikle hiçbir şekilde ilgilenmiyorum” diyen kişilerin bile mutlaka bir şarkısının melodisini mırıldanabildiği bir grup (genellikle We Are the Champions ya da We Will Rock You olarak tespit edilebilir). Yıllar evvel küçük bir çocukken sınıfta sıralara We Will Rock You’nun girişini seslendirecek şekilde vurarak ortalığı ayağa kaldırdığımız zamanları hatır54 | Boo! Sayı: 1

lıyorum ve bu tarihten de geriye gidersek, bir gün ablamın bana Queen’in bir albüm kapağındaki (seneler sonra The Miracle albümünün kapağı olduğunu hatırladığım) bir adamın fotoğrafını göstererek “Biliyor musun, o öldü” dediği zamana kadar gidiyor anılarım. Ben bu satırları yazmadan birkaç gün evvel (5 Eylül), grubun efsane solisti Freddie Mercury’nin doğum günü kutlandı dünyanın dört bir yanındaki Queen ve Freddie Mercury hayranı tarafından. Ölümünün üzerinden 20 yıl geçti fa-

kat eksantrik kişiliği, efsanevi performansları ve eşi benzeri olmayan sesi elbette unutulmadı. Yazımızın konusu Queen, fakat nasıl John Lennon olmayan bir Beatles düşünülemezse, çoğu hayranı için içinde Freddie Mercury olmayan bir Queen de düşünülemez, bu nedenle yazımızın başında kendisini anmamak olmaz benim için. Başlangıç ve İlk 10 Yıl Queen, 1971 yılında Brian May, Freddie Mercury, John Deacon ve Roger Taylor dörtlüsü olarak kuruldu. Freddie Mercury ve John Deacon’ın dahil olmasından evvel grubun adı Smile iken, Mercury’nin önerisiyle grubun adı değişmiş ve Queen halini almış. Queen, oldukça iddialı ve tamamı erkeklerden oluşan bir grup için ilk başta akla gelmeyecek bir isim ola-

rak algılanabilir. Freddie Mercury bu konuda “Sonuçta sadece bir isim fakat kulağa muhteşem geliyor, çok güçlü ve evrensel” demiş. Doğru sözün üstüne bir şey dememize gerek yok, özelikle müzik piyasasında tutunabilmek ve kalıcı olabilmek için çok önemli bir mevzu bu isim olayı biliyorsunuz. Ayrıca grubun meşhur anka kuşlu logosunu tasarlayan da Freddie Mercury’dir. Grubun 70’li yıllardaki albümlerine sırasıyla bir göz atarsak, 1973 çıkışlı, grupla aynı adı taşıyan albüm oldukça enerjik bir ilk albümdür diyebiliriz. İkinci albüm Queen II ise biraz daha farklı denebilir bu anlamda çünkü grubun alametifarikası çok sesli vokaller ve farklı türlerin birbirine kaynaşmasıyla oluşan şarkılarının ilk sinyalleri bu albümdedir, Seven Seas of Rhye’ı


1975 yılına baktığımızda ise içinde grubun en hit şarkılarından biri olan Bohemian Rhapsody’i de barındıran albüm olan A Night at the Opera’ı görüyoruz. Daha iyi reklam çalışmaları ile selefinden daha fazla kitleye erişen bir albüm olmakla beraber, bu albümde artık Queen’in artık iyice belirginleşen stilinin de tamamen ön planda olduğunu görürüz. Queen’in bu kadar sevilen bir grup olmasının çok sebebi var fakat bu albümle birlikte bu sebeplerden en önemlisi ortaya çıkıyor bence: Queen her hissi dinleyicisine coşkuyla yansıtmayı başarabilen bir gruptu. En eğlenceli ve gamsız şarkısında da, en mutsuz şarkısında da, en aşık şarkısında da aynı coşkuyu hissedersiniz çünkü Queen açıkla-

namaz bir biçimde bu gizemli coşkuyu her türden şarkıda yaratmayı bilir. Bu albümde, albümün ağır parçalarından biri olan Love of My Life tam da böyle bir şarkıdır. Freddie Mercury’nin “aşkım ve en yakın arkadaşım” diye tanımladığı Mary Austin’e yazdığı bu şarkı, sözleri ve müziğiyle oldukça sade ama bir o kadar da etkileyicidir, özellikle de 1986 yılındaki o meşhur Wembley konseri versiyonuyla. Modern Zaman Klasiklerinin Doğuşu 80’li yıllara geçmeden önce, 1976-1979 yılları arasında Queen’in tam dört albümü bulunmakta. Her yıl bir albüm, Queen’in üretkenliğini göstermesi açısından oldukça dikkat çekici. Özellikle de aynı kalitede şarkılar üreten ve dinleyici kitlesini sürekli genişleten bir grup Queen ve bu yıllar arasında şu anda efsane konumunda olan pek çok hit şarkı yayınladı. Bu yıllar arasında 1977 yılında çıkan News of the World albümünden We Are the Champions ve We Will Rock You yayınlandığı zamandan bu yana başta spor karşılaşmalarında olmak üzere pek çok yerde karşımıza çıkan bu şarkılar eminim ki hiçbirinize yabancı değil. Queen’in daha sonra konserlerinin kapanışında arka arkaya çalmayı tercih ettiği bu iki şarkı da aynı sihre sahip; her ikisini de dinlerken yukarıda bahsetmiş olduğum o coşku tavan yapıyor hem de bu kez bir birlik duygusu da veriyor dinleyene, konser kayıtlarına mutlaka bakmalısınız, eğer bakmadıysanız. Freddie Mercury’nin Elvis Presley esintileri taşıyan şarkısı Crazy Little Thing Called Love ise, alışılmış Queen şarkılarının çok dışında, sanki Blue Suede Shoes dinliyormuşsunuz gibi sizi bir anda 50’ler ve 60’ların dünyasına geri götüren, çok kuvvetli bir şarkı. Ayrıca Freddie Mercury’nin sahnede gitar çaldığı ilk şarkı olma özelliği de var. Güzel bir güne başlamak için ideal bir şarkı olma özelliği de var. Saymakla bitiremem muhtemelen

böyle giderse, o yüzden en iyisi 80’lere geçelim. 80’lerde Queen 80’lere gelindiğinde, Queen artık tam anlamıyla dünya çapında tanınan, sevilen, takip edilen bir gruptu. 70’lerdeki görkemine görkem katarak devam etti yola. Buraya arka arkaya yazmak istediğim pek çok şarkı var, fakat ne yazık ki yerim dar. Another One Bites the Dust mı desek, yoksa Under Pressure mı, yoksa Save Me mi desek... 70’lerdeki rock ağırlıklı halinden uzaklaşan ve bu konuda bazı hayranları tarafından çatık kaşlarla karşılanan Queen’in bu yıllarda 70’lerden daha farklı, daha deneysel ve popa yakın bir çizgide gittiğini söylemek yanlış olmaz. Gelin görün ki öyle başarılı albümler vardır ki bu noktada arka arkaya çıkan, Queen’in bugün efsane olmasının sağlam sütunlarını oluştururlar. Zaten bildiğiniz üzere bazı grupların ürettiği hiçbir şey standartlarının altında değildir, her seferinde karşınıza yeni bir şeyle çıkarlar, şaşırtırlar sizi. Queen de işte öyle. 1984’te çıkan on birinci albüm The Works Radio Ga Ga, kimileri için şok edici, kimileri için oldukça eğlenceli olan bir video klipe sahip olan I Want to Break Free ve Hammer to Fall gibi şarkılarıyla standartları yükseltmeye devam eden oldukça önemli bir albüm. Kim sonsuza Dek Yaşamak İster? 1986 yılı ise A Kind of Magic albümüyle çıkıyor karşımıza. Highlander film müziklerinin bir kısmının da yer aldığı bu albüm, pek çok ankette gelmiş geçmiş en büyük konserler arasında sayılan Wembley Konserinin de dahil olduğu Magic Tour konser turunu da beraberinde getirdiği için önemli bir albüm. Magic Tour, Queen’in son turu olma özelliğini taşıyor ne yazık ki çünkü akabinde Freddie Mercury’nin hastalığı teşhis edildi ve grup birkaç sene öncesine kadar bir daha hiç tura çıkmadı (tabii ki Freddie Mercury’siz bir Qu-

een ne kadar Queen sayılırsa artık). “Queen at Wembley” adındaki DVD’de yukarda bahsettiğim gerçekten de sihirli olan o konseri izlemek istiyorsanız eğer, hemen belirteyim, videolar pek çok paylaşım sitesinde mevcut fakat eğer imkanlar dahilindeyse iyi bir ses sistemi ile dinlemeniz tavsiye edilir. Son albüm ise, Innuendo. Innuendo muhteşem şarkılar barındıran, sevgili Mercury’nin dinleyicisine veda ettiği, sesinin doruk noktalara ulaştığı bir albüm. I Am Going Slightly Mad’de 1001 sarı fulya çiçeği ile dans edip, The Show Must Go On ile her ne koşul olursa olsun mücadeleye devam edebilmeyi hatırlarız. Fakat benim için en çok, aslında aklımızda evirip çevirdiğimiz pek çok düşüncenin ve onlar için harcadığımız enerjinin ne kadar boş olduğunu hatırlatan Don’t Try So Hard şarkısı demek Innuendo. Mercury’nin muhteşem sesinin ölümün de yaklaştığı bilinciyle birlikte feryatlara dönüştüğü bu şarkı, Innuendo’nun özeti benim için, belki de her bir satırı en güzelinden nasihatler içerdiğinden. Queen yazısı burada bitiyor, sevgili okuyucu. Hakkında ansiklopediler yazılabilecek bir grubun en sevdiğim parçalarını birleştirdim. Queen öyle bir grup ki, biliyorum her dinleyende bıraktığı izlenim, enerji bambaşka. Hepimiz dinlerken bir başka tat alıyoruz şarkılarından. Bu yazı herkes için, ama en çok Queen dinlerken coşkudan kendini gökyüzündeymişçesine hissedenler için. Ve son olarak, “friends will be friends”. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 55

Bitti.

dinlediğinizde daha sonra Bohemian Rhapsody gibi olağanüstü bir şarkının temellerinin nerden geldiğini görebilirsiniz ki her iki şarkının da bestecisi olarak Freddie Mercury karşımıza çıkıyor. 1974 çıkışlı Sheer Heart Attack adlı albüme geldiğimizdeyse, rüzgarın Queen için epey kuvvetli estiğini söyleyebiliriz zira bu albüm yayınlandığı günden itibaren içinde barındırdığı Killer Queen, Flick of the Wrist ve Stone Cold Crazy gibi hitleriyle Queen diskografisinin sağlam sütunlarından biri sayılmakta. Bu albümde dikkat çeken bir diğer nokta da şarkılardaki glam esintileri. Queen hiçbir zaman glam yapmadı elbette. Fakat dönemin İngiltere’sinin içinde bulunduğu çılgın glam rock dönemini göz önünde bulundurursanız etkinin ne kadar kaçınılmaz olduğunu daha rahat görebilirsiniz (bkz. Boo! Birinci Dönem, 26 ve 27. sayılardaki Glam Rock yazıları). Killer Queen’in videosunu da izleyebilirsiniz şu noktada; kürklere ojelere, aksesuarlara bakın. Erkek rock yıldızları hiçbir zaman bu kadar kadınsı olmadı. Ayrıca grubun üyelerinin tamamının 10 yıl sonra nasıl bambaşka birer imaja büründüklerini görmek çok enteresan ve eğlenceli de.


Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com

eskici

Sadece Bir Gün İçin: Slowdive! Readingli bu yetenek abidesi gençler her ne kadar medya onları yüzüstü bıraksa da yaptıkları müzik türünün hakkını en iyi şekilde verdiler! Bu ayki eskici konuğumuz Slowdive.

G

rubun yaptığı türü shoegaze olarak tanımlayabiliriz. Büyük Britanya patentli bu türü her zaman arada sıkışmış bir tür olarak tanımlarım. 1989 yılının sonlarına doğru, bilhassa The Jesus And Mary Chain grubundan ne var ne yoksa bir şeyler kapan (Cocteau Twins’in dream pop tabanlı müziğinin etkisini yok saymadan) shoegaze grupları, My Bloody Valentine’ın bayraktarlığında kendi türlerini oluşturdular. Gürültü ve ritmin birbiriyle -inat edip en sonunda yarı yarıya anlaşarak- yoğrulduğu bu yapıtlar yeniliğe aç olan kitlelerce ilk başta tapılma noktasına gelse de, grunge ve britpopun aceleci harala gürelesi içinde aynı kitle tarafından beklediği sadakati -çok spesifik grupları bu potanın altında tutarsak- göremediler. Ekseriyetle piyasadan dışlanma ve kötü üne sahip olma gibi hiç hak etmedikleri bir ortamın ortasında buldular kendilerini. Bütün bunlar sonucunda haliyle o yıllardan (o dönemin 89-95 yılları arasını kapladığı düşünülürse) hiç-

56 | Boo! Sayı: 1

bir grubun günümüze sağ salim çıkmayı başaramadığını söyleyebiliriz. En nihayetinde sonuç üzücü olsa da, Slowdive grubunu shoegaze müziğin en yetenekli 5 grubundan biri olarak gönül rahatlığıyla sayabiliriz. Bir shoegaze hayranı bana “En sevdiğim 5 shoegaze albümünden ilk ikisi Slowdive’a ait” derse, o kişiyi Slowdive fanatikliğiyle değerlendiremem. Çünkü, her ne kadar My Bloody Valentine, Ride, Catherine Wheel, Lush ve The Jesus And Mary Chain gibi gruplar da bu türün içerisinde olsa da, hiçbir grubun ikinci bir albümünü ilk 5’te değerlendiremeyiz, en azından bana göre. Bu yüzden diğer gruplar ne kadar mükemmel ‘bir’ albüm yaparlarsa yapsınlar, ikinci bir albümleri için ‘efsanevi’ kalıbını kullanamıyorum. Bu kalıbı kullandığım tek grup Slowdive.

Oluşum ve Dağılım Aşaması Nick Chaplin (bass), Christian Savill (gitar) ve Adrian Sell (bateri) ilk başta bu üçlüden oluşan grup birkaç yıla kalmadan yeni bir forma bürünüyor ve klasik kadro oluşuyor. Grup başlarda kadın gitarist aramasına rağmen Savill gruba girmek için o kadar can atıyor ki ‘kadın elbisesi giymeyi’ bile göze alabileceğini ifade ediyor. Daha sonraları Sell üniversite eğitimini tamamlamak için gruptan ayrılıyor ve onun yerine Simon Scott baterideki köşesine kuruluyor. Tabii bu sırada Rachel Goswell (vokal, gitar) ve Neil Halstead (vokal, gitar) grupta yerlerini çoktan alıyorlar. 1992 yılına kadar demo ve EP’ler ile idare ediyorlar. Creation Records ile tek demoluk bir anlaşma imzalasalar da firmanın grubu beğenmesi üzerine yollarına devam ediyorlar. ‘Gitar grubu’ denilen saçma kavrama uymadığı için ilk albüm-

lerinin hakkı teslim edilmiyor. İkinci albüm herkes tarafından efsane kabul edildikten sonra, Simon Scott asitten yakasını kurtaramadığından ikinci albümün ardından gruptan kovuluyor. Üçüncü albümde yeni şeyler deneyen grup Creation Records’dan tekmeyi yiyor. 1995 yılından sonra herkes kendi kabuğuna çekilirken en dişe dokunur çalışmaları Mojave 3 çatısı altında Goswell ve Halstead gerçekleştiriyor. Medyanın Biçtiği Rol Shoegaze türü isminden de anlaşılacağı gibi tamamen medyanın uydurması bir müzik türüydü. Sürekli ayaklarıyla gitar pedallarını aşındıran ve tremolo kolu biricik sevgilileri olan bu gruplar seyirciyle iletişime geçme konusunda da oldukça çekingendiler. Bitmek tükenmek bilmeyen gürültünün ve ölü canların belli belirsiz tınılarında şarkılarını mırıldandılar. Bu ilhamın evliliği Cocteau Twins ve The Jesus


Üç Türün Popülerlik Grafiği

86

90

94

98

86

90

94

98

86

90

94

98

Grunge: Türün esin kaynağı Black Sabbath manyağı The Melvins grubu olsa da, ilerlemesi Nirvana, Pearl Jam, Mudhoney, Soundgarden, Alice in Chains gibi memleket hanesinde Seattle yazan gruplar sayesinde oldu.

Shoegaze: Bu işin çığırtkanlığı The Jesus & Mary Chain’e düşse de, My Bloody Valentine’nın şakaya gelmez albümü ve 250,000 poundluk başyapıtı Loveless sayesinde türün adı duyulmuş oldu.

Britpop: Oasis, Blur ve Pulp gibi gruplar 1987 dönemindeki boşluğa benzer bir boşluk yakaladılar ve aradan sıyrıldılar. Medyanın gruplar arası rekabette her daim hakemlik yapma isteğine rağmen istikrarlı şekilde ilerlediler.

And Mary Chain’den geliyordu. Bu yüzden kariyerlerinin başından sonuna kadar ‘kabak tadı verecek’ şekilde Cocteau Twins ile kıyaslandılar. Bunca grubun adı geçtikten sonra gelin Slowdive’ın etkilendiği 10 gruba ve müzisyene bir göz gezdirelim:

gaze türünün belki de en dingin ve yaşına göre (sadece 2021 yaşındalar) en olgun grubu bence. Son albümdeki ambient türüne ilgi göstermeleri bu varsayımı destekler mi?

Albüm ‘hissetmek, dalga sesi, gölge, rüya, solmak, hüzün, parıltı, dinginlik’ gibi sözcüklerin ortak paydada eritildiği; iki gitarın hayalet seslerle harmoni oluşturduğu bir masal adeta.

1. The Jesus & Mary Chain 2. The Velvet Underground 3. The Byrds 4. Syd Barrett 5. Love 6. The Beatles 7. Cocteau Twins 8. The Smiths 9. Echo & The Bunnymen 10. The LA’s Listeden belli başlı çıkarımlar yaparsak: Özellikle 60’lı yıllar bubblegum popun dikkatli bir şekilde atlanmadığını görüyoruz. Ama bir yandan karanlık, deneysel ve saykodelik figürler de unutulmuş değil. Melankoliyi de üstüne sos olarak ekleyebiliriz. Tüm bu anahtar kelimeleri birleştirdiğimizde onca ‘tantana’ya rağmen umudu hep hissediyoruz. Bu karışım bize gitarların ‘dalgaların denizde yayıldıkça yayılan’ dinginliğini işaret ediyor. Slowdive bu bakımdan shoe-

Albümler Grubun tüm diskografisi 3 albümden oluşuyor. İlk albümleri 1991 çıkışlı Just For A Day. Bu albümden söz edince aklıma -kapağından da anlaşılacağı gibi- ‘flu’ kelimesi geliyor. Rüya gibi bir albüm tarifinin sözlükteki karşılığıdır gözümde. Az ama öz söz öbekleriyle çok şeyler anlatma düsturunu benimsemişlerdir. Çoğu eleştirmen ve müzik dergisi bu albümü gözden kaçırmış, her nedense kibirli bir şekilde burun kıvırmışlardır. O sıralarda gitar sesinin ön planda olması gerektiği kanısı bana göre eleştirmenlerin en büyük hatasıdır. Halbuki henüz 20’li yaşın başındaki gençler ilk albümlerinde Blake gibi mistik şiirler yazmışlar, Vermeer gibi Delft tabloları yapmışlardır! Ancak dinleyen kimdir ki, bir kere kapattıktan sonra kulağını? Özetle, önceki cümlelerimden de anlaşılacağı üzere, albümü en iyi Slowdive albümü olarak nitelendiriyorum.

