kulliye63

Page 1

ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

S AY I

Yıl : 16/2015

3

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ERİŞ Genel Yayın Yönetmeni NAZIM PAYAM Tashih MAHMUT BAHAR Röportaj Yrd. Doç. Dr. TANER NAMLI Dizgi-Tasarım-Kapak-Web AYDIN KARABULUT Basın ve Medya GIYASETTİN DAĞ Hukuk Danışmanı Av. Şuay ALPAY Dağıtım İzzetpaşa Vakfı Danışma Kurulu Yavuz Bülent BAKİLER Prof. Dr. Ahmet BURAN Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR Prof. Dr. Tarık ÖZCAN Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL Dr. M.NACİ ONUR Uzm.Necati KANTER Yrd. Doç. Dr. A. Faruk GÜLER KEMAL BATMAZ Ömer KAZAZOĞLU Abone ve Reklam Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ Posta Çeki Hesap No:1285029 Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114) Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65 Baskı TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi Tel. 0312 354 91 31 Yenimahalle / ANKARA Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 30 TL Yurt Dışı: 40 Avro Yıllık Kurum Abone: 80 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz. e-posta (e-mail) bizimkulliye@gmail.com www.bizimkulliye.com ISSN:1302-3500

Nazım Payam Temas ve tutku

6

A. Vahap Akbaş Dağı özleyen adamın şiiri

7

Kalender Yıldız Şairler

8

İsmail Aykanat Unique darling

44

Taner Tatar Kahraman ve kadın

49

Seval Koçoğlu Savaş devam ederken...

50

İsmail Çetişli Hikâyelerde savaşın kadın kahramanları

59

Nilüfer İlhan ...Safiye Hüseyin

16

Şerif Fatih Yağmuru sevmeyen kadına

60

Cafer Gariper Anadolu kadını ve Milay Köktürk Tartışılan entelektüel kuvâyi milliye destanı

22

Köksal Alver Anne imgesi

24

Hülya Argunşah Halide Edib, kadınlar ve savaş: Dağa çıkan kurt

28

Beyhan Kanter Osmanlı kadın yazarlarının vatanın kurtarılmasına ilişkin milli bilinç vurguları

34

Yavuz Aslan Türk bağımsızlık savaşının kahramanlarından Ayşe Çavuş

84

58

10

19

83

Tayyip Atmaca Şiirin kapısında

Songül Dumlupınar Alican Güzel ölüm

M. Milât Özçelik 27 Yaşımın şiiri

Haluk Oral röp. Şerif Fatih

82

Hayrettin Durmuş Köylü kadınlar

57

9

Lokman Erdemir röp. Nale Erdemir

81

Abdullah Satoğlu Çanakkale'de Mehmetçik

Suphi Saatçi Türkmen çocukları

Mahmut Bahar Tekil şahsın hikâyesi

Serdar Arslan Serin

63

66

Mustafa Özçelik Çanakkale şiirini farklı okumak

70

85 88 92

Nihat Eriş röp. Kemal Batmaz

95

Şekip İspir İhsan Raif Hanımefendi'nin "kadın ve vatan" şiiri

98

Süleyman Daşdağ Sobaların sihri

101

Levent Bayraktar Mehmet Âkif'ten Mahir Adıbeş Nurettin Topçu'ya Vahap Akbaş'ın hatırasına İsyan Ahlâkı

74

Muhsin İlyas Subaşı Savaşların görünmeyen kahramanları

76

Mehmet Dağıstanlı Kara Fatma

104

Şeref Akbaba Mavera'dan bir ses

106

Ömer Faruk Karataş Abdullah Cevdet-DilmestîMevlânâ

109

Gıyasettin Dağ Bir edebiyat yolculuğu


Muhterem Okurlar, Görünürde Çanakkale ve İstiklal Savaşı yüz yıl önceydi. Ama düşman hâlâ cephede, hâlâ parmağı tetikte ve taarruza hazır. Belki yüzlerce, binlerce defa savaşın çehresi değişti. Onlar da her hamlenin faturasını bizlere ödetmek kayıt ve şartıyla bıkmadan usanmadan sadece taktik değiştiriyor, siperden çıkmamızı bekliyorlar. Sakın “Elbet bir gün bitecek.” demeyiniz. Bitecek değil. Savaş çıkaranlar için, sömürücüler, kana susayanlar, cinnete meyilliler, sadistler, deseniz de dünya, düzenini yutma ve çıkar ilişkileri üzerine kurmuştur. Her devire egemen olan çetrefil menfaatlerdir. Ancak kötüye, kötülüklere teslim olacak değiliz. Kuşkusuz savaştan kurtulmanın en engin en huzurlu yolu her yönüyle güçlü olmaktır. Ve bütün bunlar bizlere, “Hazır ol cenge ister isen sulh u salah!” vecizesiyle evvelinden söylenmiştir. Gelelim konumuzun kahramanı kadınlarımıza. Çoğu kadın bir savaşın mantığını anlamayabilir. Fakat onun sabrı, fedakârlığı, üstlendiği çile niçin savaştığının apaçık delilidir. Barış zamanları, bu delilin ön hazırlığını her kadının kocasına hizmetinde, evladını yetiştirmesinde, ocağını tüttürmesinde görmemiz mümkün. Sanırım bir kadına Allah’ın en güzel lütfu, var olmayla var etme bilincinin verilmesidir. Bu sayımızı “Çanakkale ve İstiklal Savaşında Kadınlarımız”a ayırdık. Gelecek sayımızın dosya konusu; “Edebiyat ve Evrensellik” Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye

2

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Temas ve tutku NAZIM PAYAM

“Biz sevdik âşık olduk, sevildik, maşuk olduk” Yunus Emre

K

Akımlar, akınlar, savunmalar önce dergilerde filizlenir. Yeni tasarımlar, görüşler dergilerde sergilenir. Bizden habersiz yazılmış olabilirler; ama tutkumuzu dillendiren mektupların, denemelerin duygudaşlığını, öfkenin ve coşkunun kıvılcımlarını da orada görebiliriz.

alem çömezi, söz söyleme gücünü dergisinden alır. Piyasa civeleği derginin sayfasına serpilmiş şiirini yıllarca işaret ededurur. Nice tilmiz çevresindeki ilgiyi dergisiyle pekiştirir. Birtakım idealleri, iddiaları halka ispatlama çabasında olanlar, kalem-kâğıt aşk süresini uzatanlar orada nöbettedir. Her şey gönülle! Kültürümüze kilometre taşı olmaya namzetlerin yeri zaten dergi mutfağıdır. Hacı Bayram Veli Hazretleri şu son yüz elli yıl içerisinde yaşamış olsaydı, kuşkusuz; “Nagehan bir şara vardım/ Ol şarı yapılır buldum/ Ben dahi yapılır oldum/ Taş u toprağ arasında” dizelerine dergi müdavimlerini de katardı. Mecnun’a “Neden Leyla” suali sorul3

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


sun ki?... Dergi mensupları Mecnun misali; belki açlığı gidermek, gönül doygunluğuna ermek için yola çıkmışlardır. Belki kendilerinde olan, temsil etmekten ziyade temsil olmak arzusudur. Anlamaya, anlaşılmaya muhtaç ne çok şey var. Belki de aranılan sadece bir anlam… Bir temas… Ama neticede her dergi mensubunun asıl yüklendiği, hayalde canlandırılan “insanı inşa” olmuştur. Hem onların ağır aksak sisteme belagatle telkinleri bu yönde yoğunlaşmıyor mu? Mesela, ilk çocuk dergisi Mümeyyiz, ilk kadın dergisi Şükûfezar insanı eğitme teşebbüsü değil mi? Mümeyyiz ve Şükûfezar’dan sonra onlarca aile dergisi yayımlanmıştır. Yine Servet-i Fünûn’un İkinci Meşrutiyet düşüncesini biçimlendirmesi, İçtihad’ın Batı’ya ait düşünce sistemlerini yaygınlaştırması belli bir tipi öncelemesindendir. Keza, birbirinin devamı olan Sırât-Müstakîm, Sebilürreşad; İslamiyet’in mümin kaygısıyla dosdoğru öğrenilmesini; Genç Kalemler dilde sadeleşmeyi; Küçük Mecmua millî devleti oluşturacak ilkeleri; Varlık, sanatta yeniyi; Türk Düşüncesi, milliyetçiliği, Türk Edebiyatı dergisi kültür emperyalizmine karşı millî hassasiyetlerin ve eserlerin diri tutulmasını savunmuştur. Mütareke yıllarında Dergâh, dergi mutfağını Anadolu gençlerine devrederken, Hareket, mahfilini davasının sarsılmaz ahlak numuneleriyle doldurmuş, Büyük Doğu, Diriliş, Mavera özverili tutumuyla günümüz etkin kuşağın okuma kaynaklarını oluşturmuştur. Garipçiler, Yaprak’a, Maviciler, toplumsal gerçekçiliğe, Dost, sola renk vermeye ve hayatın edebiyatını kurmaya çalışmıştır. Arada bata çıka yürüyenler ise, mum ışığında sığınak arayan tıfıla, hevesliye, şaşkın çömeze durmaksızın adres tarif etmişlerdir. Her sokak başını bir dergi tutsa “yeter” demem. Farlarını kendisine veya topluma çevirmiş, bir şeyler sezdirmek, bir şeyler göstermek çabasında olana niçin gocunayım ki. Fakat onları saymakta tıkanırım.

En uzun ömürlü dergimiz Türk Yurdu’na gelince; o dinmeyen heyecanıyla yüzlerce binlerce kalemşora ev sahipliği yapmıştır. Hâlâ yayındadır, hâlâ ‘inşa’ tutkusunu sürdürmektedir. Türk Yurdu mücadelesine 1911’de başlar. Onun ilk “yazı ve tertip tarzı müdürü” Kazanlı Yusuf Akçura’dır. Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri isimli eserinin IX. bölümünde Türk Yurdu’nun temel ilkelerini yedi paragrafta belirtmiştir. Biz o paragrafları birer cümleyle özetleyelim: Dilde sadelik, metinlerde estetik zevk gözden kaçırılmayacak. Türklerce geçerli olabilecek bir ideal ortaya konulacak. Türklerin tanışmalarına, iktisatça ve ahlakça yükselmelerine, fen bilgileriyle zenginleşmelerine hizmet edilecek. Türk dünyasında oluşacak fikir akımları ve sevince kedere sebep olaylar kaydolunacak. Millî ruhun gelişmesine ve takviyesine çalışılacak. Uluslararası siyasette Türk âleminin menfaatleri korunacak. Menfaatlerimizi savunurken, muhtelif unsurlar arasında anlaşmazlık, aykırılık doğmasından kaçınılacak. Bilim, kültür, sanat; insanı inandırmaya, samimiyete davet eder. Buna en elverişli davetname ise dergilerdir. Fikirler önce dergilerle çıkagelir. Akımlar, akınlar, savunmalar önce dergilerde filizlenir. Yeni tasarımlar, görüşler dergilerde sergilenir. Bizden habersiz yazılmış olabilirler; ama tutkumuzu dillendiren mektupların, denemelerin duygudaşlığını, öfkenin ve coşkunun kıvılcımlarını da orada görebiliriz. Dergilerin bir özelliği de dosyalara gizlenmiş yüksek gerilimli soruları hissettirmesidir. Farklı anlam odacıkları ve zevkleri oluşturan bu sorular kimi okura müthiş haz verir. Onları gündeme, kitaplara ve kendisini aramaya sevk eder. Yine merakımızı dokuyan bir döneme dair düşünceleri, içli hatıraları on yıllar sonra dahi dergi sayfaları arasında bulmamız mümkün. İşte dergilerin eski sayıları…

4

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


İşte Yeni Mecmua! Yıl, 18 Mart 1918. Yeni Mecmua, o millî tufanı yaşayanların kaleminden Çanakkale Özel Sayısı hazırlamış. Muzaffer Albayrak, Ayhan Özyurt üşenmeksizin bu özel sayıyı Latin alfabesiyle ve sadeleştirerek yeniden idrakimize sunmuşlar. Bugünün ümitsiz gençlerine, geleceğe gaziler, şehitler derecesi kadar hizmet etmişlerdir. 384 sayfalık Çanakkale Özel Sayısı’nın yazar ve şairleri arasında kimler yok ki! Sultan Mehmed Reşad, Yahya Kemal, İsmail Hakkı, Enis Behiç, Ahmet Hikmet, Mehmet Emin, Kâzım Nâmi, Ziya Gökalp, Yunus Nadi, Ali Canip, Mithat Cemal, Sami Paşazade Sezai, Ali Ekrem, Hakkı Tarık, Halit Fahri, Mehmet Âkif… Ya Hüseyin Rahmi, Ruşen Eşref, Hüseyin Suad, Celal Nuri, Hüseyin Cahit, Selim Sırrı, Falih Rıfkı… Vatan, tehditlere, saldırılara, işgallere maruzdur. Dünün farklı hizipleri saydığımız yahut şiirinden, hikâyesinden, romanından hoşlanmayıp görmezden geldiğimiz edipler, Yeni Mecmua siperinde kalemini inancıyla yontmuş, birbirine kenetlenmişler. Tercih hanesine ölmeyi alamayan yaşamayı nasıl becersin? Evet, onlar toprağı vatan yapan bütün değerler için yerlerini başka kuvvetlere devredene kadar hücum anını beklediler. Peki, o kıyamet esnası ve hemen sonrasında ne yazdılar, amaçları neydi? Ben, Mehmet Talat’ın ön söz niyetiyle yazdığı Birkaç Sözünden bir, Emin Ali’nin makalesinden iki paragrafı dikkatinize sunayım. Siz de bu paragraflardan kendinize Yeni Mecmua, Çanakkale Özel Sayısı’nın hazırlanış amacını çıkarırsınız. “Müttefik ve düşman, savaşan bütün milletlerin düşünürleri, şairleri ve sanatkârları, savaş meydanlarındaki yiğitliklerden, kahramanlıklardan ve fedakârlıklardan destanlar yazıyorlar. Bu destanlar; fedakârlık muhabbetini, vatan aşkını dövüşmek arzu ve heyecanını artırmak ve sürdürmek için yazılıyor. Savaş artık öyle bir renk ve hâl aldı ki bu muhabbete, bu aşk ve heyeca-

na şiddetle lüzum var.” (Mehmet Talat’ın Birkaç Sözünden) “Bazı tarihî ve önemli olaylar vardır ki bunlarla bizim aramızdaki görüş mesafesi zaman geçerek uzadıkça onu bütün incelikleriyle görmeye ve hayretle karşılamaya başlarız. Çanakkale savaşları da o olaydan birini oluşturur. Bunu, bizlerin daha iyi görmesi ve bütün büyüklüğü ve dehşetiyle kavrayabilmesi için hem epeyce bir zamanın geçmesi, hem de uzak ülkelerden, tarafsız ağızlardan işitilip dinlenilmesi lâzımdı. 18 Mart 1915’te İngiliz ve Fransız donanmasının yenilgisi, Osmanlı savunmasının kıymeti ve yüceliği, uzak yerlerde daha belirgin yankılar yaptı. Berlin’de karşılaştığım şahıslardan aldığım ilk teklif Çanakkale’yle ilgili hatıraların aktarılması oluyordu.” (Emin Ali’nin makalesinden) Sizin aşkınızla münasebetiniz, mesafeniz ve onu muhafazanız yasaların tanıdığı haklar nispetindedir. Sevgilinin sınanması da ancak o haklar ölçüsünde gerçekleşir. Fakat hürriyetinizin süresini, ağırlığını, sınırlarının genişliğini belirleyen mücadelenizdir. Eli kalem tutan iman erleri bunu herkesten fazla bilir. Müsaade ederseniz Emin Ali’den bir paragraf daha alacağım: “25 Şubat 1914 Çifte nöbetçiler düşmanla temas eden en ileri gözlerdir. Bunların ilk ve başlıca görevleri düşmanı görmek ve gördüğünü hemen geriye bildirmektir. Giriş bataryalarının en esaslı görevi de Boğaz’ın iç savunma hatlarını her türlü baskınlardan haberdar etmek ve içerideki büyük istihkâmlara gerekli zamanı kazandırmaktı.” Cephede bahsedilen nöbet ve görevleri, hiç tereddütsüz dergilerin nöbet ve görevleriyle eşleştirebilirsiniz. Çünkü savaş ve barış, silah ve vatan, inanç ve mücadele, seven ve sevilen, bedeni sarsan, ruhu ürperten edebiyatçıya her zaman ihtiyaç duymuştur. Elbette edebiyatçıların kışlası da dergilerdir.■

5

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


DAĞI ÖZLEYEN ADAMIN ŞİİRİ

açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ sakın sorma bana neden sevdiğimi gökte oynaşan yıldızları ve her biçimini ayın pelit ağacını yağmuru karı gök gürültüsünü ve kuzu melemelerini ve fırtınayı bile yalnızlığı ve korkuyu bile neden sevdiğimi sorma anla açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ annem dağ gibi bir köylü kadını sessiz mahzun ama başı dik kararlı yüreğinde kırların bütün çiçekleri ve bütün kuşları gökyüzünün bir yanı çalı çırpı bir yanı süt bakracı başında ak tülbendi ve dağların dumanı ardında bir ben bir kardeşim kuzu ve çocuk kalbimde yüzünden derlediğim deste deste gülüş annem dağ gibi bir köylü kadını babam geride kalmış çok az güllerden fakir ve o kadar âşık fakir ve o kadar mağrur ve o kadar mümin babam da bir dağ / başı yüksek başı karlı dumanlı tipili boranlı sallar geçirmiş deli sulardan büyük yangınlar söndürmüş eşkıya atlatmış hayatın deli akışında yaralar almış umur görmüş ağlamış bozgun görmüş ağlamış allah demiş ağlamış muhammed demiş ağlamış babam geride kalmış çok az güllerden

A. VAHAP AKBAŞ

açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ keklik ötüşlerinde ve kekik kokularında yuğmuşum kalbimi aklımı sahici ceylanlar dahi okşamışım bakışlarımla onlara eş kızların uykularına mihman olmuşum sakın sorma bana neden sevdiğimi kaya diplerindeki yaşlı badem ağaçlarını ince uzun yoksul keçi yollarını karanlığı geceyi çarşaf gibi sallayan kurt ulumalarını ve dikenleri bile çıyan ve akrepleri bile korkuyu ve yalnızlığı bile neden sevdiğimi sorma anla açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ 6

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


şairler en kolay onlar sever en zor onlar ayrılır en uzun onlar ölür. bir şair ölür bir dua biter bir şair ölür bir yıldız düşer bir çocuk ölür… bilmezsiniz bunları çünkü siz şaire benzeyen çocuğu çocuk kalan şairi sevmezsiniz

kalender yıldız

7

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


UNIQUE DARLING 1 esirliğim yaşındandır şiirlerimin tenhası sevgili (m’yi içinde gezdir yazamıyorum) dilinde pastoral kelimeler sahiplik bende kalır bir özge lisan gibi bana koşarsın gözlerinde bende kal davetiyesi bir aşkta boğulmuşum ki dirilemiyorum bu aşk da çok oluyor dayanıyorum sınır boylarına gidelim aşkın sen önde bir cumartesi yokluğunu büyütüyorsun ben suskunluğa bürünmüş ölmeye koşuyorum arkandan neden böyle yürüyoruz ilmihaller biliyor rediflerle gelme bana tek kişilik bir aşkla bir söz ustasıdır çerçi onunla gel bana başka bir şehir tayin et bu şehir dar geliyor bakışlar üstümüzde yapamıyorum melâlimi rüyalarla yıka ellerin ellerimde kalsın dokunma ağlamasın çayır kuşları biraz soluklanalım aceleye gelmez şiirlerimiz olsun ulaksız aşıklarız kimse bizden olmasın rüzgarlar yeter bize misafiri olalım kuşluk sofralarının ben bu şehirden gideyim dönsem aflar keser beni adım ezberlenecek masalımızla akacağım elem gibi dudaklarından alnından tutarak masalımızı anlat dünya denen acuzeye içinde anbean ceylanlar kalsın içimden bir an çıkmazsın darling istemezmiş gibi durma öyle yanımda elimden tut bulutlar alacak yoksa beni yağmur olup düşeceğim hayır bakışlarına bu bulutlar vurur beni kaçır bunlardan kaçır beni balıklara bunlardan sana

İSMAİL AYKANAT

8

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


SERİN güneşin gamzesi sabah, ansızın irkiliyor başak. bütün sırrı bir bedende kalabalık yaşamak oynak kuyruk kertenkele taşa dokunuyor, taş sıcak alnında sulardan oyuk bir ayna kaderi, kalpten arta kalmak bahanesi bohem bir ıslık su gibi, buğday gibi aziz, serin kuyu dışa taşıyor şiir, uzun bir ırmak

SERDAR ARSLAN

9

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


LOKMAN ERDEMİR ile kadın kahramanlarımız üzerine

Biz cepheye binlerce askeri gönderiyoruz. Ama onları cepheye uğurlayan annelerden, eşlerden, geride kalan evlatlarından bahsetmiyoruz. Cepheye 500 bin askerin gönderildiğini biliyoruz. Bu şu demektir: 500 bin anne, binlerce evlat ve yetim ve kimsesizler…

NALE ERDEMİR

LOKMAN ERDEMİR 1975

yılında

Erzurum’da

doğdu.

İlk, orta ve lise tahsilini İzmir Karşıyaka İmam Hatip Lisesi’nde bitirdi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazandı. 1998 yılında buradan mezun olduktan sonra Aynı üniversite Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde “17 ve 18. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti’nde Islahat ve Yenileşme Hareketleri” adlı tez ile 2000 yılında yüksek lisans, “Sebep ve Sonuçları ile Çanakkale Savaşları (Sosyal Tarih Açısından)” adlı tez ile de 2008 yılında doktoramı bitirdi. 2010 yılında Mardin Artuklu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Türkiye

Cumhuriyeti

Anabilimdalına,

2012 yılında ise Çanakkale Onsekiz Mart Ünversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü ve Atatürk ve Çanakkale Savaşlarını Araştırma Merkezi Müdürlüğüne atandı. Evli, iki kız babasıdır.

Lokman Bey, master çalışmanız Osmanlı Devleti ilk dönem ıslahat çalışmaları olmasına rağmen doktora derecesinde sizi Çanakkale Muharebelerini çalışırken bulduk. Neden Çanakkale? Aslında bu konuyu çalışmayı başlangıçta pek istememiştim. Ben de Çanakkale Zaferi’ni her Türk vatandaşı gibi ilk ve orta mektepte öğrendim. Doktora tez konusu ararken başlangıçta bu konuda çok fazla neşriyatın olduğunu beyanla hocam Prof. Dr. Cahit Baltacı’nın önerisini başka bir konu araştıralım şeklinde tereddütle karşılaşmıştım. Hocamın sen başka konulara da bak, ama buna da bir bak, demesi ile Çanakkale Zaferi serüvenim başlar. Birkaç ay başka konuları hocaya teklif etsem de bu sırada Çanakkale Muharebeleri hakkında yeterli akademik çalışmanın bir elin parmaklarını geçmediğini –gerçi hala yeterli değil- fark ettim. Çanakkale Muharebeleri ile ilgili herkes bir şeyler söylüyordu ama bahsedilen konuda akademik bir çalışma yeteri kadar yoktu. Çanakkale Muharebelerinin bir de sosyal yönü var. Özellikle savaş sırasında gerek cephe hattının hemen gerisinde gerekse cephe gerisindeki başta İstanbul olmak üzere şehirlerde aktif görev alan kadınlar. Bu konuda eksik bir yan var hep. Evet, Nale Hanım eksik olan asıl konu ise sava10

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


rektir. Çanakkale’de sadece birkaç değil binlerce kahraman vardır ve onların hikâyeleri hele geride kalanların ise pek bilinmemektedir. Yani şunu demek istiyorum: Biz cepheye binlerce askeri gönderiyoruz. Ama onları cepheye uğurlayan annelerden, eşlerden, geride kalan evlatlarından bahsetmiyoruz. Cepheye 500 bin askerin gönderildiğini biliyoruz. Bu şu demektir: 500 bin anne, binlerce evlat ve yetim ve kimsesizler…

Çanakkale Savaşları boyunca büyük yararlılıkları görülen Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar

şın sosyal yönü. Yani hep cephedeki muharebeler anlatılmış, savaşan askerin psikolojisi, nasıl cepheye geldiği ya da bir annenin eşini ya da evladını cepheye uğurlarken nasıl bir ruh hali içinde olduğuna pek değinilmemişti. Aynı zamanda askerin ihtiyacını, yemeğini, giyimini kuşamını birkaç tas çorbaya hasretme kolaylığını göstermişiz. Hâlbuki cephe hattına yakın hastanelerde ve cephe gerisinde kadınları hastabakıcı olarak görmekteyiz. Anladığım kadarıyla literatürdeki boşluk, hocanızın teşviki ve sizin sonradan başlayan merakınız? Tam da öyle diyebiliriz. Daha önemlisi Çanakkale’nin doğru anlaşılması ve anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Kazanılan Zaferi sadece Seyit Onbaşı’nın sırtına yüklemek ya da Yahya Çavuş’un kahramanlığında aramak doğrusu cephede savaşıp şehit ve gazi olan binlerce askerin ve onların geride bıraktığı binlerce kişinin gayret ve fedakârlığına haksızlık olsa ge-

Lokman Bey, önceki soruda vermiş olduğunuz cevaptaki anneler, eşler evlatlar şeklindeki ifadenize dönersek kadınların o dönem Osmanlı toplum yapısındaki durumu hakkında ne söyleyebilirsiniz? İçtimai hayatta ne zaman daha aktif olmaya başlamışlardır. Aslında bu süreci sadece Balkan Muharebeleri ve Birinci Dünya Savaşıyla sınırlandırmak doğru değil. Balkan savaşları öncesi de var. Osmanlı Devleti’nde bu anlamda ilk sıkıntı 93 Harbi olarak isimlendirilen 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi sırasında yaşanmıştır. Rumeli’den binlerce göçmen İstanbul’a gelecektir. Esas sıkıntılı günler ise 1912 ile 1922 tarihleri arasındadır. Bu arada geçen on sene, gerçekten gerek askerî gerek sivil anlamda büyük sıkıntılar yaşanmasına sebep olmuştur. Savaşı sadece cephede yaşanılan hadiseler olarak görürüz. Savaşın getirdiği ekonomik sıkıntılar, göç gibi unsurlar çoğu zaman cephedeki muharebelerden daha yıkıcı olmuştur. Savaş nedeni ile binlerce göçmen ve yaşanılan sıkıntılar… Balkan Harbi sırasında Çatalca hattında yaşanan muharebeler ve binlerce yaralı… Yaralıların tedavileri için açılan hastaneler ve buralardaki hastabakıcı ihtiyacı… Yetim kalanların çocukları… Biraz önce saydığım tüm bu sıkıntılar Türk kadınını sosyal hayatın sıkıntıları ile daha yakından ilgilenmeye sevk edecektir. Özellikle cepheye giden binlerce iş gücünün geride bıraktığı boşluğun doldurulması ve ekonomik sıkıntı çekmeye başlayan kadınlarımız. Lokman Bey bahsettiğiniz noktadan hareketle, Türk kadını savaşın sebep olduğu erkek nüfusun azlığından ötürü toplumsal hayata daha hızlı uyum sağlamış gibi. Bu durumu

11

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Cemiyeti’nin namına yardım yapanlara verilmek üzere hazırlanan bir şehadetname.

