Bizim Külliye dergisi 69

Page 1

ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

S AY I

Yıl : 18/2016

3

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ERİŞ Genel Yayın Yönetmeni NAZIM PAYAM Tashih MAHMUT BAHAR Röportaj Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI Dizgi-Tasarım-Kapak-Web AYDIN KARABULUT Çizgi Osman Suroğlu Basın ve Medya GIYASETTİN DAĞ Hukuk Danışmanı Av. Şuay ALPAY Dağıtım İzzetpaşa Vakfı Danışma Kurulu Yavuz Bülent BAKİLER Prof. Dr. Ahmet BURAN Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR Prof. Dr. Tarık ÖZCAN Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL Dr. M.NACİ ONUR Necati KANTER Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER KEMAL BATMAZ Ömer KAZAZOĞLU Abone ve Reklam Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ Posta Çeki Hesap No:1285029 Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114) Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65 Baskı TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi Tel. 0312 354 91 31 Yenimahalle / ANKARA Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL Yurt Dışı: 40 Avro Yıllık Kurum Abone: 100 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz. e-posta (e-mail) bizimkulliye@gmail.com www.bizimkulliye.com ISSN:1302-3500

Nazım Payam Yaz kokusu

5

Mustafa Özçelik Alnımda yazılı olan

37

7

İsmail Aykanat Kimden tiksinsem sensin

8

Mehmet Baş Beklemesini bilirsen eğer

9

Ezra Pound çev. Kadir Yılmaz Ortus

10

Yavuz Bülent Bâkiler Köpeklerden, eşeklerden, ineklerden özür dilemeliyiz

12

Namık Açıkgöz Edebiyat ve güzel sanatlar

15

Yusuf Çetindağ Caize alamayan şairlerin psikolojileri

19

Seval Koçoğlu Şiire düşman bir eleştirmen ve işlediği şiir cinayetleri

22

Soruşturma Bizim Külliye

36

Kalender Yıldız Adres

63

Mahmut Bahar Hayatın kırmızılarında beklemek

Serhat Işık Anneler ölümsüz olmalı

38

Sabiha Koçak Hazin yolculuk

40

Serdar Arslan İyi/lik-kötülük ekseninde medeniyetlerin varoluş tecrübesi

44

Levent Bayraktar röp.Rabia Dirican

Afak Şıhlı çev. İmdat Avşar Mehmet Aycı Benim küçük dostum Gel-git

6

69

Aslan Kuliyev çev. İmdat Avşar Kör savaşçı

Erdoğan Erbay Harp ve kadın daima içe akan şelale: Anne dramı

49

Lütfi Parlak Edebiyat ve milli kimlik

52

Osman Baş Hoca Ahmet Yesevi'de Türkçe sevgisi

56

Rıfat Araz Kul ol dedim ah eyledin

57

Yusuf Dursun Yaz gelince

58

Ahmet Faruk Güler Üç nokta

60

Süleyman Daşdağ Hayat, rakamlar ve bu yaştan sonra

65 67 70 73

Mehmet Kurtoğlu röp. Gıyasettin Dağ

77

Salih Uçak röp. Kemal Batmaz

80

Mustafa Karabulut Türk edebiyatında bir Anaolu hikâyecisi:Şevket Bulut

83

İmren Cerit 'Kültürün dünyası'ndan kültürün felsefesine

85

Mehmet Yardımcı Masamdaki kitaplara göz ucu ötesinde bir bakış

93

Abdullah Satoğlu TÜRKSAV'ın ödülleri

96

Osman Suroğlu Çizgi


Muhterem Okurlar, Bu sayımıza dosya belirlememiş, konu seçimini yazarlarımıza bırakmıştık. Çünkü evvelki dosya konularımıza vaktinde ulaşamayan makaleler, denemeler vardı elimizde. Geç kalmalarına ne kadar da hayıflanmış, belki yazarlarından ziyade bizler üzülmüştük yayımlanmayışlarına. 69. sayımızda onları değerlendirmeyi düşünmüştük. Öyle de yaptık. Hem serbestliğin de kendine ait bir kuralı bir iç disiplini, erişilmez bir güzelliği var. En fazla da içtenliği… Elbette serbestliğimiz önceliğini, güncelliğin çekimine dâhil ediyor. “Şimdi ve mevsim” limanından yola çıkıyor. “Şimdi ve mevsim”in tesiriyle duygu ve düşünce yelkenini şişiriyor. Ama nedense geçmiş konuların özüne değinip hesaplaşmaktan zevkleniyor. Bunu yazar ve şairlerimizle bir kez daha yaşadık. Evet, bu sayımızda yaz, gezi ve gölgede konuşulacak konular işlendi. Gelecek sayımızın dosya konusu “Medyadaki Edebiyat”. Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye

2

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Yaz kokusu NAZIM PAYAM

Y

Mahmurlaşan zevk, yalın, otantik ve harareti düşük anlatımdan hoşlanır. Herhangi bir ideanın, inadın izini sürecek hâl yoktur sakinliğinde. Kendisini kıyıda tutup inşa etme ve bezeme muhalifliğini sığ suların akışını seyretmekte kullanır.

az sıcağı, öğlen vaktini uyku limanına yakın tutuyor. Parktan, balkondan sızan serinlik de bir durgunlaştırma, uysallaştırma yayıyor. Sanki güneşin diklenen ışığı dertleşmeyi son damlasıyla dinginliğe erdirmiş, umulanları neticelendirmiş, kötülükleri sindirmiş… her şey sessizliğe akıyor. Bulunduğunuz yerde büzülerek yatma arzusu, duygu ve düşüncelerin üstüne örtü çekiyor. Uyku kaçkınlarıysa belirsizlik içinde; sabah olunca akşamı, akşam olunca sabahı bekliyor. Koltukta uyuyakalmışım. Elinde bir bardak su, evdeşim uyandırdı. Üstümde ter kokusu, kırgınlık, hâlsizlik… Hevesini yitirmiş, solmaya yüz tutmuş yaprak gibi hissediyorum kendimi. Az önce yalnızlığı işleyen düş, uykunun eşiğinde miydi yoksa içinde mi? Anlayamıyorum. İçtiğim su, hiçbir şey yapmaya yeltenmeyen ve hiçbir eyleme sevk etmeyen ağustos duygularını ıslatıyor. Saate bakıyorum; ikindi sonrası... Kararsızlık, kayıtsızlık korkusundan olacak kendime gelmem pek uzun sürmüyor. Oyalan3

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


mak niyetiyle kitap rafına yöneliyorum. Şimdi hangi türle hemhal olunur acaba? Kitaplarımın işlevleri, renkleri, işaretleri farklı fakat her biri kimliğimin, eğilimlerimin bal mumu yuvacıkları! Çoğunu zamanın gösterdiği tercihlerle almışımdır. İ. Hami Danişmend’in nicedir hatırlanmayı umursamayan “Türkler ve Müslümanlık”ına el uzatıyorum. Araştırma/inceleme türünden bir şey. 1950’lerde basılmış. Terk edilmişliği kılıfından kıyafetinden, bozulmuş şirazesinden sarkıyor. Sahaftan edindiğim belli. Daha ilk sayfasında benim olmayan bir imza ve kırmızı mürekkeple “Ya Kebikeç” düşürülmüş. Gözlerden kulaklara güz hışırtısı geliyor. Okumuyorum; tozunu silip serzenişini dinliyorum. Mahmurlaşan zevk, yalın, otantik ve harareti düşük anlatımdan hoşlanır. Herhangi bir ideanın, inadın izini sürecek hâl yoktur sakinliğinde. Kendisini kıyıda tutup inşa etme ve bezeme muhalifliğini sığ suların akışını seyretmekte kullanır. Şu an ben de rehavetimi avutacak olana bakıyorum. Sevgilimsin’[1] ilişiyor gözüme. Sayfaları çevirmeden Yaz şiirinden “Seni seviyorum ve bir şey söylemiş olmuyorum bunu söylemekle/ Ben bu yaz kokusunu bir başka zamandan anımsıyorum.” mısralarını mırıldanıyorum. Ayaküstü bir iki şiirini daha okuyorum Ataol Behramoğlu’nun. Nedense bu kez Yazsonu şiirine takılıyorum. Ayvalar ve güneş sarardı Yıldızlar daha parlak Ve ay daha soğuk şimdiden Gül denizi yutkunuyor Ardısıra yitik bir aşkın Kıyıya çarpıp geriye çekilirken Kâğıttan taştan mürekkep gibi Taşıyor içimden Özlemi geçmiş yazın Yaz, arkasında bahar, yanında güz, önünde kış olmasına rağmen artık hiçbiriyle ilişki kurmuyor. Onun aklı fikri uzun günün pasifliğini ısıtmakta. Mevcut işleyişi olgunluğunun belir1. Ataol Behramoğlu, Sevgilimsin, Adam Yay. 1993.

tisi sayıyor. Fakat baharda filizlenen kendisinin ikliminde gelişip serpilen aşklar usul usul eylüle taşınıyor. Geçen yıllardan bilirim: Kış da, dünyayı kış ve yazdan ibaret görüyor. Özlemini sadece yazda eritiyor. Aralık ayının eşiği olarak gördüğü güzü, solgun yüzlerin korkularıyla niteliyor. Cüretsiz buluyor. Baharı ise, pek erken uyanan mevsimsiz fidelerle tomurcuklarla anıyor. Sanırım başkalarını yok saymanın veya varla yok arası anmanın suçlusu bir zamanlar yaşıtı olanların serüvenini görmezden gelenler. Hazırcıların ruh manzarası bu kadar hafifmeşrep ve hormonlu olmasaydı, mevsimlerin birbirine olan dargınlıkları, sevk aymazlıkları bu derekeye inmezdi. Evet, artık unuttuğumuz eski mevsimlerin serüvenini, duygularını, iyi olma şartlarını yerine getirmiş, samimiyetine inandırmış şiir hatırlatıyor. Bu, her geçen yıl daha bir belirginleşiyor. Aklı, bozulan insan-doğa dengesini tamire cesaretlendirense hayalin teşviki oluyor. Eğer tahammülümü yarınlara bağlamasaydım yahut hazırcılığın olumsuzluklarına alışmasaydım ben de hakikatin içini boşaltamadığı şiirlerden yola çıkar, ömrü kısa yaz ile lekesiz beyaza belenmiş kışı bir güzel anlatır, dağdan, bayırdan sökün etmiş kar suyunu, çiseleyen yağmuru gürül gürül akan ırmaklarla birleştirir, araya bağlar, bahçeler serpiştirir, süre dolduğundaysa hane halkını toplar bağbozumuna, şıra içmeye giderdim. Vazgeçiyorum okumak arayışından. Her uğraş yorgunluğunu beraberinde getiriyor. Boşluğunu da. 2016’nın Mart’ında Bizim Külliye’nin atmosferinde oluşan Sılası Türkçe isimli kitap taslağını Ötüken Neşriyat’a gönderdim. Yine mart, nisan, mayıs ayları “Ermişler Risalesi”ni yazmakla geçti. Yetmiş yapraklı şiir demeti. Oysa “Ateş Islağı” bahar, yaz, kış demeden ne çok yıl biriktirmişti bende. Yaza “Ermişler Risalesi”nin mülayimliğiyle girdim. Mısra teslimi ve mülayimlik yaz odasında buluşunca muhatap sükûnetlerden sükûnet beğensin. Hem belki bu iddiasız rahatlık yazdığım son şiirden, o Ölüm şiirinden kaldı bana. Umarım yazdıklarım bir ağıta dönüşmez.■

4

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


ALNIMDA YAZILI OLAN Her gece bir kez daha ölür Her sabah yeniden doğarım Şahittir buna güneş Bunun için ışıklarını Yeryüzüne salar yıldızlar Çiçeğin açması bundan Yağmurun ince ince yağması Bu gök bu fırtına Ağlayarak doğan çocuk Sessizce veda eden her can Behey gözüm aç gönlünü Her daim huzurdaysa her azan Ne şairlik şan verir adına Ne kitaplar ne yazılar Toprağa eğil acz içinde Kudretin elinden tut Böyledir var olmanın şartı Yeter ki Yusuf ol Her kuyu saraydır sonunda Hadi oturalım sofrasına Ellerimizi açıp Başlayalım yeni bir aşk duasına Dereler geçip sular içelim Derin vadiler dağlar derken Uzun upuzun bir yolda Kalp konuşup dil susunca Ne kış kalır önünde ne yaz Bak güneş iniyor sulara İçinde her şeyi tüketen fırtına Kaybolur eşya kaybolur hayat Yeni bir yolculuğa çıkarsın Herkes kendini bulur Tükenir hayatın uğultusu

MUSTAFA ÖZÇELİK

5

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


GEL-GİT Uzun bir İstanbul ıssızlığı yokluğun Gülüşün İstiklal gibi renkli, neşeli Ben ikisi arasında, ara sokaklarda Sana karışmak için, yalnızlığıma Her yüzde her aynada bir şeyler arıyorum Saklıyorum seni aradığımı: Hem açık, hem imalı… Sokak çalgıcıları senin için çalıyor Seni unutmak için uyuşturucu! Seni uyumak için uyku hapları! Ah içimin kurtları, Seni ulumak için çıkıyorlar dağlara Aya karşı, tutkulu! Ah Tanrım, Senden başka herkesten sakladığım yüzümle Saklı bahçeleriyle kalbimin, şiirle Uyanarak çıkıyorum karşısına rüyanın Sana sığınmak yeter ve varsın devam etsin Batakhane güzeli galerilerde yangın!

MEHMET AYCI

6

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


KİMDEN TİKSİNSEM SENSİN sonunda bu da olacaktı nefret tenli kız bu da mı olacaktı kimi anlatsam sensin kimi düşünsem sensin veba bakışlı yoksunluğum büyüdü gezdiğin bahçelerde ölgünlüğüm kime tiksinsem kime ölsem uhrevî yanlarımla sensin sensin halim selim tonda gördün beni yalancılar kâbesi acımasız bir harfi atıp şiirden yürüsem oyum bunun için mi bu ceza öyleyse lânet olsun sana bir ırmak yüzüne bakmadan aksın sonunda bu da olacaktı ırmaklar kurudu yürüdün yalanlarla günün birinde seviyorum ırmağıyla estirdin rüzgârları denizlerin tadı benim gece koridorunda topladığım suçları şaire yakışır bir kabulle senin için kullandım nefretimin günlüğünü tuttun kutsal yalanınla inkâr ettiğin sözü bana döndürdün ben artık yol kavşağıyım kimse demesin benden gidilsin tecahül-i ârifâne geçip gidilsin benden geçip gidilsin benden yolun doğrusu budur yol budur işte başka yollar kapatılmış altı üstü soruşturma tut ki ceza ölüm yok ya n’ola bakire olsan ömrümce rahatsızdım hep birileri vardı çok sesli bir hayat boğulup gitmedeydim yüzsüzlük dehlizinde iki ucu kapalı şükür kurtardı Rabbim şimden geru şiirimden kan damlar hüznüm yakışmıyor bana çünkü ihanet denizindeyim hâlâ eski hüzünler bile yetmiyor şiiri kurtarmaya asgari koşuk ben bir deli kanlı bir yavan ekmek istersen vur beni hiçbir afiş bildiri deva olmuyor yalnızlığıma yoksulluğuma ve senden geçer gibi geçiyorum gölgelerden denizlerden

İSMAİL AYKANAT

7

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


BEKLEMESİNİ BİLİRSEN EĞER Beklemesini bilirsen eğer zaman geçecektir Duyanların artık hiçbir zaman duyamayacağı bir şarkıda Geri dönüşü olmayan bir yola çıkarken Cenaze arabalarının yeşile boyanmış saltanatında Yürüyen birer mezar taşına dönerken insanlar Apartmanların üst üste konulmuş tabutları arasında Amel defterinden kese kâğıdı yapmış adamların Karşılıksız çarpmayan kalpleri kaç kilo gelir mizanda Saçlarından turnalar geçen kızların anıları Belirsiz bir geleceğin toprak kokulu adresine çıkarken Ayrılık ateşinde buharlaşmış ruhumu Bir mahşer yağmuru yeniden diriltecektir Hangi masalın çerçisiyim bilmesem de dünyada Ressamını bilmeyen resimlerden davacıyım Suların bile susadığı bir çölün kalbinde Kendi sesini arayan bir garip yankıyım

MEHMET BAŞ

8

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


ORTUS* Nasıl bir sancıydı çektiğim? Nasıl bir sancısızlıktı çektiğim? Ruhunu açık edebilmek için dünyaya, Bir isim, bir öz tayin edebilmek için bütün bu unsurlara! Gün ışığı kadar güzelsin ve akıcı. Adın yok ve yok bir mekânın da, Nasıl bir sancıdır bu çektiğim, açık edebilmek için ruhunu; Bir isim verebilmek için sana ve bir beden varlığına! Kuşkusuz bağlısın ve dolaşıksın dünyaya, Ne kadar iç içesin öyle kimsenin bilmediği unsurlarla; Ben bir akışı ve gölgeyi sevdim. Yalvarırım bırak gireyim artık hayatına. Yalvarırım öğren artık “ben” demeyi Sana bir soruyla yaklaştığımda; Çünkü eksik kalıyor parçalar senin gibi bir bütünü tanımlamada, Çünkü bir nasip değil, eksiksiz bir varlıksın hayatımda.

EZRA POUND

* Çev. Kadir Yılmaz

9

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Köpeklerden, eşeklerden, ineklerden özür dilemeliyiz YAVUZ BÜLENT BÂKİLER

2

005 yılında İspanya’ya gittim. Orada en çok Servantes’i merak ediyordum. Yel değirmenlerine saldıran Donkişot ve yakın arkadaşı Şanso-Panso lise yıllarımdan beri yanımda yöremdeydiler. Onları hatırladıkça gülümsüyordum. Fakat başkent Madrid’de bir tren istasyonu girişinde, bir kaide üzerinde oturtulan kocaman bir köpek heykeli beni çok şaşırttı. Mihmandarımızdan onun hikâyesini dinlediğim zaman yüreğim kabardı. O köpeği çok sevdim. Yaşadığım müddetçe onu hiç unutmayacağım. Dostluk deyince, vefa deyince aklıma hep o Madrid köpeği gelecek. Bileceğim ki bütün insanlık âleminin bazı köpeklerden alacakları mükemmel dersler vardır. O Madrid gezimizde mihmandarımızın anlattıkları -öyle sanıyorum ki- sizin de kolay kolay aklınızdan çıkmayacaktır. Vefanın, dostluğun, asaletin ne demek olduğunu biraz da o köpekten öğreneceksiniz: -Bu köpek heykeli, burada sevginin dostluğun, vefanın sembolü olarak yükseliyor. Çünkü bu köpek bu tren istasyonuna sabahın erken saatlerinde sahibiyle birlikte gelmiş. Bu istasyonda sahibini iş yerine uğurladıktan sonra tek başına evlerine dönmüş. Sonra her akşam vakti işte bu noktada arka ayakları üzerinde oturarak işten dönen sahibini karşılamış. Birlikte güle oynaya evlerine dönmüşler. Bu hâl yıllarca devam etmiş. Günün birinde köpek sahibi çalıştığı iş yerinde ölmüş. Onu o bölge mezarlığına gömmüşler. Köpek o akşam evlerine tek başına dönmüş. Sonra yıllarca her akşam vakti buraya çıkıp gelmiş. İşte bu noktaya oturarak trenden inenler arasında sahibini beklemeye başlamış. Onu

bu çevrede bilmeyen, tanımayan, sevmeyen kalmamış. Sonra günün birinde bu sevimli hayvan da ölüp gitmiş. Ama Madrid Belediyesi onun güzel bir heykelini yaptırarak getirip bu noktaya oturtmuş. Bu heykel bize hayvanlardan da alacağımız dersler olduğunu hatırlatıyor. Mihmandarımız bu açıklamasından sonra bizim Kangal çoban köpeklerinin hikâyelerini hatırladım. Aklıma diğer köpeklerimiz geldi. Gördüm ki köpeklerimiz gerçekten de bizim en vefalı dostlarımızdırlar. Görmeyen gözümüz, duymayan kulağımızdırlar. Evimizin, malımızın mülkümüzün ve diğer hayvanlarımızın gözü pek bekçileridirler. Bizim en vefalı en yakın dostlarımız arasındadırlar. Birkaç dilim ekmek, bir iki kaşık yemek artığı, birkaç kemik parçası onları yanımızdan yöremizden ayırmaz. Bugüne kadar hiçbir köpeğin sahibini terk edip gittiğini veya sahibinin malına mülküne zarar verdiğini duymadım, görmedim. Bizim duymadığımız sesleri onlar duyarlar. Gecenin bir yarısında bizim hiç görmediklerimizi onlar görürler. Yeri göğü inleten sesleriyle bizi onlar korumaya çalışırlar. Fakat onların bütün bu güzel vasıflarına karşı bizim tavrımız onların isimlerini kullanarak yaptığımız değerlendirmeler, suçlamalar, hakaretler… gerçekten utanç vericidir. Mesela biz kızdığımız türlü kötülüklerini gördüğümüz kimselere”Köpek!” diye bağırırız. “Köpekleşme!” diye öfkeleniriz. “Köpekten farkın yok!” diye dikleniriz. Doğrusu neden böyle saçmalıklarla dolup taştığımızı ben bir türlü anlayamam. Köpeklerimiz-

10

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


den hiçbir ihanet görmediğimiz hâlde onları aşağılamamızı katiyen doğru bulmuyorum. Kırk türlü sahtekârlık içinde bulunana, canımıza malımıza kast eden kimselere: “Köpek, köpekleşme, köpeğin teki!”diye bağırıp çağırmamız bizim ayıplarımızdandır. Haksız yere suçladığımız aşağıladığımız hayvanlar arasında sade köpekler mi var? Eşekler, öküzler, inekler de öyle. Eşekler milletimizi asırlarca sırtlarında taşıdılar. Dün otomobil, otobüs, tren, uçak… yoktu. Ağızsız, dilsiz eşeklerimiz vardı. Bizi gideceğimiz yere sırtlarında eşeklerimiz taşıdılar. Kaldıramayacağımız yükleri onların sayesinde köylerimize, şehirlerimize alıp götürdük. Eşekler sessiz, sakin, uysal hayvanlar. Anne sütünden sonra en faydalı sütün eşek sütü olduğunu ilim adamlarımız söylüyorlar. Dünden bugüne eşeklerin adam yediğine, adam parçaladığına, adam öldürdüğüne, yakıp yıktığına, yol kestiğine orman yaktığına devlete millete başkaldırdığına şahit olan bir tek kişi varsa parmak kaldırsın. Ama biz eşeği ve eşekleri hemcinslerimize hakaretler yağdırmak için kullanıyoruz. İnsanlara:” Eşeğin teki, Eşeklenme, Eşekoğlu eşek…” diyerek hakaretler yağdırıyoruz. Allah aşkına söyler misiniz bana, öküzlerimizden, ineklerimizden ne zarar gördük biz! Topraklarımızı binlerce yıl öküzlerimizle sürdük. Düvenlerimizi öküzlerle çektik, çuval çuval buğdaylarımızı ve gücümüzün katiyen yetmeyeceği eşyalarımızı, dağların ardında kalan köylerimizden şehirlerimize öküzlerimizin çektiği iki tekerlekli arabalarla taşıyıp durduk. Kışın öküzün gübresiyle ısındık, öküzün etini yedik. Derisinden kendimize ayakkabı yaptık. Velhasıl ondan hiçbir zarar görmedik. Ama biz insanoğlu olarak dünden bugüne kızdığımız kimselere utanmadan “Öküz!” veya “Öküz oğlu öküz!” diyerek hakaret ettik. Hâlbuki biz milletimize, devletimize çok faydalı olan kimseleri de “Değerli, başarılı öküzlerimiz…” diye alkışlamalıyız… Aklımın, vicdanımın katiyen kabul etmediği bir büyük yanlışımız daha var: Bazen kızdığımız küçük gördüğümüz bazen de çok çalıştıklarına şahit olduğumuz kişilere vicdanımız titremeden “İnek!” veya “İnekledi” diyoruz. Hâlbuki inekler sağlığımızın en vaz geçilmez varlıkları arasında. Bence inekler Allah’ın yarattığı en mübarek, en değerli, en önemli varlıklarındandır. “Hayır!” diyorsanız onların etini, sütünü, yağını, yoğurdunu yemeyin; ayranını içmeyin, derilerini kullanmayın bakayım. Dün de bugün de, yarın da en vaz geçilmez özelliklerimizin başında

çalışmamız geliyor. En büyük gafletimiz, ahmaklığımız çalışmamaktır. En büyük düşmanımız çalışmamaktır. Hâl böyle iken bugün biz çalışan kimselere de “İnek!” veya “İnekledi.”, “İneğin teki!” diyerek küçümseyen aşağılayan bir kafayla bakıyoruz. Milyon kere yanlış bir düşünce… Bir de Alevilerimizin tavşanlarla ilgili bir iddiaları var. Hepsi birbirinden daha yanlış daha gülünç iddialardır. Alevilerimiz tavşan eti yemiyorlar. Diyorlar ki: ”Tavşan Hz. Ali’nin kedisi idi.” “Tavşan Hz. Ali’nin atının önüne çıkarak onu ürküttü.” “ Tavşanın kuyruğu domuza, kulakları eşeğe, bıyıkları kediye, ayakları köpek ayağına benzediği için onun etini yemiyoruz.” Bu iddiaların hiçbiri doğru değildir. Okumayan, araştırmayan, bilmeyen soydaşlarımızın uydurmalarıdır. Hz Ali’nin de onun ehlibeytinin de böyle gülünç iddiaları yoktur. Çünkü Hz. Ali ve ehlibeyti Arap’tır. Tavşanı uğursuz saymak ise eski Türk âdetlerindendir. Müslümanlık döneminden önceki Türk topluluklarında Şaman inancıyla yaşayan Türklerde tavşan Töz Tanrısı’dır. Açın ve lütfen okuyun. Meşhur Rus Türkolog’u Radloff’un “Sibirya’dan” isimli eserini. Radloff, eserinin 2. cildinin 91. sahifesinde açıklıyor. Oradan öğreniyoruz ki bugün Sibirya’da yaşayan ve Şaman geleneklerine bağlı kalan Türkler senede iki defa tavşan yakalayıp soymakta ve derileri bir kayın ağacına çakarak kurumamaları için üzerine süt serpmektedirler. Böylece türlü kötülüklerden korunacaklarına inanmaktadırlar. Niçin, diyeceksiniz biz Müslüman olduğumuz hâlde evlerimizin kapısına neden at nalı çakıyorsak, buğday demeti asıyorsak, geyik boynuzu yerleştiriyorsak işte onun için. Bir önemli nokta daha var: Tavşan hayız gören tek hayvandır. Müslüman olmayan Türkler tavşanı bu özelliği yüzünden de yemiyorlardı. Sünni olduğum hâlde ben de katiyen tavşan eti yemiyorum. Şimdi öfkelendiğim, kahırlandığım bir davranışımız var. Aslan, kaplan yırtıcı hayvanlardır. Karşılarına çıkamayız, yanlarına yaklaşamayız; bizi derhal paramparça ederler. Hiçbir faydalarını göremeyiz. Bu vahşetleri yanında yücelteceğimiz, öveceğimiz insanlara “Aslan, Aslan!” diye alkış tutuyoruz. Yereceğimiz insanlara da “Köpek, eşek, öküz, inek!” diye yumruk sıkıyoruz. Basiretimiz bağlandığı için böyle davranıyoruz. Ben bütün köpeklerimizden, eşeklerimizden, öküzlerimizden, ineklerimizden Allah’ın huzurunda özür diliyorum. Özür dileyeceğim, sizi bilmem tabii.■

11

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Edebiyat ve güzel sanatlar NAMIK AÇIKGÖZ*

E

debiyat, esas itibariyle güzel sanatların bir şubesidir. Yani edebiyat bizzat güzel sanattır; bu güzel sanat eserlerinin incelenmesi de “edebiyat ilmi”dir. Edebiyat metni, edebiyat sanatçısının bir insan olarak duygu, düşünce, kanaat, hayat görüşü ve anlayışını yansıtır; edebiyat ilmiyle uğraşan kişi ise, duygu, kanaat ve hayat görüşünden azade, metinleri edebiyat biliminin verdiği kriterler çerçevesinde objektif olarak ele alıp tahlilini yapar. Bu yazının konusu, “edebiyat ilmi” değil; bir sanat eseri olarak edebiyat ve bunun diğer güzel sanatlarla olan ilişkisi; yani, bir estetik olgu olarak diğer güzel sanatlarla ortak paydasının tespitidir.

Diğer güzel sanatların malzemesi somuttur. Mermer, taş, ahşap, renk, çizgi, metal vs… Musiki ve edebiyatın malzemesi soyut bir “şey”dir. Musikide, seslerin dizilişi sanatın esasını oluştururken, edebiyatta, sesin kelime şeklinde kümeleşmesi ve taşıdığı anlam önemlidir.

Güzel sanatlar arasında bir gezinti Her güzel sanatın esas olarak kullandığı malzemeler vardır. Mesela musiki, sesi kullanır. Sesin do gamı kurallarına göre sıralanması musiki sanatını oluşturur. Bestekâr veya kompozitör, 8 esas sesi ve ayrıntı sesleri belirli kurallar ve ses estetiği çerçevesinde bir form’a kavuşturur. 12

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Güzel sanatların her alanında, eserin ortaya çıkması için bir sanatçıya; yani, kurgulayan ve tasavvur edene ihtiyaç vardır. Sanatçı, malzemeyi hangi kurallar çerçevesinde nasıl kompoze edeceğini zihniyet dünyasında oluşturan ve dış dünyadan aldığı malzemeyi, kendi zihin dünyasında yeniden kurgulayıp üreten bir kişidir. Mimarlık sanatı, yapı elemanlarının (taş, tuğla, mermer, kum, çakıl, boya, ahşap, metal vs) mimarî kompozisyon kuralları çerçevesinde ve hat/çizgi estetiğiyle oluşturulan bir formdur. Heykelde esas heykeli yapılan şeyin hacimsel boyutunun çizgilerle belirlenmesidir. Malzemesi, mermer, taş, metal, ahşap, toprak-çamur, plastik olabilir. Bütün bu malzemelerin, heykel sanatı kurallarına ve formuna göre kompoze edilmesi, heykel eserlerini oluşturur. Resimde esas unsur renk ve çizgidir. Renklerin estetik kurallar çerçevesinde bir araya getirilmesi ve çizginin bunu desteklemesi söz konusudur. Klasik Doğu ve Batı resminde de böyledir bu, modern resim anlayışında da böyledir. Yani kompozisyon anlayışı değişse de, zihniyeti besleyen estetik zemin renge ve çizgiye dayanır. Kısaca ifade edersek, dönem ve coğrafya değişse de resim tabloları, rengin ve çizginin kompoze edildiği bir formdur. Klasik İslam sanatlarından hüsnühat, çizgiye ve çizgi hacmine; çizgilerin kıvrımı esasına dayanan bir sanattır. Harflerin şekli, birbirlerine bağlanışı, oransal uzunluğu, noktaya göre hacmi ve çizgilerin sonlanış biçiminin estetik kurallarıyla oluşturulan kompozisyon, hüsnühat formunu oluşturur. Klasik tezhip sanatı ise, belirli motiflerin (rûmî, hatayî, pençberg, palmet, doğal ve stilize ve doğal çiçekler) ve renklerin, nüve kalıplarının simetrik çoğaltılmasından ibarettir. Bu çoğaltmalar, ikili, dörtlü, sekizli, on altılı ve otuz ikili olacak şekilde yapılır. Yani esas nüve motif kalıbı (pattern) tekrarlı çoğaltmalarla bir üst form ve kompozisyona dönüşür. Klasik Türk sanatı olan ebruda, esas olan renk ve renklerin oluşturduğu çizgidir. Bu sanat icra

edilirken, sanatkârı bile kâğıda nasıl bir renk ve çizgi yansıyacağını tam olarak bilemez. Bu, bir yerde kitreli su, renk ve kâğıttan oluşan kompozisyonun, “biz” denen âletle büyülü bir şekilde vücut bulmasıdır. Yani, battal ebru hariç, diğer ebru türlerinde esas olan “biz”in çizgileridir. Battal ebrudaki büyü boya damlalarının oransal dağılımında gizlidir. Battal veya diğer ebru türlerinde de formu oluşturan temel husus renk ve çizgidir. Dikkat edilirse, bir kısmı kısaca izah edilen değişik güzel sanatlar alanlarında üç şey önemlidir. Birisi kullanılan malzeme; diğeri de her sanat alanının malzemeyi kompoze ediş kuralı ve üçüncüsü form’dur. Söz edebiyata gelir Bir güzel sanat şubesi olarak edebiyat da malzemesi kelime olan bir sanat alanıdır. Edebiyat eserinin oluşması için, kelimelerin edebiyat kuralları çerçevesinde bir araya gelmesi gerekir ve bu bir araya gelişte tür ve şekil esaslı bir form önemlidir. “Edebiyat” kelimesine dair bir ara kesit “Edebiyat” kelimesi, bir terim olarak Türkçe, Arapça, Farsça, Tacikçe ve Urduca’da vardır. Arapça bir kelime olarak “edebiyat”, yaygın bir kelime olan “edeb” ile aynı kökten gelmekle beraber, “ahlâkîlik” anlamında bir “edeb” değil, “tanzim etmek, belirli kurallar çerçevesinde düzenlemek” anlamında bir kelimedir ve “malzemesi olan kelimelerin belirli kurallar çerçevesinde tanzim edilmesi” demektir. Ahlâkîlik ifadesi olan “edeb” de, hayat kurallarının toplumsal normlara göre düzenlenmesi” anlamında kullanılır. Yani “edebiyat”, doğrudan “ahlâkîlik olmak” demek değildir. Aynı kökten

13

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


gelen “te’dîb etmek”, “birini toplumsal normlara göre şekillendirmek” demektir; “edebî hâle getirmek” değil. Ve karşılaştırma Diğer güzel sanatların malzemesi somuttur. Mermer, taş, ahşap, renk, çizgi, metal vs… Musiki ve edebiyatın malzemesi soyut bir “şey”dir. Musikide, seslerin dizilişi sanatın esasını oluştururken, edebiyatta, sesin kelime şeklinde kümeleşmesi ve taşıdığı anlam önemlidir. Diğer güzel sanatlarda kullanılan malzeme, özgün yapılarıyla ve tek boyutlu bir katkı ile genel kompozisyonda ve formda yer alır. Musikide ise temel, sesin bizzat ses değeri ve kompozisyon şeklidir. Musikide de bir tek boyutlu katkı söz konusudur. Edebiyatta, kelimenin kompozisyona katkısı, iki boyutludur. İlki ses, ikincisi ise anlam boyutudur. Edebiyat sanatçısı, esas malzeme olan kelimeyi eserine dâhil ederken kelimenin ses değerini göz önünde bulundurur. Özellikle, kristalize bir kelime sanatı olan şiirde, anlam ile sese dayanan ahenk at başı beraber gitmelidir. Bu iki husus yanında, şiirde form ve ritm de önemlidir. Mimaride çizgilerin ve satıhların kullanılmasındaki ritm ve musikide sesin kullanım zamanını belirleyen ritm (usul) birbirine benzer. Resimdeki, tezhipteki, hüsühattaki ve ebrudaki çizgilerin kullanılışı da, şiirdeki ritmin her alanın malzemesine göre yansımasından ibarettir. Mesela, en kestirme mukayeselerden biri, aruz veya hece ölçüsüne göre yazılan şiirlerdeki tekrara dayanan ritm ile tezhipteki veya mimarîdeki simetrik esaslı ritm birbirinin yansımasıdır. Edebiyattaki tür ve şekil oluşumu ile diğer güzel sanatlardaki tür ve şekil de zihniyet itibariyle birbirine benzer. Tür ve şeklin oluşması, malzemenin kompoze ediş şekli ve oluşan formun karakteristiğine bağlıdır. Mesela, şiir formu ile tahkiye formu (roman, hikâye, gezi, deneme vs) sadece kelimelerin kullanılış şeklinden kaynaklanmaz, kelimelerin kompoze ediliş şeklinin farklılaşmasına dayanır. Mimaride, malzemenin kullanılışı ve kompoze ediliş şekilleri, değişik formların oluşmasına yol açar. Dinî mimari veya konut şeklinde kompozisyon, sadece malzeme farklı-

lığını yansıtmaz, form farklılığını da yansıtır. Konut mimarisinde bile köşk ile basit ev arasındaki fark, komposizyon farkıdır. Musikide, makamlar ve usuller arasındaki fark, nihayetinde bir form farklılığıdır. Yani, segâh makamı ile uşşak makamı arasındaki fark veya devrihindî ile velveleli devrihindî arasındaki fark, bir kompozisyon farkıdır. Batı musikisinde flarmoni ile senfoni arasındaki fark da bir form ve kompozisyon farkıdır. Bunu diğer güzel sanatlardaki form teşekkülünde de görmek mümkündür. Ebru sanatı ile edebiyat sanatı yan yana getirildiğinde, edebiyattaki “şathiye” geleneğinin, güzel sanatlardan en çok ebruya benzediği düşünülebilir. Çünkü ikisinde de, malzemenin kompozisyonu irade dışı da tezahür edebilir. Güzel sanatların ortak paydası Edebiyat dâhil, bütün güzel sanatların ortak paydası, estetik kural, kompoze olmaları ve standart formlarının olmalarıdır. “Estetik kural”, malzemenin kullanışına göre bir “kompoze olma”yı doğurur. Yani, “kompoze olmak” estetik kuralın belirleyiciliğiyle gelişir. Estetik kural, basit bir kuralcılık anlayışı değildir. Her sanatın estetik kuralı, malzemenin işlenerek yüzyıllar içinde oluşan bir oransallıkla; yani malzemenin birbiriyle kurgusal ilişkisinin yansımasıyla oluşur. Edebiyatta da esas olan kurgusallıktır ve bu kurgusallıkta, bizzat kurgunun kendisi ve şekli doğrudan edebiyat sanatını oluşturur. Üslup kelimeler arası ilişkiyi ifade eden retorik, kelime kullanma estetiği olarak tezahür eder. Güzel sanatların her alanında, eserin ortaya çıkması için bir sanatçıya; yani, kurgulayan ve tasavvur edene ihtiyaç vardır. Sanatçı, malzemeyi hangi kurallar çerçevesinde nasıl kompoze edeceğini zihniyet dünyasında oluşturan ve dış dünyadan aldığı malzemeyi, kendi zihin dünyasında yeniden kurgulayıp üreten bir kişidir. Demek ki, her ne kadar kullanılan malzeme birbirinden farklı olsa da bütün güzel sanatların ortak paydasında, estetik kural, kompozisyon, form ve kurgusallık vardır. Malzemesi kelime olan edebiyat da aynı ortak paydaya sahiptir.■

14

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Caize alamayan şairlerin psikolojileri YUSUF ÇETİNDAĞ*

İ

nsanoğlu her türlü icat ve keşfini faydalı olmak, iltifat görmek, takdir edilmek ve nihayetinde maddi-manevi bir karşılık elde etmek için gerçekleştirir. Bu eser, insanlığın doğrudan faydasına olduğu gibi güzellik duygusuna hitap eden bir sanat eseri de olabilir. Özellikle eski Doğu toplumlarında sanat ve estetik kaygısı sonucu ortaya konan yani güzellik duygusuna hitap eden eserlerin Batıya nispetle daha çok önemsendiği ve rağbet gördüğü çok açık bir gerçektir. Doğu toplumlarında ortaya konan bir sanat eserinin destek görmesi İslam öncesine uzanır. Kaynaklara göre ilk örnekleri Cahiliye dönemi Araplarında görülen sanat eserine verilen desteğe caize denir. Cahiliye dönemi Araplarında şair, ravi ve kabile reisi toplumun önde gelen üç figürüdür. Kabile reisinin hemen yanı başında yer alan ve onların adeta yardımcıları gibi vazife gören şair ve ravinin bazen ikisinin de aynı kişi olduğu görülebilir. Bu ikili, iktidara yakın olmakla maddi-manevi birçok nimeti de elde eder. İslamiyetle beraber Hz. Peygamberin Hassan b. Sabit, Abdullah ibn Revaha ve Kab b. Züheyr gibi şairleri vardı. Bu şairlerden Kab b. Züheyr, ünlü kasidesini yazınca belki dünyanın en kıymetli caizesini, Hz. Peygamberin hırkasını alarak tarihe geçmişti. Sonraki dönemlerde de şairle* Prof. Dr. Mardin Artuklu Ü.Türk Dili ve Ed.

rin paha biçilmez caizeler elde ettiği; kimisinin ağzının mücevherlerle doldurulduğu, kimisine hesapsız bağ bahçeler bağışlandığı, kimisinin de vezirlik makamına kadar yükseldiği bilinmektedir. İlk caizeler Arapların tek nazım şekli olan kasideye ve daha genelde şiire verilse de zamanla farklı alanlardaki birçok sanat eserinin caize ile ödüllendirildiği görülür. Tezkirelerde bu tür bağış ve ihsanlara geniş bir şekilde yer verilir. Hemen her şair, söz konusu bağışlara bir gün kendisinin de ulaşabileceği hayaliyle yaşardı. Bu hayal, şüphesiz birçok şairin motivasyonuna büyük katkı sağlarken aynı zamanda büyük beklentiler de oluştururdu. Hedefe kitlenen şairin gözü bir süre sonra hiçbir şeyi görmezdi. Kaleme aldığı muhteşem (!) eserinin, sunacağı kişi başta olmak üzere herkes tarafından takdir edilmesini, övülmesini ve bahsi geçen bu eser için kendisine büyük servetler bağışlanması gerektiğini düşünürdü. Ömrü boyunca birkaç eser kaleme alabilen bir şair için eseri dünyadaki en muhteşem şeydi. Şairin böyle düşünmesinde geleneğin şiire bakışının büyük tesiri vardı. Çünkü eski dünyada sanat denince akla şiir gelirdi ve en yüce hakikatler bile şiir diliyle ifade edilirdi.. Özellikle 10. yüzyılda şiirle tasavvufun buluşması ilerleyen yüzyıllarda şiirin elini iyiden iyiye güçlendirdi. Şiir, kutsala taşıyıcılık yapınca şairlerin

15

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


de haliyle çok kıymet gördü. Dört Halife döneminde eski değerini biraz da olsa yitiren şairler; Emeviler, Abbasiler, Gazneliler, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde Cahiliyye devrinde olduğu gibi maddi-manevi toplumun en üst seviyesindeki yerlerini aldılar.. Denildiği gibi bunun onlarca örneği de mevcuttu. Devletşâh’ın naklettiği bir olayda sultanlardan birisi, Şâhî-i Sebzvarî’yi kendi meclisinde layık olduğu yere değil de daha aşağı bir yere oturtur. Buna çok kızan Şâhî konuyla ilgili bir kıta yazar ve sultanı ağır bir şekilde eleştirir: “Ey padişah, bu felek bin yıl dönse benim gibi yüzlerce hüner sahibi bir yegane-i dehr yetiştiremez. Eğer sen beni kıymetsiz birtakım insanlarla aşağı bir yere oturtursan şaşılmaz. Yalnız bu hususta benim bildiğim bir nükte var: “Senin meclisin bir denizdir ve hiç şüphe yok ki denizde inciler denizin dibinde, çerçöp üstünde olur.” (Devletşâh, s.496) Şairler, özellikle caize vesilesi olan methiye türü kasidelerde kendilerini geliştirmiş ve bu tür şiirlere daha fazla özen göstermişlerdir. Çünkü bu şiirlerin çok güçlü bir motivasyonu vardır: Caize. Eğer şair büyük bir para elde etmek istiyorsa öncelikle sanattan anlayan ve bu sanatı hak ettiği ölçüde takdir edebilecek padişah veya devlet adamı bulması gerekir. Yani sanattan anlayan cömert bir devlet adamı bulmak öncelikli ilk şarttır. Ardından da sanatlı mükemmel bir şiir kaleme alınarak o kişiye sunulmadır. İlk dönem Arap devletlerinde şairle devlet adamı arasındaki bu ilişki çok daha belirgin ve pazarlığa açıktı. Çünkü fikirlerini, padişaha karşı da olsa, açık açık söyleyebilmek Arap toplumunun doğasında vardı. Eğer şair, muhataptan hak ettiğini düşündüğü caizeyi alamazsa bunu hiç düşünmeden söyler ve itiraz ederdi. Hatta bu konuda profesyonelleşen büyük şairler methiye şiirine muhatabın büyüklüğüne değil de caizenin büyüklüğüne göre emek sarfediyorlardı. Büyük ihsanlarda bulunan muhataba çok büyük, tarihe geçecek sanatlı şiirler yazarken az caize veren muhataba parasına göre methiye şiiri yazıyorlardı. İbnü’l-Mu’tez, İbn Miyyâde maddesinde methiye şairinin bu psikolojisini çok iyi yansıtan bir örneğe yer verir: O, Dıbyan’dan gelmişti ve Abbasîler döneminin şairiydi. Basra valisine gitti ve onun için şiir söyledi. Valinin adı Cafer b.