Just For a Day albümünün ait olduğu yer kesinlikle denizdir. Teknesine atlayıp nereye gittiği önemli olmayan yüreklerin, gün batımı manzarasını seyre daldıklarında kulaklarına çalınan arka fondur Just For a Day. “Catch the Breeze”, “Erik’s Song”, “Waves”, “Brighter” ve “Primal” bu yolculuğun mürettebatıdır. Hepsi, bir bütünün birbirini tamamlayan parçasıdır. Bu bütünü ne kadar güzel sözlerle süslersem süsleyeyim eninde sonunda Children of a Lesser God filmindeki HurtMatlin arasındaki “müziği hissetme sahnesine” aklım gidiyor ve o sahneyi hatırlar hatırlamaz “90’ların en iyi 10 albümünden birisini dinleyin” demekten başka bir şey diyemiyorum. Don’t you know I’ve left and gone away You’re knocking on the door I

Sol taraftaki yıl-popülerlik grafiklerinden görüldüğü üzere shoegaze grupları 19861998 yılları süresince grunge ve britpop arasında sıkış tepiş ilerlemeye çalışmışlar. Zaten iletişim eksikliği olan bu gençler röportajların dilini kullanmak istemeyince, müzikal kalitelerine bakılmaksızın, popüler kültür kurbanı olarak tarihten acımasızca silindiler (gerçi röportaj için yırtınan Lush gibi gruplar da yok değil, Boo! dergisinin Şubat 2009 tarihli 38. sayıya bakınız). Grafikleri kağıttan bilgisayara aktaran Günhan’a da ayrıca teşekkür ve alkış!

closed today And everything looks brighter The waves they just soothe my pain away (Waves’ten) Adını bir otel resepsiyonistinin hayali bir ménage à trois’sını anlatan The Jerky Boys çiziminden alan albüm Souvlaki, aslında kelime olarak Yunanistan’ın hızlı yemeği, çöp şişinden başka bir şey değildir (Adaları ziyaret ederken Souvlaki tabelasını görebilirsiniz). Albüm eleştirmenlerce övgüye boğulmuştur, gerçi sonradan aba altından sopa gösterilen o havuzda kimler boğulmamıştır ki! O zamanlarda şimdiki popçular gibi 4-5 video klip çekemiyordunuz. 10+4’lük albümde “Alison” parçası klibi çekilen şanslı şarkı olarak yerini alıyordu. Akşamdan kalmış Alison’ın uçmuş halini ortaya koyan bu parçada, Alison her şeye rağmen “iyidir”. Souvlaki, ilk albüme göre daha karanlık ve kasvetlidir. Bu kasvet tüm albümde yoğunluğunu hissettirir. Günümüz dinleyicisi bu kasveti ‘duygu buhranlığı’ olarak dikte ettikçe Slowdive 40 fırın ekmek yese dahi 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 57


rüştünü bir türlü ispat edememiş olacak (Kim demiş?). Cocteau Twins-vari “Machine Gun”, Slowdive’dan bihaber olan her dinleyicinin en sevdiği Slowdive parçası olan “Dagger”, mırıltılar arasında ilerleyen “Country Rain”, yalnızlığın bataklığından çıkmak için umut besleyen “Here She Comes”, grup üyelerinin Rilke rolüne soyunduğu “Melon Yellow” ve bütün bu piyonlar içerisinde son kareye gelip vezire çıkan “Altogether” ağır bir satranç partisinin aynı amaca hizmet eden figürlerini oluşturuyorlar. Dans kulübünün peşini bırakmayan 3 parça var. The Old Grey Whistle Test yöntemiyle club anlayışının neferleri olan arkadaşlarca her ne kadar burun kıvrılarak eleştirilse de daha sonra neden böyle bir test yaptığıma dair dövünmeden edemedim. Bu parçalar: “Souvlaki Space Station”, “Good Day Sunshine” ve “Missing You”.

Önceki şarkılardan elde ettiğimiz çıkarımlar sonucunda pastoral senfoninin son parçaları olarak “When The Sun Hits” ve bir yavaşlayıp bir hızlanan “Some Velvet Morning” parçalarını görebiliriz. Gelişme kısmını okuduğumuz bir öykünün lirik sonuçları... En farklılar kısmında Ambient türünde albümleri için kaynak olabilecek “Sing” ve en iyi parçaları “40 Days”i gösterebiliriz. Sürekli duyulan arı kovanı sesi için, son dizeleri için, outro kısmında 4-5 saniye sesini duyurup sonra hayalet sesine geri dönen gitarı için, “40 Days”e bayılıyorum: Just to try and watch you Said I love the way that you smile, don’t Pygmalion albümü adını mitolojik bir göndermeden almıştır.

Pygmalion, kendi yaptığı heykele aşık olan bir mitolojik karakterdir. Grubun daha önce yaptığı işlerden farklı olan bu albümün (ve haliyle grubun) ölüm fermanını medyadan önce Creation Records okumuştur. 70’ler Brian Eno’sundan ve Slowcore türünden bir-iki tık daha ritmik olan bu albüm birinci albümle birlikte aynı filmin senaryosunda başrole soyunmuş halde bulmuştur kendisini. Filmin yönetmeni ise müzik medyasından başkası değildir. Slowdive albümlerini özümsemek her zaman zordur. Kabul ediyorum bu albüm ise 3 albüm içinde özümsenmesi en zor olandır. Ancak alıştıktan sonra bırakması zor gelir. Kıyaslama yapılacaksa eğer Cocteau Twins’in Victorialand al-

bümünden bahsedelim. Cocteau Twins’in daha önce piyasaya sürdüğü 3 albümden farklıdır Victorialand. Paralel bir şekilde Pygmalion albümü gibi. Peki Slowdive’ın sonunu hazırlayan Pygmalion ile Cocteau Twins’in ileride yayımlayacağı albümlerin farklı yönünü gösterecek olan Victorialand arasındaki fark nedir? Cevabı basit: İki albüm arasında geçen 10 yıldan sonra eskisi kadar sabır gösterilmiyor. Ne kadar da çabuk tüketiyoruz müziği? Parça sayısı diğer albümlere göre azalan Pygmalion’da “Rutti” albümdeki en uzun ama zamanın nasıl geçtiğini anlamadığımız şarkı olarak dikkat çekerken, tek cümleden oluşan “Crazy For You” ve “Blue Skied an’ Clear” benim için albümün kıymetlileri olarak yerini alıyor. Süresi kısa olanlardan “Visions of La” ise bana göre “Cello”dan daha naif olanı.

Sonuç olarak Slowdive, shoegaze dünyasına giriş yapan ve türe sıkı sıkıya bağlı dinleyicilerin nesillerden nesillere aktarması gereken güzide bir grup olarak tarihte yerlerini almıştır. 58 | Boo! Sayı: 1

Bitti.

You say love and it sounds so sweet You say love and it sounds so good (Blue Skied an’ Clear’dan)


Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com

liste

Karaoke Tüyoları

Diyelim ki bir karaoke gecesine katılacaksınız. Ortamdaki herkesin şarkı söylemesinin de zorunlu olduğunu varsayalım. Bazılarına göre cehennemden farksız olan bu durumdan nasıl kurtulursunuz? O vakit biraz ipucu verelim:

God Save The Queen / Sex Pistols: Yine yetmişlere gidiyoruz. Punk müziğin bir anda sahne aldığı ‘nihilist’ yıllardan çıkmış hit bir parçayla karşı karşıyayız. Karaoke ortamının seyri pop yönünde ilerlediğinde belli bir risk oluşturabilir. Rock’n’roll seyrinde ilerlerken ise ilgi çekici olabilir. Sondaki No Future kısmının hakkı verildiğinde gerçekten ilginç bir performans olabilir.

“No future, no future, no future for you” Get Down On It / Kool & The Gong: Ülkemizde hemen hemen herkesin aşina olduğu bu müziğin karaoke pop gecesinde sırıtmayacağını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Ortamdakilerin coşmaması için ise hiçbir neden yok. Parçanın sahibi kamuoyunda Blur’a ait sanılsa da Kool & The Gang’in hakkını teslim etmek gerekiyor. Gerçi Madonna ve Michael Jackson gibi ağır toplar karşısında hiç şansları olmasa da ortamın çehresini değiştirdiği de bir gerçek. “How you gonna do it if you really don’t want to dance, by standing on the wall? Get your back up off the wall - Tell me.” Landslide / Fleetwood Mac: “Landslide” her ortam için uygun değil. Fleetwood Sex Pistols

KISS Mac’in bu müthiş balladı daha çok dingin ortamlarda gidiyor. Söylemesi kolay ancak nerede nefes alınması gerektiğini bilmek gerekiyor. Eğer Whitney Houston’dan “I Will Always Love You” veya Dean Martin’den “That’s Amore” gibi baba slowlar piyasada gözüktüyse hiç bulaşmayın derim. Unutmadan bu karaoke gecesi Amerika’da olsaydı “Landslide” hepsini haklardı ama hadi neyse! “And if you see my reflection in the snow covered hills. Well the landslide will bring it down The landslide will bring it down” It’s The End Of The World As We Know It / REM: “Kendini iyi hisset” parçalarından. Yalnız ufak bir uyarıda bulunmakta fayda var: Belki de gelmiş geçmiş en zor karaoke parçalarından olduğu da bir gerçek. Aşırı hızlı ve nefesinizin yetmediği noktalar çok. Ayrıca her ne kadar kafiyeli kısımlar olsa da genel itibariyle çok çetrefilli. Üstesinden gelebilmek için bazı kelimeleri yutmak ve iyi bir İngilizce-

ye sahip olmak gerekiyor. Ek olarak ritmi de bir o kadar zor. Ancak başardığınızı hissettiğinizde özellikle Pixies ve Meat Puppets gibi alternatif grupların adının geçtiği karaoke barlarda çok iş yapacağınıza eminim. Ülkemizde ise maalesef biraz zor. “Birthday party, cheesecake, jelly bean, boom! You symbiotic, patriotic, slam book neck right? Right.” World In Motion / New Order: Oldukça lokal kalmış bir parça. Bu yüzden Amerika’da bile olsanız işinize yaramaz. İngiltere Futbol Takımının, 1990 FIFA Dünya Kupası parçasıdır kendileri. Kendinizi bir an Irish Pub’da düşünsenize; ortalığı coşturmanın, etraftakilerin ‘you bloody mate’ şeklindeki nidalarla sizi alkışlamalarını… İngiltere gibi futbol hastası bir ülkede onun kültürlerine ait bir şeyi söylemenin tadı muhteşem olurdu. “We’re playing for England (in-ger-land) We’re playing the song We’re singing for England (inger-land) Arrivederci it’s one one one” 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 59

Bitti.

Rock’n’Roll All Nite / KISS: Yetmişli yılların rock’n’roll marşı KISS grubunun esas kadrosundan çıkma. Bir kere ortamda 30-35 yaş arası bir grup varsa kesin olarak eşlik edeceklerine eminim. Ayrıca şarkı sözlerini söylemek için akıcı bir İngilizceye sahip olmaya gerek yok. İki buçuk dakika boyunca adrenalin patlaması da yanında garanti! “I wanna rock and roll all nite and party every day”


Raftaki Nesneleştirilebilir kültür-sanat öğelerini bu sayfalarda konuk ediyoruz ki, çoğunu evdeki raflara diziyorsunuz zaten: albüm, film, kitap, oyun...

Red Hot Chili Peppers I’M WITH YOU - 2006’da çıkan Stadium Arcadium, sevenlerini ziyadesiyle tatmin edince 5 sene mola alan (2 yıl okul tatili gibi) Red Hot Chili Peppers bu kez yeni gitaristleri Josh Klinghoffer ile geri döndü (sanki bir yere gitmişlerdi). Evet, çocuğa (Josh) tepki büyük ve de John Frusciante sevdiğimiz, cümle alemin takdirini kazanmış bir insandı. Ancak Frusciante, gidiş/geri dönüşlerine noktayı kendi albümlerinde de çalmış olan yetenekli Josh Klinghoffer’ı yerine bırakarak Red Hot severlere kanaatimizce güzel bir kıyak yapıp kendi dünyasına dönmüş. Bilenler bilmeyenlere bir zahmet nakletsin; zamanında Hillel Slovak’ın yerine Frusciante

alındığında benzer bir durum yaşanmıştı (evet yaşlıyız, hatırlıyoruz). Şimdi bu adamlara (Anthony ve Flea) oturup “neden bu çocuğu aldınız?” diye veryansın etmenin alemi yok. Zaten temel olarak Red Hot Chili Peppers = Anthony + Flea olduğundan biz dinleyiciler için bir sakıncası yok. Albüme geçecek olursak (ki amacımız bu) I’m With You adeta yediveren gibi dinledikçe açılan, güzelleşen bir yapıya sahip. Çıkış şarkısı olan The Adventures of Rain Dance Maggie’nin adeta U2’dan Where The Streets Have No Name şarkısı tadında olan (bkz. klişe timi) klipine bir yerlerde tesadüf etmişsinizdir. Damda coş-

Tarz: Alternatif Rock Yıl: 2011 Yayıncı: Warner Bros. Kadro: Flea - Bas, piyano. Anthony Kiedis Vokal. Josh Klinghoffer - Gitar, klavye. Chad Smith - Davul 60 | Boo! Sayı: 1

malar, aniden fark edip koşan Kaliforniya’nın güzel kızları falan hepsi şahane. Peki o bıyık nedir ya? Kaliforniya Ülkü Ocakları’ndan Anthony Reis… İlgimize mazhar olan diğer eserler Look Around, Monarchy of Roses, ve Annie Wants A Baby oldu. RHCP her zaman deneyseldir (çünkü türler toplamıdır), farklı ve insanı coşturacak şarkılar yaparlar ve bitmeyen enerjileriyle moral ve gaz verirler. Kendileriyle yeni tanışmıyoruz (sizlere buradan diskografi bilgisi vererek yazıyı daha da çekilmez bir hale getirmek istemiyoruz). Referansları sağlam, biz de onlara karşı hürmetle yaklaşıyoruz. Bu yeni gitarcı mevzusuna fazla takılmayın bence. “Gelen gideni aratır mı?” ya da “Yeni birisiyle tanışırken ona bir şans vermiş olmuyor muyuz?” gibi çetrefilli soruları sizlere bırakıyorum. Şimdi işimiz, bu çiçek gibi yeni albümü defalarca dinlemek… (bu saate kadar dinlemediyseniz zaten büyük hata) -Kara

Vizyona Girecek Filmler 21 Ekim: -Paranormal Activity 3 -Contagion (Salgın) -Willkommen in Deutschland (Almanya’ya Hoşgeldiniz) -Horrid Henry (Felaket Henry) -Istanbul, My Dream (Hayalim İstanbul) -Three Muskeeters (Üç Silahşörler)

28 Ekim: -Anadolu Kartalları -Behzat Ç. Seni Kalbime Gömdüm -Johnny English Reborn (Johnny English’in Dönüşü) -The Double -In Time (Zamana Karşı)

4 Kasım: -Tintin (Tenten) -Beni Unutma -Tower Heist (Kule Soygunu)

11 Kasım: -Gelecek Uzun Sürer -Immortals (Ölümsüzler) -Safe -What’s Your Number? (Senden Önce)


R A F TA K İ L E R

Yeni Çıkan Kitaplar Ferhantoloji - Ferhan Şensoy Dram Sanatında Ezgi ve Uyum - Ayşegül Yüksel Prag Mezarlığı - Umberto Eco Driblets From The Ocean Hüsrev Hatemi Av - David Lawrance Sıradan Bir Cinayet - Karel Capek Çaylak - John Grisham YaşayabiTmek - Nihat Abay Yaban Kızlar - Ursula K. Le Guin Kent Kırgını - Eray Canber Hücre - Charles den Tex

Çok Satan Kitaplar

1. S*ktir Et - Hayatta Hiçbir Şey Senden Önemli Değil John C. Parkin 2. Bir Gün - David Nicholls 3.Küçük Mucizeler Dükkanı - Debbie Macomber 4. İskender - Elif Şafak 5. Karatay Diyeti - Canan Efendigil Karatay 6. Güç - Rhonda Byrne 7. Kürk Mantolu Madonna Sabahattin Ali 8. Aklından Bir Sayı Tut John Verdon 9. İki Cami Arasında Aşk & Mihrimah ile Sinan Mürvet Sarıyıldız 10. Aşkın Gözyaşları Sinan Yağmur

Ayın Filmi FRIENDS WITH BENEFITS - Justin Timberlake ve Mila Kunis’in başrollerini paylaştığı film Your News Now kanalının da özetlediği gibi aslında tam olarak; çılgın insanlar, eğlenmeyi çok seviyorlar ve seksi es geçmiyorlar (Crazy, Sexy, Fun). Friends With Benefits aşk hayatında başarısız olan iki karakterin (Jamie ve Dylan) seks odaklı ortaklıklarını konu alan keyifli bir yapım.

tajlarda gerek filmden gerekse Mila Kunis’le birlikte başrolleri paylaşmaktan oldukça mutlu. Filmimizin diğer oyuncusu ise dev gözlü Mila Kunis. En son Black Swan’da Natalie Portman’ın büyük rakibi rolüyle karşıma çıkan oyuncu bu eğlenceli filme oldukça yakışmış. Her “çok güçlü insan profili” gibi birçok ani kırılganlık yaşamış ve bunları filmde harika sergilemiş.