örneklerle açabilir miyiz? Tabi ki Nale Hanım, verilecek örnek çok, lakin bütünün birkaç parçasını vermek kâfi gelir sanırım. Bugün fazla üzerinde durmadığımız bir husus var. Savaş sırasında erkeklerin boşalttığı alanlarda önemli hizmetleri olmuştur. Özellikle Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin önemli faaliyetleri olmuştur. Ayrıca savaşta yakınları şehit olmuş askerlerin kimsesiz çocuklarını istihdam ettikleri Darussına’yı kurmuştur. Bununla birlikte hastanelerde yaralıların tedavilerinde hastabakıcı olmuşlardır. Özellikle resmi dairelerde de kadınlarımız birçok iş alanı bulmuştur. Maliye Nezareti’nde, Posta Nezareti’nde, Ziraat Bankası’nda memure olarak çalışan kadınlarımız titizlikleri sayesinde kurumların nizama girmesinde büyük pay sahibidir. Çok ilginç gelecektir ama Beyoğlu’ndaki kadın berberlerin haberleri dönemin gazete sütunlarında yer almıştır. Savaşın sadece cepheden ibaret olmadığını, cephe gerisinde de yapılan çalışmaların ve cemiyetlerin savaşın seyrine iştirak ettiğini söylüyorsunuz. Bu çalışmalar nelerdir ve kadınlar bu süreçte nasıl görev almışlardır? Yapılan çok fazla çalışma var. Çok büyük fedakârlıklar var. Fakat özellikle kadınların başını çektiği cemiyetlerin çalışmaları hem mana bakımından hem de sonuçları bakımından önemlidir. Seferberlik ile başlayan sıkıntılı günler 1915 Nisan ve Mayıs aylarında doruk noktaya ulaşır. Halk da bu sıkıntılı günlerde

İstihlaki Milli Kadınlar Cemiyeti’nin mührü.

topyekûn harekete geçerek hem kendi hem de askerin yaralarını sarmaya çalışmıştır. Yardım kampanyaları düzenlenmiş, hastanelere ziyaretler yapılmıştır. Bu faaliyetlerin en anlamlıları kıyafet ve tıbbi malzeme temini şeklinde olmuştur. Mevcut hastaneler yetmeyince açılan yeni hastanelerde sedye, yatak, çamaşır, ilaç eksiğinin yanı sıra çalışan eksikliği doğmuştur. İşte burada devreye; başını kadınların çektiği cemiyetler girmiştir. Kimi hastane açmış kimi kıyafet dikmiş kimi hastabakıcılık yapmıştır. Kurulan bu yapılar sanki askeri bir intizamda işlemiş ve görünmez bir ordu oluşturmuştur. Kadınlarımız da bu görünmez ordunun kahramanları olmuştur. O dönem çıkan bir gazetenin başlığında geçen ifade bize konunun özünü veriyor aslında… “Mecruh gazilerimizin şefkatli validesi Hilal-i Ahmer” Kurulan bu kuruluşların isimlerini ve amaçlarını sıralayabilir miyiz? Çok fazla oluşum var aslında. Bu kurumların en başında daha önce de bahsettiğim gibi Hilal-i Ahmer ve Müdafaa-i Milliye cemiyetleri gelir. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti hem cephe hattında hem de gerisinde büyük işler başarmıştır ki zaten bugünkü Kızılay’ın temelini oluşturur. Hilal-i Ahmer genelde sağlık hizmetlerinde faaliyet göstermiş bir cemiyettir. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti de hemen hemen bütün alanlarda faaliyet göstermiştir. Özellikle yardım toplama ve bu yardımların ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmasında aktif olmuştur.

12

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Bir diğer cemiyet ise 1913 yılında Balkan Harbi’nin yaralarını sarmak için Melek Hanım öncülüğünde kurulan İstihkak-ı Milli Kadınlar Cemiyeti’dir. Balkan Muharebeleri sırasında kadınlara terziliği öğreterek yerli kumaş üretiminin arttırmayı ve millî üretimi amaçlayan ve ekonomik bağımlılığın azalmasında kadınların belirleyici olacağını savunan cemiyette 200 kadın çalışmıştır. Cemiyet, Çanakkale Muharebeleri sırasında Divanyolu’nda bir de hastane açmıştır. Savaş sırasında cephede mücadele eden askerlerin aileleri de unutulmamıştır. Cephede vatanî görevini yapan askerlerin aileleri de öncülüğünü Enver Paşa’nın hanımı Naciye Sultan’ın yaptığı ve onun himayesinde kurulan Asker Ailelerine Yardımcı Hanımlar Cemiyeti de önemli faaliyetlerde bulunmuştur. Faaliyette bulunan bir diğer cemiyet ise Biçki Yurdu Cemiyeti’dir Fakir Türk kızlarına dikiş kursları vererek onların kendi ayakları üzerinde durabilmelerini sağlamıştır. Açtığı dershanede 900 kız öğrenci ye-

tiştirmiştir. Balkan Muharebeleri’nde atılan bir başka cemiyet de Esirgeme Cemiyeti’dir. Balkan faciasında akın akın İstanbul’a gelen muhacirlere yardım amacıyla kurulan bu cemiyet, askerlerin cephe gerisinde bıraktığı evlatlarına sahip çıkmıştır. Halide Edip’in kurduğu Teali-i Nisvân Cemiyeti, yetimlere şefkatli kollarını açmıştır. Ayrıca hastaneleri ziyaret ederek ihtiyaçların temini için çalışmışlardır. Bütün bunları bir düşündüğümüzde gerçekten seferberliğin ne demek olduğunu anlıyorsunuz. Her yerde bir gayret, sönen umutları yetiştirmek için müthiş bir uğraş... Son olarak da Hilal-i Ahmer Cemiyeti Hanımlar Heyet-i Merkeziyesi’nden bahsetmek istiyorum. 1913 yılında Balkanlar’dan göç eden yetim ve yardıma muhtaç kızları korumak için tesis edilen cemiyetin bünyesinde kurulan bu merkez, adından çok söz ettirir. Hastanelerde gönüllü hastabakıcılık yapmış; eğlence, müsamere, piyangolar düzenlemiş; ellerinde yardım

13

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


kutularıyla para toplamış; takvimler çıkarmışlardır. Kısaca toparlamak gerekirse; kadınlarımız bu cemiyetler sayesinde hem vatan müdafaasının görünmez kahramanları hem de sosyal hayatın bir parçası olmuşlardır. Cephe gerisinde gerçekten büyük fedakârlıklar göstermiş kadınlarımız. Biliyoruz ki Osmanlı tebaası çok uluslu bir yapıya sahipti. Gayr-i Müslim kadınlar da bu yardım kuruluşlarında görev aldılar mı? Osmanlı tebaasındaki birçok gayrimüslim hanımın İstanbul’un muhtelif hastanelerinde hastabakıcılık yaptığı hem arşiv belgelerinde hem de gazetelerdeki haberlerden anlaşılmaktadır. Hatta bazılarına hizmetlerinden dolayı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından madalya verilmiştir. Gazete haberlerinden mesela Feriköy Mecrûhîn Hastanesi’nde semt sakinlerinin ileri gelenlerinden Muallim Mösyö Buşe’nin hanımı Madam Okuton gönüllü hastabakıcı olduğunu öğreniyoruz. Özellikle Almanya ve Avusturya tebaasından birçok hanım sağlık heyetleri ile birlikte İstanbul’a gelmiştir. Bu heyetlerden birinde

on hemşire ve on hastabakıcı bulunmaktadır. Bu gelenlerden birçoğu hastanelerdeki hizmetlerinden dolayı daha sonra madalya ile taltif edilmiştir. Sadece kadınlar değil gayr-i müslim halk da çoğu zaman yardımlarını esirgememiştir. İstanbul’daki Musevi cemaati kendi hastanesini yaralılara açmıştır. Haham başı Hayim Naum Efendi de hastane ziyaretlerinde bulunmuştur. Çalışmalarınızda dönemin siyasilerinin hanımlarının da aktif olarak yardım faaliyetlerinde bulunduğunu görüyoruz. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Çoğu, cemiyetin önderliğini yapmışlar, yardım kampanyaları düzenlemişler, konaklarını yaralılara açmışlardır. O dönem Bahriye Nâzırı Cemal Paşa’nın eşi, Maçka Hastanesi’nde gönüllü hastabakıcılık yapmıştır. Merhum Reşid Paşa’nın torunu Gülsüm, Ulviye ve Muzaffer hanımların hasta ve yaralılar için yaptıkları birçok aynî yardımın yanında Taşkışla Hastanesi’nde gönüllü hastabakıcı olarak çalışmışlardır. Ayrıca, Pangaltı Hastanesi’nde Şûrâ-yı Devlet’ten İbrahim Bey’in hanımı gibi,

14

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


birçok devlet adamının hanımları da gönüllü olarak hastabakıcılık yapmışlardır. Bunlar sadece çarpıcı örnekler. Yani hiç ayrım gözetilmemiş ve herkes elinden geleni yapmıştır. Bütün bu fedakârlık topyekûn savaşın getirdiği bir zaruret olsa gerek değil mi? Bir taraftan öyle ama kayıtlarda hiçbir hanıma bu konuda bir baskı yapıldığına rastlamadım. Bu topyekûn mücadele; savaşı, savaşın yapıldığı yerde bırakmamış büyük bir coğrafyaya yaymıştır. Aslında bu özellik yani topyekûn savaşma yeteneği bizim genlerimizde var. Orta Asya’da hüküm süren boylarda, obalarda, devletlerde ordu-millet anlayışı mevcuttu. Savaş olduğunda toplumun her ferdi bir asker oluyor ve yurdunun müdafaasında herkes saf tutuyordu. Bu bir askeri gelenektir, bu bir büyük devlet olma bilincidir ve nihayetinde vatan sevgisinin mukaddesliğinden de kaynaklanır. Bu zor günlerde özellikle açılan hastanelerde kadınlarımız gönüllü hastabakıcı olmuşlardır. Hiçbir ücret almadan çalışan sayıları 250 geçen bu hanımlara Hilâl-i Ahmer Cemiyeti tarafından madalyalar verilmiştir.

Türk kadınının hem savaşta hem de savaş sonrasında gösterdiği yararlılıklar göz önüne alındığında, kadınların birçok hakkı o dönemde esasında fiilen elde ettiğini söyleyebilir miyiz? Kısmen diyebiliriz. Hatta 1918’de mütarekeden sonra cephedeki erler terhis edilince eski işlerine dönmeye başlayacaklardır. Yerlerinde çalışan hanımların işlerine son verilecektir. Bu duruma hanımlar itiraz edeceklerdir. Günün gazete ve dergilerinde bu hale en hararetli karşı çıkanların başında Fatma Aliye Hanım gelir. Hastabakıcılık gibi birçok iş kolu da müesseseleşmiş olacaktır. I. Dünya Harbi döneminin bu sıkıntılı günlerinin tecrübesi Milli Mücadele döneminin kazanımları arasında yerini daha sonra alacaktır. Böyle önemli bir konuda, Çanakkale Muharebelerinin 100. Yılı olduğu bu dönemde yoğun çalışmalarınızın arasında bize zaman ayırarak verdiğiniz bilgiler için teşekkür ederiz.■ 15

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


HALUK ORAL ile Çanakkale Savaşları üzerine

Mustafa Kemal, anlatılmadan Çanakkale Savaşının anlatılacağına inanmıyorum. Onun en önemli özelliği tehlikeleri sezmesi ve çıkarmaların nereden yapılacağını görmesiydi. Tabii ayrıntıya girersek bitiremeyiz. Fakat sonuçlardan, zaferlerden çok ileri görüşlü biri olduğunu anlıyoruz.

ŞERİF FATİH

Prof. Dr. Haluk Oral 1957’de doğdu. 1978’de İstanbul Üniversitesi FenEdebiyat Fakültesi Matematik Bölümü’nü bitirdi. Boğaziçi Üniversitesi’nde yüksek lisans yaptıktan sonra 1989’da Kanada’da Simon Fraser Üniversitesi’nde doktora öğrenimini tamamladı. Bir yıl ABD’de konuk öğretim üyesi olarak çalıştı. 1990-2010 yılları arasında Boğaziçi Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak çalıştı. Zeynep ve Ali’nin babasıdır. Kitapları: Bir İmzanın Peşinden (2003) Erol Güney’in ke(n)disi (2005) (M. Şeref Özsoy ile) Arıburnu 1915, Çanakkale Savaşı’ndan Belgesel Öyküler (2007) Şiir Hikâyeleri (2008) Çanakkale 1915 (2015)

Sayın Haluk Oral, ihtisas alanınız matematik, fakat tarih ve edebiyat alanına vaktinizin çoğunu ayırarak klasik anlayışların ötesinde birçok farklı araştırma ve kitaba imza attınız. Bir matematik profesörü olarak sizi tarih ve edebiyata götüren neydi? Matematik profesörü olarak tarih ve edebiyatla ilgilenmeye başlamadım. Ben kırk yaşında profesör oldum. Tarih ve edebiyatla on beş yaşımdan beri ilgileniyorum; öğrencilik yıllarımda da bulabildiğim her türlü tarih ve edebiyat kitabını okuyordum. Tabii ders kitaplarındaki tarih ve edebiyatın, öğrenilmesi gereken tarih ve edebiyatı tam olarak yansıttığını hiçbir zaman düşünmedim. Ders kitaplarındaki tarih bir kapı aralıyor insana. Mesela tarih dersinin kitabında Çanakkale Savaşı sadece iki veya üç sayfa yer alır. Oysa ben Çanakkale Savaşıyla ilgili önce başka bir kitap sonra yine başka bir kitap okuduğumda artık onu birkaç sayfada yahut bir kitapta kalacak bir şey olarak görmüyorum. Ya da ne bileyim, edebiyat kitabında Yahya Kemal’in hayatını ve iki üç şiirini. Ama sonra oturup Yahya Kemal’i uzun uzun okuduğumda öğrenilecek çok fazla şeyin olduğunu görüyorum. Dolayısıyla bunlarla bir matematik profesörü olarak ilgilenmenin ötesinde hayatımın hep içerisinde bir parçasıymış gibi uğraşıyorum. Peki, uğraşınızın ürünü eserleriniz var, nasıl başladınız bu çalışmalara? Öncelikle sevdiğim şairlerin, yazarların imzalı kitaplarını görmek çok hoşuma gitti. Sonra kitapların, kime nasıl ve ne zaman imzalandığı sorularıyla arkadaşlarımızla sohbetlerde bulunduk. Çünkü o zamanlarda yazarlar, şairler şimdiki gibi imza günlerinde kitapları imzalamıyorlardı. Mutlaka bir bağlantı vardı arada. Hürriyet gazetesinden sevgili İhsan Yılmaz ve Doğan Hızlan’la bu konuyu konuştuk. Sonra, Hürriyet Gösteri dergisinde 16

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


“Bunları anlatır gibi yaz.” dediler bana. Ben işte o zamanlar yazmaya başladım. Önce edebiyatla sonra tarihle ilgili devam ettim yazmaya. Başlangıcı bu şekilde yaptım diyebilirim. Tarihimizde kuşkusuz çok önemli olaylar var. Fakat siz özellikle Çanakkale ile ilgilendiniz. Bu ilginizin özel bir nedeni var mı? Çanakkale sizin için ne ifade ediyor? Çanakkale ile ilgili zaten okuyordum. Dediğiniz gibi tarihte birçok önemli olay var. Fakat meslek olarak da bütün zamanımı tarihe ayırabilecek konumda değilim. Ama bir konuyu seçip o konuyla ilgilenmek, onu iyi öğrenmek çok daha önemli benim için. Bu nedenlerle Çanakkale’yi seçtim. Sonra güzel bir şey oldu ve bir sahaftan bir sürü belgenin olduğu bir dosya aldım. O dosyadaki belgeleri okumaya başladım. Bahsettiği günlerde Çanakkale’de neler olmuş onları öğrenmeye çalışırken o öğrenme ve okumaları makaleler halinde yayımladım. Sonra o makaleler birleşip kitaplaştı. Arıburnu 1915/Çanakkale Savaşından Belgesel Öyküler kitabınız hem okuyucuların hem de araştırmacıların büyük ilgisini çekti. Kitabı 20 yılda topladığınız belgelerle yazdığınızı söylemiştiniz. Kitabın yazılış aşamasından ve amacından bahseder misiniz? Açıkçası bir kitap yazmak için yola çıkmadım. Elime geçen belgelerin gerçekliğini araştırmaya başladım ilkin. Bu belgelerle ilgili yazılar yazmaya başladım. Hürriyet ve Cumhuriyet gazetelerinin yanında Türk Edebiyatı dergisinde Beşir Ayvazoğlu bir makalemin yayımlanmasını sağladı. Zaten kitap baştan sona bir konuyu anlatan çalışma değil. Her bölümde ayrı bir belge ve olaydan yola çıkarak yazdım o bölümü. Kitapla ilgili nasıl tepkiler aldınız? Şimdiye kadar olumsuz bir tepki veya eleştiri almadım. Türkiye’den başka yurt dışından önemli geri dönüşler oldu. Maalesef şöyle bir durum var: Yazılan çoğu Çanakkale kitabı yurt dışı kaynaklarına dayanılarak yazılıyor. Buradaki en büyük eksiklik Türk kaynaklarının pek bilinmeyişi! Dolayısıyla benim kitabım belgelerden çıktığı için iyi tepkiler aldı. Çünkü çok fazla bilinmeyen olayları ortaya çıkardım. Tabii bir de bu belgelerin çoğu Osmanlıcaydı.

Hem İngilizce hem de Osmanlıca biliyor olmam benim için şanstı. Çünkü bir yandan Osmanlıca belgelere de bakıp inceleme fırsatı buldum bir yandan da yabancı kaynakları irdeledim. Ama ağırlığı Türk kaynaklarına verdim. Bu kitabın önemli bir yanı varsa o da Türk kaynaklarına dayanıyor olması. Kitabınızda birçok kahraman ve önemli karakter var. Bu anlattıklarınız içinde Anzaklar da var. Teğmen Petterson, İbradılı İbrahim ve bir de Dr. Charles Ryan var. Dr. Charles Ryan’ı Plevne Savaşından hatırlıyoruz. Kitabın bu denli insan odaklı olmasının sebebi nedir? Sizi en çok etkileyen kahraman hangisi oldu? Kitaplarımda hangi insandan bahsediyorsam o insanın hikâyesiyle yatıp kalkmaya başlıyorum. Dolayısıyla en son neyle uğraşıyorsam beni en çok etkileyen o oluyor. İnsan kaynaklı olması da zaten benim savaşı yüceltmek gibi bir derdim yok. Böyle bir şeyde olamaz. Savaş dünyanın en kötü şeyi ve benim orada anlattığım tarihî bir çerçevenin içerisinde insanların yaşadıkları çektikleri. Yaşanılanları unuttuğumuz için aynı dertleri yeniden çekiyoruz. O siperlerde tabii ki biz bir vatan savunması yapıyorduk ama karşımızdakiler de insandı. Neticede 18-20 yaşındaki insanlara “Git vatanın için savaş.” demişler onlar da gelip burada savaşmış. Yani benim fertlere bir düşmanlığım yok. 27. Alay siperlerinin bulunduğu alana otopark yapılmıştı. Bu konuyla alakalı ne söylemek istersiniz? Kitapta da söyledim. Gerçekten de 2000’li yıllara kadar korunmuş Türk siperlerinin yok edilmesi beni çok üzdü. Çanakkale Savaşıyla ilgili biraz bilgisi olan ve o hassasiyeti gösteren herkes üzülür diye düşünüyorum. Orada sembolik bir şehitlik var. Çanakkale Savaşında bizim askerlerimiz o şehitliğin yakınındaki siperlerde şehit oldu, bu kadar önemli bir mevzuda bu şekilde davranılmasına her zaman karşı çıktım ve çıkacağım. Biraz Charles Ryan’dan bahsedelim. Türkler hakkında ne düşünüyordu? Dr. Charles Ryan tabii Plevne gibi tarihimizin sembol muharebelerinden birinde Osmanlı saflarında doktor olarak çalışıyor. 1897’de Plevne anılarını anlattığı Under the Red Crescent (Plevne’de Bir

17

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Avustralyalı) kitabını yazıyor. Orada Türk askerlerinin ne kadar güçlü ve mert olduklarını uzun uzun anlatıyor. Avustralya’ya döndükten sonra Osmanlı İmparatorluğunun orada fahri konsolosluğunu yapıyor. Fakat neticede bir Avustralyalı. Savaş sırasında doktor olarak, kısa bir süre için de olsa Gelibolu yarımadasına geliyor. 24 Mayıs’ta bir günlük ateşkes sırasında pek çok fotoğraf çekmiştir. Bugün o fotoğraflar Avustralya Savaş Müzesi arşivinde. Çanakkale savaşının yapıldığı alanda İtilaf Devletleri tarafından toprağa gömülen patlayıcılar olduğunu söylüyorsunuz kitabınızda. Bu patlayıcıların bugünkü durumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? Düşman kuvvetleri bizim çekilmeyi fark edip saldırmamız durumunda patlatmak üzere patlayıcı dolu lağımlar, yani yer altında tüneller, hazırladılar. Bizimkiler çekilmeyi fark etmedi. Bunun üzerine o patlayıcılar patlamadan hemen hemen hepsi orada kaldı. Hâlâ etkili olabilir mi? Olabilir. Mesela yetmişli yıllarda bir orman yangınında o alanda gömülü bazı patlayıcı maddeler patlamış ve orada bulunan bir çoban kemiklerine kadar kül olmuştu. Çanakkale Savaşında Mustafa Kemal’in rolü neydi? Çanakkale’de Mustafa Kemal çok önemli iki rol üstlendi. Birincisi 25 Nisan çıkartmanın yapıldığı gün. Hemen şunu belirtmemiz lazım: Bir kere Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşının başındaki komutan değil bir yarbaydı. Ama bu yarbayın emrinde bütün ordunun yedek kuvveti olan 19. Tümen vardı. Dolayısıyla ordu komutanı emri verecek ve o da gereken yere savaşmaya gidecek. Çıkarma başladığı zaman Mustafa Kemal bunun çıkarmanın esas çıkarmalardan biri olduğunu anladı. Kendi inisiyatifiyle nerdeyse bütün tümeniyle, oldukça erken bir saatte düşman çıkarmasına karşı koydu. Bu, düşmanı engelleyecek fevkalade bir öngörüdür. Çünkü düşman ilk gün daha ileri gidebilseydi, tepeleri aşabilseydi, savaş bizim için çok daha zorlaşacaktı. Tepeleri aşmadan durdurulması Mustafa Kemal’in inisiyatif kullanması çok önemli rol oynadı. İkincisi ise Ağustos’ta. Bu çıkartmanın ikinci aşamasında tekrar saldıran müttefik kuvvetlerini durdurması, Conkbayırı zaferini kazanmasıdır. Bu

iki olay da Çanakkale Savaşı’nda çok önemlidir. Mustafa Kemal, anlatılmadan Çanakkale Savaşının anlatılacağına inanmıyorum. Onun en önemli özelliği tehlikeleri sezmesi ve çıkarmaların nereden yapılacağını görmesiydi. Tabii ayrıntıya girersek bitiremeyiz. Fakat sonuçlardan, zaferlerden çok ileri görüşlü biri olduğunu anlıyoruz. Bütün halka ve orduya büyük moral verdi bu zafer. Çanakkale geçilseydi başkentte yani İstanbul’da padişah sarayının önünde düşman gemisi görecektik. Bu kadar basit işte! Bu kadar önemli bir zaferden bahsederken özellikle halkımızın bu zaferi yeteri kadar bilmediğini söylediniz. Peki, size herhangi bir film için özellikle senaryo aşamasında başvuran oldu mu? Yani bir zaman konuşuldu. Fakat gerçekleşmedi. Ben kitabımı yazdım. Kitabım orada. Ama mesela Çanakkale ile ilgili bir proje yapılmak istenirse bana başvurulunca yardımcı olmaya elbette çalışırım. Ama gerisi benim işim değil. Şu an gerek tarih içerikli gerekse Çanakkale’yle ilgili yapmakta olduğunuz veya yapmayı düşündüğünüz bir çalışma var mı? Bir Çanakkale kitabı daha yazdım yakında çıkacak. Çanakkale benim çok uzun yıllar okuyup öğrendiğim bir şey. Yeni bir konuyu başlayıp öğrenmeye vaktim yok. Ama Kurtuluş Savaşıyla da her zaman ilgilendim. Belki Kurtuluş Savaşıyla ilgili bir iki çalışma yapabilirim. Şiir hikâyeleriyle ilgili bir kitabınız var. Birçok önemli şiirin gerçek hikâyesini anlatıyorsunuz. Mehmet Âkif Ersoy’un Çanakkale Şehitleri şiiriyle ilgili bir çalışma yaptınız mı? Asım kitabında bir bölümdür o şiir. Yanlış hatırlamıyorsam o bölüm Cumhuriyetin ilanından sonra basıldı. Yıllarca aradım nerede yazdığını o kısmı. Bir söylenti Almanya’dayken yazdı. Diğer söylenti Arabistan çöllerindeyken yazdı. Ama kesin bir kaydını bulamadım. Fakat bu şiiri Çanakkale zaferini öğrendiği zaman yazdığını düşünüyorum. Dediğim gibi emin olamadım. Bu arada Nâzım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinde de birkaç sayfanın Çanakkale Savaşı’nda 19 Mayıs hücumu sırasında yaralanan bir Mehmetçiği anlattığını da hatırlayalım.■

18

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Tartışılan entelektüel MİLAY KÖKTÜRK

Bilge kişi tipinde keskin dönüşüm ise yükselen Batı medeniyetiyle yüz yüze gelince yaşandı. Veli ya da alperenin elinde şekillenen yaşama dünyası, artık “yeni”nin ezici etkisi karşısında eski sükûnetini kaybetti.