Süleyman’dı. Ancak Cafer şiirdeki hafifliği ve rekakati gördü ve şairi ayıpladı. Ardından da: Ey İbn Miyyâde, fasık Velid için çok güzel bir şiir söylerken bana böyle bir şiiri mi layık görüyorsun, dedi. İbn Miyyâde cevaben: Şairin methiyesi caizeye göre olur. Bana ne Velid’in fıskından. Bana Velid dört yüz deve verdi. Vallahi siz benim boynumu vursanız da ben ona fasık demem. Cafer, şairin bu nüktesini çok beğendi. O da aynı hediyeyi verdi ve hadi bakalım şimdi söyle, dedi. İbn Miyyâde de mükemmel bir şiir söyledi.[1] Ancak söz konusu bu geleneğin dikkat edilmesi gereken olumsuz yönü ise şu şekildedir: Eski dünyada şiir ve şair çok kıymetli olsa ve günümüzle kıyaslanmayacak derecede itibar görse de üç-beş yüz şairden ancak birisi böylesine büyük ihsanlara kavuşabilmekteydi. Zaten şairlik tek başına bir meslek de değildi. Tezkirelerde rivayet edilen şair-hükümdar ilişkisi ve şairlerin elde ettiği caizelerle ilgili bazı örneklerde, şairlerin umduklarını bulamadıkları görülür. Bu rivayetlerde şairlerin ve eserin kendisine takdim edildiği padişah, vali veya diğer devlet adamlarının tepkilerinin çeşitlilik arz ettiği dikkat çekenen diğer husustur. Ancak bir gerçek varsa o da şairlerin dillerinin çok sivri olduğu ve istediklerini alamayınca kendilerini kaybettikleridir. Şairlerin ve muhataplarının tepkileri açısından bu olaylar birkaç gruba ayrılabilir: Bunlardan ilki caize umuduyla yazılan ancak muhatap tarafından çeşitli nedenlerden dolayı beğenilmeyen olaylardır. Muhatabın böyle tepkiler göstermesi; şairin sevilmemesi, patavatsızlığı, zamansız ve ortama uygun olmayan konuları seçmesi, muhatabın o andaki psikolojik durumu, öfkeli bir yapıya sahip olması, vb. sebeplerden olabilir. Ancak şair muhatabın bu tutumu karşısında sessizliğini ve saygısını bozmaz. Revânî, Mısır dönüşü Temmuz sıcağında II. Selîm’e berf redifli bir kaside sunar. Padişah, iltifat bekleyen 1. (‫رفعج ىلع رم دقو سابعلا ىنب مايا كردا ىتح ةدايم نبا ىقبو‬

16

‫ وهو ىلع نب ناميلس نب‬،‫ىلو‬، ‫ةكاكر رفعج ىار املف ةرصبلا‬ ‫نب ديلولا حدمتا لاق ريمالا اهيا كيبل لاق هتفخو رعشلا اذه‬ ‫اهيا لاق اذه لثمب ىنحدمتو رعشلا كلذ لثمب قسافلا ديزي‬ ‫ديلولا قسف نم ىلع امو هيطعلا ردق ىلع رعاشلا حدم نا ريمالا‬ ‫تلقال هللاو اهتالاو اهديبعو اهتاعرب هقان ةءامعبرا ىناطعا دقو‬ ‫كلذ نع ىنعنمي هناسحا ناف ىقنع تبرض ولو قساف هنا ادبا‬ ‫ةلودلا باهذو توملا دعب لجرلل هءافوو هركش نم ىار ام هبجعاف‬ ‫لوقت ىذلا كرعش لثم نالا لق هل لاقو هقان ةءامعبراب هل رماف‬ ‫( )هيف‬İbnü’l-Mu’tez, s.136)

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


şairi yaz günü kar şiiri de nereden çıktı diye huzurdan kovar. O sırada mecliste bulunan Sücudî mahlaslı şair, Revanî’nin umduğu caizeyi alamamasını resmederek alaycı bir dörtlük yazar. Revani umduğu caizeyi alamamanın yanında böylesine alay edilmesini kendisine yediremez ve Sücudî’ye aynı tonda bir cevap verir: Merhûm Revânî ki Zâtî-i sânîdür Mısr seferinde ol şâh-ı suhandân-fehîme a’ni Sultân Selîme eyyâm-ı Temmûz-ı ciger-sûzda berf redîf bir kasîde diyüp… Ammâ Hazret-i pâdişâhun mizâcına hoş gelmeyüp berf bir memdûh nesne midür ki bunun gibi lafz-ı bâridi ta’rîf kasd idüp bana kasîde sunarsun diyü ol ‘ibârât-ı berd içün sûret-i serd göstericek mezbûr Sücûdî bu kıt’a-i mezemmetvürûdı ol mahal ü mevki’de dimişdi: Sovuk sözlerle tondurdun cihânı Başuna tolular yağsun Revânî Umarken çarhdan semmûr u sincâb Dürdi kürkini gör bu zamânı Cevâb-ı Revânî der-mukâbele-i Sücûdî: Yüzün tokunmaduk yer yok cihânda Anunçün didiler sana Sücûdî (Latîfî, s.297) İkincisi umduğu caizeyi alamayınca hiciv veya başka bir şiirle tepki vermek yerine anında muhataba karşı çıkılan ve şiirin ederinin hatırlatıldığı olaylardır. Şairin bu tutumu açgözlülük veya şiirin rayicini hatırlatmak olarak yorumlanabilir. Şair, şiirinin ederini hatırlatırken kendi şiiriyle emsal şiirleri karşılaştırmakla kalmaz aynı zamanda muhatapla denk muhatapları karşılaştırır. Böylece kendisine haksızlık edildiğini söyler. Muhataba nazının geçtiğini düşünen şair, bu tepki karşısında ağır bir cezaya çarptırılmaz Fakat padişahın gönlü kırılabilir: Savecî’den evvel hiç kimse Zülfikâr gibi kaside söylememiştir. Bu kaside şiir sanatlarının bedialarını, tevşihat ve daireler, zeharifatını havidir. Her beytinde muhtelif vezinler çıkartılabilir. Birgün Savecî kasidesini adına yazdığı Muhammed Reşid’in huzuruna çıkar ve caizenin azlığından şikayet eder. Zülfikâr, Şirvan Şahına yazdığı kasideden dolayı yedi hârvâr yükü ibrişim aldı. Siz İran ve Turan hükümdarısınız, onun verdiğinin onda birini verseniz yeter. Hâlbuki benimkinde onun on misli sanat var dedi. Bunun üzerine hükümdar darıldı.

(Devletşâh, s.216) Üçüncüsü şairlerin sert eleştirilerine sert sözlerle cevap verilen olaylardır. Burada muhataplar engin hoşgörülerinden, nüktedanlıklarından, şairin başlarına daha fazla bela olma kaygısından, şairin güçlü bir aileden gelmesinden, “şairdir delidir” gibi hususlardan hareketle şairlere sert tepki göstermemişlerdir. İşi tadında bırakarak sanatın dünyasına, kalemin mürekkebine kan ve gözyaşı bulaştırmamışlardır. Mesela Câmî’nin anlattığı bir örnekte Farazdak, Basra valisi Halid’i öven bir kaside yazar, fakat beklediği caizeyi alamaz. Bunun üzerine Farazdak, vali için bir hiciv yazar: “Halid’in sarayının kapısı bana gurur vermişti. Fakat bilmedim ki bayağılık onun derisi içindeymiş. Halid’i övmekte çok yanlış yaptımsa da bu işte donuna pisleyen ilk insan ben değilim.” Bu hiciv Halid’e ulaşınca Farazdak’a bin akçe gönderir ve bu paralarla içinden dışına fırlamış olan pislikleri temizlesin, der. (Cami, s.198) Dördüncüsü şairlerin umdukları caizeyi alamadıklarında hiciv şiiriyle tepki gösterdikleri, ancak muhatapların bu hicivleri dikkate almadıkları olaylardır. Latîfî ve Hasan Çelebi’nin anlattığına göre Hâkî, bir vezire caize umuduyla bir kaside sunar, ancak eli boş döner. Bunun üzerine şair; “büyüklük vermekle olur, en iyisi sen vezirliği bana ver, sen oraya layık değilsin” der: Kerem ehli makâmıdur bu sadr Bu ululuk ya bî-sehâ nic’olur Gel begüm sen vezâreti bana vir Beni medh eyle gör atâ nic’olur (Latîfî, s.243) Resmî ise umduğu caize yerine aferin cevabı verilerek geri çevrilince muhatabına “yuh” redifli bir gazelle cevap verir: Asrındaki ekâbirün birine arz-ı hâl idüp cevâ’iz-i seniyye ricâsın eyleyüp bir kurı tahsînle savduklarında bu gazeli nazm eylemiş: Rûzgârun bize bu zulm-ı firâvânına yûfü Varımaz virmez ise dâver-i devrânına yûf (Âlî, s.136) Beşincisi umduğu caizeyi alamayan şairin ağır bir hiciv yazarak ülkeyi terk ettiği örneklerdir. Bu örneklerde şair, büyük beklenti içindedir ve hayatının eserini kaleme aldığına inanır. Hede-

17

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


fe, yani caizeye öylesine kitlenir ki eseri ve kırılan gururu için geçmişinden ve belki geleceğinden vazgeçer. İlk olarak Arûzî’nin ardından da Cami ve Devletşah’ın anlattığı Firdevsî’nin Şehnâme’yi yazma serüveninde söz konusu bu durum görülür. Sultan Mahmûd, Firdevsî’ye Şehnâme’yi kaleme alması karşılığında yüklü bir para teklif eder. Ancak eseri büyük umutlarla bitirip de hükümdara sunan Firdevsî vadedileni alamaz. Bunun üzerine hükümdarı eleştiren bir hiciv yazar ve kayıplara karışır. Uzun süren kaçak hayatından sonra şairin haklı olduğu anlaşılır ve Gazneli Mahmûd Firdevsî’ye vaat ettiği altmış bin dinarı gönderir. Ancak hediyeler şehrin bir kapısından girerken diğer kapısından Firdevsî’nin cenazesi çıkmaktadır. (Arûzî, s.57) Altıncısı şairlerin büyük hayallerle kaleme aldıkları eserlerinin muhataplar tarafından din ve ahlak kuralları hatırlatılarak geri çevrildiği veya azarlandığı olaylardır. Dindarlığı ve dini konular karşısında hassasiyeti ile bilinen II. Bâyezîd, Firdevsi tarafından kendisine sunulan üç yüz altmış ciltlik Şehnâme karşısında böyle bir tepki gösterir. Eserin doksan dokuz cildini aldıktan sonra, diğerlerini din ve ahlaka aykırı olduğu için yaktırır. Bunun üzerine Firdevsî üzülür ve padişaha bir hicviye yazarak İran’a kaçar. “…zikr olan üç yüz altmış cid kitâbun âyîn-i dîn-i İslâma muvâfık ve şe’âyir-i şer’-i şerîfe mutâbık olup kizb ü mübâlağadan ‘ârî fehm olınanlardan besân ‘aded-i esmâü’l-hüsnâ toksan tokuz cildin ihtiyâr u intihâb idüp ma’dâsın ihrâk kıldıkda müellif-i mezkûr begâyet müteellim olup bu dahi Firdevsî-i Tûsî gibi pâdişâh hakkında birkaç ebyât-ı nâşâyeste ve nâ-sezâ diyüp vilâyet-i Rûmdan firâr ve diyâr-ı Acemde karâr itdi.” (Latîfî, s.426) Gazâlî, Şehzade Korkud’u eğlendirmek, iltifatına mazhar olmak ve biraz da olsa kederlerden arındırmak için meşhur bir müstehcen eseri Türkçeye çevirerek ona sunar. Ancak Şehzade Korkud “dedelerimize din ve dünya adına yüzlerce güzel eser sunulurken sen bana bu fuhuş kitabını mı layık gördün” diyerek şairi huzurdan kovar: “…Elfiyye ve Şelfiyye adlu risâle-i letâyifi Türkîye terceme idüp Dâfiu’l-gumûm ve Dâfiu’l-humûm diyü tesmiye itmişdür. Kitâb-ı mezkûrı Sultan Korkuda ‘arz itdükde ol mertebede fâhiş fahşiyyâta rızâ ve ruhsat göstermeyüp kitâbını ihrâk ve kendüyi iğrâk emr

itdi diyü rivâyet olunur. Bu ‘illetden ki şu’arâ-yı sâbıkâ selâtîn-i sâlife içün mûcib-i du’â ve tahsîn ve müstevcib-i senâ ve âferin dîn ü dünyâya nâfi’ bir fevâyid ü menâfi’ kütüb ü resâyil te’lîf ü tasnîf iderler. Sen benüm içün fahşiyyât u hezliyât mı yazarsun diyü hitâb-ı itâb-âmîz düp dergâhından dûr itdi.” (Latîfî, s.411) Yedincisi umduğu caizeyi alamayınca muhatabı hiciv şiiriyle eleştiren ve neticesinde ölüm fermanı verilen olaylardır. Figânî, İbrahim Paşa’ya bir kaside sunar, fakat beklediği ilgiyi görmez. Bunun üzerine bir hicviyye yazar, ancak bu şiir onun ölüm fermanı olur. Bahsi geçen hiciv şöyledir: Dü İbrâhîm âmed be-deyr-i cihân Yekî büt şiken şod yekî büt nişân” (Dünyaya iki İbrahim geldi, birisi put kırdı, diğer put dikti.) (Latîfî, s.439) Sekizince ve en ilginç caize örneği ise Mehmet Akif’in İstiklal Marşını yazma hikayesidir. Milli Mücadele esnasında düşman orduları Anadolu’yu işgal edince Milli Eğitim Bakanlığı halkın mücadele aşkını arttırmak için o zamanın parasıyla 500 TL ödülle, yani caizeyle milli bir marş yazılmasını ister. Yarışmaya 734 şair katılır, ancak hiçbirinin şiiri beğenilmez. Mehmet Akif sırf bu caizeden dolayı marşı yazmayı kabul etmez. O şiir yazsın diye caize vermekten vazgeçilir. Bu garantiyi alan Mehmet Akif 48 saatte İstiklal Marşını yazar. Netice olarak her insan gibi şair de eserinin takdir edilmesini ve karşılığının fazlasıyla verilmesi gerektiğini düşünür. Ancak örneklerde görüldüğü üzere şairler biraz da geleneğin tesiriyle şiirlerini çok yüceltmiş, kendilerini diğer insanlardan ve eserlerini diğer eserlerden daha üstün görmüşlerdir. Örneklerde görüldüğü üzere bu bakış şairin büyük beklentilere girmesine ve beklediğini elde edemeyince aşırı tepkiler vermesine sebep olmuştur. Tabi burada şair kadar şairin sunulduğu muhatap da büyük önem taşımaktadır. Muhataplar şairlerin ölçüyü aşan tepkilerine kimi zaman olgunlukla karşılık verirken kimi zaman da aynı sertlikte cevaplar vermişlerdir. Hatta muhataplar şairleri idama götürecek kadar ölçüyü kaçırabilmişlerdir.■

18

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Şiire düşman bir eleştirmen ve işlediği şiir cinayetleri SEVAL KOÇOĞLU

Aziz okuyucular, Yıllardır yaptığı eleştirileriyle pek çok genç şairin şiir vadisindeki yollarını tepeden koca koca kayalar yuvarlayarak tıkayan bir eleştirmen(!) ve onun bir tahlili bugünkü yazımızın konusudur. Söz konusu metin, Çağdaş Edebiyat dergisinin 14. sayısında yer aldı. Hatırlarsanız Çağdaş Edebiyat dergisi ilk sayısında okuyucularına şu vaatte bulunmuştu: “Edebiyatın bir sanat dalı olduğu gerçeğini göz ardı etmeden bilimsel yöntemler uygulanarak geliştirilebileceğini ve bu yolla zamanı aşan kalıcı eserler üretilebileceğini saygıdeğer okurlarımıza ispat edeceğiz.” Bu misyonu neden tekrar etme lüzumu gördüm hemen izah edeyim. Çağdaş Edebiyat dergisi klasik eser ortaya koymanın yolunu edebî eserlerin birtakım tekniklerle geliştirilmesinde görüyor ama her nedense Feridun Gökçe’nin işin gelişme kısmını nasıl budadığını görmüyor. Feridun Gökçe yazarken kalem yerine tırpan kullanır. Bu yüzden onun âdeta kadrolu yazarı olduğu bir derginin gelişme yahut geliştirme iddiasında olması son derece yersizdir. Ya da yazıları yazı işleri sorumluları tarafından okunmuyor. Aslında bu ihtimal bizce akla yatkındır –ki haksız da sayılmazlar-. Diyeceksiniz ki madem yazdıklarının kendi etrafınca bile bir kıymeti olduğuna inanmıyorsunuz da neden onun hakkında bir yazı kaleme alıyorsunuz? Evvela şunu belirtmeliyim ki daha önceden yaşanmış son derece tatsız bir hâdiseden sonra (bu hâdisenin ne olduğunu daha sonraki yazılarımda yeri gelince nakledeceğim) onunla ilgili tek satır yazmak içimden gelmiyordu hatta yeminliydim. Fakat yakın bir ahbabımın şiirlerini bastığı genç bir şairin başına gelenleri duyunca sözümde duramadım. Geçen hafta şair, bir toplantıda Feridun Gökçe ile tanıştırılmış. Feridun Gökçe ona kimleri okuduğunu, kendisini kimlere daha yakın bulduğunu, şiir üzerine neler düşündüğünü, bizim şiir ta19

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


rihimiz ile ilgili neler bildiğini sormuş. Genç şairimiz terbiyeli bir talebe gibi dili döndüğü kadar cevap vermeye çalışmış. Feridun Gökçe cevaplardan pek memnun olmamış, sıkıştırdıkça sıkıştırmış çocuğu. En sonunda genç şairin sinirleri bozulmuş ve ağzına ne gelirse söylemeye başlamış. Bu duruma şaşıran Feridun Gökçe çocukcağıza onu imtihan etmek ya da hor görmek gibi bir niyetinin olmadığını söylemiş. Güya bir iyi niyet belirtisi olarak da Çağdaş Edebiyat’ta onun bir şiirini değerlendirebileceğinin sözünü vermiş. Genç şair buna pek sevinmiş. Ta yazı çıkana kadar… Yayınevi sahibi arkadaşımın anlattıklarından sonra şair için üzüldüm. Daha yolun başında böyle insafsızlığa uğramasını doğru bulmuyorum. Bu yüzden köşemde Feridun Gökçe’nin değerlendirmesini/eleştirisini ele alacağım. Önce biraz kısaca şairden bahsedelim:Timur Özer. Edebiyat fakültesi mezunu bir arkadaşımız. Şiire merakı ortaokul yıllarına dayanıyor. Üretken de bir şair. Yazdıklarının kalıcı olacağına inanıyorum. Ünlü edebiyatçıların hayatlarını anlatan bir belgesel yapmak istiyor, bunun üzerinde çalışıyor. Şiir anlayışına da kısaca değinecek olursak öncelikle çağının problemlerini yansıttığını belirtmemiz gerekecek. İçinde yaşadığı dünyanın giderek bozulmasına kayıtsız kalamamış. Rahatsızlığını bir şair duyarlığıyla dile getiriyor. Feridun Gökçe’nin, bir kısmını aldığı şiir (Şiirin tamamına yer vermeden bahis konusu yapmak tam da ona göre.) “Yüzsüz Umut” adını taşıyor. Yazıdan bir parça, bakalım: “…bireysel sanatlar içinde sanatçısını en çok ele veren şiirdir. Şiiri edebiyattan ayrı bir sanat dalı gibi göstermeyi aşırı bir gayret olarak yorumlamadan önce özgünlüğe her sanattan daha çok ihtiyaç duymasını hatırlatmak isterim. … Şiirin kendi yolunu çizen yetişkin tavrına en çok saygı göstermesi gerekenler şairlerken, kendi yazdığı şiiri tanımayan, dahası yazdıkları

kendilerine izah edildiğinde hayrete düşen şairlerin varlığına da artık gülüp geçilmemelidir. Çünkü mühim bir sanatın çocuk oyuncağı haline getirilmesi masum bir hata değildir, endişe vericidir. Şiir, birçoklarınca tanrı ilhamı olarak kabul edilir. Bu ilhamın değer taşıyan bir sanat eserine dönüştürülmesi de elbette sanatçının/ şairin yeteneği nispetindedir. Sanatçının sanat gayesi varsa kaygısı da olmalıdır… Bir heykeltıraş heykelini uzun uzun anlatamaz. İzleyiciye bırakır, eser yaratıcısını terk etmiştir artık. Eserinin üzerindeki örtüyü kaldırmak da izleyiciye/ okuyucuya düşer. …Timur Özer’in şiirinden bir bölüm: Hiç olmazsa şu çirkin şehirler için affedilseydik Işıklar yutuyorken karanlık ruhumuzu Kapıyı çalan masal kurtlarına ardına kadar açılan kanatlardan geçip Bir cinayet planına dâhil olarak yumuk yumuk ellerimizle Masumiyeti oracıkta tepeleyiverdik Hiç olmazsa şu çirkin şehirler için affedilseydik Açıkça görüldüğü gibi Timur Gökçe de şiir adına bir İsa çilesi yüklenmiş. Bu çileye sebep ne olmuştur ya da şairin bütün insanların yüküne aracılık denemelerini nasıl yorumlamak gerekir? Modern insan türünün kendine kurduğu dev öğütücüler -şehirler-, ruhları un ufak etmiştir. Doğal şartlarını terk eden insan yaşam olanaklarını genişletmiş, türünün devamını garanti altına almıştır. Ama kurduğu düzen sadece ayrıcalıklı olana hizmet etmiş, güçsüz çoğunluğun aristokrat/ kilise/ burjuva/ iktidar sahibi azınlık tarafından paryalaştırılmasına sebep olmuştur. Bin yılların paradoksu haline gelen bu durum aslında sanat için de verimli bir kaynak şeklini almıştır. Sanatçı kendini tutsaklaştıran, insan yanını yok sayan olgulardan hem şikâyet eden hem de bu olgulardan beslenen bir canlıya dönüşmüştür… Günümüz sanatçı-

20

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


larının birçoğunda var olan geç dönem ergenlik hali sıkıntılarına Timur Gökçe de rastlıyoruz. Bu uçsuz bucaksız bunalımı emerek beslenen şairler kendilerini kapattıkları üç artı bir evlerinde günün birinde kederden değilse bile havasızlıktan öleceklerini öngöremedikleri için bir pencere açmayı dahi akıllarına getiremediklerini bu şiirin geri kalanından öğreniyoruz. Ama şiirden yakalayamadığımız ipuçları yüzünden bu yazının şiir yorumundan ziyade şiir polisiyesine dönüşme tehlikesine karşı okuyucuya da uyarmak isterim. Yorumlamada kolaylık sağlaması için fayda- zarar bilançosu gibi bir tablo hazırlamak zorunda kaldım. Gerçi pek eğlendirici olduğunu da söylemeliyim." Şairin söyledikleri:

Şairin sakladıkları:

-estetik anlayıştan yoksun şehir -tüm şehir halkı sorumlu mudur? -ruhun kirlenişi

-genelden özele bilgi akışı sağlanacak mı?

-yalanın itibar kazanması

-cezası var mı?

-cinayet ihbarı

-kurban kim?

-masumiyetin kaybı

-geri kazanma stratejisi belirlendi mi?

…Şair çağının İsa’sı olacağını kolaylıkla kabul edeceği ve bu sayede yükseleceğini varsayıyor olabilir ama Rönesans’ın Da Vinci’si olmayı talep etmek sanatına daha çok yakışacaktır. … Son olarak şunu da söylemeliyim: “Çirkin şehir yoktur, çok bina vardır.” İşte böylesine alaycı bir tavır tepeden bakmanın doruğunda yaşayan bir insanın zehri değil de nedir? Edebiyata yakışmayan, sevgili gençlerimizi sanattan soğutan bu yıkıcı tutumlar Feridun Gökçe’nin neredeyse her sayıda yaptığı bir idman hâline geldi. Üstelik şiirle şairle ilgili eleştiri yapmayıp da insanın atasından başlayıp Rönesans’tan çıkması da son derece tuhaftır. Eleştiri diye bilinen tür şiir ya da şair hakkında yazılır. E bu esnada da genç sanatçıların biraz yüreklendirilmesinde ne kötülük var? Her şair gece gündüz şiir okumalı mı? Ne zaman vakit bulup da yazacak peki? Bunlar gerçeklikten son derece uzak. Bir de şehirlere, yapılara saplantılı bir yaklaşımının olduğunu diğer yazılarından da biliyoruz Fe-

ridun Gökçe’nin. Bunda acaba kendisinin pek de başarılı bir mimar olamamasının bilmem payı var mı? Umarım bu yazımız kendisi için bir ihtar yerine geçer ve artık genç arkadaşlarımıza daha hassasiyetle yaklaşmaya çalışır. Salim Tezer Çağdaş Edebiyat Dergisi 15. Sayı 39. sayfa’dan: (Feridun Gökçe’nin “Estetik ve İdeal” adlı köşesinden) İşlerimin ( özellikle de mimarlık fakültesindeki derslerimin) yoğunluğundan bu ayki yazımı kısa notlar halinde yazıyorum. İlgililere/ cevap bekleyenlere ulaşacağını tahmin ediyorum. -Şiir eleştirisi boşuna bir uğraştır, yorumlama esastır. -Edebi dergiler cami avlusu değildir, lütfen bakabileceğiniz kadar şairiniz olsun. -Estetik tüm sanatların birincil amacıdır. -Her sanatçı bilmekle sorumludur, isyan sonra gelir. -Değerlendirme yazıları ölçüsüz övgüyle değil nesnel bir yaklaşımla yapılır. -Şiiri hâlâ kafiyeli slogan yığını sanmak son derece demode bir anlayıştır. -Edebiyat bölümü öğrencileri çok (gerçekten çok ama) okuyup az yazmayı, ünlü yazar ve şairlerin hayatlarından belgesel yapmayı orijinal bir fikir saymamayı bir erdem olarak kabul etmelidirler. -Edebiyatın bir ilişkiler yumağı halindeki seyri artık azamî derecede sıkıcıdır. -Değerlendirmelerdeki tavrım taraflı değildir.(Fakat eksik olabileceği hakkını saklı tutarım.) -İyi bir şiiri öldürmeye kimse kıyamaz ama bazen şairler şiiri intihar için teşvik ederler. -Uzun ve babacan cümleleriyle meşhur yazarlar bana Servet-i Fünûn’ daki İtalyan edebiyatı göçmeni terza rimayı hatırlatır. Yani, yazılmasına yazıldı ama ne gerek vardı? ■

21

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


SORUŞTURMA Yaz; gurbet, sıla üzerine

Ta n e r Ta t a r

Ebru

Prof. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümü

B u r c u Y ı l m a z Ta n e r

Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

hzl. BİZİM

Yrd.Doç. Dr., İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

KÜLLİYE

22

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6

Namlı


Taner Namlı: Yaz ortasında, mevsimin sıcak günlerinden birinde bir öğle sonundayız. Üniversitenin Sosyoloji bölüm kütüphanesinde Taner Tatar ve Ebru Burcu Yılmaz hocalarımla “yaz”ın kişisel dünyamızdaki çağrışımlarını, sohbetin akışına göre sıla ve gurbete yansımalarını konuşacağız. Bu üç kavramın kişisel hayatımızda, toplum hayatımızda ve edebiyatımızdaki yerini belirlemeye gayret edeceğiz. Her zaman diliminin kendine mahsus duyarlılıkları var. Yaz mevsimi, bu zaman dilimleri içinde ayrı bir yerde duruyor gibi. Sılaya yollandığımız, sevdiklerimizle buluştuğumuz, işten güçten ziyade kendimizle daha çok meşgul olduğumuz, dış dünyaya daha çok açıldığımız, bir mevsim. Yaz, uzağı yakın eden, sılaya çağrı zamanı. Gurbet kapısını kapıyor, sıla kapısını açıyoruz. Dolayısıyla iç dünyamız şenleniyor. Yaz; bahçe, balkon, yaprak, sesler… Kendimize ait hatıralardan, duyarlılıklardan yola çıkarak yaz imgesinin bizde uyandırdıklarından bahsedelim istiyorum öncelikle. Taner Tatar: Yaz denilince aklıma gelen ilk şey kavuşmaktır. Bunun sebebi çocuk yıllarıma dayanır. Çocukken erken yaşta gurbete gittik. Ailece İstanbul’a göç ettik. Sadece yazları Malatya’ya gelebiliyorduk. Tüm sevdiklerim, arkadaşlarım Malatya’da kalmıştı. Bu sebeple yazın gelmesini dört gözle beklerdim. Yazın, çocuklar için tatil anlamı vardı ama benim için sevdiklerime kavuşmaktı. Bir manada alışmakta zorlandığım İstanbul’dan yuvama dönüş demekti. İlkokul dördüncü sınıfa giderken İstanbul’a taşınmıştık. Malatya’dan kalkıp İstanbul’a gitmek başka bir dünyaya adım atmaktı. İnsan kendini herkese, her şeye yabancı hissediyordu. İnsanlarından eşyalarına kadar her şeye yabancıydım. İki yıl süren bu yabancılık duygusunu çok yakından tattım. Malatya’da yaşadığım arkadaşlar arasındaki samimiyeti orada bulamadım. Ayak uydurmak çok zor oldu. Bu duygular içindeyken yazın Malatya’ya dönmek yuvama kavuşmaktı. Şimdi de bir parça öyle. Tatil anlayışına uzak olduğumuzdan yaz demek sevdiklerimizle daha fazla vakit geçirmek demek. Bu sefer de sevdiklerimin önemli bir kısmı İstanbul’da. Esasında insanın yuvası sevdiklerinin yanı. Netice itibariyle yazın kızgın güneşi, benim için sevgi ateşinin

tutuşmasının ve vuslatın habercisi. Taner Namlı: Bir ilk hatırası var mı yazın? İlk hatırladığınız yaz… Taner Tatar: İki yaz hatırası var. Biri tatlı, biri acı. Dayımın bir oğlu vardı, çok severdik birbirimizi. Günlerimiz hep birlikte geçerdi. Yaz gelip Malatya’ya döndüğümüzde hep onun yanına giderdim. Bir gelişimde beni Fırat'ın kenarında bulunan annesinin köyüne götürmüştü. Şimdi İstanbul’a gidip orda denizi görmek denize girmek güzel ama insanın sevdikleriyle Malatya’da nehirde yüzmesi bambaşka bir lezzet. Köye tek başıma gitmiştim, yani aile büyüklerimden kimse yanımda yoktu. Orada bir çocuk olarak yalnızdım ama misafirperverliğin büyüğü küçüğü olmayacağını orada gördüm. Çift döşek serdiler bana. Yeni, üzerinde hiç yatılmamış yün döşek. Üzerine yatınca kayboluyor insan. Tepedeki bir ceviz ağacına kalın elektrik tellerinden bir salıncak yapmışlardı. Bu salıncağa bindirdiler beni. Tepenin altı Fırat, böyle nehre doğru gidip geliyor sallanınca, sanki masallar ülkesinden bir kare gibi âdeta. Hiç unutmadığım unutulmaz bir yazdı. Ondan sonraki yaz, bir önceki yaz ne kadar güzelse o kadar acıydı. Çünkü dayımın oğlu Ahmet traktörden düşüp rahmetli olmuştu. Bana söylememişlerdi üzülmeyeyim diye. Böyle iki unutulmaz hatırası var zihnimde yazın. Ebru B. Yılmaz: Taner Hocam çocukluktan bahis açınca zihnimdeki yaz imgesi birden o zamanlara götürdü beni. Yaz benim için öncelikle sivil bir zaman dilimini kapsaması sebebiyle diğer mevsimlerden daha farklı. Kurallardan, kurumlardan azade daha sivil olduğumuz bir zaman. Tabii ki bu ruh hâli mekân olarak yaz tatillerinde gidilen köyle daha da özel bir anlam kazanıyor. Ben Adana’da şehir hayatının içinde doğdum. Hayatımın 16 yılı orada geçti. Üniversiteyi kazanınca Malatya’ya geldim. Ama yaz tatillerini köyde geçiriyordum. Şehirde yapamadığımız, aklımızdan geçmeyen, deneyimleyemediğimiz şeyleri orada rahatlıkla yapabiliyorduk. Hâlâ tazeliğini koruyan birçok hatıra biriktirdik o yıllara dair. Bunlar hep yaz mevsiminde yaşandığı için bu mevsim nostaljik bir rüya zamanı olarak kaldı hafızamda. Bu yüzden çocukluğumun yazlarını özlüyorum. Keçi sağmak, büyük dedemle dağda süpürge toplamak, hayvanları

23

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


otlatmak, tarlada çalışanlara yemek götürmek, köy bakkalına yumurta verip karşılığında sakız almak, yaza denk gelen dini bayramları köy çocuklarıyla şeker toplayarak geçirmek ve daha bir sürü şey... Şimdi hatırlıyorum da herhâlde o zamanda yaşadıklarımı hayatımın başka bir döneminde yapamazdım. Ama yirmili yaşlardan sonra özellikle memuriyetle birlikte yaz rutin bir zaman dilimine dönüştü. Toplumda dayatılan standart yaz tatili formu büyük ölçüde yaz mevsimini sevimsizleştirdi. Bununla birlikte daha tembelleştiğimi, üretmek yerine tükettiğimi fark ettim. Hâliyle iple çekilen yaz tatili, yerini mecburiyetlerin ve standart programların işgal ettiği bir zamana bıraktı. Bireysel olduğu kadar sosyolojik değişimlerle de alakalı bu durum. Geçenlerde Millî Folklor dergisinde bir yazı okumuştum. Atasözlerimizden hareketle Türk toplumunun mevsim algısı üzerine. Şöyle bir sonuç çıkmış ortaya: Genellikle yaz mevsimi ile ilgili atasözlerinde olumlu sıfatlar, kış mevsimiyle ilgili atasözlerinde olumsuz sıfatlar ağırlık kazanmış durumda. Tabii iklim ve coğrafi koşullar oldukça belirleyici bu sonucun ortaya çıkmasında. Bu istastiksel sonuca göre Türk milleti yazı seviyor. Taner Namlı: Yaz çok sevdiğim bir mevsim olduğu için biraz methiye dizeceğim ben. Yaz, bir ışık ve güneş sofrası. Baharla başlayan tabiatın çağrısı sürüyor bu mevsimde. Yazın, dışarıya çağıran bir sesi var. Mesela kış daha içe dönük bir mevsim, mahrem bir tarafı var. İçimize ve iç mekânlara kapanıyoruz. Yazın dış dünyada yaşa-

ma deneyimi imkânı belki fazla olduğu için yaz anıları daha çok yer ediyor insanda. Kışın kendimizle, yazın başkalarıyla daha çok baş başa kalıyoruz diye düşünüyorum. Dolayısıyla çağrışımları daha ışıltılı. Yaz geceleri ayrı bir imge olarak var. Yaz okumaları var. Yazın okunacak yazarlar var mesela. Halikarnas Balıkçısı bunlardan biridir. Onun Mavi Sürgün’ü kışın okunmaz bana göre. Batı klasikleri de kışın okunmaya daha değer gibi geliyor bana. İnsan ruhlarının kasvetinden, koyu gölgesinden midir bilmem? Ben yaza, çocukluğumun bir döneminin geçtiği müstakil bir evin bahçesinde rastladığımı hatırlıyorum. Beş altı yaşlarımın ilk yaz hatırası. Bol ışıklı sıcak bir gün. Bahçede yemek hazırlayan aile fertleri ve misafirler. Aile duygusunun sıcaklığının yaşandığı, telaşlı ve mutlu bir gün hatırladığım. Müsaadeniz olursa yaz imgesinin Türk şiirindeki yerinden bahsetmek istiyorum. Tespit ettiklerim ve hatırladıklarımdan yola çıkarak. Bazı dizeleri aldığım notlardan da okumak istiyorum. Ahmet Haşim’den günümüze derin bir duyarlılıkla yaklaşılmış yaza. Haşim’in “Bir Yaz Gecesi Hatırası” başlıklı bir şiiri var. İşveli, fısıltılarla dolu, neşeli yaşanmış bir yaz akşamını yâd ediyor ama ayrılıkla neticelendiğini anlıyoruz şiirin sonunda bu yaz gecesinin.

24

“Uçmakta bu ateşli havada Vuslat demi, bir kuş gibi, bîtâb” Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz” şiirini de an-

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


mak lazım. “Rü’ya gibi bir yazdı. Yarattın hevesinle” dizesiyle başlayan şiir, Haşim’in hazin yaz akşamını yâd edişini hatırlatıyor. Zevkle, bahçedeki şen seslerle, özlemle hatırlanan bir yaz. “Körfezdeki dalgın suya bir bak, göreceksin: Geçmiş gecelerden biri durmakta derinde;” Bu çizginin devamında Tanpınar’ın “Bütün Yaz” şiiri… Hemen hemen aynı imgeler etrafında örülmüş. “Ne güzel geçti bütün yaz, Geceler küçük bahçede... Sen zambaklar kadar beyaz Ve ürkek bir düşüncede, Sanki mehtaplı gecede” İkinci Yeni şairlerinin hemen hepsinin yazla ilgili birkaç şiiri var. Bulabildiklerim ve hatırlayabildiklerimden biri Edip Cansever’in “Yaz Mutluluğu” adlı şiiri. Deniz, kuş, özgürlük, umut imaj ve duygularıyla örülmüş bir şiir. “Sen bir karanfilsin, delisin İçlisin de, bükersin hemen boynunu Mendilimin içindeki kirazdır Mendilin içi kiraz Bilmem ki, ne desem, yaz mutluluğu. … Sevgilim, canım mendilim Mendilim kiraz dolu Anlatamıyorum galiba Hüzün değil yaz mutluluğu.”

“Bir Yazı Anlamak”a “Kışsa, Zordur bir yazı anlamak.” diye başlıyor. Edip Cansever’in “Yaz Mutluluğu” şiirinde geçen haziran, gül ve karanfil imgeleri bu şiirde de var. “Bir yazı anlamak, zordur ve anlamlıdır.” derken hatırlayışlarla geçmişten kalan bir yazın hatıralarını birleştirmeye çalışıyor. Bir anlam kazandırmaya çalışıyor yaza. Cemal Süreya’nın “Yaz Sonu” şiiri ise oldukça kapalı ve yüklü bir şiir. Çağrışımları çok dağınık. Şiirin son kısmını okuyayım izninizle: “Ve sen sonunda bir gün çıkar gelirsin diye, Çok şeyin adı küçük yazıldı; Silinmez anlar vardır, Karşı konmaz özlemler, Ben şimdi ne istediğimi de bilmeden artık Bağırıp duruyorum ya, şurda, Sen yaz sonu ilan eden güzel keten, Güneşten yırtılmış caz, sen!” Sezai Karakoç’un “Ateş Dansı” başlıklı üçleme şiirlerinden birinde de şu dizeler var. “Yazları göç ettiler denize gömmek için Ateşten fırlayan o zehir parçacıklarını Kışın kentin kayganlığında İçki bardaklarının ardında Pürtük televizyon ekranlarında Biten o deniz dibine mahsus acı yosunlarını”

Yine II. Yeni’nin önemli isimlerinden Turgut Uyar’ın “Yaz Yadırgaması”, “Yaza Girmeden Yazda” ve “Bir Yazı Anlamak” gibi üç şiiri var. Bu şiirleri okumayacağım çünkü oldukça uzun şiirler. Ama birkaç dize ile yansıttığı genel duygulardan bahsetmek istiyorum. Durağan ve yadırganan bir yaz iklimi tablosu çiziyor Turgut Uyar, “Yaz Yadırgaması”nda. “sanıyorum bu gelen hüzünlü bir yaz olacak öyle ki bütün akşamları hüzünlü dutları ve karpuzları kavruk sevgilim, dutları ve karpuzları kavruk güneyden gelen adamların bile terlediği”

Modernizmin dayattığı yaz tatili olgusuna gönderme yapıyor. Kendisini bu yaşam tarzının gereklerine prangalamış modern insan, bir deniz tatiline çıktığında bir yıl boyunca biriktirdiği yüklerini sanki denize gömmeye koşuyor. Suya teslim etmek için ıstırabını... Türk şiirinde yaz imgesini en iyi işleyen şairlerimizden biri şüphesiz Hilmi Yavuz. “Yaz! Sevgilim” diyen, “Yaz Geçer” şiirlerinin sahibi. Toplu şiirlerinin adını bile “Büyüsün Yaz” olarak koymuş. “Sen Bir Büyüsün Yaz” şiirinde “Yollar gül sesleridir, Beni yazın ta içine çağıran” diyor. Ve devam ediyor: “Ah bellek, acı bellek! Hem ansın sen hem kim bilir hangi gülden Kalma diken? Ve ne uzun bir büyüsün yaz! Gurbetler senin ülken

25

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Yalnızlar senin ülken “ “Feyyaz” şiirinde de şiirimizde yazı ölümsüzleştiren ifadeler var: Yaz bir önceki yazın Kalbidir Feyyaz! … Aşkların üstünden uçarken Şiir kendini seyreder Yazları gösteren aynadan Feyyaz, ey yaz! Feyyaz, ey yaz! Fey Yaz bahsiyle ilgili söyleyeceklerimi Nazım Payam’ın “Ses ve Yaz” kitabından not aldığım bir alıntıyla bitireyim sözümü. Kitapla aynı ismi taşıyan yazıda: ”Yaz! Ah yaz! Her şairin, şehrin, mevsimin bir tonu var. Fakat başakları olgunlaştıran yazda ‘Güvercin bakışlı sessizlik bile’ bir başka ahenk çınlatır.” diyor. Taner Tatar: Çok hızlı değişiyoruz. Eskiden geleneksel toplumlarda yaz demek ailenin bir araya gelmesi demekti. Şimdiki gibi karşılığı tatil olan bir zaman dilimi değildi. Şimdi yaz denilince akla tatil geliyor. Tatil ne? Tatil, insanın her şeyden kaçması olarak görülüyor. Önce kendisinden. Yani akrabasını, çocuklarını, her şeyi bir kenara bırakıp kafama göre biraz rahat edeyim. Ama kaçtığı önce kendisi. Kendisini bir yalnızlığın içerisine sürüklemek istiyor. Bu yalnızlık inziva mı? Biliyorsunuz kültürümüzde

inzivanın olumlu bir anlamı var. İnzivada insan kendisini bulur. Ama buradaki yalnızlıkta insan kendisinden kaçıyor. Mutlu olacağını zannediyor yalnız kalınca. Ama bilmiyor ki insan sevdikleriyle mutlu olur. O mutluluğu da yakalayamıyor tabiatıyla. Mesela, bizim büyüklerimiz yazın babaanne evinde toplanırdı. Biri Almanya’dan, babam Fransa’dan, amcalarım Ankara’dan… Yaz demek aile bireylerinin bir araya gelip buluşması, birlikte zaman geçirmesi demekti. Şimdiye bakıyorum; aile fertlerim aynı, ben aynı ben, ama bir araya gelip bir muhabbet ortamında zaman geçirmiyoruz. Çocuklarımız birbirleriyle tanışmıyor. Yaz geldiğinde herkes bulunduğu yerden kaçıyor ama birbirinin olduğu yere değil, birbirinden uzaklara kaçıyor. Tatil, insanın insanlığını da tatil etmesi gibi bir boyuta sürükleniyor sanki. O yüzden yazlar, bizim gibi sevgi ortamına alışmış olanlar için kâbusa dönüşüyor. Belki de bu yüzden hiç hoşlanmıyoruz. Taner Namlı: Yaz boş bir zaman dilimi mi? Bu modernizmle yerleşen bir mesele olsa gerek. Bir boş zaman kültürü oluşmuş. Vaktin bir nimet olarak telakki edildiği inanç geleneğimizde herhâlde bir mevsimin keyfe ve başıboşluğa adanan bir zaman dilimi olarak görülmesi kabul edilemez. Bu biraz da gelenek-modernizm çatışmasından kaynaklanıyor. Zaman algılarımızın ve özellikle yaz algısının değişmesinde modernizmin ne denli etkisi var? Taner Tatar: Benim kanaatime göre ondan önce bir aşama daha var gibi. Evveliyatımızda

26

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


konargöçer hayat yaşayan bir millettik. Bu hayat tarzında yaylak ve kışlak vardı. Yaz geldiğinde bütün ova, köy toplanır yaylalara göç ederdi. Bu göç nasıl bir göçtü? Kış nasıl bir kıştı? Soğuktu ve tabiat ölüydü. Bahar geliyor, karlar eriyor, kuzular yavruluyor, tabiatın her yerinde canlılık meydana geliyor. İnsanlar da canlanıyor, toplanıyor ve yaylaya gidiyorlar. Bu Karacaoğlan’ın şiirinde şöyle anlatılıyor; “Erisin dağların karı erisin İnsin seli düz ovayı bürüsün Türkmen ili yaylasına yürüsün Ak kuzular melesin de gidelim.” Ak kuzular meledi mi duramıyorlar. Bu bizde bir alışkanlığı, yerinde duramama âdetini oluşturmuş zaten. Taner Namlı: Yaz, şenliğe çağırıyor insanı böyle bir hayat tarzında. Üretime dönük bir yaşamın yeni perdesi açılıyor. Tipik tarım toplumu kültürü... Ama sanayileşmeye yönelen toplumlarda bu yaşama unsurları kaybolmaya yüz tutuyor. Taner Tatar: Tabi. Biz konargöçer hayattan yerleşik hayata göçtüğümüz zaman bu geleneğimiz yavaş yavaş ortadan kayboldu. Yaylalara çıkılmaz oldu. Yerleşik hayatta yaz bulunduğun yerde veya o yere benzer yerlerde geçiyor. Mekân değişikliği çok fazla olmuyor. Sanayileşmeyle birlikte sanki geçmişten gelen o göç duygusu iyice alevlenmiş gibi köylerden şehirlere göç etmeye başladık. Şehirleşme çok hızlı bir seyir takip etti 1950’lerden sonra. Özellikle şehrin içinde yaşamaya çalışırken, hayatla boğuşurken zihnimizde hep gerisi vardı. Köyümüz, toprağımız, geldiğimiz yer, toprağımızla haşır neşir yaşadığımız yerler. O yüzden göç edilen yer hep gurbet olarak hissedildi. Çünkü geri dönüşü yok gibi. Bu birinci nesil içindi. Fakat ne oldu? İkinci nesil için şehir hayatı evin kendisi oldu. Babası için gurbet olan yer, çocuk için evdi. Fakat yaşanan ev onu pek de mutlu etmedi. Modern hayatın yaşandığı ortam farklı bir hareketlilik doğurdu. Hızlı hayat temposu, yüz yüze samimi ilişkilerin yerini resmî ilişkilerin almış olması, kalabalıklar içerisinde yaşarken hissedilen boğucu birliktelik, insan üzerinde olumsuz etkilere yol açtı. Sonra başka bir aşamaya geçildi. Bu süreç ne zaman

değişti? İletişim ve ulaşım araçlarında meydana gelen yeni gelişmelerle toplumsal ilişkiler bir merhale daha ileriye taşındı. Postmodern diye tanımlanan hayat tarzı ortaya çıktı. Mesafeler kısaldı, zaman daraldı. Uzaklar, uzaklıktan çıktı. Mekânlar yaklaştı, ama mesafeler yaklaştıkça insanlar birbirinden uzaklaştı. Ne kadar garip bir tezat! Geleneksel toplumlarda mesafe uzadıkça sıla hasretiyle insanlar birbirine yaklaşıyordu. Postmodern dönemde insan istediği zaman bir araya gelme imkânını buluyor ama insan en yakınlarını bile gönlünden uzaklaştırıyor. Evet; ulaşım, iletişim her an görme imkânını veriyor ama maalesef imkânlar nispetinde bir görüşme sıklığı olmuyor. Bundan sonra ne olacak? Bu konuda çok da iyimser değilim. Sanal âlem devreye girdi. Sanal âlemde sanarak yaşayan bir nesil var. Hiçbir şey, hiçbir taklit gerçeğinden daha kıymetli olamaz diye düşünüyoruz. Hani Raşid’in bir mısraında ifade ettiği gibi “Gül-i tasvir bahar olsa da handan olmaz”. Fakat yeni nesil için taklit gerçeğinden daha kıymetli ve güzel. Bununla ilgili bir karikatür görmüştüm. Bir adam bir gökdelende oturuyor. Pencereye sırtını dönmüş, karşısında dev bir TV ekranı var. Canlı yayında eski bir gökdelenin yıkımını izliyor büyük bir heyecanla. Pencerenin arkasında sırtını döndüğü yerde o hâdisenin bizatihi kendisi gerçekleşiyor. Gerçeğinden seyretmek yerine ekranda seyretmeyi tercih ediyor. Sanal âlem böyle bir manzara ortaya koyuyor. Dolayısıyla yeni nesil gerçeğe dokunmaktan ziyade sanal âlemde yer etmeyi seviyor. Sosyal ağlar, bu tip arkadaşlıklar… Acaba diyorum, insanlar gerçek hayatta arkadaşlarıyla zor iletişim kuruyor, bu sanal âlem mesafeleri yok eden bir ortam içinde kimse kimseden doğrudan doğruya zarar görmüyor da, sanal bir mutluluk mu veriyor? Muhtemelen bu da olabilir tabi. İşte bir adım ötesini yaşamaya başladık. Ebru B. Yılmaz: Modernizmle birlikte hızlanan bir dönüşüm süreci yaşıyoruz. Bilhassa değerlerin dönüşümü konusunda ciddi bir tahribat sözkonusu. Psikiyatr Kemal Sayar Hoca, Merhamet adlı kitabında yer verdiği “Yedi” başlıklı yazısında çok çarpıcı bir örnek verir bu konuya dair. Yedi ölümcül günah olarak kabul edilen kibir, açgözlülük, şehvet, oburluk, tembellik, haset ve öfkenin belli bir sürecin sonunda gelinen nok-

27

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


tada isim değiştirerek yedi erdem olarak toplumda kabul gördüğünden bahseder. Aslında ne kaybedildi, yitip giden değerlerin bıraktığı boşluğu ne ile doldurduk? Kayıpları ortaya koymak lazım. Aklıma muhabbet duygusu geliyor. Muhabbet kelimesi de yok, kayboldu zaten. Yeni nesil bu kavramı tanımıyor gibi. Bunun karşısına aşkı koyuyor. Akrabalık ilişkilerinden örnek verdiniz. Onlarla ninelerin dedelerin olduğu bir sofrada buluştuğumuz düşsel zamanlardan birbirinden kopuk, ruhsuz ilişkilerin yaşandığı modern zamanlara geldik. Şimdilerde ise bir whatsup grubunda bir araya geliyor akrabalar. Benim de kuzenlerimle böyle bir grubum var. Bu grupta benden sonraki üç beş yaş küçük kuzenlerimi tanıyorum, çocukluk hatıralarım var ama daha küçük olanlarla ortak anılarımız yok denecek kadar az hatta bazılarıyla yok bile. Böyle olunca iletişim dediğimiz o karşılıklı ilişki gerçekleşemiyor. Sadece mensubiyetlerle alakalı ortaklıklara sahibiz ama bu da aramızda bir duygu bağı oluşturmaya yetmiyor. Hâl hatır sorduktan sonra konuşulacak bir şey bulunamıyor. Her şeyin ölçeği insan. O yüzden ne kadar sanayi-tarım toplumu desek de insanın değişimiyle başlıyor her şey. İnsanı merkeze alıp bu olumsuz gidişatı durdurmak hatta tersine çevirmek nasıl mümkün olabilir? Değer duygusu aşılanırken belki maziye dönük şeylerin aktarımı sağlanabilir. Şimdiki çocuklar ve genç nesil mazi denen o birikimden habersiz. Bu duyguyu tatmadıkları için bilmiyorlar. Mesela sokak oyunları oynamıyorlar. Bununla birlikte sokaklardaki çocuk şarkıları da kaybolup gitti. Tanpınar, Yaşadığım Gibi’de anlatır mesela uzun uzun. Yine, Abdülhak Şinasi Hisar anlatır. Sırf çocuk şarkıları üzerinden, sokaklardan yükselen o sesler üzerinden, o mahalle kültürünün, insan ilişkilerinin nasıl değiştiğini bu küçük ölçek üzerinden anlatırlar. Aslında fotoğrafın küçük bir karesi gibi görünen bu manzara toplumsal dinamikleri şekillendiren insan ilişkilerine dair çok derinlikli göstergeler sunar bize. Taner Tatar: Peki, bu kadar değişimin içinde gurbet kendisine ne pay alıyor? Kaybolan bir duygu mu, fiilî bir gerçeklik mi? Gerçekliğin kaybolması mı daha doğrusu? Önce gurbetten başlasak. Gurbetin kelime anlamı nedir? Sevdiklerinden,

sevdiği yerden ayrılık diyelim kısaca. Kökeni ne? Gurbet, garptan gelir. Güneşin battığı yer... Garbı çok sevmemizin sebebi de bu. Biz sürekli Batı’ya göç etmiş bir milletiz. Ne kadar geriye giderseniz gidin, göçümüz hep Batı’ya doğru. O yüzden gurbet hep güneşin battığı yer. Gurup kelimesini hatırlayalım. Garibanlık da oradan, yabancılık da oradan. İnsan bir yerden bir yere gidiyor. Kendini gariban hissediyor. Gurbet kavramının kökü garp. Kökü buysa dalları ne? Dalları gözyaşı, ayrılık ama gövde ümit… Gurbet duygusunu çekilebilir kılan o ümit gövdesi. Sılaya dönme umudu. Ulu bir çınar ağacı gibi gurbet içimizdeki duygu. Dolayısıyla çok basitçe ayrılık diye ifade edilebilecek bir karşılığı yok gurbetin. Aslında burada anlatmaya çalıştığım şey şu. Kelimeyi yitirmemek lazım. Yerine başla kelimeler koyarak kavramı unutmamak lazım diye düşünüyorum. Ne diyor Bekir Sıtkı Erdoğan: “Gurbetten gelmişim yorgunum hancı! Şuraya bir yatak ser yavaş yavaş… Aman karanlığı görmesin gözüm, Beyaz perdeleri ger yavaş yavaş…” Bu şiirin akışına baktığımızda uzun yıllar süren bir gurbet hayatı ve sılaya dönüş var.