En son The Social Network’te Sean Parker rolüyle gördüğüm ve benim bireysel olarak bu filmdeki oyunculuğunu beğendiğim Justin Timberake bu işin altında da kalkmayı beceriyor. Her ne kadar filmi annesinin de izleyeceği için kalçasının çok fazla ekranın önünde olmamasını istemesinin yapım ekibi tarafından çok fazla makul olmamasına biraz üzülmüş olsa da, kendisi verdiği röpor-

Filmin en büyük derdi ise uğradığı ağır eleştiriler. Gişede aldığı başarılı sonuca rağmen film, özellikle No Strings Attached’e benzerliği, erotik sahnelerinin fazlalılığı ve kolay tüketilebilir olması ile oldukça eleştiriliyor. Friends with Benefists her popüler kültür ürünü gibi “kullan ve unut zira yenisi ürettiğimizde almaman için çok bir

sebep barındırmasın” havası taşıyor. İnsanlık çok fazla da olsa arz edileni talep etmeme haklarının olduğunu bilene ve talep etmeyene kadar artık bu arzın çok fazla gözükmeyeceği gerçeğiyle geç de olsa yüzleşebilmeli. İnsanlık kolay olanı, çabuk sindirilebileni ve çok yormayanı tüketmeyi seviyor. Bolca vakti olan ve eğlenmek için neden arayanların izleyebileceği bir film. -Furkan Emir

Ayın Kitabı TÜRKİYE’DE GRUP MÜZİĞİ: 1980’LER - Ülkemizdeki okuma alışkanlığının düşük olması müzik okuryazarlığına da yansımakta. İnsanlar müziği sadece dinliyor (aslında çoğu, tüketime ortak ediyor), okumuyor. Bugün müzik dergilerine öyle okur yorumları ulaşıyor ki, sanırız bu dergiler boş sayfalarla basılsa, yanında salt poster, çıkartma gibi şeyler verse itiraz edecek insan sayısı dergiyi batma tehlikesine sürüklemeyecek. Geçmişteki, yerli müziğe dair nice kayıt, dergi, belge, fotoğraf ise arşivlememe hastalığımızdan ötürü o sene yaşandı bitti… İşte böyle bir ortamda insanlara “küçük bir müzik kitaplığı oluşturun, müziğin belgelerini arşivleyin” demek onlara ne kadar ilham verebilir? Birkaç kafayı bozmuş, kendimiz çalar kendimiz oynarız işte, ara sıra aramıza başkalarını katma-

ya çalışarak. Türkiye’ye kaydın, radyonun, televizyonun kademeli olarak yerleşmesiyle başlayan, memleketteki popüler müziğin arşiviyle kafayı bozan Münir Tireli de bu gruptan. Daha evvel çıkardığı Bir Metamorfoz Hikayesi, genel olarak popüler müzik değil de, Türkiye’deki grup müziği üzerine 50’lerden 70’lerin sonuna kadar yerli müzik tarihimize ışık tutuyordu. Doğrusu benim ilgimi daha çok çeken ise, buna bir devam niteliğinde yazdığı Türkiye’de Grup Müziği: 1980’ler adlı kitap. O yıllarda grup müziği açısından en yoğun faaliyet içerisine girmiş müzik tarzı olmasından mütevellit, kitapta heavy metal gruplarına ayrılan yer oldukça fazla. En bilinenden, adını hiç duymadıklarımıza kadar, uzunlu kısalı ve derli toplu bir şekilde memleketin o dönemdeki ağır gruplarını tanıyoruz.

Sadece heavy metal değil, caz grupları, Anadolu poptan geriye kalanlar, Eurovision maceraları… Önceki kitaba göre en önemli özellik ise, en arkada ayrılmış renkli bir belge ve fotoğraf bölümü. Münir Tireli’nin her iki kitabı da oldukça nadir bulunan kitaplar. Edinmek için sahafları dolaşmak, internetteki nadir kitap sitelerinin altını üstünü getirmek, ya da yayıncı Arkaplan’ın telefonlarını meşgul etmek gerekebilir. -Alper D. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 61


R A F TA K İ L E R

Filmler: BİR ZAMANLAR ANADOLU’DA - Nuri Bilge Ceylan’ın son filmi “Bir Zamanlar Anadolu’da” geçtiğimiz haftalarda vizyona girdi. Film her ne kadar gişede önemli bir başarı elde edemese de Cannes’da Jüri Büyük Ödülünü almayı başardı ve hayranlarını da fazlasıyla memnun etmeyi bildi. “Bir Zamanlar Anadolu’da” Yılmaz Erdoğan’ı, Taner Birsel’i, Muhammet Uzuner’i, Ahmet Mümtaz Taylan’ı ve Fırat Danış’ı görüyoruz. Nuri Bilge Ceylan’ın karakterlerini tek tip sıfatlarla anlatabilmek çok zor olacağından oyuncuların film içinde pozisyonlarından ve spoiler vermemek adına film içindeki kurgudan bahsetmiyorum. Filmde klasik puslu Nuri Bilge Ceylan atmosferi devam ediyor. Yine bu yönüyle film diğer Nuri Bilge Ceylan filmleri gibi sizi eğlendirmeyebilir fakat yaptığı gözlemlerle içiniz acıyabilir, karakterlerin iç dünyalarını hissettiğiniz zaman kendinizi içselleştirebilir ve filmin sonunda da tüm bunlardan keyif alabilirsiniz. Bir Zamanlar Anadolu’da, diğer Nuri Bilge Ceylan filmlerine göre oldukça keyifli diyalogları da içinde barındırıyor. Nuri Bilge Ceylan ve ekibine bu konu sorulduğunda ise filmin bolca diyaloga sahip olmasını, bürokratik işleyişin bu şekilde daha iyi anlatılabileceğine inandıklarını belirtiyor-

62 | Boo! Sayı: 1

lar. Filmin bir de meşhur bir elma sahnesi var, daldan bir elma düşer, elma yuvarlanır, bazen akıntıyla hızlanır, bazen taşa çarpar kenara kayar. En sonunda ise önüne uzun bir süre önce bu yeni elmanın yaptıklarını yapmış ve bir süredir yolun sonuna gelmiş diğer elmaların yanına gelir tıpkı hayat gibi. Yine filmin afişlerinden birisinde, mevzu bahis elma ağacının altında Fırat Danış başı yerde bulunur, az sonra kopacağını bilir bir yüz ifadesiyle. Hıncal Uluç’un sahne hakkındaki eleştirisi ise bu bölümün oldukça gereksiz olduğuyla ilgiliydi; bireysel olarak gerekli ya da gerekliliği üzerine yorum yapmaktansa bir tabuyu kırmayı denediği için Hıncal Uluç’u tebrik ediyorum. Unutmadan Oscar aday adaylığı da açıklanan film, Nuri Bilge Ceylan ve ekibini her an bir üst başarı basamağına çıkarabilir. -Furkan Emir

FINAL DESTINATION 5 - Köprüde, akupunkturcuda, iş yerinde, caddede, sokakta, evde, kafede kader her zamanki gibi ölümü aldatanların peşini bırakmıyor. Final Destiantion serisinin beşinci filmi 3B seçeneğiyle ülkemizde de vizyona girdi. Son zamanlarda gördüğüm en iyi jeneriğe sahip filmin yapımcıları bunu tahmin etmiş olacak ki izleyicilere ortalama bir jenerik uzunluğunun üzerinde bir jenerik hazırlamışlar ve 3B’nin tüm marifetlerini daha filmin başlangıcında gözler önünde sermişler. Serinin beşinci filmi de “kaderini kandıramazsın” temalı ölümlerine kaldığı yerden devam ediyor. Bir gerilim filmi için IMDB’den ortalamanın üzerinde not almayı da başaran film sevenlerine yine heyecanlı dakikalar vaat ediyor. Box Office listelerine göre şu sıralar yaklaşık olarak yüz kırk milyon dolar gişe yapan elli milyon dolar bütçeli film, yapımcılara kuvvetle muhtemel altıncı film için yeterli motivasyonu sağlamış durumda. Not: Yazının bundan sonrasında filmle ilgili heyecan kaçırıcı bilgiler verebilir. Magazin Kuşağı ve Kısa Notlar -Ölümden kurtulanların sayısının fazla olması zat-ı alimi daha filmin başında heyecanlandırmıştı fakat kurtulanların çok az kısmı için uzun gerilim dolu anlar planlanmış, bu da haliyle film başı beklentisiyle sonunun kotarılmaması anlamına geliyor. -Bazı ölümlerin ani olmasından

ötürü filmin sonunda oluşabilecek hayal kırıklığını önlemek için midir bilinmez, serinin son filmini ilk filmin başındaki uçak sahnesine bağlayarak bizi sağa, topu sola yollayan yapımcılar alkışı hak ettiler. -Bir inşaat mühendisi olarak basit bir beton delicisinin fitili ateşleyerek asma köprüyü yerle bir etmesi fikrine şiddetle karşı çıkıyorum. -Filmde bulmacanın parçalarını yerine koyan oyuncuların makus kaderlerine yine kurban gitmesini bekliyorduk fakat ekibin kendi içinden çıkardığı düşmanı güzel bir farklılık katmış. -Olaylar hakkında puslu bir sesle ölümden kaçan ekibimize imalı imalı bir şeyler anlatmaya çalışan görevli amcamız serinin takipçilerinin kafasında soru işaretleri yarattı, şöyle ki: Son filmin ilk filmden de önceki bir zamanda gerçekleştiğini düşünürsek bu amcamızın hangi vakalarla bilgi sahibi olup, ölümden kaçan ekibimizin adrenalin seviyesine tepe yaptırdığını çözemedim. -Miles Fisher’ın Christian Bale’e olan inanılmaz benzerliği de dikkatler kaçmadı. -Furkan Emir


R A F TA K İ L E R

Efsane Sahne

- Büke Sevindi Tanır

THE FOUNTAIN - Bugün, 1500 yıl önce ve 1500 yıl sonra. Amansız bir hastalık için aranan tedavinin, aşkı bulup kaybetmenin ve sevgi için verilen tuhaf bir mücadelenin hikayesi “The Fountain”

Tüm bunlar olurken günümüzde Izzy hayatının son anlarını yaşamakta, mirasını, yani sevgilisi, kocası Tommy için yazdığı hikayeyi ona gösterir ve onu bitirmesi gerektiğini söyler: Finish it!...

Zaman mefhumunu kaybetmek, dün, bugün ve geçmişle gelecek arasında sürekli bir döngüde sallanmak için bu filmi görmelisiniz. İçinden geçtiğiniz gerçek bir hayat, Tommy ve Izzy’nin uzun kış günlerinde birbirine tutunarak geçen yaşamı. Izzy’nin hayatını sona doğru sürükleyen hastalığının tedavisini arayan Tommy, kürü bulma saplantısından kurtulamayıp Izzy’nin son günlerini yalnız geçirmesine neden olmuştu.

Bir aşk nasıl olmalıdır? Onun için nasıl savaşmalıdır insan? İçinde büyüyen kaybetme korkusu, yanımda kalsın diye ondan uzak çare aramalar... Anlaması güç, anlatması daha güç. Izzy ölmüşken ve fetihçisini (Conquistador) ölümsüzlük ağacını aramaya yollamışken, Tommy tedaviyi bulamamışken ve 1500 yıl sonrasında yıldızlar arasında seyahat eden adam en sonunda astral seyahatlerinden birinde doğru yolu bulmuşken... Bütün yollar burada kesişiyor. Bir filmin finali birçok defalar seyrettikten sonra taşları yerine oturtan bir karmaşıklıkta karşınıza çıkıveriyor.

Izzy, Tommy’ye bırakacağı mirasını hazırlarken bizi 1500 yıl öncesine götürür. İspanya kraliçesi en güvendiği fetihçisini “The Fountain”ı bulmaya, ölümsüzlüğü aramaya gönderir. Savaşa ve fethetmeye... Bu sırada fetihçiden 3000 yıl sonrasında, ölmüş bir yıldız olan ve yeniden doğmayı bekleyen Xibalba yıldızı arayan adamı görürüz. Ölmek üzere olan ağacıyla, onun için çabalarken...

Aztek şamanıyla ölümsüzlük ağacını almak için savaşan ve yaralanan fetihçi ile aslında hikayenin sonunu oluşturan ve yıldızlar arasında yeniden doğmak için ölü bir yıldız olan Xibalba yıldızını arayan astral seyahatçi 3000 yıl öncesinden Xibalba’yı ölümsüzlük ağacında bulur.

Fetihçi yok olur, yerine havada meditasyon halinde süzülen kel bir adam görür Aztek şamanı. Hemen önünde diz çöker ve ona “The Fountain”ın yani ölümsüzlük ağacının yolunu açar. O sırada fetihçi Tomas Verde’nin ağzından şu kelimeler dökülür; -Üzgünüm rahip, senin için artık sadece ölüm var, ama bizim kaderimiz hayat! Fetihçi karnında bir mızrak yarasıyla ağaca doğru ilerler... Muhteşem ışığıyla, heybetli dalları ve kalın gövdesiyle olanca haşmetiyle karşısında duran ağacın önünde diz çöker. Ağacın kabuğundan akan özsuyunu, zorlukla açtığı yarasına sürer ve o derin kesiğin yavaşça kapandığını, yok olduğunu görür. Tüm bu gösteri bittikten sonra yaranın yerine tekrar baktığınızda orada daha önceden açık bir yara olduğunu tahmin bile edemezdiniz. Bu mucizeye tanık olan insanoğlu, fayda ve zararlarını düşünmeden tarihler boyu ölümsüzlüğü arayıp bulduğu sırada kendinden geçer... Bıçağıyla ağacın koca gövdesinde büyük bir yarık açar, akan ölümsüzlük suyunu kana kana içer ve ölümsüzlüğü beklemeye başlar.

Yönetmen Darren Aronofsky, Fetihçi ölümsüz olmak isterken aslında neye ulaştığını düşünmemiz için bize bırakıyor. Bu ağaç insana, ölüm, ölümsüzlük ve sonsuzluk ya da muhteşem bir son verebilir. Bunun kararını vermek size kalmış. The Fountain, görselliği, ışığı ve inanılmaz güzellikteki müzikleriyle insanın kafasını avucuna alıyor ve film bitene kadar da bırakmıyor... Kimilerine göre ağır, çok ağır bir filmken, kimine göre de gözümüzü bile kırpmadan izleyebileceğimiz bir akıcılığa sahip. Ölmek üzere olan sevgilin için ne yapabilirsin? Yoktan var etmek, olmayanı, olamayanı oldurmaya çalışmak ne kadar yarar sağlar? Aşk için ne kadar ileri gidersiniz? Ölümsüzlüğe ulaşmak için aslında ölmek mi gerekir? “Ölüyorum” diye çığlık atarken, sevgilinizle sonsuza kadar birlikte yaşayabileceğinizi anladığınız bir ruh haliyle film bitiyor. Aşk için yapabileceklerinizi gözden geçiriyorsunuz. “Ölüm bir hastalıktır, tıpkı diğer hastalıklar gibi. Ve bir tedavisi var ve ben onu bulacağım...” -Tom Creo 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 63


R A F TA K İ L E R

Kitaplar: TEK AKORLU MUCİZELER: PUNK ROCK’IN ANLAMI VE GÜCÜ - “Sadece 3 akor var, üzerine ne kadar yazılabilir ki?” Bunun yanlış bir soru olduğu doğru, ama internetin olmadığı otantik yıllarda çıkmış bağımsız müzik dergilerimizde çarşaf çarşaf punk makaleleri, çeviriler, üstelik akademik bir dil görünce ister istemez sormadan edilmiyor. Dave Laing’in bu kitabı da zaman zaman öyle bir hal alıyor ki, iki cümleyi anlamak, süzgeçten geçirmek, konunun punk ile bağlantısını fark etmek bünyede inanılmaz bir sancıya yol açıyor. Salt bu kitap değildi, az evvel değindiğim dergilerdeki makalelerde de benzer durumlar var. Kitapta o kadar sırıtmadı ama bunun sebebi, bütün bu sancı yaratıcı yazıların çeviri ürünü olması olabilir mi? Birebir çevirme kaygısı, hiçbir detayı atlamama düşüncesi ve çevirmenin cümlelerden kendi yorumunu esirgemesi; neticeyi doğal bir üsluptan uzak, ne dediğini bilmez, ciddi bir tonla çok şey anlatıyormuş gibi görünen, ama okurun hiçbir şey anlamadığı bir metne sürüklemekte sanki. Kitabı sürüne sürüne okurken içimde patlayan feryatları bir kenara koyarsak, tam adıyla Tek Akorlu Mucizeler: Punk Rock’ın Anlamı ve Gücü, punk müziğin en güçlü olduğu 1976-1978 tarihleri arasındaki ürünleri merkezine alarak kağıt üzerine etraflıca bir punk sahnesi derliyor. Etraflıca dememin sebebi, konunun sadece punk olmayışı. Konuyla alakalı olarak İngiltere ve ABD’deki müzik endüstrisine dönemsel bir bakış atıyor, endüstrinin işleyişi ve bunun punk müziği nasıl etkilediği de anlatılıyor. Punk denen şey ortaya çıkmadan evvel geleceğe yönelik işaretleri taşıyan eski kuşak müzisyenlerle bağlantı kuruluyor. İçinde bulunduğu ülkelerin siyasi ve ekonomik durumlarının müziği nasıl şekillendirdiği inceleniyor. Punk isminin kökeni, grupların ve müzisyenlerin sahne ismi seçerken, şarkı sözü yazımında farkında olarak ya da olmadan kullandığı yöntemler üzerine kafa yoruluyor. Kitabın akademik altyapısı oldukça sağlam, neredeyse her sayfada bir referans görüyoruz. Dilbilimden sosyolojiye kadar geniş bir yelpazede sosyal bilimler takviyesi kitabı 250 sayfa boyunca sürükleyip götürüyor. 1975’ten 1980’in Ağustos ayına kadar süren bir punk kronolojisi, gruplardan, fanzinlerden ve dinleyicilerden oluşan fotoğraf albümü ve punk tarihinde öne çıkan kayıtların derleme listesi, kitabın eklerinden... Dave Laing’in 1985’te yazdığı bu kitap 2002’de Altı Kırk Beş Yayınları’ndan yayınlanmıştı, bugünlerde yine ilginç bir şekilde güncel kitabevlerinde o tarihli baskısını bulmak mümkün, hafızam gördüğüm tarihi yanıltmıyorsa. Neticede punk müziği anlamak, öğrenmek ve o dönemdeki müzik üzerine genel kültür sahibi olmak için önemli bir kitap, ama hatırlatmakta fayda var: Bu kitap kesinlikle “punklar tarafından punklar için” yazılmış bir şey değil! -Alper D. 64 | Boo! Sayı: 1

İNSANSILAR - Ülkemizde Flashforward’ın yazarı olarak tanınan Robert J. Sawyer’ın 20’den fazla kitabı var, sadece bir üçlemesi buradaki raflarda görülebiliyor. Neanderthal Parallax üçlemesi 2003’te kendi ülkesinde sırasıyla Hominids, Humans ve Hybrids adlarıyla yayınlandı. Abis yayınevinden ise İnsansılar, İnsanlar ve Melezler adıyla bu yıl raflarda yerini aldı. Serinin ilki Hominids (İnsansılar) eski zamanlarda birbirinden ayrılan paralel evrenlerde geçiyor. Kendi evreninde fizikçi olan neandertal Ponter Boddit ve mühendis eşi yaptıkları deney sırasında homo sapiensin hüküm sürdüğü evrenimizle arada bir geçit açılmasına sebep oluyorlar. Dahası Ponter buradan geçiyor ve geçit kapanıyor. Sonrası malum, iki evrende de bir diğer ırkın nesli tükenmiş. Farklı dilleri konuşuyor, farklı teklonojileri kullanıyorlar. Neyse ki neandertal adamın yerleşik eşlikçisi dil öğrenmekte oldukça başarılı. Heyecanlı ve bir o kadar antropolojik bilgiyle dolu olan bu bilim kurgu kitabı insanları bir daha hem kendi ırkı hem de ırkının kökeni hakkında düşünmeye yöneltiyor. Bir bilimkurgu hikâyesini bir de antropolojik kuramlarla dolduran Sawyer baharat olarak da kadın–erkek ilişkilerini eklemeyi unutmamış tabii ki. Bu iki ırkın ruhsal farklılıklarını ve benzerliklerini de incelemeyi de eksik etmemiş. Doyurucu ve sayısı fazlaya da kaçmayan bir seri arayanlar için Neanderthal Parallax dikkate alınası bir seri. -Gözde