İ

nsanlığın bilinen toplumsal tarihi boyunca tüm zaman ve mekânlarda “bilge kişi” gerçeği mevcut oldu. O, dönemlere ve çağlara göre değişiklik gösterdi. Lakin her toplumun tarihinde aynı bilge kişi tipleri aynı sırayla arzıendam etmemekle birlikte, farklı toplumların bilgeleri birbirinden kökten biçimde farklı da olmadı. Batı’daki bilge tipleriyle uzak doğudaki bilge tipolojileri ortaya çıkış sırası bakımından apayrı bir görünüm taşımadı. Feodal ruhun bilgesi de hep feodal topluluklarda kendini gösterdi. Aynı şekilde, feodal çağın bilgesi modern çağların bilgesinden sonra da ortaya çıkmadı. Bilgelerle toplumsal yahut zihinsel gelişmişlik arasında hep bir paralellik mevcut oldu. Kendi sosyal tarihimizde bilge kişi ilk başta Şaman kimliğiyle boy gösterdi. O, sırlara vakıf, hakikati temaşa eden aşkın bir kişilik, toplumun teorik ve pratik bilgi kaynağı olan bir kanaat önderiydi. Yeni bir inanç çevresiyle, İslamla tanışan Türk toplumunda, bilge kişi de İslamın ruhuyla donandı ve veli ya da alperen kimliğiyle ortaya çıktı. Artık hakikati temaşa doğaüstü bir güçle değil, ilahî varlığın 19

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Entelektüelin vazgeçilmezi olan akılcı tutum ve akıl kullanımı aslında birçok kesimi rahatsız etti, en çok da yerleşik egemenleri! Çünkü aklını kullanan, kendi varoluşuna dayanan bir bireydir. Kendi varoluşuna dayanmak ise özgür olmak demektir. Özgür birey, tüm çağlarda tüm egemenleri rahatsız etmiştir. Bugün de böyledir insana seslenişi çerçevesinde gerçekleşir oldu. Daha önemlisi, varlık dünyasının hakikati yerine insan dünyasının hakikatine vakıf olma eğilimi öne çıktı. Akıl doğru ve erdemli yaşamanın kılavuzu olarak kabul edildi. Ama tek başına bırakılmadı. İnsan varlığı, insanın dünyası akıl ve duygu birlikteliğinden oluşmuştu. Bu bakımdan akla vicdan, sevgi ve hürmet de eşlik etmeliydi. Bütün bunların yanında, bu birlikte mevcudiyetin sürekliliği, ‘esirgeyen ve bağışlayan’ bir Yaratıcı’nın kabulüyle teminat altına alındı. Bu nedenledir ki, yaratılan, Yaratan’dan ötürü sevilmeyi hak etti. Bu bilge kişi tipi, sergilediği yaşama biçimi ve üstlendiği kanaat önderliğiyle, ahlâki değer ve yaşama ortamının köşe taşlarını teşkil etti. Halk arasında ise arifler, küçük çaplı etki çemberiyle benzer bir rol icra ettiler. Şekillenmekte olan yeni medeniyet çevresinde, eşya dünyasının hakikatiyle iştigal eden bilim adamları da mevcut oldu; zamanın örgün eğitim kurumlarının mensupları olan bu zümre, ‘ulema’ olarak adlandırıldı. Onlar da aklı esas alan bilge kişi tipi idiler. Fakat ilerleyen zaman içinde -günümüz kavramlarıyla söylersek- mevcut entelektüel ortamı ileri düzeye taşıyamadılar. Özgürce düşünen ve sorumluluk bilinciyle aklın ışığını saçması gereken bu bilge tipi, kul tipine dönüştü. Kendi tarihimizde bilge kişinin ilk hazin dönüşümü belki burada görüldü. Bilge kişi tipinde keskin dönüşüm ise yükselen Batı medeniyetiyle yüz yüze gelince yaşandı. Veli ya da alperenin elinde şekillenen yaşama dünyası, artık “yeni”nin ezici etkisi karşısında eski sükûnetini kaybetti. Eşya dün-

yasının sırlarını çözmekte, insan düşüncesine yeni açılımlar getirmekte, bilfiil hayatı kolaylaştırmakta apaçık bir üstünlüğe sahip olan Batı medeniyeti, kanaat önderlerinin yapısını da değiştirdi. Artık yeni bilge kişilerimiz yazar, şair, edebiyatçı, düşünür, gazeteci, devlet ya da siyaset adamı kimlikleriyle boy gösterdiler ve adlarına ‘entelektüel’ denildi. Bundan böyle onlar toplumun kaderini elinde tutan ya da toplumu etkileyen yeni kanaat önderleriydi. Aynı zamanda toplumsal ortam çeşitlendiği ve bireyler ‘tâbi olan’ karakterinden çıktıkları, kendilerini hep kurucu fail olarak gördükleri için her şey tartışılmaya başlandı. En çok tartışılan da, modern çağların bilgesi olan entelektüel oldu. Kimdi bu entelektüel? Onun varlık kazanması olumlu mu yoksa olumsuz muydu? Ona modern çağların bilgesi demekle, onu âdeta yüce bir kişilik mertebesine mi yükseltiyoruz? Entelektüele bir değer biçmeden önce, onun bilfiil mevcut bir vakıa, bu çağlardaki toplumsal ve insani durumun doğal bir sonucu olduğunu ifade etmemiz gerek. Entelektüelin ortaya çıkışında, epistemolojik, sosyolojik ve teknik koşullar asıl belirleyici unsur, itici güç oldu. Öncelikle bilgi, eğitim imkânlarının yaygınlaşmasıyla ve iletişimin kapsamının genişlemesiyle tarihte hiç olmadığı kadar geniş kitlelere yayıldı ve dileyenin kolayca erişebildiği bir malzemeye dönüştü. Bu, tarihteki bilgeyi tahtından edip büyüsü bozulmuş dünyanın sıradan vatandaşı hâline getirdi. Bilgiye sahip olmak artık kişiyi destansı bir ayrıcalığa sahip kılmamaya başladı. Aynı zamanda insan, fazla bilgi gerçeğiyle yüzleşti. Bilinecek şey çok ve

20

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ömür ile öğrenme kapasitesi sınırlı idi. Dolayısıyla bilgi derinliğine değil de genişliğine talip olundu. Diğer yandan bilgi ile bu karşılaşma ve karşılaşmanın dalga etkisi toplumsal ortamın çokluk ve çeşitlilikle donanmasına yaradı. Modern çağın bireylerinde kendilerine dayanarak var olabilme iradeleri gelişmeye başladı. Bu bireyler artık kendilerini kendileri olarak temsil etmeliydiler. Onlar kendi akıllarını kullanmalı, kendi duruşlarını sergilemeliydiler. İhtiyaçları olan tüm donanımlar bugünün iletişim ortamında onların ellerinin altındaydı. Onlar aynı zamanda kendilerini bu bilgilerle karşılaşan ama onları yeniden üretemeyen sıradan kişilerden de ayırmalıydı. İşte entelektüelin ortaya çıkışına zemin hazırlayan şartlar kısaca bunlardı. Elbette entelektüel kendini de tartışmalıydı. Entelektüelin dışındaki kitle de çağın ruhu gereği onu tartışmaksızın, onun hakkında bir yargıya varmaksızın duramazdı! Çünkü herkesin her şey hakkında bir fikrinin, bir yargısının olması gerçeği, çağın ruhudur. Entelektüel hakkında çok şey söylendi. Onun yüzeysel bir fikre ve bakışa sahip olduğu tezinden eleştirel bir ruhu temsil ettiği inancına kadar geniş bir yelpazede değerlendirilen entelektüel en çok da Batı dışı medeniyet çevrelerinde tartışılır oldu. Özellikle entelektüelin kendi toplumunun değil başka medeniyet değerlerinin taşıyıcısı olduğu tezi bizim coğrafyamızda çok dillendirildi. Toplumsal dünyamızda bu tezin karşılıksız olmadığını da gördük. Dolayısıyla gelenekseli temsil eden aydın kitle, entelektüelliğin dışında görülüp modern çağların onaylanmayan aydını olarak işaretlendi. Zihinlerde geleneksel olan ile entelektüel olan arasında bağlantı kurulamadığı gibi, ikisi birbirine karşıt ilan edildi. Gerçi bunda, gelenekseli oluşturan ruhun akılcı analizlere uzak durmasının etkisi olmadı değil! Ama ikisi, doğaları gereği birbirinin karşıtı mıydı, bu, derinliğine analiz edilmedi. Entelektüelin vazgeçilmezi olan akılcı tutum ve akıl kullanımı aslında birçok kesimi rahatsız etti, en çok da yerleşik egemenleri! Çünkü aklını kullanan, kendi varoluşuna da-

yanan bir bireydir. Kendi varoluşuna dayanmak ise özgür olmak demektir. Özgür birey, tüm çağlarda tüm egemenleri rahatsız etmiştir. Bugün de böyledir. Gerçi özgür bireyin rahatsız ettiği kesimler sadece egemenler değildir. Kendi aklını kullanan, kendi aklına dayanan kişi, geleneksele sırtını dayayıp kendi zihinsel sükûnetini böyle sağlamış olan bireyleri de rahatsız eder ve etmektedir. Çünkü özgür birey oluşturduğu etki ortamıyla bu kişileri sakin dünyalarında rahat bırakmaz. Sorduğu sorular kimsenin görmezden gelemeyeceği ve önemsiz sayamayacağı kaygı yahut tasarımları içerir. Özgür bireyin duruşunun ve tezlerinin de akılcı ve gerçekçi temelleri vardır. Onun bu dolaylı etkisi, kendi kabuğuna çekilmiş geleneksel bireyi yuvasından başını dışarı uzatmaya zorlar. Bu da olumsuz bakışın entelektüele dönmesine neden olur. Zira zihinsel rahatlık bozulmuştur. Özgür bireyin kendine dayanarak sergilediği akıl kullanımı tutumu sosyal ve siyasal egemenlerin egemenlik alanlarına başkaldırı anlamına da gelir. Çünkü özgür birey kendi zihin dinamikleriyle kararını verir. O, bizzat kendisi istemedikten sonra kimseye tâbi olmaz. Bu da egemenler cephesinden özgür bireyi istenmeyen adam kılar. Özgür olmak ise entelektüelliğin zorunlu şartıdır, ama yeterli şartı değildir. Entelektüel bütün bunların dışında, modern çağların kutsal ve kusursuz bilgesi midir? Elbette hayır. O, problemli akıl kullanımı dolayısıyla olumsuz tabloların faili de olabilir. Özgürlük eğilimini iyice düşünüp tartışmadan, değer dünyası karşısında sentezleyici olarak değil yıkıcı tarzda dillendirmek, entelektüelin, çekip gittikten sonra ardında bir harabe bırakması anlamına gelir. Şurası kesin ki, entelektüel bu çağların var olmaya mahkûm bilgesidir ve entelektüelle yaşamaya alışmak gerekir. Entelektüele ihtiyaç olmadığı söylenemez; ama onun tartışılmazlığı da ilan edilemez. Entelektüellik bir masumiyet karinesi değildir. Onu her daim ve hep yeni baştan tartışmak lazımdır. ■

21

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Anne imgesi KÖKSAL ALVER

A

nne imgesi, hayli katmanlıdır; pek çok hali, durumu, özelliği, niteliği içerir. İnsana, hayata, tarihe, topluma doğurgan bir el gibi değer ve hayatı kendince işlemeye başlar. Annenin genel hususiyetleri, anne imgesinin oluşmasında öncüldür. Genel hususiyetleriyle anne, hemen her coğrafyada, her iklimde, her kültürde yer bulur. Ama aynı şekilde her coğrafya, her medeniyet, her kültür, her inanç kendi anne imgesini var eder. Anne hem birleştirme hem de ayırma öznesi olur böylece. Kadınlık, dişilik, doğurganlık anneliğin ana bağlamıdır. Anne/ana, doğuran, dünyayı çoğaltan, hayatı gümrahlaştıran, hayata bereket veren bir kişidir. Hayata yeni bir varlık getiren kadındır anne; annelik, doğurma ile kazanılan bir hususiyettir. Galiba ilk şartı budur anneliğin: doğurmak. Doğurma eyleminin, kültür, medeniyet, toplum ve tarih açısından ne kadar manidar olduğu bilinir. Demek ki anne kültürün, tarihin, toplumun başlangıcında yer almaktadır. Tabiattır anne/kadın, ‘tabiat ana’ denmesi bundan mıdır? Tabiat, doğuran, veren, sunan, doyuran, barındıran, yaşatan, zenginleştiren bir dünyadır. Anne de öyle değil midir? Doğuran kadın olan anne, rahimdir, rahim sahibidir, rahminde bir varlığı büyütmektedir. ‘Ana rahmi’, insanın hayata gelişinde, hayatı yorumlayışında önemli bir husustur. İnsanın ilk yuvası, sığınağı, korunağıdır; insanın hayat bul-

duğu, canlandığı, özelliklerini kazandığı, bir varlık haline geldiği bir dünyadır. Rahminde insanı canlandıran, büyüten, besleyen anne, sonra onu doğurarak dünyaya taşımaktadır. Dünyaya getirdikten sonra da kendi ayakları üstüne basıncaya kadar, bir kişilik buluncaya kadar onu beslemeye, büyütmeye devam etmektedir. Bu süreç çok enteresandır: rahmine almak, beslemek, doğurmak, hayata katmak… Anne bir hayat kaynağı olmaktadır. Hayatın akışına sürekli can taşıyan, hayata can veren bir kaynak! Onun için ‘ana gibi yar olmaz, Bağdat gibi diyar olmaz’ denmiştir. Anne, tıpkı baba gibi köktür, kökendir, soydur, arka plandır, arketiptir, genetiktir. Kişinin kaynağıdır, aynasıdır, imkânı ve sınırlarıdır. Anne, kişinin/evladın büyük oranda sınırlarını, çerçevesini, izleğini belirler. Kişide silinmez izler bırakır anne, ona damgasını basar. Kişi, kendisi olarak var olma mücadelesini verir, kendi kişiliğini kuşanır, hayata bu şekilde katılır. Ne ki, annenin damgası kişinin eylemlerinde, düşünmelerinde, yüreğinde ve aklında sürekli etkiler yapar. Kişi, anneyi yani kökeni bütünüyle kendi benliğinden silemez, uzaklaştıramaz. Anne doğal ve mutlak anlamda ev kişisidir; ev ile anlamlı, ev ile dolaşıktır. Esasen ev anne demektir. Onun rahim sahibi oluşu, doğal ve zorunlu bir şekilde ev sahibi olmasını gerektirir. Kadının anneliği ev ile gerçekleşir; anne bir aile aktörüdür yani ev aktörü. Aile, bir yeri, evi, ça-

22

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Anne de bütün toplumsal olgular gibi değişen ve dönüşen bir doğa, imge ve figürdür. Anneler ve annelikler değişmekte, annelik rolleri farklılaşmakta, anne kimliği başkalaşabilmektedir. dırı, mekânı zorunlu kılar; annelik ise ancak aile olmakla kazanılan bir hususiyettir. Temelde evler anne ile yani kadın ile kurulur, mamur olur, bereketlenir. Bir yerin ev olabilmesi için oraya kadının girmesi, oraya kadının elinin değmesi gerekir. Baba/erkek evin direğidir, anne/kadın ise evin ruhu, nefesi ve havasıdır. Bu hem gerçekli anlamında böyledir, hem de metaforik anlamda. Doğurmamış bir kadın, bebeği olmayan bir kadın anne olamaz mı? Anneliğin ön şartı doğurmak mıdır? Annelik/analık başka nitelikleri de içerir. Hatta anneliğin sadece doğurmakla bütünlenemeyeceği dahi söylenebilir. Annelik, sadece doğurmakla değil, doğurduğuna yahut doğmuş olanlara gözü gibi bakmakla, varlığı korumakla, varlığa kol kanat germekle, ona merhamet, şefkat ve muhabbet göstermekle tamamlanabilir. Dolayısıyla ‘anne gibi olmak’ bir anlamda bütün kadınların potansiyelinde mevcuttur, annelik göstermek, ana gibi kol kanat germek kadının en yalın ve doğal halidir. Ama biz anne derken, önce kelimenin ilk anlamını yani doğuran kadını anlıyoruz. Daha sonra ise anneliğe/analığa yüklenen nitelikleri, özellikleri ve anlamları. İkincil çerçevede doğal haller biraz değişmekte, roller karışmakta, annelik algıları farklılaşmaktadır. Gerçek anne, anne olamamakta; anne olmamış bir kadın ise gerçek anne gibi davranabilmektedir. Hakikatler ve patolojiler yan yana görülebilmektedir. İyiler ve kötüler, iyilikler ve kötülükler anne bağlamında ortaya çıkabilmektedir. Anne bir meşakkat ve zorluk imgesidir. Doğurma eyleminden büyütmeye, beslemeye, kol kanat germeye anneye adeta yapışmış ‘görevler’in tamamı zorluk içerir. Bu eylemler anneliğin baştan itibaren zorlukla tanımlanmasına yol açar. Anne, dünyanın ve hayatın kahrını yüklenmiş bir kişidir. Çocukla alakalı bütün sorunlarla ilk elden yüzleşen, sorunlarla boğuşan, onları çözmeye çalışan biridir anne. Annelikle birlikte başka bir boyuta geçen kadın, başka bir sorumluluğun ve

yükün altına girmiştir. Ömrünün sonuna kadar bu yükü taşır. Annelik oluştuktan sonra kaybolmaz, yitirilmez, tüketilmez bir niteliktir; kişinin birincil vasıflarından biri haline gelmiş demektir. Anne, yuvanın ve evin dirliği, düzeni ve devamı bakımından ana aktördür. Çocuk için ise daha özel ve önemli bir figürdür. Anne ile çocuk/ evlat arasında doğal ve kesilmez bağlar mevcuttur. Garip bir şekilde her iki varlık da birbiriyle irtibatlı bir şekilde var olmaktadır: annelik, çocukla, çocukluk ise anne ile var olmakta, tanım bulmaktadır. Annelik çocukla kazanılmış bir değer ve statü; çocukluk da benzer şekilde bir anne ve baba sahibi olmakla ilgili bir durumdur. Bu yüzden çocuk üzerinde annenin tesiri büyüktür. Terbiye eden, eğiten, öğreten, yol gösteren, inşa eden kimi zaman yıkan, kıran, inciten bir anne, çocuğun ruhsal gelişiminde, kişilik özelliklerinde, hayata bakışında, davranışlarında büyük oranda tesirlidir. Çocuk anneye bakarak büyür, anneden ilk örnekleri edinir, onu taklit etmeyi dener. ‘Anasına bak kızını al’, ‘Anaları ne ki danaları ne olsun’, ‘Ana ile kız, helva ile koz’ gibi deyim ve atasözleri anne ile çocuk arasındaki yakınlığa, etkinin derecesinin büyüklüğüne, birbirini aynaladıklarına işaret eder. Anne de bütün toplumsal olgular gibi değişen ve dönüşen bir doğa, imge ve figürdür. Anneler ve annelikler değişmekte, annelik rolleri farklılaşmakta, anne kimliği başkalaşabilmektedir. Daha çok kavramsal ve olgusal bakımdan ele aldığımız annenin/anneliğin, değişimin keskin nazarından kendini koruyamadığı bir gerçek. Bütün değişimlere, başkalaşımlara, farklılıklara, eylemlere rağmen annenin hayatın temelinde yer aldığı da bir gerçek. Hayat ağırlıklı olarak annenin elinde, dilinde, gözünde, yüreğinde, sesinde şekillenmekte, ona göre rengini almaktadır. Annenin pratikleri hayatı, insanı ve toplumu doğrudan belirlemekte, onlara bir yörünge tayin etmektedir. Anne bir hayat imgesi olarak abideleşmektedir.■

23

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Halide Edib, kadınlar ve savaş Dağa çıkan kurt HÜLYA ARGUNŞAH

2

Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar… silahı kullanmadan silahın, cepheyi görmeden cephenin mağduru olarak bir yığın maddi ve manevi yoksunluğun tehdidi, zihinlerinde cephedekilerin hatıra ve endişesi bambaşka bir savaşı verirler. Ama tarihler cephe gerisinde, belki de cephedekinden daha çetin şartlarda verilen bu savaştan hiç söz etmezler.

0. yüzyıl belki de insanlık tarihinin en kanlı yüzyılıydı. Bu yüzyıla ‘kanlı’ sıfatını vermek için yıllarca devam eden Birinci Dünya ve İkinci Dünya Savaşlarını düşünmek bile yeterlidir. Başkalarından ve hatta dünyanın çeşitli coğrafyalarında yıllar boyunca devam eden iç savaşlardan söz etmek gerekmez. Anadolu coğrafyası, Türkiye bu dünya savaşlarından çok etkilendi. Özellikle de Birinci Dünya Savaşı… Öncesi ve sonrasındaki süreçlerle bu savaşın birinci dereceden mağduru ve hatta muhatabıdır. Asırlar boyu üç kıtaya hükmetmiş bir imparatorluktan Anadolu coğrafyasına çekiliş bile bu mağduriyet ve muhataplığı anlatmak için yeterlidir. Türkiye Cumhuriyeti 19. yüzyılsonlarında başlayan ve Birinci Dünya Savaşı’nı önceleyen savaşlarla geçen uzun, sancılı bir dönemin sonunda doğdu. 93 Harbi diye bilinen Osmanlı-Rus Savaşı’nı takip eden Osmanlı-Yunan

24

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Savaşı ve nihayet dünya savaşına eklemlenen Balkan Savaşları… Her biri Osmanlı için ağır tavizler, toprak kayıpları ve savaş tazminatlarıyla sonuçlandı. 18. yüzyılın sonlarından itibaren Rusya’ya karşı verilen diğer mücadeleler, Batılılaşma hareketi sebebiyle yapılan girişim ve deneyimlerin getirdiği buhranlarla bir arada düşünülürse, Osmanlıyı 20. yüzyıl başlarına getiren manzaranın vahameti daha iyi anlaşılır. Sadece 20. yüzyıl başları noktasından bakıldığında, neredeyse çeyrek asır boyunca aynı coğrafyada aynı insanların durmadan savaştıkları anlaşılır. Üstelik Osmanlı 18. ve 19. yüzyılın yorgunluklarını ve maddi yükümlülüklerini üzerinden atamamışken Birinci Dünya Savaşı büyük ve ağır bir darbe olarak gelir. Ve savaşlar hiçbir zaman kitaplarda anlatıldığı gibi diplomatik biçimde ülkeler arasında masa başında, silahlı şekilde de profesyonel ordular arasında ve cephede geçmez. Savaşın birinci dereceden muhatabı -cephede ya da cephe gerisinde- insandır. Cephe gerisinde savaşın şartlarından olabildiğince etkilenmiş başka bir hayat devam eder, ettirilmeye çalışılır. Yaşlılar, kadınlar ve çocuklar… silahı kullanmadan silahın, cepheyi görmeden cephenin mağduru olarak bir yığın maddi ve manevi yoksunluğun tehdidi, zihinlerinde cephedekilerin hatıra ve endişesi bambaşka bir savaşı verirler. Ama tarihler cephe gerisinde, belki de cephedekinden daha çetin şartlarda verilen bu savaştan hiç söz etmezler. Devletler ve silahlar arasında verilen bu savaşa insanlar, gönüllü müdürler gerçekten? İnsanlar, cephede ateşle, masa başında diplomasiyle süren bu savaşlara ve doymak bilmez hâkimiyet ihtiraslarına ne kadar isteklidirler? Hele kadınlar ve çocuklar… onlar savaşın oluşturduğu bir kaderi ne kadar hayal etmişlerdir? Savaş çarpışmasıyla, barışıyla, yenilgisiyle bir erkek edimidir. Kadınlar ve çocuklarsa bu egemenlik yarışının mağdurları… Onlar cephenin gerisinde ve savaşın tarihe mal olmuş sayfalarında yer bulamamış savaşçılar olarak daha uzun ve çileli bir mücadeleyi verirler. Fakat tarih onların savaşından hiç söz etmez. Onların savaşı edebiyata bırakılmış gibidir. Aslında savaş/tarih ister eşzamanlı isterse art zamanlı ola-

rak yazılmış olsun, ancak edebiyatla yaşanmışlık kazanır. Ömer Seyfettin’in “Beyaz Lale”yi, “Bomba”yı, “Zeytin Ekmek”i okuyup da etkilenmeyen var mıdır? Ya da “Himmet Çocuk” ve “Bir Şehit Mezadı”nı?.. Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye ve Yaban’ı?.. Bu eserlerdeki etki, sadece yazarların yaratma ve Türkçeyi iyi kullanma kabiliyetlerinden gelmez. Yazarların bizzat şahit ve katılımcı olmalarından kaynaklanır. Askerî lisenin son sınıfındayken bitirme sınavına alınmadan mezun edilip cepheye gönderilen Ömer Seyfettin’in, İstiklal Savaşı’nda bir kadın olarak yer alan Halide Edib’in eserindeki etki, şahsi tecrübe ürünü olmasıyla da ilgilidir. Bu isimlere herkes tarafından bilinen pek çok eser ve sanatçı eklenebilir. Fakat bunların arasında en farklı isim şüphesiz Halide Edib olur. “Muhteşem millî cinnetin bir parçası olarak çalıştım, yazdım ve yaşadım…”

Türk okuyucusu 1882 doğumlu Halide Edib’le, Tanin’de (1909) yazmaya başladığı gazete makaleleri sayesinde tanışır. Bu tanışıklık roman ve hikâyelerle sürer. Ancak Halide Edib’i 1910’lu yıllarda, adından sıkça söz edilen kadını hâline getiren, düşüncelerini açıkça ifade etmesi ve yazabilmesidir. Başta Türk Ocakları olmak üzere katıldığı dernek çalışmalarıdır, bu derneklerde verdiği konferanslardır. 1919 Mayıs’ında başlayarak 1920 Ocak ayına kadar tehditler altında yapılan İstanbul mitinglerinde, özellikle de Sultanahmet Mitingi’nde yaptığı konuşmasıdır. Anadolu’yu geçerek Millî Mücadele’ye katılmış olmasıdır. Tetkik-i Mezalim Heyeti’yle Anadolu’da savaş tahribatıyla ilgili gözlemler yapması ve bunları yazmasıdır… Bütün bunlar, sosyal hayata henüz katılmış ve sosyal hayattaki yeri tam anlamıyla tayin edilememiş Türk kadını için yepyeni ve aslında çağını aşan deneyimlerdir. Bu noktadan bakınca Halide Edib devir insanı için öncüdür. Devir kadını için de pek çok bakımdan rol modeldir ve şüphesiz yazdıklarıyla rol modeller yaratı. Halide Edib’in 1910’lu yıllarda tarihe mal olmuş iki faaliyet alanı vardır. Bunlardan ilki, derneklerdeki faaliyetleri, buralarda verdiği konferanslar ve yine bu derneklerin düzenlediği