28

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


“Güç bela bir bilet aldım gişeden Yolculuk başladı Haydarpaşa’ dan…” Gidişat var ama sılada ne bulacak? Yine başka şairin dediği gibi “ben gurbette değilim gurbet benim içimde”. Biz gurbeti içinde yaşayan bir milletiz. Bekir Sıtkı şiirin sonunda; “İşte hancı ben her zaman böyleyim, Öteyi ne sen sor ne ben söyleyim Kaldır artık boş kadehi neyleyim Şu benim hesabı gör yavaş yavaş” diyor. Hesabın görüleceği güne kadar hep böyle gidecek. Niye bizim hayatımızda bu kadar önemli gurbet? Hep göç ettik, çok hareketli bir milletiz o yüzden mi? Hayır? Bizim dünyayı idrak ediş tarzımızla da alakalı. Hem dinî anlamda hem kültürel anlamda. İlk gurbet ne zamandı? Bu sorunun bizim dünyamızdaki cevabı meseleyi anlatıyor. Âdem’in cennetten dünyaya gönderilişi. Kovuluşu demiyoruz, indirilişi diyoruz biz. Âdem’in bu serencamında birkaç gurbet var. En büyük ayrılık, gurbet budur. Cenab-ı Allah’ın Âdem’i kendisinden uzaklara göndermesidir. Birincisi bu. Bu bizim dünyamızda, tasavvuf edebiyatımızda, ilahi aşkı konu edinen metinlerde Allah’tan ayrı düşme manası ve hüznüyle derin bir şekilde işlenmiş. İkincisi de şu: Ayrı ayrı yerlere indiriliyorlar Âdem ile Havva. Beşeri aşk anlamında da sevdiğinden bir ayrılık var. Gurbete düşüyorlar. Havva anamız bir yerde, Âdem babamız bir yerde. Yıllarca süren bir gözyaşı, en nihayet Cenab-ı Hakk’ın affı ve buluşun izni. Bu hâdiseye kültürel bir yorum da katmışız. Kim kime gidecek? Âdem mi Havva’ya, Havva mı Âdem’e? Âdem, gel diyor, Havva, sen gel diyor. Nihayetinde Âdem gidiyor. Ve denilir ki kültürümüzdeki kız isteme âdeti buradan doğmuştur. Tabi, bu vuslat, gurbetin bu anlamda bitmesi... Ama Cenab-ı Hakk’la ayrılık sonsuza kadar devam ediyor. Sezai Karakoç’un şiiri geliyor aklıma: “Senin kalbinden sürgün oldum ilkin Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süreği

Bütün törenlerin, şölenlerin, ayinlerin, yortuların dışında Sana geldim, ayaklarına kapanmaya geldim Af dilemeye geldim affa layık olmasam da Uzatma dünya sürgünümü benim…” Bütün sürgünler bir sürgünle başlıyor. Son nefesle biten bir dünya sürgünü! Ebru B. Yılmaz: Taner Hocam gurbet bahsinde metafizik kapıları araladı. Ben de o aralıktan gireyim. Ama öncesinde gurbet kelimesini bugün hâlâ yaşatan önemli bir kaynak olan türküler hatırımıza geliyor şüphesiz. Türkülerimiz ve arabesk müzik kültüründe sıklıkla işlenen bir tema aynı zamanda: “Yolumuz gurbete düştü hazin hazin ağlar gönül” dizesi geliyor akla. Yani güle oynaya gurbete çıkılmıyor. Bu yolun en sadık yoldaşları hüzün ve özlem oluyor. Taner Namlı: Türkçemizdeki “gurbete çekmek”, “gurbete düşmek” deyimlerini unutmamak lazım. Ebru B. Yılmaz: Evet, bu hüznün sebebi nedir? Sadece fiziksel bir ayrılık olmasa gerek. Bir yolculuk var. Hangi coğrafyada olursa olsun kendisini eksik hisseden insanın, tamamlanmak için arayışını yönelttiği bir güzergâh var. Asıl gurbet bu güzergâh üzere yapılan bir yolculuktur. Campell’in Kahramanın Sonsuz Yolculuğu diye ifade ettiği edebî eserlerde gozlemleyebildigimiz ve mitolojik metinlere kadar dayanan eski bir geçmişi olan davranış kalıbıyla kahraman, sürekli bir yolculuk hâlinde gurbet duygusunu yaşar. Kahramanlardan bazıları bu yolculuğun mahiyetinin farkında, kimisi ise değil. Ama hepimiz gurbetteyiz. Mevlana’nın dediği gibi. İnsanın yaptığı en uzun yolculuktur kendi içine yaptığı yolculuk. Bu da bir gurbet aynı zamanda. Ya da Yunus Emre’nin ifade ettiği gibi; “Bu yol uzundur menzili çoktur Geçidi yoktur derin sular var”. Bu da gurbeti betimleyen bir metin. Edebiyatta yol metaforunun gurbet anlatımında çok kullanıldığını görüyoruz. Çünkü en temel ihtiyaçlardan bir tanesi arayış ve buna bağlı olarak yol düşüncesidir insan için. Taner Tatar: Peki Hocam, yola ne zaman

29

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Yazın dışarıya çağıran bir sesi var. Mesela, kış daha içe dönük bir mevsim, mahrem bir tarafı var. İçimize ve iç mekânlara kapanıyoruz. Yazın dış dünyada yaşama deneyimi imkânı belki fazla olduğu için yaz anıları daha çok yer ediyor insanda. Kışın kendimizle, yazın başkalarıyla daha çok baş başa kalıyoruz diye düşünüyorum. düştük? Unutmadan söyleyeyim müsaadenizle. İlk hani 'tamamlanma' dediniz ya, ilk yola düştüğümüz an. Bizim anne karnında tamamlanıp dünyaya doğduğumuz an. Ve ilk gurbetimiz. Doğan da feryatta, doğuran da feryatta. Çünkü doğuran candan can çıkıyor, doğan ise bir candan ayrılıyor. Çok güvendiği bir candan. Her tarafını kuşatmış bütünüyle güvendiği bir candan ayrılıyor ve bir gurbete düşüyor. Vuslat, neyse ki çok uzun sürmüyor, anneyle bebeğin kucaklaştığı an... Ama ilk gurbet duygusu hatırlamasak da dünyaya gelişle başlıyor. Anne karnında tamdık ama kâmil değildik. Dünyaya gelir gelmez eksiğiz. Anne karnında ölüp dünyaya doğuyoruz. Hayatımız boyunca çeşitli evrelerde ölüp doğuyoruz. Her ölüşten sonraki doğuş, yeni bir gurbet oluyor bize. Bebeklikte ölüyoruz, çocukluğa doğuyoruz, çocuklukta ölüyoruz, yetişkinliğe, yetişkinlikten ihtiyarlığa doğuyoruz. Ama her doğum-ölüm sancılı geçiyor. Çünkü her yeni aşamada eskiyi geride bırakma, ondan ayrılma var. Sanki kâmil olmanın yegâne yolu göç etmekmiş gibi görülmüş. Eğer olgunlaşmak istiyorsa bir insan, bir gurbet hayatı yaşayacak. Âşık Veysel’in “Uzun ince bir yoldayım” dediği yol, gece gündüz gidilen yol. Yetişmek için menzile diyor ama menzili yok. Onu da galiba “Kara Toprak” şiiriyle tamamlıyor. Menzili kara toprak olan bir yol. Eskiden tasavvuf terbiyesinde derviş terbiye edilmeye çalışılırken tekkeden gönderilirmiş. Hadi sana yol göründü. Niye gidiyor? Aradığı ne? Nurettin Topçu’nun sözüyle ifade edecek olursak “Kendimiz dışında nereye gittiysek gurbette kaldık” diyor. Şimdi bu sö-

zün anlamı kanaatimce şu: Tüm yolculuklar insanın kendisinden kendisine olmalı. Gurbeti sıla yapan şey orada kendini bulmak. Amaç da o zaten. Nihayetinde fiziki mesafe gidilir dönülür. Mesafenin günümüzde anlamı da kalmadı zaten. Aşılmaz denilen dağlar aşılır oldu. Ama insanın kendisinden kendisine olan yolculuğu yoksa insan kendi evinde gurbettedir. Onun bir başka boyutu da var. Bu manevi boyutuydu. Bir de toplumsal boyutu var. Kendi kültürüne yabancılaşma ya da bir kültürün veya bir medeniyetin bir insanı reddetmesi hâli. “Öz yurdunda garipsin öz vatanında parya”. Nasıl garip olursun öz vatanında? Demek ki şairin “garibim her taraf bana yabancı” dediği olgu. İlla ki bir yerden bir yere gidilerek ortaya çıkmıyor. Herhangi bir yere gitmeden, gurbete bu anlamda fiziki bir mesafe kat etmeden de hayatımızda zaman zaman rastlıyor ve bu duyguyu yaşıyoruz. Her şey yabancı geliyor bazen bize. İnsanlar farklı görüyorlar, farklı algılıyorlar. Farklı münasebetler var. Sizi farklı görüyorlar. Sanki o dünyadan değilmişiz gibi hissetmeye başlıyoruz. Bunun bizim Batılılaşma serencamımızla mutlaka bir ilgisi vardır. Ama onun da ötesinde kuşaklar arasında mesafe, boşluk, çok hızlı değişim bu duyguyu çok hızlı yaşamamıza yol açıyor. Dede, oğlu; oğlu, torunu anlayamaz hâle geliyor. O kadar hızlı değişiyoruz ki bu süreç gittikçe de hızlanıyor. Artık kardeşler birbirini anlayamaz hâle geliyor. Ebru B. Yılmaz: Söylediklerinizi tamamlayıcı bir şey ilave etmek istiyorum. Gurbet ve sıla… Bir yolun iki durağı. Birinden adım atıp diğerine yaklaşmış oluyoruz. Kendine ve kültürüne ya-

30

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


bancılaşma ile ilgili şöyle bir ilişkiyi de düşündürüyor bu iki kelime. Gurbet duygusunun olabilmesi için çok güçlü bir yuva duygusuna ihtiyaç var. Çünkü geride dönebileceğimiz bir yer yoksa çıktığımız yolculuğun adı gurbet olmaz zaten ve anlamı da olmaz. Çıkış yaptığımız yer önemli. Ve bu daimi bir süreç. Belli bir zaman diliminde olup bitecek bir şey değil. Belki ömrümüzün sonuna kadar sürecek bir şey. Yahya Kemal’in Gurbet şiirindeki çok sevdiğim bir dizesini hatırlıyorum. “Ey gurbet, ey gurubu ufuklarda bitmeyen” diyor. Yani bu ilelebet sürecek bir şey. Bir de yuva kavramına nasıl bakıldığıyla alakalı bir durum. Yine Yahya Kemal’den bahis açmışken bir ramazan ayında hissettiği yoğun manevi duyguların sevkiyle “Atik Valde’den İnen Sokakta” adlı şiirini yazıyor: “Tenha sokakta kaldım oruçsuz ve neş’esiz. Yurdun bu iftarında uzak kalmanın gamı Hadsiz yaşattı ruhuma bir gurbet akşamı. Bir tek düşünce oldu teselli bu derdime: Az çok ferahlatıcı ve dedim kendi kendime: “Onlardan ayrılış bana her an üzüntüdür; Madem ki böyle duygularım kaldı çok şükür.” Yuva, yani dünyadaki aslî sılamız değerlerimizi ve kimliğimizi yaşatan yerdir. Şair, güçlü dinî duygulara sahip olmadığını ifade etmesine rağmen din, onun için kendilik değerlerini besleyen güçlü bir kaynak. Bu kaynaktan uzak düşmek, şaire gurbet duygusu yaşatıyor. O yüzden dönecek bir sılası olması ve o sılayı kuşatan değer duygusuna sahip olmak bir şükür vesilesidir. Gurbete çıkmak, fiziksel bir yolculuk olarak görülse de aslında tamamen ruhsal temelli bir yönelim. Taner Namlı: Türk milletinin ruhunda başka yerlere gitme ve oraları vatanlaştırma duygusu hep olmuş. İslamiyeti yayma ve cihangirlik duygusuyla gidecek ve orayı vatanlaştıracaksınız. Varlığımızın temel referansları olmuş bunlar. Pek çok tasavvuf erbabı, ilim erbabı, hatta peygamberler hepsi hicret etmişler. Hz. Peygamber’in hicreti de böyle. Mekke’den ayıldığı için çok üzülüyor ama Mekke’nin fethinden sonra da dönmüyor Medine’ye. Hep daüssılaya dönme arzusu var ama gittiğimiz yeri vatanlaştırma duygumuz

oldukça öne çıkıyor. Balkanları böyle vatanlaştırdık. Arketipler diyoruz ya, işte bunu sağlayan bir müteharrik duygu var. Bizi harekete geçiren bir duygu yaşıyoruz içimizde. Fethedecek, vatanlaştıracaksın. Gurbet bir ana rahmi oluyor âdeta. O insanlar onun içinde doğup kemale ulaşıyorlar. İdealin ve emellerin çizdiği bir gurbet yolu yani. Sarı Saltuk, dervişleriyle çıkıp gidiyor, diline dinine yabancı insanlar arasına. Neden? Bir tohum taşıma aşkı var çünkü. Taner Tatar: Bu başta da söylediğim, yerinde duramayan bir millet olmamızdan kaynaklanıyor. Garba doğru gidiyoruz. Sanki güneşi yakalayacağız. Yakalarsak, o güneş batmayacakmış gibi sanki. Bitmek tükenmek bilmeyen bir fetih duygusu… Bu bizim Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi ile alakalı. Dünyada cihan hâkimiyetini amaçlayan ve takip eden az sayıda millet var. Onlardan biriyiz. Geride sevdiklerimizi, köklerimizi bırakıyoruz ama gittiğimiz yerde de çabuk kök salıyoruz. Hem orayı değiştirerek hem de intibak ederek. Hacı Bayram Velî’nin “Nâgehan ol şâra vardım, ol şârı yapılır gördüm, ben dahi bile yapıldım, taş u toprak âresinde” sözünde can bulduğu üzere, ‘yapmak’ ve ‘yapılmak’ amaç edinilmiştir. Bu anlamda değiştirme kudreti bakımından da çok yetenekliyiz. Zaman zaman uyum sıkıntısı çekmiş olabilirler. Bir kültürün mensupları kendi kültürlerine ne kadar çok güvenirlerse bir başka kültürü o kadar çok çabuk benimserler. Karşı koymazlar ama dönüştürürler. Çünkü tehdit olarak görmezler. Bundan dolayı sıkıntı yaşamamışız ve çok çabuk uyum sağlamışız. Gittiğimiz yeri değiştirebilme ve intibak edebilme kabiliyeti çok çabuk kök salmamıza yol açmış. Sarı Saltuk’un dünyanın çeşitli yerlerinde makamı var, bunlardan biri olan Bosna’daki Balagay Tekkesi’ne ben de gittim. Sarı Saltuk, on iki tabut hazırlatıp öldüğümde her birini bir ülkeye gömün diyor. Niye böyle bir şey yapıyor? Çünkü bir gün gelir torunlarım dedemiz yaban toprakta kalmış, gidelim onu yaban elde bırakmayalım derler de, bir fethe vesile oluruz diyor. Sarı Saltuk kim? Battalgazi’nin torunu. Battal Gazi nerede? Malatya’da. Dede Malatya’da, torun Tuna boyunda. Bu nasıl bir aşktır ki alıp insanı oralara götürmüş. Ve burada kök salmış, çoğalmış, yalnız kalmamış. Ancak bir buçuk asra

31

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Gurbet ve sıla… Bir yolun iki durağı. Birinden adım atıp diğerine yaklaşmış oluyoruz. Kendine ve kültürüne yabancılaşma ile ilgili şöyle bir ilişkiyi de düşündürüyor bu iki kelime. Gurbet duygusunun olabilmesi için çok güçlü bir yuva duygusuna ihtiyaç var. Çünkü geride dönebileceğimiz bir yer yoksa çıktığımız yolculuğun adı gurbet olmaz zaten ve anlamı da olmaz. yaklaştı ki Tuna nehri akmam diyor. Sakarya, yokuşlardan basamak basamak inerken; üzerinde Turnaların uçtuğu Tuna, gözlerden yaş diye akıyor. Sesi kısılmış Tuna gamlı, feryadını içinde yakıp Sakarya’ya hasretle bakıyor; Yaslı Sakarya ise Tuna’dan ayrı düşmekle daha da hırçınlaşıyor. Sakarya’da Battal Gazi; Tuna’da Sarı Saltuk! Dede toruna, torun dedeye hasret; analar Yasin okuyor; mirasyedi nesil, keyfe batıyor; Sakarya çare arıyor. Ebru B. Yılmaz: Oralara sadece ceset olarak gitmemişler, ruhaniyetlerini de vermişler. Hâlen yaşayan ve gittiğimizde bize kendisini derinden hissettiren ruhaniyet. Söz gelimi özellikle Balkanlar ve Endülüs bu konuda dikkate değer mekânlar. Buralarda bize kendimizi evimizde hissettiren sıcaklık, taşa ruhunu geçiren geleneksel mimariden manevi çehreyi oluşturan isimlere ait türbelere kadar birçok kanaldan bize hikâyemizi anlatır. Dolayısıyla gurbet ve sıla, sadece kendi sınırlarımıza dair bir mekânsal gerçeklik olarak okunmamalı. Bu bakış açısı insanı ve dünyadaki macerasını gözden kaçırmamıza sebep olacaktır. Nitekim yerel ve bireysel olduğu kadar tarihî ve evrensel boyutu olan bir anlam dünyasına sahip bu kelimeler. Taner Namlı: Edebiyatımızdaki gurbet duygusundan biraz bahis açmak istiyorum. Aklıma Necip Fazıl’ın Gurbet şiiri geliyor ilkin.

“Dağda dolaşırken yakma kandili, Fersiz gözlerimi dağlama gurbet! Ne söylemez, akan suların dili Sessizlik içinde çağlama gurbet!” ile başlayan güzel bir şiir. Necip Fazıl’ın diğer şiirlerinde bu duyguya çok rastlamasak da mesela Kaldırımlar şiirini Paris’te yazdığını duymuştum. Gurbetin sesi olsa da şiirde, bohemliği bu duyguyu perdelemiş biraz. Tanzimat’tan bu yana Türk aydını ve yazarı gurbetin türküsünü çok söylemiş. En çok da politik sebeplerden dolayı yaşamışlar gurbeti. Muhalif ses, kendini gurbete salmış ama sıla özlemi şiirlerin, yazıların satır aralarında yaşamış. Tanzimat’tan Bugüne Edebiyat Ansiklopedisi'ne göre yanılmıyorsam 2132 edebiyatçının 140’ı sürgün hayatını yaşamış. Az bir rakam değil. Bu ediplerin eserlerine bakılsa, herhâlde bir sürgün ve gurbet edebiyatı oluşturacak metin karşımıza çıkacaktır. Rıza Tevfik’in “Uçun Kuşlar” başlıklı çok sade ve güzel bir şiiri var. Halk şiiri tarzında kaleme alınmış, memleketin tabii güzelliklerine gurbetten bir selam etmiş.

32

“Uçun kuşlar uçun doğduğum yere Şimdi dağlarında mor sümbül vardır Ormanlar koynunda bir serin dere Dikenler içinde sarı gül vardır.”

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Tüm yolculuklar insanın kendisinden kendisine olmalı. Gurbeti sıla yapan şey orada kendini bulmak. Amaç da o zaten. Nihayetinde fiziki mesafe gidilir dönülür. Mesafenin günümüzde anlamı da kalmadı zaten. Aşılmaz denilen dağlar aşılır oldu. Ama insanın kendisinden kendisine olan yolculuğu yoksa insan kendi evinde gurbettedir. Yahya Kemal’in “cihan vatandan ibarettir, itikadımca” gibi bir dizesinin yer aldığı “Yol Düşüncesi” adlı şiirini de uzun uzadıya okumak lazım aslında. “Vatan şehirleri karşımda, her saat, bir bir; Fetihler ufku Tekirdağ ve sevdiğim İzmir; Şerefli kubbeler iklimi, Marmara’yla Boğaz; Üzerlerinde bulutsuz ve bitmiyen bir yaz; Bütün eserlerimiz, halkımız ve askerimiz; Birer birer görünen anlı şanlı cedlerimiz; İçimde dalgalı Tekbir’i en güzel dinin; Zaman zaman da “Neva-kar’ı” doğsun, Itrî’nin. Ölüm yabancı bir âlemde bir geceyse bile, Tahayyülümde vatan kalsın eski haliyle.” Orhan Veli’nin iki şiiri var yine. Hicret I-II başlığını taşıyan. Gurbete giden bir adamın sade ve dokunaklı hikâyesi bu iki şiir…Servet-i Fünûn edebiyatı mensuplarının muhayyel bir gurbet anlayışı var. Kaçış duygusunun tetiklediği bir yönelimle gitmek istiyorlar. Yeni Zelanda’ya, olmayınca Manisa’da bir çiftliğe gitme arzuları onların gönüllü oldukları bir uzaklık hevesi… Ebru B. Yılmaz: Evet, “bir gurbet ki benzer gurbet-i kabre” diyor Tevfik Fikret. Kabir gurbetinden bahseder. Bu, sılası olmayan bir gurbettir, tıpkı ölüm gibi. Edebî eserlerde en sık gördüğümüz temalardan biri arayış olduğuna göre insanın bu arayış macerasında kimi zaman gönüllü kimi zaman da mecburiyetlere dayalı olarak çıktığı yolculuklar da gurbet hikâyeleri etrafında şekillenir. Tabii edebiyatın dili îma ve soyutlamadan güç aldığı için bu hikâyeleri farklı yorumlarla okumak mümkün. Göç ve sürgün edebiyatında doğrudan karşılaştığımız gurbet düşüncesi, psikanalitik açıdan derinlikli anlatı ve şiirlerde mistik ve metafizik boyutta gerçekleşen

bir arayışı ifade etmek için kullanılır. Taner Namlı: Yakın tarihimizde gurbetin en tanıdık simaları olan Almancılar var bir de… Ebru B. Yılmaz:: Evet gurbet deyince uzun yıllar akla hep Almanya’ya iş için göç eden “Almancılar” dediğimiz insanlarımız geldi. Onların yaşadıkları ve gittikleri yerlerdeki tutunma çabaları göç edebiyatı bağlamında işlendi edebiyatımızda da. Hatta edebiyat sosyolojisi açısından değerlendirilerek bir neslin yaşadığı kültürel kopuş ve dönüşüm üzerinden analizler yapıldı. Yani “gurbetçi” tanımlaması yurtdışı göçmenler için kullanıldı uzunca bir süre. İnsanlarımız artık gurbet sözcüğünü çok kullanmıyorlar. Gurbete çıkmak deyimi yok artık. En son babalarımız köyden kente göçerken kullanmış herhalde. Yeni nesilde gurbetin karşılığı yok, bir önceki nesilde kaldı. Bu kelimelerin yaşaması için anlam dünyasıyla da canlılığını koruması gerekiyor. Halbuki modern hayatin pratikleri insan ilişkilerini olumsuz yönde etkilerken insanı kök saldığı mekanlardan kopararak yersiz yurtsuz bir özneye dönüştürmüştür. Kavramların ölmesi pratiğin de ölmesi demek. Hafızamız da kayboluyor onlarla birlikte. Diğergamlık kelimesi gibi, melâl gibi. Kaynağını gönülden alan kavramlar ne yazık ki günümüzde itibar görmüyor. Ben’in isteklerini ve tahakkümünü bu derece önemseyen insan için diğerinin üzüntüsünü duymak mümkün değil. Bu yüzden kaybettiğimiz kelimelere ve sonrasında da o kelimelerin anlam ve duygu dünyasına kapılarımızı yeniden açmalıyız. Bu şekilde sılaya dönebiliriz ancak. Taner Namlı: Gurbetin belgesi mektup. Mektup da kaybolduysa gurbet duygusu da kaybolmuş demektir. Taner Tatar: Mesafe uzun. Mektubun seyahati de uzun. Anında cevap ihtimali yok. Gön-

33

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


derip bekliyorsun. Dolayısıyla orada duygusal bir yoğunlaşma meydana geliyor. Üzerinde tefekkür edip düşünüyor. Hayal ediyor, hasret duygusu çekiyor. “Yine yar yakmış mektubun ucunu!” Askerde sevda çekmek zordur ya. Mektubun ucunu yakıyor. Çok ilginç bir örnek geliyor aklıma Enver Paşa ile ilgili. Enver Paşa, oradan oraya seyahat ve mücadele hâlindeyken Türkistan’a geçiyor. Burada Turan ülküsü için mücadele etme amacında. Sürekli bir savaş hâlinde mücadele ediyor, esir düşüyor, kuşatmada kalıyor. Bütün bu hâller içinde eşi Naciye Sultan’a mektup yazıyor o günün şartlarında. Mektupları, Kafkaslardan İstanbul’a gönderiyor. Gönderdiği her mektuba istisnasız kendisinden bir parça koyuyor. Gül kurutuyor, papatya kurutuyor ve mektubun içine koyuyor. Bir an var ki hayatında, yakalanıyor, idam edilecek. Küçük bir pencere var hapsedildiği yerde. Karşıda darağacını görüyor ve bu esnada bile çok sevdiği eşine mektup yazıyor. Ne koyacak mektubun içine, bir şey bulamıyor. Oturduğu ranzadan bir parça koparıyor, onu koyuyor ve mektubu gönderiyor. Ebru B. Yılmaz: Sadettin Ökten Hocanın güzel bir sözü var: “Hayat beklemekle güzeldir.” Sade ama önemli bir söz. Beklemeyi bilmek. Gurbet duygusunun tamamlayıcıları… Ali Şeriati’nin bir sözüydü sanırım: “İnsanın yeryüzünde kendini her zaman gurbette hissetmesidir sanat.” diyor. Mektup da bir iç döküş ve aynı zamanda dışa vurum. Sanatsal bir eğilim varsa Kafka’nın Milena’ya Mektupları gibi metinler ortaya çıkıyor. Edebiyat, gurbetin nasıl bir duygu

olduğunu anlatabilmesi bakımından çok önemli bir sanat. Çünkü insanın dünya serüvenini, eşyayı farklı yönleriyle görmemizi sağlıyor. “Gökyüzünün başka rengi olduğunu” göstermeden önce gökyüzüne bakmayı unutan insana bu hayatî ihtiyacı yeniden hatırlatıyor. Edebiyatın nefesinin değdiği her konu gibi gurbet de, aslî anlamını ve ifadesini edebî ürünlerde buluyor. Taner Tatar: Gurbetin yavaş yavaş hayatımızdan silinmesinin sebebi galiba gurbeti ortaya koyan sebeplerin ortadan kalkması. Bir zamanlar manevi yolculuğa çıkmanın aracıydı. O manevi yolculuk, inanç dünyamızdan çekilmeye başlayınca bu anlamdaki gurbet kayboldu. Bir zamanlar iş bulma ümidiyle bir yerden başka bir yere giden insanlar yanlarında sevdiklerini götüremezlerdi. Gidecek, çalışacak, biriktirecek ve döneceklerdi. İşte bu gurbet oluyordu. İçinde hasret, gözyaşı, sabır ve ümit var. Gurbet kimi zaman eğitim amaçlıydı. Osmanlıda da Selçukluda da vardı. Bir şehirden başka şehre gidilirdi. Orada yıllarca kalınırdı. Şimdi de gidiliyor, ama kısa zamanda dönülebiliyor. Ama eskiden yolculuklardan kolay kolay dönülmüyordu. Çilesi vardı. Ebru B. Yılmaz: Artık çile yok da, turistik bir tarafı var gibi. Batı’nın kavramsallaştırmalarını kullanıyoruz. Şehirde aylak aylak dolaşan flanör tipi gibi. Biz nasıl böyle flanör olabiliriz diye düşünüyoruz. Aslolan insanın adım adım keşfedip kendini bulmasıdır. O aylaklık beraberinde bir keşif de getiriyor. Ama biz bir yerli turistmiş gibi geziyoruz. Sadece fotografik bir gözle

34

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


hızlıca bakarak. Hız ve görselliğin hâkim olduğu her durum gibi bu kayıp, derinliği kaybetmekle alakalı. Özetle söyleyecek olursam sadece derinliğini koruyanlar ve hayatı, incelikleriyle kavrayabilenler için sıla ve gurbet sözcüklerinin bir anlam ifade ettiğini düşünüyorum. Taner Tatar: Bir başka sebebi de aşk. Aşk insanı niye gurbete gönderir? Tabi, tasavvufi manasını bir yana bırakacak olursak Fuzuli'nin bir beyti var. “Yâr ile ağyârı hemdem görmeğe olsaydı sabr/ Terk-i gurbet eyleyüp azm-i diyâr etmez midüm”. Şimdi, bir tarafta yâr diğer tarafta ağyar. Beraberler. Onların birlikteliklerini bir âşık sabırla nasıl izlesin. Ancak orayı terk etmekle olacak. Gurbete gidecek. Geride ne bıraktı: Sevdiğini… Ne taşıyor kalbinde: Sevdiğini….Şimdi aşk hayatımızdan çekilince neyden neye gurbet edeceğiz. Pop şarkılarında var ya: “Yeni bir aşk yeni bir iş” ya da “At gitsin at gitsin eskimişse at gitsin”. Sürekli kullanma, atma tüketme, kâğıt mendili kullan at, meşrubat iç, kabını at. Bu atma alışkanlık oluyor. Sevgi atılıyor, dost atılıyor, arkadaş atılıyor. Kalıcı olan yok. Hafıza da yok. Nesneler sadece bizim pratik ihtiyaçlarımızı karşılayan araçlar değildir, nesneler dünyamızda bizimle birlikte bir hafıza… Hatıra diyoruz ya, nesnelerin de bir hafızası var. Şimdi yeni nesil kızlarımızın hangisi sandıklarından gelinliklerini çıkarıp geçmişi yâd edecekler. Zira gelinlik kiralandı geri verildi. Dedemin vefatından sonra bir gün evde kimse yokken babaannemin içerden ağlama sesini duydum. Henüz çocuğum. Usul usul gidip baktım. Çeyizini çıkarmış ağıt yakıp ağlıyor. Hangimiz o hafızayı yaşatacağız? Elimizde bir şey kalmıyor ki. Nesneyi atmak alışkanlık oldu. Bağ kuramıyoruz. Ebru B. Yılmaz: Sıla-i rahim denen şey de kayboldu. Hadislerle teşvik edilen bir konu bu. Sıla-i rahimi terkedenle Allah, irtibatımı keseceğini söylüyor. O kadar önemli. Bayramların yaz tatiline denk gelmesi bahanesiyle otellerde ve tatil beldelerinde geçiyor bayramlar. Turlarla geçiyor. Artık ne gidişin anlamı oluyor ne de dönüşler bekleniyor. Böyle bir anlayışın hâkim olduğu ortamda gurbet ve sıla anlamlarını kaybedip nostaljik birer figure ve yüzeysel birer maceraya dönüşüyor. Taner Tatar: Öğrencilerime soruyorum. Sev-

diklerinizden ayrıldığınızda nasıl vedalaşıyorsunuz; hangi kelimeyi kullanıyorsunuz? Görüşürüz mü, hoşçakal mı? Vedalaşırken hangi üç kelimeyi arka arkaya getirip bir güzel söz söylersiniz. Bir şey bulamıyorlar. Necip Fazıl’ın Veda şiiri var ya: “Elimde, sukutun nabzını dinle, Dinle de gönlümü alıver gitsin! Saçlarımdan tutup, kor gözlerinle, Yaşlı gözlerime dalıver gitsin” Yolu tam dönerken arkasına bakıp, köşede bir lahza kalıveren var mı? Ardımıza bakmadan mı gidiyoruz? İşte gurbetin kaybolma sebeplerinden biri de bu. Sevdiğimizden çeşitli sebeplerle uzaklaşma duygusunu kaybediyoruz. Önce sevdiğimizi ne kadar seviyoruz? Ondan uzaklaşma ihtiyacını hissediyor muyuz? Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait birkaç dizeyle bitireyim mi ben: “Nihayet bir adın kalmalı geriye Bir de o kahreden gurbet Beni affet Kaybetmek için çok erken Sevmek için çok geç.” Ebru B. Yılmaz: Her ne kadar modern ve postmodern anlayışın yapılandırdığı bir düzen içinde yaşamaya mahkûmsak da bize dünyaya geliş amacımıza hatırlatacak manevi kaynaklarla olan bağımızı mümkün olduğunca korumak zorundayız. Dünyayı güzelleştirmekle mükellef olan insanın bu gurbet hikâyesinde aktif bir kahraman olabilmesi için sılaya dönerken heybesini nelerle doldurduğuna dair kaygıları olmalı. Her şeyin ölçeği insan olduğuna göre duyuş, düşünce ve eylemlerimizin kendimize ve insanlığa sağlayacağı katkıyı düşünerek yaşamalıyız. Tabii öncelikle kaybettigimiz gurbet ve sıla duygusunu tekrar kazanmakla işe başlamak lazım. Dünya gurbetinden ebedi sılamıza layıkıyla ulaşabilenlerden olmak duası ile bu konuları konuşma imkânı veren Bizim Külliye dergisine teşekkür ediyorum. Taner Namlı: Kıymetli Hocalarıma ben de dergi adına bu keyif verici ve pek çok şeyi hatırlatıcı sohbet için teşekkür ediyorum.■

35

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


ADRES

kaçak bir sis iner dağılır gözlerine hüzün sağanakta ıslanan ince bir kadın gibi yolculuk kaçmaktır belki kendi çaresizliğinden üzülmek elde değil yoksa ayrılmak ihtimali aynaya ağlar küçük seyyahtır sevgili kalbi kime sormalı şimdi neşenin adresini

KALENDER YILDIZ

36

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


HAYATIN KIRMIZILARINDA BEKLEMEK tarihi aldanışın mucidine sor denizleri yükselten gözün debisine bir nuh koptu kopacak herkes kendi yalnızlığına tırmanıyor

sürpriz değil peygamberleri terk edeli dünyayı yarım ağız üstümüze doğan gün “dahası yok” diyor bir ses “tekrarı var ömrün” mürekkebe su damladı bir kere kalem ihanetin eşiğinde aşk elifini unuttu desem de şaşırmazsınız şakirdan meclisinde kızarmaktan vaz geçen ateşin ağzında nefesini esirger mi sandınız yedi aylık cin: “nesini methediyorsunuz hâlâ mavisi solmuş sarısı kalmış yeşilin”

MAHMUT BAHAR

37

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Benim küçük dostum AFAK ŞIHLI/AZERBAYCAN çev. İMDAT AVŞAR

Gülendam İsahanlı’ya...

K

ış boyunca yazı özlesek de, sıcaklıklar düşer düşmez, biraz tatil yapmak, dinlenmek için serin bir yer arıyoruz. Sıcaktan bunaldığımız anlarda Hazar’ın sahili boyunca dizilen bağlardan, serin bağ evlerinden ve istirahat merkezlerinden daha güzel neresi olabilir?! Elbette dünyada gezilecek, görülecek çok yer var ama ben, ana vatanımdan aldığım tadı hiçbir yerden alamıyorum. Hava, dünyanın neresinde böyle yumuşak, rüzgâr nerede böylesine ılık ve aynı zamanda ruhu okşayacak kadar serindir? Ya denizin sesi? Dünyanın neresinde böylesine sevimli; bir melodi, bir sevda ezgisi kadar hoş olabilir? İnsan, dünyanın neresinde kendisini bu kadar mutlu, güvende ve rahat hissedebilir? Elbette, kendi vatanında. Bu yaz, ruhum bedenimi sürüye sürüye, beni yine sevgili Bakü’me getirmişti. Daha uçaktayken, yüreğim, vurulmuş bir serçe gibi çırpınıyor, gözlerim ikide bir saate gidiyordu. Yere ineceğimiz anı sabırsızlıkla bekliyor, dakikaları sayıyordum. Böyle anlar nasıl da heyacanlı ve sevinçli oluyor. Çünkü biz, sevdiklerimizin ve bizi sevenlerin yanına; sılaya, boy verip büyüdüğümüz toprağa, vatanımıza dönüyoruz. Benim ana vatana gelirken hissettiğim bu duygular, çocuklarıma da sirayet etmişti. Azerbaycan’a her gelişimizde onların da küçücük kalpleri hızla çarpıyor; yürekleri büyüyüp dağ gibi oluyordu. Hatta bir keresinde oğlum Bakü Havalimanı'na indiğimizde: “Anne, rüzgâr vatan kokusu getiriyor.” demişti. Onun bu sözleri beni çok şaşırtmıştı ancak bir o kadar da sevinmiştim. Bazen çocuklar, müdrik bir filozof gibi hikmetli sözler söyleyebiliyorlar ve çocuklar asla yalan konuşamıyor asla riyakârlık edemiyorlar. Onların kalpleri berrak, cilalanmış bir ayna gibi oluyor. Bu aynadan yansıyan iyi ya da kötü, bütün görüntülerin kaynağı aslında biz anne babalarız ya da çevredeki diğer insanlar... Çocukların düşündüklerini açıkça söyleyebilme özellikleri yeri doldurulamaz bir zenginlik, bir hazinedir. Ne yazık ki biz yetişkinler, onların açık yüreklilikle söylediği bu sözlere, çoğu zaman sınırlar koyuyor, onları engelliyoruz. Oysa onlar da bizim gibi; küçük birer insan... İstersek, onlar da bizim dostlarımız, arkadaşlarımız, hatta sırdaşlarımız olabilirler... Ben de şimdi size, küçük dostumdan bahsetmek istiyorum. Anlatacaklarım, bundan üç yıl önce, Hazar sahilindeki otellerden birinde meydana geldi. ...Onun anne ve babası bizim aile dostlarımızdı. Küçük dostum, o zamanlar altı yaşın38

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


daydı. Evet, evet, sakın şaşırmayın, benim sevgili dostum ne az, ne de çok tam altı yaşındaydı. Tertemiz yüreği, zekâ fışkıran gözleri, tatlı dili ve derin kavrama yeteneğiyle, kendisinden kat kat büyük olan bir insanla dost olmak şerefi, tamamen ona aitti. Ben onunla çocuk dilince konuşmuyor; çocuk oyunları oynamıyordum. Biz, birbirimize şiirler okuyor; masallar anlatıyorduk. Gözlerini yüzüme dikip baktığında, karşımda altı yaşında bir çocuk değil, büyük bir insanla birlikte olduğumu düşünüyordum. Üstelik o, bana inanıyordu. Onu aldatmak, baştan savma cevaplar vermek aklıma bile gelmiyordu. Küçük dostum da bunu hissediyor, sorularına doğru cevap vereceğimi iyi biliyordu. Bu yüzden de sorularının ardı arkası kesilmiyordu: “Yağmur nasıl yağıyor? Yağmur suları nereye gidiyor? Akşam olunca güneş nerede saklanıyor?” Vesaire vesaire... Sorularına verilen cevapları teyp gibi hafızasına kaydediyor, sonra da gidip küçük kardeşini imtahan ediyor, kardeşinden daha üstün ve bilgili olduğunu düşünüp keyifleniyor ve yeni öğrendiği şeylerle övünüyordu. Herkes kendi çocuğunu çok sever ama bir arkadaşının çocuğunu, hiç kimse benim kadar sevemezdi. O küçük şeytan da bunu çok iyi biliyor, bazen kedi gibi koynuma giriyor, bezen de benim yatağımda yatıyor kendi odasına gitmek istemiyordu. Bir görev verdiğimde, işin bütün sorumluluğunu taşıyordu. Nazlanması, yaramazlıkları o kadar doğal o kadar tatlı oluyordu ki, onu sevmemek mümkün değildi. Yaz mevsiminin en güzel günlerinden biriydi. Hava, deniz ve yosun kokuyordu. Gökyüzü masmavi pırıl pırıldı. Deniz dingin ve dalgasız olduğundan, etraf çok kalabalıktı. Sahilde iğne atsan yere düşmezdi. Erkekler ve büyük çocuklar denize gitmişlerdi. Biz kadınlar ise eyvanda oturmuş çay içiyor, sohbet ediyorduk. Küçük dostum da denize gitmemiş, bizimle kalmıştı. Bir yandan boya kalemleri ile resim yapıyor, bir yandan yaptığı resimleri siliyor, kendi kendine konuşuyordu. Ben sevgili şairimiz Hamlet İsahanlı’nın “Tezatlar” adlı yeni kitabını okuyurdum. “Susma, konuş ey ana” adlı şiir dikkatimi çekmişti. Bu şiir beni öyle etkilemişti ki okudukça başa dönüyor, tekrar tekrar okuyor-

dum. Anamın vefatı üzerinden yıllar geçse de, analar hakkında yazılmış etkileyici türküler, şiirler beni çok duygulandırıyor, hassas kalbimi derinden etkiliyordu ve bir çocuk gibi ağlıyordum. “Sessizliğin ne derindir ey ana! Sessizliğin bir çığlıktır içimde Bu şekilde, bu biçimde Sessizliğe tahammül olmaz ana! Duyamazsam sesini Hissetmezsem nefesini Bu uçsuz bucaksız dünyada Bahçemde gül olmaz ana!” Bu mısraları okudukça gençliğim, anamla birlikte olduğum güzel günler, gözlerimin önünden bir bir gelip geçiyordu. İçimde kabaran özlem bulutlarının biraz sonra yağmura döneceğini bildiğimden, sessizce odama geçtim ve yüzümü yastığa dayayıp yürekte alevlenen yangını, gözyaşlarımla söndürdüm. Birden arkamdan gelen bir ses duydum. Hemen başımı kaldırıp, gözlerimi sildim. Gelen küçük dostumdu. Ağladığımı saklamak istedim ve gülümseyerek: “Gel, yanıma gel, canım.” dedim. Boynunu büküp bir kaç adım yaklaştı, geldi ve dizimin üstünde oturduktan sonra gözlerime bakarak sordu: “Ağlıyor musun?” “Yok, çok kitap okudum, bu yüzden gözlerim kızardı...” Sustu... Birden başını yukarı kaldırıp çıkıştı: “Ben biliyorum, sen ana hakkında yazılan şiiri okuyup ağladın!” O an öyle şaşırdım ki, söyleyecek söz bulamadım. Çünkü ben kitap okurken o resim yapıyordu. Hâl böyleyken, benim ağladığımı; üstelik niçin ağladığımı nerden biliyordu? Kalbimden depreşen türlü hisleri anlatmak; bu duyguları sözle ifade edip kalemle yazmak mümkün değildi. Ama onu bağrıma basıp; tuz gibi yaladım. O da kendine has bir sevecenlikle kucağıma sokulup saçlarımı sıvazladı, yanaklarımı sildi. “Sen, anam yok, diye böyle ağlıyorsun, değil mi? Ağlama, yoksa kalbin sıkılır, sen de ölür-

39

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


sün.” dedi ve birden korkuyla yüzüme bakıp ilave etti: “Gerçi herkes bir gün ölecek. Ama biz seninle bir şey yapalım. Ne yapalım, biliyor musun?” “Ne yapalım, çok bilmiş?” dedim ve burnunun ucunu sıktım. “Benim annem, çok elma yiyenler, geç yaşlanır, diyor. Gel, biz de seninle çok elma yiyelim, hep genç kalalım, hiç ölmeyelim, olur mu?” Bu kederli anımda, beni bir gülme tuttu. Böyle bir anda bile, beni neşelendiren küçük dostum, kendinden emin bir hâlde yeniden bana sarıldı ve: “Hadi gel, yüzünü yıka, gidip çayımızı içelim.” dedi. Onun hatırına ayağa kalkıp aynanın karşısına geçtim. O, da gelip yanıma durdu ve pek de içten gelmeyen bir “ah” çekerek: “Ah, ben de hiç güzel değilim.” dedi. Küçük dostum açıkça ilgi ve güzelliğinden söz etmemi istiyordu. O, güzel olduğunu kendisi de biliyordu. Onu kucağıma alıp masanın üstüne üstüne çıkardım. Artık ikimiz de bir boydaydık. Saçlarını tarayıp ördüm, yanaklarından öperek: “Dünyada böyle güzel kız, bir tanedir, o da sensin.” dedim.