UÇAN SPAGETTİ CANAVARININ KUTSAL KİTABI - “Bizi 30 gün deneyin; bizden hoşlanmazsanız, eski dininiz sizi seve seve kabul edecektir.” Başka hangi din size böyle bir garanti verebilir? Muhteşem pazarlama yollarına sahip bu dinin, pastafaryanizmin kutsal kitabını, son peygamber Bobby Henderson yazdı. Kitaptaki en ilgi çekici yerlerden biri öğrenci, makarna, bira ve FSM arasında kurulan bağ: FSM’nin (Flying Spaghetti Monster) seçilmiş insanları korsanlar ve onların da en sevdiği içki biradır; dolayısıyla öğretimi iyice pahalı yaparak öğrencileri ucuz makarna ve ucuz biraya yönlendirmek FSM için en iyi pastafaryan yapma yollarından biridir. Kitapta ayrıca evrim teorisine alternatif yaklaşımlara, ünlü düşünür ve bilim adamlarına bir de FSM gözünden bakma fırsatına ulaşabiliyorsunuz. Bilimsel olarak pastafaryanizmi inceleyip, üstüne bir de tarihini öğrendikten sonra (buna cadıların yok edilmesi, ölümcül hastalıkların tedavisi ve hatta Amerika’nın keşfinde FSM’nin etkileri de dâhil) sıra dini yayma yollarına geliyor. Bu aşamada diğer dinleri de inceleme fırsatı buluyoruz. Örneğin Hristiyanları hiç görmediğiniz sınıflandırmalara tabi tutuyor, ama bu sizi cadıların hesap makinalarını yemeyi sevmelerinden çok şaşırtamıyor. Son olarak kitapta da belirtildiği üzere, kitabı cücelerin okumasını tavsiye etmiyorum. Biraz sinirlenebilirler. Ve tabii ki, RAmen. -Gözde


R A F TA K İ L E R

Geçen ay yeni kitabı Varolmayanlar’ı okurlarına sunan Doğu Yücel’e kitaplığını ve okuma-yazma alışkanlıklarını sorduk.

Konuk Kitaplığı: Doğu Yücel Şu anda kitaplığında yaklaşık kaç kitap var? Kardeşimin kitaplarıyla birlikte binin üzerinde vardır. Anneminkilerle birlikte beş bini geçebilir :) Aldığın her kitabı saklar mısın, yoksa kimisini takas mı edersin? Hepsini saklarım. Gerçekten gelecekte tek bir sayfasına bile bakacağıma ihtimal vermediğim, niteliksiz ve dünyaedebiyat görüşüme ters bulduğum bazı kitapları nadiren de olsa elden çıkartırım.

için harika bir deneyim olacak hem orijinaline hem Türkçesine bakarak okumak. Misafirliğe gelen akrabanın küçük çocuğu bazı kitaplarını yırtsa en çok hangisi için sinirlenirdin? Tolkien’in Noel Baba’dan Mektuplar kitabı. Bu kitapta Tolkien’in çocuklarına yazdığı hikaye dolu mektuplar var. Tolkien’in el yazması, çizimlerinin de olduğu mektupların fotoğrafları mevcut. Kıymetli bir hediye olur kendisi.

Kitaplığını sahaflar mı daha çok besler, yoksa yeni kitapçılar mı? İkinci el kitap almayı severim aslında, özellikle altı çizilmişse, kenarlarına notlar alınmışsa daha bile güzel olur! Ama yine de daha çok sıfır alıyorum. Bazen indirim sepetlerinden harika kitaplar çıkıyor. Oralardan çok kitap alırım.

Hiç kitaplığının da dahil olduğu bir taşınma yaşadın mı? Çok! Daha yeni taşındım. En zoru kitapları kolilemek, kolilere koyarken hepsinin tozunu almak, o kolileri sağlamlaştırmak, o kolileri açmak, açtıktan sonra tekrar tozlarını almak idi… Taşınmanın en zor safhası her zaman koleksiyonları taşımak olmuştur.

Koleksiyonuna en son kattığın kitap hangisi? Jack London’ın Ademden Önce isimli kitabı. Bordo Siyah Yayınevi’nden çıkan iki dilli versiyon. Sol tarafı Türkçe, sağ tarafı İngilizce. Bir yazar

Geçen ay yayınlanan yeni kitabın Varolmayanlar’a aldığın tepkiler nasıl? Tepkiler çok iyi. Gerçi bekliyordum. Çünkü gerçekten üzerine çok emek sarf ettim. Bugüne kadar bu kadar emek

sarf ettiğim başka bir iş olmamıştır, sanırım bir daha da bu kadar alın teri döktüğüm başka bir iş de olmaz. O yüzden edebiyat zevki bana yakın olan herkesin az çok beğeneceği bir kitap oldu. Yalnız en kötüsü; ben bu kitaba en az 5-6 yılımı verdim ama insanlar 2-3 günde bitiriyorlar ya, o bir garip :) Kitap yazmaya yazacağın şeyle ilgili tüm fikirleri toparladıktan sonra mı başlarsın, yoksa aklına geldikçe yazmayı, çok biriktirmemeyi mi tercih edersin? Önce fikirleri biriktirim, onları bir kenara yazarım. Kafamda o fikirleri tartarım, zamanla kötü olanları elerim, iyi olanları geliştiririm. Sonra yazmaya başlarım. Sonra silerim, tekrar yazarım, sonra onu da siler tekrar yazarım. Yaparım, bozarım, geliştiririm… Bu iş böyle… Gelecekte roman-hikaye haricinde, örneğin belgesel niteliğinde bir kitap hazırlamayı düşünüyor musun? Her an her şey olabilir. Aklıma gelen hikayeye itaat ederim ben. Yarın öbürsü gün aklıma tarihi bir hikaye gelir, ona hizmet, sonra romantik bir hika-

ye gelir ona kul köle olurum, derken komik bir hikaye gelir, onun peşinden koşarım. Belgesel… Mesela Iron Maiden tarihi üzerine bir kitap yazmayı hala istiyorum. O belgeselden sayılır mı? :) Mezun olduğu bölümden bambaşka bir alandaki mesleğe sahip biri olarak, okumakta olduğu bölümden memnun olmayan okurlarımıza bir mesajın var mı? Etrafımda okuduğu bölümle ilgili iş yapan insan sayısı gerçekten çok az. O yüzden hayatın sonu değil. Bence çok geç değilse yeniden sınava girsinler, bu defa istedikleri bölümü yazsınlar. Ama o da şart değil. Okudukları bölüm kolay bir bölümse, bitirsinler, o sırada kendilerine istedikleri yolda onları geliştirecek meşgaleler bulsunlar… Mesela ben üniversitedeyken sinema kursu almıştım, sürekli kitap okuyup yazarlıkta nasıl kendimi ilerletebilirim diye kafa yormuştum. Çok yazmıştım, yarışmalara katılmıştım… Ki o zamanlar internet de yoktu, ne yapacaksın, nereye gideceksin belli değildi. Şimdi internet de var. Ne yapmaları gerektiği Google’da bile yazıyordur :) 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 65


R A F TA K İ L E R

N’aptın Müdür? “Ve Bir Gün İnsanlık Onuru Bunalım Müziği Yenecektir!” “Kara Bant” nedir peki? Bir çeşit bunalım müzik antolojisi? Üzüntüler ve sıkıntıların kaybolduğu ufak bir göl? Kendi kişisel ifşalarınız ile bezenmiş müzikler mi yoksa? Eskiden elimden geldiğince kaset toplardım, Bon Jovi’nin bütün albümleri vardı mesela. Bir de radyodan çektiğim kayıtlar vardı, adını bilmediğim müzikleri kaydetmem için şarkı başladığından itibaren 2-3 saniyem vardı, 2-3 saniye içinde müziği beğenip kaydetmeye başlamalıydım, sonra okul yolunda dinlerdim, sözlerini ezberlemeye çalışarak... Sizlere bu ay 12 tane parça seçtim, 12 tane, ruhunuzun farklı yönlerine tesir edecek parça. A tarafında 6, B tarafında altı. Glitch Mob var mesela “Between Two Points”. Swan’ın muhteşem sesi ile pek çok yere gittim geçtiğimiz ay, belki Glitch Mob’un diğer şarkıları bu kadar güçlü değil fakat “Between Two Points” ruhunu poligonda atış kuklası olarak sunmak isteyenler için ideal ve kalıcı hasarlara gebe. Sonra “Late Night Alumni” geliyor, “Angels and Angles”. Tempoyu biraz yükseltmek, şehrin hikayelerini ve sembollerini okumak isteyenler için birebir. HEALTH ise üçüncü sırada “In Violet (Salem Rmx)” ile ağır ritimli bir dünyaya bekliyor sizleri, onların dünyasında her 66 | Boo! Sayı: 1

zaman alacakaranlık. Üzüntü ve keder, Kings of Convenience “I Don’t Know What I Can Save You From” ile yerini tatlı bir anımsamaya yerini bırakıyor, huzur artık daha yakın. Tabiri caizse sırada “Yeni bir yüz” diyebileceğimiz Lykke Li var, Kleerup ile beraber yaptığı “Until We Bleed”, hem hızlı, hem de geceye dair anıları barındırıyor. Ladytron bu noktada herşeyi sonlandırmaya hazır, “International Dateline” listeye 5.sıradan giriyor. 90’ların az bilinen Darkwave gruplarından Love Spiral Downwards “Write in Water” ile bu seçkiyi sonlandırıyor, başka bir Kara Bant, başka bir gecenin konusudur. A Yüzü: 1. Glitch Mob - Between Two Points (feat. Swan) 2. Late Night Alumni - Angels and Angles 3. HEALTH - In Violet 4. Kings of Convenience - I Don’t Know What I Can Save You From 5. Lykke Li - Until We Bleed (feat. Kleerup) 6. Love Spiral Downwards Write in Water B Yüzü: 1. Alexisonfire - Dog’s Blood 2. Portishead - Mysterons 3. Hooverphonic - Eden 4. The National - About Today 5. Hot Rod Circuit - At Nature’s Mercy 6. Interpol - Barricade

Her ay burada dergideki şanslı kişiye kültür sorgulaması yapıyoruz. Bu ayın şanslı kişisi ise, Gözde Karahan. Şu sıralar en çok kimleri dinliyorsun? Çok müzik falan dinleyen biri değilim. Yolda ve gece bazen müzik dinlerim. Onda da TRT3’ü tercih ediyorum =). En son aldığın albüm hangisi? Öhüm, ehöm, şey, sanırım oldukça uzun zaman olmuş. Sinemaya en son hangi film için gittin? Geçen gün Steve Carell’ın Crazy Stupid Love filmine gittim. En son okuduğun kitap? John Zerzan’dan Gelecekteki İlkel. Video oyunu oynar mısın? Yine çok az. Yolculuklarda ve ders aralarında PSP keyfi ya da evde Machinarium falan gibi eğlencelik oyunlar. Bu ara hangi dergiler evine giriyor? Cnbc-e Dergi ve NTV Tarih bayadır eksilmiyordu. Şimdilerde bölüm nedeniyle Planlama Dergisi. Bir de yine uzun zamandır Fotoğraf Dergisi. Albüm, kitap, film, oyun ya da dergilerden koleksiyon yaptığın oluyor mu? NTV Tarih ve Fotoğraf Dergisi. Kitaplığımda da sevdiğim yazarlar ve bütçem yettiğince de manga ve çizgi roman var. Filmler için de, kötü, kabul ediyorum ama harici sabit diskim sağ olsun :P


R A F TA K İ L E R

Oyunlar: HARD RESET - Yıl 2436, insanlar kendi yarattıkları makineler tarafından her yerde avlanmaktadırlar, tüm dünyada güvenli kalan tek bir yer vardır ve orası da Bezoar adlı şehirdir. Şehri korumakla görevli özel güvenlik şirketi CLN için çalışan Binbaşı Fletcher için sıradan bir gün olarak başlayan oyunumuz, yüzlerce makinenin Bezoar şehrine sızmasıyla fazladan mesaiye dönüşüyor. Ancak esas oğlan Fletcher’ın da yakın zamanda anlayacağı üzere, hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Oyunun özelliklerinden bahsetmek gerekirse, haya-

FROM DUST - Aranızda Populous ya da Black&White tarzı oyunları hatırlayan var mı desem, umarım 10 kişiden fazla kişi parmak kaldırır (tabi bu parmak sayısı bu sayfayı okuyan insan sayısı ile de alakalı sanırım). Çünkü From Dust, bizi 90’lara damgasını vurmuş bu oyunlara (her ne kadar Black&White 2001’de çıkmış olsa da…) geri götürüyor. Kimliğini ve kültürünü kaybetmiş bir ırkın sizi yardıma çağırmasıyla başlıyor oyunumuz. Oyunda küçük güçlere sahip ilahi bir gücü oynuyoruz. Başlangıçta zayıf olan güçlerimiz, oyunun ilerleyen bölümlerinde yardım ettiğimiz halkın yayılması (daha fazla mürit = daha fazla güç) ve bize yardımı do-

li şirketler ve sürekli olarak onların renkli hologram reklamlarının göründüğü, tepeleri gökyüzündeki bulutlara kadar değen gökdelenleri bulunduran Bezoar şehri aynı zamanda Blade Runner filmine de bir selam çakıyor. Onun dışında birçoğumuzun fark edeceği üzere dünya üzerinde tek kalan şehir ve robotların istilası bize Matrix’ten alıntı gibi geliyor. Peki “Bu kötü mü oluyor?” derseniz, bence Hard Reset’e içi dolu, arkasını sağlam eserlere dayamış güzel bir FPS havası veriyor. Zaten oyunun her köşesine serpiştirilmiş küçük detaylar oyunu sıradan bir shooter olmaktan çok öteye götürüyor. Ayrıca sıradan shooterlardan farklı olarak oyunda aslen kullandığımız 2 çeşit silahımız var yalnız bunları oyun içerisinde bulduğumuz paralarla modifiye ederek yaklaşık 20’ye yakın farklı kombinasyon oluşturabiliyoruz. Bu da üzerimize koşan kunacak totemleri toplamasıyla yavaş yavaş artıyor. Oyunda suyu, toprağı ve ateşi istediğimiz gibi yönetebiliyoruz. Örneğin halkınızın geçişini engelleyen bir nehir yatağının yolunu kolaylıkla değiştirebilir, lav ve toprağı karıştırarak ördüğünüz duvarlarla köyünüze gelen dev tsunami dalgalarını durdurabilir ya da aniden patlayan volkandan akan lavları nehirlerle durdurabilirsiniz. Tüm bu seçenekler bize sunulmuş ve bir haritada yaptığınız değişikler aynı haritayı tekrar oynamanız durumunda direk aynı sonucu vermeyebiliyor. Bunun için ise yaptığınız ve oynattığınız her kum zerresinden etkilenen dinamik bir çevre etkileşimi geliştirilmiş.

Kısa Haber sürüyle robotu hurdalığa göndermek için bir sürü eğlenceli yol demek oluyor. Oyunun kötü yanlarına gelirsek, tam oyuna ısınıp senaryoyu çözmeye başladığınızda karşınızda Credits ekranıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Birçoğunuz ise (ben de dahil olmak üzere) oyun sonunu getirdiğinde, oyunda bulunan silahların belki de yarısını bile açmamış olacaksınız. Bunların dışında oyunun bazı yerlerde gereksiz bir şekilde zorlaşması ya da kötü modellenmiş bazı dar mekanların üzerinize akın akın gelen robotlardan kaçmanız için size yer bırakmaması sürekli aynı checkpointten başlamanıza neden olabiliyor. Eğer uzun zamandır hızlı ve eski tip bir shooter arıyor iseniz, Hard Reset kesinlikle aradığınız oyun. Bakmadan geçmeyin derim. -Atıl

Her sene olduğu gibi FIFA ve PES rafları süslemeye başladı. Ezeli rakipler arasında ki yarışta ise FIFA son 2 senede yapmış olduğu gibi, seriye getirdiği yeniliklerle daha fazla göz dolduruyor. Kasım’da çıkacak Assassin’s Creed serisinin yeni oyunu Revelations’da 2 oyundur kahramanımız olan Ezio Auditore’yi son yolculuğuna Osmanlı Konstantiniyesi’nde uğurluyoruz. Sadece biraz daha sabretmek lazım. Warcraft 3’e kullanıcılar tarafından hazırlanmış eğlencelik bir harita olarak çıkarılan Defend of the Ancients kendi resmi oyununa kavuşmak üzere. DotA 2 tanıtımı için Almanya’da düzenlenen turnuvaya dünya genelinde ki en iyi 20 takım davet edildi ve Ukraynalı Na’vi takımı 1. ödülü olan 1 milyon doları eve götürdü. Need For Speed: Run duyuruldu. Kasım 15’te çıkarılması planlanan oyunun gerek konu gerekse oynanış olarak farklı olduğu iddia ediliyor yalnız oyun içi videoları beni tatmin etmedi. Görüp, oynayıp, karar vericez artık.