25

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


İstanbul mitinglerindeki konuşmalarıdır. Diğeri yazı faaliyetidir… Burada gazete ve dergi yazılarıyla roman ve hikâyelerden söz etmek gerekir. Halide Edib için sosyal hayata duyarlı olmak mı yazmayı getirir yazmak mı duyarlı olmanın sonucudur? Bu kolay cevaplanabilir bir soru değildir. Ama onun yazdıklarının görüşleri kadar gözlem ve deneyimlerini de ölümsüzleştirdiği söylenebilir. Üstelik onun gözlem ve deneyimlerinin aynı zamanda bütün millete ait olmak gibi bir tarafı da vardır. Mor Salkımlı Ev (1926) ve Türk’ ün Ateşle İmtihanı (1928) hem Halide Edib’in hem de milletin hatıratıdır. Bu vesileyle İzmir’den Bursa’ya (1922) ve Dağa Çıkan Kurt (1922) geleceğe emanet edilmiş raporlar olduğu kadar, milletin destanıdırlar. Ateşten Gömlek (1922) ve Vurun Kahpeye (1923) hem kurgudur hem gerçektir. Bu vesileyle de daha geniş kitlelere ulaşır, çoğu zaman destansı bir etki alanı oluşturur. İnsanlığın kendi geçmişiyle ilgili bu destana en az tarih bilgisi kadar belki de ondan daha fazla ihtiyacı vardır. Yazılanlar milletin ve yeni devletin tarihini oluştururlar. Türk milleti bir destan yaratmaktadır, bu destan bir tarafıyla Dağa Çıkan Kurt’la yazılı hâle gelir. Dağa Çıkan Kurt’taki hikâyelerin en mühim özelliği yazarının şahsi gözlemlerine dayalı olmalarıdır. Hikâyelerin esasını yazarın, Mütareke ve Millî Mücadele yıllarında İstanbul, Ankara, İzmir arasındaki üçgende bir gazeteci, bir hemşire, bir asker olarak oradan oraya dolaşırken rastladıkları, kendisine anlatılanlar ve hissettikleri oluşturur. Bunun için de Halide Edib çoğu hikâyede, aynı zamanda bir hikâye kişisi olarak çıkar okuyucunun karşısına… Dağa Çıkan Kurt’taki hikâyelerin büyük kısmı kadınlarla ilgilidir. Cephede bir kadın olarak görev alan yazarın, savaş sırasında askerlerle yaptığı yolculuklar, evlerde Anadolu’nun kadınlarıyla birlikteliği, geceleri konakladığı köy evlerindeki kadınların maceraları hepsi erkek yazarların gözlem alanı dışında kalan kadın dünyasını, savaştaki kadın hâllerini yakından gözleme imkânı getirir. Bir anlamda, kadınlarla olan birlikteliklerinde ‘sözlü tarih’ deneyimi yapan yazarın, ‘öteki tarih’i tespit ettiği söyle-

nebilir. Bunlar cephe gerisinde süren hayatın ve bu hayat içindeki kadının durumunu tarihe mal eden anlatılardır. Bu hikâyelerde hem ‘an’ tespit edilir, hem de bu kadınların geçmişlerindeki başka kadın hikâyelerine yer verilir. “Efe’nin Hikâyesi”, “Zeynebim Zeynebim”, “Duatepe”, “Aziz’in Karısı”, “Fadime Nine ile Kerem Dede”, “Şebben’in Kara Hüseyin”, “Vurma Fatma”, “Emine’nin Şehadeti”, “Bayrağımızın Altında”, “Kalaba’nın Cadısı”, “Mustafa Onbaşı”, “İpek Bayrak” İç Batı Anadolu’nun değişik yerlerindeki savaş ve savaş içindeki kadın manzaraları asırlar sonraya taşırlar. “Çünkü Anadolu’da türküyü kadınlar yapar…”

Halide Edib, 1910’lu yıllarda yazdığı hikâyeleriyle uzun süren savaşların kadınlar üzerindeki etkilerini, bizzat savaşın içindeki kadınları, savaş sırasında kadınların gördükleri zulmü ve nihayet onların hemen yanı başında yer alan çocukları sonsuzluğa mal eder. Onun eserinde cephe kadar ama daha çok cephe gerisi de vardır. Savaşın bütün şiddetine rağmen cephe gerisinde hayat devam etmekte, orada cephedekinden çok başka bir hayatta kalma mücadelesi verilmektedir. Doğan çocukların büyütülmesi, hasta ve yaşlıların bakılması, acıkan karınların doyurulması, çalışma hayatında erkeklerden boşalan yerlerin doldurulması kısacası hayatın erkeksiz sürdürülmesinin öğrenilmesi ve ilave olarak cephenin desteklenmesi, yaralanan askerlerin tedavi edilmesi gerekir. Cephe gerisindeki bu çok boyutlu savaşın kahramanları kadınlardır. Ancak savaş, kadınlar için bununla sınırlı kalmaz. İşgal gören bölgelerde en çok mağdur edilenler de yine kadınlardır. Evi yakılıp yıkılan, çocukları öldürülen, yaşlıları hakaret gören ve tecavüze uğrayanlar da kadınlardır. Yangın yerlerinde kendinin ve çocuklarının karnını doyuracak bir şeyler arayan da, çocuğuna örteceği yorganı taşıdığı top mermisine paylaştıran da… hiç savaş yokmuş gibi dedikodu eden de at binip silah talimi yapanlar da kadınlardır. Halide Edib kalemiyle bu kadınları, Türk milletinin mücadele yıllarıyla özdeşleşen hikâyeleri aracılı-

26

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ğıyla ölümsüzleştirmek, milletin tarihine katkıda bulunmak ister. Onun kadınları, bir milletin talihinin belirlendiği ve tarihinin yazıldığı bir zamanda, bu kritik sürecin mühim bir parçası olarak tarihe mal olurlar. İnci Enginün, Halide Edib’in “…yazdıkları ile Millî Mücadele’nin bir sanatkâr gözüyle görülen gerçek belgelerini …” okuyucusuna ulaştırdığını kaydeder (Enginün 2012: 544), ki çok doğru bir tespittir. Bir kadın yazar olarak tarihin yazıldığı kritik zamanlarda tarih içinde kadınların yerini belirleyen çok başka dikkatleri okuyucusuna kazandırır ve savaşın topyekûn bir mücadele olduğunu düşündürür. Dağa Çıkan Kurt’tan başka bir kısmı Kubbede Kalan Hoş Sada’da bir araya getirilmiş olan bu hikâyelerin gözlem sonucu olmaları, onlara ‘belge’ değeri de kazandırır. Yazarın özellikle Tetkik-i Mezalim Heyeti’yle İç Batı Anadolu bölgesinde yaptığı gözlemler bu açıdan son derece önemlidir. Bu görev yazara, bir kadın olarak cephenin diğer taraflarını da görme ve özellikle de savaş sonrasını kadın gözüyle tespit etme ayrıcalığını kazandırır. Şahsi tarihle milletin tarihinin birleştiği bu hikâyeler yazarın Mor Salkımlı Ev’den itibaren anlatmaya başladığı ve Türkün Ateşle İmtihanı’nda sürdürdüğü İstanbul’dan Anadolu’ya geçiş ve Millî Mücadele hatıralarıyla birlikte okunduğunda okuyucusuna çok daha fazla şey söyleme kabiliyetindedir. Anadolu’ya geçerken iki çocuğunu İstanbul’da belirsiz bir geleceğe emanet eden Halide Edib, bütün bu savaş ortamı içinde aynı zamanda bir annedir. Bu sebeple Dağa Çıkan Kurt’ta yazarı kadınlar kadar ilgilendiren bir başka konu da çocuklardır. Kadınları kadın gözüyle yazdığı gibi savaş süresince rastladığı bütün çocuklara da anne şefkatiyle yaklaşır. Onları da hikâye kişilerinin arasına alarak destanlaştırır. “Tanıdığım Çocuklardan”, “Himmet Çocuk”, “Mekkâreci Mehmet” ve “Muhlis’in Ağabeysi” kitabın çocuk etrafına kurulmuş hikâyeleridir. Yazar bu hikâyelerde savaşın milletçe yapılan bir mücadele olduğunu anlatmak isterken, sebebi olmadıkları halde mağduru durumunda olan çocukların masumiyetlerini ve savaş içinde verdikleri hayat mücadelesine değinir. Bu hikâyelerde savaş o denli içselleştirilmiştir ki

çocuklar da kendilerini onun bir parçası bilir, savaşın içinde var olma, “Himmet Çocuk”ta olduğu gibi ailesinin kadınlarının hayatını sürdürme sorumluluğunu şikâyetsiz yüklenirler. Savaş sırasında çocuklarla ilgili her tespit, Halide Edib’e İstanbul’da bıraktığı çocuklarını düşündürür. Özellikle kendisine sığınan hastalıklı bir köpekle ilgili hatıralarından yola çıkarak yazdığı “Cin” başlıklı hikâye en az “Himmet Çocuk” kadar etkileyicidir. Köpek Cin’in kendisine sığınışında uzakta bıraktığı çocuklarının anne özlemini hisseden Halide Edib, ona neredeyse bir annenin şefkatini gösterir. Halide Edib’in eserini asıl besleyen mütareke günleriyle Millî Mücadele’dir. Bu yazının konusu olmasa bile Ateşten Gömlek ve Vurun Kahpeye romanlarını Türk roman tarihi içinde önemli bir yere yerleştiren, Ayşe ve Aliye’yi neredeyse yaşamış bir kimlik hâline getiren, yazarı tarafından hissedilerek yazılmış olmasıdır. Dağa Çıkan Kurt’ta yer alan hikâyelerin büyük bir kısmından da anlaşılır ki yazar bütün bu dönemi bir hummalı gibi yaşar ve yazar. Bu yüzden belki de gözlemin hemen arkasından yazılan bu metinlerin büyük kısmında bir edebî eserde bulunmasını beklenen sanat yoktur. Çünkü bunlar işlenmemiş hikâyelerdir. Araya yerleştirilmemiş estetik mesafe ise samimiyeti, sıcaklığı okuyucusuna aktarır. Dağa Çıkan Kurt, Halide Edib’in mütareke ve Millî Mücadele günlerinde yazdığı hikâyelerin bir kısmının bir araya getirildiği kitaptır. Bu günlerde bir kadın yazar ve bir gazeteci olarak cephede bulunan Halide Edib’in dönemi anlatan romanları kadar hikâyeleri de şahsi tecrübe ve gözleme dayalı olduklarından okuyucusu üzerinde derin izler bırakırlar. Onun bu dönemi anlatan hikâye ve romanlarının çağdaşı diğer yazarlardan farkı, pek çok insanın görüş alanına girmeyen kadın dünyasını tanımış ve anlatabilmiş olmasındadır. Tarih kitaplarında yer almayan sosyal hayata, insana ve hasetsen kadına özgü ayrıntı bilgisi onun kalemiyle tarihleşir, destanlaşır. Milletin var olma savaşında kadınların varlığını da hissettirir. Yazılmamış tarihe ister istemez bir kadın duyarlığını ekler. ■

27

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Osmanlı kadın yazarlarının vatanın kurtarılmasına ilişkin millî bilinç vurguları BEYHAN KANTER*

Giriş

Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmaya yüz tuttuğu ve ülkenin her yerinin işgal edildiği bir süreçte cephede savaşanların yanı sıra cephe gerisinde de “kurtuluş”a ilişkin millî bilinç vurgulanarak topyekûn bir kurtuluş programı hazırlanır. Bu bağlamda sadece erkek aydınların değil aynı zamanda kadınların da millet bilincini harekete geçirici birtakım çalışmalar yaptıkları görülür. Birinci Dünya Savaşı ile başlayan süreçte cephede erkeklerle omuz omuza savaşan ve hastabakıcılık yapan gönüllü kadınların yanı sıra basın yaşamı içinde de aydın kadınlar, millî kimlik tanımlamasına ilişkin çalışmalarda bulunurlar ve vatanın kurtarılması için milleti birlik olmaya çağırırlar. Türk kimliğinin geçmişinin ve bugünün hatırlatılması üzerinden yapılan bu vurgu, Türk milletinin hürriyet tutkusunu güncellemeye yönelik bir çabayı da içerir. Zira Osmanlı basın hayatında aktif olarak yer alan aksiyoner kadınların cephede savaşan askerlere manevi destek verme ve “kolektif bilinci” harekete geçirme çabaları, toplumsal kimliğin askeri gücü ile manevi dinamiklerini birleştirme arzularıyla ilintilidir. Osmanlı basın hayatında aktif olarak yer edinen Fatma Aliye, Emine Semiye, Fehime Nüzhet, Halide Edib, Şükûfe Nihal, İhsan Raif Hanım, Müfide Ferit, Nezihe Muhiddin gibi millî birliğe

Doç. Dr., Artuklu Üniv.

vurgu yapan kadın yazarlar, Türk kimliğini harekete geçirici söylemleri ile Balkan Savaşları’nın ve Kurtuluş Savaşı’nın cephe gerisinde aktif olarak yer edinirler. Ülkeyi içinde bulunduğu atmosferden kurtarmak amacı taşıyan bu kadın yazarlar, millet ve vatan arasındaki sarsılmaz ilişkiyi eserlerinde cesur ve gür bir edayla dile getirirler. Aksiyoner kadın yazarların kurtuluş mücadelesindeki etkinlikleri

Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu kaotik durumdan kurtulması ve vatanın işgalinin engellenmesi için mücadele eden kadın yazarlar, basın yayın organlarıyla birlikte derneklerde de aktif olarak yer alırlar ve mitinglere katılarak halkın topyekûn bir kurtuluş hareketine katılımını sağlamayı/artırmayı amaç edinirler. Bu bağlamda Türk kadınlarını da bu mücadelede etkinleştirmek, onlardaki millî duyguları ortaya çıkarmak ve Kurtuluş Savaşı’nın düşünsel zeminini şekillendirmek için gayret sarf ederler. Balkan Savaşları sırasında yaptığı konuşmalarla kadınları bilinçlendirme amacı taşıyan Fehime Nüzhet yazılarında da millî bilinci harekete geçirme amacı taşır. “Adalet Yerini Buldu” ve “Bir Zalimin Encamı” adlı tiyatro eserlerinde İttihat ve Terakki’den yana bir tavır sergileyen Fehime Nüzhet, Balkan Savaşları sırasında Darülfünun’da yaptığı konuşmalarda kadınlarda millî bilinç

28

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Halide Edip

İhsan Rafi Hanım

Safiye Erol

uyandırmak için heyecanlı bir nutuk verir. Nitekim bu konuşmasında “Fakat, hanımlar, yalnız utanmak ve ağlamak aczin nişaneleridir. Millî tarihimizin öyle mühim bir zamanındayız ki, eğer bu felaketten kurtulmak ve insanca yaşamak istiyorsak acz değil, kudret göstermeye mecburuz” (Kurnaz 2012: 65) ifadeleriyle kadınları bilinçlendirme ve cephede savaşan Türk askerine manevi desteklerde bulunma gayretinde olur. Bununla birlikte Fehime Nüzhet, 15 Şubat 1913’te yaptığı bir başka konuşmasında da kadınların Türk askerlerine sadece manevi değil maddi destek olmalarını da isteyerek altınlarını, mücevherlerini feda etmelerini söyler ve kurtuluş mücadelesini kitlesel bir halk hareketine dönüştürme çabasında olduğunu gösterir. Konuşmasında “veriniz, vatan için, din için, sevgili askerler için, zehir gibi esen rüzgârların karşısında, iliklerine damlayan soğuk yağmurlar altında, gözlerinden annesinin, hemşiresinin, karısının, çocuğunun, aziz hayallerini silerek kurşunlara güllelere atılan mukaddes vatan muhafızları için veriniz. Dört aydan beri Allah’ına kavuşan yüz bin şehidin ruhları size bakıyor, veriniz. Askerler üşüyor, diyorum. Bunu işitince kürklerinizin, hırkalarınızın altında sizin vücudunuz titremiyor mu?” (Kurnaz 2012: 135) ifadelerini kullanarak ‘kahraman Türk askerleri’ için yardım talebinde bulunur ve kadınların vatanî duygularını harekete geçirir. Fehime Nüzhet gibi öncü kadınların mücadeleleri, Kurtuluş Savaşı’nda da etkin olarak görülür. Zira “Türk kadınının Balkan Savaşları’nda ortaya çıkan bu ilk siyasal tavrı” (Yaraman 2001:111) Kurtuluş Savaşı süresince de devam eder. Müdafaa-i Millîye Cemiyeti Hanımlar Heyeti tarafından kadınları bilinçlendirmek ve halka

manevi destek vermek amacıyla Darülfünun’da düzenlenen konferanslara katılan bir başka isim de şiirlerinde millî ve vatani duyguları işleyen İhsan Raif Hanım’dır. Balkan Savaşları sırasında Hilal-i Ahmer’de gönüllü hemşirelik yapan İhsan Raif Hanım’ın söz konusu konferansta “zalim, hunhar canavarlar sarmış bütün vatanı/Özünüz bir volkan olup yakmalıdır düşmanı/kahramanlık fedakârlık günleridir kalkınız” mısralarını içeren “Feryâd-ı Vicdan” başlıklı şiiri de okunur. (Kurnaz 2012: 112) Ülkenin içinde bulunduğu durumdan duyduğu endişeyi özellikle Türklük vurgusuyla dile getiren İhsan Raif, şiirlerinde kahramanlık duygularını harekete geçiren coşkun ve lirik bir eda kullanır. Hilal-i Ahmer için yazdığı şiirlerinde de Hilal-i Ahmer cemiyetini “ne hizmetler gördü metin ellerin/Ne yareler sardı nermin ellerin/ne kefenler yırttı semin ellerin/ Var olsun o eller, kamgâr olsun” (Coşkuntürk 1987: 81) mısralarıyla yüceltir. Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nde gönüllü olarak hemşirelik yapan İhsan Raif, millî birliğin inşası için mücadele etmiştir. Nitekim kapağında, gelirini Osmanlı Donanma Cemiyeti’ne hediye edeceğini söylediği “Kadın ve Vatan” adlı risalesinde de kadınların yetiştirecekleri evlatların vatan için önemini vurgular. Zira “Evet sen ey Türk Kadını, Yavuzların, Fatihlerin anası/Sen ey yurdun altun tacı, sen ey şanlı tarihlerin tuğrası/Senin elin iftiharın sancağını gökyüzüne uzattı/Senin elin zaferlerden çelenk urdu: hakan başı kuşattı” (1330: 4) mısralarında da görüldüğü gibi vatanın kurtarılmasında kadınlara düşen rolü, tarihsellik bağlamında dile getirir. Osmanlı basın hayatının ilk kadın yazarlarından Fatma Aliye de kadınların erkeklerle birlikte

29

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


vatan için mücadele etmelerini vurgular ve cephede etkin olamasalar da cephe gerisinde vatani sorumluluğun ağırlığını omuzlarında hissetmeleri gerektiğine işaret eder. Zira Fatma Aliye, 8 Şubat 1913’te Darülfünun Konferans Salonu’nda yapılan Balkan Savaşları ile ilgili konferansta “düşmanların şimdi bizi çıkarmak istedikleri yerler ecdadımızın kanları bahâsına alınmıştır. Nice asırlardan beri bize olan hücumlarla bu yerler defaatle sulanmıştır. Bu topraklar ecdadımızın kanlarıyla yoğrulmuştur. Bizim buna irtibatımızın pek kavî olması tabii bulunduğundan müdafaa-i millîye gayreti kadınlarımızda da tezahür eylemiştir. O ecdat, kadınların da vatanıdır; milletin istikbaline kadının istikbali de dâhildir. Zira, bu milletin yarısını da kadınlar teşkil ediyor” (Kurnaz 2012: 57) cümleleriyle kadınların da vatan söz konusu olduğunda hiçbir fedakarlıktan çekinmeyeceklerini dile getirir. Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nde etkin olarak görev alan Fatma Aliye, Çanakkale Savaşı sırasında hastabakıcılık yapan kadınları ayrıcalıklı kılarak onları yüceltir. Nitekim Servet-i Fünûn dergisinin 10 Haziran 1915 tarihli sayısında “Kahraman Kadınlarımız” başlıklı bir yazı yazarak Türk kadınlarının kahraman tavırlarını dile getirdiği gibi ülkenin zulmetlere büründüğü günlerde zihinlere nurlar serpen “ciddiyet, metanet, şefkat” gibi kadınlığın ulvi noktalarını gösteren ve sadece maddi değil manevi yaraları da saran hastabakıcı hanımları, “kemal-i ihtiramla” selamlar. Fatma Aliye yazısında, “kadınlarımızın yaralılara hizmet etmesini yücelik olarak görmekte ve bu hizmeti yaparken de zerre olsun zaaf göstermeyip, korkmamasının bir kahramanlık olduğu, bu nedenle yaralıların hastabakıcı hanımları doktor, nine, doktor teyze, doktor abla diye çağırıp onların fedakârlığını takdirden geri durmadıklarını” (Erdemir 2009:365) vurgulamaktadır. Söz konusu yazısında İslam kadınlarından “pek şanlı kahramanlar” geldiğini ifade eden Fatma Aliye, kahramanlığın yalnızca silah ile olmayacağının da altını çizer. Zira Fatma Aliye’ye göre, “kadının bir çiçek, bir bebek, bir baziçe ad olunarak birtakım mahrumiyetler içinde geçirdiği uzun zamanlar kadınları öyle hale getirdi ki yara sarmak değil azıcık kesilmiş parmaktan akan kanı görmeye tahammül

edemeyerek bayılıyordu. Böyle bir âlemde, böyle bir muhitte yara sarmaya giden hanımlarımız da bu zamanın kahramanıdırlar. Hanesinde hizmetçileri ona hizmet ederken yaralıların hizmetini görmek, yemeklerini yedirmek, ıstıraplarını tehevvine, istirahatlarını temine çalışmak büyük bir gayret u hamiyet icabı olmakla beraber hayli zamandan beri devam eylemiş olan Türk kadınlarının suret-i maişet ve hayatiyesi asarı ahvale rağmen kesilecek bir kolu tutması, dağılmış bir elin yarasını yıkayıp sarması ve bu icrat-i müessirane karşısında metin ve sakit vazifesini ifası, evet! Bir kahramanlıktır.” (Fatma Aliye 1331: 67 ) Fatma Aliye, yine Servet-i Fünûn dergisinin 2 Mart 1916 tarihli sayısında yayınlanan “Kadınlar Hakkında” makalesinde, “Kara muharebelerinin şiddetini artırdığı günlerde, telefon ve posta idaresinde kadınların istihdamını ve hastabakıcı olmalarını kadının terakkisi için önemli bir adım olarak” (Erdemir 2009: 449) gördüğünü ifade etmektedir. Nitekim yazısında Türk kadınlarındaki millî duyguları harekete geçirmek isteyen Fatma Aliye, Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupalı kadınların vatanları için yaptıkları fedakârlıklardan örnekler verir. Alman kadınlarının bir taraftan Salib-i Ahmer (Kızılhaç) kafileleriyle yaralıları tedavi etmeye gittikleri halde bir kısmının da ordularına gülle, fişek yetiştirmek için fabrikalara koştuklarına işaret eder. Ancak yazısının devamında İslam kadınlarının bu gibi ciddi hizmetleri daha evvelden ifa ettiklerini de vurgulayarak Osmanlı Türk kadınına adeta ‘kim’liğini ve ‘ne”liğini tarihimizin cesur kadınları aracılığıyla yeniden hatırlatır. Zira Fatma Aliye, Avrupalı kadınların yeni yeni savaşlara katıldıklarını ifade ederek savaşlara katılan İslam kadınlarından da örnekler verir. (Fatma Aliye 1331: 178) Bu bağlamda şunu söylemek mümkündür ki; Osmanlı basın hayatında aktif olarak yer edinen ilk kadın yazarlardan birisi olan Fatma Aliye’nin bu aksiyoner tavrı diğer kadın yazarları da etkilemiştir. (Kanter 2014) Fatma Aliye’nin kız kardeşi Emine Semiye de ülkenin içinde bulunduğu kaotik ortamda hem basında hem derneklerde hem de siyasal yaşamda etkin olarak yer almıştır. Balkan Savaşı, I. Dünya Savaşı ve Çanakkale Savaşı’nda gönüllü hemşirelik yapan Emine Semiye’nin Yeni Mecmua’nın

30

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Çanakkale özel sayısında yazdığı “Bir Damla Kan ve Bir Damla Gözyaşı ” hikâyesi o günlere ait gözlemlerinden oluşmaktadır. (Kurnaz 2008: 125) “Çanakkale menkıbelerinden iki gerçek olay (ikisini birbirine ekleyerek kahramanlığa şefkat tülünü örttük)” epigrafıyla başlayan hikâyede, Çanakkale Savaşı sırasında hastabakıcılık yapan Şefika aracılığıyla vatan aşkı anlatılır. (Emine Semiye 2006: 232-237) Emine Semiye, İleri gazetesinde yazdığı “Vazifemiz Başına” yazısında da “hamiyetli Türk kadınlarına” seslenerek felaketli günlerin artık geride kalacağına ilişkin bir umut beslediğini “İslam’ın namusu Türk’ün şerefi kurtuluyor” sözleriyle dile getirir. Yazısında kadınlara “kardeşlerim” diye hitap eden Emine Semiye, kadınların Hilal-i Ahmer’e koşmalarını, gayret ışıklarını yakmalarını ister. (Kanter 2014: 76) Bununla birlikte Anadolu’daki şanlı gazilerimizin yaralarına bakmayı, bu mümkün olmadığı takdirde de sargı, ilaç, elbise gibi zaruri ihtiyaçların karşılanması için çalışılması gerektiğini vurgular. (Emine Semiye 1337: 3) Balkan Savaşları ve Kurtuluş Savaşı sırasında Halide Edib de basın organlarındaki yazılarının yanı sıra, derneklerde yaptığı çalışmalar ve mitinglerdeki konuşmalarıyla millî bilinci harekete geçirmek için aktif olarak çalışır. İstiklal Savaşı günlerini romanlarında idealize ettiği kahramanlar aracılığıyla kurmaca bir düzleme taşıyarak bu karanlık günlerin yol açtığı kaotik atmosferi bizatihi kendi gözlemleriyle canlı tablolar halinde betimleyen Halide Edib, kendisinin İstiklal Savaşı’ndaki etkin rolünü de “Türkün Ateşle İmtihanı” adlı hatırat kitabında detaylı olarak anlatır. Nitekim yazar, “Sakarya Savaşı’nın destanı olarak ” (Enginün 1989: 19) 1922’de yazdığı “Ateşten Gömlek” romanında da Ayşe adlı fedakâr bir Türk kadını aracılığıyla savaş atmosferini ve kadınların vatan konusundaki duyarlılıklarını dile getirir. Halide Edib, “Dağa Çıkan Kurt” ve “İzmir’den Bursa’ya” adlı eserlerinde de halkın millî duygularını harekete geçiren bir üslup kullanır. Büyük Mecmua’da yazdığı hikâyelerinde de millî duyguları işleyen Halide Edib, “Zeynebim Zeynebim” başlıklı hikâyesinde İzmir’in işgali sırasında azınlıkların ihanetlerini anlatarak millî birlik ve bera-

berliğin sağlanması gerektiğinin altını çizer. Çanakkale Savaşları sırasında etkin bir rol oynayan Teâlî-i Nisvan Cemiyeti’nin başkanlığını da yapan Halide Edib (Erdemir 2009:432) şehit çocuklarına yönelik yardım faaliyetlerinde etkin olarak yer alır. 1919’da İzmir’in işgalini protesto eden mitinglere katılan Halide Edib’in özellikle Sultanahmet Mitingi’nde yaptığı konuşma büyük yankılar uyandırır. Kurtuluş Savaşı’nın temsil organı haline gelen Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazılar yazan Halide Edib, bu sıralardaki gözlemlerini yazılarında ve romanlarında fragmanlar halinde kaleme aldığı gibi aynı zamanda savaş sırasındaki çalışmalarıyla onbaşı rütbesi alır. Çökmek üzere olan bir imparatorluğun içinde bulunduğu durum, Halide Edib’in millî kimliğe ilişkin algısını derinden etkiler. Nitekim müttefik kuvvetlerinin küçük bahanelerle Türkleri tutuklamaları, cezalara çarptırmaları, fena halde dövmeleri, evlerin zorla sahiplerinden alınması, içerdekilerin dışarıya atılması ve Türk basınının müttefiklerin sansüründe olması, (Adıvar 1985: 15,16) Halide Edib’in toplumsal bilinci harekete geçirmek için çalışmalar yapmasında tetikleyici bir rol üstlenir. Bu amaçla Türk kadınlarında millî bilinç uyandırmaya çalışan Halide Edib, halk arasında dolaşıp onları dinler ve kadınların memleket meselelerinde erkeklerden daha duygulu olduklarına inanır. Ona göre kadınlar da ülkenin karşı karşıya kaldığı tehlikeyi anlamışlardır. Çünkü devrin kadınları, siyasal nedenleri anlamasalar bile, yurtlarının tehlikeye girmesine karşı hemen isyan ederek tepkilerini göstermeye çalışmaktadırlar. Nitekim Beyoğlu tarafındaki yüksek sosyete kadınları, İtilaf kuvvetlerinin bu hareketine karşı halk arasında uyanan öfkeyi İtilaf subaylarını çağırarak onlara anlatmaya çalışmaktadırlar. Daha çok halk arasında dolaşan Halide Edib, Türk kadınlarının duygularını kudretle ifade ettiklerini dile getirir. (Adıvar 1985: 16-17) Bu bağlamda şunu söylemek gerekir ki; Türk kadınları vatanın kurtarılması için erkeklerle omuz omuza verdikleri mücadeleyi basın hayatına da taşırlar. Özellikle Halide Edib, hem makalelerinde hem de hikâye ve romanlarında halka umut aşılayarak vatan için kaygılanan kadınların sesi olur. Halide Edib’in mücadelesi, sadece yazıları ve