“Peki senin kızın!?” diye şakınlığını dile getirdi. “Ah, nasıl da unutmuşum, böyle güzel kız sadece iki tanedir. Biri sen, biri de benim kızım.” Hınzırca gülümseyerek sandalyeden aşağıya atladı ve elimden tutup çekmeye başladı. Birlikte dışarı çıktık. İşin ilginç yanı, hiç kimseye, hiçbir şey demedi. Gelip yanıma oturdu, şeker tabağından iki gofret alıp birini benim önüme koydu diğerini ise kendi aldı, gofretin kabını soyup kıtır kıtır yemeye başladı. Bu olayın üzerinden yıllar geçse de, unutamadığım için bu satırları kaleme almaya, yazmaya karar verdim. Benim küçük dostum şimdi büyümüş, daha zeki ve daha güzel bir kız olmuş. O küçücük yüreğin Nasıl saf, nasıl temiz. Tatlı, şirin sözlerin Hem neşeli, hem aziz. Büyü, güzel bir kız ol! Ben toyuna geleyim. Güzelliğe alsın yol! Benim küçük meleğim.?■

Kör savaşçı ASLAN KULİYEV çev. İMDAT AVŞAR

S

avaşın başladığını duyar duymaz hazırlık yapmaya başladı. Onun cepheye gitmek için hazırlık yaptığını gören karısı ise feryadı bastı: –Bizi kime emanet edip de gideceksin? İnekleri sığıra kim katacak, keçileri meraya kim götürecek, bağı bostanı kim sulayacak? O, sırt çantasına taktı ve çiftesini omzuna astı: –Ben askerim, savaşçıyım, dedi. Savaş başlamışsa, cephede vuruşmalıyım. Düşmanlar buraya kadar gelirlerse, sadece ineklerin, keçilerin değil, bu toprakta yaşayan herkesin sonu olacak. Düşman hiç kimseye aman vermiyor… 40

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Karısı, onun ne demek istediğini anlamadı bile... Bahçe kapısından dönüp eve geldi, kendisine el sallayan kocasına doğru bakmadı bile. Çünkü inekleri sığıra sürmenin, keçileri otlağa götürme vaktiydi. Savaşçı, dağlardan, yamaçlardan, tozlu yollardan, heyecan içinde çalkalanan köylerden geçip cephenin en ön saflarına kadar geldi ve burada kendisi gibi gönüllü savaşan erlere katıldı. Gönüllü birlikler, farklı bölgelerde vuruşuyorlardı. Onların bağlı olduğu bir komutanlık yoktu. Onlara sadece kendileri gibi gönüllü olan halk yardım ediyor, cepheye onlar erzak ve cephane getiriyorlardı. Dağılan, ordusu, silahı olmayan bir ülkenin gönüllüleri, modern silahlar kuşanmış, dünyanın dört tarafından buraya gelmiş, profesyonel paralı askerlere karşı savaşıyorlardı. Silahları, genellikle av tüfeğinden ibaretti. Bir keresinde Ermeni birliğini kuşatarak mahvettiler. İşte o zaman, herkesin otomatik silahı ve yeteri kadar da cephanesi oldu. Yırtıldığı için tel ile sarılmış ayakkabılarını deriden yapılmış asker botlarıyla, paramparça olan elbiselerini haki renkli asker parkalarıyla değiştirdiler. Artık herkesin elbisesi, ayakkabısı yeniydi, silahları, şarjörleri, cephaneleri vardı. İnançla savaşıyorlardı. Uzun süren çatışmalardan sonra siperlere çekiliyor, ateş yakıp çay kaynatıyorlar, çaylarını içerken savaş türküleri çağırıyorlar, geride bıraktıkları yakınlarını yâd ediyorlardı. Bir gün arkadaşına sordu: –Şimdi sizin inekleri, sığıra kim katıyor? O da cevap verdi: –Bizim ineğimiz yok ki! –Peki, keçilerinizi, otlağa kim götürüyor? –Bizim keçimiz de yok... Arkadaşı gülüyordu: Ben şehirden geldim, bu yüzden bizim ne ineğimiz ne keçimiz ne de otlağımız var. Ben, şimdi bensiz ne yapıyor, diye, sadece karımı düşünüyorum. Seninse aklın fikrin ineklerde, keçilerde... Böylece bir yıl savaştılar. Günlerden bir gün, hemen yanlarında bir top mermisi patladı… Sonrasını hatırlamıyordu. Gözlerini yeniden açtığında, hastanedeydi. Her yer zifiri karanlıktı, sesleri duyuyor ama kimseyi göre-

miyordu. Başının üstünde, sesi hiç tanıdık gelmeyen biri konuşuyordu: –Artık sana gerçeği söylemeliyiz. Her iki gözünü de kaybetmişsin, ömrünün sonuna kadar göremeyeceksin. Artık savaşamazsın, seni evine götürecekler. Üzülme, çok şükür ki, yaşıyorsun… Acıyla gülümsedi: –Yaşıyorum ha! Bu hâlde yaşamak neye yarar? Gözleri görmeyen bir adam, savaş hâlindeki bir ülkede, kimin, ne işine yarar ki? Bir arkadaşı onu eve getirdi. Karısı feryadı koparmıştı: –Sana gitme, dedim! Beni hiç dinlemedin! Allah da belanı verdi. Şimdi ne yapacağız? İnekleri sığıra katmak, keçileri otlağa götürmek, bağı bostanı sulamak yetmiyormuş gibi, bir senin derdini mi çekeceğiz! Hüzünlü bir sesle cevap verdi: –Benim derdimi çekmene gerek yok! Gözleri görmüyordu; ama bu köyün her bir evini, evler arasındaki dar yolları, bağları, bahçeleri, her bir çığırını, taşını, keseğini, ağacını, hafızasında canlandırıyor; elinde baston ile evlerin arasında, bağda bahçede dolaşıyor; gözleri görmese de köyde kendi başına gezmeye alışıyordu. Önceleri çok zorluk çekiyordu ama gün geçtikçe kendini daha inançlı hissediyordu. Gidip geldiği yolları, seslere, kokulara göre zihnine yazmaya çalışıyordu. Sabahları inekleri sığıra katıyor, keçileri otlağa götürüyor sonra da bağı bostanı suluyordu. Silah sesleri gittikçe yaklaşıyordu. Tozlu yollardan, yurdundan yuvasından sürgün edilenler, perişan bir hâlde gelip geçiyorlardı. Savaş bölgesinden gelenler, korkunç hâdiselerden bahsediyorlardı. Kör Savaşçı onları dinliyor, sonra evin bodrumuna inip kendi hazırladığı “dut arağından” bir şişe alıyor, bahçedeki dut ağacının gölgesine oturup içiyordu. Olanları hayalinde canlandırdıkça da, içi kan ağlıyordu. Daha sonra, köyün içinden arabalar, tanklar, savaşan askerler de gelip geçmeye başladılar. Askerler geri çekiliyor, köylüleri de ikaz ediyorlardı: –Acele edin, köyü boşaltın, Ermeniler ge-

41

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


liyor! Kör Savaşçı, bastonunu onlara sallıyor, sesi geldikçe bağırıyordu: –Nereye kaçıyorsunuz? Biz av tüfekleriyle savaşıyor, köylerimizi, kasabalarımızı düşmandan temizliyorduk. Sizin topunuz tüfeğiniz, tankınız var! Niye savaş mıyorsunuz? Onu dinleyen yoktu. İnsanlar da askerlerin peşine düşmüş, köyü terk ediyorlardı. Onun karısı da köyü terk etmek için hazırlıklara başladı hatta ona da hazırlanmasını söyledi. Kör Savaşçı: –Ben askerim, savaşçıyım, dedi. Hiçbir yere gitmeyeceğim. Kanımın son damlasına kadar savaşacağım. Ben bu köyde, bu bağda, bahçede, gözlerim kör olsa da, görüyormuş gibi yaşayabiliyorum. Buradan başka bir yerde, yeniden kör olacağım! Karısı ısrar etmedi, sanki gözleri görmeyen kocasını, kendine yük etmek istemiyordu. Onun yemesi için, biraz ekmek bıraktı ve: –Bodrumda soğan, patates, karpuz ve arak var! Yiyip içersin! Biz gidiyoruz, sağlıcakla kal, Ermenilerle de istediğin gibi savaş! Kör Savaşçı, geri çekilen askerlerden silah istedi. Askerler ona: –Silah senin neyine lazım! Ama ille de istiyorsan, verelim. Yeteri kadar silahımız ve cephanemiz var, dediler. Ona bir otomatik silah, bir kutu da mermi verdiler. Sonra içlerinden biri, ona seslendi: –Gel, gidelim, tek başına ne yapacaksın? –Gidemem, dedi. Dönüp köyün güneyindeki tepeyi gösterdi ve ekledi: Ben o tepeye kadar olan her yeri görüyorum, tepeden aşıp başka yerlere gidersem, gerçekten kör olacağım! Hayır, gelemem... Askerler ve köylüler gittiler. Eve dönüp sırt üstü divana uzandı. Akşama kadar ayağa kalkamadı. Akşam olduğunu havanın soğumasından, tozlu ve kuru havanın nemlenmesinden anlıyordu. Yoksa onun için, gündüzün de, gecenin de tek bir rengi vardı. Siyah... Köye bir sessizlik çökmüştü. Geri çekilen askerler de uzaklaşıp gitmişlerdi. Hiçbir yerden ses gelmiyordu. Köyün sokaklarını gezmeye çıkıyor, köyün gömülmüş olduğu sükût, içini daraltıyordu. Köylüler, hayvanlarını hat-

ta köyün kuşlarını da kendileriyle birlikte götürmüşlerdi sanki. Gece, evin eyvanına çıktı, olanca sesiyle bağırdı ama sesine ses veren olmadı. Onun sesinin ulaştığı yerlerde bir Allah kulu yoktu. Lakin birdenbire, savaştan kaçan kurtlar, onun sesine ses vererek uzun uzun uludular. “Ben size seslenmiyorum, siz diğer kurtların sesine ses verin.” diyerek iç geçirdi. İkinci gün de sesine sadece kurtlar ses verince, bir daha eyvana çıkıp bağırmadı. İnsanların birbirlerine seslenmesi gereken topraklarda, insanın sesine kurtların ses vermesi, hayra alamet değildi. Dördüncü gün köye, 11-12 yaşlarında bir oğlan geldi. Babası, annesi ve kardeşleri Ermenilerin elinde esirmiş. O, duvarda açılan küçük bir delikten çıkarak Ermenilerin elinden kurtulmuştu. Oğlanın karnını doyurdu. Su ısıttı, banyo yaptırdı, elbiseleri paramparça olmuştu, kendi çocuklarının eski elbiselerinden verdi: –Korkma, ye iç oğul, kollarına, ayaklarına güç gelsin. Sonra bizimkilerin olduğu bölgelere gidersin. Burada kalmak tehlikelidir. Ermeniler her an buraya da gelebilir. Gündüzleri bahçeye gidip domates topluyorlar, bir karpuz koparıyorlar ve bahçedeki dut ağacının gölgesine getiriyorlardı. Bir ocak yakıp patatesleri közlüyorlar, karpuzu suya bırakıp soğuttuktan sonra kesiyorlar ve afiyetle yiyorlardı. Ermenilerden ise henüz bir haber yoktu. Bir gün, iki gün, üç gün, bir hafta… Onun ricasıyla oğlan her gün eyvana çıkıp elini gözünün üstüne koyarak köye gelen yollara bakıyordu. O gün akşamüzeri, rüzgârın batıdan getirdiği demir, barut ve ter kokusunu hissetti. Rüzgâr, mermilerin, güllelerin dağıttığı, didik didik ettiği topraktan toz bulutu kaldırıyor, kaldırdığı toz bulutunu düzlük boyunca yayıyordu. Demek ki, Ermeniler yakınlardaydı. Oğlana seslendi, onun bir kez daha, köye gelen yollara dikkatle bakmasını istedi. Sabah erkenden, arabaların sesini duydu. Eyvana çıkan oğlan, koşarak içeri geldi ve heyecanla bağırdı: –Geliyorlar, iki araba! Üstünde de askerler

42

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


var… Birlikte bahçeye indiler. Çay taşından örülmüş bahçe duvarının arkasına saklandılar. O, oğlana seslendi: –Sakin ol, korkma, şimdi dikkatle bak. Solda güneş var, sağda da dağlar. Arabalar dağlara mı yakın yoksa güneşe mi? –Dağlara! –Çok mu yakın? –Evet! –Başını yukarı kaldırma. Nerden geldiklerini anladım. Kör Savaşçı kulak verip seslerin uzaklığını anlamaya çalıştı ve sesin geldiği yönde, arabaların yerini zihninde belirledi. Ateş etmeye başladı. Kurşunlar hedefi vurmuştu. Oğlan bağırdı: –Durdular! Arabadan yere atladılar. Kaçıyorlar. –Dağlara doğru mu, ya güneşe doğru mu kaçıyorlar? –Güneşe doğru! O, düşman askerlerinin nereye kaçtıklarını tahminen belirledi ve tekrar ateş etmeye başladı ama gelenlerin seslerini işitmediği için, hedefini vurup vurmadığından emin değildi. Oğlana seslendi: –Sen, artık çık git. Gün batana kadar yürü, gölgen her zaman sağa düşsün. O zaman bizimkilerin yanına ulaşırsın. Haydi, gecikme. Oğlan tereddüt içindeydi: –Sen, gelmeyecek misin, diye titrek sesle sordu. Gidelim, ben senin elinden yapışır, sana yolu gösteririm. Gidelim, yoksa onlar seni öldürecekler. Onlar, herkesi öldürüyorlar! O, boğuk bir sesle: –Sen yürü, çabuk ol, geç kalma, dedi. Ben savaşçıyım! Ben bir askerim! Bir asker asla vatan topraklarını terk edip gitmez! Ben burada yaşadım, burada da öleceğim. Nihayet oğlan geri döndü ve evlerin arasından koşa koşa gitti. Sık sık gölgesine bakıyordu, gölgesini sağına alarak koşuyor, koşuyordu… Kör Savaşçı, yanına iki üç şarjör alarak yerini değiştirdi, komşusunun ahırı arkasına saklandı. Ermeniler onun tek olduğunu anlamışlardı, köyü kuşatacaklar ve aniden hücuma geçecekler-

di. Nefesini içine çekmişti, havadaki her sesi, her titreyişi duyuyordu. İlk ayak sesini duyar duymaz tetiğe bastı, ateş etti. Ateş ettiğinde yerini değiştiriyor, duyduğu sese, hissettiği kokuya doğru dönüp ateş ediyordu. Düşman askerlerinin ayak seslerini, araçların demir seslerini, havadaki titreşimleri kurşun yağmuruna tutuyordu. Nihayet onu pusuya düşürüp kurşun yağmuruna tuttular. Bedenine saplanan yüzlerce kurşun, onun her yanını delik deşik etti, oracıkta can verdi. Kör Savaşçı doğduğu, büyüdüğü, yaşadığı toprakta öldü. Her şey bitti. Evlerin duvarlarından, topraktan kalkan toz, kurşunlar patladıkça açığa çıkan barut kokusu, yanan evlerin dumanı köyün üstüne yayılıyordu. Bir anlığına, etrafa derin bir sessizlik çöktü. Askerlerden biri, onun cesedi başında, hayretle seslendi: –Bunun gözleri, körmüş! Ama bizimle savaşıyordu! Üstelik onlarca askerimizi öldürdü. Bu nasıl olur? Askerlerin, bir Avrupa ülkesinden gelen sakallı komutanı da şaşırdı: –Ben bu işte bir gariplik olduğunu sezmiştim. Gözleri kör olsa da, bizimle ölene kadar savaştı! İnanılır gibi değil. Asker hırsla seslendi: –Ben şimdi buna, bizimle savaşmayı gösteririm. Önce onun kulaklarını, burnunu keseceğim, gözlerini oyacağım. Sonra da bedenini delik deşik edeceğim ki, leşini akbabalar, yabani hayvanlar parçalasınlar! Komutan, o askeri sertçe uyardı: –Dokunma! –Neden? –Çünkü o, gerçek bir savaşçı! Gerçek bir savaşçı gibi de gömülmeyi hak ediyor! Askerler, pek razı olmasalar da, komutana itiraz edemediler. Mezar kazıp Kör Savaşçı'yı oraya gömdüler, kabrinin yanında sıraya dizilip onun şerefine silahlarını ateşlediler. Daha sonraysa, Kör Savaşçı'nın vatanını işgal etmek ve bu topraklarda yaşayan insanları öldürmek için yollarına devam ettiler.■

43

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Harp ve kadın Daima içe akan şelale: Anne dramı ERDOĞAN ERBAY

T

arih, Anadolu merkezli Osmanlı coğrafyasının tasfiyesine benzer, hazin ve o ölçüde elem verici hâdiselerle dolu başka bir devre şehadet etmemiştir. Üstelik bu hâdisenin daha feci olan tarafı, insanoğlunun görmediği böyle bir yıkım ve yok oluşa maruz bırakılan insanlar açısından, bu felâketin, bugüne kadar hesaba çekilmemiş olmasıdır. Ecdadın yaşadığı, zihin ve gönüllerde silinmez izler bırakan, Balkan Harpleri ile Çanakkale Muharebesi, sanat ve edebiyat dünyasında olması gerektiği ölçü bir yana, söz konusu hâdiseler neredeyse vuku bulmamışçasına geçilmektedir. Hâdiselerin vukuu esnasında, içinde bulunanların karşılaştıklarını sözlü anlatımdan çıkarıp yazılı ve basılı metin hâline taşıma noktasında çok isteksiz davranılmıştır. Asırlar boyunca, vücut bulması için, gereken her türlü emeğin gösterilip gayretin ortaya konulduğu, her şeyden mühimi, fedakârlığın samimiyetle sergilendiği medeniyet ikliminin izmihlâli, çok kısa sürede gerçekleşmiştir. Yerli ve yabancı rol oynayıcılar, art arda tezgâhladıkları oyunlar sayesinde, devrin basiret mahrumu idarecileri, daha ne olduğunu anlamaya fırsat bulamadan, Osmanlının, medeni âleme katkıda bulunma tarihî görevi de sona erdirilmiştir. Bütün

... harp, hiçbir zaman, mecbur olanların lehine sonuçlanmaz. Harbin mükâfatı, özellikle, harbi başlatan ve onun devamını sağlayanlar için menfaat sağlanan bir imkân kapısının açılmasıdır. 44

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Anne, bir mahlûk olarak, dünyadaki hayatın devamı, değişimi, yenilenişi ve hürriyeti için yegânedir. Toprak gibidir, bereketi ile her zaman yetiştirir. Hep verir, hiç istemez. Verdikçe zenginleşir. Verdikçe mesut olur. Kara, kahverengi, beyaz ve kil, adı ve rengi ne olursa olsun, toprağın yegâne iki vasfı, iyiliği çoğaltmak, gereksizlik ve kötülüğü örtmektir. bu tasfiye ve yok edişin önüne geçmek ve yıkılanı yeniden ayağa kaldırmak gerekiyordu. Bunun için gerekli olan “Diyet” de, Anadolu’nun kadirşinas ve fazilet sahibi çocuklarının canlarıyla ödenmiştir. Tarih boyunca meydana gelmiş bütün harplerin bir kaybedeni, bir de kazananı vardır. Mağlup, belki tarih sahnesinden çekilecek, değilse, maddi ve manevi anlamda kendi varlığını yeniden inşaya çalışırken hep arkada kalacaktır. Söz konusu arkada kalış, önden gidenin değirmenine su taşıma mecburiyeti doğuracak, bu ise, mahkûmiyet ve zilleti besleyecektir. Galip, hemen her zaman kazanmak için, kaybedecek birini/birilerini bulmakta maharet sahibidir. Kendi meşruiyeti için, itham edebileceği, haksız çıkarabileceği tarafın varlığından geçinir. Bu nedenle harp, hiçbir zaman, mecbur olanların lehine sonuçlanmaz. Harbin mükâfatı, özellikle, harbi başlatan ve onun devamını sağlayanlar için menfaat sağlanan bir imkân kapısının açılmasıdır. Osmanlı seferberliğine, Osmanlı coğrafyasında varlığını sürdüren herkes katılmıştır. Bu katılımın sebepleri arasında ferdî ve iradi kararlar, dinî ve tasavvufi teşekküller aracılığı ile sağlanan teşvikler, sosyal kurumların bulunuş amaçları ve siyasi saikler sayılabilir. Bütün bu sebeplerle birlikte, seferberlik düşüncesinin, dinî bir vecibe karakteri kazanması, bu hareketin ferdî ve içtimai bir hakikat olarak idrâkine zemin hazırlamıştır. Ancak, harp söz konusu olduğunda, harbe bire bir katılmasa da, harp sürecindeki güçlüklere ve harbin sebebiyet verdiği yıkıma, hemen ardından gelen felâkete, acımasız durumlara katlanmak mecburiyetinde kalan yegâne insanlar da, anne-

lerdir. Emin Hâkî de, Balkan Cephesi ve Birinci Dünya Harbi’ne “gönüllü” sıfatıyla iştirak edenlerden olarak, hem harbin hangi manalara geldiğini bizzat yaşayarak öğrenenlerden hem de, evlatlarını harbe “gönüllü” olarak yollayan anne/ kadınların çektikleri sıkıntıların şahitlerindendir. Emin Hâkî’nin, Hanımlar Âlemi’nin “Hicrân Bucaklarından”[1] sütununda yayınlanan, “Temennî-i Muhâl” adlı şiiri, “Mu’azzez Vâlideme” ithafıyla yer almıştır. Gönüllü de olsa, cephede geçirilmiş yıllar ve bunca yılın ardından gelen çaresiz bir hastalığın, bir daha ayağa kalkamamak üzere yatağa mahkûm etmiş olduğu evladının, yürek yakan feryatlarına cevap veremeyen bir annenin vicdani açıdan ıstırabının derecesini kestirmek, asla mümkün değildir. Merhametli bir bakışın mahrumiyetini yaşayan çocuk, bir dikenin iltifatına dahi razı iken, şefkatli bir tebessümden de uzak, bütün bunların ötesinde, gelecek adına ümit verici ve sevindirici bir haber de beklememektedir. Ne bir nigâh-ı tarahhum, ne bir nevâziş-i hâr Ne bir tebessüm-i müşfik, ne bir peyâm-ı mesâr Haricî âlemden beklediği, insani iltifatın tamamından uzak kalan Emin Hâkî, bu kez kendi iç dünyasına yönelir. Bu içe yöneliş, öksüzlük kelimesinin, onun hayatındaki iki gerçekliğe kapı aralar. Birincisi, hayatı boyunca yaşadığı öksüzlük, ikincisi ise bu öksüzlük nedeniyle karşılaştığı ve varlığında bıraktığı derin izlerdir. İnsan, hayat 1. Hanımlar Âlemi, nr. 9, 23 Mayıs 1334/ 12 Şaban 1336, s. 3.

45

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


yolunu yürürken ne kadar zorlu engellerle karşılaşırsa karşılaşsın, bu engelleri aşmakta dayanak olabilecek biri ya da birilerinin varlığı büyük bir ehemmiyet taşır. Öksüzlük, şefkat muhitinin kokusunu almamak, aynı zamanda âlemde saadeti de baştan kaybetmek manasına gelmektedir. Bir öksüzüm ki bütün bir muhît-i şefkatten Bir öksüzüm ki şu âlemde her sa’âdetten Emin Hâkî, öksüz oluş hakikatinin dünyada bulunuş hâlet-i ruhiyesini belirlemesinden bir sitem ile şikâyet ederken, bu kez, çok daha acıtan bir varlık yarası biçimine taşınır. Bu varlık biçimi, ayrılıktır. İnsanoğlunun başlangıcına da işaret eden bu hâl, yersiz yurtsuzluğun rahatsız ediciliğini beslediği gibi, ait ve mensup olamamanın dayanılmaz şikâyetini de alevlendirir. Onun için nasibin adı, uğursuzluktur. Zira ayrılık ve eleme esir, bütünüyle zavallı bir mahkûmdur. Bu durumda, sürgün içinde sürgün, ayrılık içinde ayrılık yaşayan, iradesi elinden alınmış, insani ve fıtri yetenekleri zaafa uğratılmış, her şeyden uzak kalmışlığın sitemi dile gelir. Cüdâyım; işte nasîbim, nasîb-i meş’ûmum Esîr-i hicr ü elem bir zavallı mahkûmum… Ümit ve hayal, yarının inşası için vaz geçilmezdir. İnsanın hakikat zannı ile yaşadığı sürecin anlam kazanması, anda gösterdiği fiilî hareketin neticesine bağlıdır. Anın insanın önüne koyduğu şartlar, bazen hoşa giden nitelikte iken bazen de bilakis can sıkıcı olabilir. Elbette, bu bakış açısı, cereyan eden hâdislere zahirî manasıyla yaklaşanlar içindir. Hâdiselerin görünmeyen yüzlerini sezebilen ya da idrak edebilenler için, durum muhakkak farklı olacaktır. Ancak her insan her zaman aynı hâl üzere olamayacağından, karşılaştığı hâdise ve vak’alara da benzer bir tavırla yaklaşamaz. Özellikle, Hâkî gibi, ayrılığın doğurduğu ne kadar olumsuzluk varsa hepsini bizzat gören insanlar için, yarın için ümidin varlığına inanmak o ölçüde zor, hatta imkânsızıdır. Ümitsizlikle kuşatılmış bir dünyanın varlığından hiçbir şey beklemeyen Hâkî, hayalini süsleyecek bir çiçeğin açmayacağından emin, aynı zamanda, zaten melâle

teslim olmuş ufuktan, ümit taşıyan bir güneşin, bir sabahın doğmayacağına da inanmıştır. Ne bir çiçek açıyor ravza-i hayâlimde Ne bir güneş doğuyor ufk-ı zî-melâlimde Yarının sabahına dair ümidi bulunmayan Emin Hâkî’nin, hem fizikî hem de ruhi direnci de kırılmıştır. Zira yetim, anneden ayrı ve bir de harbin varlığını dikkate aldığımızda, Hâkî’nin bir insan olarak, ruh hâlinin ve benliğinin darmadağınık durumu, şartlar çerçevesinde tabii karşılanmalıdır. Tasavvur edip söze dökmek kabiliyetini kaybeden insan için, her şeyin sonu gelmiş demektir. Çünkü Hâkî, hâl dilini kullanarak bu durumu açıkça meydana koymaktadır. Muhayyilem dağınık, sözlerimde yok te’sîr; Lisân-ı hâlimi anlarsanız mü’essirdir. Henüz çocuk yaşta babadan mahrum kalan Emin Hâkî, yegâne varlığı anneden de ayrı kalınca, sözlü ya da yazılı, kurduğu her cümlede, tarumar olmuş iç âleminden şikâyet hâlindedir. Bir anneyi hayata bağlayan tek bağın kopması, acaba nasıl bir hüzne, elem ve kedere zemin hazırlar? Aylarca, bir damla suyun hasretini çeken, parça parça olmuş yeryüzü gibi, şefkat ve merhamet ikliminden kana kana içememiş Hâkî de, anne kucağından ayrı kalmışlığın ateşiyle yanar kavrulur. Peki, o zaman, şu soru sorulabilir: Hayata anlam ve değer katan bütün kıymetlerden mahrum bir anne neler hisseder? Hele bir de, yetim, aynı zamanda, hasta evladının gönül dilinden dökülen mazlum ve masum mısraların cehennemî yakıcılığı, bu hassas annede hangi his dalgalanmaları başlatır ve nasıl fırtınalar koparır? Daha hazini, bütün bu hisleri, evladından gizlemeye çalışan, anlatamayan ve dahi ağlayamayan annenin içinde deveran eden anaforları düşünelim! Ne söylesem ve ne yazsam şikâyet etmedeyim Bugün değil mi ki senden cüdâyım anneciğim…. Fakat bütün acı ve ıstıraplara, baba ve anneden ayrı kalmışlığa katlanmaya sebep olan bir sevgili var ki, o da, ilâhî bir hediye olan muazzez

46

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


vatan’dır. Hâkî için aziz vatanın çiçeklerindeki koku, annenin şefkat kokusudur. Annenin varlığı, ancak vatanın varlığıyla mümkündür. Annenin evladına gösterdiği her türlü ihtimam, şefkat ve merhamet, aziz vatanın hücrelerine sinmiş zerreciklerdir. Anne, varlığın ve hayatın devamı için vaz geçilmez yegâneliğin temsilcisidir. Vatan da, ebedîliğe namzet bir milletin çocukları için anneden öte ve anneden özge bir sevgilidir. O hâlde, Emin Hâkî, aziz vatanı, anne ile birlikte tasavvur ederken var olmanın ancak ona gösterilen sahiplikten geçtiğinin de şuurundadır. Fakat vatan o mu’azzez vedî’a-i ma’bûd ! Çiçeklerinde senin bûy-ı şefkatin mevcûd… Emin Hâkî, anne ile vatanı bir mecaz bağlamıyla birbirinin yerine ikame ederek, farklı cüzler gibi görünen iki sevgilinin birliğine inancını ortaya koyar. Şair, şiirin son iki beytinde, anne ile vatan arasında kurduğu ilişkide, bazen anne bazen vatan, birbirlerinin yerlerine geçerler. Bazen anneden vatana doğru his akışı gerçekleşirken, bazen de vatandan anneye doğru adım atış söz konusudur. Evladının her türlü ihtiyacını, hiçbir menfaat gözetmeden karşılayan anne olduğu gibi; evlatlarının maddi ve ruhi varlıklarına şekil veren de vatandır. Her zaman, vatana hizmetkâr çocuklar yetiştiren annelerin tebessümleri, gök yüzünü özgürleştiren nefeslerdir. Yeryüzü, insan eliyle harabeye döndürülüp yaşanmaz hâle sokulurken, gök yüzü, hürriyetin ve ebedîliğin maverasına tırmanılan mekân olarak algılanır. Yeryüzünde, hem cinsinin zulmüne ve yıkıcılığına tahammülde zorlanan insan, hemen hiçbir kötülük beklemediği, masumiyet ve temizliğin geliş yeri olarak semanın sonsuzluğuna yönelir. Semâlarında gülen sen değil misin?.. Hep sen.. Harâb çeşmeler ağlar, hayır senin giryen, Varlığın devamı için omuzuna yüklediği, zahmetlerin her türlüsüne göğüs germeyi, ilâhî bir lütuf kabul eden annedir. Varlığın sürebilmesi için yaratılmış âleme hediye ettiği evladının, bencil, kendini beğenmiş ve eğer merkezinde olmasaydı, dünyanın dönmeyeceği zannına kanmış zavallılar yüzünden heba edilmesi gayretine

de, acısını bir başka mahlûkun kestiremeyeceği ruh hâli içinde katlanmak zorunda kalan da annedir. Emin Hâkî, şiirin son beytinde, hem anne hem de vatanı dikkate alarak söylersek, hüzünlü göz yaşları da, ayrılık feryatları da, her iki muazzez varlığa aittir. Yetime kadının dökülen gözyaşları, aslında ruhundan damlayan katrelerdir. Emanet can, ancak, anne ve vatan gibi, aşkın değerlerin haysiyetini muhafaza ve müdafaa içindir. İnsanın, bu dünyada karşı karşıya kaldığı hâdiselerin, yapma zorunluluğuna katlandığı faaliyetler dizisinin, bir manaya ve bir kıymete sahip olabilmesi, söz konusu hâdise ve faaliyetlerin netice itibariyle, müteal bir bağlamda kökenine izafetendir. Emin Hâkî de, anne ve daha kapsamlı alındığında vatana hitap ederken, yaşananların maverasına işarette bulunur. Senin bükâ-yı hazînin, enîn-i hicrânın.. Bükâ-yı rûhunu dinlendir ey yetîme kadın !... Emin Hâkî’nin yakın dostlarından İhsan Mahvî, “Emîn Hâkî” başlıklı yazısında, Hâkî ile annesi arasına giren harbin sebep olduğu hazin tabloyu, şahitlik ettiği çeşitli yaşanmışlıklar eşliğinde resmetmeye çalışır. Küçük yaşta babasını kaybetmiş bir yetim olan Emin Hâkî, hayatının geri kalan kısmını “Vâlidesi” ile bin bir güçlük içinde sürdürür. Aslında, sözünü ettiğimiz hayat, nasıl başlamışsa, benzer bir fukaralık darboğazında, hareket etmeye dahi fırsat vermeyen, acı ve ıstırabın tahammülü zor yükü altında nefes nefese son bulmuş bir hayattır. Balkan Harbi’ne, “Mevlevî gönüllü” sıfatıyla katılan Hâkî, Mütareke’nin ardından terhis edilir. Ancak, zaten nahif bedeni cephede yıprandığından, bir daha ayağa kalkmamak üzere yatağa mahkûm olmuştur. İşte, başından itibaren yetim, Balkan Cephesi, yıllarca süren ayrılık ve en sonunda, yatağa bağlı bir yavrunun annesi, acaba neler hisseder ve neler yaşar? Hâkî ve anne arasına giren harp, bütün acımasızlığı ile yüzünü gösterir. Hayata başlangıcı çile olan Hâkî ve annesi, harbin mecbur kıldığı bir durumla karşı karşıya gelirler. Bu durumu, İhsan Mahvî şu şekilde tasvir eder: “Zavallı anne, kıymetli ciğerpâresinin baş ucunda pervâne oldu; tedâvîsi için hânesini, bütün mâ-mülkünü satarak oğlu-

47

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


nu bu derd-i mevt-encâmdan kurtarmaya geceli gündüzlü çalıştıysa da, vâ-esefâ ki, o hâin maraz zavallının ciğerlerine merhametsiz pençelerini sokmuş, onu bin türlü evcâ’ ve ıztırâb içinde kıvrandırıyordu. Elem-zede vâlide her gün biraz daha ölüme sürüklenen çocuğunun yürekleri kanatan bu hâl-i elîmi karşısında her dakîka için için ağlar ve çehre-i bükâ-âlûdunu oğlunun tahassüsât-ı rûhiyyesinden gizlemeye çabalardı....”[2] İhsan Mahvî, aynı yazıda, anne ile oğlu arasındaki harp sonrası ilişkiyi anlatırken şu cümleleri de kurar: “Hâkî; iki buçuk sene yatak ve uykudan mahrûm yaşayan vâlidesini gâh ü bîgâh karşısına alıp hazîn şi’rlerinin âheng-i inşâdıyla kalb-i cerîhâdârını tesliyete çalışırsa da, zavallı vâlide, balmumu gibi eriyip bitmekte olan ciğerpâresinin arz ettiği o manzara-i dilhırâş karşısında kendini zabt edemeyerek hıçkırmaya ve Hâkî’nin: “Ne ağlıyorsun, anneciğim?...” su’âlini bir tecâhül-i ârifâne ile karşılayan bu hassâs vâlide, “Hâkî! Bu mü’essir şi’rleri okuma, rikkatime dokunuyor. Başka şeyler, meselâ; Safahât’tan “Mahalle Kahvesi”ni, yahut Rübâb’dan “Balıkçılar”ı okusan olmaz mı?...” gibi cevâblarla rûhunda ağlamak, feryâd etmek isteyen hissiyât-ı mâderâneyi bu sûretle boğmaya uğraşırdı...”[3] Acaba, Emin Hâkî, annesine şu mısraları mı okuyordu bilinmez, ancak, büyük ihtimalle tahmin edilebilecek tek şey, mısralarında dile getirdiği, derman bulunmaz hâlidir. İşte, başlık koymadan kayda geçirdiği bir nazmında, söyleyişindeki samimiyete, bütün yeryüzü kıtaları karşılığı da olsa, paha biçemezken, bir anne için, yatağa mahkûm çocuğunun hâli hüzün namına yetip artarken, bir de, bu manzaranın kelimelere dökülmesi, elem ve yas çıkmazında, tahammülsüz bir ıstırap tablosu demektir. Mahfil Mecmuası’nda yayınlanan şiir, sözünü ettiğimiz hisleri şöyle tasvir eder: [BAŞLIKSIZ][4] Şi’rimi zevk-i bedîîsi olanlar, anlar Gelmez elbet güneşin şu’lesi şemm ü lemse 2. Potin ve Şiir, Emin Hâkî’nin Hayatı ve Eserleri, (hzl. Erbay-Tozlu-Şimşek), Suna Yay., Erz. 2005, s. 55. 3. Potin ve Şiir, age., s. 56. 4. Potin ve Şiir, age., s. 171.

Titrerim üstüne bir mısrâ’-ı âzâdesinin En küçük kıt’amı vermem kıta’ât-ı hamse Ne nefes kaldı, ne ses, ten kafesinden bezdim Hani ey dest-i ecel bâde-i zehrâzehrin Öksürüp aksırarak geçti hayâtım ammâ Vech-i murdârına bir hayli tükürdüm dehrin Anne, bir mahlûk olarak, dünyadaki hayatın devamı, değişimi, yenilenişi ve hürriyeti için yegânedir. Toprak gibidir, bereketi ile her zaman yetiştirir. Hep verir, hiç istemez. Verdikçe zenginleşir. Verdikçe mesut olur. Kara, kahverengi, beyaz ve kil, adı ve rengi ne olursa olsun, toprağın yegâne iki vasfı, iyiliği çoğaltmak, gereksizlik ve kötülüğü örtmektir. Gökyüzü gibidir, toprağın cömertliğini göstermesi için, rahmet olur yere iner. Masumiyeti ile temizliğin timsali olur. Yağmur ve karlarını yağdırır ki, yeryüzünden çirkinlik, pislik ve kötülükler kalksın diye. Elbette, harbin, aralarında vuku bulduğu taraflar için farklı bir yanı yoktur. Zira karşı karşıya gelenler, bir annenin evladıdır. Ancak, onları, birtakım kutsallıklar etrafında harcayan ve menfaat sağlayan fesatlar vardır. İnsanın fıtratında, kutsal için, can dâhil her şeyi feda edebileceği vasfı, kaos ve çatışmadan medet umanların, tarih boyunca kullandıkları argümanlardan bir tanesi, belki en önemlisidir. İşte bu noktada, annenin yaşadıklarını tamamen anlatamasa da, şu cümleler kurulabilir: Evlatlarını bin bir zahmet ve meşakkatle dünyaya getiren, zorluklar içinde besleyip büyüten, ardından da, cepheden döner dönmez, ayağa kalkmamak üzere yatağa düşen bir evladın annesinin yaşadıkları, nasıl bir dilin imkânları sayesinde anlatılabilir! Harbin çirkin yüzüne peşkeş çekilmiş nice hayatlar vardır ki, Çanakkale’de, Balkanlar’da, Yemen’de, Galiçya ve de Anadolu’da, hiçbir hesabın içine sığmaz, sığdırılamaz. Bir gül fidanının dalları gibi, doya doya koklanmasına bile fırsat verilmeden koparılanların annelerinin arşa çıkan feryatları, hâlâ bu toprakların hücrelerinde nefes alıp vermektedir. Zira anne varsa, hayat da vardır. Aksi mümkün değilse eğer- ki mümkün değil- hayat var oldukça, annelerin sesleri ve nefesleri de var olmaya devam edecektir.■

48

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Edebiyat ve millî kimlik LÜTFÎ PARLAK

M

illet, muhayyel bir kavram gibi görünse de canlı bir uzviyete sahiptir: Kişiliği vardır, kimliği vardır. Edebiyatı vardır, mefkûresi vardır… Aralarında birlik ve beraberlik bulunan fertlerin oluşturduğu mutlak bir bütünlüğe sahiptir. Dolayısıyla milletler; değerleriyle doğarlar, değerleriyle büyürler, gene değerleriyle tarihten silinip giderler. Milletin ömrünü uzatmak, dağılmasını önlemek veya kuruyan kökünden yeni filizler almak elbette mümkündür. Bu açıdan ediplerin millî kimliğe hayat veren kaynaklardan yeni nesilleri haberdar etmesi, onların ruhunda sıcak bir iklim oluşturması elzemdir. Nehir sularının döküldüğü yerde gölleri, denizleri neşet ettirdiği gibi her durumda ferdin de millî mefkûre içinde ben değil, “biz” olmayı başarması gerekir. Potada eriyip külçe hâline gelmesi gerekir… Aksi hâlde rastgele oluşan birliktelik, kuru kalabalıktan öteye geçemez. Hâlbuki millet, üst kimlik etrafında organize olmuş dev bir bütünlüktür. Ruhlardan fışkırıp fertleri kuşatan maddi ve manevi değerlerin oluşturduğu yeni bir kimliktir. Bu bütünlüğün büyük ölçüde iki kaynaktan beslendiğini söyleyebiliriz. Millî kaynak Büyük devlet olabilmek için büyük liderlere, kalabalıkların millet olabilmesi için uzun bir

tarihî geçmişe ihtiyaç vardır. Çünkü “Ol” deyince olduran, sadece Allah’tır. Kahramanlar ise dev hareketlerin başında yer alan, zorlu süreçleri başarıyla yöneten kişidir. Türk milletinin atası Oğuz Kağan, büyük ölçüde millî benliğimizin kaynaklarını belirleyip sınırlarını çizmiştir. Bu husustaki çabalarını, edebiyatın bir türü olan ve kendi adıyla maruf destanında vermiştir: Oğuz Kağan, otağının kapısına hâkimiyetin sembolü altından bir top asarmış. Güneş vurunca kızıl renk alan altın topa, şeklinden dolayı Kızılelma denirmiş. İşte edebiyat tarihçilerinin izah etmeye çalıştığı bu Kızılelma anlayışı, tarih boyunca millî kimliğimizin çekirdeğini oluşturdu. Zira millî kimlik, millî mefkûre için zaruridir. Zaman içinde her şeyin adı ve muhtevası değişebilir. Ama asırlar boyu oluşan millî kimliğin temel karakteri değişmez, değiştirilemez. Sade çağın şartlarına göre gelişir, geliştirilir. Aksi hâlde her zorlama, onun dağılmasına sebep olur. Bu yüzden fıtrî olarak insanları birbirine bağlayan dil birliğini, en üst düzeyde tutmak lazım. Edebiyatta kargaşaya meydan vermemek lazım. Kavramları işe yaramaz hâle getirmekten kaçınmak lazım… Millî kimliği, kocaman bir apartmana benzetebiliriz. Dev binanın iskeleti elbette tarih, her dairesi ise birer ailedir. Fertlerin huzur içinde yaşayabilmesi için yapılan boya badana ile odalara

49

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


serilen eşyalar, dolaplar da edebiyattır. O bütünlük içinde kişinin huzur bulması, asırların oluşturacağı millî bir anlayışa bağlıdır. Oğuz Kağan’ın: “Gün tuğ olsun, gök kurukan.” mısraındaki kimliğe ulaşabilmek için Timurlar, Atillalar, Fatihler… yerlerinde duramamıştır. Yavuz Sultan Selim; “Bu dünya iki padişaha az, bir padişaha çok” iddiasında bulunmuştur. Çünkü cihangirliği, Türk’ün millî kimliğe Oğuz Kağan dâhil etmiştir. Her bireyin geçmişine duyarlılığı vardır elbet. Kişisel kimlik, bu duyarlıkla bilince dönüşür. İşte o bilinç, millî kimliğin ta kendisi olup savlarla, sagularla, koşuklarla bilhassa destanlarla varlığını sürdürmüştür. Edebiyatta efsanevi ve menkıbevi en uzun manzum mesnevilerimiz, destanlardır. On üç bin beyitten oluşan Manas, bunların en hacimlisidir. Destanlarımız; toplumsal kimliğin bütün izlerini, edebiyat adı altında tescil eder. Millî özelliklerimizin anahtarını verir: Üç aylık hamile Çıyırdı’nın “canının aslan yüreği çekmesi” boşuna değildir. Deli Dumrul’a yüklü anasının şahin eti istemesi durup dururken olmamıştır. Bebeğin kurt postuna sarılması, boynuna kurt aşığı asılması süs olsun diye yapılmamıştır. Bunlar benliğe ve kimliğe dönüşme temennisiyle savaşçılığın nişanı olarak benimsenmiştir. Kırgız Türkünü temsil eden Manas, on yaşında çobanlık yaparken kuzuyu parçalayan kurdun arkasına düşüp bir mağaraya girmiş; “Atları kanatlı, yüzleri nurlu adamların huzurunda; kurdun parçalayıp kaçırdığı kuzuyu, melerken görmüş.” Kaçan kurdu sorunca; “O kurt bizleriz, biz kırklarız. Zorda kalınca senin yardımına koşacağız” deyip muştulamışlar. Böylece “kurt motifinden” yardım alacak kahraman, millî kimliğimizin bir ögesi olmuştur. Aslında yapılanlar, Oğuz Kağan’ın zihinlere çizmeye çalıştığı manevi resmin parçalarıdır. Kırgızlara sığınan Kalmuk Prensi de aynı anlayışın benzer elemanıdır: Bir karacayı kovalarken atlı adamlar görmüş. Kaçan ceylan, aralarına girip onlardan biri olmuş. Almambet sorduğunda; “Biz kırklarız. Tanrı’nın emriyle sana hayırlı bir haberi iletmek için gelmişiz. Barınacağın yer Altay’dır.” dedikten sonra kaybolmuşlar. Meğerse Manas’ın kovaladığı kurt gibi Kalmuk Prensi’nden kaçan ceylan da yardıma gelen kırklardan biriymiş.

Kürşad da aynı anlayışın doğurduğu farklı bir kahramandır. Çünkü boylar ve beyler ayrı ayrı yerlerde yaşasa da millet; aynı millet, kimlik aynı kimlik. Sihrin ve entrikanın sembolü Çin, Orta Asya Türklerin bağrında hep onulmaz bir yara olarak kalmıştır. Selenge Irmağı’na atlayarak intihar eden Kürşad da[1] bu hazin tablonun kurbanı olmuştur. Büyük kahramanların vefatı, tabii ki farklı olacaktır. Manas öldüğü an; “Yer sallanmış, güneş tutulmuş, altı gün karanlık olmuş, doğanı ak otağın üzerinde yedi kere döndükten sonra göklere uçmuş.” Böylece en kötü anda bile esas kimliğe yansıyan; “atları ve silahlarıyla cesedin konduğu çadırın etrafında yedi defa at koşturma”[2] geleneğini hatırlatmıştır. Destan, dinî ve millî figürlerin yanında Şamani özelliklere de yer vermiştir. İslamın kabulünden sonra ne kadar terk edilse bile eski inancın gizli gölgesi, hâlâ sürmektedir. Böylece millî kimlik dediğimiz değer manzumemizin içinde onun da izleri bulunmaktadır. Manas’ta, hemen hemen Oğuz’un[3] bütün özelliklerini görmek mümkün. Onun, doğar doğmaz çiğ et istemesine karşılık: “Manas, yalın ayak kor ateşin üzerinde gezmiştir.” Çünkü Kırgızlar; Çin, Kalmuk, Moğol ve Mançulardan hesap sormak için böylesi bir yiğide ihtiyaç duymuşlardır. Onun sayesinde yeniden tarih sahnesine çıkmak istemişlerdir. Bir anlamda Müslümanların mehdi beklemesi, İsrailoğullarının mesih beklemesi gibi bir şeydir.[4] Kavga veya savaş, hükmetmekten kaynaklanan bir hâdisedir. Ama farklı nedenlere dayananları da vardır elbet; “Yağı derler ki biz onlara yetsevüz öldürürüz, onlar bize yetse öldürürler”[5] anlayışının hâkim olduğu bir devirde her şeyin kurallara uyması zordur tabi. Alp tipi, hayvancılık ve avcılıkla geçinen göçebe toplumların mensubu olarak ortaya çıkmış ve düşmanlarıyla daimi bir mücadelenin içine girmiştir.[6] Kırgızların durumu da aynı olduğun1. Bozkurtların Ölümü-Nihal Atsız. 2. Eski Türk Yazıtları-Hüseyin Namık Orkun. 3. Türk Ed. Tarihi-Seyit Kemal Karaalioğlu. 4. Zeki Ünal-Hz. İsa’nın Dönüşü Meselesi. 5. Dede Korkut Kitabı-Uruz’un Tutsak Olduğu hikâye 6. Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar(1)-Mehmet Kaplan.