Oyunun tekrar oynanabilirliğinin düşük olması ve oyunun yapay zekasının bazı noktalarda tıkanması oyunun eksilerini oluşturuyor iken oyunun artılarının ağır bastığını ve denenmesi gerektiğini söylemeden edemeyeceğim. -Atıl

XBOX ve PS3 için uzun süre önce çıkartılan, bilgisayarlar için ise kasımda piyasaya sürülecek 2011’in en iyi macera oyunu olmaya aday L.A. Noire’ın Avustralyalı yapımcı firması Team Bondi, çalışanlarını fazla çalıştırmak ve çalışmaya zorlamak gerekçeleriyle hakkında açılan davalardan dolayı kepenkleri indirme kararı aldı. 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 67


R A F TA K İ L E R

Albümler:

ELITE GYMNASTICS RUIN Bağımsız Electro-pop ikilisi Elite Gymnastics’ten harika bir albüm; Ruin. Minneapolisli ikilinin daha önce parçalarına denk gelmiştim ama gereken ilgiyi gösterememişim. Ruin’i dinlediğim zaman hayatımın bir parçası daha bir anlamlı oldu, içimde yoğunlaştı. Bu sebeple sizlerle paylaşmak istedim. James Brooks ve Josh Clancy ikilisi, Ruin’den sonra “All We Fucking Care About is KPOP, WhiteHouse and Our Cats” adında bir mix albüm hazırladılar, ama konumuz o değil, aklınızda olsun diye belirtiyorum. Ama bu sayıda konumuz Ruin. Grubun bütün albümlerini internet sitelerinden ücretsiz indirebiliyor olmanız şahane bir fırsat, adamlar kendilerini dinletmek için size hendek atlatmıyorlar, buyrun alın indirin dinleyin diyorlar. Ama Ruin henüz bu şekilde sunulmamış. Sanırım albümün içinden 2 şarkıyı dinleyebilme imkanına sahip olmam da biraz merakımı arttırdı. Sonuçta albümü bulup dinlediğimde “Para verip alsam değer” dedim gerçekten. Ama şartların gözü kör olsun, online dinlemeye alışmışız... Ruin’e dönersek; albümde Kore Pop’undan ilham aldıklarını belirten ikili, new wave, dub, techno ve chill tarzlarını bir güzel birleştirmiş ve aralara 90’ların synthlerini ve piyano melodilerini eklemiş. Vuruşlar, yankılanan vokaller özellikle “So Close to Paradise” parçasında sizi ayrı dünyalara taşıyabilir. A yüzündeki syntler B yüzünde yerini daha etkili vuruşlara bırakmış. Bu etkili vuruşların kaynağını ise jungle ve hiphop tarzları oluşturuyor. Gördüğünüz gibi pek çok ritmi birleştiren grup, ilk bakışta deneysel bir tarz ortaya koyuyor gibi gelse de, keyifli bir akşam için güzel bir albüm sunmuş. Ayrıca dikkat etmenizi önereceğim diğer parçalar; Omamari ve Mineapolis Belongs to You. -Merve 68 | Boo! Sayı: 1

CUT/COPY ZONOSCOPE Modular Recordings 2001 yılından beri kulaklarımızı renklendiren Avustralyalı Cut/Copy’nin bu albümü, Şubat 2011’de piyasaya çıktı. Onların yaz mevsimini yaşıyor oluşu, bizim kışımıza da renk getirdi resmen. Albümü dinlemeye başlar başlamaz harika bir dans ritmine kaptırıveriyosunuz kendinizi. İlk tavsiyem albümün de ilk parçası olan Need You Know. Tarzı Franz Ferdinand ve Bloc Party’e benzeyen grubun In Ghost Colours albümündeki başarıyı yakalayamamasını eleştirenlere diyeceğim; Take Me Over ve Where I’m Going parçalarını bir yüksek sesle dinleyin... Tarzları dans rock diyebileceğimiz grubu dinlediğinizde kendinizi bir diskoda dans etmeye hazır hissetmeniz oldukça mümkün. Grubun indie popa eklediği house vuruşları, bir çok müzisyene ilham verse de Cut Copy bunu en iyi başaranlardan biri. -Merve

THE WEEKND HOUSE OF BALLOONS XO Records Abel Tesfaye, nam-ı diğer The Weeknd, 90 doğumlu, Etiyopya kökenli, Kanadalı bir R&B sanatçısı. 2010’un sonlarında Youtube’da yayınladığı 3 parçayla şöhrete yaklaşıp, ünlü hiphopçı Drake tarafından bir twitte paylaşıldığında ismini hafızalara kazıdı. Sosyal medyanın ünlü ettiği isimlerden ne çıkar? Tartışılır. Ama The Weeknd, bu albümüyle, dinlenmeye değer gördüğüm bir isim. Biraz romantiğe kaçan tarzı sizi sıkabilir, yine de “High For This” yüksek sesle dinlendiğinde, soundunu size rahatlıkle empoze edebiliyor. Şarkıdaki drum’n’bass kalıntıları ise takdire şayan. Albüme ismini veren parça ise diğer dikkat edilmesi gerekenlerden. Böyle hani yağmurlarda başlamışken biraz melankolik biraz yalnız biraz romantik takılmak isterseniz, House of Balloons özünde dinlemelisiniz. -Merve

BRETT ANDERSON BLACK RAINBOWS EMI One Love Festival’in en şahane konseri olan (gitmedim ancak ön saflarda olan, sevdiğim birisi vasıtasıyla biliyorum) Suede’in has adamı, zamanının naif delikanlısı Brett Anderson’ın yeni albümü Black Rainbows önceki solo çalışmalarına nazaran daha akıcı, tabiri caizse at-unut bir albüm. Basit ama etkileyici Brittle Heart, ağırdan ama dozunda This Must Be Where It Ends, Actors, Dog Man Star albümünde olsa sırıtmayacak Thin Men Dancing ve albümü kapatan Possession. Neredeyse 40 dakika neticesinde “ne zaman başladı, ne zaman bitti?” diyorsunuz. Brett Anderson 14-15 Ekim tarihlerinde IKSV Salon’da olacak ve yüksek ihtimalle “Whatever makes her happy on a saturday night” derken aynı soru akla gelecek: “Ne zaman başladı, ne zaman bitti?” -Kara


R A F TA K İ L E R

KASABIAN VELOCIRAPTOR! RCA / Columbia Records Charles Manson ve ailesinin müziğe bu kadar etki edecekleri kimin aklına gelirdi? Ailenin masum yüzlü üyesi Linda, soyadı ile 1999’da Kasabian’ın isim arayışına son verdi. Velociraptor ile 16 Eylül’de hayranların 2 yıllık bekleyişi de bitti. Vokalde Tom Meighan, gitar/ klavyede Sergio Pizzorno, basta Chris Edwards ve davulda Ian Matthews’dan oluşan gruba 2010’da Jay Mehler da katıldı. Velociraptor, önceki 3 albümdeki gibi elektro rock’tan neo-psychedelic’e uzanan eklektik müzik tarzıyla alışıldık Kasabian albümlerini aratmıyor. 11 şarkıdan oluşan albüm, Acid Turkish Bath adlı şarkı ile Türk hamamlarına da gönderme yapıyor. İngiltere listelerinde 1 numaraya kadar yükselen 3. albümleri West Ryder Pauper Lunatic Asylum’dan sonra Velociraptor ile grup beklediği başarıyı elde edecek mi, hep beraber göreceğiz. -Aslı

DAS RACIST RELAX Greedhead 2008’de Brooklyn’den çıkıp Pizza Hut ile Taco’yu birleştiren Das Racist, ilk ticari albümleri ile raflardaki yerini aldı. Tıpkı isimleri gibi şarkı sözleri de bol ironi barındıran üçlü, önceki 2 albümlerini, daha doğrusu mixtape’lerini sitelerinden yayınlayarak hiphop severlerin gönlünü çoktan kazanmıştı. Bu albümde gruba, Danny Brown, Bikram Singh, El-P gibi isimler de eşlik ediyor. Heems, Dapwell ve Kool A.D.’den oluşan grup, çıkış parçası için Michael Jackson’ı seçti ve artık yer altında kalmayacaklarının sinyalini verdi. Black or White şarkısının parodisi olan klip müzik kanallarında dönmeye başladı. Umarız popüler kültüre attıkları bu adım kalitelerinde bir piyasalaşmaya yol açmaz. Zira biz onları karikatürize şarkı sözleri ve “dans edilmeyecek şeyler hakkında yaptıkları dans müzikleriyle” sevdik. -Aslı

BUSH THE SEA OF MEMORIES Zuma Rock Records Karizması ve yakışıklılığıyla 90’larda çoğu genç kızın aklını alan Gavin Rossdale yeni Bush albümünü 13 Eylül’de yayınladı. 2001’de çıkan Golden State albümünden sonra evlilik/ çoluk-çocuk, aktörlük işlerine dalan Rossdale, zamana karşı koyan yaşı ve Bush’un istikrarlı tavrıyla yine huzurlarınızda. Bu albümden; The Sound of Winter (ilk duyduğumdan beri Game of Thrones’dan “Winter is coming” cümlesi aklıma geliyor), The Afterlife, Baby Come Home ve All My Life sevdiğimiz eserler oldu. The Sea of Memories hazmı kolay, dinlemesi hoş albüm olmuş. Tabii ki Glycrin, Mouth ya da Comedown gibi klasik olacak şarkıları aramak beyhude. Zamanında Letting the Cables Sleep’in klibi kalplerimizi dağlamıştı. Hala kulaklarımızda aynı ses: “Silence is not the way, we need to talk about it” -Kara

BJÖRK BIOPHILIA One Little Indian İrlanda’nın yaşlanmayan tanrıçası Björk, Biophilia ile kullarını selamlarken albüm, 10 Ekim’de Apple işbirliğiyle çıktı. Şarkıların bir kısmının iPad’de kaydedilmesi ilginç bir ayrıntı. Apple işbirliğiyle üretilen uygulamalar da müzik piyasasının bundan sonra sadece müzik piyasası olmayacağının sinyallerini veriyor. Albümle beraber çıkan ana uygulamaya bağlı küçük uygulamaları satın alarak her şarkıda farklı bir müzikal ve görsel deneyim yaşama şansınız oluyor. Manchester International Festival’deki ilham verici performansta gördüğümüz üzere Björk, albümde farklı çalgılar kullanmaktan da çekinmemiş. Thunderbolt’ta kullanılan Tesla Coil adlı deneysel müzik aleti, albüm için özel olarak üretilmiş. Yaşama ve canlılara karşı duyulan sevgi anlamındaki Biophilia ile Björk yine Björk’lüğünü yapıyor. -Aslı

GÜLTEKİN KAAN 1001 DİVAN We Play/Odeon Eylül 2007’de çıkan Boo!’yu hatırlayanlar, röportaj yaptığımız Divan grubunu da hatırlayacaklardır elbet. Almanya’da yaşayan Türk vatandaşı Gültekin Kaan Kaynak uzun süredir albüm çıkartmanın peşinde koşuyordu, geçtiğimiz yaz nihayet muradına erdi. Kendisine yine çeşitli milletlerden yabancı müzisyenler eşlik etse de, doğal sebeplerden ötürü grup ismen, solo çalışmaya dönmüş. 2007’de duyduğum ve duymadığım bestelerden oluşan 1001 Divan albümünde bütün eski besteler yeniden kaydedilip düzenlenmiş. Enstrümantal olarak daha zengin bir yelpaze sunulurken, elektrogitarlar bir miktar geriye çekilmiş. Ama yine de esas mevzu, rock müzik karakteri devam ediyor. Oryantal öğelerle bezeli müziğe Almanya ve çevre ülkelerde ilgi büyük, bakalım Türkiye’de nasıl yankılar bulacak. -Alper D.

MILES KANE COLOUR OF THE TRAP Columbia Hatırlarsanız 2008’de Arctic Monkeys’den Alex Turner’la birlikte nefis bir albüm (The Last Shadow Puppets-The Age of the Understatement) yapmıştı Miles Kane. My Mistakes Were Made for You ve Standing Next to Me hala zevkle dinlediğimiz şarkılar. Puppets’ın diğer yarısı Alex Turner silah arkadaşları Arcade Fire’la birlikte “Suck it and See” isimli şahane bi’ albüm yaparken, Miles Kane kendi solosunu çıkardı (ve bunun üstünden tam 5 ay geçti, olsun). Kendine has sesi ve yaylılara bol bol yer verdiği bu albümle beğenimizi kazandı. İlk video olan Rearrange, Kingcrawler ve tabii ki Come Closer albümün yıldızlı şarkıları. Ve siz bu satırları okurken, biz Miles Kane’in 7 Ekim Otto-Santral konserini yerinde tespit etmiş ve hoşça vakit geçirmiş olacağız. -Kara 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 69


Armağan Kanca armagankanca@hotmail.com

film inceleme

Sahte Belgeselciler Heavy Metalin de Peşini Bırakmıyor -Neden 10 numarayı en yüksek rakam olarak ayarlayıp, gürültüsünü biraz artırmıyorsunuz? -Bunlar 11’e kadar gidiyor.

82

dakikaya koca bir heavy metal tarihini sıkıştırmak da neyin nesi? Tabi bunu yaparken olabildiğince klişeleşmiş olayları not defterinizin bir kenarına yazmalısınız. Yönetmen Rob Reiner ve ekibi de bu “devasa” belgeseli çekerken not defterlerini olabildiğince kurcalamışlar. Ortada bir belgesel var, doğru. Ancak filmin türüne belgesel demek haksızlık olur. En iyi ihtimalle ‘mockumentary’ desek daha uygun olur. Bu kelimeyi duyar duymaz kelimenin çıkış noktasını merak etmiyor değil insan. Mockumentary kelimesinin çıkış noktası Mock (İngilizce’de “dalga geçmek”) ve Documentary (İngilizce’de “belgesel”) sözcüklerinin birleşmesinden oluşuyor. Mock-Documentary yapısı zamanla Mockumentary çatısı altında birleşiyor. Bu çatının, 1965 yılından bu yana Oxford’un İngilizce sözlüğünde yer aldığını belirtmekte de fayda var. Belgesel adı altında dalga geçen tamamen hayali bu tür filmler (örnek vermek gerekirse; 24 Hour Party People, This Is Spinal Tap, Man Bites Dog, 70 | Boo! Sayı: 1

The Blair Witch Project, veya kısaca yan sayfada sağ üstteki kutuya bakınız en iyisi) üstün pazarlama gücü ve kısıtlama bilmez yapım ekibiyle her daim seyirciyi keklemeyi başarmışlardır. Spinal Tap grubunun albüm çıkartması için baskı yapan sinemaseverler (daha doğrusu bu müthiş rüyaya kendini kaptıran fanatikler) her ne kadar albüm için tuttuğunu koparamasalar da film çıkış tarihinden 25 yıl sonra bir adet ‘One Night Only World Tour’ kapsamındaki konser için Britanya’nın yolunu tutmuşlardır.

Kültlük Müessesesi Film zaman içerisinde kült statüsüne kavuşuyor. Hatta sinema sitelerinin en iyi kült film oylamalarında çoğu kez başa güreşir halde görüyoruz. Bu başa güreşme mevzusunda aktörler genelde değişiyor olsa da, basit bir şekilde ifade edersek, nasıl ki Bill & Ted’s Excellent Adventure filmi yıl içinde daha çok Amerika’da çılgınlar gibi tekrar ve tekrar izleniyorsa, This Is Spinal Tap filmi de bilhassa Britanya’da fanatiklik seviyesinde almış başını gidiyor. En iyi kült film listelerindeki yerlerini sağlama almalarındaki en önemli etkenlerden birisi de filmde bahsi geçen grubun üyelerinin müzik enstrümanlarına yabancı olmamaları yatı-

yor. Kim ne derse desin güzel bir albüm çıkartan grubun film soundtrack’i hala daha fanatiklerce özenle saklanıyor. Filmin, kült statüsünü kazanması dışında sadece kült dünyasına değil aynı zamanda (özellikle) 90’lı yıllarda patlayan rock’n’roll filmlerine de kaynaklık ettiğini görüyoruz. Yönetmen: Rob Reiner Oyuncular: Michael McKean, Christopher Guest, Harry Shearer, Fran Drescher, Rob Reiner Yazan: Michael McKean, Christopher Guest, Harry Shearer, Rob Reiner Müzik: Spinal Tap Süre: 82 dk. Yıl: 1984


Mini Mockumentary Köşesi

-Man Bites Dog: Saf terör diye adlandırabileceğimiz kavram üzerine sahte belgesel çeken Belçikalı bu ekip insan doğasının medeniyet dışı davranışlarını öyle güzel masaya yatırdılar ki, adeta kanımızı dondurdular. Film akarken, başrol oyuncusunun mizacının da etkisiyle hissettiklerimiz bir an olsun durağanlık taşımadı. Oyuncunun

Cameron Crowe gibi yönetmenler önlerinde böylesine büyük bir hazine görmeselerdi dönemin popülerleşmiş türlerinin (örnek vermek gerekirse, grunge!) dokusunu barındıran bir filme bu kadar rahat dalabilirler miydi bu da ayrı bir merak konusu. En azından ilham aldıklarından bahsedebiliriz.

Olası, Cameron Crowe ve This Is Spinal Tap bağlantısı; i) Crowe’un yönettiği 1992 yapımı Singles filmi grunge müziğin zirve yaptığı yıllarda çekilmiştir. Bu bakımdan heavy metalin zirve yaptığı 1984 yılında çekilen This Is Spinal Tap’e bu özelliğiyle benzer. ii) Crowe’un yönettiği 2000

Bazı Göndermeler -70’li yılların metal tanrısı Black Sabbath’ın Stonehenge kavramı. -Led Zeppelin gitaristi Jimmy Page’in keman yayıyla gitar çalması. -İçkiyi fazla kaçırıp boğulan Jimi Hendrix, John Bonham (Led Zeppelin), Tommy Dorsey (Big Band) ve Ronald Belford Scott (AC/DC) gibi isimlere göndermede bulunularak hikayeler anlatmalar. -Yoko Ono’nun The Beatles’da her daim etkin bir rol oynaması.

-Albüm çıktığında ülkesinden uzaklara giden uzakdoğuda / Budokan’da kendisine yer arayan Arena Rock gruplar (ilk aklıma Cheap Trick geldi). -Scorpions’un her daim sansür yemiş albüm kapakları. -Sansür defterini kapatıp The Beatles’in beyaz kapaklı albümüne göndermeler. -Sürekli bateristi değişen gruplar. -Grup içi ego kapışmaları, groupieler, menajerle kavgalar da cabası.

yapımı Almost Famous filmi bir rock grubu hakkında röportaj/belgesel yayınlamak isteyen ergenlik çağındaki bir çocuğun maceralarını anlatır. Her ne kadar çocuğun belgeselini doğru olarak kabul etsek de (Crowe’un gençlik anılarından yola çıkılarak kaleme alındığı kulislerde dolaşır) filmin içerisinde abartılmış sahnelerin olabileceğini de aklımızdan çıkarmamalıyız. Dolayısıyla bu iki filmi sahte veya değil rock belgesellerine adanmış hayatlar başlığı altında inceleyebiliriz. Ünlü Olmayışından Yararlanan Yönetmen Gelelim yönetmen Rob Reiner’a. TV filmleri hariç ilk uzun metraj filmi olan This Is Spinal Tap’de, daha ne olup bittiğini anlamadan ilk dakikada kendisini grubun röportajını yapan Marty DiBergi olarak tanıtır. Reiner’ın daha önce pek tanınmamasından mütevellit, 1984 yılında sinemada filmi izleyen sinemaseverler bu ucuz numarayı yemiş olabilirler. Rob Reiner sinemasından haberdar olan kesim için ise bu, yüzümüzde tebessü-

dengesiz davranışları içerisinde biz de tutarlı bir duygu bütünlüğü içerisine bir türlü giremedik. -24 Hour Party People: Tam olarak mockumentary sayılmaz çünkü filmin kahramanı prodüktör Tony Wilson yaşananların doğru olduğunu iddia ediyor (yüzde kaçı doğru bilmiyoruz artık). Tony Wilson’ın bu savına karşı çıkan bir kısım kişilerin desteğiyle birlikte bu filmi yarımmockumentary saymak daha doğru olur. Wilson’ın filmde ’77 yılı punk ruhunu yakalamak için bazı şeyleri kurgulamış olabileceği ihtimalini baz alarak, yarım tik koyup yolumuza devam ediyoruz (Bu filmin yazısı 2008’deki 27 numaralı Boo!’da mevcut idi).

me neden olan zeka dolu bir espri olarak kalıyor. Yıllardır belirli bir çizgisi olan ve zaman zaman farklı şeyler deneyen Reiner’ın 1984-1992 yılları arasındaki çalışmalarına bir göz atmanızda fayda var. En nihayetinde toparlarsak, This Is Spinal Tap filmi göndermeleriyle olsun, perde arkası hikayeleriyle olsun anlat anlat bitmeyecek filmlerden, her saniyesinde bir ayrıntı her saniyesinde bir heavy metal kültürü var. Her kesimin ilgisini çekmeyecek olan bu yapım biz rock’n’roll çocukları olarak her daim izlememiz gereken bir miras, bir referanslar ansiklopedisi. Not: Bu filmi izleyen dönemin yıldızlarından Eddie Van Halen, George Lynch ve Glenn Danzig gibi isimlerin bu filmdeki absürt olayların bazılarını yaşadıklarını biliyor muydunuz? Evet en absürtleri de buna dahil! Son olarak Nigel Tufnel’in (Christopher Guest’in) bir sözünü yazmak istiyorum: “These go to eleven” 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 71

Bitti.