31

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


edebi eserleriyle sınırlı kalmaz. İstanbul’un işgali üzerine eşiyle birlikte Anadolu’ya geçmesi onun vatan uğruna “ateşten gömlek”i giymeyi göze aldığının bir göstergesidir. İzmir’in Yunanlılar tarafından işgali ile “istiklal mücadelesi” ve hürriyet tutkusu Halide Edib’te bir “kutsal delilik” (Adıvar 1985: 27) halini alır. 1922’de İzmir geri alınana kadar hiçbir şeyin Halide Edip için önemi kalmaz. Sadece fikirleriyle değil aynı zamanda aksiyoner kimliğiyle de Halide Edib, vatanın kurtarılması için Türk Ocağı’nın düzenlediği mitinglere katılır. İlk olarak Fatih’te belediyenin balkonundan konuşur ve burada halkla buluşarak onlara ümit telkin eder (Adıvar 1985: 29) Bu mitingin dikkat çeken yönlerinden birisi, kadınların da onu dinlemeye gelmeleridir. Yazar, Kadıköy mitinginin ardından da Sultanahmet mitinginde konuşarak vatan kaygısı taşıyan kadınların sesi olur. Zira o günkü Halide’nin kalbi bütün Türk kalplerinden gelen duyguyla atmaktadır. (Adıvar 1985 :32) Nitekim burada halkın insanlık ve adalet esaslarına sadık kalmasını ve hangi şartlar altında olursa olsun hiçbir kuvvete boyun eğmemelerini ister. Halide Edib’in coşkulu konuşmasının ardından halkın galeyana gelerek hep birlikte yemin etmesi, millî ruhun uyandırılması açısından önem arz etmektedir. Ancak bu mitingler yüzünden 16 Mart İstanbul işgalinde Halide Edib’in evi basılır. (Doğramacı 1992: 52) Büyük Mecmua’da yazdığı “Türk’ün Hitabı” başlıklı yazısında Halide Edib, İtilaf devletlerine seslenerek Birinci Dünya Savaşı sonrası Türklerin kendilerini idare edemeyeceklerine ilişkin algıya karşı çıkar. Yazısında, “bizim gazetelerimizde münakaşalarımıza bakarak mı kendimizi idare edemeyeceğimize hükmediyorsunuz! Hayır!.. Bir tek nokta vardır ki; bugün birbirine bağıran her Türk’ü yarın kalp kalbe el ele onun etrafında bir kale gibi görürsünüz: O nokta Türkiye’dir.” (Adıvar 1919: 130) cümlelerini sarf ederek Türk halkının millî kimliklerinden taviz vermeyeceklerinin altını çizer. Hâkimiyet-i Millîye, Vakit, Büyük Mecmua, Türk Yurdu gibi gazete ve dergilerde ülkenin içinde bulunduğu durumu ve savaşların yol açtığı kaotik ortamı dile getirirken kurtuluş önerilerinde bulunan Halide Edib, kadınların da erkeklerle birlikte verdikleri mücadelelerin örnek isimle-

rinden birisidir. Nitekim Fuat Köprülü, Büyük Mecmua’da Müfide Ferit’in Aydemir romanı hakkında kaleme aldığı yazısında Türkiye’deki Türklerin millî hakkını savunan ilk romanın Halide Edib tarafından yazıldığını söyleyerek Müfide Ferit’in eserinin de bu alanda önemli bir adım olduğunu ifade eder. (Köprülü 1919: 2728) Köprülü’nün bu tespitinden de anlaşıldığı üzere kadın yazarlar, millî duyguların dile getirilmesinde de zaman zaman öncülük etmişlerdir. İzmir’in işgalini duyduğu anda umutsuzluğa düşen ve yenilgi hissine kapılan Müfide Ferit ise Hâkimiyet-i Millîye gazetesinde yazdığı “Kara Haber” başlıklı yazısında, içinde bulunulan durumun vahametini; kendi teessüratını ve ümitsizliğini ifade eden cümlelerle yansıtır. Söz konusu yazısında, bir türlü inanamadığı ve sindiremediği “Yunan İzmir’i işgal etmiş” (Müfide Ferit 1339) haberini defalarca yineleyen Müfide Ferit, adeta İzmir halkının duygularına tercüman olur. Yazısında ümitsizlik içinde adeta bir buhran geçirdiğini betimleyen Müfide Ferit’in bu karamsar bakış açısı aynı gazetede bir hafta sonra yazdığı “Hayret” başlıklı yazısında da adeta İstanbul halkının gözlerine sirayet etmiş olarak dile getirilir. Yazısında durum tespiti yapan yazar, “Sultanahmet Mitingi’nde milletin, hislerini, heyecanını, üzüntüsünü” (Kurnaz 1992: 160) vurguladığı gibi her kesimden insanların katıldığı bu mitinge katılanların halet-i ruhiyelerini anlamaya çalışır. (Müfide Ferit 1339) Söz konusu iki yazısında da kaygılı bir bakış açısıyla ülkenin elden çıkacağı endişesini taşıyan yazar, zamanla iyimser ve umut dolu bir tavır geliştirir. Zira karamsar düşünceleri bir süre sonra yerini ümide ve savaşın kazanılacağına ilişkin kuvvetli bir inanca bırakır. Hâkimiyet-i Milliye ve İrad-i Milliye gazetelerinde Millî Mücadeleye destek verici nitelikte yazılar yazan Müfide Ferit, özellikle Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde yazdığı “Türk Askeri” , başlıklı yazısında “Türk askerinin I. Dünya Savaşı’ndaki başarılarından bahsettikten sonra, Anadolu hareketini takdirle karşıladığını belirten” (Kurnaz 1992: 158) ifadeler kullanır. Osmanlı basın hayatında, İstiklal Savaşı’yla ilgili yazılarıyla dikkat çeken bir başka kadın yazar da Şükûfe Nihal’dir. Şükufe Nihal, “Türk Ocağı

32

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


gibi cemiyetlerle aydınların ve üniversite gençlerinin düzenledikleri birçok toplantının içerisinde yer alır” (Argunşah 2002: 50). Tıpkı Halide Edib gibi Sultanahmet Mitingi’nde konuşma yapan Şükûfe Nihal de konuşmasında, halkı coşturacak bir söylemle millî duyguları harekete geçirir. Özellikle Anadolu’ya ilişkin bir duyarlık geliştiren yazar, “Aralık 1918’de Anadolu’da Atatürk’ün teşvikiyle kurulan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri’nin”, “İstanbul Şubesi’nde aktif olarak çalışır” (Argunşah 2002: 50). Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması için özellikle basın ve dernekler aracılığıyla aktif olarak çalışan Şükûfe Nihal şiirlerinde de vatanın içinde bulunduğu durumu coşkun bir edayla dile getirir. Nitekim “Türk ölür mü, tarihi yaratan Türk ölür mü? /İnsanlığa ün veren ad yere gömülür mü” dizeleri, Şükûfe Nihal’in coşkulu duygularının ve millî birliğin inşasına ilişkin vurgularının bir yansımasıdır. İstiklal Mücadelesi’nin yurt geneline yayıldığı ve halkın topyekûn mücadeleye giriştiği bir süreçte Nezihe Muhiddin de “millî harekete katılanların ülkenin “en namuslu en kahraman evlatları” olduğunu” (Zihnioğlu 2003: 91) vurgulamaktadır. Söz konusu yazısında vatan için savaşan kahraman evlatlara layık oldukları değerin ve hürmetin gösterilmesi gerektiğini ve bu borcu inkâr etmenin bir nankörlük olacağını ifade etmektedir. (Zihnioğlu 2003: 91) Nezihe Muhiddin’in millî duygulara ilişkin vurgusu da kolektif bilinci harekete geçirme arzusunu içermektedir. Nitekim kahramanlık olgusuna dikkat çeken yazar, toplumsal belleği canlandırma amacı taşımaktadır. Sonuç

Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşlarla boğuştuğu ve dağılmaya yüz tuttuğu bir süreçte özellikle Anadolu’da cephede savaşan cesur Türk kadınlarının yanı sıra İstanbul’da da kadın yazarlar, ülkenin kurtuluşunu sağlamak ve işgalleri ortadan kaldırmak için erkeklerle birlikte omuz omuza mücadele etmişlerdir. Bu mücadeleler neticesinde İstanbul’daki kadınların millî bilinçlerini harekete geçiren kadın yazarların etkinlikleri ve siyasal yaşamda aktif olarak bulunma arzuları, savaşlarla doğrudan ilintilidir. Zira ülkenin içinde bulunduğu durumdan kurtarılması için mücadele

eden ve millî mücadeleyi destekleyen aksiyoner kadınların varlığı, İstiklal Savaşı’nın topyekûn bir kurtuluş hareketine dönüşmesinde göz ardı edilmeyecek bir gerçekliktir. Gerek derneklerdeki faaliyetlerinde gerek gazete ve dergilerindeki yazılarında millî kimliği uyandırma gayreti içinde olan kadın yazarlar eserleri aracılığıyla aynı zamanda Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşananların bugüne taşınmasında da önemli bir rol üstlenmişlerdir. ■ Kaynaklar Adıvar, Halide Edib (1985) Türkün Ateşle İmtihanı, Atlas Kitabevi, İstanbul. Adıvar, Halide Edib (1919) “Türk’ün Hitabı” Büyük Mecmua, Numara: 9, s.130 Argunşah, Hülya (2002) Şükûfe Nihal, Akçağ Yayınları, Ankara. Coşkuntürk, Hüveyla (1987) İhsan Raif Hanım, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara. Doğramacı, Emel (1992) Türkiye’de Kadının Dünü ve Bugünü, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara. Emine Semiye (1337) “Vazifemiz Başına” İleri, Numara: 1146, s.3 Emine Semiye (2006) “Bir Damla Kan ve Bir Damla Gözyaşı”, Yeni Mecmua Çanakkale Özel Sayısı (Haz. Muzaffer Albayrak, Ayhan Özyurt), Yeditepe Yayınları, İstanbul. Enginün, İnci (1989) Halide Edib Adıvar, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara. Erdemir, Lokman (2209) Çanakkale Savaşı Siyasi, Askeri ve Sosyal Yönleri, Gökkubbe Yayınları, İstanbul. Fatma Aliye (1331) “Kadınlar Hakkında” Servet-i Fünun, Numara: 1289 s.178-179 Fatma Aliye (1331) “Kahraman Kadınlarımız” Servet-i Fünun, Numara: 1253 s. 66-67 Kanter, Beyhan (2014) “Birinci Dünya Savaşı Sırasında Fatma Aliye ve Emine Semiye’nin Toplumsal Duyarlılıkları”, Türk Edebiyatı, S.492, s.74-76 Köprülü, Mehmet Fuat (1919) “Aydemir”, Büyük Mecmua s.27-28 Kurnaz, Şefika (1992) Cumhuriyet Öncesinde Türk Kadını, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul. Kurnaz, Şefika (2012) Balkan Savaşında Kadınlarımız, Ötüken Yayınları, İstanbul. Müfide Ferit (1339) “Kara Haber”, Hâkimiyet-i Millîye, Numara: 122 Müfide Ferit (1339) “Hayret”, Hâkimiyet-i Millîye, Numara: 129 Yaraman, Ayşegül (2001) Resmi Tarihten Kadın Tarihine, Bağlam Yayınları, İstanbul. Zihnioğlu, Yaprak (2003) Kadınsız İnkılâp, Metis Yayınları, İstanbul.

33

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Türk bağımsızlık savaşının kadın kahramanlarından Ayşe Çavuş ve onunla yapılan iki mülakat YAVUZ ASLAN*

"Ben ilk silaha sarıldığım sıralarda Salihli’de harp ederken Kemal Paşa haber almış. Beni Ankara’ya istedi. Ben o sırada muharebeden nasıl ayrılabilirdim. Haber gönderdim ki 'Ben şimdi düğünü bozup da gelemem. Sonra.' Nihayet harpten sonra Ankara’ya geçtim ve büyük Başkumandanımızla görüştüm."

T

ürk Bağımsızlık Mücadelesinin kazanılmasında kahramanca mücadele veren, gerek cephe gerisinde ve gerekse cephede üzerine düşen görevi büyük bir fedakârlıkla yerine getiren Türk kadınının uygarlık yarışında da aynı mücadelenin içinde olması ve bu yolda katkılarını sunması, Türkiye’nin geleceği açısından en önemli konudur. Türk kadını Millî Mücadele yıllarında göstermiş olduğu azmi ve kararlılığı, Türkiye’nin uygarlık savaşında da göstermeli, hayatın her alanında yer almalıdır. Türk kadınının geçmişte göstermiş olduğu fedakârlık, azim ve mücadelenin sayısız örnekleri bulunmaktadır. Bu örneklerden birisi de “Ayşe Çavuş”tur. Bu makalede Türk bağımsızlık savaşında büyük kahramanlıklar gösteren, elinde silahı ile birçok cephede Yunan işgal kuvvetlerine karşı savaşan ve adını Millî Mücadele tarihinin sayfalarına altın harflerle yazdıran Ayşe Çavuş tanıtılacaktır. Ayşe Çavuş ile ilgili birçok eserde bilgiler olmasına karşın hakkında ayrıntılı bir çalışma yapıldığını söylemek zordur. Birçok eserde Millî Mücadele’nin ismi Ayşe olan kadın kahramanları birbirlerine karıştırıldığı gibi, verilen bilgilerde de * Prof. Dr., Atatürk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi

34

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


önemli farklılıklar mevcuttur. Ayşe Hanım[1], Yüzbaşı Ayşe[2], Binbaşı Emire Ayşe[3], Binbaşı Ayşe, Ayşe Çavuş isimleri ile eserlerde tanıtılan bu kadın kahramanı Millî Mücadelede belirginleşmiş olan ve hayatının sonuna kadar resmî yazılarda geçen hâli olan “Ayşe Çavuş” şeklinde ele almanın daha doğru olacağı açıktır. Ayrıca metin içerisinde üzerinde durulduğu gibi Bağımsızlık Savaşının bu kadın kahramanı “Çavuş” olarak mı kalmıştır yoksa daha sonra gerçekten “Yüzbaşı ve Binbaşı” rütbelerini almış mıdır? Bu durum tam olarak açık değildir. Mevcut bilgiler ışığında bütün bu farklılıkları tam olarak düzeltmek mümkün olmamakla birlikte, bu makalede “Ayşe Çavuş”u daha ayrıntılı olarak tanıtmak, eserlerdeki bilgi farklılıklarını bir tartışma konusu yapmadan elden geldiğince düzeltmek amaçlanmıştır. Ayrıca hakkında en önemli bilgilerin bulunduğu kendisiyle 1922 yılında yapılan iki mülakatta verilmiştir ki, aynı yıl içerisinde iki ayrı gazetede çıkmış bu mülakatlarda dahi bazı bilgi farklılıkları bulunmaktadır. Ayşe Çavuş kimdir?

Ayşe Çavuş; 1864 doğumlu olup[4] aslen Kırımlı’dır. Kırım’dan ailesi ile birlikte Balkanlara göç ederek, Prizren[5]’e yerleşmişlerdir[6]. 1. Fevziye Abdullah Tansel, İstiklal Harbi’nde Mücâhit Kadınlarımız, AKM Yay., Ankara, 1991, s.39; Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Kadınlarımız, T. C. Millî Savunma Bakanlığı Yay., Ankara, 1998, s.121. 2. Cumhuriyet, 30 Haziran 1341/1925, Numro:412 3. Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, Cumhuriyet Kadınları Derneği yay., Ankara, 2006, s.300. 4. Ayşe Çavuş İstikbal gazetesine verdiği mülakatta 58 yaşında olduğunu söylemektedir. Bu mülakatın 1922 yılında yapıldığı dikkate alınırsa, kendisinin 1864 doğumlu olduğu anlaşılmaktadır. 5. Prizren; bugün Kosova’nın ikinci büyük şehridir. 1455 yılında Fatih Sultan Mehmet’in fethiyle beş asır Türk hâkimiyetinde kalan Prizren, I. Balkan Savaşı esnasında Türklerin elinden çıkmıştır.(www.prizrenliler. org) Türklerin en yoğun olarak yaşadığı bu Osmanlı Türk şehri, hâlen Türk mimarisini, kültürünü, kısacası Türk medeniyetini gururla koruyan bir kent konumundadır. (Rair Virmica, “Prizren Osmanlı Mimarisi Sanatının Şahaserler Yurdu”, www.prizrenliler.org/miras.html ) 6. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Zeki Sarıhan, “Kurtuluş Savaşı Kadınları” adlı eserinde “Binbaşı Emire Ayşe” başlığı ile ele aldığı bölümde; önce Ayşe Çavuş’un aslen Selanikli olduğunu, kocasını

Balkan Savaşında kocasını kaybeden[7] Ayşe Çavuş, buradan Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmış, önce Bursa’ya daha sonra da İzmir’e gelerek yerleşmiştir[8]. 15 Mayıs 1919’da Yunanlıların İzmir’i işgal etmesi üzerine köy köy dolaşıp gönüllüler toplayıp dağa çıkarak Millî direniş hareketine katılan Ayşe Çavuş[9], burası Yunanlıların eline geçince Aydın’a gitmiştir[10]. Ayşe Çavuş, Kuvayı Millîye’nin ilk teşkilatına iki oğlu ile birlikte katılmış[11], Yunanlılar tarafından 27 Mayıs 1919’da işgal edilen Aydın’da, Demirci’deki savaşlarda kahramanca dövüşmüş[12], 28 yaşındaki oğlu Ahmet, Demirci’deki savaşta şehit düşmüştür[13]. Salihli, Demirci, Simav, Gedüs(Gediz)’de Yunanlılara karşı mücadele veren bu mücahit kadın, Salihli’deki savaşlar Kafkas Cephesi Savaşlarında kaybettiğini ifade ederken, sonra aslen Kırımlı olup daha sonra göç ederek Prizren’e yerleştiğini ve kocasını Balkan Savaşlarında kaybettiğini belirtmektedir. (Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, s.301,305.). Bu, yazarın da farkında olduğu gibi bir tezattır. Aslında bu durum daha çok çeşitli kaynaklarda Ayşe ismi ile geçen kadın kahramanları, birbirlerine karıştırmaktan kaynaklanmaktadır. Şurası açıktır ki, Zeki Sarıhan’ın ilk önce giriş kısmında bahsettiği Selanikli Ayşe ile Kırımlı Ayşe Çavuş aynı kişiler değildir. Yani “Tasvir-i Efkâr” gazetesi kaynaklı Ayşe ile Vakit ve İstikbal gazetelerinde mülakatları yayımlanan Ayşe Çavuş farklı kişilerdir. 7. Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492; İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547; Fevziye Abdullah Tansel, İstiklal Harbi’nde Mücâhit Kadınlarımız, AKM Yay., Ankara, 1991, s.39. 8. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Vakit gazetesinde de aşağı yukarı aynı bilgiler şu şekilde verilmektedir: “Prizrenli olan Ayşe Çavuş Balkan Harbini müteakip Kasaba(Turgutlu)’ya gelerek iskân edilmiş….” (Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492) 9. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547; Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492. 10. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.39. 11. Cumhuriyet, 30 Haziran 1341/1925, Numro:412. Ayşe Çavuş, Vakit gazetesine verdiği mülakatta oğlu ve damadı ile birlikte mücadeleye atıldığını anlatmaktadır. (Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492) 12. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.39. 13. İstikbal gazetesine verdiği mülakatta Ayşe Çavuş, büyük oğlu Ahmet’in Demirci’de şehit düştüğünü belirtmektedir. (İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.) Vakit gazetesinde ise Demirci’de şehit düşenin damadı olduğunu anlatmaktadır ki, damadından oğlu olarak bahsetmesi de ihtimal dâhilindedir.(Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.)

35

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


esnasında “Çavuşluk” rütbesini almıştır[14]. Gediz’de bir müsademede de diğer oğlu şehit olmuştur[15]. Ayşe Çavuş, Birinci İnönü ve İkinci İnönü savaşlarında da bulunmuştur[16]. Kütahya bölgesindeki savaşta ve daha sonra Sakarya Savaşında Yunanlılara karşı kahramanca savaşan Ayşe Çavuş, bu savaşlar esnasında; biri omzundan diğeri diz kapağından, üçüncüsü de ayağından olmak üzere üç kez yaralanmıştır[17]. Kendisi Sakarya’da savaşırken üç kızı Ankara’da bulunmaktaydı. Hatta Ayşe Çavuş’un ifadesine göre; Meclis’in Ankara’dan Kayseri’ye nakledilmesi tartışmaları esnasında Mustafa Kemal Paşa’nın, Ayşe Çavuş’un Ankara’da bulunan kızlarını belki korkarlar diye Kayseri’ye göndermek istediğini, ancak onlar; “Ankara’dan ayrılmayız. Şayet anamız şehit olursa yerine biz geçeceğiz. Muharebeye gireceğiz ve nihayet icap ederse biz de bu millet için öleceğiz.” diyerek Ankara’dan ayrılmamışlardır[18]. 14. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Vakit gazetesine verdiği mülakatta çavuşluk rütbesini alma olayını şu şekilde anlatmaktadır: “Ben orada iken düşmanın Gediz’e girdiğini söylediler. Arkadaşlarımla hemen yola çıktık. Akıncılık yapmak istiyordum. Hamidiye Köprüsüne yaklaştığımız zamanda karşıdan bir otomobil gördük. Atlarımız ormana çekerek pusu tuttuk. Otomobil yaklaşınca ve içinde iki Yunan zabiti görür görmez “ateş” kumandasını verdim. Bir dakika içinde makinecisi ile beraber üç Yunanlının cesetleri otomobilin içine yuvarlanmıştı. Otomobil kullanmağı bilmiyorduk. Bunu hayvanların arkasına bağlayarak sürükleye sürükleye Kuvayı Milliye Kumandanına getirip teslim ettim. Bu suretle iki makineli tüfenk iğtinam etmiştik. İşte bu muvaffakiyet üzerine beni çavuş yaptılar ve artık herkes bana Ayşe Teyze yerine Ayşe Çavuş demeğe başlamıştı.”( Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.) 15. Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492. 16. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.39. Tansel,” küçük oğlunu da bu esnada şehit vermiştir” diye yazmaktadır ki İstikbal’deki mülakatında küçük oğlunun şehit düştüğü hakkında bilgi vermemektedir. Trabzon’a geldiğinde 12 yaşındaki küçük oğlunun yanında olduğu anlaşılmaktadır. ( İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.) 17. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. 18. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Vakit gazetesinde Ayşe Çavuş’un, dört erkek bir kız olmak üzere beş evlada sahip olduğu kaydedilmektedir ki( Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.), İstikbal’deki yukarıda verilen bilgi ile uyuşmamaktadır. Eğer gerçekten dört erkek çocuğu var ise, ya İstikbal’de verdiği bilgi yanlıştır veya oğulları evli ise gelinlerinden kızları olarak bahsettiği düşünülebilir.