50

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


dan Manas, her durumda hem “Alp” hem “Eren” şeklinde yüceltilmiş, Türk milletinin bütün özelliklerini üzerinde toplayarak millî kimliğimizin numunesi sayılmıştır. Sürülerine ve av hayvanlarına göre hareket eden Türkler, aktif olmak mecburiyetinde kaldıklarından; “atın ölümü ile erin ölümünü” bir tutmuşlardı. Çünkü bozkır medeniyetinde atla er, birbirini tamamlayan unsurlardı. Onun için Bamsı Beyrek’in: “At demezem sana, kardaş derim. Kardaşımdan ileri.”[7] iddiası, millî kimlik açısından önemlidir. Türklerde “Bey” olmanın iki şartı vardı; kılıcı kavi, sofrası gani olmak… Yani yerine göre “attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kırdırmak” yerine göre vurulan kılıcın peynir gibi ağaçları kesmesi gerekti. Onun için toy vermek, toyda yarışmak en yaygın gelenekti. Kesilen hayvanın hangi parçasının hangi boy tarafından yeneceği bile belirlenmişti.[8] Göçebelerin evi olan çadır, kutsaldır. Çünkü Türk kimliğinde ev; ailenin son sığınağı, son barınağıdır. Adı unutulan edebiyatçıların koşmalarında, masallarında… serbestliğin ve hürlüğün sembolü olarak anılmıştır. Evin tamamlayıcısı olan evlilik ise her millette olduğu gibi Türklerde de mühimdir. İslamiyetten sonra daha önem kazanıp destanlara yansımıştır. Kadın; ata biner, ok atar, kılıç kullanır, düşmanla savaşır. Yani; “kar gibi teni, kızıl kan gibi yüzü, keman gibi kaşı, kunduz gibi saçı, inci gibi dişi”[9] olup kocasının her daim dert ortağıdır. Dinî kaynak Türkler, destanların ön gördüğü kahramanın zalimleşmemesi için İslam merkezli bir kontrol sistemi kurmuşlardır. Manas’ı bu açıdan çok iyi incelemek lazım. Zira millî kimliğin fertlere ulaşmasında o, çok önemli bir eserdir: Hz. Yakup’un çileli yaşamına benzeyen girişi, Türk’ün gerçek hayatıdır. Halkını, ilahlık taslayan firavunun şerrinden kurtaran Hz. Musa ne ise “Göğün oğlu” olarak anılan Esen Han’a karşı Manas da aynıdır. İsrailoğullarını Mısır’da eriyip kaybolmaktan kurtaran Hz. Musa gibi o da Kırgızları, asimile 7. Dede Korkut Hikayeleri. 8. Türk Kültür Tarihine Giriş(4)-Bahaeddin Ögel. 9. Dedem Korkudun Kitabı- O. Şaik Gökyay.

olmaktan kurtarmıştır. Çardağa giren aksakallı dervişin Çıyırdı’ya; “Oğlun evliyadır. Bir çelik ok tahsis ettim. Onu emdir.” demesi millî kimliğimizin iki cephesini oluşturur. Yani çocuk büyüyünce hem çelik ok taşıyan bir kahraman olacak hem halim selim bir veli. Aynı durum, ad verirken de görülür. Beyaz sakallı, ak külahlı Hızır gelip yeni doğan bebeğe, ‘Manas’ adını verir. Kimliğimizdeki Alp-eren anlayışı, biraz da oradan gelir. Çünkü Allah’ın yardım edeceği tipin bir tarafı asker, diğer tarafı derviş olması gerekir. Onun için Manas; savaşa gideceği zaman gökten inen Zülfikar’ı[10] eline alır. Dedesi Nogay’dan kalan; taşları kesen, düşmana sallandığında kırk yedi arşın uzayan tılsımlı kılıcı da kuşağına bağlar. Başarısı için (Meleklerin ve Cebrail’in rablerinin izniyle yere indiği) Kadir gecesinde[11] dua eder. Allah’a mutlak teslim olduğu namaz esnasında şehit düşerek Hz. Ömer’e benzemeye çalışır. Manas, her destan kahramanı gibi efsanevi bir hayata sahiptir. Kutsal kitapta okuyan rahipler; “Kırgız’da Manas adında bir alp doğacak, omuzunda kızıl beni olacak.” yazısını görmeleri, az da olsa Hz. Muhammet’i (s.a.v.) akla getirir. Çünkü onun gelişini hem Tevrat[12] müjdelemiş, hem Hz. İsa: “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı ve benden sonra gelecek Ahmet adında bir peygamberi müjdeci olarak geldim.”[13] demişti. Sonuç Unutmamak lazım ki kişiliğimizi olgunlaştıran, değerlerimizin ortak noktası olan millî kimliğimizdir. Ona can suyu veren dinî değerlerimizdir. Özkimliğimiz üzerinde oynanan oyunlara kulak asmamak, varlığımızı tehlikeye atmak demektir. Bu hususta direnç gösteren edebî ve tarihî kaynaklarımızı işleyip insanımızın idrakine sunmamız gerekir. İl gitse de törenin gitmeyeceğini anlatmamız gerekir… Aksi hâlde nefsimiz ve neslimiz zarar görecektir. ■

10. Peygamberimizin Hz. Ali’ye hediye ettiği iki ağızlı kılıç. 11. Kadir suresi-4. 12. Muvatta- Mukaddime 2. 13. Saf Suresi 6.ayet.

51

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Hoca Ahmet Yesevi'de Türkçe sevgisi OSMAN BAŞ

X

II. asırda Türkistan’da yaşayan, Hazret-i Türkistan Ahmet Yesevî bir büyük ahlâk, aşk ve irfan adamı, bir Allah dostudur. Türk Kültür tarihimizde önemli şahsiyetlerinden birisidir. O, sadece Yusuf Hemeddânî Hazretlerinin gönlünde yaktığı İslamın aşk ve irfan kıvılcımını kendinden sonraki taliplere aktarmakla kalmamış, yetiştirdiği aksiyoner alperenleri Asya’nın bir ucundan Avrupa içlerine kadar göndererek insanlara adalet, tevazu, birlik ve dirlik düşüncesini telkin etmiştir. Yesevî Hazretleri, dönemin din ve kültür dili olan Arapça ve Farsça yerine, anadili Türkçeyi kullanmış, Türkçeyi bir ilim, aşk ve irfan dili hâline getirmiştir. Sohbetlerinde ve nutk etmiş olduğu hikmetlerinde ana dili Türkçeyi kullanarak geniş kitleleri etkileyen ilk Türk mutasavvıfı odur. Bugün geniş bir coğrafyada konuşulup yazılıp edebî bir Türkçeden söz ediliyorsa banisi Ulu Pir Ahmed Yesevî’dir. Diğer taraftan Ahmed Yesevî kendi zamanında İslamın çizgi dışına çıkan ve umumi olarak râfizilik, zındıklık ve mülhidlik olarak nitelendirebileceğimiz sünni karşıtı akım ve yollara karşı Kur’ân ve sünnet bayrağını açan kişidir. O, Kur’ân’ın tanımlayıp Hz. Peygamberin uyguladığı ve telkin ettiği gerçek İslamı halka anlatan bir mana insanı, Kur’ân’ın aşk ve irfana dayalı yorumcusudur. Nitekim Ahmet Yesevî deyince biz Hz. Peygamber’in yaşadığı İslamı ana diliyle, herkesin anlayabileceği Türkçe ile anlatan ilk Türk Mutasavvıfını ve yetiştirdiği aksiyoner alperenlerle İslamın tevhit ve adalet nurunu cihana yaymak için çalışan

bir gurup serdengeçtiyi hatırlatmaktayız. Hazret-i Türkistan sadece bizim milletimiz için değil, vaz’ ettiği mesajlarıyla da evrensel bir değerdir. Nitekim onun adına izafe edilen Yesevilik yolu esasen İslamın Türkçe yorumundan başka bir şey değildir. Cenab-ı Hak, Peygamber (a.s.) ve varlık sevgisini gönülde toplayan bu abide şahsiyet, aşk ve irfanın, samimiyetin, hoşgörünün insana saygı ve sevginin derinleşme ve genişlemenin bir sembolüdür. (Yıldız, 2016, 6) Vefatının 850. yıldönümü nedeniyle 2016 yılı UNESCO tarafından Hoca Ahmed Yesevî yılı ilan edilmiştir. 2016 yılında Ulusal ve Uluslararası tanıtımlar yapılacaktır. Yönetim Kurulu başkanlığını yaptığım Dünya Yazarlar ve Aydınlar Derneği olarak bu tanıtımda bizde üzerimize düşeni yerine getireceğiz. Yapacağımız çalışmalardan bir örnek vermem gerekirse 2016 yılında yapmayı planladığımız 2.Türkiye Edebiyat Dergileri Kongresini “ Edebiyatımızda Hoca Ahmed Yesevî” adıyla gerçekleştireceğiz. İslamiyet’ten sonraki Türk edebiyatında, millî ruhu ve millî zevki anlayabilmek için en çok tetkike lâyık bir devir, halk lisanını ve halk veznini kullanmak suretiyle geniş bir kitleye hitabetmiş ve eserleri asırlarca yaşamış büyük mutasavvıflar devridir. Bilindiği üzere; Türkler, başkaları gibi kılıç kuvvetiyle değil, sırf kendi arzularıyla kabul ettikleri İslamiyeti az zamanda benimsediler ve Müslüman Türkler, henüz İslamiyet dairesine girmemiş yahut girip de onun akideleri ve esasları ile layıkıyla uyuşamamış kardeşleri arasında din propagandası yap-

52

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


maktan geri durmadılar. İşte, Türk edebiyatının İslami şekilde ilk intişarı bu suretle dini bir mahiyette oldu: Birçok Türk dervişleri yeni dini ve tarikatlarını yaymak aşkıyla göçebe Türkler arasında geliyorlar ve yeni mefkûreyi onların anlayacakları bir lisan ve zevk alabilecekleri bedi’i bir şekil ile yaymağa çalışıyorlardı. Böylece temeli kurulan tasavvuf edebiyatına, Türkler arasında asırlardan beri devam edegelen halk edebiyatının bir model vazifesini ta’ görmesi işte bundan dolayıdır. Bizim görebildiğimiz ilk safhalarında belki de propagandacı bir gaye takibettiği için biraz kuru ve basit eserler veren bu edebiyat, asırlar boyunca incele incele Türk’ün millî dehasını gösterecek derecede hususi bir mahiyet almış, Acem mutasavvıflarının en yüksek mahsulleriyle ölçülebilecek eserler vücuda getirmiştir. (Köprülü, 1991,1,2) Onda hayran olduğumuz bilim zihniyeti bu gün bile geçerliliğini koruyor. 850 yıldır eskimeyen, her zaman tedavülde olacak olan bu görüş ve duygular, Ahmet Yesevî yolunun ne kadar aydınlık olduğunu bize gösteriyor. O, yalnızca doğduğu Türkistan’daki Sayram ve yetiştiği Yesi şehirlerini değil Kazakistan sınırlarını da aşarak bütün Türk dünyasının ulu kişisi olmuştur. Çünkü o, bütün Türk kavimlerinin, akraba topluluklarının ve komşu Müslüman boylarının düşünce yapısının, geçmişinin ve geleceğinin yönlendiricisi ve açarı olmuştur. Şunu da katiyetle ifade etmeliyim ki Hoca Ahmet Yesevî’nin hikmetlerindeki düşüncelerini paylaşan bu kavim ve boylar arasında gönül köprüsü kurulmuş, bu düşüncelerinin savunucusu gönül erleri yetişmiş, onun işaret buyurduğu gönül hedeflerine, kalplere feyz salmış, yüzyıllarca yol alınmasını sağlamıştır. (İvgin, 2016-6,7) *** Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî, Müslüman Türk dünyasının manevi hayatında asırlardır etkisi devam eden bir Hak arifidir. O, Türk dünyasında ilk defa mukaddes kitabımız Kur’an’dan ve Hz. Peygamber’den aldığı esasları sevgi ve bilgiyle yoğrularak kendi adıyla anılan Yeseviyye erkânının kaidelerini ortaya koyan kurucu bir önderdir. Şeriat ve hakikati gönüllerde buluşturan bu kutsal gönüllü zat, başta Yesi ve çevresi olmak üzere devrinde Neşv ü nemâ bulan bütün sapkın fikirlere karşı Hz. Peygamber’in yaşadığı İslamın özünü telkin ederek

XII. asırda bir çerağ uyandırmış ve bu çerağ büyük bir coğrafyada zaman zaman değişik isimlerle hiç sönmeyerek insanların gönüllerini aydınlata gelmiştir. Yesevî’nin menkabevi hayatı Türkistan’dan Balkanlar’a kadar bütün Müslüman Türk yurtlarına yayılmıştır. Onun Yesi’de bulunan türbesi bugün bütün Türk dünyasının manevi bir merkezi konumundadır. Hz. Türkistan Çimkent yakınlarında bulunan Sayram’da dünyaya gelmiştir. Babası Sayram’ın âbid ve âlim şahsiyetlerinden Şeyh İbrahim, annesi ise Karasaç lakaplı Ayşe Ana’dır. Soyları Hz. Ali’ye dayanmaktadır. Annesi ve babası, o daha çocuk yaşlarındayken vefat etmiş olup her ikisinin de türbeleri Sayram’da bulunmaktadır.(Tatcı, 2016 - 8) Yedi yaşında babasından yetim kalınca, diğer manevi bir babadan terbiye gördü. Hazret-i Peygamber’in manevi işaretiyle ashaptan Şeyh Baba Arslan, Sayram’a gelerek onu irşat etmiştir. Aslan Baba, menkıbeye göre ashabın ileri gelenlerindendi. Meşhur bir rivayete göre, dört yüz sene ve diğer bir rivayete göre de, yedi yüz sene yaşamıştı. Onun Türkistan’a gelerek Hoca Ahmed’i irşada memur olması, bir manevi işarete dayanıyordu: Hz. Peygamber’in gazâlarından birinde, Ashâb-ı Kiram nasılsa aç kalarak onun huzuruna geldiler; biraz yiyecek istirham ettiler. Hz.Peygamber’in duası üzerine Cibril-i Emin, cennetten bir tabak hurma getirdi; fakat o hurmalardan bir tanesi yere düştü. Hazret-i Cibril dedi ki: “Bu hurma sizin ümmetinizden Ahmed Yesevi adlı birinin kısmetidir”. Her emanetin sahibine verilmesi tabii olduğu için, Hz. Peygamber, ashabına, içlerinden birinin bu vazifeyi üzerine almasını teklif etti. Ashaptan hiçbiri cevap vermedi; yalnız Baba Arslan inayet-penâhî ile bu vazifeyi üzerine alabileceğini söyledi. Bunun üzerine, Hz. Peygamber, o hurma dânesini eliyle Arslan Baba’nın ağzına attı. Hemen hurma üzerinde bir perde zahir oldu ve Hz. Peygamber, Arslan Baba’ya, Sultan Ahmed Yesevî’yi nasıl bulacağını ta’rif ve ta’lim ederek, onun terbiyesi ile meşgul olmasını emretti. Bunun üzerine Arslan Baba Sayram’a- yahut Yesi’ye geldi ve üzerine aldığı vazifeyi yerine getirdikten sonra, ertesi yıl vefat etti. (Köprülü, 1991,sayfa; 28,29) Hz. Türkistan Ahmed Yesevî ilk eğitimini yedi yaşında iken vefat eden babası İbrahim Şeyh’ten almıştır. Hikmetlerinde ve menakıbında beyan

53

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


edildiği üzere babasının ölümünden sonra ilk mürşidi Arslan Baba’nın irşat dairesine girmiştir. Arslan Baba’nın Otırar şehrinde bulunan abidevi türbesi onun tarihî bir şahsiyet olmasına delildir. Yesevî Hazretleri Arslan Baba’nın vuslatından sonra ilahi bir işaretle Buharâ’ya, oradan da Semerkand’a gider. Şeyh Yusuf’ı Hemedani’ye intisap ederek onun murakabesinde seyr ü süfûk çıkarır. Merv Buhara, Herat, Semerkand gibi merkezleri dolaşarak irşadını tamamlar. Şeyhi Yusuf’ı Hemedanî’nin ölümünden sonra bir müddet dergâhta halkın irşadıyla meşgul olur. Nihayet şeyhinin üçüncü halifesi olarak Yesi’ye döner. Yesevî Hazretleri Arapça ve Farsça eğitimi almakla birlikte hayatının sonuna kadar Türkistan’da ana dili, Türkçe ile halka hitap eder, yazmış olduğu “hikmetler”iyle güzel ahlak, aşk ve barış dini olan İslamı anlatır. Yetiştirmiş olduğu doksan dokuz bin talebesini Hind kıtasından İdil boylarına, Çin seddinden Tuna kıyılarına kadar uzanan geniş bir coğrafyaya gönderir. Dervişleri tarafından sağlığında veya vefatından sonra bazı sözleri ve manzum nutk-ı şerifleri “Divanı Hikmet” adıyla derlenmiştir. Bunların bir kısmı günümüze kadar gelmiştir. Bunun dışında ona atfedilen Fakrnâme, Âdâb-ı Tarîkat, Makâmât-ı Erbaîn gibi risâleler bulunmaktadır. Menâkıbının önemli bir kısmını XV1. asırda yaşayan Hazînî adlı Yesevî dervişi toplayıp kitaplaştırmıştır. Yesevî Hazretlerinin İslam tasavvufu ve Türk kültür tarihi açısından en önemli özelliği İslamı her sapkın düşüncelerden arınmış olarak tertemiz umdeleriyle ele alıp “Dört kapı- Kırk makam” diye adlandırdığı Kur’an ve sünnete uygun temel prensipler üzerine vaz’etmiş olmasıdır. O sohbet ve hikmetlerinde bu temel esasları ilk defa döneminin ve çevresinin anlayabileceği ana dili Türkçeyi esas alarak bir ilki gerçekleştirmiştir. Bu sebeple Yesevî, Türk Edebiyatı tarihinde “İlk Türk Mutasavvıfı” olarak haklı bir şöhret kazanmıştır. Hiç şüphesiz bu ifade Yesevî Hazretlerinden önce bir Türk sufisinin yetişmediği anlamına gelmeyecektir. Fakat Yesevî Hazretleriyle birlikte Türkçe bir aşk, irfan ve mana dili olarak karşımıza çıkmaktadır. Hazreti Türkistan mahalli Türkçeyi vahyin gücü ile tezyin ederek semavileştiren ve ana dilini bir mana dili hâline getiren İlk Türk mutasavvıfıdır. Diğer taraftan Pir-i Türkistan, tesis ettiği ve kendi adına izafe edilen

Yesevîlik bünyesinde yetiştirdiği tevhit ehli gerçek Hak dostlarını insanlığa ilahî aşk; Muhammed (a.s) sevgisi ile donatmak, vahdet ve adalet bilincini yaymak, insanlığı ebedî saadetle tanıştırmak için ilahi bir sevk ile Horasan’dan Anadolu’ya göndermiş ve İslamı büyük bir coğrafyada tesis etmeyi başarmıştır. Malûmdur ki ipekböceği kozasını içerden örer; onun Hazret-i Peygamber’in sünnetine uyarak atmış üç yaşından itibaren ömrünü halvette geçirmesi esasen pasif bir muvahhit olmasından değil, yetiştirdiği alperenlerin manevi gıdalarına gönül desteği vermek istemesindendir. Ehlinin malûmudur ki erenlerin halveti maddi gıdanın kesilmesi, manevi gıda ile beslenilmesi ve bunun insanlık hayrına rahmete dönüştürülmesi hâdisesidir. Yesevî Hazretleri’nin halvet hayatını da bu şekilde anlatmak gerekir. M.1166 senesinde vuslat ettiği rivayet edilen Hazreti Pir bugün Türkistan’da Emir Timur tarafından yaptırılan türbesinde yatmaktadır. Türbede 1993 senesinde, Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Kazakistan Cumhuriyeti yetkililerince restorasyon çalışmalarına başlanmış, zaman zaman bu yenileme çalışmaları devam etmiştir. (Tatcı, 2016, sayfa; 8,9) Ahmet Yesevî Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığının vefatının 850. senesinde “UNESCO 2016 Hoca Ahmed Yesevî Yılı” anısına” Divan-ı Hikmet Hoca Ahmed Yesevî” adlı bir eser yayımlanmıştır. Kitap bu yazının ana kaynaklarından da biri olmuştur. “Hoca Ahmed Yesevî’nin ruhaniyeti bu sunumdan haberdar olsun.” İnşallah. “Şu Ahmet Yesevi kim? Bir araştırın göreceksiniz… Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız.” Bu sözler büyük şairimiz Yahya Kemal’indir. “Milliyet” dediğimiz gerçekliğin iki ana unsurundan birincisi “dil” ise ikincisi de dilin ana taşıyıcısı olduğu bütün kültür unsurlarıdır. 19.yüzyılda Türkistan’ı dolaşan Macar Prof. Vamberi Armin seyahatnamesinde anlatıyor: “Her geçtiğim Türk obasında Ahmet Yesevi’nin Hikmet ve Münacaatına rastladım. Türkler bu manevi irşadı coşkunlukla okuyorlardı. Her obada, Divan-ı Hazret-i Sultan–ül arifin Hoca Ahmet Yesevi’nin şiirlerini vecd ile okuyan kadın ve erkeklere rastladım. Öteki İslam ülkelerini de gezdim, gördüm ve tarafsız mukayeseler yaptım. Anladım ki; İslam dinine Cihanşumül idrak felsefesini veren Türk bilginleridir. Onlar bütün dünyaya mürşit olarak

54

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


yayılmışlar ve İslam ülkelerinde değerli şahsiyetler yetiştirmişlerdir.”(Zeybek, 2003,sayfa;9,10,60) Türkistan, Maveraünnehir ve Orta Asya’da olduğu gibi Anadolu’da da kendilerini Ahmet Yesevî’nin neslinden sayan pek çok ünlü şahsiyet çıkmıştır.

Nefsi tep, nefsi tep, ey kötülükler işleyen. (sayfa:197) Cimriler Zerre aşkı kime düşse, ağlar eyler, Gözyaşını akıtarak umman eyler, Her ne bulsa, Hakk yoluna ihsan eyler, Cimrilerin düşmanlığı- buğzu olur. (sayfa:217)

Divan-ı Hikmet'ten örnekler Bismillah Bismillah deyip beyân ederek hikmet söyleyip Taleb edenlere inci, cevher saçtım ben işte. Riyâzeti sıkı çekip, kanlar yutup ‘İkinci defter ’in sözlerini açtım ben işte. (Sayfa:44)

Erenlere Hizmet Sağlıkta tevbe eyle, makbul olsun, Seherlerde zârî eyle eline alsın, Erenlere hizmet eyle yola koysun, Hizmet kılmayıp hiç kimse yolu bildiği yok. (sayfa:315)

“Allah” de Zâlim eğer cefâ eylese”Allah” de, Elini açıp duâ eyleyip sabreyle, Hakk yardımına yetmez olsa endişe eyle, Hakk’dan işitip bu sözleri söyledim ben işte. (sayfa:73)

Devâ Olur Günde yüz bin “Allah” desen, O’na yakar, Gözyaşını derya kılsan, maşuk bakar. Bağrın içre derdin olsa, yaşın akar, Allah özü gerçek dertliye deva olur. (sayfa:325)

Türkistan’a geldim Gurbet değse, pişkin eyler çok hamları, Bilge eyler, hem seçkin eyler çok sıradanları, Giyer çul elbise, bulsa yer yemekleri, Onun için Türkistan’a geldim ben işte. (sayfa:84) Muhabbet Muhabbetin bahçesine bülbül gibi Seherlerde feryat edip konasım gelir. O vakitte Allah’ımın cemâlini, Mânâ gözü ile açıkça göresim gelir. (sayfa:138) Gönül Azîm zikri yüce zikirdir, söyler olsam, Ballar gibi tatlı olur dilim benim. Kendim fakîr, ikrâr eyledim, oldum hakir, Kanat çırpıp uçar, kuş gibi gönlüm benim. (sayfa:145) Nefs Nefs yoluna giren kişi rezil olur, Yoldan çıkıp, katıp, tozup günahkâr olur, Yatsa, kalksa şeytân ile yoldaş olur,

Ölüm Koymadı Mustafâ gibi nice yârân, Ebû Bekir, Ömer, Alî bil ki Osmân, Tahtı ile uçar idi o Süleymân, Bu ölüm çengeline almadı mı? (sayfa:365)■ Kaynakça Yıldız Musa (2016), “ Takriz ” Dîvan-ı Hikmet Hoca Ahmet Yesevî –Ahmet Yesevi Üniversitesi, s. 6. Köprülü Fuat (1991), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı, Emek Ofset, s. 1,2. İvgin Hayrettin (2016), Edebiyat Dili dergisi, Dumat ofset, sayı 1, s. 6,7). (Divân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî Üniversitesi (2016) Ankara- s.16) Köprülü Fuat (1991), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı, Emek Ofset, s. 28,29. Tatcı Mustafa (2016) Dîvan-ı Hikmet Hoca Ahmet Yesevî –Ahmet Yesevi Üniversitesi,s. 8,9) Divan’ı Hikmetten örnekler; Divân-ı Hikmet, Hoca Ahmed Yesevî Üniversitesi (2016) Ankara, s. 44,73, 84,138,145,197,217,315,325, 365.

55

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


KUL OL DEDİM ÂH EYLEDİN Gönül, bu aşk dergâhında, “Gel, ol” dedim; âh eyledin!... Yedi nefsin tezgâhında, “Hâl ol” dedim; âh eyledin!... Kesrette gir bu vahdete; Aklım, acîz bir haslete!... Aşk sırrını ver iffete, “Lâl ol” dedim; âh eyledin!... Gör ne dert var aşk ağrımda? “Belâ” dedim her çağrımda!... Cân seyrini, kor bağrımda, “Bul, ol” dedim; âh eyledin!... Her çilede, yan bu câna; Menzil yetti son limana!... Çağladıkça bir ummana, “Dol, ol” dedim; âh eyledin!.. Başında mı gayb âlemi? Duy, baht yazan tek kalemi!... Aç, eşyaya sor Âdem’i, “Dil ol” dedim; âh eyledin!... Gevher bende, bende visâl; Ceht et, bitsin her ihtimâl!... Benden yakın o Zü’l Celâl; “Kul ol” dedim; âh eyledin!...

RIFAT ARAZ

56

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


YAZ GELİNCE Her çocuk hayal kurar: Bir gelse yaz mevsimi, Güzel karneler için Başlasa naz mevsimi, Soframızı süslese Erik, kiraz mevsimi, Ne olur hiç bitmese En güzel haz mevsimi, Her çocuk hayal kurar: Bir gelse yaz mevsimi. Yaz gelince tatilin Tadıyla coşar çocuk, Minik bir damla gibi Denize koşar çocuk, Bu güzelim günleri Coşkuyla yaşar çocuk, Bir sel gibi kabına Sığmayıp taşar çocuk, Yaz gelince tatilin Tadıyla coşar çocuk. Her çocuk kırda yazın Çiçekler gibi açar, Rengârenk bahçelerde Kelebek gibi uçar, Sayılı gün tez biter Tatil çok çabuk geçer, Okulun sevinciyle Etrafa neşe saçar, Her çocuk kırda yazın Çiçekler gibi açar.

YUSUF DURSUN

57

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Üç nokta AHMET FARUK GÜLER

H

er gün bir şarkıyla uyanıyor ruhum. Ruhlar şarkı seçerler mi diye sorma sakın. Bedenlerimiz seçecek değil ya elbette ruhlarımız seçecek. Fakat neye göre, hangi listeye göre seçiliyor şarkılar bilmiyorum. Bir gün bir çizgi filmin sözü olmayan müziğine açılıyor gözlerim bazen bir Sezen Aksu şarkısı… Gün boyu dudaklarımda mırıldanıyorum, yetmiyor internetten dinliyorum o da yetmiyor konuştuğum zaman dilimlerinde içimden bir ses şarkıyı söylemeye devam ediyor. Kim seçiyor bu şarkıları, hangi karışık listeden karmaşık bir sırayla geliyor şarkılar? Sonra sözcüklere dökülmek istiyor şarkılar. Çünkü her şarkı maziden bir yaprak koparımı, çünkü her şarkı kanayan bir yara, çünkü her şarkı… çünküsü olmamalı şarkıların, kanayan yaraları, akan kanları, acıyan yanları olmalı insanın. Şarkılar bunları hatırlatmamalı hayır hayır, istemiyorum işte, alıp götürmeyin beni tarihe, edebiyata, sosyolojiye… Uzak kalmak istedikçe, “birisi sesi mi açıyor?” daha çok melodiler dökülüyor. Kaçmalı, gitmeli insan… Ama nereye, nasıl? Bilinmezliğin şarkısı mıdır? Bilindik

Üç noktayı yan yana getirseniz hangi cümleye eş olurlar? Hanginiz fark edip görebilirsiniz ki? Oracıkta duruyorlar işte. Üç noktanın arasında her şey. Parantez de açıp kapatmıyorum. Oysa şair iki parantez arasına nice hayatları sığdırmıştı. 58

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Yine uğulduyor kulaklarım, kafamı duvarlara çarpasım geliyor… Çık artık, çık zihnimden diye bağırıyorum gözlerimden yaşlar akarken. Çıkmıyor işte, çıkamıyor… Üç noktalara yüklediğim anlam değerleri çoğalıyor. Söylediklerimden ziyade söylemediğim sözler sığınacak bir yer ararken üç noktalarımın arasına sıkışıyorlar. sözcükler oysa dudaklarıma yapışan. Yoksa dudaklarıma yapışan sigarayı mı tercih etmeliyim! Oysa ile yoksa sözcükleri arasındaki melodiyi duydunuz mu? Ne yani size gelmiyor mu bu şarkılar? Duymuyor musunuz siz, yapmayın, Allah aşkına yapmayın… Yine uğulduyor kulaklarım, kafamı duvarlara çarpasım geliyor… Çık artık, çık zihnimden diye bağırıyorum gözlerimden yaşlar akarken. Çıkmıyor işte, çıkamıyor… Üç noktalara yüklediğim anlam değerleri çoğalıyor. Söylediklerimden ziyade söylemediğim sözler sığınacak bir yer ararken üç noktalarımın arasına sıkışıyorlar. Öyle masum, öyle korkmuş, öyle tedirgin… Üç tane nokta oysa. Üç noktayı yan yana getirseniz hangi cümleye eş olurlar? Hanginiz fark edip görebilirsiniz ki? Oracıkta duruyorlar işte. Üç noktanın arasında her şey. Parantez de açıp kapatmıyorum. Oysa şair iki parantez arasına nice hayatları sığdırmıştı. Oysa noktalama işaretlerine bir başka hikâyeci neler yüklemişti. Niye görmüyorsunuz, yalvarırım görün ve duyun seslerini. Dokunmaya çalışın gözlerinizle. Çekip alın oradan, kalbinize bastırın, göğsünüze yaslayın. Daha nasıl çığlık atayım bilmiyorum ki! İtiraf edeyim ben çığlık atmayı da bilmiyorum. Çığlık atan bir kız çocuğu kıskanılır mı? Alın işte üç noktaların arasına bir sığıntı daha… İmla kılavuzuna gidin, sayfa sayısını söylemeyeceğim, açın sayfaları usulca. Her işaretin ardına bıraktığı anlam izlerini yakalayın. Örnek cümlelere özne olun. Edilgen çatılı fiillerden dönüşlü yapıya geçin. Ama görün onları, duyun seslerini. Manasız bakışlarla seyretmeyin lütfen. Sonra dönün tekrar bu metne, üç noktalarıma sığınmış cümlelerimi alın. Saçlarını okşayın

usulca. Göğsünüze yaslanmış bir çocuk masumiyetiyle sevin onları. Ben olmayacağım artık, üç noktalara sığdırdığım bir hayat sizi bekliyor olacak. Belki kimse anlamayacak, belki kızım bilemiyorum belki de oğlum. Kâğıdın üzerindeki bir noktaya ellerini değdirecek. Sözcükler canlanacak birden bire. Uçuşacaklar aniden, her biri bir uçan balonun iplerine asılı gökyüzüne doğru gidecekler. Yakalamak isteyecekler, tutmak için çaba gösterecekler. Gökyüzü rengârenk balonlarla dolacak. O balonlar ki tek tek patlayıp yok olup gidecekler. Veda etmeyi bilmem ben. Veda etmeyi bilemediğimden “iyileşeceksin” diyerek uğurlamıştım. Balonlarım gibi, uçtu gitti işte. Harfler gitti, sözcükler gitti, cümlelerim gitti, en son noktalama işaretlerim. (Üç Nokta) Bulun beni… Okuyucuya not Bulamayacağınızı biliyorum. Fotoğraflara fazla bakmayın, yüzümdeki çizgilere takılmayın, olduğumdan yaşlıyım. Binlerce yıllık bir maziden geliyorum. Sözcüklerime eğer anlamayacaksanız dokunmayın lütfen. Gözlerinizin izi kalmasın çığlıklarımda. Üç noktaların arasına sıkışmış beni aramayın artık. Çıkın gidin cümlelerimden. İçinizdeki şarkıyı dinleyin. Bir sabah güneşin aydınlığı rüzgârın perdeyi savurmasıyla odanıza düşsün. Açın gözlerinizi. Tavana takılsın, anlamsız şekillere bürünmüş avizelere… sonra çevirin başınızı, aydınlık gökyüzünde patlayan balonları görün. Bir yıldız daha kaysın, içeri seslenin eşinizi de çağırın bu seyre… Birlikte bir şarkı da siz söyleyin, balonlarımın patlayışına sevda sözleriniz dökülsün. Üç noktalarınız olmasın… Artık bulmayın beni…■

59

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Hayat, rakamlar ve bu yaştan sonra.. SÜLEYMAN DAŞDAĞ

E

llisinde üç arkadaş, uzun yıllardan sonra memleket hasreti deyip gelen arkadaşımızla, şehrin eski çarşısında geziniyorduk. Bir ara Mehmet: “Bakın kim geliyor!” deyince, üçümüz de aynı yöne baktık ve sınıf arkadaşımız Recai’nin bize doğru geldiğini gördük. Recai’nin misafir olan arkadaşımızı tanımadığı yüzünden okunuyordu. Mehmet: ”Merhaba Reco. Bak Özer gelmiş.” dedi. Recai “Dalga geçme oğlum. Ne Özer’i!” deyip meraklı bakışlarla bana dönünce ben de: “Evet, Hakan.” dedim. “Di gidin oğlum. Dalga geçisiz benle!” diyen Recai’ye kendini ispatlamak, artık Özer’e kalmıştı. Özer’in “Recai! Ben, Hakan.” demesine karşın, hâlâ karşındaki kişinin o olduğuna inanmamakta ısrar eden Recai, karşısında duran arkadaşına “Özer! O zaman sen çok düşmüşsen…” Özer’in memleket özlemiyle aydınlanan suratı hafifçe ekşidi. Tepesi hafif açılmış ve neredeyse ak yok denecek saçlarıyla Özer: “Sen beni bırak! Sen nasılsın oğlum, sen anlat” dedi; beyaza yakın, kırçıllı, dökülmemiş saçları olan Recai: “Allah’a şükür iyiyim işte. Emekli oldum. Emekli olduktan sonra da

“Ürettiğin kadar gençsin” felsefesinin şemsiyesi altında kendine yer bulacak insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur elbette. Ortak yönü “İçlerindeki çocuğu yaşlandırmamaları” olan bu insanlara bazen bir sanayi sitesinde bazen bir tarlada bazen bir üniversitede bazen herhangi bir iş kolunda rastlayabilirsiniz. 60

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


kalp krizi geçirdim, ardından kalp ameliyatı oldum. Geçinip gidiyoruz işte.” Esas çöküşün kişinin iç dünyasında gerçekleştiğini ve baktığı pencereden hayatı değerlendirdiğini aklımdan geçirirken, yıllar öncesi bir olayı anımsadım. Oğlum olduğunda otuzlu yıllarımın yarısını bir aşmıştım ve genç bir çift yerine genç bir aile olmuştuk. Ancak bir sorunumuz vardı. Oğlum geceleri uyumuyordu. Biz de onu uyutmak için, arkadaki bebek koltuğuna yatırıyor ve arabamızla o uyuyuncaya kadar, geceleri şehri dolaşıyorduk. Bu sırada, ya bir müzik dinliyor ya da kaliteli, insanlara çok şeyler veren, kâh güldüren kâh düşündüren radyo programları dinliyorduk. Aracımıza bindikten çok kısa bir süre sonra, eşim ve oğlum uykuya dalıyor, ben de hem radyo dinliyor hem de düşük hızda aracımı kullanıyordum. Bir müddet sonra, bu ailemizin zevk aldığı bir gelenek hâline geldi. Hatta bu alışkanlığımızı tatil günleri öğleden sonraları bile sürdürür olmuştuk. Bu şekilde hem şehirdeki yeniliklerden, değişikliklerden haberdardık hem de mutlu ve huzurlu saatlerimizi daha da arttırmanın yolunu bulmuştuk. Yine böyle günlerden birinde, TRT FM radyosunda spiker, “Aydın Boysan” ile röportaj yapıyordu. Aydın Boysan: “Altmış üç yaşındayken arkadaşlarımın ısrarıyla gazetelerde köşe yazısı yazmaya başladım. Aradan yirmi yıl geçti ve ben bu yirmi yıla on dokuz kitap sığdırdım. Hem de esas mesleğim olan mimarlığı da hiç aksatmadan.” O zaman, yaşımın iki katından bir yaş daha fazla olan Boysan, tam tamına seksen üç yaşındaydı radyodaki konuşmasını sürdürürken. Bugün doksan dört yaşında olan Aydın Boysan’ın konuşması, benim hayata bakışımı değiştirmeye yetmişti. Bu değerli insan, altmış üç yaşında gazetelerde yazmaya başlamış ve yirmi yıla, belki bugün sayısı daha da çok artmış olan, on dokuz kitap sığdırmıştı, esas mesleği olan mimarlığı da hiç aksatmadan. Hem de kırklı yaşlarında emekli olup hayattan elini eteğini çekip kahvehane köşelerinde ya da camilerde namaz sonrası sohbetlerde “Bu yaştan sonra mı?” diyen insanlarla dolu ülkemizde, anlatıyordu deneyimlerini “Aydın Bey”. İşte üretmek böyle ayakta tutuyordu insanı.

Demek üretmek hayattan koparmıyor, bilakis hayata bağlıyordu insanı. Hayatın ya da insanlığa yararlı olmanın rakamlarla ilişkisi yoktu. Olmamalıydı! Yüce yaratanın bizlere bahşettiği nefesimiz tükeninceye kadar, insanlığa hayırlı olmalıydık. “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır.” diyen bir peygamberin öğretileriyle büyüyen beni, etkileyen bir başka olay da, rahmetle andığım Prof. Dr. Ayhan Songar Hocanın, TRT televizyonundaki bir sohbetidir. Ayhan Hoca: “Eski Cumhurbaşkanlarımızdan Sayın Celal Bayar bir gün benden bir kitap istedi. Ben de “Peki efendim, bulmaya çalışırım.” dedim. Ancak kitabı kendisine bir türlü bulup, takdim edemedim. Derken bir gün, bir davette karşılaştık. Bana “Ne oldu o kitap ?” diye sorunca, merakımı yenip “Ne yapacaksınız o kitabı efendim ?” dedim, bana “İlerde lazım olur.” dedi. Aramızda geçen konuşma sırasında Celal Bey yaklaşık yüz yaşındaydı. O zaman şuna kanaat getirdim ki; “İlerde lazım olabilir diyebiliyorsanız, gençsiniz.” Ayhan Hoca’nın “gençlik ve ilerde lazım olur” ifadeleri arasında kurduğu ilişki ile “rakamlarla hayat” arasında ilişki kurmanın çok doğru olmadığını gösterir nitelikteydi. Penceremden gökyüzünde uçan kuşları seyrederken yukarıda anlatılan iki olayı zihnimden geçiriyor ve insanlarımızın ruhuna işlemiş “Rakamlar ve Hayat” ilişkisinin önüne nasıl geçilebileceğine, insanlarımızı nasıl daha üretken hâle getirebileceğine ilişkin sorulara yanıt arıyordum. İnsanların “Hayattan emekli edilmelerinin” önüne geçebilmektir yapılacak ilk iş, diye düşündüm ve o günden sonra “Bu yaştan sonra mı?” psikolojisine kapılmış kimi gördüysem, “Gençlik esasında üretken olmaktır.” diyerek, ikna etmeye çalıştım. Bana göre yetmişlerini, seksenlerini yaşayan ve üretken olan bir kişi, yirmili, otuzlu hatta kırklı yaşlarında olup üretken olamayanlardan çok daha gençtir. Rakamların hayatı tükettiği duygusuna kapılmayanlara verilebilecek örneklerden biri de, 2008 yılında, 99 yaşında, yıllarca çalıştığı hastanede hayata gözlerini yuman, Prof. Dr. Michael De Bakey’dir. 1987 yılında 8. Cum-

61

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Belki de en kestirme yol, her yaşta insanlara faydalı olunabileceğine inanan, gençliğin esasının üretkenlik olduğunu felsefe edinen, hayatın rakamlarla dizginlenemeyeceğini anlayan nesiller yetiştirmenin ülke politikası hâline gelmesidir. hurbaşkanımız Turgut Özal’ı ameliyat ettiği sırada 78 yaşında olan ve birçok dünya liderinin doktoru olan bu cerrahın, günümüz modern tıp uzmanlarının kalp ameliyatlarında kullandığı birçok alet ve yöntemde imzası vardır. Hayatın, aldığımız yılları temsil eden rakamlarla dizginlenemeyeceğine ilişkin bir başka örnek ise, dünyaca bilinen, Amerikan Beyin Cerrahları Birliği tarafından ”Yüzyılın Adamı” seçilen Prof. Dr. Gazi Yaşargil’dir. Prof. Dr. Gazi Yaşargil” 1925 doğumlu olup ülkemizin yetiştirdiği nadide bilim adamlarındandır. Hâlâ hekimliğini yürütür. Daha ellisinde arkadaşına çökmüşsün diyebilen bir anlayışa sahip insanlara, hayatın rakamlardan ibaret olmadığını göstermek için en taze örnek ise, 69 yaşında “Nobel Ödülü” alan bilim adamımız Prof. Dr. Aziz Sancar’dır. Aziz Hoca, hâlâ laboratuvarında önemli araştırmalara imza atmakta, dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen araştırmacılara aktif olarak hocalık yapmakta ve insanlığa daha da faydalı olacak projelere önemli katkılar sunmaktadır. “Ürettiğin kadar gençsin” felsefesinin şemsiyesi altında kendine yer bulacak insan sayısı azımsanamayacak kadar çoktur elbette. Ortak yönü “İçlerindeki çocuğu yaşlandırmamaları” olan bu insanlara bazen bir sanayi sitesinde bazen bir tarlada bazen bir üniversitede bazen herhangi bir iş kolunda rastlayabilirsiniz. Aynalara, rakamlara takılmayan bu tür insanlar, bana hep bir kurbağa hikâyesi hatırlatır. Günün birinde, kurbağalar arası bir yarışma düzenlenmiş. Öyle her kurbağanın kolayca tırmanamayacağı bir zirveye ulaşan kurbağa, yarışmanın galibi olacakmış. Beklediklerinden çok daha dik ve kaygan tepeyi gören kurbağaların bir kısmı, daha en başında yarışmadan

çekilmiş. Derken yarışma başlamış. Sırayla kurbağalar zirveye ulaşmaya çalışmışlar. Zirveye bir türlü ulaşan olmadığı gibi, zirveye yaklaşanlar da, aşağıda “Çıkamazsın! Çıkamazsın!” diye tempo tutan kurbağaların dediğine uyup kendini salıveriyormuş. Bu arada, diğerlerine göre daha çelimsiz gibi görünen bir kurbağanın zirveyi zorladığını gören kurbağaların bir kısmı “Çıkamazsın! Çıkamazsın!” temposunu sürdürürken, az bir kısmı da “Ha gayret! Çık, çık! Zirve senindir!” diye tempo tutturmuşlar. Tabi ki çıkamazsın diyenlerin sesi daha yüksek çıkıyormuş. Kurbağa son bir hamle ile soluk soluğa zirveye çıkmış ve etrafa bakınmaya başlamış. Bütün kurbağaların onu alkışladığını gören zirvedeki kurbağa, bir müddet sonra aşağı inmiş. Bütün kurbağalar bağırışlarla, çağırışlarla onu kutluyormuş. Ancak, kurbağanın tepkisi hep aynıymış. Nihayetinde, en kıdemli kurbağa ödülü verirken kurbağanın sağır olduğunu fark etmiş. Sonuç olarak, yukarıda sözünü ettiğimiz “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olanıdır.” felsefesine hizmet edenlerin yaşam felsefelerini anlamaya çalışmak, hem ufkumuzu geliştirecek hem de hayata bakış açımızı değiştirecek ve de yılları temsil eden rakamların, hayatı temsil etmediğini anlamamızı sağlayacaktır. Belki de en kestirme yol, her yaşta insanlara faydalı olunabileceğine inanan, gençliğin esasının üretkenlik olduğunu felsefe edinen, hayatın rakamlarla dizginlenemeyeceğini anlayan nesiller yetiştirmenin ülke politikası hâline gelmesidir. Şimdi, zihniyetimizi yeniden biçimlendirmenin zamanı değil mi? İçimizdeki çocuğu genç tutmaya ne dersiniz?!■

62

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Anneler ölümsüz olmalı SERHAT IŞIK

G

ülüşleri hep yarım ve mahzundu. Hayatın hep kıyısında yaşadı. Bir türlü yerleşemedi hayata. 8 yaşındaydı. Annesinin gözünde hep öyle kaldı. Çalışkan bir çocuktu. Köy işlerinde annesine yardım ederdi. Kavurucu bir ağustos günü annesiyle köyün alt tarafındaki buğday tarlasına gitmişlerdi. Biçilmiş ürünleri bir araya topluyorlardı. Hasan her zaman olduğu gibi annesinin tatlı bakışları eşliğinde çalışıyordu. Soğuk sular getiriyordu ona soğuk gözelerden. Çalı çırpı toplayıp çay demliyordu annesine. Gurur duyuyordu annesi onunla. Hasan hızlı hızlı hareket ediyor, annesinden aferin almaya gayret ediyordu. Ara ara göz ucuyla ona bakıyor, görsün istiyordu çalışkan oğlunu. Bir ara Hasan’ın gözleri annesine takıldı. Annesi bir anda sağ eliyle göğsünü tutarak yere yığıldı. Koşarak yanına gitti. “Bana bir şeyler oluyor. Nefes alamıyorum Hasan.” dedi en son. Sonra diğer elini de göğsüne attı annesi. Hasan seslendi defalarca “Anne, anne!” diye. Fakat cevap gelmedi. Son kez baktı Hasan’a. Bakış o bakıştı zaten. Hasan öylece dondu kaldı annesinin gözlerinde, annesi de Hasan’ın. Yanaklarından öptü Hasan. Ellerini tuttu. Çocuk hâliyle kaldırmaya çalıştı, başaramadı. Ağladı sadece. Kokladı onu defalarca. İçine çekti tüm kılcallarına kadar. Uyanmadı annesi. Öte tarafta tarladan dönen köylüleri gördü Hasan. Koştu onlara. Annem uyanmıyor, dedi. Uyandıramadım onu. Koştu köylüler. Annesinin yanına geldiler. Biri sırtına aldı annesini. At arabasına koyup köy meydanına getirdiler. Hasan’a söyleyemediler bir süre. Ağlaşmalar, sızlaşmalar... Anladı Hasan. Orada büyüdüğünü hissetti. Öylece kalakaldı. Köy mezarlığında hazırlıklar başladı. Uzaktan izledi onları Hasan. Annesine yaklaştırmadı kimse onu. Toprağa koydular bir tohum gibi. Gözünden süzüldü yaşlar güneş yanığı yanaklarına. Annem çiçek açacak burada, dedi kendi kedine. Ölenlerin çiçek açtığını düşünürdü toprak altından. Aradan yıllar geçse de her bahar annesinin mezarına gitti, orada açan çiçekleri kokladı. Anne kokusu aradı hepsinde fakat hiçbirinde bulamadı. Hasan annesini kaybettiği o tarlada hep çocuk kaldı. Sadece burada büyüyemedi. O tarla onda hep anneyi çağrıştırdı, ona anne koktu. Yine sıcak bir ağustos günü tarlada çalışırken bir ara durdu. Annesini kaybettiği yere geldi. Büyükçe bir kara taşın üzerine oturdu ve hayâllere daldı. Çocukluk günlerine gitti. Annesiyle geçirdiği o güzel, o eşsiz günleri düşündü. Epey sonra kendine geldi. Vakit hayli ilerlemiş, hava kararmaya başlamıştı. Tarladaki eşyaları bir araya toplayıp üzerlerini örttü, bir sigara yaktı ve köye doğru yürümeye başladı. Karanlığın içinde kaybolurken kendi kendine söylendi: “Anneler ölümsüz olmalı; evet, ölümsüz olmalı...”■ 63