-The Blair Witch Project: Hayali bir korku figürü üzerinden sahte belgesel çekmenin zeka parıltısı barındırdığını kabul etmek gerek. ‘Cadı ekibi’, bilhassa internet destekli reklamlarla -internetin yaygınlaşmasını da fırsat bilerek- bir neslin korkudan Slovenya topraklarına girememesine neden oldular!


Atıl Yücel atilyucel@hotmail.com

oyun inceleme

Teknolojide İnsanlık Rönesansı Ağustos’ta çıkmış olan Deus Ex serisinin 3. oyunu Deus Ex: Human Revolution; çeşitli bilim dallarında her geçen gün atılan adımların bizi gelecekte teknoloji şirketleri tarafından yönetilen karanlık bir dünyaya götürüyor.

T

eknolojinin sürekli bizimle olduğu, birçoğumuzun teknolojik aletler olmadan şaşkın tavuğa döndüğü günümüz dünyasında her gün yeni bir icat veya keşif yapılıyor. Düşünün ki, tıp ve elektronik alanlarında öyle adımlar atılmış olsun ki insanlar için sakat

kalmak önemsiz bir şey olsun, bacağı kopan bir insana gerçeğinin tüm işlevlerini yapabilen robotik bacaklar takılabilsin. Bir savaş gazisi yaşamı boyunca kolsuz bacaksız kalmasın, ya da görme becerisini yitirmiş insanlara tekrar görme şansı robotik protezler* sayesinde kazandırılabilsin. İnsan-

* Bahsettiğim robotik protezler üzerine, oyunda geçen hayali bir firma olan Sarif Industry adına oyunun tanıtımı için oluşturulmuş sarifindustries.com adlı bir site bulunmakta.

72 | Boo! Sayı: 1

ların yaşam süreleri vücutlarına takılabilen biyoçipler ve robotik protezler sayesinde uzatılabilsin; böylece şairler, sanatçılar, bilim adamları insanlığa uzun yıllar ışık tutmaya ve keşiflerini paylaşmaya devam edebilsin. Vücudumuzda bulunan biyoçipler sayesinde kalp veya tansiyon ile ilgili tüm hastalıklarımız hastaneler tarafından 7/24 gözlenebilsin ve bir sorun olduğunda tehlike teşkil etmeden önce

gerekli sağlık tedbirleri çok geç olmadan alınabilsin. Hayatımızı kötü etkileyen yaşamış olduğumuz travmalar ise küçük bir operasyon ile tüm hafızamızdan silinebilsin. Tüm bu fütüristik teknolojiler aslında hayal değil, günümüzde yukarıda bahsi geçen her şeyin araştırması yapılıyor. Asıl soru ise, tüm bunların faydaları gerçekten insanlığın iyiliği için bu kadar fazla mı yoksa tanrı rolüne soyunmayı seven


insanoğlunun elinde gücü elde etmek için birer silaha mı dönüşür? Peki ya hayatımıza giren tüm bu icatların uzun vadedeki yan etkileri? Deus Ex: Human Revoulution oyunu işte tüm bu soruları soruyor ve cevabını bulma işini ise biz oyunculara bırakıyor. Oyunun yapımcıları oyunu yaparken Yunan mitolojisinden, Rönesans akımlarından ve günümüzde araştırmaları süren ancak hayatımıza nasıl bir katkı ya da zarar sağlayacakları belli olmayan bilim çalışmalarının aslında nasıl iki ucu keskin birer kılıca dönüşebileceklerini birçok noktada tekrar ediyorlar. Oyunda kullanılan kahverengi renk tonları ve meraklı oyuncular için etrafa saçılmış dokümanların çoğu Rönesans çalışmalarına ve sanatçılarına göndermeler taşıyor. Ayrıca oyunda geçen dönem, insanlığın İkinci Rönesans’ı olarak anıldığından bu yeni teknolojileri savunanların evleri ve giyim tarzları Orta Çağ’ın son dönemlerini andırır iken, muhafazakar kesimin giyimleri günümüz dünyasında giydiğimiz giyim kuşamı çağrıştırıyor. Bunların dışında tüm bu İkinci Rönesans döneminin başlamasını sağlamış Nobel Bilim Ödülü sahibi Hugh Darrow, Yunan mitolojisinde efsanevi Minotar’ın labirentini ve İkarus’un kanatlarını icat etmiş Daedalus olarak göndermeler taşımakta. Zaten oyunu oynayanların da görebileceği gibi Hugh Darrow insanlık yararına yaptığını düşündüğü icatlarının nasıl kötü sonuçlar doğurabileceğine bizzat tanık oluyor. Oyunumuzun İkarus’u ise bir çatışmada çok kötü yaralanan ve geçirdiği ameliyatların ardından vücudunun %70’ten fazlası robotik parçalardan oluşan eski SWAT subayı Adam Jensen. Adam Jensen, Deus Ex: Human Revolution’daki ana karakterimiz ve kendisine birçok defa tekrarladığı tek şey ise “Bunların hiçbirini ben istemedim”. Bu da zaten mitolojide birçok icatlar-

Serinin Geçmişi Çok değil, bundan 16 yıl sonrasını konu alan siber-punk bilimkurgu tarzındaki Deus Ex: Human Revolution, Deus Ex serisinin en son oyunu ancak zaman dilimi olarak serinin diğer oyunlarının öncesine götürüyor bizi. Nano teknoloji ve robotik protezler yeni kullanılmaya başlanmış ve daha kimse bu teknolojinin insanlık için faydalı mı yoksa uzun vadede zararlı mı olacağı konusunda bir fikir sahibi değil. Birçok insan getireceği faydaları düşünerek bu teknolojiyi kullanmaya başlamış ancak zamanla anlaşılmış ki tüm insanların DNA’sı bu teknolojiyi kabul etmiyor ve bu da insanlarda inanılmayacak acılara neden oluyor. Bu acıdan kurtulmanın tek çaresi ise yüksek fiyatlarda satılan “Neuropozyne” adlı bir ilaç. Bu ilacın üretici firması Versalife ilginç bir şekilde diğer oyunlarda geçen Gri Ölüm adlı nanovirüsün tek panzehiri olan Ambrosia’nın da üretici firması aynı zamanda. İlacın bağımlılık yapması, yüksek fiyatlarda satılması ve yeterli sayıda üretilmemiş olması alt tabakadaki insanları yavaş yavaş isyana doğru itmektedir. Yeni geliştirilen teknolojinin kullanımı ile ilgili olarak ise insanlığın büyük bir kısmı ise ikiye ayrılmış durumda. Tüm bunların ortasında oyunun esas oğlanı Adam Jensen koruma şefliğini yaptığı sektörün önde gelen firmalarından Sarif Endüstri’ye ait da bulunmuş ve birçoğu kendi arzusu dışında insanlara ve topluma, oğlu İkarus da dahil olmak üzere, zararı dokunmuş Daedalus’a ve Daedalus’un icatları sayesinde kazandığı kanatları ile gökyüzüne yükselen ve en sonunda güneşe yaklaşarak kanatları eriyen İkarus’a mükemmel birer gönderme. Zaten Adam Jensen’ın geçirdiği ameliyattan sonra kendini Rönesans döneminde-

bir laboratuarın saldırıya uğramasıyla ağır şekilde yaralanıyor ve radikal birkaç ameliyat sonrası sahip olduğu yeni yetenekleri ile saldırganların peşine düşüyor. Seriyi bilmeyenler için hemen söyleyeyim, ilk oyun 2000 senesinde çıkmış ve oyunda 2052’de patlak veren büyük bir nanovirüs salgınını ve salgın için üretilen az sayıdaki tedavi ilaçlarının kimler veya hangi örgütler tarafından çalındığını araştıran baştan aşağıya modifiye edilmiş bir devlet görevlisini oynuyorduk. Deus Ex: Invisible War (2003) ise ilk oyundan 20 yıl sonra, ilk oyundaki karakterimizin genlerinden kopyalanmış Alex D adındaki bir karakterin çevresinde geçiyordu. Serinin üzerine yoğunlaştığı karanlık atmosferi yaratmak için oyunun geçtiği mekanlardaki zaman dilimi çoğunlukla gecedir. Deus Ex serisinde ayrıca 1993’te Electronic Arts tarafından geliştirilmiş yine fütüristik temalı, dünyanın büyük holdingler tarafından yönetildiği bir geleceği betimleyen Syndicate adlı oyuna benzerlikler dikkat çekiyor. Serilerde evrim, insan-teknoloji ilişkisi, komplo teorileri ve günümüzde “hayatımızı daha iyiye ilerleteceği” kanısıyla geliştirilen bazı teknolojilerin ilerde ne gibi sorunlar çıkartabileceği konularına değiniliyor. ki bir ameliyat masasında görmesiyle başlayan, ruhunun bedeninden ayrılarak gökyüzüne doğru kanat çırpmaya başlaması, güneşe yaklaştıkça kanatlarının yanması ve yeryüzündeki bedeninin içine geri düşmesiyle biten rüyası; İkarus motifini yerine oturtmak amacıyla çok güzel düşünülmüş bir detay. Oyunun ana konusunu oluş-

turan nanoteknoloji, biyoçipler ve robotik protez modifikasyonlar ile ilgili birçok kez sizinle ateşli tartışmalara girecek NPC bulacaksınız. Bunların bazıları yeni teknolojileri ve getirdikleri yararları görüp, zararları görmezden gelirken, bazıları da bu teknolojiler üzerine felaket tellallığı yapıyor olacaklar. Yapılması gerekene karar vermek ise daha önceden bahsettiğim gi15 Ekim-15 Kasım 2011 | 73


Sarif Industries’in tanıtım videosundan, biyonik eller ve kollar.

bi oyunculara bırakılmış durumda. Belki de birçok noktada etik olan ile mantıklı olan arasında ikileme düşeceksiniz, ama zaten yapımcıların istediği gerçek hayatta olduğu gibi kalbimiz ile beynimiz arasında bir karar vermemizi sağlamak. Örnek vermek gerekirse, oyunun belli bir yerinde sizden eskiden asker olan ancak şu anda şehirdeki askeri ve yerel polis yetkililerini öldüren bir zanlıdan kurtulmanız isteniyor. Burada eğer karşınızdakini dinleme zahmetine girerseniz, bu eski askerin aslında bir vatansever olduğunu, ülkesi için sayısız gizli göreve gittiğini ancak getirilen yeni teknolojiyle beraber ordunun geliştirdiği gizli bir proje ile kendi isteği dışında tüm vücudunun askeri seviyede modifikasyona uğradığını öğreniyoruz. Böylece ordu generalleri ve onlara finansal destek sağlayan şirketlerin yöneticileri emirlere itaatsizlik gibi bir ihtimali olmayan, otokontrolü veya bilinçli düşünebilme yetisinin büyük çoğunluğu elinden alınmış süper askerlere sahip olmuş oluyorlar. Karşımızda duran asker ise silah arkadaşları ve kendisi için ülkelerini ve yurttaşlarını paraya karşılık satmış kirli politikacılardan

74 | Boo! Sayı: 1

ve askerlerden intikamını alıyor. Bize de onu durdurmak ya da “göze göz” devam etmesine izin vermek arasında bir seçim düşüyor. Oderint Dum Metuant (Nefret etsinler, yeter ki itaat etsinler) Oyunun isminde yapılan küçük bir gönderme ise “Revolution” (Devrim) ile “Evolution” (Evrim) arasında. Birçok noktada insanlık ve bilim dünyası için devrim yaratacak buluşların nasıl insanlığı evrim basamağında bir adım ileri götüreceğinden bahsediliyor. Peki, insanlığı bir adım öteye götürecek bu devrimler ya insanı o basamakta mahkum kalmaya mecbur bırakıyor ise? Ya adımları yavaş yavaş atmak, basamakları ikişer ikişer çıkmaktan daha faydalı ise? Oyunun felsefi ve biraz da dinsel bir duruşu var. Teknolojinin gelişimi ve insanoğlunun güç tutkusu ile tanrı rolüne soyunduğuna değiniliyor. Burada göze çarpan diğer nokta ise teknolojinin gelişimi ile beraber serilerde sürekli olarak işlenen, dünyayı perde arkasından yönetmeye çalışan şirketler ve aralarındaki entrika örgüsü ile Illuminati’nin yükselişi oluyor. Günümüzde bile şirketlerin

Oynanışta Çeşitlemeler Deus Ex: Human Revolution tamamen yaptığınız seçimler üzerine kurulu bir oyun. Gizli bir üsse sızmaya çalışırken gizli davranmak, elinize bir minigun alıp önünüze geleni kurşundan geçirmek ya da bilgisayarları ve güvenlik robotlarını hackleyerek onları kendi safınıza çekerek içerde bulunan herkesi bir kurşun bile sıkmadan öldürmek gibi seçenekleriniz bulunmasının yanı sıra, bazen karşınızdaki kişiyi öldürmek veya öldürmeden etkisiz bırakmak gibi yaptığınız küçük tercihler oyunu ileride sizin için daha zor veya kolay kılabilmesinin yanı sıra oyunun değindiği etik yaklaşımı da bir kere

daha gözler önüne koyuyor, bu da oyunun tekrarlanabilirliğini arttırıyor. Ayrıca oyun Action-RPG türünde olduğundan tecrübe aldıkça kazandığınız bu tecrübe puanlarını oynamak istediğiniz tarza göre harcayabiliyorsunuz. Size verilmiş herhangi bir zorlama veya kısıtlama yok. Misal, aynı bitiş noktasına isterseniz saklanarak, isterseniz çatılardan atlayarak, isterseniz diplomasi yolunu deneyerek veya isterseniz daha önceden de söylediğim gibi önünüze geleni öldürerek varma tercihi size bırakılmış. Oyunda yaptığınız tercihlere göre 4 farklı son bulunmakta.

dünya ekonomisini ve ülkelerin dış politikalarını çok kolay etkileyebildiğini düşünürsek, sürekli büyük adımlar ve buluşlar yapan ilaç ve sağlık firmalarının birkaç yıl içerisinde edinebileceği güç gerçekten biz fani insanların hayalinin ötesinde. Ayrıca komplo teorisyenlerinin çok sevdiği bir konu olan Illuminati’ye oyun yapımcıları kayıtsız kalamamışlar ve gelecekte olabilecek

birçok olay hakkında şimdiden komplo teorileri üretmişler. Oyunda Illuminati biz insanları bizden koruma görevini üstlenmiş bir pozisyonda görülüyor. Bilginin, özgür düşüncenin ve sınırsız demokrasinin kaosu ve insanlığın sonunu getireceğini savunan Illuminati’nin liderliği pozisyonunda oyunda Bob Page olarak karşımıza çıkan, gerçek hayatta ise Rocke-


feller ailesine gönderme olan bir kişi karşımıza çıkıyor. Bob Page’in şirketler grubuna bağlı olan Versalife adlı ilaç şirketi ise panzehiri ve tedavisi bulunmuş hastalıkların dünya nüfusuna yayılmasını sağlarken, diğer yandan hasta ve ölen sayısının belli bir miktarı aşmasının ardından bu ilaçları yüksek fiyattan satmak ile uğraşıyor.

“Sosyal medyada bize söylenen her şeye inandığımız günümüzde, düşünün ki dünyada yayınlanan tüm haberler bize ulaşmadan önce bir filtreden geçiyor ve bizim duymamız istenilen kısımlar anlamamız istenildiği gibi bize sunuluyor.”

Page’in yönettiği diğer şirketler arasında oyunda karşımıza özel güvenlik ordusu olarak göze çarpan Belltower Grubu var. Bu grup; holdingler, özel vakıflar ve hatta ülkeler için yüksek spektrumlu güvenlik ve koruma sağlamanın dışında yeterli meblağ ödenmesi

durumunda özel şahıslar için gizli operasyonlar gerçekleştiriyor. Belltower Grubu’nun temel alındığı gerçek firma ise eski adı ile Blackwater Worldwide, yeni adı ile ise Xe Services. Bu grup 1997’de Amerikalı bir girişimci tarafından kurulmuş bir paralı asker ordusunu teşkil ediyor. Dünyanın birçok yerinde ülkeler için özel keşif veya koruma operasyonları gerçekleştiren firmanın en büyük operasyonları arasında Irak Savaşı ve Afganistan yer almakta. Irak’ta birçok defa sivillere karşı aşırı ve gereksiz şiddet uyguladığı iddia edilen firmanın ayrıca PKK’ya silah sattığı da iddialar arasındaydı. Irak’ın işgalinden itibaren haklarında abartılmayacak dere-

ten uluslararası şirketler? En büyük örneği Amerika değil mi zaten? Toparlamak gerekirse, Deus Ex Human Revolution son dönemde çıkan oyunlar arasında ayağı en yere basan ve etik olarak olduğu kadar felsefi olarak da birçok konuya dokunan bir oyun. Oyunun eğlendiriciliğinin yanı sıra yapımcıların biraz daha sosyal içerikli konular üzerine yoğunlaşması Deus Ex serisinin neden vazgeçilemez olduğunu bize tekrar hatırlatıyor. Son olarak, bu oyun sizi güldürmüyor belki ama oynarken gerçekten uzun uzun düşünmenizi sağlıyor.

15 Ekim-15 Kasım 2011 | 75

Bitti.