Ayşe Çavuş savaştan sonra Ankara’ya gelmiştir. Burada kendisine büyük ilgi gösterildiği anlaşılmaktadır. Mustafa Kemal Paşa ve diğer birçok kişi ile görüşen Ayşe Çavuş, İstikbal gazetesine Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi olayını latifeli bir şekilde anlatmaktadır[19]: “Ben ilk silaha sarıldığım sıralarda Salihli’de harp ederken Kemal Paşa haber almış. Beni Ankara’ya istedi. Ben o sırada muharebeden nasıl ayrılabilirdim. Haber gönderdim ki “Ben şimdi düğünü bozup da gelemem. Sonra.” Nihayet harpten sonra Ankara’ya geçtim ve büyük Başkumandanımızla görüştüm.” , Lütfi Arif ’in belirttiğine göre; Ayşe Çavuş; sarışın benizli, Tatar çehreli ve tahminen elli beş yaşlarında, orta boylu, zayıf bünyeli, ayağında çizme, elinde kamçı, baş örtülü ve erkek kıyafetli olarak Ankara sokaklarında dolaşarak herkesin dikkatini çeken, aynı kıyafetle her gün aynı kahveye gelen, bir erkek gibi kahvesini ısmarlayarak sigarasını içen, subaylar arasında dolaşarak onlardan her gün muharebe havadisleri toplayan ve kendisine büyük saygı gösterilen bir kadındı[20]. Sovyet Rusya Temsilciliğinin de halk kahramanı olarak Ayşe Çavuş’a büyük bir ilgi gösterdiği anlaşılmaktadır. Dönemin Ankara’daki Sovyet Rusya Yetkili Temsilcisi S. İ. Aralov, bu kahraman Türk kadının resmini “Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata 1922- 1923 (Sovyet Diplomatının Anıları)” adıyla yayımlamış olduğu Türkiye’deki anılarını içeren esere de almıştır[21]. 19. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. Ayşe Çavuş, Mustafa Kemal Paşa ile görüşmesi ile ilgili Vakit gazetesinde çıkan mülakatında ise şöyle demektedir: “Kuvayı Milliye Kumandanı bana; Seni Mustafa Kemal Paşa görmek istiyor, Ankara’ya gideceksin” dedi. Ben de Ankara’ya yolandım. İstasyondaki dairesinde Paşa beni kabul etti. Hizmetimin mükâfatını vermek istedi. Ben de milletin sağlığını, vatanın kurtulmasını istediğimi ve serbest bırakılmaklığımı söyledim. Ankara’dan yine elli dört arkadaş topladım, oğlum ve damadımla beraber Kütahya’ya geçtim.” (Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492) 20. Lütfi Arif, “Ayşe Çavuşla Mülakat”, Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492. 21. S. İ. Aralov, “Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata 1922- 1923, Moskova, 1960, s.151. Bu eser Türkçeye Hasan Ali Ediz tarafından çevrilerek yayımlanmıştır. Ancak Türkçe çevrisinde resimler bulunmamaktadır.

36

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Ayşe Çavuş yine bu dönemde Sovyet Ukrayna Yetkili Temsilcisi olarak Ankara’ya gelmiş olan Bütün Kırım ve Ukrayna Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı ve Sovnarkom Başkan Yardımcısı Mihail Vasilyeviç Frunze[22] ile görüşmüş ve ata memleketi olan Kırım’a ziyaret amacıyla gitmek için ondan yardım istemiştir. Frunze’nin bu kahraman kadına gerekli ilgiyi gösterdiği ve onun delaletiyle Kırım’a gitmek için Trabzon’a geldiği, İstikbal gazetesine verdiği mülakattan anlaşılmaktadır[23]. Mart 1922’de Trabzonluların birkaç gün konuğu olan Ayşe Çavuş, Trabzon’da bulunduğu süre içerisinde Müdafaai Hukuk Cemiyeti Başkanı Barutçuzade Hacı Ahmet Efendi’nin evinde misafir olmuş, Fatih Kız Okulunda şerefine verilen çay ziyafetinde, Darüleytamda okutulan mevlitte ve Müdafaai Hukuk Cemiyeti’nde hazır bulunmuş, askerî birliklerle görüşmüş ve Trabzon’un kibar kadınları tarafından yapılan davetlere katılmıştır. Trabzon’da vatan ve bağımsızlık konularındaki konuşmaları ve yüksek vatanseverlik duygularıyla herkesin takdirini kazanan Ayşe Çavuş daha sonra Kırım’a gitmek üzere Trabzon’dan ayrılmıştır[24]. Ayşe Çavuş’un Kırım’a kadar gittiğine dair bir bilgi bulunmamaktadır. Kırım’a gitmek için yola çıktığı, ancak Batum’dan geri döndüğü anlaşılmaktadır. İstikbal gazetesinden naklen Tercümanı Hakikat’te yayımlanan “Ayşe Çavuş Ankara Yolunda” başlıklı yazıya göre; Batum’a kadar kısa bir yolculuk yaptıktan sonra dönmüş olan Ayşe Çavuş, Ankara’ya hareket etmiştir. Burada kaldığı günlerde saygıyla karşılanmış, hele kadınlar kendisine çok sevgi göstermişlerdir. (bk. S. İ. Aralov, Bir Sovyet Diplomatının Anıları, İkinci Baskı, Ankara, 1985.) Aralov’un anılarında bulunan Ayşe Çavuş’un bu resmi Fevziye Abdullah Tansel’in eserinde de verilmiştir.( Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.58.) 22. M. Frunze 13 Aralık 1921’de Ankara’ya gelmiş ve Ocak (1922)ayının ilk haftasında Ankara’dan ayrılmıştır. (Bu konuda ayrıntılı bilgi için bk. Yavuz Aslan, Mustafa Kemal- M. Frunze Görüşmeleri, İstanbul, 2002.) 23. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547. 24. Sebahattin Özel, Millî Mücadele’de Trabzon, TTK Yay., Ankara, 1991, s.206. Zeki Sarıhan’ın kitabında bu eserin yazarı, herhâlde dikkat hatasından dolayı yanlışlıkla “Bahattin Ögel” şeklinde verilmiştir.(Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, s. 306-307, dn.641.)

Veda etmek üzere İstikbal yazıhanesine uğradığında bir ipek kefiye, altın küpe göstererek bunları çocuklarına İmaret Müderrisi merhum Mahmut Efendi’nin eşi Aliye Hanım’ın verdiğini söyleyerek gazete yolu ile ona teşekkür etmektedir[25]. Zeki Sarıhan, Ayşe Çavuş’un Batum’dan döndükten sonra Büyük Taarruz’a katıldığı ve binbaşılığa bu savaştan sonra yükseldiğinin anlaşılmakta olduğunu belirtmektedir[26]. Hâlbuki Ayşe Çavuş 1925’te, İstanbul’u ziyaret ettiğinde üzerinde “Süvari Yüzbaşısı” üniforması bulunduğu Cumhuriyet gazetesinde yazılmaktadır. Bu seyahati esnasında Cumhuriyet gazetesi matbaasını da ziyaret eden Ayşe Çavuş hakkında şu bilgiler verilmektedir: “İlk Kuvayı Milliye teşkilatına iki oğlu ile beraber dahil olan, Demirci muharebesinde birinci oğlunu, İnönü muharebesinde de ikinci oğlunu şehit veren meşhur mücahide Ayşe Çavuş dün İzmir’den şehrimize gelmiştir. Bugün süvari yüzbaşısı üniformasını taşıyan Ayşe Hanım, Yunanlılarla birçok yerlerde muharebe etmiş, muzaffer olmuş bir Türk anasıdır. Ayşe Hanım İstanbul’a ilk defa olarak, ziyaret maksadıyla geldiğini söylemektedir. Kendisi dün matbaamızı ziyaret etmiş ve şu sözleri söylemiştir: Lehü’l-hamd (Allah’a şükürler olsun), bugün Büyük Gazimiz sayesinde emelimize nail olduk. Türk ve Türklük kurtuldu. Vaktiyle düşman çizmelerinin altında inleyen sevgili topraklarımızda şimdi serbest, göğsümü gere gere yürüyorum.” Ayşe Çavuş, İstanbul’da beş altı gün kaldıktan sonra tekrar İzmir’e dönmüştür. Bundan sonraki hayatı hakkında elimizde çok az bilgi vardır. Yüzbaşılık ve daha sonra binbaşılık rütbelerini ne zaman, nasıl almıştır, bu rütbeler gerçekten verilmiş midir yoksa fahri olarak sembolik bir şey midir? İkinci şıkkın doğruluk olasılığı daha büyüktür. Fevziye Abdullah Tansel, Binbaşı Ayşe’nin “Altuntac (Altıntaç)” soyadını alarak,1942’de Ankara’da Merkez Bankası’nda odacı olarak çalıştığını ve altı yıldan beri aynı vazifede olduğunu yazmaktadır[27]. 25. Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, s. 307. 26. Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, s. 307. 27. Tansel, Mücâhit Kadınlarımız, s.40.

37

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Ancak Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan bir belge bu bilgilerin bir kısmının doğru olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Ayşe Çavuş hakkında bulabildiğimiz tek resmî belge olan bu kayıt, Ayşe Çavuş’un 1941’de İzmir’de hasta ve muhtaç bir durumda olduğunu göstermektedir. Bu belgede; İzmir Valiliği Mücahide Ayşe Çavuş’un hasta ve muhtaç bir vaziyette olduğundan bahisle, kendisinin İzmir’de tedavi altına aldırıldığını 2 Eylül 1941 tarih ve 37/75640 sayılı yazı ile Müdafaai Milliye Vekâleti’ne bildirmekte, bu vekâlette durumu 18 Eylül 1941 tarih ve 42670/14094 sayılı yazı ile Başvekâlet’e iletmektedir[28]. Bu belge ışığında Ayşe Çavuş’un 1942’ye kadar altı yıldır Ankara’da olduğu savının doğru olmadığı görülmektedir. Eğer 1942 yılında Ankara’da Merkez Bankası’nda odacı olarak çalıştığı bilgisi doğru ise, 1941 yılı sonunda kendisinin Ankara’ya gönderildiği ve muhtaç durumda olmasından dolayı Merkez Bankası’na odacı olarak alındığı gibi bir yorum yapılabilir. Ayşe Çavuş’un ölüm tarihi ile ilgili de elimizde tutarlı bir bilgi yoktur. Millî Savunma Bakanlığı tarafından yayınlanmış olan “Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Kadınlarımız” adlı eserde Ayşe Çavuş’un 1942’de Ankara’da öldüğü kaydedilmektedir ki[29], bu bilginin kaynağı verilmediği gibi doğruluğu da şüphelidir. Sonuç olarak Millî Direniş Hareketimizin bu önemli kahramanı ile ilgili daha ayrıntılı araştırmalar yapılması ve birbiriyle çelişen bilgilerin tam olarak düzeltilmesi gerekmektedir. Ayrıca Türk Bağımsızlık Savaşı’nın kahraman kadınlarından olan ve oğullarını bu vatan toprağı için şehit veren bu yüce Türk anasının çok muhtaç bir duruma düşmesi ve eğer yukarıdaki bilgiler doğru ise seksenli yaşlarda odacı olarak çalıştırılmaya başlanması son derece üzücü bir durumdur ve büyük bir vefasızlık örneğidir. Günümüzde de çocuklarını bu ülke için şehit veren Ayşe Çavuş yürekli binlerce şehit 28. Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Dosya No:5523, Belge Kodu:030.10.0.0, Yer No: 56.377.5. Bu belge ekte verilmiştir. 29. Millî Mücadele ve Cumhuriyet’in İlk Yıllarında Kadınlarımız, s.121.

anası bulunmaktadır. Acaba bizler toplum olarak bu şehit analarının acılarını ne kadar paylaşıyoruz, onlarla ne kadar ilgileniyoruz, onlara maddi ve manevi olarak ne kadar destek olabiliyoruz? Bu sorulara Türk toplumu olarak verecek olumlu cevabımız yoksa Türk devleti ve milletinin yarınları gerçekten büyük tehlike altındadır. 1. Ayşe Çavuş ile İstikbal gazetesinde yapılan mülakat

“Ayşe Çavuş İdare Hanemizde. Kahraman mücahidemizin harp cephelerindeki menakıbı. Heyeti muharririye odasının kapısı açıldı. İçeri giren genç bir zabit Ayşe çavuş! Diye yanındakini tanıttı. Ayşe Çavuş yakasına siyah, kıvırcık kuzu postu konulmuş sağ koluna çavuşluk rütbesinin şekli resmisi olan iki kırmızı şerit takılmış bir paltoyu labis, dizlerine kadar Anadolu kâri ve üstü dolaklı çorap çekmiş başına koyu lacivert bir baş örtüsü sarmış, tepeden tırnağa kadar bir cengâver vaz’ ve tavrıyla ve beşeveş ve handan bir sima ile hepimizin ayrı ayrı ellerini sıktı ve oturdu. Muhterem çavuş vaziyete hemen hâkim olmuş, ruhunun büyüklüğünü bize hissettirmiştir. Her hâliyle harpten yahud harplerden yeni çıkmış bir mücahit ruhu taşıdığını belli eden bu yiğit tavırlı kadınla konuşurken, onun bütün ruhunu saran harp menakıbını ve hele Yunan düşmanlığını dinlerken bu vücudun içinde bir aslan yüreği saklı bulunduğuna hükmetmemek mümkün olamıyor. Ayşe çavuş o kadar nezih ve samimi ki muhitinde kimseye yabancılık hissini verdirmiyor. Kâinatta Yunanlılar ve hempalarından başka herkes sanki onun ya kardeşi ya evladı. Bununla beraber aklı ve fikri daima harpte. Beyanatı arasında 28 yaşındaki mahdumunun Demirci muharebesinde şehit düştüğünü naklederken gözlerinin önünde, sanki o levhayı canlandırıyormuş gibi nazarlarını sabit bir noktaya dikerek bir müddet düşündü, sonra derin bir nefes alarak ilave eyledi. Ah! keşke birkaç oğlum daha olsaydı da onlar da şehit düşseydi. Vatan yaşasın yoksa… Nazarlarımızı ulviyet ve fazilete doğru çekip

38

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


götüren bu manzara aynı zamanda gözlerimizi yaşarttı. Ayşe Çavuş’a mahal ve maksadı seyahatini sorduk. Sade ve samimi bir ifade ile şöyle anlattılar: Kırım’a gidiyorum. En asıl oralıyım. Oradan hicret etmişiz. Prezrin’de tavattun etmiştik. Balkan Harbi bizi oradan da Bursa’ya hicret ettirdi. Bilahare İzmir’e gelerek orada yerleştik. Ankara’da Ukrayna Heyeti Reisi Frunze Yoldaş ile maarife peyda ettim. Onun delaleti üzerine Kırım’ı görmek için gidiyorum. İnşallah yakında avdet edeceğim. -Yunan İzmir’i işgal edince ben oğlum Ahmet’le beraber sekiz yüz atlı toplayarak dağa çekildim. Salihli etrafında dolaşıyorduk. Düşman Salihli’yi de alınca ben bu alçakları kovup perişan etmeyi düşünüyordum. Fakat herifler Kasaba[30]’yı işgal ettikten sonra hemen her tarafı tel örgülerle sarmış, diplerine bombalar koymuştu. Bu mâniaları atlatmak bir meseleydi. Bir akşam arkadaşlardan Hasan Çavuş’a dedim ki bana beş altı çift manda ve iki kalın urgan bulabilir misin? Bu Hasan Çavuş ve hep arkadaşlar ateş gibiydi. Hem benim mandaları ne yapacağımı soruyorlar hem de tedarik etmek istiyorlardı. Zannediyorlardı ki mandaları kesip ziyafet vereceğim. Hâlbuki askerin ihtiyacı yoktu. Ne ise sağ olsunlar altı çift mandayı da ipleri de buldular. Gece geç vakit ben tel örgülere yanaştım. Kazıkların bir ikisini koparttırarak urgana, urganları da mandalara bağladım. Hayvanları Kasaba’ya doğru salıverdim. Kazıklar ve onlarla tel örgüler artık yerlerinden koparak mandaların peşinden sürüklenip gidiyorlardı. Arkasından biz de baskın veriyorduk. Kasaba’yı öyle aldık ki düşman bile nereden geldiğini anlayamadı. Hükümet dairesini bastığımız zaman fazla ateş oldu. Burada üç şehit ile altı yaralımız vardır. Fakat düşmanı temizledik. Canını kurtarabilenler esir oldu. Bu muharebede düşman çok bomba ve mitralyöz bırakmıştı. Bunları hep aldık ve bunlarla yine onları tepeledik. Ondan sonra artık daima harp, Salihli, Demirci, Simav, Gedüs (Gediz), Kütahya ve nihayet Sakarya muharebeleri, cephe muharebesi Simav’da başlamıştı. Gedüs hat30. Kasaba, Manisa’nın Turgutlu ilçesinin eski adıdır.

tında iken Osman isminde on iki yaşında bir çocuk Kütahya’dan gelerek bize iltihak etmiştir. Çavuş rütbesini alan bu yavru asker öyle harp etmiştir ki nihayet ayağından yaralanmış ve bir gözü de sakat olmuştur. Sakarya Harbinde Haymana cihetlerinde bulunuyordum, oradan da epey atlı topladım. Hele Sakarya’da öyle harp ettik ki koca dere Yunan leşleri ile doldu. Asker âdeta köprü gibi üzerlerinden geçti. Bunu evlat ve ahfadımız daima şükran ile yâd edecektir. Kahraman Çavuş bi’l-münasebe Ethem’den de bahseylemiş bidayeten kendisiyle merkumun ne suretle teşriki mesai ettiğini anlatmış ve sonra Yunanlılara teslim olmasını nakli kelamla aynen şöyle demiştir: Utanmaz namussuz Ethem! Ölecek geberecek idi de bu edepsizliği yapmayacaktı. Ne ise zaten öyle alçak herifin ne ehemmiyeti olur. Ben kadınlığımla beraber Yunan gibi aşağı bir milletin hakkından gelmeyi göze alıyorum. Mustafa Kemal Paşa gibi bir başkumandanımız, İsmet Paşa gibi kumandanlarımız sağ oldukça, bu askerle biz neden korkarız. Yunan da kim oluyormuş? İnşallah Mustafa Kemal Paşa İzmir’den İstanbul’a girecek, ben de avdette İstanbul’da kendisiyle buluşacağım. Ayşe Çavuş Başkumandan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine çok büyük bir merbutiyet taşıyor, Paşa Hazretlerini dilinden düşürmüyor. En ziyade hoşuna giden cihet Paşa’nın tavazu’udur. -Nerde diyor, o eski Abdülhamit devirlerinin azimet ve saltanatı. Asker ne yiyorsa Paşa da onu yiyor, asker ne giyiyorsa Paşa da onu giyiyor. Askerler arasında geziyor, büyüklüğün semtine uğramamış Allah onun ömrünü müzdad eylesin. Çavuşun bu his ve merbutiyeti bütün efrad ailesinde tamamiyle sirayet etmiş görünüyor, diyor ki biz Sakarya’da harp ederken Ankara’daki kızlarım (Çavuşun Ankara’da üç kızı var) belki korkarlar diye Paşa Hazretleri onları Kayseri’ye sevk etmek istedi. Fakat gitmediler. Dediler ki biz Ankara’dan ayrılmayız. Şayet anamız şehit olursa yerine biz geçeceğiz. Muharebeye gireceğiz ve nihayet icap ederse biz de bu millet için öleceğiz. Dikkat ettik, çavuş bu sözleri büyük bir zevk ile derin bir fahr ile söylemiştir. Bütün efradını

39

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


fedakârlık hissi doldurmuş bu aileden pek tatlı ve civanmert bir eda ile bahsetmiştir. Kahraman Çavuş İsmet Paşa’dan da bahsetmeden geçmemiştir. Onun da bir çok mezayasını saymış “aldığı parayı askere veriyor” demiştir. Askerlerin İsmet Paşa’ya karşı olan hissiyatını yüksek bir kanaatle anlatırken refakatinde bulunan ve zaten çavuşun cephe arkadaşı olan mecruh ve gazi mülazım Kâzım Bey dedi ki: Asker İsmet Paşa’ya derin bir itimatla merbuttur. Ordu Sakarya hattına çekilirken ben kulağımla işittim bir nefer arkadaşına şöyle söylüyordu: “İsmet bu! Yine bir kuyu kazdı. Bakalım Yunanlıları nasıl içine düşürecek.” Binaenaleyh, zabit, efrat hep İsmet Paşa’ya, Paşa da vatana merbuttur. Ankara’ya ne vakit gittiğini sorduğumuz vakit, Çavuş bizi güldürmüştür. Demiştir ki: Ben ilk silaha sarıldığım sıralarda Salihli’de harp ederken Kemal Paşa haber almış. Beni Ankara’ya istedi. Ben o sırada muharebeden nasıl ayrılabilirdim. Haber gönderdim ki “Ben şimdi düğünü bozup da gelemem. Sonra.” Nihayet harpten sonra Ankara’ya geçtim ve büyük Başkumandanımızla görüştüm. Ayşe Çavuş elli sekiz yaşında olduğunu söylemekle beraber dinç ve çevik görünüyor, gözlerinden cesaret saçılıyor, biri omuzdan diğeri diz kapağından, üçüncüsü de üstünden girip altından çıkmak üzere ayağından üç yarası olduğu halde bunlardan adeta eğlence gibi pek hafif bahsedip geçmiştir. On iki yaşındaki mahdumu kendisine refakat etmektedir. Bu muhterem kadın tekrar elimizi sıkarak veda ederken Salihli’de aldığı çavuşluk rütbesine alamet olarak taşıdığı çifte kırmızı şeritlere hürmetini ikidir bir vaz’ ile sağ kolunun dirseğini ileri doğru biraz yükselterek bir selam vermiştir. Biz de kendisini kapıya kadar teşyi eyledik.”[31] 2. Ayşe Çavuş ile Vakit gazetesinde yapılan mülakat

“Yunanlıların İzmir’e girmesini müteakip köy köy dolaşarak gönüllü toplayan ve Kasaba ile Demirci’de düşmana mühim darbeler indiren kahraman kadının menakıbı. Ankara sokaklarında her kıyafetten insan-

31. İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.

lara tesadüf olunuyor. Anadolu halkının çeşit çeşit elbiselerini Ankara kadar büyük bir vüsatte hiçbir yerde göremezsiniz. İnkılâp modasına tabii olmayanlar oldukça mühim bir yekûna baliğ oluyor. Kadın, erkek, kılık, kıyafetleri birbirine benzemeyen halk arasında en ziyade nazarı dikkati celp eden bir şey varsa o da itinadan azade bir sadeliktir. Elbisenin şıklığından ziyade kumaşının sağlamlığını aramağa başlayan halk eğer bir iktisadi noktai nazarı daimi surette yaşatabilmeğe muvaffak olursa inkılâp hayatının en canlı ve en bariz bir safhasını takviye etmiş addedileceğine şüphe yoktur. Ankara sokaklarının yapışkan çamurlarına rağmen yağışsız havalarda her taraf kalabalıklaşır. Herkes Millet Bahçesi’ne kadar bir gezinti yapmak hevesinden kendisini alamaz. İşte böyle bir gezinti esnasında idi ki, ayağında çizme, elinde kamçı, baş örtülü ve erkek kıyafetli bir kadın süratle yanımızdan geçti. Refikim olan zat “Ayşe Çavuş!” dedi. Ayşe Çavuş? Kuvâ-yı Milliye ile çarpışan kadın bu mu? Refikim başını sallayarak derhal Ayşe Çavuş’un menakıbını hikâyeye başlamıştı. Fakat ben bütün menakıbı kahramaniyeyi Ayşe Çavuş’un kendi lisanından dinlemek istiyordum. Arkadaşımdan beş dakikalık müsaade alarak hemen koştum. Yanımdan geçen bu güzel fırsatı kaçırmamak için adımlarımı sıklaştırarak Ayşe Çavuş’a yetiştim. Kendimi tanıttığım zaman derhal maksadımı anladı: -Peki evladım yarın cumadır. Namazdan sonra merkez kahvesine gel görüşelim, dedi. Ertesi gün Ayşe Çavuş iki tarafa selam vererek kahveye girmişti. Beni görür görmez tanıdı. Selam vererek yanıma geldi, oturdu. Sarışın benizli, Tatar çehreli ve elli beş yaşlarında tahmin olunuyordu. Prizrenli olan Ayşe Çavuş Balkan harbini müteakip Kasaba’ya gelerek iskân edilmiş, dördü erkek, biri kız beş evlada malik olmuş, orta boylu zaif ül bünye bir kadındır. Sigara ve kahvelerimizi içtikten sonra ne gibi maksatlar tahtında silaha sarıldığını ve hangi hislerle çarpıştığını sorduğumuz zaman gülümseyerek dedi ki; -Oğlum! Düşman İzmir’e girmiş, bizim tarafa geliyormuş dediler. Yüreğim kanadı. Bal-

40

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


kan Harbinde çok çekmiştik. Kocamı da orada kaybetmiştim. Artık bizim için ölüm var, kurtuluş yok! Dedim. Kalktım çocuklarımı alarak Uşak’a yollandık. Fakat millet muharebe yapmağa karar vermişti. Bütün köy delikanlıları silahlanmıştı. Ben de kendimde kuvvet hissettim. Çocukları Uşak’a yolladım. Damadım ve büyük oğlumla beraber çarıkları çektik. Elime bir de sopa alarak dilenci kıyafetiyle Aydın’a geçtik. Aydın’da üç gece muhtarın evinde misafir olduk. Mahalle delikanlılarını ayarttım. Kaçmanın onların erkekliklerine yakışmayacağını vatanı kurtarmak için çalışmak lazım geldiğini söyledim. Muhtar Hamid Ağa da bana yardım etti. Bana bir filinta ile 200 fişenk verdi. Civar köylerden iki yüz seksen delikanlıyı ikna ettim. Erzak ve cephanemizi düzdük. Kasaba’ya yollandık. Yunan gelmiş Kasaba’ya girmiş etrafa tel örgüler çekmişti. Bizim için Kasaba’ya girmenin imkânı yoktu. Geceleyin Salihli’ye dönmeye karar verdik. Mevsim yaz ve hava güzeldi. Geceyi dağda geçirerek ertesi gün Salihli’ye girdik. Salihli’de bize yardım ettiler “Ayşe Hanım teyzenin bütün istediklerini veririz” dediler. Allah için her şeyi de verdiler. Oradan altı çift tombay[32] ile iki kalın urgan alarak Kasaba’ya döndük. Kuvvetimiz gittikçe çoğalıyordu. Üç yüz elli kişi olmuştuk. Hepimiz silahlı idik. Gece vakti Kasaba’ya geldik tel örgü mânialarını Hasan Çavuşla birlikte urganlarla birbirine bağladık. Altı çift tombayı koşarak bir hamlede söktürdük. Fakat hınzır düşman, tellerin altına meğer bomba koymuşmuş! Bir gürültü koptu. Tombayların on tanesi parçalandı. Fakat Allaha şükür bir Müslümanın bile burnu kanamadı. Gürültü üzerine düşman silaha sarılarak bize ateş açtı. İki saat muharebe ettik. Fakat yine biz galip çıktık ve sabaha karşı Kasaba’ya girdik. Bizim bu muvaffakiyetimizi Kuvayı Milliye Umum Kumandanı haber alarak beni çağırdı. Ben de “O, o tarafta çalışsın, ben bu tarafta çalışacağım” diye haber gönderdim. Kasaba’da kaldığım müddetçe düşman keşif kollarının ilerlemesine mani oldum. Lakin 32. İzmir, Balıkesir, Edirne bölgelerinde “manda”ya verilen ad.(Derleme Sözlüğü, X, 2. Baskı, TDK yay., Ankara,1993, s.3956.