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Hazin yolculuk SABİHA KOÇAK

B

ehçet, kenarı çatlak eski sandalyesinde oturup bir ileri bir geri sallanırken, otobüsten indiği ve bu memlekete geldiği o ilk günü anımsadı. Ardından da göreve başladığı günü! Kocaman şehirde ne kadar da küçük kalmıştı. Şehre geliş hikâyesi uzun ve hüzünlüydü. Köyünde genç olarak sadece o kalmıştı. Gençler çalışmak için teker teker büyük şehirlere göç etmişti. Behçet ise bir türlü köyden çıkamamıştı. Her seferinde bir şey onu engellemişti. Bir keresinde babası hastalanmış, bir başka sefer ona iş bulacak olan köylüsü sözünü tutmamıştı. O yıl ise Behçet’in şansı dönmüş, şehirdeki tanıdıklarından haber gelince sevinçle Ankara’ya gelmiş; dilekçeler, görüşmeler derken nihayet zabıta memuru olmuştu. Behçet, olup bitenlerden çok çabuk etkilenir, en küçük şeyler bile onu heyecanlandırırdı. Göreve başladığı gün kendini heyecandan adeta ölecekmiş gibi hissetmişti. İşte özellikle o günü, zabıta üniformasını giydiği, yemin ettiği ilk günü! Bir yandan içinde duyduğu garip bir özlem, yüreğinde derin bir yangıya sebep oluyor, bir yandan çılgınca bir coşku, diğer yandan sahip olduğu her şeye şükür edişi… Daha sonraları şükretmek onun hiç susmayan iç sesi olmuştu. Behçet kendi dünyasının sınırlarında aheste aheste dolaşırken zemin kattaki evinin penceresinden görünen kırık dökük yeşilliğe dalgın dalgın bakmaktayken kapı çaldı. Kapıcı Rıza bir kâğıt getirmişti. Aldı ve onu tebessümle uğurladı. Kapıcı ise selam verdi mi vermedi mi, belli bile olmadı. Oysa Behçet kapıcıyı çok sever, onunla her karşılaştığında, elinde erzak görürse illa ki yarısını elinden alıp taşımak isterdi. O semtte ona en yakın kişi Rıza idi. Köylülerinden biri vasıtasıyla bu evi bulmuştu. Evine ve evin bulunduğu semte alışmıştı alışmasına da, insanlara hiç alışamamıştı. Apartman komşularının karşılıklı selamlaşmaları bile sanki uzak mesafeleri çağrıştırırdı. Kavaklıdere’yi, sakin sokaklarını, Kavaklıdere’nin pazar sabahlarını çok seviyordu; lakin zaman geçtikçe daha iyi anladı ki, bu semt aslında ona göre değilmiş. Bunu geç anladı, ama dedik ya, semte gerçekten içi ısınmıştı. Belli belirsiz kendine sordu: Zil niye çalınırdı ki? Zil yakını uzaklaştıran bir şey değil miydi? Ya köyü! Derin bir iç geçirdi. Köyünde böyle miydi? Kapılar kilitlenmez, komşular, tanıdıklar seslenerek içeri girer, evler böylesine sahiplenilmezdi. “Yahu bizim oralarda kapının çalınması ayıptır.” diye düşündü. Üstelik Kavaklıdere’de öyle eften püften insan bulamazsınız. Elit insanlar oturur bu mahallede. Kapıları çalınırdı, onlar ise her kapıyı çalmazlardı. Şehirdeki semtlerin insan manzaralarının birbirine çok yakın olduğu 90’larda bile bu semt farklıydı. Behçet’in her günü, yaptığı iş dolayısıyla farklı insanlarla karşılaşmakla geçiyordu. Tatlı dili 64

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


sayesinde kendini insanlara sevdiriyor, fakat işportacılarla yıldızı bir türlü barışmıyordu. Bir de o yıllarda, Ankara işportacıları ünlü idi. Sıra sıra dizilir, düşük fiyatları gören teyzeler, anneler oraya üşüşürdü. “Bak yavrum bir etiketi yok diye beğenmiyorsun, bak hele dokun yeri çok güzel!” diyerek çocuklarına ellerindeki kıyafetleri beğendirmek için çabalar dururlardı. Behçet, işportacıların inadıyla baş edememişti, haftanın üç günü mutlaka aynı yere tezgâh açıyorlardı. Behçet’i görünce toparlanır kaçar, Behçet gidince usulca geri dönerlerdi. Kimisi başka yere tezgâh açardı. Ama Behçet, aynı anda işportacılara kıyamıyor; fakat onlara bunu belli de etmiyordu. Tek başına yaşadığı, sadece kendinden sorumlu olduğu bu yeni hayatında mutlu olan Behçet, burada ikamet eden insanları bir türlü anlayamıyordu. İyi olmasına iyilerdi, hem de onlardan hiç saygısızlık görmemişti. Fakat arada bir de Behçet’e aşağılar gözle baktıkları oluyordu. Ya da Behçet her defasında, “ben öyle zannettim herhalde” deyip naif ruhunun gülümsemesini yüzüne yansıtıyordu. Her gün eve, yürümekten tabanlarının şiştiğini hissederek geri dönüyordu. Evinin sokağı dardı, apartmanlar sık ve birbirine yakın sayılırdı. Bakkalı, manavı, birkaç küçük esnafı vardı. Behçet en çok onlarla muhabbet eder, sorunlarını dinler, elinden geleni de esirgemezdi. Bir keresinde, belediyenin çöpçüleri mahalleye gelemediğinde, Behçet sokağını süpürme işini de zevkle yapmıştı. Onun bu hâlleri, mahalleli tarafından hem çok sevilmesine sebep oluyor hem de mahallenin gözünde ister istemez onu itibarsızlaştırıyordu. Yine yorgunluktan gözünün hiçbir şey görmediği bir gün, Tunalı Hilmi Caddesi’nden geçerken, gözlerinin önünden geçip giden bir pırıltı âdeta Behçet’i uyandırdı, ruhunu sarstı. Bir yakamoz yahut bir hale gibi onu saran, duygu dünyasını hoş renklerle aydınlatan bu ışık, karşıdan salına salına gelen güzel bir kızdı. Behçet, yüreğinin bir kuş gibi kanatlandığını hissetti. Aynı yerde oturduğu bu güzeli daha önce görmemiş tanımamış olmanın acısını duydu. Kendi kendine, daha önce hiç yaşamadığı hiç tatmadığı bu duygunun sarsıntısıyla âdeta sendelemişken, karşı dairesinde oturmakta olan senarist Hakan ile karşılaştı. Hakan, Behçet’in takdir ettiği, bilgili bir insandı. “Oooo, merhaba Behçet!” diyerek geldi. Tokalaş-

tılar. Behçet, Hakan hakkında düşünürken, “Size de merhaba!” cümlesi çıktı ağzından. Yüzüne yansıyan ifadeden ve az önce onun ruhunu derinden sarsan karşılaşmanın etkisinden olacak, solgun görünüyordu ki, “Hayırdır? Rengin atmış, hasta mısın yoksa? Öyle ya, belki de sana zabıtlık zor geliyordur. Ah Behçet, sen uğraşmaya devam et bu tilkilerle, ben gözlemle yetineceğim.” dedi Hakan. Behçet, düşüncelere dalmışken, cümleleri de toparlayamıyordu, “Yok, hasta değilim de... Nasıl anlatsam…” karşılığından sonra, Hakan Behçet’i konuşturamayacağını anlamış bir ifadeyle onu omzundan tuttu ve “Bak en iyisi, akşama sen bana gel. Biraz sohbet ederiz.” diye ekledi. “Peki” dedi Behçet, sakince. Hakan, kendine yeni bir uğraş bulmuştu. Gülümseyerek uzaklaştı. Behçet o gün eve girmek istemiyordu. Ayakları geri geri gitti, dönüp çay ocağına oturdu. Aslında yapmak istediği bu da değildi, sanki içinden durmadan koşmak geliyordu. Kendi kendine neler düşündü?! Her şeyden bu kadar etkilenmeyiverse daha mutlu olmaz mıydı? Boş vermeliydi, zaten mutluydu. Daha mutlu olup ne yapacaktı? Kendi hâlinde yaşamaya devam etmeliydi. Köyünde bıraktıklarını düşündü. Burayı çok sevmesine, farklı olsalar da buradaki insanları bile benimsemesine rağmen, galiba onlar Behçet’i bir türlü içlerine kabul edememişler, mesleği nedeniyle hep bir adım geride durmuşlardı. Belki de o öyle hissetmekteydi… Bir de güvensiz, alaycı gözler üzerinde gezmeyiversin, Behçet kıpkırmızı olurdu. Utangaçlığı ve hassaslığı nedeniyle, kendini suçlar, insanların iyi niyetini kullandığını düşünürdü. Şimdi de benzer bir duygu durumu yaşamaktaydı. O sırada, gözlerini Behçet’e dikmiş, başında beklemekte olan Çaycı Orhan ile göz göze geldi. Orhan, elindeki çay tepsisini masaya yavaşça bırakıp Behçet’in karşısına oturdu. “Ne o zabıt ağabey? Bugün pek keyfin yok.” Behçet, boş gözlerle çaycıya baktı. Ne vardı sanki neden herkes aynı soruyu sorup duruyordu? Demek ki Behçet’i daha önce kimse böyle görmemişti. Behçet, ne olduğunu bilse elbet açıklayacaktı. Kendine Orhan’a söyleyecek bir bahane buldu. “Yorgunum Orhan. Sıkıldım yalnız olmaktan, hadi bir çay ver de içelim.” Behçet, aklından geçenlere engel olamıyordu. İçinden bir öfke kabardığını hissetti. Başkalarının, ona adeta ok gibi saplanan incitici bakışları, onu

65

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


bazen görmezden gelişleri, âdeta her şeyi yutan bir dev gibi büyüyen semt, onu sanki ezecekmiş gibi ona doğru gelen dev adımlar… Behçet ruhsal bir değişim geçiriyordu. O masada otururken, Orhan’a söylediklerinin farkında bile değildi. Kendi kendine konuştuğunu zannediyordu. Orhan Behçet’e dikti gözlerini. Behçet’in hep sessiz sedasız kendi hâlinde biri olduğunu düşünürdü. Behçet birden yeni bir şey fark etmiş gibi yerinden kalktı, daha önce çokça görmezden geldiği karşı sokaktaki manav Hüseyin’e sokağı kaplayan tezgâhını kaldırmasını söyledi. Biraz ötede bakkal İsmail’den, kapı önüne koyduğu yanıp sönen levhayı kaldırmasını istedi. Manav Hüseyin, Behçet’i şöyle bir süzdü, sonra aldırış etmeden içeri girdi. Behçet, bu duruma sinirlenmişti. Bu zamana dek, kimsenin kalbini kırmak istemeyişi yüzünden görevinden uzaklaştığını düşündü. İlle de sert olmak mı lazım gerekirdi? Peki öyleyse. Derhal belediyeden arkadaşlarını çağırıp, manav Hüseyin’in kapı önünde duran tezgâhını toplamaya koyuldu. Bunu yaparken de, “Kavaklıdere’nin hiçbir yerinde, bundan gayri habersiz kuş uçurtmayacağım.” diye aklından geçiriyordu. Manav Hüseyin, Behçet’in bir anda değişen tavrına çok kızmıştı. Ondan zaten hazzetmiyordu. Behçet, söylenenlere kulak asmıyor, işini yapmaya devam ediyordu. Bu zamana dek neden müsamaha gösterdiğini düşünüyordu. Sinirlenmemek elde değildi. Tezgâhları toplayıp götürürken, birkaç seyyar satıcıyla münakaşa etti, bir simitçinin simitlerini aldı. Plastik oyuncaklar satarak, kendi çocuklarına ekmek götüren bir oyuncakçının tezgâhını kaldırdı. Önce de yapıyordu bu işleri fakat yüzündeki gülümsemeyle, tatlı diliyle herkesi ikna ediyor, insanlarla iyi geçiniyordu. Şimdi ne olmuştu da Behçet bir anda, diğer tüm zabıtalar gibi sinirli, anlayışsız, insanları dinlemeyen biri oluvermişti? Evine geri dönerken, düşünme fırsatı buldu. Giderek katılaştığını düşünüyordu, onun böyle olmasının nedeni insanlardı. Suçlu olan onlardı. Behçet yalnızca bütün çabalarına rağmen, insanların güvensizliğine kızıyordu. Yapayalnızdı işte. Ayakları birbirine dolandı. O sırada mesleğinin onu değiştirdiğini geçiriyordu aklından. Belli ki bu meslek ona göre değildi. Öyle ya, hiçbir şey o ilk geldiği günkü gibi kalamamıştı. Behçet, derin bir nefes aldı, yumruklarını sıktı. Evine döndü-

ğünde, senarist Hakan’ı hatırladı. Döndü, onun kapısını tıklattı. Kapı açıldı. Behçet bir anda buz kesilmişti, gözlerine inanamıyor hayal gördüğünü düşünüyordu. “İçeri buyurun.” diyen bu ince sesin sahibi, Behçet’in aklını başından alan, bir anda bir şimşek hızıyla her şeyi düşünmesini sağlayan o naif, ince, gözleri pınar gibi çağlamakta olan o kadındı. Behçet, hayatında ilk defa böylesine bir duygu yaşıyordu. Birden, kendini içerde buldu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken Hakan içeri girdi ve ağzından çıkan iki kelime Behçet’in, farkında olmadan düştüğü kuyudan çıkmasına sebep oldu. Hakan kadına dönerek, “Tanıştınız mı? Komşumuz Behçet” ve Behçet’e eliyle kadını işaret ederek de “Nişanlım Hülya.” diye tanıttı ve İstanbul’dan geldiğini söyledi. Behçet, yaşadığı karmakarışık duygulardan sıyrılmak istiyor; fakat buna mani olamıyordu. Şimdi kendini daha yalnız, daha çaresiz hissediyor, yaşadığı onca duygulanım onu yoruyor, daha da sinirlendiriyordu. Zorla gülümseyerek konuştu, biraz oturdu ve “Müsaadenizle evime geçeyim.” Hakan, “Yine beklerim Behçet, olmadı böyle, adam akıllı konuşamadık.” diye ekledi. Behçet’in gözleri başka bakıyordu. Bir an neden burada olduğuna anlam veremeyen gözlerdi bunlar. “Elbette!” diye söyledi kısık bir ses tonuyla ve kapıya doğru yöneldi. Hakan, bir gariplik olduğunu sezmiş, Behçet’i gözlemlemekteydi. Hülya ise Behçet’in kalbine sevecen bir merhaba, hüzünlü bir hoşça kal bırakıvermişti. Karşı daireye adım atmak öyle uzun sürdü ki Behçet için, yalnız kalmayı sevmediği bu eve girmekte bugün epeyce zorlanmıştı. Eve girince, kravatını yırtarcasına çıkarıp öteye fırlattı, gömleğini başka bir yere. Sandalyesine oturdu, bir süre hareketsiz kaldı, düşünmeye başladı. Köyün özlemi ile doldu. Yüzünde bir gülümseme meydana geldi, bu gülümseme daima onun yüzünde kalmalıydı. Kalmalıydı; çünkü Behçet’i Behçet yapan şey gülümsemesiydi. Onun gülümsemesi gözlerindeki ışıltı ile birleşir, ruhundaki saflığı, doğallığı ve çocuksuluğu yansıtırdı. Şehir hayatı, bu evler ona göre değildi. Fakat köye de dönemezdi. Dönmemeliydi, dönmeyecekti de! O geceyi sandalyesinde bir ileri bir geri sallanarak geçirdikten sonra evinden çıktı, güneşin ve ayın, kızıllık ve maviliğin bir arada olduğu, doğanın sessizliğe büründüğü vakitte, başka bir iklime doğru yola koyuldu.■

66

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


İyi/lik-Kötülük ekseninde medeniyetlerin varoluş tecrübesi SERDAR ARSLAN

İslamın yaklaşımındaki iyilik ve iyimserlik esasının pratikteki kaynaklarından biri kader anlayışıdır. Kader, her şeyin yaratıcının kontrolü ve bilgisi dâhilinde gerçekleştiği inancıdır. Hâl böyle iken insanın trajik olanla yüz yüze kalması, kötücül olanın sürekliliğine ve esasına kanaat getirmesi mümkün değildir.

İ

nsan, iyi ve kötü arasındaki salınımda mekân bulmuştur. Sarkaç kimi zaman iyiye kimi zaman ise kötüye yaklaşır. İnsan, tecrübesi ile bu durumun öznesidir. İyiye ve kötüye karşı konumu, insan ontolojisinin belirleyici bir unsurudur. İyi- kötü bahsi; din, sanat ve felsefenin kesişimindeki bir alanda yer alır. Zira din (özellikle beşerî dinler), felsefe veya sanatın bu konuda tek başına getireceği yorumlar yetersiz kalabilir. Hâl böyle iken konuyu genel anlamıyla bu üç alanı birbirinden ayırmadan geçişkenliği muhafaza ederek -üretilen medeniyet birikimini esas alarak tartışmak- doğru yaklaşım olacaktır. İyi/lik ve kötü/lük söz konusu olduğunda kimi medeniyet alanları iyiliği, kimisi kötülüğü kimi de bu ikisinin mezcîni esas alarak konuyu tartışmıştır. Batı medeniyeti ayrışma ve çatışma eksenli bir varoluş sürdürdüğünden kötülüğü merkeze alma yönünde tavır geliştirmiştir. Doğu medeniyetleri, birlik ilkesini yaşamın merkezine koymuş, iki kavramın mezcini esas almışlardır. Onların bakışında, iyi- kötü dâhil her şey bütünde yitip gider. Aslolan birleşmek, birlikte olmak hatta birlikte yok olmaktır. İslam medeniyeti ise mutlak iyinin merkeze alındığı bir varoluşun izini sürmüştür. İyi aynı zamanda güzel olduğundan varoluşun merkezinde yer bulmuştur. 67

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Batı’nın Ayrılışı: Kötücülüğün Doğuşu Batı tecrübesinin varoluşsal olarak ortaya koyduğu en bariz durum ayrışma ve bu ayrışmanın doğurduğu çatışmadır. Roger Garaudy bu durumu şöyle ifade eder: “ İnsanlığın altın çağı olan Hazreti İsa’dan önceki 4. yüzyılda bütün medeniyetlerde insan, hem Allah’ın kalbinde yaşayan biri hem de bütün tabiatın bir özeti mahiyetindeydi. Batı’nın ayrılışı ilk defa tam da bu esnada ortaya çıktı, yani Batı, kesin bir tercih yaparak, dünyanın geri kalan kesiminden ayrılıp koptu… …Batı’nın tercihi hesap ve ölçüye dayanarak dünyayı zapt etmek ve tabiata karşı bir fatih edasıyla davranmak şeklinde gelişti. Onun temel ve kendine has tecrübesi, artık “ben tabiata aitim” değil “tabiat bana aittir” oldu…” Batı’nın varoluşunda kötüyü odak almasını, kötülüğün mahiyetine dair çözümlemeler üzerinden düşünsel ve sanatsal birikim ortaya koymasını, bu ayrışma ile ilişkilendirebiliriz. Bu ayrışma ile insanın varoluşsal olarak düşmüş olduğu güvensizlik hâli, Tanrı ve kötülük eksenli tartışmaları doğurmuştur. Bu konudaki tartışmalar yüzyılları aşmış ve mahiyet değiştirerek günümüze kadar gelmiştir. Tartışmaların seyri özetle şu şekildedir: Konu mantıksal olarak ilk defa asırlar önce Epiküros (M.Ö 270) tarafından formülleştirilmiştir. İnsanın mutluluğa olan iştiyakına rağmen mutsuz olması, Tanrı’nın varlığıyla çelişir fikri, meseleyi problematikleştirmiş; buna karşı gelen savunular meselenin asırları aşan bir tartışma konusu olmasına yol açmıştır. Çıkışından itibaren teorik olarak Tanrı ile kötülük arasındaki ilişki üzerinden süren tartışmalar, 19.yy. ile birlikte varoluşsal olarak kötülük problemi ve buna maruz kalan tek tek bireyler arasındaki ilişkiye odaklanmış, mesele kötülüğe rağmen Tanrı; Tanrı’ya rağmen kötülük ekseninden, kötülüğe insanın kendi varoluşu içinden bakıp çözüm bulma noktasına kaymıştır. Schopenhauer, Kierkegard, Nietzsche ve Albert Camus meseleyi yeni zeminde tartışanların başında gelmektedir. Kötülüğün kaçınılmaz varlığı pesimizm düşüncesine o da nihilizme yol açmıştır. Nihilizm, 19.yy. kadar ortaya konan değerlerin sorgulanması, inkârı veya olumsuzlanması an-

lamındadır. Epistemolojik, metafizik, politik ve etik anlamda ortaya konan birikimin, insanın varoluşsal arayışına çare olmadığı ve dolayısı ile bu birikimin ret edilebileceği tezini ihtiva eder. Batı’nın varoluşsal tecrübesi sanatının mahiyetini de belirlemiştir. Batı sanatının kodlarını ortaya koyan belki de ilk önemli eser olan Aristoteles’in Poetika adlı eseri, Batı’nın bu noktadaki ayrıştırıcı ve çatışmacı yaklaşımını özetlemektedir. “Eylemde bulunanlar iyi ya da kötüdürler; insanlar, karakter bakımından iyi ya da kötü olmaları bakımından birbirlerinden ayrıldığına göre, bütün ahlaksal özelliklerimiz dönüp dolaşıp sonunda bu iyi- kötü karşıtlığına varır.” Aristoteles, tragedya hakkında şunları söylemektedir: “Tragedyanın kuruluşu, yalın değil, karmaşık olmalıdır. Tragedya korku ve acıma duyguları uyandıran eylemleri taklit etmelidir.” Korku ve acıma duyguları kötücül eylemlerin sonunda ancak ortaya çıkabilecek duygulardır. Dolayısıyla anlatının merkezinde kötücül eylemler yerleştirilmiştir. Batı medeniyetinde iyilik tali unsurdur. Çatışmaya yol açtığı ölçüde gereklidir. Esas olan ayrışma ve çatışma yani kötücül olandır. Doğu Medeniyetlerinde Varoluş: ‘Büyük Bütün’de Yitmek Hint, Çin ve Japon medeniyetleri gibi Doğu medeniyetleri, Batı medeniyetindeki ayrışmanın aksine bütünlüğe, birliğe yönelik tecrübeler oraya koymuşlardır. Ortaya konan tecrübe kâinat ve insanın bütünlüğüne dair yaklaşımı aşikâr etmektedir. Zen Budizm’i, Konfüçyüs öğretileri, Taocu mistisizm tecrübesi insanın tabiata dâhil olduğu fikrini hem norm hem de üretilen formlar bağlamında ortaya koymuştur. Çuang-Tsö’ye ait bir şiir bu tecrübelerin varlığa yaklaşımını özetler niteliktedir:

68

Evrenin devasa fırdolayı dönüşüyle Tamamen yutulmuş ve sonsuzluk içinde Onunla birlikte hareket eden Bir insan düşünelim O insan artık hiçbir şeye bağımlı olmayacak, Bütünüyle hür olacaktır. Çünkü onun kişiliği Ve hareketi Büyük Bütün’ün kişiliği ve hareketi ile birleşecektir… Üstün insanın artık benliği olmaz;

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Bilge kişinin artık kendi adı bile olmaz. Çünkü o Bütün’le birlikte vardır. Garaudy’in aktarması ile bu medeniyetlerin ürettiği formların yapısında da aynı bütünlük fikrine ulaşma çabası vardır: “Tapınaklar, özellikle de Taocu ve Zen mabetleri, keşişler tarafından dağlarda ve ormanlarda inşa edilmiş ve rüzgârın ağaçlardaki sesinden, sellerin gümbürtüsü ve taşlar üzerindeki yağmur tıpırtılarından başka gürültülerin duyulmadığı bir sessizliğin içinde tabiatın ritmine bütünüyle katılmışlardır.” Bahsi geçen Doğu medeniyetlerine bütün olma fikri hâkimdir. İyilik ve kötülük dahi ayrışmamış durumdadır. Aslolan birliğe götüren tecrübedir ki bu tecrübe daha çok eylemsizlik biçiminde tezahür eder. İyi veya kötü eylem durağanlığın içerisinde belirsizleşir, yiter. Amaç boşlukta olunsa dahi kâinata katılmayla sonuçlanacak her türlü eylem veya eylemsizliğin yaşanmasıdır. İslamın Yaklaşımı: Aslolan Güzel ve İyidir İslam medeniyetinin varoluşsal tecrübesi, yukarıda bahsi geçen Batı medeniyetinden de Doğu medeniyetlerinden de farklıdır. Kötücülüğü merkeze alan Batı’nın ve iyinin de kötünün de belirsizleştiği, yittiği Doğu’nun aksine, İslam’ın iyilik ve kötülüğe bakışındaki yaklaşımı iyiliği merkeze alan hatta mutlak iyi ve güzelin varlığı esasına dayanan bir yaklaşımdır. “Varlık özü itibariyle güzel ve iyidir. Dolayısı ile bir şeyin kötü olarak görülmesi o şeyin özüyle değil, o anki konumuyla ilgili itibari ve arızi bir durumdur.” Bu yaklaşım İslamda “ihsan” kavramı ile karşılık bulur. “İhsan” kelimesi ‘hüsün’ kelimesinden türemiştir. Hüsün; iyilik, güzellik, hayır, yakışıklılık, hoşluk, uyum, tenasüp, sevimlilik gibi anlamları ihtiva eder. İslamın iyiliğe ve güzele olan iştiyakı Allah’ın cemal sıfatında kaynağını bulur. O güzeldir ve güzeli sever, dolayısı ile tüm eylemler esasta iyi, faydalı ve güzel olmalıdır. Bu bakış İslamın estetik yaklaşımının da özünü oluşturur. İslamın yaklaşımındaki iyilik ve iyimserlik esasının pratikteki kaynaklarından biri kader anlayışıdır. Kader, her şeyin yaratıcının kontrolü ve bilgisi dâhilinde gerçekleştiği inancıdır. Hâl böyle

iken insanın trajik olanla yüz yüze kalması, kötücül olanın sürekliliğine ve esasına kanaat getirmesi mümkün değildir. Kötülüklerin sabır ve tevekkül ile karşılanması, kontrolü elinde tutan nihai gücün takdirine rıza gösterilmesi sergilenmesi gereken tavırdır. Yine İslamdaki oldukça önemli bir düstur iyilik ve kötülüğe dair yaklaşımı belirler; “İyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmak.” biçiminde ifade bulan bu düstur, İslamın iyiliği merkeze alan yaklaşımın pratik kaynaklarından bir diğeridir. İslam medeniyetinin ürettiği formlar da iyiliğin merkeze alındığı bu yaklaşımdan hareketle oluşturulmuştur. Süsleme sanatları, cami mimarisi gibi İslam düşüncesinin hayat bulduğu formlar çatışmasızlık, uyum, sadelik, güzellik ve yararlılık gibi İslamın temel yaklaşımlarından hareketle şekillenmiştir. Batı, insanı tabiattan ayrıştırıp tabiatı insana tâbi kılmayı varoluşunun gereği ve gerekçesi sayarken Doğu medeniyetlerinde varoluşsal hakikat, bütüne katılmaktır. İslam ise hem Batı’nın hem de Doğu’nun aksine iyi olanı esas alır. Çünkü iyi güzeldir. Ve yüce yaratıcı ancak güzeli sever.■

Yararlanılan Kaynaklar: Roger Garaudy, İnsanlığın Medeniyet Destanı, , Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2012. Aristoteles, Poetika, çev. İsmail Tunalı, Remzi Kitabevi, Mayıs 2011. Turan Koç, İslam Estetiği, İSAM Yayınları, Mart 2008. Nurten Kiriş Yılmaz, “Kötülük Probleminden Schopenhauer Kötümserliğine», tabula rasa felsefe&teoloji, yıl 9, S. 25-26/Ocak-Ağustos 2009, Isparta, 2012. Nurten Kiriş, “Tarihsel Olarak Kötülük Problemi ve Çözüm Yolu Olarak Teodise “, FLSF (Süleyman Demirel Üniversitesi Felsefe Bölümü dergisi), S. 5, 2008 Bahar, s. 81-99. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2013. Ed. A. Kadir Çüçen, Varoluş Filozofları, Sentez Yayıncılık, 2015.

69

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


LEVENT BAYRAKTAR* ile küreselleşme ve evrensellik üzerine

... küreselleşme giderek gücü meşrulaştırıyor ve meşruluğun kaynağını da güçte buluyor. (...) Dolayısıyla değerin kontrolünde olmayan, erdemin, ahlakın, faziletin kontrolünde olmayan bir küreselleşme, gücün emrine giriyor. Gücün emrine girdiği için de tahakküm ediyor ve zulmediyor. RABİA DİRİCAN**

Levent Bayraktar 1972'de Ankara'da doğdu. İlk, orta ve lise tahsilini burada tamamladı. 1989'da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümüne girdi. Buradan sırasıyla 1993'te lisans, 1997'de yüksek lisans ve 2003'te de doktora derecelerini aldı. 1995'te mezun olduğu Fakülte ve Bölümde Araştırma Görevlisi, 2004'te Kırıkkale Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölümünde yardımcı doçent ve 2011'de de Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Felsefe Bölümünde doçent oldu. Bölümün kuruluşunda rol alarak 2011-2014 yılları arasında Felsefe Bölümü Başkanlığı görevini yürüttü. Hâlen Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Başkanlığını sürdürmektedir.

İlk olarak küreselleşme ile evrensellik veya evrenselleşmeyi karşılaştıracak olursak: Küreselleşmenin bir anlamda insanı tek tipleştirdiğinden –hatta bir noktada mankurtlaştırdığından- bahsedilebilir mi? Bu sorulara ilave olarak bir de “tek kutuplu dünya” diye bir hâl yaşıyoruz. Tek kutuplu dünyada artık evrensel değerler gibi görülen değerler aslında küresel güçlerin değerleridir. Dolayısıyla küresel güçlerin herhangi bir etik bir medeniyet tasavvuru ya da etik bir insanlık idealleri, kaygıları olmadığı için, küresel güçlerin tahakküm ettiği bir alana dönüştü küremiz. Böylece artık küreselleşme denince kapitalizmin, emperyalizmin küreselleşmesi ve dünyanın pazar hâline getirilmesi anlaşılmaktadır. Coğrafi keşifler döneminden sonra nasıl ki bir sömürgecilik çağı açılmıştı, günümüzde de buna paralel olarak, tek kutuplu dünyanın, küreselleşmiş olan dünyanın, bütün bir dünyayı pazar hâline getirmesi ve bu pazarın da en yüksek kâr, en yüksek gelir ekseninde şekilleniyor olması gibi bir kriz var. Demek ki aslında bugünkü küreselleşmenin insanlığa sunduğu şey, bir krizin işaretidir veya başlı başına bir krizdir. Bu bağlamda küreselleşmeden bir etik ve felsefi tablo çıkamaz denilebilir, çünkü buradaki değerler kapitalist değerlerdir ve buradan da evrensel bir ahlak çıkmaz diyebilir miyiz? Evet, dünyanın pazar hâline getirilmesi bir etik gaye olamaz. Dünyanın geri kalanının küresel güçlerin hegemonyasına, hâkimiyetine terk edilmiş olması ve sadece güçlü olanın pazar* Doç.Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İTBF Felsefe Bölümü * *Arş. Gör. Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi

70

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


dan pay alması, sadece güçlü olanın kâr etmesi, lüks içerisinde, servet içerisinde, refah içerisinde yaşaması ve dünyanın geri kalanının hiç kimsenin umurunda olmaması bir etik proje olamaz. Dolayısıyla burada artık küreselleşmenin insanlığa sunduğu nedir? Küreselleşmenin insanlığı karşı karşıya bıraktığı etik ve manevi problem nedir? Bu felsefece ele alınabilir mi? Ele alındığı takdirde buradan rasyonel, manevi, entelektüel bir evrensel proje çıkar mı? Bunların sorulması gerekiyor. Bu bağlamda Nietzsche’den hareketle yola çıkarsak küreselleşmenin aslında bir anlamda insanın güç istencinden, efendi olma isteğinden oluştuğu söylenebilir mi? Tabii, çünkü küreselleşme giderek gücü meşrulaştırıyor ve meşruluğun kaynağını da güçte buluyor. Haklı olmakta bulmuyor! Adalette, eşitlikte bulmuyor! Fazilette, değerde bulmuyor! Dolayısıyla değerin kontrolünde olmayan, erdemin, ahlakın, faziletin kontrolünde olmayan bir küreselleşme, gücün emrine giriyor. Gücün emrine girdiği için de tahakküm ediyor ve zulmediyor. “Ya benden yanasınız yahut da bertaraf olacaksınız.” diyor. Yaşama şansı bırakmıyor, seçme şansı bırakmıyor ve dolayısıyla küreselleşme kendisini dayatıyor. Onunla eşit bir etik ilişki kurmanız mümkün olmuyor. Çünkü etik bir ilişkide insanın seçmek kadar reddetmek özgürlüğü de vardır. Küreselleşme bize kendisini reddetme şansı tanımıyor. Yine bu küreselleşme bağlamında tek tipleştirme de gündeme geliyor. Bu bağlamda, küreselleşme ile açık ve kapalı toplum düşüncesi arasında da bağlantı kurulabilir mi? Küreselleşmenin sanki bir açık toplum idealiymiş gibi algılanması söz konusu, fakat gerçekten de küreselleşme bir açık toplum ideali sunuyor mu, böyle bir kaygısı var mı yoksa bütün bir yerküremizi kendisinin üretmiş olduğu malların pazarı hâline mi getirmeye çalışıyor? Korkarız ki ikincisi oluyor. Yani küreselleşme giderek dünyayı bir tek pazar hâline getiriyor ve bu tek pazarda da tek tip bir insan tipi -sadece tüketen bir insan tipihâkim güçlerin üretmiş olduklarını satın alan, onların yaratmış oldukları modayı takip eden bir insan tipi ortaya çıkıyor.

Küreselleşmede sanırım evrenselleşmeden farklı olarak şu var; insan bir nicelik olarak görülüyor. Yani küreselleşmenin karşısına evrenselleşmeyi koyduğumuzda evrenselleşmede insan bir şahsiyet olarak karşımızda duruyor nicelik olarak değil. Evet, bu da çok hoş bir tespit, çünkü küreselleşmenin hitap ettiği insan neredeyse yersiz yurtsuz, hiçbir kaydı olmayan, hiçbir millî, dinî, insani değeri gözetilerek muhatap alınmamış bir insan. Yani deyim yerindeyse kimliksiz bir insandır küreselleşmenin muhatap aldığı insan. Öteki bile değil... Evet. Dolayısıyla insan orada bir rakama, bir istatistiğe indirgenmiş vaziyette. İnsan sadece potansiyel bir pazar, potansiyel bir satın alıcı, potansiyel bir tüketim nesnesi! Fakat evrensellik fikri böyle bir şey değil. Evrensellik fikri insanı gözeten, insanın değerlerini kaale alan ve o insanı diğer bir insanla birlikte tasavvur eden bir kavramsallaştırma. Hatta denilebilir ki küreselleşme ile evrenselleşme ya da evrensellik kaygısı gütmek taban tabana zıt iki insanlık tasavvuru ortaya çıkartıyor. Evrenselleşmede değerler, insanın sadece kendisi için değil bütün bir insanlığı gözeterek yaşaması, eylemesi anlamına geliyor. Burada insan-insan ilişkisi üzerinden hareket edildiği için, bir başkasını kendin gibi kabul etmek, onunla etik bir diyalog kurmak; onu kendin için etik bir ayna, etik bir referans hâline getirmek söz konusudur. Demek ki böyle bir gerçek farkındalığa ihtiyaç var. Küreselleşme, insanı giderek herkesleştirirken evrenselleşme kaygısı, insanı bir şahsiyet varlığı, bir ahlak kişisi hâline dönüştürerek, diyalog içinde bir ahlak toplumu kurmak idealine sevk ediyor. Bu bağlamda küreselleşme aslında insanı hiçleştirerek psikolojik bir anlam kaybına da yol açıyor. Yani belki intiharların, cinayetlerin artmasının sebebi insanın hiçleştirilmesi, şahsiyet olarak tanınmaması durumuyla karşı karşıyayız. İnsan kendisine şahit olunmasını, onaylanmayı isteyen bir varlık. Ama küreselleşmede böyle bir onaylama ya da onaylanma olmuyor; insan “herhangi biri” oluyor. Yani içi boş bir siluet gibi kimliksiz, şahsiyetsiz bir varlık gibi muamele görüyor. Küreselleşmeyi

71

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Gabriel Marcel üzerinden yorumlayacak olursak küreselleşme insanlar arasındaki ilişkiyi “ben-o” ilişkisi hâline getiriyor. Yani bir “bensen” değil bir nesneyle kurulan ilişki gibi insanlarla ilişki kuruluyor küreselleşmede. Ama evrenselleşmede bilakis karşıdakini bir şahsiyet olarak tanıma, bir “sen” olarak kabul etme var. Evet, medeniyet fikrinin merkezinde bu eşitlikçi diyalogu görüyoruz. Nasıl ki iki insan arasındaki diyalog ve eşit katılımcı bir ilişki, o iki insanı, benim için bir “sen” hâline getiriyor, evrenselleşme fikri de medeniyetleri, toplumları birbirleri için bir “sen” olarak kurguluyor. Dolayısıyla evrenselliğe gidebilmek için hem toplumlar arasında hem milletler arasında hem de medeniyetler arasında eşitliğe dayalı etik bir ilişkinin kurulmuş olması gerekiyor. Bu ilişkide taraflar kendi şahsiyetlerini, kendi kimliklerini, kendi değerlerini muhafaza ediyorlar. Kendilerini ötekinin aynasında görüp ötekiyle beraber bir co-existance, yani bir birlikte varoluş aşamasına geçiyorlar. Fakat küreselleşmenin insana böyle bir imkân tanıması söz konusu olmuyor. Çünkü küreselleşme bütün bir küre için bir ürün ortaya koyuyor ve bu ürün üzerinden bir piyasa, pazar meydana geliyor ve bu pazarda da insanlar kendi satın alma güçleri oranında yer alıyorlar ve üretilmiş olan, başkaları tarafından tasarlanmış olan bu malların tüketilmesi de küresel bir tip ortaya çıkartıyor. Bu küresel tip, hiçbir coğrafi kaydı olmayan, hiçbir millî kaydı olmayan, hiçbir millî endişesi olmayan, her yerde her zaman her şekilde yaşayabileceğini zanneden kimliksiz, kişiliksiz bir tipe dönüşüyor. Bu aslında insanın bir varoluş biçimi değil, aksine insanın köklerinden kopması ve yersiz yurtsuz bir hâle gelmesi demek oluyor. Fakat bunun henüz yeteri kadar felsefi kritiği yapılmış gözükmüyor. Bunun yaratmış olduğu ahlaki ve metafizik buhran henüz yeteri kadar felsefece irdelenmiş gözükmüyor. Evrenselleşme, küreselleşme karşısında millî, manevi, entelektüel, insanlık haysiyetini koruyucu bir felsefi formülasyon teklif ediyor. Bu formülasyonun farkında olmamız gerekiyor. Tam da bu noktada Türk düşüncesi ve tasavvuf geleneğinden hareketle, evrenselleştirilebilecek bir felsefi çıkış yolu teklif edebilir miyiz? Şunu hatırlayabiliriz belki; tasavvuf ve felsefe

ilişkisinin bugün için insanlığın içinde bulunduğu çok da sağlıklı olmayan manevi krizlere bir derman olup olamayacağı fikri irdelenmeye değerdir. Tasavvufla felsefe bütünleşmesinin bizim açımızdan yaratacağı felsefi, entelektüel, manevi imkânlar üzerine bir bilinç geliştirmemiz gerekiyor. İnsanı reşit kılan, insanı ayakta tutan, insanı bir yola çıkartan, insanı bir oluş varlığı olarak hareket ve dinamizm içerisine koyan unsurların bir ahenginin oluşturulmasına ihtiyacımız var. Oysa bugün insanlık pek fazla bir ahenk arayışında değil, herkes kendi kabuğuna çekilmiş, kendi içine hapsolmuş, iletişim imkânının minimuma indiği bir durum var. İletişim çağında iletişim imkânının minimuma inmesi gibi paradoksal bir durum var. Çünkü ilişkiler gittikçe sanallaşıyor, gerçek, yüz yüze ilişkiler kayboluyor ve bu kayboluş esnasında da insanlar yapay alanlara sığınıyor. Bu da çağımız açısından büyük bir problem. Egzistansiyalizm tepki olarak doğmuş, krizden çıkmış bir felsefe. Bugün ikinci bir egzistansiyalizm çağına veya onun temsil ettiği değerlerin yükselişine ihtiyaç var mı bunların belki sorgulanması gerekiyor. Evet, bu da çok haklı ve hoş bir tema, çünkü egzistansiyalizm I. ve II. Dünya Savaşı’nın yaratmış olduğu derin bir insanlık krizi üzerine gelmişti ve insanın yeryüzünde bulunuşunun temellendirilmesi, anlamlandırılması ihtiyacına karşılık gelmişti. Oysa bugün insan küreselleşmenin nesnesi durumuna/derekesine indirgendiği için, yeniden bir anlam arayışının gündeme gelmesi gerekiyor. İnsan yine anlamını yitirmiş vaziyette. İnsanın dünya üzerinde niçin bulunduğu, neyi gerçekleştirmekle mükellef olduğu ve hangi eylemler üzerinden kendini anlamlı ve değerli bir varoluş içerisine sokacağını düşünmesi gerekiyor. Bunu düşünürken de bizim kendi tarihselliğimizden, kültürümüzden, geleneğimizden nasıl istifade edebileceğimizi, bu kültürün evrensel manada felsefi yerini nasıl tayin edebileceğimizi düşünmemiz gerekiyor. Yani toparlamak gerekirse bugün adına, bugünün insanı olarak, bugünün sorunlarından hareketle etik bir medeniyet tasavvuru ve etik bir insanlık idealini yeniden felsefenin gündemine almamız gerekiyor. ■

72

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


MEHMET KURTOĞLU ile biyografi yazarlığı ve eserleri üzerine

Onun Çile şiiri bireyin trajedisini anlatır. Her düşünen, sorgulayan insanın trajedisi Çile şiirinde saklıdır. Cemil Meriç, “Gerçek iman etmiş adam Çile şiiri yazmaz.” der. Çünkü Çile, bir iman şiiri değil, bir sorgulama şiiridir. Belki aşırı bir yorumdur ama Meriç, Üstat için “O metafiziğe iman etmiştir.” diye de açıklama getirir. GIYASETTİN DAĞ

Mehmet Kurtoğlu 1969 yılında Urfa’da doğdu. Harran Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu İnşaat Bölümü nün ardından ve Anadolu Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun oldu. Değişik kurumlarda memuriyet ve idarecilik yaptı. 2008 yılından bu yana Vakıflar Genel Müdürlüğü Kültür ve Tescil Daire Başkanlığı’nda yayın müdürü olarak çalışmakta ve Ankara’da yaşamaktadır. TYB Ankara Şube Başkanlığı’nı yürüten Mehmet Kurtoğlu’nun (Metin yazarlığı ve danışmanlık yaptığı belgeseller dışında) otuza yakın yayımlanmış eseri bulunmaktadır.