Blackwater Worldwide kurucusu Erik Prince. 2009’ta şirket CEO’luğundan istifa etti ve inzivaya çekileceğini açıkladı.

cede çok suç duyurusunda bulunulan firma günümüzün aynı zamanda en büyük paralı asker ordusunu ve finansal gücünü oluşturuyor. 2004’te Irak’ta patlak veren bir dizi skandalın ardından firma 2009’da isim değiştirerek Xe Services adını aldı. Zaten söylemem gerekir ki oyunda değinilen konuların hiçbirine “kesinlikle böyle bir şey olamaz” demek mümkün değil. Sosyal medyada bize söylenen her şeye inandığımız günümüzde düşünün ki dünyada yayınlanan tüm haberler bize ulaşmadan önce bir filtreden geçiyor ve bizim duymamız istenilen kısımlar anlamamız istenildiği gibi bize sunuluyor. İmkansız mı? Hiç de değil. Peki, ülkeleri yöne-


Burak Sayın buraksayin86@yahoo.com

film inceleme

Cehenneme Başkaldırı Yeni bir Maymunlar Cehennemi çekildiği haberi duyulduğunda birçok sinemaseveri korkuyla karışık bir heyecan sardı. Bir şaheserin Hollywood işgüzarlıklarından birine kurban gideceğinin korkusu, bir yandan da böyle sağlam bir ilk filmin verimli kullanılabilme olasılığının yarattığı heyecan… Rise of the Planet of the Apes neyse ki korkularımızı boşa çıkarıp yaza damga vuran son derece sağlam ve başarılı bir film olmuş. 1968 Senesi... yıl benim için özellikle efsane sinema klasiği Planet of the Apes’in yapım yılı olmasından ötürü de özel bir anlam taşır çünkü çağının çok ötesinde bir film olmasının yanı sıra başarısından sonra çekilen bir sürü devam filmi, asla orijinal eserin başarısına yaklaşamamıştır. Hal böyle olunca ne zaman 1968 yılının bahsi geçse aklıma bu filmler silsilesinin içerisinde bir yıldız gibi parlayan, hayatımın üç filminden biri diyebileceğim ilk Maymunlar Cehennemi gelir.

O

Bu nedenle geçtiğimiz yaz gösterime girmiş olan serinin en yeni halkası Rise of the Planet of the Apes’in incelemesinin başında da orijinal yapıma bir parantez açmak gerektiği kanaatindeyim. Zira orijinal filme yapılan atıflar hiç de azımsanacak gibi olmamakla birlikte filmi kanımca sa76 | Boo! Sayı: 1

dece iyi bir film olmaktan bir adım öteye taşıyan etkenleri oluşturuyor. Özellikle de son yıllarda kendisini adeta klasik sinema eserlerini öğütmeye adamış (son olarak da Total Recall’a el atmış olan) Hollywood denen canavarın zıvanadan çıktığı bir dönemde çıkıp gelen Rise of the Planet of the Apes, umulmadık biçimde beklentilerin epey üstüne çıkan bir film oldu. Zaten böyle olmamış olsaydı ilk film yazımı, tam bir tekrar çevrim olmasa da yine de “orijinalinin gölgesine sığınmış” nitelemesini kullanabileceğimiz bir yapım üzerine yazmazdım. Ama vurguladığım gibi hem modern Hollywood cıvıklığını bertaraf ettiği için, hem de hakikaten gereken noktalarına gereken önem verildiğinde atasının ismi altında ezilmeyen, kayda değer bir yapıt olduğu için bunu hak ediyor. Tabii ki eski filmi izlememiş olanların da ilgilerini cezbedip, onlara bu

eksikliği giderme yolu açması olasılığını da göz ardı etmemek lazım. Ama dediğim gibi önce 68’e geri dönelim ve Planet of the Apes’ten yola çıkalım. Herkes bilir ki bizim Türkler genelde film adlarını çevirirken sayısız faciaya imza atmışlardır. Ancak Maymunlar Cehennemi her zaman pek uygun olduğunu düşündüğüm bir çeviridir. Bir kere bu ad filmde harika biçimde yaratılmış kabus gibi (kimin için kabus ama?) atmosferle özdeşleşmiştir. Neredeyse filmin özüyle adı bütünleşmiştir. Ad artık bir imleme aracı olmaktan çıkmış, esere dolaysız bir biçimde bağlanmıştır. Zira Planet of the

Apes gerçekten de bir cehennem tragedyasıdır: insanoğlunun kendi elleriyle yarattığı bir cehennemin inkar edilemez gerçekliği. Nitekim trajik olan da, bize sunulan bu kaderin, modern dünyanın gelişimi (!) veya ilerlemesi dikkate alındığında öyle ya da böyle kaçınılmaz olduğudur. Klasik evrim anlayışı denildiğinde genelde akla ilk gelen, maymunun, yani alt, henüz gelişimini tamamlayamamış olan türün insanın atası veya evirilmemiş hali olduğudur. O insanın yarattığı cesur yenidünya da tüm parlaklığıyla ve bıraktığı izlerle bugün de karşımızda durmaktadır. Nedir bu izler; Auschwitz, Birke-


nau, Sabra ve Şatilla, Hiroşima, Grace Budd, Ted Bundy ve daha sayısız örnek. Kuşkusuz insanlığın bunlar gibi başarıları (!) çoğaltılabilir. İşin ironik yönü ise bunlarda imzası olan şu meşhur “insanın”, Marquis de Sade’ı, Passolini’yi mahkum edenle aynı olmasıdır. Konuyu fazla dağıtmayayım; işte bu “insanın” yolladığı üç astronot öyle bir gezegene düşer ki, kendisi maymundan hallice cümle kurmaktan aciz bir canlı türünü temsil ederken, maymunlar ise insan gibi giyinen, konuşan, binalar, bakanlıklar kuran ve yine insan gibi kendinden zayıfı ve güçten yoksun olanı avlayıp hapseden konumundadır. Kısacası roller değişmiştir Maymunlar Cehennemi’nde. Şimdi yukarıdaki parantez içinde sorduğum soruya gelirsem, bu dünyanın kimin için kabus olduğu kritik noktadır. Kuşkusuz maymunlar için olmadığı, ama biz insanlar için kabusun da ötesinde bir karabasan olduğu su götürmez bir gerçektir. Düşünen, konuşan, silah tutan, insanları hayvanlar gibi kafeslere hapsedip üzerinde deneyler yapan maymunların olduğu bir gezegen! Biz insanlar için bir gezegen değil cehennemdir burası! Albay George Taylor içine düştüğü bu (kendi deyimiyle) tımarhanede, maymunlar toplumundan edindiği dostları Cornelius ve nişanlısı Doktor Zira (ki maymunun insandan gelmiş olabileceği (!) tezini desteklemek suretiyle Taylor’a ve zekasına büyük önem veren bir karakterdir; hatta o kadar

ki gözlerinin renginden ve daha çok da onlardaki zeka pırıltısından ötürü Taylor’a Bright Eyes takma adını uygun görür) ile yolunu bulmaya uğraşır. Hem başkahraman hem de izleyici açısından epey ilginç ve ürperticidir bu yol. Maymunların kurduğu bu düzenin, bilim adamlarının, mahkemelerinin, değerlerinin ve tabii ki bilinmeyen karşısında takındıkları tutucu tavrın bizim yaşamımıza ne kadar da çok benzediğini görmek rahatsız edicidir doğrusu. Doğal olarak Taylor’ın bir çıkış yolu bulmasını arzularız, fakat adı üstünde burası cehennemdir ve cehennemden çıkış imkansızdır. Hele ki dert anlatmaya çalıştıklarınız karşınızda üç maymunu (!) oynuyorlarsa… Ancak Taylor’ın en sonunda bir çıkış bulduğunu düşünürken, aslında onunla beraber korkunç bir paradoks içinde buluruz kendimizi: Belden yarısı kopmuş ve bir deniz kıyısına oturmuş Özgürlük Anıtı’nın üst gövdesinin önünde dizleri üzerine çaresizce çökmüş olan Taylor. Evet meşhur cehennemimiz dünyamızın ta kendisidir; el birliğiyle canına okuyup bu hale getirdiğimiz dünya. Taylor’ın son isyanı da durumun bütün çaresizliğini ve akıldışılığını ortaya koyar zaten. Şimdi bu yazdıklarım filmi izlememiş olanlar sonuyla ilgili bilgi vermemden ötürü belki kızacak ama son sahnesini zaten afiş olarak kullanan bir filmden söz ediyoruz. Zira Maymunlar Cehennemi’nin vurucu yönü, sonunun nasıl bittiği, ya da izleyiciyi ters yöne

yatıran kurgusu değil, izleyicinin adı gibi bildiği bir gerçeği o son sahneye kadar içten içe zihninde bastırmaya çalışmasına neden olacak kadar yoğun ve korkutucu bir atmosfer yaratmasıdır. Bütün film boyunca yapılan göndermeler ve çarpıcı diyaloglar da bu atmosferle harmanlanınca ortaya böyle bir şaheser çıkmıştır. Evrim Devrime Dönüşürse İlk filmle ilgili buraya kadar yazdığım bilgiler, kanaatimce yeni film için hayati önemde

olanların başlıca olanlarındandı. Rise of the Planet of the Apes’in aynı zamanda sloganı bu ikinci bölümün başlığı aslında: Evolution Becomes Revolution. Yani evrim devrime dönüşüyor. Dönüşüyor da nasıl dönüşüyor ve dönüşünce ne oluyor? İşte film bu noktayı cıvıklığa kaçmadan gayet tutarlı ve tatmin edici anlattığı için özel bir yeri hak ediyor. Yaklaşık beş senedir beyin hücrelerini yenileyen bir ilaç üzerinde çalışan Will Rodman (James Franco) en sonunda, çalıştığı firmanın şempanzeler üzerinde yaptığı deneylerde olumlu neticeler elde eder. Bu arada Rodman’ın babasının (John Litgow) da Alzheimer hastası olduğunu belirtmekte fayda var. ALZ-112 adındaki bu ilaç aslında Alzheimer gibi hastalıkların da kürü olabilme potansiyeli taşıdığı için çığır açıcı bir buluş olarak görülüyor. Tabii ki şempanzeler üzerinde test edilen bu ilacın, zulme karşı yapılacak olan bir devrime imkan sağlaya15 Ekim-15 Kasım 2011 | 77


cağı kimse tarafından tahmin edilemiyor. Başlarda bu filmde eskiye birçok gönderme olduğunu belirtmiştim. İşte bu göndermeler daha filmin başında başlıyor. Rodman’ın, ilacın başarısını kanıtlamak üzere bilimsel bir kurula sunacağı şempanzeye “Bright Eyes” adının takıldığını duyuyoruz. Tabii ki bunun sebeplerinden biri de ilacın etkilerinden biri olan gözbebeği etrafında oluşan yeşil hareler. Ancak yine yukarıda Taylor’la ilgili açtığım paranteze bakarsak bunun gayet yerinde ve hoş bir gönderme olduğunu görüyoruz. Zaten filmin gücünün büyük bir bölümünü bu oluşturuyor: Göndermelerin son derece doğru ve “yerinde” kullanılmış olması. Örneğin en başta da ormandaki maymunların yakalanması neredeyse 68 yapımı filmdeki insanların maymunlar tarafından tuzağa düşürülmesi sahnesiyle aynı. Yine insanların elindeki en zeki şempanzeye söz konusu ad takılmış durumda; tıpkı Taylor’ın da oradaki şartlarda en zeki insan olması gibi. Bright Eyes’ın, büyük sunum günü etrafı yakıp yıkması be-

78 | Boo! Sayı: 1

denine yediği ve hayatının uçup gitmesine neden olan mermilerle sonuçlanıyor. Ancak sonradan aslında yapmak istediğinin yavrusu Caesar’ı (ki Andy Serkis müthiş oynamış) korumaya çalışmak olduğunu görüyoruz. Bu durumu öğrenen Will yavruyu alıp eve götürüyor ve Caesar’ın büyük bir devrimciye dönüşme yolunun temelleri de böylelikle atılmış bulunuyor. Caesar adı yine eski film serisinde (ama ilk filmde değil, ondan sonra çekilen ve pek başarısız olan devam filmlerinde) maymunların lideri olarak boy gösteren şempanzeye de bir atıf. Will ve babasının yanında gayet sıcak bir ortamda büyüyen Caesar, bir yandan da inanılmaz bir zeka gelişimi gösteriyor. Çünkü ilacın etkileri annesinden genetik olarak kendisine geçmiş durumda. Ancak tabii zeka denen şey düşünmekle anlam kazanır. İşte Caesar da bunu yapıyor, düşünüyor ve sorgulamaya başlıyor. Etrafında akıp giden yaşamı, kendisinin her ne kadar insanlar gibi giyinse de sürekli bir tasmayla kontrol altında olduğunu fark ettikçe “Ben evcil bir hayvan mıyım?” sorusunu so-

Evrimi “Yaşayan” Aktör Filmi bu kadar övmüşken Andy Serkis’e değinmemek olmazdı. Sinemaseverler onu Yüzüklerin Efendisi’ndeki Gollum rolünden tanıyorlar zaten. Söz konusu rolle Serkis tam bir patlama yapmıştı diyebiliriz. Sonrasında King Kong’da son derece başarılı bir performans ortaya koymuştu. Rise of the Planet of the Apes’de ise başkahraman Caesar’ın canlandırıyor İngiliz oyuncu; ama ne canlandırmak! Kimilerinde, motion capture tekniğinden ötürü, işin çoğunun özel efektlerde yattığı fikri oluşabilir. Ama bahsi geçen Andy Serkis olunca işin rengi değişiyor. Gollum’un kamera arkası sahnelerini izleyenler orada çok iyi bir performans olduğunu biliyordur. Bana göre ise Maymunlar Cehennemi’nde Serkis daha üst düzey bir performans sergilemiş. Caesar’ın

canlandırılmasıyla ilgili görüntüler internette mevcut; mutlaka izlemenizi öneriyorum. Bu görüntülerde, yazıda bahsettiğim hapishane kısımlarına ait sahneler de mevcut ve bunlarda Serkis’in gözlerini, mimiklerini, beden hareketlerini nasıl inanılmaz bir doğallıkta kullandığını görüyoruz. Bence bu rolün ekstra zorluğu bir şempanzeyi, doğal davranışlarını dikkate alarak canlandırırken, bunu normalden çok daha zeki olmasını ve insani özelliklerini göz ardı etmeden, dengeyi kurarak yapmakta yatıyor. Ek not olarak Andy Serkis Tenten’in üç boyutlu olarak da çekilen animasyon filminde Kaptan Haddock’u ve tabii ki Hobbit’de tekrar Gollum’u canlandıracak. Ayrıca oyuncunun şu filmine de bir göz atmak ilginç olabilir: Einstein and Eddington.

ruyor. Bir dizi olaydan sonra ise Will onu, mecburen türlü maymunların gözetim altında tutulduğu bir çeşit “maymun hapishanesine” teslim etmek

zorunda kalıyor. Olayların gidişatına Caesar’ın gözlerinden baktığımızda bu tabir hafif bile kalıyor.


Zulme “Hayır”! Asıl olaylar da bu kırılma noktasından sonra başlıyor. Birbirleriyle sürekli doğal halleri içinde çekişmekte olan maymunlar, artık zekaları-

nın da gelişimiyle Caesar’ın önderliğini kabul edip içinde bulundukları azap verici durumdan kurtulmak için örgütlü bir biçimde birlik oluyor. Yukarıda bu kısımların en güzel bölümler olduğunu yazdım ama bana kalırsa burası da kendi içinde iki bölümde değerlendirilebilir: Caesar ilacı vermeden önce ve ilacı verip liderliğini ilan ettikten sonra. İşte bu ikinci bölümde öyle bir sahne var ki, tek bir kelimenin yeri geldiği zaman ne kadar güçlü ve vurucu olduğunun örneği sanki. Dodge’un Caesar’ı maymunların bir nevi bahçesi olan alanda, olmaması gereken bir zamanda görmesiyle eline elektrikli copunu alıp onu kafesine geri göndermek üzere yanına gitmesi bir oluyor. Aralarında geçen ufak çaplı bir boğuşmadan sonra, Caesar kendisine tekrar vurmak üzere olan eli bileğinden yakalıyor ve Dodge’un ağzından o kelimeler dökülüyor: “Take your stinking paws off me you damn dirty ape!” (yani “İğrenç pençelerini üzerimden çek seni lanet pis maymun!”). Bu söz de orijinal filme bir gönderme, ama öyle bir gönderme ki insanın kanını donduran cinsten. İlk filmi izlememiş olan-

lar için detayını yazmayacağım sadece Taylor’a ait bir söz olduğunu söylemekle yetineceğim, bilenler zaten biliyorlardır. Ama işin çarpıcı tarafı bu aşağılayıcı çıkış üzerine Caesar’In gözlerinde ezilmişliğin isyan ateşiyle kül olması ve ortaya çıkan başkaldırı şimşeğinin çakmasıyla ağzından dökülen “Nooooo!!!” cevabı. Evet, Caesar sonunda dile geliyor ve ilk kelimesi zulme karşı tutkulu ve öfkeli bir hayır oluyor. Ancak dediğim gibi buradaki ayırt edici nokta Taylor’ın yüzlerce yıl sonra haykırdığı bu cümleyi ilk kez duymamız ve ona cevap olarak bir şempanzenin ilk kez konuşmasına tanıklık etmemiz. İlk filmle beraber bir bütün olarak düşünüldüğünde insanoğlunun kendi kendini nasıl bitirdiğini betimliyor bize bu sahne. Böyle bir döngü kurmak mümkün, çünkü filmin bir sahnesinde uzaya keşif amaçlı yollanmış bir uzay ekibinden bahsedildiğini duyuyoruz ki,

bu da çok yüksek ihtimalle Albay Taylor ve ekibi. Daha sonra olanlar zaten tahmin edilebileceği gibi bol aksiyon ve maymunların yaptığı devrimin nihayete ermesi. Caesar ve yoldaşları içinde bulundukları İnsanlar Cehennemi’ne başkaldırıp en sonunda “evlerini” buluyorlar. Bu arada ALZ112’nin maymun ırkını böylesi bir gelişim sürecine sokarken, insanlık içinse öldürücü bir etki taşıdığını öğreniyoruz. Olası bir devam filminin ipucu için jenerikten sonraki kısa sahneyi beklemek gerek. Bugün insanoğlu eziliyor, kendi kendisini eziyor, kendinden bir canavar yaratıp onun sultası altında onurunu satıyor ve köle oluyor. Bütün bunlara karşı ise hiçbir şey demeye cesaret edemiyor; gücü yetmediğinden değil, haysiyetini kaybettiğinden. Bu düzenin içinde de kendi içinde güçsüzleştirdiklerini ve doğadaki güçsüz canlıları acımasızca, haince eziyor. Asıl ezilenin kendisi olduğunun farkına varmaksızın… Evet şu ağızdan düşürmeye gelmediğimiz modern toplumumuz ve onu kuran biz modern insanlar çoktan bir kıyıma giriştik bile. Sanata, yaşamın mahremiyetine, edebiyata, doğaya, düşünceye aklı çıldırmışçasına kıyıyor ve zaten kapkara kanla yıkanmış olan tarihimizi delilikle harmanlayarak yazmaya devam ediyoruz. Benim ise böyle bir insanlığa ve ortaya koyduğu düzene diyecek tek lafım, kendisiyle aynı saflarda olmaktan gurur duyacağım Caesar’la aynı: HAYIR! 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 79

Bitti.