bir müddet sonra Yunan’ın Demirci’ye girdiğini haber alınca süvari olarak bütün kuvvetimle Kasaba’dan çıkarak Demirci’ye geldim. Bütün kuvvetim üç yüz elli atlı idi. Oldukça bol cephanem de vardı. Dört yüz kişilik bir düşman kuvveti Demirci’ye yerleşmişti. Fakat henüz istihkâm ve siperlerini bitirememişlerdi. O gece ani bir baskın yaparak üç koldan Demirci’ye girdik. Düşman şaşırmış birbirini kırmağa başlamıştı. Biz de tüfenkten ziyade kılıç ve süngülerimize dayandık. Saatlerce muharebeden sonra düşmanı söküp çıkardık. Süngülerimizden kurtulabilen kaçtı. Demirci’den Simav’a geçtik. Orada Kuvayı Milliye Kumandanı bana: “Seni Mustafa Kemal Paşa görmek istiyor, Ankara’ya gideceksin” dedi. Ben de Ankara’ya yolandım. İstasyondaki dairesinde Paşa beni kabul etti. Hizmetimin mükâfatını vermek istedi. Ben de milletin sağlığını, vatanın kurtulmasını istediğimi ve serbest bırakılmaklığımı söyledim. Ankara’dan yine elli dört arkadaş topladım, oğlum ve damadımla beraber Kütahya’ya geçtim. Ben orada iken düşmanın Gediz’e girdiğini söylediler. Arkadaşlarımla hemen yola çıktık. Akıncılık yapmak istiyordum. Hamidiye Köprüsüne yaklaştığımız zamanda karşıdan bir otomobil gördük. Atlarımız ormana çekerek pusu tuttuk. Otomobil yaklaşınca ve içinde iki Yunan zabiti görür görmez “ateş” kumandasını verdim. Bir dakika içinde makinecisi ile beraber üç Yunanlının cesetleri otomobilin içine yuvarlanmıştı. Otomobil kullanmağı bilmiyorduk. Bunu hayvanların arkasına bağlayarak sürükleye sürükleye Kuvâ-yı Milliye Kumandanına getirip teslim ettim. Bu suretle iki makineli tüfenk iğtinam etmiştik. İşte bu muvaffakiyet üzerine beni çavuş yaptılar ve artık herkes bana Ayşe Teyze yerine Ayşe Çavuş demeğe başlamıştı. Gediz’de bir müsademede bir oğlum ve Demirci’de damadım şehit oldular. Diğer çocuklarım da Afyon’a geçmiş oradan Ankara’ya gönderilmişler. Artık yorulmuştum. Hem dinlenmek hem de çocuklarımı görmek için Ankara’ya geldim. Ankara kumandanına silahlarımı, müfrezemi, atlarımızı teslim ettim. -Yine harp etmek arzusunda mısınız? -Ah oğlum! Artık diyeceğim. Benim tüfen-

41

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


gimi, atımı verseler bir dakika durmam. Lakin Ankara kumandanına ne vakit yanına gitsem: “Vatan ve millet uğruna senin hizmetin kâfidir, sen artık evlatlarının yanında istirahat et Ayşe Çavuş...” diyor ve beni tatlı dil ile evime gönderiyor. Fakat yine cepheye gitmek, akıncı kuvvetleriyle beraber düşmana birkaç bomba atmak, köylerde evlatlarımın intikamını almak fikrini yenemiyorum, diyordu. Ayşe Çavuş derin bir ah çektikten sonra son sigarasını yaktı. Birer kahve daha içtik. Oğluyla birlikte çektirdiği resmini vereceğini vaat etti ve elini uzatarak kalktı. Askerce elimi sıktıktan sonra kahveden çıktı, gitti. Artık her gün Ayşe Çavuş’a tesadüf ediyordum. Aynı kıyafetle kahveye geliyor, bir erkek gibi kahvesini ısmarlıyor ve bir erkek gibi zabitan arasında dolaşarak onlardan her gün muharebe havadisleri topluyor. Lütfi Arif ”[33]

(Sovyet Rusya Ankara Büyükelçisi S. İ. Aralov’un “Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata 1922-1923” (Sovyet Diplomatının Anıları) adıyla Rusça yayınlanmış olan eserinde Ayşe Çavuş’un bu resmi de bulunmaktadır. Resmin altında “Bağımsızlık Savaşı Direnişçisi Çeteci Ayşe Çavuş” yazılmaktadır. S. İ. Aralov, Vospominaniya Sovyetskogo Diplomata 19221923, Moskova, 1960, s.151.)

Ayşe Çavuş'un (1925 Yılında İstanbul’u ziyareti esnasında Cumhuriyet Gazetesinde Çıkan Resmi, Cumhuriyet, 30 Haziran 1341/1925, Numro:412.)

33. Lütfi Arif, “Ayşe Çavuşla Mülakat”, Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.

42

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Kırım’a gitmek üzere Trabzon’a geldiği esnada İstikbal Gazetesi’nde Ayşe Çavuş ile yapılan mülakat, İstikbal, 1 Mart 1338/1922, Numro:547.

1925 yılında Ayşe Çavuş’un İstanbul’u ziyaretini duyuran haber, Cumhuriyet, 30 Haziran 1341/1925, Numro:412.)■

Vakit Gazetesi’nde Ayşe Çavuş ile yapılan mülakat, Vakit, 5 Şubat 1338/1922, Numro:1492.

43

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Kahraman ve kadın TANER TATAR

K

ahraman, özünü gürleştirerek alplık makamına ermiş insandır. Gürleştirilen öz, ruhtur. Ruhu nefsine galebe çalan alplığa erer. Nefsin en büyük korkusu olan ölümü öldürerek dirilen kişidir kahraman. Sadık Tural’ın kaleminde kahraman “gözünü tan ile; nefsini iman ile; vatanını can ile; bağımsızlığını kan ile yıkadığı için özgürlüğü helâl olan insan”dır. Kahramanımız batıl dünyadaki gibi Olympos’da ikamet etmez. Öz dünyamızda kahraman, ölünce göğe yükselir; yeryüzünde ise alptir. Üstte mavi gök çökünceye, altta yağız yer yarılıncaya kadar Göklerden gelen kararı icra eder. Dağlar demirden olsa bile eritir ve engelleri aşar. Üzerinde ikamet ettiği atıyla, mefkûresi istikametinde dörtnala koşar. Kıtalar kendisine yaklaşır, kılıcını suya çarpıp denizleri aşar. Namahrem eli uzandığında kaçmaz, dönmeyi düşünmeden göğsünü kale diye çekip siper eder. Atsız’ın kalemiyle:

Kahramanın cinsiyetinin bulunmaması Türk’ün kadim geleneğidir. Dede Korkut Kitabı’nda gelenek ete kemiğe bürünür; Banı Çiçek olur, Selcen Hatun olur. Kahraman kadın, tıpkı erkek gibi atını rüzgârla yarıştırır, attığı ok yere düşmez, kılıcı kâfir biçer. Erkek de evlenmek için talip olduğu kızda bu özellikleri arar.

“Kahramanlık ne yalnız bir yükseliş demektir, Ne de yıldızlar gibi parlayıp sönmektir. 44

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Ölmezliği düşünmek boşuna bir emektir; Kahramanlık; saldırıp bir daha dönmemektir.” Kahramanı ölümsüz yapan şöhreti değil, eseridir. Eserde müessiri görebilmek, ona yâr olmaktır. Kahraman, yârin gönül tahtına konandır. Şöhretin tazyiki ve cazibesi ölümlüdür, kahramanı ölümsüz kılan; gönülde gizlenebilmesidir. Gönülde gizli olan, gönüllülerce paylaşılır sessizce. Yol; gizli, gizli! Giz, gözde aşikâr. Dil; gizli, gizli! Kahramanın bizatihi kendisi bir şahsiyettir. Bu şahsiyetin bir cinsiyeti yoktur. Cinsiyet zata özgü değil, sıfata dairdir. Kahraman ise Zat’ın tecellisine mazhar olandır; kahramanlığın tecelligâhı da kalptir. O halde kahraman kalbini Hakk ve hakikatin emrine teslim edendir. Bu sebeple kahraman kula teslim olmaz. Kul karşısında dik durabilmek için secde-i rahmana baş koyar, yürür de ayağı yerdeki gölgelere takılmaz. Altından taht da olsa verilen makama oturmaz. Viran olası hanede bulunan evlad-ü ıyalın arkasına saklanmaz, onları Hafız-ı Zülcelal’e emanet eder, candan vazgeçer. Yardan da geçer, serden de! Davası kendisine yardır, kahramanlıkta yar yoluna baş koymak vardır. Vatan kendisine yardır, kendisi vatana! Kahraman ne ayartır, ne de ayartılır. Âlemin ayarı bozulmasın diye gözünü karartır. Gözü kara olan muhasebe yapmaz, her iki cihanda alnı aktır. Kahramanın cinsiyetinin bulunmaması Türk’ün kadim geleneğidir. Dede Korkut Kitabı’nda gelenek ete kemiğe bürünür; Banı Çiçek olur, Selcen Hatun olur. Kahraman kadın, tıpkı erkek gibi atını rüzgârla yarıştırır, attığı ok yere düşmez, kılıcı kâfir biçer. Erkek de evlenmek için talip olduğu kızda bu özellikleri arar. Mesela babasına evlenme isteğini ifade eden Beyrek aydur: “Baba mâna bir kız alı vir kim men yirümden durmadın ol turmah gerek, men kara koç atuma binmedin ol binmeh gerek, men karımuma varmadın ol mâna baş getürmek gerek, bunun gibi kız alı vir baba mâna didi”. Sadece erkek değil, kız da evleneceği erkekte kahramanlık özellikleri arar. Tıpkı Banı Çiçek gibi evleneceği erkeğin kendisinden hızlı ata binmesini, kendisinden iyi ok atmasını ve hatta güreşte kendisini yenmesini ister. Nihayet iş savaş-

maya geldiğinde kadın-erkek bir olur. Nitekim Selcen Hatun ile Kan Turalı kâfirler tarafından sarılınca, önce Selcen Hatun davranır: “Selcen Hatun at oynatdı, Kan Turalınun önine kiçdi. Kan Turalı aydur: Görklüm kanda gidersin didi. Aydur: Big yiğit baş esen olsa börk bulınmaz mı olur, bu gelen kâfir çok kâfirdir, savaşalum, dögişelüm, ölenümüz ölsün, diri kalanumuz odaya gelsün didi. Burada Selcen Hatun at saldı. Karımın basdı, kaçanın kovmadı aman diyeni öldürmedi. Eyle sandı kim yağı basıldı. Kılıcının balçağı kan, odaya geldi, Kan Turalıyı bulunadı”. Kocasını bulamayınca Selcen Hatun, kocasını bulmaya ve kurtarmaya gitti. Dedem Korkut’tan günümüze tarihimizi kahramanlar yapar, cesur kalemler de onu kahramanca yazar. Yüreğine yazdığını kâğıda salar. Kâğıt buram buram vatan kokar. Vatan deyince akla gelen kahraman kalem, Namık Kemal’in elinde parlar. Namık Kemal için vatan yahut Silistre! Daha sonraları cephelerde boy gösterecek çok sayıda yiğit kadınlar, Zekiye karakteriyle canlandırılır. Zekiye, erkek kıyafetine bürünerek Âdem ismiyle sevdiği adam olan İslam Bey’in arkasından gönüllülere karışıp Silistre’de cepheye gider: “Arş yiğitler vatan imdadına!” “Çocuklarımıza bırakacağımız tek miras, büyük bir tarihi olan Türk olduğumuzu söylemektir” diye haykıran Halide Edip, kendisinin ve milletin giydiği ateşten gömleği Ayşe’nin şahsında romanlaştırır. “Ah Selanik!” diye son nefesini veren Ömer Seyfettin’in kaleminde kahraman kadın ‘Yalnız Efe’dir. Efem, on altı yaşında bir ince güldür, zalimler için dikenleri keskin kılıçtır. Vurulup da can verdiğinde, geyik postundan seccadesinde yeşil başörtüsü bırakıp gönüllere çekilmiştir. Kemal Tahir “Esir Şehrin İnsanları”nda Nedime Hanım’ın şahsiyetinde cesaret, vatan sevgisi, liyakat ve fedakârlığı ete kemiğe büründürür. Elbette ki bu toprakları roman ve hikâyeler vatan yapmadı. Vatanın yapılışını izhar etti. Bin yılı aşan sürede topraklar şühedayla yoğruldu, beş vakit alınlarımızla mühürlendi. A. N. Asya’nın kalemiyle söylersek: “Vatan ettim sizi ey topraklar/ Beş vakit damgalayıp alnımla”. Duygularım taş plağa dönmüş; sislerin dağılmasını bekliyorum,

45

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


kara bahtımla. Kaybolan bir kelime midir vatan? “Vatan topraklaşınca millet vatansızlaşır” demiş düşünür. Böyle bir kelime, mezara girmemeli, ta ki son temsilcisi oraya girmeye görsün. Bu kutlu kelime kirli dillere dahi teslim edilmeye. Türküler devam etmeli söylenmeye: Türkü türkü tohum serpildi Anadolu’nun toprağına, taşına Yunus yunus fidanlar yükseldi Yeşerdi binbir fidan her bahar Anadolum döndü çiçek bağına.

sırtına yaslandığı toprak dokusu tarihe karıştı: “Yolum düştü geçende Arandım o ellerde Bahçesinde bağında, Çayırında dağında Nerde o koku nerde? Dediler: son günlerde Bir belâ yeli esti, Hepsini kırdı, kesti!” Vatan şairi:“Görmeden ölürsem millette ümid ettiğim feyzi/ Yazılsın seng-i kabrime vatan mahzun ben mahzun”diyordu. O’nun seng-i kabrinde değil ama bizim bin pare yüreğimizde yazı: Hala vatan mahzun biz mahzun. Koca Akif ’in kelimeleriyle feryadımızı, Ferhat’ça seslendirirsek:

Küheylan küheylan koştu, durmadı Hilal’in Avrupasına ta ki Afrikasına Sırma sırma sardı kokusu Semada buldu aydınlığını Kondu bir cihanın başına

“Yâ Râb, bu uğursuz gecenin yok mu sabâhı? Mahşerde mi bîçârelerin, yoksa felâhı! Nûr istiyoruz... Sen bize yangın veriyorsun! Yandık diyoruz... Boğmaya kan gönderiyorsun!”

Türküler hep söylenir oldu Sevdalar dizildi yiğitlerin bağrına. Çiçeklerle vatan yapılan ey toprak! Asırlarca tüten kokun nerede? Ecdat, çiçekleri serdi yere, “Anakokusu” dedi ismine; bir dur bakalım, nasıl geldi bu güne? Ahmet Cemal Bey’in kaleminden damladı kokusu, düştü ak yaprakların üstüne: “Evet “Ana Kokusu” Bütün toprak duygusu. Büyük analar onu Ana vatandan almış Rumeli’ye salmıştı; Analar enikonu Oralarda çoğalmış, Kök salmış kocalmıştı Rumeli baştan başa Analarla dolmuştu: Balkanlar taşa taşa “Ana dolu” olmuştu...” Bu koku, Tuna önlerinde yakılan ağıtlara karıştı. Vatan toprağı el toprağına karıştı. Tuna, suyunda abdest alan ele hasret! Dörtnala koşan atlıyla yarışan coşkusu, beş vakit ak alınlarla mühürlenen;

Şikâyet yerine şükür ve şükran düştü bize. Koca vatanperverler değil de, ya vatan girseydi kabre! Edepli kalemler vatan aşkını kara gözlerden ak sayfalara yazdı. Yazılanlar piyes, roman, hikâye, destan, şiir olmakla kalmadı. Her biri bir hakikat oldu. Canlar cemre olup toprağa düşerken; vatan, ay yıldızlı al bayrağın altında selamete erdi. Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaşta oyunda oynaşta bulunmayıp cepheye koşan on beşlilerin yanında, anneler sadece onları doğurmuş olmakla, bacılar da sadece Fatihler doğuracak yaşta bulunmakla yetinmedi, harbe seferber oldu; her biri bizatihi kendisi fatih oldu. Fatihler Melek Reşit Hanımın öncülüğünde “Anadolu Kadınları Müdafaa-i Vatan Cemiyeti”ni kurup birlik oldu. Onlar gibi Bolu Müdafaa-i Vatan Gazi Kadınlar Cemiyeti de ölmeye hazır olduğunu tüm dünyaya ilan etti: Denizleri azdıran fırtınalar kasırgalar; Türk kanını coşturan da vatana, hürriyete hakka tecavüz ve esarettir. Bir zamanlar bayrağını Türkistanlara Mohaçlara diken dünyaya hâkim olan cihangir bir millet Yunan gibi bir çetecinin boyunduruğu, zulmü, kahrı, çirkin, medeniyetsiz hükümleri al-

46

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


tında yaşamaktansa ölüm döşeğinde yatan ihtiyar kadınına kadar çalışarak şerefle afif mevcudiyetiyle ölmeğe hazırdır.” Hazırlık sözde kalmadı, vatanın her köşesinde alp-yiğit kadınlar anne sütüyle besledikleri milliyet şuurunu, şühedalarıyla ebedi kıldı. Bedbaht ve sevgili analarımız, topraklarını matem ve zillet çamurları içinde görmeye razı olmadılar ve semalar kadar yüksek tuttukları kıymettar namuslarıyla göğe yükseldiler: Yar için nikâhlanmış ten namus, Son nefeste Allah diyen dil namus, Vücut denen hamurun mayası olan vatan namus, Göklerde “Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Resûlullah” diye çırpınan bayrak namus. Ve Asım’ın annesi: işte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek, Namus için analar can verecek.

Yirmi yaşında bir çiçekti Nene Hatun; cepheye giderken iki fidanını geride bıraktı, Aziziye tabyasına elinde satırıyla daldı; satırını hilale yükseltip hızla alçakları budarken, şehitlerinin kanını yerde bırakmadı, Erzurum’u Rus çizmesine ve onların sünepelerine çiğnetmedi. Secde-i Rahmanda ağaran saçlarıyla Ninemin kalbi hep vatan için çarptı. 18 Mayıs 1915 keskin nişancı Türk kızı hayatının baharında; dünya onunla yirmi yıldır güzelleşmiş, dünya güzel kalsın diye oya işler gibi sürekli tetik düşürmekte. Tetikle birlikte düşman da yere serilmekte. Sergisi el emeği göz nuru; vatan toprağında açılan sergi, toprağı allar, kendisi de uçmağa vardığında bedeninde elli iki adet kurşun yarasını nişan diye takıp cennete gelin gider. Çanakkale’de evinde yaşlı anne ve çocuğuyla Türk kadını, düşmana teslim olmaz. Mermisi bitinceye kadar ateş etmeye devam eder, ele geçtiğinde on altı düşman askerinin künyesi vardır üzerinde. Yerde toprak, gökte yıldızlar O’na hürmette! 15 Ağustos 1915 Pazar günü düşman büyük bir saldırı düzenler; amaç bir tepeyi ele geçirmek. Ancak makinalı tüfeklerin gürleyen sesinin yanında teker teker ateşlenip de hedefle buluşan mermiler var. Yeşile boyanmış kızlar, ortalığı

kızıla boyamakta. Her attığını vuran keskin nişancı kadın askerler düşmana cepheyi cehennem etmekte! İstikbâl, onlarla yeşermekte. Mücahide Hatice Hanım, Ahmet ismiyle erkek kıyafeti giyer. Çanakkale Anafartalar’da 56. Fırkada savaşır, şarapnel ve kurşunlarla dokuz yerinden nişanlanır sevdalandığı vatanına, millî mücadele zamanı geldiğinde yine gönüllüdür. Zira vurgundur aziz vatan toprağına. Halim Çavuş olarak anılan Halime, erkek kılığına girip savaşanlar arasında bir diğer yiğit gazi. “Ben öleceğim de ne olacak? Yüz bin kişi kurtulacak” diyerek sadece cephaneyi değil milletin kaderini omuzlayan bir kahramandı. Bacağını kaybetti ama milletine helâl bir vatan armağan etti. Onbaşı Kara Fatma

Karalar bağlayan Fatmalar, destan üstüne destan yapan kahramanlar! Dedem Korkut’un “Ol Ayişe Fatıma soyıdur hanum. Anun bebekleri yetsün. Ocağuna bunçılayın avrat gelsün” dediği, sadece “ivin tayağu” değil koca vatanın da tayağu oldular. Ol kahramanlardan olan Fatma Seher, Erzurum’dan Balkanlara, Balkanlar’dan Anadolu’ya vatanın her karış toprağında cephelerde düşmanı kahreden, dünyevi rütbesiyle kendisini onbaşı olarak takdim eden bir üsteğmen ve O’na hayran has bir delikanlı! İstiklal Harbi sonrası aradan yıllar geçmiştir. Haydarpaşa’dan Konya’ya biz yaz günü Kuleli Mektebinin öğrencileri seyahat etmek üzere gecikmiş olan seferi bekler. Delikanlıların ellerinde güzellik yarışmasında dereceye giren hanımların fotoğrafları var. Her bir delikanlı kendisince güzel gördüğünü arkadaşlarına gösterip, latifeler yapar. Ortam, cıvıl cıvıl. Bir sütuna sırtını yaslamış duran erkek gibi bir kadın delikanlıların dikkatini çeker. Merakını tütünüyle dürdüğü, vefa olup kâğıdına girdiği, hasretiyle beleyip de sardığı sigarasından, derin bir nefes alıp, kederini dumana katarak üflemektedir. Gülüşür gençler, bir taraftan ellerinde güzellerin hayallerine bakarlar, diğer taraftan başında kasketi, sırtında eskimiş ceketi, şalvar pantolonunun üzerine çektiği çizmesi ve elinde kamçısıyla karşılarında durana yönelik olarak erkek mi kadın mı diye şakalar yaparlar. Sesleri o kadar yüksektir ki lüzumsuz mu-

47

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


kayeseler herkes tarafından duyulur. O sırada has delikanlının elinden resim uçar ve kara çizmelerin önüne düşer. Delikanlı yere eğilip resmi alır ve tam doğrulurken kadınla göz göze gelir. Kendi tabiriyle o bakışlar altında böcek gibi ezildiğini hisseder. Söylenenlerin tamamını duymuştur ama cevap vermemiştir kadın. Sadece bakışlarıyla terbiye etmiştir. Suskun ama vurgun bir şekilde oracıkta kalıverir delikanlı. Bir süre yerinden kalkamaz. Kadın elindeki kamçısını üç defa çizmesine vurur. Çıkan ses yüksek olmamakla birlikte ona bakanları susturmaya yeter. Suskunluk halka halka yayılır ve alabildiğine derin bir sessizlik çöker. Müdüriyette bulunan komutan sessizliğin sebebini anlamak üzere dışarı çıkar. Öğrencilerin suskun bir şekilde baktıkları yöne doğru merakla ilerler. Karşı karşıya geldiklerinde kadın, elindeki sigarasını atıp hazırola geçer ve tekmili tren garında yankılanır: “Onbaşı Kara Fatma”. Şimdi herkes tanır kahramanı ve hep birlikte selama dururlar. Gençler bir koridor oluşturacak şekilde dizilip selam dururlarken, komutan ve Kahraman Fatma aralarından vakarla yürür gider. Bu anı yaşayan Has Delikanlı kemalatının zirvesinde hatırasını dile getirirken çektiği “ah”, o anı anlatan en derin ifadedir. Her şey bir “ah”ta aşikâr olur. Kâmil insan Kasım amcam der ki “bana öyle baktı ki bütün ömrümce o bakışı aradım. Ne örtülü ne de dağınık saçlı hiçbir kızda o bakışları bulamadım, nihayet bekâr kaldım”. Bu hatırayı kaleme alırken yazdığım her harf, kahramanlarımız için saf tutmakta ve selama durmaktadır. Safımız sık ve düzgündür, lakin hal-i perişanımızdandır ki kalbimiz üzgündür: Perişan halin oldum sormadın hal-i perişanım Gamından derde düştüm kılmadın tedbir-i dermanım Ne dersin rüzgârım böyle mi geçsin güzel hanım Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultanım (Fuzulî) Anlatmakla bitmez ki

Kosova’dan Çanakkale’ye gelir Zeynep Mido Çavuş, vatan imdattadır. Şehadet şerbetini içerken Zeynep Mido Çavuş, bir kez daha

vatan yapmıştır, toprağı. Toprak, yüreğine sarıp sarmalarken sevdalısını, huzurdadır. Nezahat Hanım, babası Albay Hafız Halit Bey ile cepheden cepheye koşarken Çanakkale 70. Alay’da atının üzerinde devleşti; altı yüz kişilik alayı ardına katıp düşmanın üzerine yağdı. Selcen Hatun’dan almıştı eli, sevdiğini kurtarmaktı onun da kaderi. Şerife Bacı, taşıdığı cephaneyi ve yanındaki yavrusunu canından aziz bilir. Kazağını top mermisine, şerefli canını da yavrusuna yorgan yapıp sarmalar ve ebedî uykusuna dalar. Şerefli makamına erdiğinde, geride öksüz bir evlat ve özgür bir vatan bırakır. Eşini Balkan Harbi’nde, büyük oğlunu Aydın’da Yunanlılarla mücadelede, küçük oğlunu da İkinci İnönü harbinde şehit vermiş bir anneydi Ayşe Hanım. Cepheler arasında mekik dokuyan, Sakarya’da Gazi olan Ayşe Anne, “analar ağlamasın” diye bir sözün duyulmadığı çağda, yavrularını kendi elleriyle kınalayıp, omuz omuza çarpışmıştı. Zira sonsuza kadar sağ kalacak olan Devlet-i Aliyye-i Türkiye idi. Nihayet: Cephede omuz omuza, tetik düşürür kınalı eller, söz konusu vatan olunca yoktur cinsiyet; vatan-millet ona emanet. Yaralılar sedyede, şefkatli eller üzerlerinde, gözlerde merhamet; canlar ona emanet. Ellerinde iğne, iplik, makas, yün, ay ışığından gün ışığına örülenlerle giyinir Mehmet; tenler ona emanet. Kermesler düzenlenip toplantılar yapılır, istenen madde değil merhamet; yardımlar onlara emanet. Meydanlarda, evlerde, işyerlerinde, sokakta canhıraş hitabet; efkâr-ı umumiye onlara emanet. Gece-gündüz hamaratça bir çalışma, üretilen top, mermi, fişek her biri büyük servet; düşmanı kahredecek cephane ona emanet. Cephanenin sağlam ulaştırılması için donma pahasına nakliyat, siperde doğrulan namlu ona emanet. Emanet emin ellerde, ilk hedefleri Akdeniz; dilde tekbir, elde Kur’an, makam şehadet; işte, vatanı selamete erdiren istikamet.■