Biyografi yazarlığının zor bir alan olduğunu kaydediyorsunuz kitaplarınızda… Ancak bu zorluğa rağmen kaleminizi hep biyografik çalışmalar yakın tutuyorsunuz. Nabi, Necip Fazıl, Tanpınar, Akif ve Shakespeare benzerlerinde olduğu gibi… Neden? Ülkemizde biyografi yazarlığının yaygın olduğu söylenemez. Bunun nedenleri ise özellikle din ve medeniyet anlayışımızdan ve biyografi yazmanın kendi içindeki zorluğundan kaynaklanıyor. Birinci zorluğu yazacağınız kişi hakkında derinlikli araştırma yapmanız, yaşadığı dönemi çok iyi bilmeniz ve onu içselleştirmeniz gerekir. Örneğin Shakespeare hakkında mevcut olan bilgiler yarım, bilemediniz bir dosya kâğıdını geçmez. Buna rağmen Shakespeare hakkında yüzlerce biyografik eser yazılmıştır. Bazen eserinden bazen vaftiz belgesi, alacak verecek kâğıtları ve vasiyeti üzerinden hayatının karanlık kalan noktaları aydınlatılmıştır. Biyografi yazmanın ikinci zorluğu ise yukarıda belirttiğim gibi din ve medeniyet anlayışımızdan kaynaklanır. Bizde gerçek anlamda biyografi ve roman yazmak zordur. Çünkü kişinin günahlarını, ayıplarını, zaaflarını örtme, görmeme gibi dinden kaynaklanan bir kaygı vardır. Batı’da günah çıkarma odaları, “itiraf et , kurtul” anlayışı hâkimdir, bizde ise "Günahlarını ört, başkasının ayıbını arama." denilir. Batı’da romanın gelişmesi, biyografi yazarlığının güçlü olması bundan dolayıdır. Yine Shakespeare’den örnek verecek olursak, onun İngilizlerin en önemli ve en büyük yazarı olduğunu görürüz. Ama İngilizler, onun büyüklüğünü tasdik ettikleri gibi tefeci, homoseksüel olduğunu yazmaktan geri kalmazlar. Onu erdemi ve zaafı ile birlikte kabul ederler. Bizde böyle bir yaklaşım mümkün olmadığından gerçek anlam73

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Âkif’in şiiri hakikatin şiiridir, yaşanmışlıkların, acıların, dahası Türk milletinin geçen yüzyıldaki macerasıdır. Âkif’in hayatı Osmanlının yıkılışı, Cumhuriyetin kuruluşunun özetidir. Carlyle, “Tarihi kahramanlar yapar” der. Âkif kahramanlığından yola çıkarak Osmanlının yıkılışını, Cumhuriyetin kuruluşunu okumak mümkündür. da biyografi yazılamaz… Bütün bu handikaplara rağmen biyografik eserlere el atmam bir tercihten daha çok kendiliğinden oluşmuş bir durumdur. Mehmet Âkif hariç diğerleri tam anlamıyla biyografik eser sayılmaz sanırım. Çünkü kişiliklerinden daha çok, eserleri üzerine tematik yazılardan meydana gelmiş çalışmalardır. Bütün bunlar rağmen biyografik çalışmalar her zaman ilgimi çekmiştir. Örneğin, Stefan Zweig’in yazmış olduğu biyografileri okuduğumda bunların kuru bir biyografik eser olmaktan öte bir edebiyat bir sanat eseri olduğunu gördüm. Biyografik eserler belki bu yüzden ilgimi çekti… Tanpınar’ı anlatırken “Hasret ve Azap”ta şöyle bir ifade kullanıyorsunuz, “Günlükleri okuduğunuzda böylesine ucuz hesapları olan bir insandan nasıl büyük bir sanatçı çıkmış diye hayret etmemek elde değildir”. Nedir Tanpınar’ın “ucuz hesapları?” Bildiğiniz gibi Tanpınar’ın Günlüklerini otuz yıl sakladılar, yayınlamadılar. Çünkü bu Günlüklerin her satırında baştan aşağı silik, kompleksli, kıskanç ve ucuz bir adamı görürsünüz. Tanpınar, sanatçılığı olmazsa, âdi bir kumarbazdan, cinsel problemlerini hâlledememiş, arkadaşlarının eşine sulanan kişiliksiz bir adamdan, özellikle 27 Mayıs İhtilalini alkışlaması dolayısıyla sıradan bir vatandaştan farkı yoktur. Tanpınar, bütün bu zaaf ve ucuzluklarından sanatçı kişiliğiyle temizlenmiş bir adamdır. Bu yüzden böylesine ucuz hesapların bir adamı olan Tanpınar’dan nasıl bir büyük sanatçı doğmuş bunun sorgulanması gerekir. Çünkü bana göre büyük ruhlar, aşkın insanlar, sanatta eşsiz eserler verebilirler. Tanpınar’da böyle bir durum yok. Ama buna rağmen Beş Şehir gibi bir klasik eser bırakmıştır arkasında. Tanpınar, tıpkı Cemil Meriç, Peyami Safa vs. kuşağının Araf'ta

kalmış trajik isimlerinden biridir. 27 Mayıs İhtilalini destekleyerek kendine bir alan açma peşindedir. Kıskandığı arkadaşlarının darbeciler eliyle cezalandırılmasından zevk duyan bir kişidir. “Dünyada iki hasretim vardı,” Tanpınar, “biri Paris, biri de kadın.” Bu iki hasret Tanpınar’ın sanatçı kişiliğini nasıl etkilemiştir? Necip Fazıl’ın “ölecek miyim tam da söyleyecek çağımda/söylenmedik cümlenin hasreti dudağımda” şiiri, sanatçıların kişiliğini özetleyen bir şiirdir. Hasret, sanatçının, sanatını besleyen büyük etkendir. Tanpınar’ın en belirgin özelliği şehir ve kadın konusunda kendini gösterir. Hayatı boyunca evlenmemiş, kadınlarla ilişki kurmada beceriksiz kalmıştır. Bu yüzden kadını kafasında öylesine idealize etmiş, öylesine idealize etmiştir ki, günlüklerinin bir yerinde “kadın insan olmamalı” diye yazmıştır. Ona göre kadın Yunan mitolojilerindeki Tanrıçadır. Tanpınar’ın kadına böylesine bakışı, ulaşamamanın, ona doyamamamın getirdiği açlıktan kaynaklanır. Kadına duyduğu bu bastırılmaz hasret, romanlarında, şiirlerinde, günlüklerinde güçlü şekilde öne çıkar. Tanpınar için “rüya adamı” derler, doğrudur. Tanpınar, gerçek hayatta ulaşamadığı kadına, rüyalarında ulaşmaya çalışır. Rüyalar onun sığınağıdır âdeta. Cinsel içerikli rüyalarını günlüklerine kaydetmesini psikologlar acaba nasıl açıklar, çok merak ediyorum. Diğer hasreti Paris’tir. Elli yaşından sonra Paris’e gider. Tabi, mutlu mudur, asla! Çünkü o elli yaşından sonra geldiği bu şehir için “Geç kaldım.” diye yakınmıştır. Hayran olduğun bir şehri yirmi veya elli yaşında görmenin ne sıkıntısı olabilir? Ama Tanpınar için elli yaş Paris’e görmede geç kalınmış bir yaştır. Çünkü o, roman ve şiirlerden, yakın dostlarının anlattıklarından tanıdı-

74

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


ğı Paris’i bohem bir şekilde tasavvur eder. Cemil Meriç’in deyişiyle onun Paris’i ‘kendini bir uçak biletine satan fahişelerin yaşadığı Paris’tir. Bu yüzden genç bir insan olarak Paris’i görmeliyim diye düşünüyor. Bence Tanpınar, Paris’i kadın hasretini dindireceği bir mekân olarak tahayyül etmiş, şehirle kadını özdeşleştirmiştir. Zira Paris’te sanat galerilerini dolaşırken, en çok bu galerilerde sergilenen çıplak kadın tablolarında yoğunlaşmış, en çok ilgisini bunlar çekmiştir. Onun için Paris dişil bir şehirdir, sanatından daha çok hayalini süslemiştir… Necip Fazıl’ı anlatırken ona “Metafiziğin Trajik Şairi” tanımlamasını yakıştırıyorsunuz. Üstadın trajik olan tarafını biraz açar mısınız? Aslında Üstadın trajik olmayan tarafı yoktur. Bir defa kuruntulu bir adamdır ve bu kuruntusu başlı başına bir trajedidir. Hastalık derecesinde kumara düşkün olmak, hatta hidayete erdikten sonra dahi bunu at yarışları vs. ile bastırmaya kalkışmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Onun Çile şiiri bireyin trajedisini anlatır. Her düşünen, sorgulayan insanın trajedisi Çile şiirinde saklıdır. Cemil Meriç, “Gerçek iman etmiş adam Çile şiiri yazmaz.” der. Çünkü Çile, bir iman şiiri değil, bir sorgulama şiiridir. Belki aşırı bir yorumdur ama Meriç, Üstat için “O, metafiziğe iman etmiştir.” diye de açıklama getirir. Gerçekten de Necip Fazıl’ın hayatını ve sanatını metafizik ürperti şekillendirmiştir. Türk şiirinde cinleri, perileri, ölümü bu denli şiire sokan ikinci bir kişi yoktur, çünkü fizikötesi hayatı onun kadar kafasına takan, kafasını kurcalayan ikinci bir sanatçı da yoktur. Sonra Üstat dâhi bir insan! Dehayı her vücudun kaldırması mümkün değildir. Deha insanı toplum dışına iter. Toplum dışına itilmek trajedi değil de nedir? İnancı için hayatı boyunca zindanlarda yatması, kendisine uzatılan çanta dolusu parayı reddedip örtülü ödenekten para istemesi, hatta bununla da yetinmeyip “Dudaklarım derinize yapışacak şekilde ellerinizden öperim.” diye Menderes’e mektuplar yazması bir yanıyla çelişki diğer bir yanıyla trajedidir. Bütün bunları nasıl açıklamak gerekir? Akif ’in de hayatını da yazdınız. Mehmet

Akif ’le Necip Fazıl arasındaki farklılıklardan bahsetmek mümkün mü? Bir defa her ikisi İslami düşüncenin, edebiyatın en önemli isimleri olarak bu alanda büyük hizmetler vermiş, büyük eserler bırakmış sanatçılardır. Kişilikleri ve sanatçılıkları birbirinden tamamen ayrıdır. Âkif, toplumcu gerçekçi bir şairdir, Necip Fazıl’ın şiirlerini tek bir tanımlamada özetlemek mümkün değildir. Çünkü şiirlerinin büyük bir kısmı “ben” etrafında dönüp duran bireyci şiirdir. Hidayete erdikten sonra toplumcu şiirden daha çok dava şiirleri yazmıştır. Necip Fazıl, aslında Âkif olmak isteyen bir şairdir. İstiklal Marşı’na karşılık, Büyük Doğu Marşı’nı kaleme alması bunun göstergesidir. Ayrıca dinî bilgi birikim olarak Âkif ’in yanından dahi geçemez ama bu konuda Âkif ’i eleştirmekten çekinmez. Âkif dinî bağlamda modernist, Necip Fazıl gelenekçidir. Şiirleri ise bunun tersidir. Âkif ’in şiirleri geleneksel edebiyattan beslenmiş, Necip Fazıl’ın şiiri ise Fransız edebiyatından. Âkif ’in şiiri İslamın fiziği ise, Necip Fazıl’ın şiiri metafiziğidir… “Ben” şairi olan Necip Fazıl’ın aşamadığı bir şahsiyet varsa o da Mehmet Âkif ’tir! İnanmış, doğrucu olan Âkif, sanatını inancı uğruna kurban etmiş adamdır. Âkif ne kadar toplumdan kaçıyorsa, Necip Fazıl hatipliği, şöhreti ve Ben’iyle o denli toplumun içindedir. Âkif, Kur'an’ın izini süren bir derviş, Necip Fazıl tasavvufun izinde bir artisttir! Âkif ile Necip Fazıl arasındaki farklılıklar ve benzerlikler ayrı bir çalışmayı gerektirecek kadar çoktur… “Âkif ’in trajedisinin büyüklüğü yalnızca kendisiyle sınırlı olmayışıdır. Dünyada kendi acısını unutup milletinin acısını bu denli çığlığa dönüştüren başka bir şair yoktur.” diyorsunuz. Âkif ’in ruh dünyasını, yaşadıklarını ve bu yaşananların şiirine yansımalarını nasıl anlamak lazım? Öncelikle şuna belirtmek isterim. Birçok biyografi eseri okudum, birkaç tane de yazmak kısmet oldu. Ama hiçbirinde Âkif ’i yazarkenki kadar hüzünlenmedim. Âkif ’in biyografisin yazarken gözlerim doldu. Hayatımda bu denli doğrucu, bu denli dürüst ve bu denli inançlı başka bir sanatçı görmedim. Bütün sanatçıların trajedileri kendileriyle başlar, kendileriyle biter. Ama

75

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Âkif ’in trajedisi kendisiyle bitmiyor, çocuklarıyla devam ediyor. Âkif ’in trajedisi bittiği yerde oğlu Emin’in trajedisi başlıyor. Emin Âkif, hem Âkif ’in hayatında bir acı hem de sonrasında… Bizde büyük romancı yok! Büyük bir romancı olsa Emin Âkif ’in hayatından müthiş bir roman çıkarır. İstanbul Ansiklopedisinde yer almasa onun hayatı hakkında da bir bilgimiz olmayacak… Âkif, inancı ve ideali uğruna ailesini ihmal etmiş bir şair, bir derviş, bir kahraman! Hayatını milleti uğruna hiçe saymıştır. Âkif ’in biyografisini yazarken acaba insani bir zaaf bulabilir miyim diye çok çabaladım. Okuduğum binlerce sahife içinde en ufak bir yanlış göremedim. Tek hata aranacaksa eğer, inancı ve ideali uğuruna ailesini ihmal etmişliği gösterilebilir. Âkif ’in şiiri hakikatin şiiridir, yaşanmışlıkların, acıların, dahası Türk milletinin geçen yüzyıldaki macerasıdır. Âkif ’in hayatı Osmanlının yıkılışı, Cumhuriyetin kuruluşunun özetidir. Carlyle, “Tarihi kahramanlar yapar.” der. Âkif kahramanlığından yola çıkarak Osmanlının yıkılışını, Cumhuriyetin kuruluşunu okumak mümkündür. Arnavut İsyanı olduğunda Âkif evden dışarı çıkmaz, Arnavut kökenli biri olarak üzülür, ağlar. Kabullenemez Arnavutların isyan etmesini… Cumhuriyet kurulur, ikinci Mecliste yer verilmez, ardında hafiyeler dolaşır. O da yetmez Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde Cumhuriyetin kapıkulu bir şairi sahneye çıkıp “Bugün size Çanakkale şiiri okuyacağım. Ama ne yazık ki, bu şiir bir Türk tarafından değil bir Arnavut tarafından yazılmıştır.” der ve Âkif ’in Çanakkale Şehitleri’ne şiirini okur. Bu Âkif ’in kulağına gider, yine üzülür… Bu da yetmez Çankaya yazarı Falih Rıfkı Atay, sistemin başyazarı olarak köşesinde Âkif ’i kastederek “Git, kumda oyna.” diye yazar. Âkif artık anlar ki kendisine yol göründü. Çünkü sistemin gazetesi bunu yazıyorsa artık yol almak zamanı gelmiştir limandan. Gönüllü Mısır’a sürgüne gider… Bütün bunlar Âkif ’in şiirini etkilemiştir. Şiirini dikkatlice okunduğunda onun yaşamış olduğu bütün acıları görürsünüz… İngiliz Edebiyatının önemli ismi Shakespeare üzerine de çalışma yapmış durumdasınız. Neden Shakespeare? Yukarıda da söylediğim gibi bazı yazarlara yo-

ğunlaşmam kendiliğinden oluşmuş bir durum. Taşrada Seyir dergisini çıkarırken, Shakespeare’in Hamlet’i üzerine bir dizi yazılar yazdım. Sonra bir sonesinin üç değişik çevirisi üzerine bir yorum yayınladım. O sırada İngiliz Edebiyatı mezunu şair bir arkadaş bu yazılarda farklı yaklaşımların olduğunu ve devam etmem konusunda beni yüreklendirdi. On beş, on altı yıl önce başladığım Shakespeare okumalarımı dergilerde neşrettim. İlgi gördü. Yaklaşık Shakespeare’in on yedi eserini tahlil ettim. Kültür medeniyet perspektifinden ele aldım. Daha sonra Shakespeare’in hayatı üzerine okumalar yaptım. Aslında Shakespeare benim için ilginç bir tecrübe oldu. Bir defa İngilizlerin nasıl biyografi çalışmaları yaptığını, sanatçılarını kültür ajanı olarak nasıl kullandıklarını, nasıl efsaneye dönüştürdüklerini, hatta onu popüler kültürün bir parçası haline nasıl getirdiklerini ve dört yüz yıldır nasıl gündemde tuttuklarını görmüş oldum. Shakespeare, İngiliz edebiyatının en büyüğü. Bildiğiniz gibi bu yıl ölümün 400. Yılı. İngiltere “Shakespeare Yaşıyor” adı altında yıl boyunca kutlamalar yapıyor, dünyanın her yerinde Shakespeare oyunlarını yeniden sahneliyor, hakkında yeni eserler yazıyorlar. Geçen aylarda Türkçede “Shakespeare nasıl Shakespeare oldu” adlı bir biyografi yayınlandı. Britanya Başbakanı David Cameron’ın “Shakespeare yaşıyor” adlı bir makale kaleme alarak Shakespeare ne denli önem verdiklerini göstermiştir. Gazeteler, Shakespeare adını canlı tutmak için popüler haberler yapmaya devam etmektedir. Örneğin, geçen aylarda “Shakespeare’in Lanetli Mezarı Açıldı” başlığıyla bir haber bütün dünya basınına servis edilmiştir. Daha sonraki günlerde ise mezar taşında yazan “Taşlara dokunmayan adam kutsansın, ama kemiklerimi oynatana lanet olsun.” yazısı üzerinden yorumlar yapılmıştır. Bütün bunları Shakespeare’i canlı tutmak, onun üzerinden bir kültür inşa etmek için yapıyorlar. Hakkında hiçbir şey bilinmeyen Shakespeare’i İngilizler böylesine üzerine titrerken biz neden büyük sanatçılarımızın hayatlarını kaleme almıyor, onları çağın gereklerine göre, gerekirse popüler kültürün bir parçası yapmıyoruz. Neden Shakespeare kadar Mevlana, Yunus Emre, Mehmet Âkif, Necip Fazıl ilgi görmüyor, canlı tutulmuyor?!..■

76

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


SALİH UÇAK ile Hüsn-i Yusuf eseri üzerine

Her anın kendi güzelliğini keşfetme ve bunu şuurlu yaşama olarak tarif edelim. Hüsn-i Yusuf dünden beslenir ama an’ı anlatır. Hayat, yaşadıklarımızın şiirleşmesi konusunda bize sürekli telkinde bulunur. Şiirde imaj ve mecazlar elbette önemlidir.

KEMAL BATMAZ

Şiirleriniz Hüsn-i Yusuf ile cem edilerek okurlarla buluştu. Üslubuyla olsun bütünlüğüyle olsun okurun dikkatini çekeceğini umuyoruz. Fakat neden Hüsn-i Yusuf? Yusuf ile sizin hikâyeniz arasındaki bağ ne? Bu kitapta nasıl bir araya geldi? Her şeyden önce çok teşekkür ederim iyi dilekleriniz ve verdiğiniz fırsat için. Hüsn-i Yusuf, kadim şiir geleneğimizden alır ilhamını. Bizler Yusuf ’un güzelliğiyle büyümüş masal çocuklarıyız. Dimağımızda hâlâ ninelerimizin büyülü sesi duruyor. Bu bağlamda en güzel kıssa ile şiirimizin kesişim noktalarında ortaklıklar var. Hüsn-i Yusuf, aslında hepimizin şiiri. Her okuyucu, şiirleri okudukça kendinden bir parça bulacaktır. Biz kuyudaki Yusuf ’uz. Onun yansıması, onun aynasıyız. Şiir, güzellik burcunun vazgeçilmezi ise Yusuf da gönül ülkemizin daimi misafiridir. Kitap, bir bakıma çağdaş bir mesnevi, ırmak şiir şeklinde ortaya çıktı. Kendine özgü formatı dikkate alındığında bahsettiğim bu özellik hemen dikkat çe-

Salih Uçak 1977 yılında Ergani’de doğdu. İlköğrenimini Ergani Ortaokulunda, ortaöğrenimini Ergani Anadolu Öğretmen Lisesinde tamamladı. Lisans eğitimini Malatya İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmenliği bölümünde yaptı. Daha sonra öğretmenliğe başlayan UÇAK, yüksek lisansını Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Dili ve Edebiyatı dalında “Ergani’de Eski Türk İnançlarının İzleri ve Halk Hekimliği ” tez konusuyla tamamladı. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski Türk Edebiyatı Anabilim dalında doktorasını tamamladı. UÇAK, 2011 yılında Bakanlıklararası Ortak Kültür Komisyonu kararıyla Irak Erbil Başkonsolosluğu nezdinde Selahaddin Üniversitesi Diller Fakültesi Türk Dili Bölümüne öğretim üyesi olarak görevlendirildi. Hâlen buradaki görevine devam etmektedir.

77

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Türkiye’de eleştiri ahlakının gelişmemiş olması, bu tereddüt konusunda beni haklı çıkaracak emareler mevcuttur. Şiir güzeldir ve güzel olanı barındırır. Yarına kalacak olan şiir, özgün olan şiirdir. Taklit eden, kökü mazide olmayan şiirin atisi yoktur. kecektir. Kopmayan ve birbirini tamamlayan küçük derelerin oluşturduğu bir nehir misali. Hüsn-i Yusuf, bir güzellik çağrısı. Yusuf ’un yüreğini görmeye çağıran nahif bir ses. Yusuf ’ça bir davetiye… Salih Uçak şiiri nerede başladı ve nereye varmalı? “Şiirle doğmak” diye tarif edebileceğim bir geçmişten bahsetmek lazım. Daha ortaokul sıralarındayken karaladığım şiirler vardı. Bu karalamalar elbette bir kıymetiharbiye taşımıyordu. Lakin şiire olan ilgi hiçbir zaman azalmadı. Lisede Sezai Karakoç’u İsmet Özel’i Cahit Zarifoğlu’nu, Necip Fazıl’ı ve Nazım Hikmet’i neredeyse ezbere bilirdim. Lise yıllarında hemen hemen bütün şairlerimizi tanımış ve okumuştum. Edebiyat öğretimlerimizin rehberliğinde- Allah selamet versin Ali ve Hülya Koç Hocalarım- beraber lisedeyken “Genç Öğretmen” adında bir dergi çıkarmış ve burada yazmıştım. Üniversite yıllarında bir avuç güzel insanla Malatya’da “Nisan” dergisini çıkarmış ve birkaç sayı çıkan bu dergide mütevazı bir başarı da kazanmıştık. Bu çalışmalar hem şiir ve edebiyatla iç içe olmayı sağlamış hem de amatör olarak bu ilgi alanının daha da derinleşmesine katkı sunmuştu. İlk çocukluktan bugüne gelinceye kadar devam eden bir macera bu aslında. Şiir, kendi mecrasında, ancak özgün form ve anlatımla en iyi olana varmalı. Şiir, en iyi olana layıktır. Eğer idealiniz yoksa soyunduğunuz bu alanda çıplak kalırsınız. Olmak istediğimiz yer, şiir vadisinde kendi gölgesine sahip kalıcı bir çınar elbette. Unutulmaya yüz tutmuş bir hayat tecrübesi karşılığını şiirde bulmuş, hissini veriyor mısralar. Özlenen anların sözün gücüyle ana

dönme, anı tekrar yaşatma isteği baskın. Yani şiir düne özlem kokuyor. Bu şiirin yarını için neler söylemek istersiniz? Hayallerden çok anılar baskın. Bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? Bunu, “İbnü’l Vakt” tamlamasıyla açıklamak daha doğru olur. Her anın kendi güzelliğini keşfetme ve bunu şuurlu yaşama olarak tarif edelim. Hüsn-i Yusuf dünden beslenir ama an’ı anlatır. Hayat, yaşadıklarımızın şiirleşmesi konusunda bize sürekli telkinde bulunur. Şiirde imaj ve mecazlar elbette önemlidir. Ancak şiiri büsbütün hayattan koparmak hatadır. Şair, hayatla iç içe ama zamanüstü bir gayretin aynasıdır. Aktüel meseleler gündeminde olmasa da o daima kendine özgü olanla yola devam eder. Bu bağlamda şair de şiir de zamanla evrilir. Bu evrilme yarını inşa etme anlamında yeniden konumlanmadır. Bir bakıma çağa ve an’a karşı kuşanmadır. Şair, bilenmiş kelimelerle an’ı ve var olanı anlatır. Bazı şiirleriniz hâl tasviri niteliğinde. Yüreğin ya da duyguların yüreği çevirdiği hâllerin tasviri. Bu tasvirleri pek de mutluluğa uğramıyor hatta teğet bile geçmiyor. Bu durumu nasıl izah edersiniz? Her şeyden evvel şunu belirteyim: Mutluluğun şiiri olmaz, şarkısı olur, türküsü olur; ancak mutlu şiir yoktur. Mutlu olan şiir

78

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Şiir, edebî türler içinde en zor olanıdır. Ancak edebî muhit yerini sosyal medyaya terk edince kirli bir seyyale ile karşılaştık. Bundan korkulması gerekmiyor; lakin güzel olanın kıymetiharbiyesini tayin ederken bu kirli ve çirkin akışkanlık içinde kaybolmamak önemli. yazmaz, yazamaz. Şiir acıyla yoldaştır. Şiir, keder ve hüzünle kardeştir. Sancının da kız kardeşidir. Acısız, tasasız hayat yaşayan şair var mıdır? Ben hatırlamıyorum… Şiir, bazen resmeder, bazen telkin; ancak tebliğ etmez. Tebliğ eden şiirden yana değilim açıkçası. Hâl tasviri şiirler, “birlik aynasında inkisar” bulmuş “benlik”tir. Bu yönüyle okuyucu bu hâl tasvirlerinde parça parça kendini görecektir. Lakin bu bin bir parçalı rüyet gibi. Çok flu, çok yönlü. Kitapta dikkatimizi çeken önemli bir kelime var: azize. Azize şiir boyunca okuyucuyu hiç yalnız bırakmıyor. Şiir başlıklarında “Yusuf ” kadar yer almış. Merakımızı giderirseniz seviniriz. Azize, güzel ülkenin meryemcesi… Azize, aşka duran yanıyla sürekli kanayan nar’ımız. Azize, bahara duran dal, zemheride cemredir... Cevaplanması zor bir soru aslında. Şairler, yarına kalacak sesi soluğu bir bütün olarak kurgularken aynı zamanda sembol isimlerle de kalıcı olmak ister. Azize bu yönüyle biraz Mona Roza, biraz Lavinia, Biraz Rüveyda’dır. İsmi ile müsemma mıdır bilemem. Belki evet, belki hayır… Ancak okuyucu “Azize”yi dar bir kalıp içinde değil, daha geniş bir perspektifle görürse zannımca meramı yakalayacaktır. Azize, var olandır, güzeldir, güzelliğin başkentidir. Şiirimin şah damarıdır. Züleyha ne ise Azize de odur. Kitapta yer alan şiirlerde bir düzen var mı? Eski şiirimize ait bir sıralanış var sanki. Bu noktada eski şiire ait olma durumu sadece düzenle mi sınırlı ve yine buna bağlı olarak sizin şiirinize kaynaklık eden birikim hakkında neler söylersiniz?

Hüsn-i Yusuf tam da bu noktada oldukça farklı. Evet, bir format var baştan sona. Yukarıda kısaca değindim: çağdaş bir mesnevi formunda kaleme alındı. Ancak bu form birebir taklit değil, kendi özgü bir düzene sahip. Yeniliği burada. Kopmayan bir bütünlük ancak okuyucuyu da sınırlamayan bir format. Akan bir ırmağın ritmi gibi. Daimi bir akışkanlık hâli. Şiirin dünü ve bugününe hâkim olmadan geleceğe söz sahibi olmak hayaldir. Biz, klasik şiirimizin beslendiği ana kaynaklar ile modern şiirimizin beslendiği başat kaynakları takip eder, biliriz. Bu bağlamda bir sentez söz konusu olsa da form olarak ne kadar eskiyi hatırlatıyorsa dil ve ifade olarak o kadar yeni ve modern olanı hatırlatıyor. Hüsn-i Yusuf, kendi rengi ve kokusu ile yeni bir arayışın özgünlük provasıdır. Günümüz şiirini değerlendirirsek hangi şiirin yarına kalacağını düşünüyorsunuz, niçin? Yarının şiiri için öngörünüz nedir? Şiir, edebî türler içinde en zor olanıdır. Ancak edebî muhit yerini sosyal medyaya terk edince kirli bir seyyale ile karşılaştık. Bundan korkulması gerekmiyor, lakin güzel olanın kıymetiharbiyesini tayin ederken bu kirli ve çirkin akışkanlık içinde kaybolmamak önemli. Tehlikeli olan ve bir yönüyle beni korkutan şey; edebî dergilerde birbirini ağırlayan körler ve sağırlar… Bu konuda endişeleniyorum. Türkiye’de eleştiri ahlakının gelişmemiş olması, bu tereddüt konusunda beni haklı çıkaracak emareler mevcuttur. Şiir güzeldir ve güzel olanı barındırır. Yarına kalacak olan şiir, özgün olan şiirdir. Taklit eden, kökü mazide olmayan şiirin atisi yoktur. Bu bağlamda yarının Türk şiiri konusunda ümitvar olsam da sitemlerim hep olacaktır.■

79

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Türk edebiyatında bir Anadolu hikâyecisi: Şevket Bulut MUSTAFA KARABULUT*

İnsan hürriyeti ve mülkiyet hakkını savunur. Böylece çalışmayı, alın terini ve helal kazancı ihsan varlığı için bir görev sayar. “Sınırdaki Tarla” isimli hikâyesinde Türk köylüsünün en zor şartlar altında olsa bile vatan düşmanlarına yardım etmeyeceğini belirtmiştir.

1

970 sonrası Türk edebiyatının önemli hikâyecilerinden Şevket Bulut, Kilis’in Musabeyli bucağına bağlı bir köyde (31.07.1936) dünyaya gelir. Babasının ismi Mehmet, annesininki Meryem’dir. Babası, 1944 yılında “Kefensiz Ölüler” hikâyesinde de anlatılan bazı olaylardan dolayı genç yaşta mide kanamasından ölür. 1957-1959 yılları arasında Erzurum Teknikler Okulu’nda okuyarak inşaat teknikeri olur. Şevket Bulut, stajını Devlet Demir Yolları’nın Kars-Sarıkamış yöresinde inşa ettiği “Büyüktünel” inşaatında yapar. 1970’te Kahramanmaraş Bayındırlık Müdürlüğü’nde görev alır. Görevi nedeniyle birçok ilçe ve köyü gezip görme imkânı bulur. Kahramanmaraş’ta “Dergâh İnşaat Bürosu” adlı büroda taahhüt işleri ve teknik işler yapar. Bundan yirmi yıl 17.09.1996 tarihinde vefat eder. İlk hikâyesi 1970 yılında Hareket Dergisi’nde “Odacı Mehmet Efendi” adıyla * Doç. Dr., Adıyaman Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

80

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


yayımlanan Şevket Bulut’un toplamda sekiz hikâye kitabı vardır: Al Karısı (1971), İstanbul: Hareket Yayınları. Sarı Arabalar (1974), İstanbul: Hareket Yayınları. Dilek Çınarı (1975), İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları. Kefensiz Ölüler (1984), İstanbul: Dergâh Yayınları. Baharı Göremeyen Çocuklar. (1996), Kahramanmaraş: Dolunay Yayınları. Sınırdaki Tarla (1996), Kahramanmaraş: Dolunay Yayınları. Yıkık Minare (1996), Kahramanmaraş: Dolunay Yayınları. Derin Kuyu (2007), Kahramanmaraş: Dolunay Yayınları. Şevket Bulut görevli olarak çalıştığı dönem Maraş’ın 500›den fazla köyünü tanıma imkânı bulduğundan bu yörelere ait derlemelerini ve gezdiği yerleri, gördüğü olayları hikâyelerinde büyük bir ustalıkla kullanır. Şevket Bulut, sanatçının halkla iç içe olmasını ister. Ona göre öz benliğinden kopmuş, toplumun yaşantısına eğilmeyen sanatçı başarılı olamaz. Buna bağlı olarak Batı’yı taklit eden yazarları da eleştirir. Bulut’a göre bir sanatçının kalıcı eser verebilmesi için sağlam bir dünya görüşünün olması gerekir. Bu ise “millî benliğe dönüşle” gerçekleşebilir. O, mahallilikten milliliğe, millilikten ise evrenselliğe gidileceği görüşündedir. Hikâyelerinde Maraş, Gaziantep, Adana, Hatay, Malatya gibi geniş bir bölgeyi işler. Yazar, bilmediği, görmediği bir çevreyi ve insanları anlatamayacağını söyler. Şevket Bulut’un hikâyeleri 1970-1996 yıllarındaki Kilis, Kahramanmaraş ve çevresinin bir fotoğrafı gibidir. O adeta halk hikâyecileri gibi Kahramanmaraş’ın hikâyesini anlatmıştır. Yaşadığı ilin coğrafyasını adım adım gezmiş ve bu coğrafyayı bir mekân olarak seçmiştir. Kavşut, Döngele, Kılavuzlu, Kürtül

vb. köyleri; Süleymanlı bucağı, Ekinözü, Elbistan, Andırın, Afşin, Pazarcık, Göksun vb. ilçeleri; caddesi, okulu, askerlik şubesi, camisi, Yörükselim, Mağaralı, Pınarbaşı vb. mahalleleri yazarın eserlerinde ismi çokça geçen mekânlardır. Kendisini solcu yazarlardan ayıran Bulut, “ruhçu ve milliyetçi bir yazar” olduğunu belirtir. Yazar, hikâyelerinde tarafsız bir bakış açısına sahiptir. O, toplumcu hikâyelerinde Marksist edebiyatta olduğu gibi ağa ile çiftçi arasında bir çatışmayı yeğlemez. İnsan hürriyeti ve mülkiyet hakkını savunur. Böylece çalışmayı, alın terini ve helal kazancı ihsan varlığı için bir görev sayar. “Sınırdaki Tarla” isimli hikâyesinde Türk köylüsünün en zor şartlar altında olsa bile vatan düşmanlarına yardım etmeyeceğini belirtmiştir. Şevket Bulut “Bir sanatçı eser verirken politika yapmamalı. İdeolojisi görülebilen eser ucuz sanal eseridir. Kendisini politikanın içine kaptıran kimse sanatçılığından çok şey kaybeder.”der. Bulut’a göre yazar ülkenin sorunlarını eserlerine alarak bu meselelerin çözülmesine ön ayak olmalıdır. Bu bağlamda yazar politikacıya yön vermelidir. Sanat toplumun çıkarlarına hizmet etmelidir. Toplumun problemlerini çözmek sanatçının görevidir. Yazarın hikâye anlayışını şu başlıklar altında toplayabiliriz: Hikâye, romana geçiş için bir basamak değildir: Bulut’a göre hikâye başlı başına bir türdür. Hikâye her şeyden önce yoğunluk, ustalık ve incelik ister. Üç beş sayfa içinde, okuyucunun önüne koca bir dünya sermek çok zordur. Hikâyeler ideoloji için yazılmamalıdır: Anadolu insanına ruhçu bir açıdan bakan hikâyecilerimiz bir elin parmakları kadar azdır. Sosyal, gerçekçi ve güdümlü hikâyecilerin ideolojik hikâyeleri, kuru sefalet tabloları, küfür dolu pasajları bizim Anadolu insanımızı veremez. Hikâyede mahallilikten milliliğe, millilikten evrenselliğe gidilir: Şevket Bulut

81

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


hikâyelerini yazarken yaşadığı toplumun değer yargılarını, Güneydoğu’nun birçok ilinin insanlarının yaşamını işler. Yazar, ancak milli benliğe sahip çıkılarak, dünya çapında başarılı ve kalıcı eserler verilebileceğini belirtir. Hikâyeleri genellikle gerçekçi-gözlemci tarzda yazılmıştır: Bulut, Adana, Erzurum, Ordu, Kahramanmaraş, Sivas gibi çeşitli bölgelerde görevi gereği bulunmuş ve Anadolu insanım çok yakından tanıyıp gözlemlemiştir. Hikâyelerde yaşanmış ve yaşanması muhtemel olaylar vardır: Bulut’un hikâye anlayışında şöyle bir tarz göze çarpar: a) Konu gerçek, kişiler hayali, b) Kişiler gerçek, konu hayali, c) Hem konu hem kişiler hayali, d) Hem konu hem kişiler gerçek. Hikâye yazmak için birikim olmalıdır: Yazara göre belli bir birikim olmadan, günlük olaylardan hikâye çıkarmak zor iştir. Bulut, küçük olay, durum, nesne vb. unsurlardan ilham alarak önemli hikâyeler oluşturur. Mekân seçimi önemlidir: Bulut, hikâyelerini yazarken gözleme, kişi ve mekân seçimine çok önem verir. Bir hikâye için 3000 metre yüksekliğindeki Nurhak dağına çıkabilecek kadar titizdir. Şevket Bulut, Ömer Seyfettin hikâyesinin bir devamı olarak millî ve gerçekçi hikâye tarzını devam ettirir: Ömer Seyfettin’den sonra birçok hikâyeci değişik bir çizgi takip eder. Dil, üslup ve ideoloji bakımından da halkla bütünleşemeyen bu yazarlar halktan kopuk olarak görülürler. Şevket Bulut ise halkın inançlarına, gelenek ve göreneklerine, düşüncelerine vb. bağlı kalarak Anadolu’nun gerçeklerini anlatır. Şevket Bulut’un amacı memleket sorunlarını irdelemektir: Bütün hikâyelerinde bu tem’i vurgulayan yazar, bir nevi Ömer Seyfettin ve Refik Halit Karay’ın öncülüğünü yaptığı “milli hikâyecilik” anlayışı yolunda eserler verir. Şevket Bulut’un hikâyelerinde çok zengin bir şahıs kadrosu görülür: Onun hikâyelerinde

günlük hayatta karşılaşabileceğimiz şahıslardan başka, Anadolu’da geçmişte yaşamış olan insan tiplerini de görmekteyiz. Köylü-aydın, zengin-fakir, ağa, şeyh, dilenci, çoban, çiftçi, âlim, arif vb. birçok tiple karşılaşırız. Yazar, hikâyelerini sade bir dille yazmıştır: Birçok hikâyesinde şive taklitlerini başarıyla yapan Bulut, kahramanlarını yeri geldiğinde yöresel ağızlarıyla konuşturur. Üslubunun da akıcı olmasıyla hikâyeleri daha da çekici olur. Maupassant tarzı hikâye anlayışına yakındır: Dünya hikâyecilerinden özellikle Maupassant’dan hikâyecilerden etkilendiği görülür. Yazar, “olay hikâyesi” tarzında yazdığı hikâyeler bakımından Ömer Seyfettin mektebinde yer alır. Bazı hikâyelerinde ise Çehov’un da etkisi görülür. Şevket Bulut, Anadolu’nun zengin kültürünü eserlerinde sade bir dille ve akıcı bir üslupla anlatır. Eserlerinde; gelenek-görenekler, menkıbe, efsane, keramet, zenginlik, fakirlik, sevinç, hüzün, kadere razı olma, menfaatler, bilgelik vb. konuları işleyen yazar, Türk hikâyeciliği içerisinde Ömer Seyfettin, Refik Halit Karay ve Reşat Nuri Güntekin hikâyeciliğinin bir temsilcisidir. Bulut mahallilikten hareket etmesine rağmen mahallilikte kalmayıp millî bir çizgiye ulaşır. Ele aldığı konular belirli bir yöreden çıkmış olmasına rağmen bütün Anadolu halkının gözü kulağı olur. Şevket Bulut, bütün bu özellikleriyle millî, milliyetçi ve İslamcı bir çizgi takip eder. Türk edebiyatının Anadolu’yu ve Anadolu insanını gerçekçi bir anlayışla nakleden yazarlarımızdan biri olan Şevket Bulut bir “Anadolu hikâyecisi”dir. Şevket Bulut, Türk hikâyesinde milliyetçi ve muhafazakâr bir bakış açısına sahip olup hikâye anlayışı bakımından Sevinç Çokum, Ali Haydar Haksal, Sadık Yalsızuçanlar, Cahit Zarifoğlu, Rasim Özdenören, Mustafa Kutlu, İsmail Kıllıoğlu, Hüseyin Su vb. hikâyecilere yakındır. Ruhu şâd olsun! ■

82

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


'Kültürün dünyası'ndan kültürün felsefesine İMREN CERİT*

“K

ültür“ün ve kültür dünyasının ne olduğu ve nasıl oluştuğu sorusu uzun yıllar boyunca sorulmuştur. Soru, kültürün dünyasını pratik olarak bilme ile ilişkisi içinde cevaplandırılmaya çalışılmıştır. Bugün ise bu sorunun “kültürün dünyasını teorik olarak nasıl biliriz?”e dönüştüğünü görmekteyiz. Bu soru zaman zaman kültürün oluşturucusu olarak insanın içinde bulunduğu koşulları değiştirebilme gücünü azımsıyor gibi görünse de aslında hâlâ kültürün nasıl yapıldığını ve neyin kültürel olup olmadığını sormaya devam etmekteyiz. Milay Köktürk de Kültürün Dünyası başlıklı kitabında kültür felsefesine mütevazı bir giriş yapmayı gaye edindiğini vurgulayarak, sırf pratiğe dayalı yaklaşımın kültürel dünyanın doğası, anlamı ve önemi hakkındaki parça kavrayışlara ulaştıramayacağını belirterek kültüre ve kültürün dünyasına, kültür felsefesinden bakmayı denemiştir. Köktürk’e göre kültür çok boyutlu, çok özneli ve tarihsel sürekliliğe sahip olan bir alandır ve bu yüzden bu alanı tasvir etmek oldukça güçtür. Kültür denilen bilgi, eylem ve değer okyanusunun çağdaş felsefenin en önemli problem alanla* Pamukkale Ü. Fen Edebiyat Fak. Felsefe Böl.

rından biri hâline gelmiştir. Bu bağlamda da her şeyi kendi nesnesi hâline getirebilen ve nesnesi hâline getirdiği şeyin ne olduğu sorusunu soran felsefenin kültür alanına yönelip “Kültür nedir?” sorusunu sorması beklenmelidir. Yazar kültürü, kültür felsefesi aracılığıyla araştırarak kültürün aslında hep orada, gözümüzün önünde olanlar olduğuna işaret etmektedir. Basitçe ve sıradan bir zihin çabasıyla bütün boyutlarıyla kavranamayacak kadar derinlikli olan kültürün dünyasında bilinçli biçimde kurulmuş örgütlü yapı değil, kendi kavrayış, düşünme ve eyleme yetisine sahip tek tek bilinçlerin kendiliği söz konusudur. Bu kendiliğindenlik keyfilikten uzak bireysellik ile genelliğin farklı türden bir ilişki içindedir. Köktürk, buradan hareketle kültür ve kültürün dünyasının çözümleyici ve birleştirici zihin faaliyetleri ile kavranabileceğini öner sürer ve şunu ekler: "Kültür dünyasının dinamiklerini bilmek bu dünyayı kendi tasarımlarımıza göre şekillendirme imkânını bize sunar." Kültür geçmişte olan olayları, durumları, sanat eserlerini, edebiyatı, müziği, bilime varıncaya kadar her şeyi nesneleştirebilir. Kültür, insanın yaşamış oldukları ile söyledikleri, anlattıkları arasındaki her zaman açık olan boşlukta oluşur. Ve bu boşlukta insan kültürünü kendi elleriyle oluşturur. Bu dünyayı değiştirip güzelleştirmek,

83

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


kötüleştirmek ya da olduğu gibi bırakmak onun elindedir. Kültürünü oluşturan birey arzu, özlem, ihtiraslarından sıyrılmamıştır. Bu dünyayı kuran da, bütün nitelikleriyle “insan”dır. Bu dünyada bireyin kesintisiz mutluluk havasını soluduğu söylenemez. Bu yüzdendir ki, kültür dünyasında bir durak yoktur. Kültürü açığa çıkarmaya çalışan bilim ve düşünce insanlarının ona diledikleri gibi sınır çizebildiğini ve bu sınır çizmenin bir boşluğa işaret ettiğini vurgulayan Köktürk, çoğu kültür teorisinin ve bu teriler çerçevesinde yapılan kültür tanımlarının kültürün boyutlarından sadece birine ağırlık verdiğine dikkat çekmektedir. Bu tablodan çıkan sonucun da, tek kültür biliminin olamayacağı, kültürü inceleme konusu yapan birçok kültür biliminin mevcut olması gerekliliğidir. Bilim dünyasında da bu durum fiilen gerçekleşmiştir. Kültürü tam olarak bilgi dünyasına taşıyabilmek için disiplinler arası ve disiplinler üstü teoriler ortaya konmalıdır. Bütüncül bir kültür kavrayışı sırf teorik bilme etkinliği için değil aynı zamanda pratikte olan biteni anlamak için de gereklidir. Köktürk’e göre kültür olguları tüm bilimlerin üzerinde ve disiplinler arası geçişlerin merkezinde yer alır. Kültür üzerine çeşitli tezler ortaya atılmıştır. Uygarlık çatışması tezinden, postmodern teorilere kadar ortaya konan teorilere göre, kültür bilimlerinin ve teorilerinin temelinde, birbirleri ile rekabet eden farklı kabuller ve kavrayışların bulunduğu görülmektedir. Kültür bilimlerinde kültürün boyutlarından birini öne çıkaran tartışmalar, söz gelimi yapısallık ve işlevsellik tartışmaları çok anlamlı değildir. Bu bakımdan da dünya kültürlerinin karşı karşıya kaldıkları etki ortamında sağlıklı bir duruş sergileyebilmeleri için, kültürel alanın çok yönlü ve bütüncül kavrayışını yansıtan kültür teorisine ihtiyaç duyulmaktadır. Köktürk’ün ifadesiyle “kültür bilimleri felsefenin limanından ikmal yapmaksızın kültürü bütüncül olarak kavrayabilecekleri bir bilgi diyarına ulaşamayacaklardır.” Köktürk, felsefi uğrağın zorunlu olduğunu belirttikten sonra, doğa bilimlerinden kültür bilimlerine geçişi, dolayısıyla tek yönlü açıklama dünyasından çok yönlü anlam dünyasına geçişi ayrıntılı olarak değerlendirir. Bu bağlamda Galileo’dan, Newton’a Comte’a, Dilthey’den Yeni

Kantçılığa ve Cassirer’e kadar pek çok düşünürü ele alır. Eserde kültürü tarih temelli gören tarihselci perspektif ve Cassirer’in sembolik formlar felsefesi de incelenir. Kültür felsefesinin açıklama ediminden ziyade anlama edimi ve anlam taşıyabilirliğin anlamını soruşturduğu ifade edilir. Kültür felsefesi tarihsel-toplumsal dünyadaki olgulardan hareketle, tarihin gidişine yön veren ilkeleri değil kültürün gidişine yön veren ilkeleri açığa çıkarmalıdır. Yazar buradan hareketle de kültür felsefesinin aslında ağır toplumsal krizlerin ürünü olarak ortaya çıktığını ve insan düşüncesinin bunalımlı dönemlerden çıkış umudu arayışını yansıttığını söyler. Köktürk, kültür felsefesinin merkez probleminin, kültür ve kültürün doğası olduğunu dile getirir. Kültürün ne olduğu sorusuyla başlayan kültür felsefesinin, kültürün mümkünlük şartlarını, ortaya çıkışını, insanın kültürel varlık olma süreci ve keyfiyetini, kültürel hafızayı ve bilinci, kültürel eğitimi, kültür siyaset ilişkisini, kültür tiplerini, kültürün tarihselliğini ve güncel geçerliliğini, kültür ile yaşam pratiği ilişkisini, kültürün cisimleşmesi açısından güncel yaşantı formlarının anlamını, kültürler arası karşılaşma ve etkileşimi de ele aldığını belirtir. Ve kültürü, kültür felsefesinin kültür bilimleri gibi belirli karakteristik olgularla sınırlı olmadığı için sadece kültür felsefesinin bir bütün olarak bilgi konusu yapabileceğini öne sürer. Köktürk, kitabında kültür felsefesinin kültüre ilişkin olarak merkezi konumda olduğunu belirtikten sonra kültürün fenomenolojisi başlığı altında kültür ve yaşama estetiği, kültürdeki ruh ve yapı, kültürün metafiziği temalarını işlemiş, kültürü ve kültür felsefesini geniş bir yelpazede sade, anlaşılır bir dille ele almıştır. Kitabın üslubu kültür gibi çok yoğun teorik bir alan hakkında ileri sürülen tezleri okumayı oldukça kolaylaştırmaktadır. Kitap, yazar tarafından kültür felsefesine mütevazı bir giriş olarak görülse de dilimizde kültür felsefesine ilişkin derinlikli ve özel bir çalışma olarak, ilk halka arasında sayılabilir. ■ _______________________________ Kültürün Dünyası / Kültür Felsefesine Giriş, Milay Köktürk, Hece Yayınları, 2. baskı, Ankara 2015, 367 sayfa

84

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Masamdaki kitaplara göz ucu ötesinde bir bakış MEHMET YARDIMCI

Edebiyat ve halk bilimi alanında 44 kitabı ve çok sayıda yazısı bulunan Hayrettin İvgin, merkezi Azerbaycan'da bulunan Türk Dünyası Beynelhalk İlimler Akademisi'nin de ilmî şura üyesi olup Rus Edebiyat Akademisince verilen “Puşkin Altın Madalya ve Edebiyat” ödülünü alan ilk Türk’tür.