Yeni girdiği bu ortamda ırkdaşlarının nasıl bir zulüm gördüğüne tanık olan Caesar, aynı zamanda zekasının da artan bir şekilde gelişimin sürdürmesiyle kendi farkını da daha iyi anlıyor. Belirtmeliyim ki kanımca buralar filmin en güzel bölümleri. Başkaldırı ruhunun, çıkmaz içinde acı çeken bir bireyin (Caesar’a birey demek uygunsuz değil bence, hatta etrafımızda ben insanım diye dolaşan birtakım tipler hatıra geldiğinde, onun bireyliğine iki kat saygı duymamız gerekiyor) son derece heyecan verici olan gelişim sürecini izliyoruz. Draco Malfoy rolüyle hatırı sayılır bir kitlenin nefretini kazanan Tom Felton, asıl buradaki Dodge Landon rolüyle nefret edilecek bir karakteri canlandırıyor. Maymunların bakımından sorumlu olan Dodge eline her fırsat geçtiğinde onları hırpalamaktan ve aşağılamaktan kaçınmıyor. Tabii bütün bunlara tanık olan ve sabrı giderek tükenmeye başlayan, öte yandan da akılsal evrimi son hızla devam eden Caesar bu işe bir dur demenin zamanı geldiğini anlıyor ve bir gece firar edip Will’in evinden ALZ112 içeren tüpleri çalıp buradaki maymun yoldaşlarına da ulaştırıyor.


Burak Sayın buraksayin86@yahoo.com

edebi inceleme

Böceğin Ötesindeki Gregor Samsa’nın Dönüşümü

Kimisi için suskun bir devrimci, kimisi içinse boyun eğmeyen bir hayalperest Kafka. Benim içinse mutsuz bir savaşçı… Pek çok mutsuz insan gibi zorlu ama dolu bir yaşam geçirmiş, bir yandan da bu zorluklara karşı asil bir savaşım vermiştir. Aynı zamanda gece gibidir Kafka.

G

ece karanlık ve sessizdir… Bu sessizlik iki biçimde bozulur genelde: geceyi apansızın yaran bir motor sesi veya titrek bir elden kayıp yere düştüğünde kendisiyle beraber huzuru da paramparça eden bir şarap kadehinin şangırtısı; bir de uyumadan hemen önce başucundaki su bardağının, alınan bir yudumdan sonra bilinçli olarak yavaşça masaya konulurken çıkardığı ‘tık’ sesi. İlkinde ilikleri titrer insanın; korkar, yerinden sıçrar hızlı kalp atışlarıyla. Öteki durum ise sessizlik ile yalnızlığın birlikteliğinin ürünü olan huzuru daha da sağlamlaştırır. Franz Kafka okumak da insanda böyle bir etki yapar işte. Ya ruhuna kadar sarsar insanı, kalbini sıkıştırır, kitabın kapağını kapatıp nefes alacak bir fırsat bulmaya çalışır kişi, ya da kaynayan zihni durulur, soğuk soğuk terleyen avuçları, alnı normale döner, sakinleşir. Bu tamamen okurun Kafka’yla kurduğu ilişkinin karakterine bakar. Bu büyük yazarla ilişki kurabilmek içinse birtakım koşullar gerekir: Nefes almanın ötesine ge80 | Boo! Sayı: 1

çip yaşayabilmek, duymanın ötesine geçip dinleyebilmek, bakmanın ötesine geçip görebilmek gibi. Yani bugün insanların çoğunun, hele ki bizim toplumumuzu ele alırsak birçoğumuzun yapmadığı, daha doğrusu yapmaya cesaret edemediği şeyler. Çünkü söz konusu eylemleri gerçekleştirebilmek aynı zamanda birey olabilmenin de şartlarıdır. Oysa modern insan birey olmayı istemez; o sürünün bir parçası olarak kalıp, kafası rahat bir biçimde, bir yandan da tensel zevk sarhoşluğu içinde yılları tüketmeyi seçer. Birey olmak, kan ve gözyaşlarıyla sulanmış ve asla bitmeyecek olan bozuk yollarda her şeye rağmen ayakta kalıp savaşmayı göze alabilmektir. Kanayan beden, ağlayan da gözler değil, ruhtur. Ruhun ıstırabıdır insanın soylu yolunu çizen. Gözyaşları akmayı bırakmışsa, ruh kurumuş, birey daha doğamadan ölmüş demektir. Savaşmayı göze alıp yaşamayı başarmış olan, yirminci yüzyılın sayılı insanlarındandır Kafka. Üstelik 1883’te doğup 1924 yılında, çağın daha bir çeyreklik kısmı bile geride

kalmadan göçüp gitmiş olmasına rağmen, hala geçerlidir bu durum. Zira her ne kadar böylesine erken, henüz kırk bir yaşında ebediyete intikal etmiş olsa da, bütün bir çağa damga vurmuş olan bir yazardır Kafka; görmesini bilene tabii. Edebiyatı, Kafka’dan önce ve sonra diye ayıranlara rastlamak bile olasıdır ki, hiç de yadırganacak bir sav değildir ileriye sürdükleri. Bazıları da sıkıcı, karamsar, anlaşılmaz olduğu gerekçesiyle akıllarınca kötüler Kafka’yı. Bana kalırsa bir çeşit hastalık bu, yani başarılı, kaliteli, iyi olan bir şeye veya kimseye, sadece farklı olmak için temelsiz eleştiriler getirme çabası içine girmek, çamur atıp sıra dışı görünmeye çalışmak... Fakat modern döneme mi özgü yoksa insanlığın eskiden beri süregelen zaman dışı bir sakatlığı mı şüphelerim var. Lakin vurguladığım gibi çağının ötesinde olan bir yazardır Kafka. Bu yüzden laf-ü güzafa kulak asmayıp derinlemesine okumak gerekir onu. Gregor Samsa’nın Makûs Talihi Kuşkusuz Kafka’nın her romanı ve hikâyesi üzerine uzun uzun yazmak ve konuşmak mümkün. Ancak üstadın önemli eserlerinden Dönüşüm (die Verwandlung) en çok ilgi çeken konumunda ve bence bu

durum kitaba olumsuz bir etkide bulunuyor. Bunun nedenini çok düşündüm. Kafka’dan laf açılınca, ekseriyetin ilk ağzından çıkan “Ooo Dönüşüm hayatımın kitabıdır” minvalinde bir tümce veya aynı lafın Gregor Samsa’ya uyarlanmış hali oluyor. Ancak ne gariptir ki aynı kişiye Yargı, Bir Köy Hekimi, Kanun Önünde hatta Amerika dediğinizde muhtemelen suratınıza bakmakla yetinecektir. Bu üzücü bir durum. Ancak belki daha da vahimi, bunu yapanların Dönüşüm’ün de hakkını vermeden, eserin değerini lekelemeleri. Çünkü Dönüşüm asla, sadece başkahramanının içine düştüğü grotesk durumun sıra dışılığından ibaret değildir. Oysa bu kadar dikkat çekmesinin en büyük sebebi bu nokta: Dev bir böceğe dönüşen Gregor’un fantastik (!) hikâyesi. “Gregor Samsa bir sabah huzursuz düşlerden uyandığında, kendini yatağında dev bir böceğe dönüşmüş olarak buldu”. Dönüşüm bu cümleyle başlar. Kastettiğim hem roman, hem de okurun dönüşümü. Zira bu eser içine girerek okunursa, bittikten sonra okur da değişmiş, dönüşmüş olur. Ne yazmalı buraya? Standart bir biçimde “Karakter şöyle biridir, başına bunlar gelir, ailesiyle yaşamaktadır vs.” gibi devam eden cümleleri mi sıralamalı?


“Birey olmak, kan ve gözyaşlarıyla sulanmış ve asla bitmeyecek olan bozuk yollarda her şeye rağmen ayakta kalıp savaşmayı göze alabilmektir.” Ben böyle yapmayacağım, zaten Kafka’nın eserleri de buna müsait değildir. Yapmaya çalışacağım şu: Samsa üzerinden Kafka’yı elimden geldiğince anlama çabasında bulunmak. Başta dediğim gibi Kafka’nın iki türlü etkisinin olduğunu farz ediyorum. Bu etkiler de Dönüşüm üzerinden gözlenebilir. Çarpıcı olanın (yani sessizliği yırtan gürültünün) farklı yorumlara açık olduğu kanaatindeyim. Örneğin Gregor Samsa’nın yaşantısına tanık olan iki okurdan ilki, bu akıldışı tablo karşısında şoka uğrar, ruhunun derinliklerinde hisseder travmayı. Fakat bir yandan da huşuya benzer bir his duyar, hayranlıkla korku karı-

şımı bir duygu gibi. Diğer okur ise yine derinden etkilenir, ancak onun hissettiği şey şoktan ve huşudan ziyade daralma, sıkıntı, bunalmadır. Bu okurun Kafka’yı karamsarlıkla yaftalaması da çok olasıdır ve ne acıdır ki Kafka bu sıfatla hiç de az itham edilmez. Tabii ki bize gül bahçelerinde geçen renkli hikâyeler anlatmadığı kesin, fakat onun verdiği büyük eserleri de sadece tek bir yönünü öne çıkararak değerlendirmek yanlış olur. Samsa’nın salt görünümünün ötesine odaklanıldığında, aslında yalnızca olumsuzluklarla dolu bir girdabın içine çekilmediğimizi fark ederiz. Bir de tabii ki satırları okuyup belki de sonunda bir kader ortağı bulduğu için, ru-

hundaki fırtınalar durulan ve biraz sakinleşen sayılı kişiler vardır. Ne yazık ki böylelerine rastlamak çok güç hale geldi artık. Yabancılaşan ‘Ben’ ve Dünyadan Kopuş Kafka’da yalnızlık ve yabancılaşma, onun eserlerinde hayati öneme sahip iki kavramdır. Başkahramanlar hep yalnız ve içinde yaşadıkları dünyaya yabancılaşmışlardır. Gregor Samsa da aynı şekilde insanların nesnelere dönüştüğü bu dünyada Ben ve dış dünya arasındaki kopuşu en şiddetli biçimiyle yaşayan bir karakterdir. Samsa’nın Ben’i, bireyi olduğu şey yapan, bireyin o olmadan kendisi olamayacağı şeydir,

yani bir anlamda tikel bir özne olabilme bilincidir bahsi geçen Ben. Tam da bunu destekler biçimde, Roger Garaudy şöyle der: “Kafka’nın kurtarmak istediği şey, tek tek her kişinin tikelliğidir”. Kafka’yı Kafka yapan, o büyük, adı anıldığında insanlığın onu içine ittiği acı dolu hayat için pişmanlık duyması gereken benzersiz yazarı, kendisi yapan budur işte: İnsanların nesnelere, ölümün istatistiğe, sanatın metaya, edebiyatın ödül uğruna uğraş edinilen mide bulandırıcı bir politik maskaralığa dönüştüğü bu rezil çağda, kolektif otoritenin hayatımızın içine kurulu olan makine gibi çarkları arasında buharlaşıp giden bireyi kurtarmaya uğraşmak! Uyuyan 15 Ekim-15 Kasım 2011 | 81


Başkasından Kafka

Franz Kafka: Boyun Eğmeyen Hayalperest, Michael Löwy. Kafka ile Söyleşiler, Gusailesine içten içe kızar. Ailesi ve temsilcinin duyduğu tek şey ise ‘hayvansı’ çığlıklardır. İşte Dönüşüm’ün çarpıcı yönü burada yatar! Bireyin her şeye rağmen varlığını sürdürme çabasında.

bir sürüden ibaret olan yirminci yüzyıl insanı, kendi kendini içine düşürdüğü bu acınası durumu, suratına son derece vazıh ama bir o kadar da eşsiz ve çarpıcı bir edebi dille vuran Kafka’yı anlamakta da birçok şeyde olduğu gibi aciz kaldı. Gregor Samsa’nın şanssızlığı burada yatar. O zaten çoktan böcek olmuştur bile. Ama insanların, en yakınları olan annesinin, babasının hatta pek sevdiği kız kardeşinin bile bu durumu fark etmesi için, yabancılaşmasının kendisini bu dünyada varoluşunu artık idame ettiremeyecek bir konuma sokması gerekmiştir; yani fiziksel form olarak da bir haşere haline gelmek. Peki ne olur, acırlar mı ona, üzülürler mi bu duruma? Bilakis Gregor’un babası için o artık bir nefret nesnesi haline gelmiştir. Bunun nedeni, geldiği hal neticesinde insan içine çıkamayacak olmasından ötürü, artık çalışma imkânı kalmaması, yani ailesinin gözündeki tek ve temel görevi olan eve para getirme işlevinden yoksun kalmasıdır. Üstüne üstlük yeni görünüşüyle tam bir ucubeye dönüşmüştür ve bu da ailenin itibarını zedeleyecektir. Nitekim baba, bu trajediye rağmen ailesiy82 | Boo! Sayı: 1

le ilişkisini sürdürmek isteyen zavallı oğlunu, eline her fırsat geçtiğinde kaba kuvvet kullanmak suretiyle sindirir. Ailesiyle tekrar bir arada olmayı arzulayan Gregor, otoritenin bir nişanı gibi taşımaya mahkûm edildiği, sırtına saplanan bir elmayla ödüllendirilir. Böcek metaforu, dünyayla iletişimini kaybetmiş bireyin içine girdiği yıkım sürecinin bir serimidir sadece. Kaç bacağı olduğu, nasıl hareket ettiği gibi şeyler edebi anlatımı güçlendiren unsurlardır. Örneğin Gregor’un taze besinler yerine çürümüş olanları yiyebilmesi kuşkusuz, yeni doğasından ötürüdür. Fakat bir yandan da artık diğer insanlarla ortak hiçbir şeyi paylaşamadığına bir vurgu olarak da ele alınabilir. Görünüş, dil ve ardından doğal olarak diğer fizyolojik alışkanlıklar... Ancak Kafka’nın dehası burada gösterir kendini zaten. Gregor Samsa salt bir haşere olmak niteliği ile bize sunulsaydı, onun konuşmalarına da yer olmazdı. Öyle ya, bir böceğin konuştuğu nerede görülmüş? Oysa yetkili temsilci eve geldiğinde Gregor uzun uzun derdini anlatır. Okur duyar onu, dediklerini anlar ve söylediklerine kulak asmayan

Baba’nın Dönüşümü Baba figürünün Kafka için ne kadar önemli olduğu gerçek. Hermann Kafka, otoritenin biçimlenmiş halidir onun hayatında. Her davranışı, her tavrı Kafka’nın ruhuna inen demir bir yumruk gibi, sınırsız ve mutlak gücü simgeler. Samsa’nın babasında gözlenen dönüşüm de manidardır. Oğlu çalışıp eve para getirirken güçsüz, yaşlı, bastonuyla zar zor yürüyen, yılda bir iki kez o da ancak bayram gibi günlerde dışarı çıkan baba, dönüşüm gerçekleştikten sonra tekrar çalışmaya başlamış ve eskisinin aksine, dik duruşlu, sert bakışlı, saçları taralı, güçlü ve (oğluna karşı) zalim olarak betimlenir. Bütün gün kanepede oturup yarı uyuklar biçimde gazete okuyan babanın yerine, oğlu olacak ucubeye karşı her an tetikte, yeri geldiğinde onu döverek odasına geri yollayacak türlü eylemlerden kaçınmayan korkutucu bir baba gelmiştir. Yani Hermann Kafka’dan hiç de farklı olmayan birisi. Kafka ve Samsa soyadlarındaki benzerlik hep vurgulanmıştır. Bu inkâr edilecek bir benzeşme de değildir hani. Gerçekten de Babaya Mektup okunduğunda, bu satırları yazanın

tav Janouch. Kafka, Roger Garaudy. Notos, Kafka Özel Sayısı. Sinemaya gelirsek, Steven Soderbergh’in çektiği ve başrolde Jeremy Irons’ın oynadığı “Kafka” ile özellikle Orson Welles’in Dava’dan uyarlama olan “Le Procés” adlı filmleri atmosfer olarak son derece güçlü ve yazara sadık yapıtlar. Samsa mı Kafka mı olduğu birbirine karışır kimi zaman. İşçileri, oğlunu ezen, onun ilgi alanlarını, arkadaşlarını aşağılayan ve küçük düşürmekten geri kalmayan bir baba ve Kafka’nın iç parçalayıcı serzenişleri Dönüşüm’ün alt metni gibidir sanki. Tıpkı Kafka gibi Samsa’nın da tek istediği ailesi tarafından, sadece kendisi olduğu için kabul edilmektir. Bu olsa normale dönebilecektir; eğer bu yaşama normal denilebilirse. Tam da bu sebeple, Gregor her ne kadar olumsuz bir durum içine düşmüş olsa da, bireysel varoluşunu gerçek anlamda muhafaza etmiş ve asıl “insanlığını” kurtarmıştır. Büyük Bir Yazar Olmak Sadece yirminci yüzyıl değil tüm zamanlar için büyük bir yazar ve insan olan Kafka’yı anlamaya çalışmak bizler için elzemdir. Ama bunu yaparken, karamsar diye yaftalayanlar dışında Max Brod’un yaptığı hataya da düşmemek gerekli. Yaratıcılığın iyice köreldiği bu dönemde sanırım Ernst Fischer’e kulak vermeli: “Yapılması gereken şey, Franz Kafka’yı aziz ilan edilmekten korumak; en az bunun kadar önemli bir iş de Kafka’yı dogmatik aşırılıklara kayanlar karşısında savunmak. Bir aziz değildi Kafka, aziz olmanın çok ötesindeydi: Bir büyük yazardı. Yapıtları da, bir çağın son modası olmanın çok ötesindedir; doğrudan doğruya dünya yazınıdır.”

Bitti.

Kafka’nın dünyasına, kendi eserlerinin yanında, üzerine yazılmış kitaplar ve çekilmiş filmler aracılığıyla da girmek farklı bir deneyim. Bu yüzden metinde kendilerine referans verilen bazı yazarların da kitaplarının yer aldığı, kısa bir öneri listesi oluşturdum:



Çok paran olunca ne yapacaksın? Daha büyük bir ev, daha yeni bir araba, daha yeni bir cep telefonu, daha gıcır giysiler... Bunlar mutlu edecek mi seni? Ya da şöyle sorayım: Bunlar mı mutlu edecek seni? Statü sembolleri... Cevabın yine de evetse, al bu kutuyu Bay Yengeç. İçinde tam 126 TL var. Bikini Kasabası’nda çok eder herhalde. Şuna bak şuna, nasıl da sırıtıyor. Dinlemedi ki söylediklerimi!


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.