K

itap değerlendirme yazıları yazmak gerçek anlamda sorumluluk isteyen önemli bir iştir. Çünkü kitap tanıtımında olunabildiğince net ve tarafsız olunmalıdır. Önce, o alanda geniş bir kültür yelpazesine sahip olmanız, tanıtacağınız kitabın içerdiği konular üzerine başka yayınları tanımış olmanız gerekir. Bu nedenle, taraf olmayacağınız nadir alanlardan biri kitap tanıtma alanıdır. Kitap değerlendirme yazılarında bazı inceliklere dikkat etmek gerekir. ‘Hatır için hakikati saklamak hakikate hakarettir’ sözü göz önünde tutulmalıdır. Her yazar, beyninde, duygu ve düşünce dünyasını yeniden yaratır ve yaratısını kâğıda döker. Belli konularda ürünler verir. Halk biliminin ve halk edebiyatının dünyası geniştir. Gerçeklik, özgünlük, çekicilik, inandırıcılık bakımından konuları iyi irdeleyen ve daha geniş yansıtan eserler edebiyat dünyasında kendilerine belli bir yer edinebilirler. Okuyucu da kendi ölçüleri ve ilgi alanları içinde okuyacağı kitapları seçer. Kitap tanıtımı yapmak sadece kitabın içeriği hakkında bilgi vermek değil, aynı zamanda tanıtılacak kitabın eleştirisini de yapmaktır. Eleştiri, 85

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


bir edebiyat ve sanat eserini çeşitli yönleriyle inceleyip açıklamak, anlaşılmasını sağlamak ve değerlendirmek amacıyla yazılan yazılardır. Kitap tanıtımlarının amacı da kitabı tanıtacak kişiyle birlikte okuyucuların bilgilenmesini sağlamak ve onlarda okuma isteği uyandırmaktır. Türkiye’de kitaplar, çoğunlukla sadece kitapların arka kapaklarındaki tanıtım yazılarından yararlanılarak tanıtılmaktadır. Kitap incelemesinin Türkiye’de çok fazla rağbet görmemesinin nedenlerinden biri, kitap incelemesi hazırlamanın zahmetli bir iş olmasıdır. Kitap tanıtımında, yaygın olarak bilinen “betimsel” ve “eleştirel” olmak üzere iki tür yaklaşım vardır. Betimsel yaklaşımda, tanıtımı yapan, kendi tercih ve görüşlerini işe katmadan incelediği kitap hakkında tanıtıcı temel bilgiler verir. Eleştirel yaklaşımda ise tanıtımı yapan yazar, kitabı tanıttığı gibi aynı zamanda değerlendirir ve bazı yargılarda bulunur. Bu değerlendirme ve yargılamada inceleyen kişiden, kitabın ve yazarının amacından ne anladığını, yazarın bunu ne ölçüde başarabildiğini, kitabın bilimsel kalitesini ve önemini ortaya koyması beklenir. Bu nedenle de “kitap tanıtımı” yerine “kitap eleştirisi” kullanılır. Yemînî Fazilet-nâme Uzun süredir masamda bulunan ve fırsat buldukça okuyup notlar aldığım bazı kitapları tanıtmak istiyorum. Bu kitaplardan biri Şah Hüseyin Şahin’in Temmuz 2013’te yayımladığı Yemînî Fazilet-nâme (İmam Ali›nin Erdemleri) adlı kitaptır.[1] Türklerin İslam diniyle ilk temaslarının Hz. Ali ve çocuklarının katledilmesinin hemen ardın1. Şah Hüseyin Şahin, Yemînî Fazilet-nâme (İmam Ali’nin Erdemleri), Ankara, 2013.

dan olduğu bilinmektedir. Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’in katledilmesinden kaynaklanan acıların dinmediği, onlara ağıtların yakıldığı dönemde İslamiyeti kabul eden Türk halkı Hz. Ali ve aile efradını gönülden sevip onlara bağlanmıştır. İlk İslami eserlerde bu sevgi ve bağlılığın önemi büyüktür. Hz. Ali’nin cesareti, kuvveti, savaşçı kişiliği, bilgeliği ve cömertliği Anadolu halkınca ön plana çıkarılmıştır. Hz. Ali cenkleri adı ile çeşitli kahramanlık hikâyeleri kaleme alınmıştır. 15. yüzyıl sonları ile 16. yüzyıl başlarında yaşadığı bilinen Yemînî de Hz. Ali’nin erdemlerini dile getirdiği Fazilet-nâme adlı önemli bir eseri kaleme almıştır. Fazilet-nâme, Hz. Ali’nin 19 faziletini birer bölüm olarak tek tek açıklamaktadır. Faziletnâme’de Hz. Muhammet, Ehl-i Beyt, On İki İmam, sevgisiyle beslenen tasavvufi düşünceler işlenmiştir. Fazilet-nâme, başta Hz. Peygamber olmak üzere din ve tarikat çevrelerinde fazilet, erdem timsali olarak bilinen kimselerin faziletlerinin, iyi huylarının anlatıldığı manzum veya mensur eserlerin genel adıdır. Fazilet-nâme, bir erdem kitabıdır. Tekke şiirinde çok sayıda faziletnâme örneğine rastlanmakla birlikte, Hâfızoğlu Muhammed Yemînî’nin 1519’da kaleme aldığı Faziletnâme-i Yemînî en meşhurudur. Fazilet-nâme’nin özünü oluşturan 19 fazilet bölüm öyküsü Rükneddin’in metninden gelse de ortaya çıkan tasavvuf anlayışı Yemînî’ye aittir. Yemînî, çeviriye aynen bağlı kalmayıp hem Farsça düz metni şiirle Türkçeleştirmiş hem de kendi şiirleriyle süsleyip zenginleştirmiştir. Pek çok araştırmacı, Hz. Ali’nin bilimsel kişiliği hakkında yargıya varırken Yemînî’nin:

86

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Beni her ilme âmil eyledi Hâkk Çü ilmün şehriyem bâbum Ali’dir Ali hep ilmüme âlim muhakkak Emînüm hem vâsim gerçek velîdür biçimindeki Fazilet-nâme’de yer alan deyişlerinden yararlanır. Yemînî, Alevi-Bektaşi edebiyatının yedi ulu ozanından biri sayılmasına rağmen hakkında en az çalışma yapılmış olanıdır. Hakkında bilgi verip bazı şiirlerini örnek olarak gösteren; Besim Atalay, İlhan Başgöz, Mehmet Bozçalı, Pertev Naili Boratav, Muhtar Yahya Dağlı, İsmet Çetin, İsmet Zeki Eyüboğlu, İsmail Kaygusuz, İsmail Özmen, Bedri Noyan, Mehmet Şimşek, Süleyman Zaman gibi yazarlar az da olsa tanıtılmasına hizmet etmişlerdir. Başlı başına Fazilet-nâme’yi esas alıp yayımlayan Abbas Altunkaş ve Yusuf Tepeli’nin bu alandaki hizmetleri de önemlidir. Şah Hüseyin Şahin’in yayımladığı Fazilennâme’nin önemi, edebiyatımızda “Yanık Kitap” olarak bilinen tarihî bir hikâyesi de bulunan orijinal nüshaya dayanmasıdır. Yanık Kitap olayı olarak günümüze ulaşan, Alevi - Bektaşi edebiyatının yedi ulu ozanından biri olan Kul Himmet’in köyü Varzıl’ın basılıp ailesinin öldürülmesi ve köyün dağıtılmasının tarihini belirleyen belgeler bulunmaktadır. Bunlardan biri: III. Mahmut’un 1576 yılında ihbar edilen Varzıl köyündeki 34 kitaba el konulması, köye getiren ve okuyanların tutuklanması ile ilgili fermandır. Varzıl köyü basılmış ve Kul Himmet’in ailesinin evi aranmış, ancak baskın haberi önceden öğrenildiği için kitaplar toprağa gömülüp üzerine büyük bir ateş yakılmış, bu şekilde hem Kul Himmet’in defterleri ve sözü edilen kitaplar kurtarılmıştır.[2] Bu olayı İrfan Çoban: “Osmanlı hükümeti tarafından Kul Himmet’in ve yaşadığı köyün ortadan kaldırılıp dağıtılması emri verilmiştir. Bu buyruk üzerine Sivas’ın Tozanlı sancağından Osmanlı askerleri gelip köyü basmış, Kul Himmet ailesini kesmişler. Yalnız çok küçük olan bir torununu alıp götürmüşler ve Tokat’a yakın Zodu (Kurucak) köyüne yerleştirmişler. Beşinci torunu Yakub’u ise 2. Mehmet Yardımci, Kul Himmet’i Anlamak (Konferans), Kul Himmet Derneği, Çorlu/Tekirdağ, 14 Aralık 2013

köyden kadının biri fırsatını bulup kaçırarak Ekseri (Eğridere) köyünde saklayıp büyütmüştür. Bu baskın sırasında Kul Himmet’in çocukları babalarına ait kitapları gizlice toprağa gömüp üzerine ateş yakarak kurtarmışlardır. Kitaplardan birisi ‘Yanık Kitap’ adıyla anılan ‘Faziletname’dir.”[3] biçiminde anlatmaktadır. Şah Hüseyin Şahin›i bu güzel eseri nedeniyle yürekten kutlarım. Nail Tan’ın çalışmaları Türk kültürüne önemli hizmetlerde bulunmuş, fakat kıymeti bilinmeyen fikir ve sanat adamlarımızın sayısı oldukça fazladır. Bunlardan biri de 50 yıldır halk edebiyatına, halk bilimi konularına emek vermiş Nail Tan’dır. Nail Tan’ın Derlemeler Makaleler[4] ana başlığı altında sekiz ciltte yayımladığı külliyesi takdire şayan bir çalışmadır. Sekiz cilt içinde sempozyumlarda sunduğu bazı bildiriler ve çeşitli dergilerde yazdığı önemli yazılarını bir araya getirmiştir. Bu sekiz cildin her birini konu bütünlüğü içinde yayımlayıp araştırmacı ve okuyucuya da büyük kolaylık sağlamıştır. 312 sayfadan oluşan birinci ciltte Halk Bilimi (Folklor), Halk Edebiyatı ve Genel konulara yer vermiş, üç bölüm içinde I. Halk Bilimi ana başlığı altında 30 yazıya; II. Halk Bilimciler ana başlığı altında 26 yazıya; III. Halk Edebiyatı Genel Bilgiler ana başlığı altında da beş yazıya yer vererek 61 yazıyı okuyucularına sunmuştur. Ayrıca birinci cildin konuları arasında olduğu hâlde kitaba almadığı 40 yazısının da künyesini vermiştir. ‘Anonim Edebiyat’ ana başlığı altında yayımladığı 240 sayfadan oluşan ikinci ciltte yazılar 10 ana başlık altında toplanmıştır. Bunlar; A. Genel Bilgiler ana başlığı altında iki yazı, B. Atasözleri, Deyimler ana başlığı altında yedi yazı, C. Kalıplaşmış Diğer Sözler ana başlığı altında dokuz yazı, Ç. Ad Verme ana başlığı altında iki yazı, D. Bilmeceler ana başlığı altında bir yazı, E. Masallar ana başlığı altında dört, F. Destanlar, Halk Hikâyeleri ana başlığı altında beş yazı, G. Mâniler ana başlığı altında beş yazı, Ğ. Ninni3. İrfan Çoban, Kul Himmet, Tokat, 1997, s. 28-30 4. Nail Tan, Derlemeler Makaleler, Ankara, 2007 (8 cilt).

87

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


ler ana başlığı altında bir yazı ve H. Güreş Şiiri (Salavatlama) ana başlığı altında da üç yazıya yer vererek 39 yazıyı okuyucuya sunmuş, Ayrıca ikinci cildin konuları arasında olduğu hâlde kitaba almadığı 27 yazısının da künyesini vermiştir. Âşık Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı ana başlığı altında yayımladığı 312 sayfadan oluşan üçüncü ciltte yazılar iki ana başlık altında toplanmıştır. I. Bölüm olan Âşık Edebiyatı ana başlığı altında 21 yazıyı, II. Bölüm olan Tekke Edebiyatı ana başlığı altında 29 yazıyı okuyucuya sunmuş, Ayrıca üçüncü cildin konuları arasında olduğu halde kitaba almadığı 12 yazısının da künyesini vermiştir. Halk Gülmecesi (Mizah) ve Halk Tiyatrosu ana başlığı altında yayımladığı 184 sayfadan oluşan dördüncü ciltte I. Bölüm olan Halk Gülmecesi (Mizah) ana başlığı altında Nasreddin Hoca ile ilgili 11 yazıyı, Diğer Fıkra Tipleri ana başlığı altında beş yazıyı; II. Bölüm olan Halk Tiyatrosu ana başlığı altında da 15 yazıyı okuyucuya sunmuş, Ayrıca dördüncü cildin konuları arasında olduğu hâlde kitaba almadığı 7 yazısının da künyesini vermiştir. Halk Müziği, Halk Oyunları, Halk Eğlenceleri, Halk Sporları ana başlığı altında yayımladığı 216 sayfadan oluşan beşinci ciltte yazılar dört ana başlık altında toplanmıştır. I. Bölüm olan Türk Halk Müziği / Geleneksel Müzikler ana başlığı altında 15 yazıyı, II. Bölüm olan Halk Oyunları ana başlığı altında dokuz yazıyı, III. Bölüm olan Halk Eğlenceleri ana başlığı altında sekiz yazıyı, IV. Bölüm olan Halk Sporları ana başlığı altında da iki yazıyı okuyucuya sunmuş, Ayrıca beşinci cildin konuları arasında olduğu hâlde kitaba almadığı 13 yazısının da künyesini vermiştir. Gelenek Görenek ve İnançlar, Bayramlar, Belirli Günler, Halk Mutfağı, El Sanatları ana başlığı altında 360 sayfadan oluşan altıncı ciltte yazılar dört ana başlık altında toplanmıştır. I. Bölüm olan Gelenek Görenek ve İnançlar ana başlığı altında 32 yazıyı, II. Bölüm olan Bayramlar, Belirli Günler ana başlığı altında dört yazıyı, III. Bölüm olan Halk Mutfağı ana başlığı altında altı yazıyı, IV. Bölüm olan El Sanatları ana başlığı altında altı yazıyı okuyucuya sunmuş, Ayrıca altıncı cildin konuları arasında olduğu hâlde kitaba almadığı 16 yazısının da künyesini vermiştir.

Atatürkçülük, Dil/Edebiyat, Tarih/Genel Kültür ve Güzel Sanatlar ana başlığı altında yayımladığı 336 sayfadan oluşan yedinci ciltte yazılar dört ana başlık altında toplanmıştır. I. Bölüm olan Atatürkçülük 9 yazıyı, II. Bölüm olan Dil/ Edebiyat, dil bölümünde dokuz yazıyı, edebiyat bölümünde 40 yazıyı, III. Bölüm olan Tarih, Genel Kültür 4 yazıyı, IV. Bölüm olan Güzel Sanatlar 8 yazıyı okuyucuya sunmuş, ayrıca yedinci cildin konuları arasında olduğu hâlde kitaba almadığı 48 yazısının da künyesini vermiştir. Derlemeler Makaleler adlı bu geniş çalışmasının son cildi olan sekizinci sayısını memleketi olan Kastamonu araştırmalarına ayırmıştır. 240 sayfadan oluşan Kastamonu Araştırmaları bölümünde 38 yazıyı okuyucuya sunmuş, yedinci cildin konuları arasında olduğu hâlde kitaba almadığı 9 yazısının da künyesini vermiştir. Dikkat edilirse sekiz cilt içinde 338 yazının metni, 264 yazının da künyesi verilmiştir. Yazdığı makale ve bildiri metinlerinin sayısı 600’ü geçmektedir. Bu dile kolay bir durumdur. Halk bilim ve halk edebiyatı alanında zoraki dil barajını geçip üç beş makale ile puan toplayıp akademik payeler alan bazı kimselere, Nail Tan örnek gösterilecek ender şahsiyetlerdendir. Alaylı diye geçip giden bazı akademisyenler örnek almalıdır. Zaten bazı akademik çalışmaların kaynakçalarında Nail Tan adını görmek mümkündür. Nail Tan’ın üzerinde duracağımız bir kitabı da Türk Halk Edebiyatı Dediğin Bir Sarp Kale[5] adını verdiği 2012’de yayımlanmış 304 sayfadan oluşan ve 30 makaleyi içeren kitabıdır. Gerçekten de Türk halk edebiyatı bir sarp kaledir. Bunu alanın içindekiler çok iyi bilir. Nail Tan, 304 sayfadan oluşan bu kitabına da her biri keyifle okunan 30 araştırma ve inceleme yazısı yerleştirmiştir. Özellikle aynı şiirin farklı âşıklar adına kayıtlı olduğu durumları belirten yazılarla nazireler konusundaki yazıların büyük bir birikim ve titiz bir okuyucu işi olduğu açıkça sezilmektedir. Nail Tan’ın bütün yazılarını bir araya getirdiği 8 ciltlik Derlemeler Makaleler’den sonra yayımladığı Türk Halk Edebiyatı Dediğin Bir Sarp Kale adlı kitabı 8 ciltte toplanan yazıların kaymağı olmuştur. Eline, diline sağlık Nail Tan. 5. Nail Tan, Türk Halk Edebiyatı Dediğin Bir Sarp Kale, Kültür Ajans yay. Ankara, 2012.

88

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Hayrettin İvgin'in çalışmaları Masamdaki kitaplardan oldukça ilginç, ilginç olduğu kadar da önemli gördüğüm bir kitap da Hayrettin İvgin›in Derin Mitoloji (İnançlarSöylenceler-Folklorda-Geleneklerde)[6] adlı kitabıdır. Edebiyat ve halk bilimi alanında 44 kitabı ve çok sayıda yazısı bulunan Hayrettin İvgin, merkezi Azerbaycan’da bulunan Türk Dünyası Beynelhalk İlimler Akademisi’nin de ilmî şura üyesi olup Rus Edebiyat Akademisince verilen “Puşkin Altın Madalya ve Edebiyat” ödülünü alan ilk Türk’tür. Uzun yıllar Kültür Bakanlığı Millî Folklor Araştırma Dairesi ve Halk Kültürlerini Araştırma, Geliştirme Genel Müdürlüğünde görev yapması nedeniyle Türk halk edebiyatı ve halk biliminin bütün alanları ile ilgilenmiş eğitim, şiir, folklor, halk edebiyatı, deneme, eleştiri, tanıtma, genel kültür, siyaset bilimi gibi konularda Türk kültürüne önemli eserler kazandırmıştır. Bilgi dağarcığımızı biraz yoklarsak en çok halk şiiri üzerine eserler verdiği görülmektedir. Bunlardan bazıları Âşık Sıtkı (Pervane) (1976), Atatürk’ün Türkiyesi-Âşık Eminî Düştü’nün Hayatı ve Şiirleri (1981), Âşık Kul Ahmet’in Hayatı ve Şiirleri (1981), Âşık Tahirî-Hayatı ve Bibliyografyası (N. Tan ile, 1984), Zileli Âşık Fedaî (M. Yardımcı ile, 1984), Âşık Veysel’e Deyişler, (İ. Ü. Nasrattınoğlu ile, 1983), Zileli Âşık Zefil Necmi (M. Yardımcı ile, 1988), Dertler Üstüme Üstüme-Âşık Yanık Umman’ın Hayatı ve Şiirleri (1988), Dost İline Götür Beni-Âşık Yoksul Derviş’in Hayatı ve Şiirleri (1989), Yüz Bin Oldu Yarelerim-Âşık Yoksul Derviş’in Şiirleri (1989), Geredeli Âşık Figanî (1994), Zileli Âşık Ceyhunî (M. Yardımcı ile, 1996), Bir Şah Olsam Hükmeylesem Cihana-Âşık Kul Ahmet’in Hayatı ve Şiirleri (1997), Gönlüm Kanatlandı-Âşık Çoban Hüseyin’in Hayatı ve Şiirleri (1998), Kalecikli Âşık Mir’ati (A.E. Bozyiğit ile, 2004), Tellerimiz Atatürk’ü Çağırır-Âşık Emini Düştü Şiirleri (2004) gibi kitaplardır. Halk şiiri dışında ise Türk Halk Bilimi ve 6. Hayrettin İvgin, Derin Mitoloji (İnançlardaSöylencelerde-Folklorda-Geleneklerde), Kültür Ajans yayınları, Ankara 2013.

Halk Edebiyatında Görüşler (1996), Eski ve Yeni Karagöz Oyun Metinleri (M. Özlen ile, 1996), Vezirköprü Halk Kültürü Derlemeleri (1998), Karagöz ve Kukla Sanatımız (2000), Anadolu Halk Hikâyeleri (A.E. Bozyiğit ile, 2003) gibi kitapları bilinmektedir. Türk kavimlerinden Kırgızların beş büyük ciltlik Manas Destanı’ndan Abdülkadir İnan tarafından kısaltılarak; Kalmuk Hanı Alevke (Alööke)’nin Kırgızları Yağma Etmesi, Manas›ın Dünyaya Gelişi, Şooruk Han’ın Kırgızlara Karşı Savaşı, Almambet’in Kıpçak Beyi Er Gökçe›ye Gelişi, Alp Almambet’in Manas’a Gelişi, Son Savaş ve Manas Alp’ın Ölümü ana başlıkları ile yedi bölüm hâlinde 1972’de yayımlanan ve Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Türk kültürü ile ilgili bütün kaynaklara ulaşılması sonucu, üzerinde birçok çalışma yapılan Manas konusunda Hayrettin İvgin›in Manas kitabı, Türk kültürü açısından önemli bir kazanç olarak görülmelidir. Fıkralarında sosyal ve siyasi nükteleri, eğitici fikirleriyle dikkati çeken Arap sözlü edebiyatının akıllı, becerikli ama bir o kadar da düzene ters düşen, muhalif bir tipi olan ve fıkraları daima meclis sohbetlerinde yer bulan Behlül Dane için hazırladığı, Deli Görünüşlü Akıllı Behlül Danende (Mitolojik-Anlatı) adını verdiği güzel çalışmasının ardından Hayrettin İvgin›in, Derin Mitoloji adıyla yayımladığı halk bilimi yazıları dikkat çekmektedir. Derin Mitoloji (İnançlarda-SöylencelerdeFolklorda-Geleneklerde) adlı kitap içerik açısından Türk kültürünün unutulmaması için her evde bulunması gereken ve durup durup okunan kitaplardan biri olarak görülmelidir. Mitoloji üzerine kişisel görüşleriyle başlayan kitapta ilk yazı, 2008’de yapılan Türk Kültüründe Deniz ve Deniz Edebiyatı Sempozyumu’nda sunduğu ve sempozyum bildiri kitabında beğenerek okuduğumuz Türk Mitolojisinde Deniz yazısıdır. Bildiri metni olarak hazırlandığı için özen gösterilmiş bir yazıdır. Kitapta “İçindekiler” bölümü olmadığı için çoğu çeşitli sempozyumlarda sunulan bildiri metinleri olan diğer konu başlıklarını vermenin yararlı olacağı düşüncesindeyim. Konu başlıkları: Anadolu Halk Kültüründe Lokman Hekim İnanışı, Anadolu İnançlarında Ateş İyesi, Nuh Tufanı’nda Gemiye

89

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Binmeyen “Ucubilik”lerle İlgili Mitolojik Anlatılar, Kur’an’da Geçen Hârût ve Mârût Anlatısının Anadolu Halk Hikâyeleri ve Edebiyatındaki Yeri, İnanışlarda, Kutsallıkta Yedi Sayısının Sembolik Anlamları, Türk Dünyası Kültüründe Bazı Mitolojik Hayvanlar, Dâbbetü’l-Arz, Mitolojik Çıkışlı Geleneklerde Bahar Bayramları, İnanışlarda, Söylencelerde Turna Kuşu ve Göç Yolları, Mitolojik Vak Vak Ağacı ve Kültürel Yansımaları, Hıdırellez ve Mitolojik Kökleri, Ashâb-ı Kehf (Mağara Arkadaşları) Yedi Uyurlar, Miraç ve “Kâb-ı Kavseyn”, Burak, Erbain’den Nevruz’a Nevruz’dan Hıdırellez’e biçimindedir. Bazı noksanlıklara rağmen her yazının zengin bir kaynakçaya sahip olması konuların kapsamlı bir biçimde ele alındığının kanıtıdır Nasreddin Hoca üzerine yazılar Masamdaki kitaplardan, Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun Kömen yayınları içinde 2013’te yayımlanan Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar[7] adlı eseri okuyup rafa kaldıramadığım ender kitaplardandır. 2013 yılı, 54. Uluslararası Akşehir Nasreddin Hoca Anma ve Mizah Günleri nedeniyle Akşehir›de bulunduğum sırada elime ulaşan kitabın son bölümündeki Hoca Hakkında Yeni Bir Bilgi başlığı ile verilen yazılı basındaki “Hoca’nın Mezarı Sivrihisar’da Bulundu İddiası” (Hürriyet, 20 Nisan 2013), “Nasreddin Hodja’s tomb in Sivrihisar” (Arjantin News agency), “Hoca’nın Mezarı Bulundu” (Ortadoğu, 21 Nisan 2013), “Nasreddin Hoca’nın Mezarı Bulundu” (Milliyet, 20 Nisan 2013), “Nasreddin Hoca’nın Mezarı Bulundu” (Sabah, 20 Nisan 2013) biçiminde gazete haberlerinin kupürleri konmuş, Sakaoğlu’nun yorum yapmadan iyi niyetle kitabın son bölümüne eklediği haber, bazılarının kafasını karıştırmıştı. Halk bilimiyle uğraşan bazı araştırmacı ve bilim adamları özel ilgileri nedeniyle bazı konulara biraz daha önem verir, daha fazla ilgi gösterirler. Saim Sakaoğlu’nun da Nasreddin Hoca’ya ne denli önem verdiği hepimizin malumudur. Sakaoğlu’nun Nasreddin Hoca fıkralarındaki cinsellik konusuna nasıl tepkili olduğu hâlâ ha7. Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar, Kömen Yayınları, Konya, 2013.

fızalardadır. Kitabın arkasında yer alan “Neredeyse sürekli olmasa da, 40 yıldan beri Nasreddin Hoca üzerine yazıyorum. Daha çok okudum, daha az yazdım. Bu benim dördüncü Nasreddin Hoca kitabım. Hoca üzerine belki bir beşinci kitabı da yazabilirim. Çünkü günümüzün Nasreddin Hoca’sı bizim olmaktan çıkarılmış, bütün kültürlerin, bütün ahlâki tiplerin temsilcisi oluvermiştir. İlk bakışta hoş bir özellik gibi algılansa da sonuçta karşımıza birden fazla Nasreddin Hoca çıkıvermektedir. Ben Hoca’nın toplumun gözündeki gerçek yerini bulmaya ve toplumumuza tanıtmaya çalıştım. Elbette bu görüşümüze karşılık itiraz sesleri yükselecek, hatta tamtam sesleri bile işitilecektir. Çünkü karşımıza bizden olmayan ama bizimmiş gibi gösterilen başka Nasreddin Hocalar da çıkarılmaktadır. Oysa Nasreddin Hoca tektir ve Türk halkı arasında gerçek kimliği ile yaşamaktadır.” ifadesi bana “Hoca’yı Hoca’dan öğren” yani Nasreddin Hocayı, 40 yıldır Hoca ile ilgili yazılar yazan, konferanslar veren, Saim Sakaoğlu Hoca’dan öğren ifadesini çağrıştırdığı için Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar kitabı masamın demirbaşları arasında kalmıştır. 1965’te Tokat Gaziosmanpaşa Lisesinde edebiyat öğretmenim olan, 1997’de doktora savunması sonucu akademik kıyafetimi giydiren hocamla tanışıklığımız yarım asra dayanmaktadır. Gerek halk şiiri gerekse halk nesri alanındaki engin bilgi birikimini en iyi bilenlerden biri olduğum için bu yıl Gediz Üniversitesi’ndeki Nasreddin Hoca Paneli’ne birlikte çıkarken endişeliydim. Bu nedenle de Hocamın Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar kitabından uzak durup hazırladığım Nasreddin Hoca’da Halk Kültürüne Özgü Yüce Duygular konulu bir metin hazırlamıştım. Hocamın, “Mehmet sen, içinden geldiği gibi Nasreddin Hoca’yı anlat. Noksan kalırsa ben tamamlarım.” deyişi alandaki engin kültürünün açık beyanı idi. ‘İşte hocalık bu olsa gerek’ dedim kendi kendime. Öyle de oldu, ben güvenle hoş bir biçimde Nasreddin Hoca’yı anlattım, Sakaoğlu Hoca da Nasreddin Hoca’yı öyle güzel anlattı ki kocaman salonda iki saatin nasıl geçtiği hiç anlaşılmadı. Sakaoğlu’nun ekler hariç 12 bölümden oluşan Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar adlı kitabı-

90

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


nın birinci bölümünde Hayatından Çizgiler ana başlığı altında; Hayatı, Ailesi, Öbür Nasreddinler ve Hoca Hakkındaki En Eski Kaynaklar yer almıştır. Diğer bölümlerde yer alan yazıların tamamına yakını sempozyum, seminer, kongre vb. toplantılarla bazı dergi ve gazetelerde yer almış yazılardır. Dağınık olması nedeniyle ulaşmanın zor olduğu yazıların bir araya getirilmesiyle de önem arz eden kitabın ikinci bölümü, Şu Bizim Hoca, ana başlığı ile 6 yazıdan oluşmaktadır. Üçüncü bölüm Hoca’nın Dönemleri ana başlığı ile 3 yazıdan, dördüncü bölüm ise Hoca’nın Fıkralarının Seçimi ana başlığı ile 5 yazıdan oluşmakta olup Hoca hakkında araştırma ve inceleme yapacaklara yol gösterici yazıları kapsamaktadır. Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar kitabının beşinci bölümünde Fıkraların Motif Dünyası ana başlığı altında 3 önemli yazıya yer verilmiş, Nasreddin Hoca fıkralarının sahip olduğu motiflerin çoğunun başka milletlerce bilinmediği işaret edilmiştir. Altıncı bölümde Edebiyat ve Kültürde Hoca ana başlığı altında 5 yazı bir araya toplanmıştır. Yedinci bölümde Nasreddin Hoca’nın Ahlâkı ana başlığı altında 2 önemli yazıya yer verilmiştir. Sekizinci bölümde Çeşitli Yönleriyle Nasreddin Hoca ana başlığı altında 4 yazıya yer verilmiştir. Hoca ve Türk Dünyasındaki Arkadaşları ana başlığı altındaki dokuzuncu bölümdeki 5 önemli yazıda, dünyanın çeşitli yörelerinde anlatılan Nasreddin Hoca ile ilgili yazıları bir araya getirilmiştir. Bu konuda yıllar önce Çin Büyükelçiliğinde karşılaştığımız Nasreddin Hoca ile ilgili bir durumu Çinliler de Nasreddin Hoca’ya Sahip Çıkıyor başlığı ile nasıl yazdığımın hikâyesini yine bu yıl Prof. Dr. Saim Sakaoğlu, Yrd. Doç. Dr. Zülfikar Bayraktar ve benim katılımımla Gediz Üniversitesi’nde gerçekleştirdiğimiz Nasreddin Hoca paneline giderken bir saatlik yolculuğumuzda anlatmıştım. Hoca “Öğrendiğim iyi oldu.” demişti. Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar’ın onuncu bölümü ise ilginç bir bölüm olup Hoca Üzerine Konuşmalar, Sohbetler ana başlığı ile Bekir Şenyıldız›ın, Mehmet Ali Uz’un, Mehmet Nuri Yardım’ın ve İbrahim Ethem Arıoğlu’nun konuşmalarına ayrılmıştır. On birinci bölüm Hoca ile

İlgili Toplantıların Açılış ve Değerlendirme Konuşmaları ana başlığı ile Sakaoğlu’nun yaptığı iki önemli değerlendirme yazısına ayrılmıştır. On ikinci bölüm de Hoca ile İlgili Kitap Tanıtmaları ve Haberler ana başlığı altında altı önemli yazıya yer verilmiştir. Ekler bölümünde ise Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun bu kitabı dışında Nasreddin Hoca ile ilgili kitapları, aktarmaları ve Nasreddin Hoca ile ilgili bibliyografyası yer almaktadır. Son bölümde de Sakaoğlu’nun geniş bir özgeçmişi yer almaktadır. İçeriğinin zenginliği, doyuruculuğu ve çeşitliliği nedeniyle masamdan kaldıramadığım Prof. Dr. Saim Sakaoğlu’nun Nasreddin Hoca Üzerine Yazılar kitabını okuyanların bu görüşüme hak vereceği inancındayım. Ayrıca, dil, gerçek özgürlüğünü yalnızca edebiyatın içinde bulduğu için, edebî eserler dilin zenginliği açısından çok önemlidir. Sakaoğlu’nun dili ne denli güzel kullandığını göstermesi açısından da bu kitabın önemini vurgulamak isterim. Ahmet Özdemir’in Leyla ile Mecnun’u Türk halk edebiyatı ile ilgilenen herkes Ahmet Özdemir’i tanır. Akademisyen olmamasına rağmen pek çok yayını akademik çalışmalarda kaynak gösterilen ender kişilerdendir. Zaten edebiyatımızın yüz akı İbrahim Aslanoğlu, Cahit Öztelli, Haşim Nezihi Okay, gibi halk bilimine emek veren yüce çınarlarımız olmasa pek çok âşığımızın şiirleri cönklerin tozlu sayfalarında kaybolur giderdi. Üzerinde durmak istediğim bir kitap da Ahmet Özdemir’in 2013 yılında Kültür Ajans’tan yayımladığı Leyla ile Mecnun’dur.[8] Bilindiği gibi Genceli Nizamî başta olmak üzere birçok kişi tarafından işlenmiş olan konuyu Fuzulî, 1535 yılında mesnevi türünde kaleme alıp mesnevi tarzına ve Türk diline yenilik getirmiştir. Aslında Fuzûli, Leylâ ile Mecnûn Mesnevisi’ni istek üzerine yazmıştır. Kanuni Sultan Süleyman Bağdat’ı ele geçirdikten sonra burada toplanan bilim ve sanat adamları, Fuzûli’den, bu türde bir eser yazmalarını istemişler, bunu bir çeşit sınanma sayan Fuzûli de 1535 yılında eserini tamamlayıp Bağdat Valisi Süley8. Ahmet Özdemir, Leyla ile Mecnun, Kültür Alans Yayınları, Ankara, 2013

91

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


man Paşa’ya sunmuştur. Leyla ve Kays (Mecnun’un asıl adı) ilkokul yıllarında birbirlerine âşık olmuşlardır. Kısa zamanda her yere yayılan bu aşkı duyan annesi Leyla’yı okuldan alır ve Kays’la görüşmesini yasaklar. Bu sevda yüzünden çöllere düşen Mecnun’a birçok kişi Leyla’yı unutmasını söylese de bu aşktan vazgeçmez. Başkasıyla nikâhlandırılan Leyla, kocasından kendisini uzak tutmak için hikâyeler uydurup kocasını kendisinden uzak tutar ve bir süre sonra adam ölür. Bu sırada Mecnun çöldedir ve aşkın her türlü cefasıyla yoğrulmaktadır. Dünyayla bütün bağlantısını kesmiştir. Bir gün Leyla çölde onu bulur ama Mecnun onu tanımaz ve “Leyla benim içimdedir, sen kimsin?” der. Leyla, Mecnun’un ulaştığı mertebeyi anlar ve evine geri döner, üzerinden fazla zaman geçmeden de hayata gözlerini yumar. Mecnun, onun mezarına uzanır ve canından can gitmiş gibi hıçkıra hıçkıra ağlar. Dualar ederek canını almasını, kendisini Leyla’sına kavuşturmasını ister. Duası kabul olunur, göklerin gürlemesiyle birlikte Leyla’sına kavuşur. Bu mesnevide Fuzuli, dünyevi aşkı bir basamak olarak kullanıp onun üstünden ilahi aşkı anlatır. Edebiyatımızda Mecnun’a ait olduğu söylenen şiirlerin arasına nesirler de eklenerek halk hikâyesi hâline getirilmiştir. Bunların arasında en ünlüsü Fuzuli’nin 1535'te yazdığı Leyla vü Mecnun adlı mesnevisidir. 1970’li yıllarda Murat Sertoğlu’nun yeniden kaleme alarak küçük halk kitapçıkları hâlinde yayımladıkları Leyla ile Mecnun, M. Faruk Gürtunca’nın Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin, Selami Münir Yuddatap’ın Derdiyok ile Zülfü Siyah, Karacaoğlan’ın Aşk Hikâyesi, Muharrem Zeki Korgunal’ın Elif ile Yaralı Mahmut, Âşık Garip Hikâyesi gibi halk hikâyelerini gözler önüne getirmesi ve nostalji yaşatıp bizi yıllar ötesine götürmesi nedeniyle özel ilgi duyduğum Leyla ile Mecnun’u için Ahmet Özdemir’i kutlarım. Bilindiği gibi Reşat Nuri Güntekin, İskender Pala ve Hüseyin Bayçöl de Leyla ile Mecnun’u yayımlamışlardır. Hâr-ı Bülbül Şiirin bu denli hor görünüp, şiir kitaplarının yayınevlerince yayımlanmaz olduğu bir dönem-

de Osman Baş’ın Hâr-ı Bülbül[9] adını verdiği şiir kitabının Akçağ yayınları arasında yayımlanması oldukça dikkat çekicidir. Kitabı inceleyince Akçağ yayınlarının haklı olduğunu gördüm. Ermeniler tarafından işgal edilen, Azerbaycan’ın en güzel şehirlerinden biri olan Şuşa’nın Çıdır Ovası’nda Har-ı Bülbül isimli bir çiçek yetişmektedir. Bu çiçek Şuşa’nın Çıdır Ovası dışında nerede yetiştirilmek istendi ise yetişmemiştir. En güzel topraklar hazırlanmış ama yetiştirmek mümkün olmamıştır. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ille vatanım demiş halk söyleyişini çağrıştıran bu duruma Osman Baş’ın: Ey! … yüreğimin dalgaları Kaf dağınca sevdalarım Hasrete vurgun Hazarım... Bilirim tanırsın beni Balıklar, martılar kadar Yakınım sana Dağlar kadar, ufuklar kadar, Har-ı Bülbül kadar

uzağım...

Çıdır düzünü, bir Hazar bilir Bir de yüreği Hazar olanlar Çıdır düzünde bir gül esir Dualar toprak olmuş, tekbir tekbir... Biliyorum, hiç görmedim seni Hiç ellerime alıp koklamadım Hissediyorum, yüreğini okuyor Feryadını yüreğimde hissediyorum. Bahar ötesi yaz, yaz ötesi Hazar Hazar’ın yüreğinde Har-ı Bülbül Hazarda dalga dalga bahar Arı dalda, dalda bülbül, Har-ı Bülbül... dizeleriyle yüklü Har-ı Bülbül şiiri işte şiir tadında bir söyleyiş dedirtiyor insana. Şiir aracılığı ile bir de efsane öğreniyoruz bu arada. Efsaneye göre, Har-ı Bülbül dalına konan bülbülü sever, okşar... alt dallara konan arı bülbülü kıskanır, sokar ve öldürürmüş. Diline, yüreğine sağlık Osman Baş.■ 9. Osman Baş, Hâr-ı Bülbül (Şiirler), Akçağ yayınları, Ankara, 2012.

92

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


Türksav'ın Türk dünyasına hizmet ödülleri Türkistan'da verildi ABDULLAH SATOĞLU

Tanrıdağları’ndan iki kol hâlinde çıkan ve Taşkent’in güneybatısında birleşip vaktiyle Cengiz Han ve Harzemşah ordularının savaştığı, geniş bir ovayı dolanarak, Aral Gölü’ne dökülen Sir Derya’nın (Ceyhun Nehri) üzerinden aşan modern köprüde, etkinliğe katılan arkadaşlarımızla geniş ve keyifli bir sohbete daldık…

T

ürk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV)ın, “20.Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri”, 19 Mayıs 2016’da, Kazakistan’ın Türkistan şehrinde düzenlenen törenle sahiplerine verildi. İlk yıllarda, Türkiye’den ve Türk dünyasından bilim, sanat, fikir ve devlet adamlarının katılımıyla Cumhurbaşkanlığı Çankaya Köşkü’nde yapılan ödül törenleri, daha sonraki yıllarda Lefkoşa, Bakü, Üsküp, Newyork ve Bişkek gibi dış ülkelerde yapılmıştır. Bu defa, Hoca Ahmet Yesevî Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi Kültür Merkezi’nde gerçekleştirilen etkinlik, Türkiye ve Kazakistan millî marşlarının okunmasından sonra, TÜRKSAV Başkanı Yahya Akengin’in açış konuşmasıyla başladı. Yahya Akengin, her zamanki gibi, “Etrafını cami, ağyarına mani” deyiminde ifadesini bulan, toplayıcı vasfı, sempatik tavrı ve esprili hitabetiyle, Türk dünyasını ilgilendiren önemli ve değişik konular üzerindeki görüş ve düşüncelerini, derin bir vukufiyetle dile getirerek; “Köklü bir kültürün varisi olan Türk dünyası devlet ve 93

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


topluluklarının, emperyal emelleri olmadığı gibi, emperyalist ve ayrıştırmacı kuşatmalara karşı da, kendini koruma birikimine ve gücüne sahip olduğunu” söyledi. Daha sonra Ahmet Yesevi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Velihan Abdibekov ve Rektör Vekili Prof. Dr. Mehmet Kutalmış söz alarak, etkinliği düzenleyen TÜRKSAV Yöneticileri ve katılımcılara teşekkürlerini ve Türk dünyasının günümüzün şartları karşısında, sosyal, kültürel ve siyasal alanda, işbirliği içinde bulunmalarının zaruretini belirttiler. Etkinliğin gerçekleşmesine büyük ilgi gösteren Mütevelli Heyet Başkanı Prof. Dr. Musa Yıldız ise, konuşma yapmak ve paneli yönetmek üzere, programda yer aldığı hâlde, annesinin vefat ettiği haberi üzerine Türkiye’ye dönmek durumunda kalmıştır. TÜRKSAV üyesi ressamlardan Prof. Dr. Alaybey Karoğlu, Doç. Dr. Birsen Çeken, Doç. Dr. Gültekin Akengin ve Doç. Dr. Çağatay Akengin’in eserlerinden oluşan resim sergisinin ardından, ödüllerin takdimine geçildi. “20. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri” bu yıl Türkiye – Azerbaycan ilişkileri ve Türk dünyasının sorunları karşısındaki cesur tavrı dolayısıyla, parlamenter Dr. Ganire PAŞAYEVA (Azerbaycan), eserlerinde, insan – tabiat ilişkilerini ince bir hicivle ele alan Marhabat BAYGUT (Kazakistan), Türkiye – Kırgızistan ilişkilerine diplomatik katkılarından dolayı Büyükelçi Dr. Bahtıgül KALAMBEKOVA (Kırgızistan), eğitim ve kültür alanında, Balkan Türklerine yaptığı katkılardon dolayı, Abdülhakim Hikmet Doğan Eğitim-Kültür ve Sanat Merkezi (Makedonya), Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklarla

ilgili etkili ve kalıcı hizmetlerinden dolayı, Bşk. Doç. Dr. Kudret BÜLBÜL (Türkiye), Türk dünyasında ortak eğitim hedefleri için gerçekleştirdiği hizmetlerden dolayı Ahmet Yesevi Ü. Mütevelli Heyet Bşk. Prof. Dr. Musa YILDIZ (Türkiye), Türk toplumunu özüyle buluşturma etkisi uyandırması dolayısıyla, Diriliş-Ertuğrul dizisi yapımcısı Mehmet BOZDAĞ (Türkiye), Türk Dünyası Vatandaşlığı Projesi’nden dolayı, Gaziantep Ü. Rektörü Prof. Dr. Mehmet Yavuz COŞKUN (Türkiye), Yerel, millî ve evrensel unsurları bir araya getiren, Bayburt-Baksı Müzesi kurucusu Prof. Dr. Hüsamettin KOÇAN (Türkiye), Türk dili ile ilgili eser ve çalışmaları dolayısıyla Dilbilimci, Türklük Bilimi uzmanı Dr. Yusuf GEDİKLİ (Türkiye), Sanat eğitimciliği ile sanat eserleri üretiminden dolayı ressam Prof. Dr. Alaybey KAROĞLU (Türkiye) ve Türkiye’nin millî birliği için ortaya koyduğu tavırdan dolayı, Köy Korucuları ve Şehit Aileleri Konf. Bşk. Ziya SÖZEN’e (Türkiye) verilmiştir. TÜRKSAV Yönetim Kurulu tarafından, ayrıca Kazak Türk şair ve yazarı Olcas SÜLEYMANOV, Yeniçağ gazetesi yazarı, gazeteci şair Mevlût Uluğtekin YILMAZ ile Samsun Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanı Necmi ÇAMAŞ’a hizmet ve başarılarından dolayı “Özel Ödül” verilmesi kararlaştırılmıştır. Program gereğince, ”Türk Dünyasının 25. Yılı” konulu panele geçilmiş ve bu bölümde; Yahya Akengin – Prof. Dr. Mehmet Kutalmış, Dr. Bahtıgül Kalambekova, Servet Demir, Nuh Kalkan, Prof. Dr. Mehmet Seyfettin Erol, Dr. İlyas Demirci, Prof. Dr. Numan Aruç ve Dr. Yusuf Gedikli, Türk dünyası ile ilgili görüşlerini ifade etmişlerdir. Son olarak, Ahmet Yesevi Üniversitesi Folklor ve Musiki Ekibi tarafından sunulan gösteri ve konser, salondakilerin büyük takdir ve alkışlarıyla karşılanmıştır. TÜRKSAV’ın düzenlediği bu etkinlik dolayısıyla ziyaret etme imkânı bulduğumuz ata yurdu topraklarda ve Türk coğrafyasında edindiğimiz intibaları da kısaca tebarüz ettirmek istiyoruz… Hatırlanacağı üzere, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev ile Türkiye Cum-

94

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6


hurbaşkanı Abdullah Gül’ün himayelerinde, 24-27 Mayıs 2010 günü, Kazakistan’ın başkenti Astana’da icra edilen 4.Türk Dünyası Mimarlık ve Şehircilik Kurultayı değerlendirme toplantısında, her iki yılda bir, “Kaşgar’dan Endülüs’e Türk - İslam Şehirleri Şehrengiz Toplantıları”nın yapılması kararlaştırılmıştı. Bu karar doğrultusunda, Kazakistan’ın başkenti Astana, “2012 Türk Dünyası Kültür Başkenti” olarak ilan edilmiştir. Türk dili konuşan halklar ve ülkeler arasında ve dolayısıyla Türk dünyasında, ortak dil, ortak sanat ve ortak kültürün gelişmesinin amaçlandığı bu etkinliğin gelenek hâlinde sürdürülmesi önde gelen arzularımız arasındaki yerini hep koruyacaktır. Her şeyden önce, ödül töreni dolayısıyla Türk heyetine ve diğer ülkelerden gelen konuklara, Yesevi Üniversitesi yöneticilerinin gösterdiği misafirperverlik, yakın ilgi, ikram ve izazdan duyulan memnuniyeti mutlaka belirtmeliyim. Özellikle Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Mehmet Kutalmış’ın, çevre ve bütün bir Kazakistan’la ilgili verdiği tarihî ve kültürel bilgilerle, ülkenin komşularıyla ilişkisinin, dünü ve bugünü hakkındaki geniş izahatı hayranlıkla izledik. Programın çevre gezisi bölümünde, başta Ahmet Yesevî Hazretlerinin hocası Aslan Baba’nın Türkistan bölgesindeki türbesi olmak üzere, Ahmet Yesevî’nin, Timur tarafından yaptırılan külliye tarzındaki türbesini ve 100 metre kadar uzağındaki, içerisinde çilehanesinin de bulunduğu dergâhı ziyaret ve yakından inceleme imkânını bulduk… Etrafı ve iki kubbesi nefis çinilerle tezyin edilmiş külliyenin merkezi bölümünün ortasında, yedi metalin karışımından imal edilmiş ve üzerinde bir kısım duaların yazılı olduğu, büyükçe bir kazan bulunmaktadır. Külliye içerisinde mescit, kütüphane, mutfak, su kuyusu ve derviş odaları gibi bölümler yer almaktadır. Bilindiği gibi Ahmet Yesevî, Kazakistan’ın Çimkent şehri civarındaki Sayram kasabasında doğmuş ve bugünkü adı Türkistan olan Yesi şehrinde vefat etmiştir (M./1093-1166), Peygamberimizin 63 yaşında vefat etmiş olmasından dolayı, “aynı yaşa geldikten sonra, ben artık yer yüzünde yaşayamam” diyerek dergâhında, yerin altına yaptırdığı küçük bir oda şeklindeki

çilehanede inzivaya çekilmiş ve kalan ömrünü, orada ibadet ve tefekkürle geçirmiştir… Büyük bir titizlikle muhafaza edilen yaşadığı mekân ve türbesi, yılın her mevsiminde yerli ve yabancı ziyaretçilerin akınına uğramaktadır. Sevgi, şefkat, iyilik, doğruluk ve özellikle İslamın büyük önem verdiği “bilim” konularındaki “Hikmet”li sözleriyle, Türk boyları arasında bir gönül köprüsü kuran Hoca Ahmet Yesevî’nin, ölümünün 850 ve Üniversitenin 25. kuruluş yıldönümüne rastlayan bu dönemde, onun adını taşıyan Üniversitenin, Türk dünyasına verdiği hizmetleri ve Türkiye’den 200 öğrencinin devam ettiğini gururla müşahede ettik. Prof. Dr. Musa Yıldız’ın başkanı olduğu Yesevi Üniversitesi’nin 15 kişilik Mütevelli Heyeti’nde, 5 Türk öğretim üyesi görev yapmaktadır. O arada, Tanrıdağları’ndan iki kol hâlinde çıkan ve Taşkent’in güneybatısında birleşip vaktiyle Cengiz Han ve Harzemşah ordularının savaştığı, geniş bir ovayı dolanarak, Aral Gölü’ne dökülen Sir Derya’nın (Ceyhun Nehri) üzerinden aşan modern köprüde, etkinliğe katılan arkadaşlarımızla geniş ve keyifli bir sohbete daldık… 6 milyon nüfusu olan Kazakistan’daki 150 üniversiteden 40’ı, Almatı şehrinde hizmet vermekte ve bünyesinde yeteri kadar lojman ve öğrenci yurtları yer almaktadır. Ahmet Yesevi Üniversitesi’ne bağlı olarak, yine Almatı’da faaliyet gösteren “Avrasya Araştırma Enstitüsü” Müdürü Doç. Dr. Nevzat Şimşek’in verdiği bilgiye göre; 2 milyon nüfuslu bu şehirde, Türkiye’den giden 8–10 bin civarında iş adamı yaşamaktadır. Yine bu şehirde, Türkiye Diyanet Vakfı tarafından, 10 bin kişinin aynı anda ibadet edebileceği bir “Merkez Camii” inşa edilmiştir. Cuma gününe denk gelen gezimiz sırasında, cuma namazını eda için gittiğimiz camide yer kalmadığından, kalabalık cemaatin yollarda namaz kılmak durumunda kaldığına şahit olduk… Çağlayan suları, yemyeşil bahçe ve parkları, halkının sosyal ve kültürel yaşantısıyla İstanbul’u andıran, çevre ve şehircilik yapısına hayran kaldığımız Almatı’dan ayrılmak, bize gerçekten güç geldi…■

95

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 6



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.