48

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


SEVAL KOÇOĞLU

Savaş devam ederken bir köyde kısa süren bir gezinti

B

ahçedeki ocağın (uzun zamandır kullanılmadığı belli olan) isli taşlarıyla oynayan çocuklar içeriye girdiler. Kerpiç evin toprak tabanının ortasındaki eprimiş kilimin etrafını çevreleyen ot minderlere tünediler…Çocukların cılız, acıklı hallerine baktım. Onlara kırmızı elmalı, yoğurtlu, pekmezli bir hayat mümkün kılabilselerdi. Ama savaştı işte dışarıdaki, tepelerin ardındaki, denizin üstündeki, siperlerin gerisindeki… Savaştı işte çocukları çiğneyip, tadını beğenmeyip tüküren. Ya da daha kötüsü: Yutan, sindiren… Önlerine bir tas konuldu. İçinde haşlanmış kırık buğdaydan başka bir şey olmadığını eğilmeden de biliyorlardı…Ben de biliyordum ki hiç oralı olmadım. Ama yemeye, hemen ardından da gürültülü bir kavgaya başladılar…Bu sesler hoşuma gidiyor. Etrafta ses yok. Eskiden olurdu. Davul sesi olurdu mesela. Evlenen birilerinin düğününde... Beni çağırırlar mıydı, çağırmazlardı tabii. Akıllarına gelmezdi davet etmek.Bu köydekilerin hepsi iyi insanlardır . İsterler ki hep birlikte sevinsinler. Tek başına sevineni, güleni garipserler hatta. Ama ağlarken çoğu kez yalnız olmak, tenhada olmak, gecede olmak isterler… Oysa geceleyin gözyaşları nasıl da parıldar! Her bir damlanın ayrı bir rengi olur neredeyse.Uzaktan bakarken bile büyülenirim. Ama yakına gitmek istemem. …Bir ara uzaklara niyetlendim. Buradan tamamen ayrılmaya değil de etrafta ne var ne yok diye bakmaya. Güneş tam doğmadan, belli belirsiz bir karanlıkta yola çıktım. Eskiden olsa bu vakitlerde tarlasına giden köylülere rastlanırdı. Kalabalık ailelerinden, eli işe yatkın çocuklarından beraberlerinde götürdükleri olurdu. Yorgunluğa giderlerdi, çok çalışıp az kazanmaya giderlerdi. Şikâyet ettiklerini kimse duymazdı ama. Umut da birdi onlar için umutsuzluk da. Alışkanlık halinde yaşarlardı. Yaşamak alışılan bir şeye dönüşüyor da ölüm her seferinde bu alışkanlığı taşa çalan bir haramî gibi kalakalıyor. Hele böyle çığlık, kan, toz, toprak, açlık, yokluk, yeşil, zulüm, yara, korku, kurşun, karanlık, baskın, ev, beyaz, uyku, yorgunluk, bitkinlik, tükeniş, ümitsizlik, kara, ihanet, şeref, kahramanlık, güven, cephe, haber, emir, itaat, siper, komutan, türkü, kırmızı, asker aynı kazanda kaynatılınca ortaya çıkan icadın marifetiyse ölüm… Dolaştığım, etrafında kırık çizgilerle hayalî bir çember çizdiğim yeri yani benim köyümü korkunun tüm hallerine bürüyerek sesini sedasını kesen, kokusunu değiştiren yoğun kara örtünün adı her neyse… Geceleri göğe baktığımda ne çok yıldız olurdu oysa… Azaldı. …Bitişik köye kadar gelmişim farkında bile olmadan. Farkında olmak çoğu zaman benim yapacağım şeylerden değildir zaten. Bütün köyler aynı kaderin içinde birer çizgi, birer noktaydı şimdi. Korku, ölümün gerisinde kaldığında hayat da ancak bir kötü uydurulmuş bir efsane kadar inandırıcı iken, bir insanı başka insanlardan, bir köyü diğer köylerden ne ayırabilirdi ki? Sıralanmış bodur ağaçlar vardı bu köyde de… Topallayarak evinden çıkan ihtiyar, ağaçların birinin altında kımıldayan karaltıya koynundan çıkardığı ufak bohçayı uzattı. Eğilip gizlice bir şeyler söyledi sanki ya da kendisine kısık sesle söyleneni, duymaya anlamaya çalıştı. Karaltı yerinden doğruldu. Genç bir adam daha doğrusu bir yeniyetmeydi. Kolunun biri yerinde görünmediğine göre gönderilenlerden biriydi. Bohçayı aldı. Ayağa kalktı. Evine doğru uzaklaşan ihtiyara baktı. Benim köyüme giden yola koyuldu. Yanına gittim, hiç ses çıkarmadan. Ağır ağır yürüyorduk. Kolsuz genç bohçadan çıkardığı ekmekten ufak bir parçayı deminden beri yanında yürüyen köpeğe uzattı. Bir insana uzatır gibi…■ 49

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Hikâyelerde savaşın kadın kahramanları İSMAİL ÇETİŞLİ*

İ

lk bakışta şaşırtıcı olsa da, “savaş” ile “edebiyat” arasında ciddi bir ortaklık vardır. Bu ortaklık, savaş ve edebiyatın merkezinde hep insanın bulunmasında tezahür eder. Zira savaşları çıkaran, icra eden ve sonucundan etkilenen insandır. Öte yandan edebiyat bir tür insan faaliyetidir; bu sanatın konusu ve alıcısı da insandır. Bu gerçeğe, savaşın birey ve toplum hayatını etkileme rolünü de eklemek gerekir. Şiir, hikâye, roman ve tiyatro türleri bir yana, destan, efsane, gazavatnâme, cenknâme gibi önemli ölçüde savaş ekseninde var olan müstakil türler, edebiyatın ana konularından birinin savaş olduğu gerçeğini ortaya koyar. Adı geçen edebî türler, bireylerin hayatları ve toplumların tarihlerinde büyük önem arz eden savaşları hem çağdaş hem de geleceğin okuyucu/dinleyicilerine anlatarak zihinlerde yer etmesini sağlar; bir anlamda toplumsal hafıza oluştururlar. Öyleyse savaş ve edebiyatın öznesi her halükârda insandır. Nitekim Tanzimat’tan günümüze uzanan dönemde Türk edebiyatı önemli ölçüde savaşlardan beslenir. Zira XIX. yüzyılın son çeyreği ile XX. yüzyılın ilk çeyreği arası yarım asırlık dönem, Osmanlı-Türk toplumunun tarihinde kelimenin tam anlamıyla “savaş yılları”dır. Peş peşe gelen Doksanüç, Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya ve İstiklâl savaşları, Türk millet için tarihinde görülmeyen bir felâket, İmparatorluk içinse tam

30 Ocak 2015 Cuma, Bizim Külliye dergisinin ajandasında İsmail Çetişli Hocamızın “Hakk’a yürüme günü” olarak yer aldı. Otuz yıllık akademik hayatına onlarca makale ve zengin içerikli 16 eser sığdıran Hocanın ömrü, çerçevesini sanat, edebiyat ve dilin oluşturduğu alanın tasvir ve tefsiriyle geçti. Hikâye dedi, roman dedi, şiir dedi… Hani kimileri cennetle kimileri değerli büyüğümüz Bâkiler’in ifadesiyle Kur’an’la, şair şiirle müjdelenmiştir ya, İsmail Çetişli Hocamız da ilimle müjdelenenlerden. Yıllarca ‘roman teorisi’ üzerinde kafa yormuştu, yoruyordu. Kader, kendi romanının sonuna geleceğini ona hiç hissettirmiş miydi, bunu bilemeyiz, ama Hocamız gibi bir bilim adamı bedeninin toprağı, ruhunun gökleri süslediğini biz pekâlâ hissediyoruz. Kelamını bitirmeden kalemini kıran Hocamızı erken kaybettik. Kalem tutmayı, kelam etmeyi öğrettiği öğrencileri onun bıraktığı yerden devam edecektir. Nur içinde yat Hocam. Bizim Külliye

* Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Ü.

50

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


bir “yıkım” olur. Cephede veya cephe gerisinde milyonlarca insanın şahadeti, bir o kadarının hicreti, bir türlü sonu gelmeyen sıkıntı, yokluk ve acılar ile koca bir İmparatorluğun yağmalanması, söz konusu savaşların acı bilançosunu oluşturur. Dolayısıyla belirtilen dönem şiir, roman, tiyatro türleri kadar modern Türk hikâyesinin de, toplum-edebiyat ilişkisi doğrultusunda bu savaşları -nitelikleri ve kalitesi tartışmaya açık olmakla birlikte- yansıtan bir ayna olduğu söylenebilir. Bu yazıda edebî türlerden “hikâye”lerde yer alan “savaşın kadın kahramanları”; onların düşmanın saldırısı karşısında değerleri uğruna ortaya koydukları kahramanlıkları üzerinde durulacaktır.[1] Yazı metin olarak 40 yazarın konuyla ilgili 100 hikâyesi; savaş olarak da, Osmanlı-Türk toplumunun XX. yüzyılın başında yüz yüze kaldığı Trablusgarp (1911), Balkan (1912-1913), Birinci Dünya (1914-1918) ve İstiklâl (1919-1922) harpleriyle sınırlandırılmıştır. Hemen belirtelim ki hikâyelerde savaşın kahramanları olarak birinci sırayı erkekler; ikinci sırayı ise kadınlar alır. Bu kadınların büyük çoğunluğunu da “ana”lar oluşturur. Kocası veya nişanlısının savaştan dönüşünü bekleyen veya savaş ortamında çeşitli sıkıntı ve saldırılarla yüz yüze kalan kadınlar -bunların bir kısmı da anadır aynı zamanda- ve genç kızlar, analardan sonra gelirler. Hikâyelerde analar, çok büyük ölçüde, oğullarını tedirginlik içinde cepheye göndermiş; o andan itibaren de büyük bir hasretle haberleri ve sağ-salim eve dönüşlerini bekleyen insanlar olarak karşımıza çıkarlar. Analar, bin naz ü niyazla büyütüp yetiştirdikleri evlâtlarını, gözyaşları içinde, ama gururla cepheye gönderirler. Bu andan itibaren onların gözleri yollarda, kulakları gelecek haberlerdedir. Ancak bu gözler yıllar yılı yollarda kalır; alınan haberler de yürekleri dağlar. Zira yıllar sonra gelen bir mektup veya haberci, hep oğullarının şahadetini haber verir onlara. Bu haber karşısında analar bağırlarına taş basar, acılarını yüreklerine gömerler. Bazıları, evlâtlarından hatıra kalan birkaç parça eşyaya ve varsa- torunlarına yönelir; acı ve hasretlerini onlarla avuturlar. Oğullar, “Annem beni yetiştirdi, bu illere yolladı/ Bu sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı” marşı eşliğinde cepheye koşarlarken geride gözü yaşlı, endişeli ve gururlu ana, baba ve sevdiklerini bı1. Bu yazı, II. Uluslarası Türkiyat Sempozyumu’nda (31 Ekim-2 Kasım 2014, Çankırı Karatekin Ü.) sunulan “Hikâyelerde Savaşın Kahramanları” isimli bildirinin bir bölümüdür.

rakırlar. “Arkada kalan gözleri yaşlı analar… Onlar evlatlarını, etlerinden, kanlarından kopmuş, bin türlü ıstıraplar, üzüntülerle büyümüş, arslan gibi yetişmiş yavrularını, sefil ve fakir hayatlarının yegâne tebessüm ve ümitlerini, asırlardan beri bu sancağa teslim ederek Allah’a ısmarlıyorlardı. Asırlardan beri maziden böyle uzun bir gözyaşı nehri akıp geliyor, yalnız kalplerde yeri kalan şehit mezarları birbiri arkası sıra lâyenkatı, diziliyor, pür-vakar ve muhteşem bir ordu halinde ebediyete doğru yürüyordu.” (H.C.Yalçın, Karanlıkta, s.227) Gurur ve tedirginlikle cepheye gönderilen “kınalı kuzular”dan analara hasret dolu bekleyişler kalır. Yakup Kadri Karaosmanoğlu Garip Bir Benzeyiş isimli hikâyesinde yetmiş yaşındaki bir ananın iki yıldır yollarını gözlediği oğlu Vasıf ’a alan özlemini anlatır. Dört gözle oğlunun cepheden dönüşünü bekleyen ana, bir gün yolda karşılaştığı zabiti oğlu sanır. “Vasıf ’ım, Vasıf ’ım! Beni bırakıp nerelere gidersin?” diye atının boynuna ve çizmelerine sarılarak yalvarıp ağlar. Zabitlere anlattığına göre oğlu Vasıf, çeteye yazılmış, altı ay sonra geleceğini söylemiş, ancak aradan iki yıl geçmesine rağmen geri dönmemiştir. “Çeteye yazıldığın gün, altı ay sonra gelirim dememiş miydin? Bu kaçıncı altı ay yavrum, bu kaçıncı altı ay? Eskisi gibi kudretim kalmadı, köyümüz yandı, evimiz barkımız darmadağın oldu; teker teker yetiştirdiğimiz o davarlar hep gitti.” (Y.K. Karaosmanoğlu, Garip Bir Benzeyiş, s.127) Reşat Enis Aygen’in Talkın’ındaki yaşlı köylü kadını ve sıska oğlu da limanda cepheye giden oğlu/kardeşi topçu başçavuşu Lütfü’yü beklemektedirler. On-on iki yaşlarındaki çocuk, gemiden inen askerlerin eteklerine yapışarak ağasını sorar. Ancak ağası Lütfü, ameliyat masasında kalmıştır. Asker, çocuk ve anasına Lütfü’nün ikinci posta ile geleceği yalanını söylemek zorunda kalır. Anaların oğullarını bekleyişleri çoğu zaman hüsranla neticelenir. Zira Harbiye Nezareti’nden gelen bir mektup veya haberci, analara oğullarının şahadet haberini getirir. Yakup Kadri’nin Zeynep Kadın, Nezihe Muhittin’in Cenk Ninnisi, Enis Tahsin’in Şehit Validesi, Osman Şahin’in Deli Hatice ve Mehmet Ali’nin Osman’ım isimli hikâyeleri bu noktada kaleme alınmış metinlerdir. Aydın’ın Karaağaç kazasından Zeynep Kadın, oğlu Hasan’ı cepheye gönderdikten sonra, büyük sıkıntılara göğüs gererek geliniyle kulakları yollarda Hasan’dan haber beklerler. Bir akşamüstü köyün jandarması Osman Efendi, Zeynep kadına

51

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


mescide kadar gelmesini, oğluyla ilgili bir mektubun bulunduğunu söyler. Zeynep kadın telaş içinde mescide gider. İmamın okuduğu mektupta oğlu Hasan’ın şehit olduğu belirtilmektedir. “Zeynep Kadın evvela bir şey anlayamadı; ışığına sığındıkları fener, camları ve aleviyle beraber başının üstüne düştü sanki ve iki ellerini şakaklarına bastırıp çömeldiği yere yığılıverdi; ihtiyar kadın epeyce bir zaman bir eski esvap yığını halinde sessiz ve hareketsiz kaldı, sonra yavaş yavaş uzun ve ıttıratsız fasılalarla derinden derine hıçkırmaya, inlemeye başladı.” (Y.K.Karaosmanoğlu, Zeynep Kadın, s.114) İmam, Zeynep kadına metin olması, gelininin hamileliği sebebiyle bu haberi gizlemesi, acısını yüreğine gömmesi, aksi takdirde yakında doğacak olan torunu ve gelinine zarar vereceğini söyler. Zeynep kadın çaresiz acısını içine atar. Birkaç gün sonra gelini bir erkek çocuk dünyaya getirir. Zeynep kadın hem sevinçli hem acılıdır. Torununun kulağına şunları söyler: “- Küçük melek, sen cennetten geliyorsun! Muhakkak orada babanla görüştün, çünkü her tarafında onun kokusu var, söyle, bizim için bir şey demedi mi? Söyle rahatı nasıldır? Ve çocukla büyükana birden ağlamaya başladılar.” (Y.K.Karaosmanoğlu, Zeynep Kadın, s.116) Nezihe Muhittin de Cenk Ninnisi adlı hikâyesinde Karaosmanoğlu’nun Zeynep Kadın’ına çok benzer bir hikâye anlatır. Kocasını Rus harbinde şehit vermiş Hatice Nine, bir gün köyün imamından biricik oğlu Mehmet’in şahadet haberini alır. Mektubu, oğlunun son saatlerinde başında bulunmuş ve ona analık etmiş bir başka şehit anası yazmıştır. Hatice Nine metin olmak zorundadır. Zira geride bıraktığı karısı Fatma hamiledir. Çok geçmeden gelini bir oğul dünyaya getirir. Acılı Hatice Nine, yeni doğan torununa cenk ninnisi söyleyerek teselli bulur. Bu konudaki en dramatik hikâye Osman Şahin’in kaleminde hayat bulan Deli Hatice’dir. Adı geçen kahramanın ağzından ve büyük ölçüde mensur şiire yaklaşan üslûpla kaleme alınan hikâyede Birinci Dünya Savaşında üç oğlunu şehit vermiş bir ananın acı ve özlemleri anlatılmaktadır. Hatice, geçimini çiftçilikle temin eden bir Anadolu köylüsüdür. Nezir, İbrahim ve Osman adındaki üç oğluyla birlikte büyük sıkıntı ve zorluklar içinde hayatlarını sürdürürlerken önce kocasını kaybeder. Bu andan itibaren dul Hatice’nin hayatı çok daha zorlaşır. Sıkıntılar içinde oğullarını büyütür. Ancak bir gün köye;

hükümetten “Omuzları kayışlıydı, atları koşumlu. Urbaları düğmeli, allı pullu gümüşten” “Kılıç gibi dört atlı” çıka gelir. Denir ki: “Eeeey millet…” (…)“Duyduk duymadık demeyin… Seferberlik ilan olundu. Sancağı-şerif açıldı. Padişahımızın has buyruğudur; herkes asker olacak… Tarladaki çiftçi mesesiyle, dağdaki çoban asasıyla, bu cenge katılacak… Ümmeti Muhammed silah başına, gavur üstüne…” (O. Şahin, Deli Hatice, s.218) Hatice kadın oğullarına doyamadan bir bir cepheye gönderir. Aradan tam beş yıl geçer; ne bir haber alabilir ne de hangi cephede olduklarını bilir. Sadece zaman zaman rüyalarında görür onları. Oğullarını götüren devlet de bir daha görünmez olmuştur. Hatice kadın hemen her gün bahçelerindeki kiraz altına azık götürür oğullarına. Bu sebeple adı Deli Hatice’ye çıkar. “Nezir’im, İbrahim’im, Osman’ım… Neden susan, a toprak? Oğullarım nerede? Hangi ucun taşların altında? Otlar mı biter üstünde, kökler mi sarar altını? Cinsi ne? Kanlarını emen çiçekleri, şimdi kimler takar yakasına? Ellerine, saçlarına kına yakan kim şimdi? Sizler öldünüz de, halay başında mendil sallayan kim oldu a, canlarım?” (O. Şahin, Deli Hatice, s.221) Analar gibi yolları gözleyen bir başka kadın grubu, kocaları veya nişanlılarını cepheye gönderen kadınlar ve genç kızlardır. Bunların akıbetleri de analardan pek farklı değildir. Ahmet Hikmet Müftüoğlu Padişahım Alınız Menekşelerimi Veriniz Gülümü, Sevinç Çokum Kaybolmuş Akşam Alacaları, Vesile Albayrak Sak’ın Bir Varmış Hep Varmış isimli hikâyelerinde kocalarını cepheye göndermiş kadınların bekleyişlerini anlatırlar. Müftüoğlu hikâyesinde, baba ve nişanlısı Trablusgarp’a giden Ayşe ile kocasını aynı yere gönderen Samime Hanım’ın özlemlerini; bekleyişlerinin sonunda yüz yüze kaldıkları acılarını anlatır. Ayşe Anadolu’da yetişmiş genç bir kızdır. Babasından sonra nişanlısı Tosun Bey de Trablusgarp’a savaşmaya gidince mecburen İstanbul’a gelmiş Tuğrul Beyin evine hizmetçi olarak sığınmıştır. Tuğrul Bey de savaşa gidince Samime Hanım ile dert ortağı olmuşlardır. Akşamları birlikte kitap ve gazete okur, gözyaşı döker, dua ederler. Babası Moskof muharebesinde şehit olan Samime Hanım, bir gün gazeteden Ayşe’nin babası Mehmet Çavuş’un şehit olduğunu öğrenir. Hamidiye İstihkâmında yanındaki dokuz arkadaşı şehit olan “emsalsiz er” Mehmet Çavuş, “henüz parçalanmayan birkaç topla, dünyanın hiçbir muharebesinde işitilmemiş, hiçbir memleketin tarihin-

52

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


de görülmemiş bir inat ve metanetle tek başına dört saat düşmana mukabele etmiş ve nihayet o tunç toplarla beraber o pulat vücut da başına yağan yüzlerce gülleler altında parça parça olmuştur.” (A. H. Müftüoğlu, Padişahım Alınız..., s.44) Öte yandan Ayşe bir gece babası ve nişanlısı Tosun Bey’i rüyasında görür. Birlikte dönmek veya birlikte kalmak için nişanlısına yalvarır. Ancak Tosun kabul etmez. İsterse padişaha çiçekler götürmesini, şehit olmamışsa mutlaka verebileceğini söyler. Ayşe uyandığında rüyasını gerçekleştirmek ister. Bahçeden menekşeler toplar; korku içinde hazırlanıp Dolmabahçe Sarayı’nın yolunu tutar. Padişaha diyecektir ki “Padişahım alınız menekşelerimi, veriniz gülümü.” (İki kadının dilinde sevgililerin adı “gülüm”dür.) Saraya yakın yerde askerler talim yapmaktadırlar. Ayşe bunlardan birini Tosun’a benzetir ve heyecandan bayılıp yere düşer. Kendisine geldiğinde görür ki menekşeler çamur içinde ezilip harap olmuştur. Sevinç Çokum’un Kaybolmuş Akşam Alacaları’ isimli hikâyesin kahramanı yaşlı Elmas Nine’nin de acı bir hikâyesi vardır. Elmas Nine, daha yeni gelinken seferberlik çıkınca kocası Osman’ı cepheye göndermiş, giydiği üç eteğini “kara sandığa” koymuş, yıllar yılı Anaç Dağı’nın eteklerindeki köyünde sıkıntı ve hasret içinde kocasının yolunu gözlemiştir. “Osman gideli sanki asırlar geçmişti de o yüzden günleri, haftaları saymaktan vazgeçmişti. İçinin hasretini, bazen bir ak ağaca, bir kara gözlü dut ağacına, nazlı asma dallarına dökerdi.” (S. Çokum, Kaybolmuş Akşam Alacaları, s.70) Elmas Nine, “Kızgın gün altında tarlada çalıştığı, harman yerlerinin engin sarısı içinde düş kurduğu, cephelerden haber bekleyip yollara baktığı, Teklifi Millîye kanunu çıktığında bir çift manda ile cepheye bir şeyler taşıyıp durduğu” (s.68) günleri hiç unutmamıştır. Sonunda kocası Osman, dizinde mermi yarası ile evine döner; Elmas Nine de gelin olduğunda giydiği üç eteğini sandıktan çıkarıp giyer. Vesile Albayrak Sak’ın Bir Varmış Hep Varmış isimli hikâyesinde Alimana’nın öncekilere benzer hikâyesi masal üslûbu içinde, bizzat kahraman tarafından torununa anlatılır. Bir hayli yaşlı Alimana bir zamanlar güzel kızdır. On beşine geldiğinde babasının çırağını sever. Ancak Ali adındaki kimsesiz bir delikanlı onu kaçırır. Alimana’nın dünyası kararır, ama zamanla kocasını sever. Bir oğulları olur. Bir gün seferberlik ilân edilince Ali, genç karısı ve oğlunu geride bırakıp orduya

katılır. Alimana oğluyla yapayalnız kalır. “Sonra seferberlik ilan edilmiş. Köyün bütün erkekleri savaşa gitmişler bir bir. Gelinler al yazmalarını, ipek şalvarlarını sandıklara kaldırmışlar. İçleri kaldırmamış. Bizimki de böyle olanlardan biriymiş. O da erini bindirmiş bir kara deve. Başındaki kara bir dumanla yutmuş onu yılan bir yol. Geride kalmış havada unutulan dört-beş kol. Ne bir mektup alabilmiş gelin erinden ne de bir selam. Tam altı sene geçmiş bugün, yarın diye diye. Yarınlar dün olmuş hep. Gidenlerin çoğu dönmemiş. Dönenlerse kepçe kulaklı Ali’yi hiç görmemiş.” (V.A. Sak, Bir Varmış Hep Varmış, s.128) Kardeşleri ve babası de cepheden dönmeyen Alimana’nın bir gün kapısı çalınır; topal bir adam Ali’den arda kalanların bulunduğu yeşil bir torba getirir. Alimana kocasından kalan emanet torbayı hiç açmadan evin en mutena köşesine asar. Kendini oğluna verip okutup yetiştirir. Bir gün oğlunu, hep sakladığı kocasından kalan torbanın başında bulur. Önünde de; “Bir çift postal, bir tütün tabakası, bir tutam sarı saç (Oğlunun), bir de sarı bir kâğıt...” (s.129) Yakup Kadri’nin Ses Duyan Kız’ındaki Emine’nin hikâyesi çok daha dramatiktir. Garipler köyünün güzel, bilgili, akıllı ve henüz 16-17 yaşındaki Emine’si, çocukluğundan beri sevdiği delikanlıyla nişanlanır. Ancak bir hafta sonra Rumeli Harbi çıkınca nişanlısı cepheye gider. Nişanlıdan önce esir düştüğü, sonra da Sırplara karşı savaşırken şehit düştüğü haberi gelir. Köyde herkes bu habere üzülür. “Gariptir ki bu haber Emine’ye fazla bir keder vermedi; hatta ağlatmadı, haykırtmadı bile… yalnız birkaç gün yemedi, içmedi, kimseye söz söylemedi, elini hiçbir işe sürmedi, mahzun mahzun dolaştı.” (Y.K. Karaosmanoğlu, Ses Duyan Kız, s.19) Sessiz Emine bir süre sonra birtakım sesler duymaya başlar. Buna göre nişanlısı ona; “Kalk Emine! Memleketi düşman basıyor; kalk Emine! Memleketi düşman basıyor!” diye seslenmektedir. Emine bir gece babasının palasını alıp evi terk eder; çobanlar onu ölü olarak bulurlar. Ödemiş’in işgali sırasında gözü önünde tecavüze uğrayan Pehlivan Ahmet’in karısı da, kucağındaki kız çocuğu ile İstanbul kahvelerinde kocasını arar (Karaosmanoğlu, Utanç). “Pek heybetli, pek cesur”, boylu posluluğu sebebiyle “pehlivan” lakabıyla anılan Nalbant Ahmet, yaşadığı utanç yüzünden evini terk etmiş, bir daha da dönmemiştir. Kocasını cepheye gönderen kadınların yıllar yılı yaşadıkları hasretin çok daha beşerî hikâyesini

53

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Halide Edib Şebben’in Kara Hüseyin’i isimli metninde anlatır. Yazar anlatıcının misafir olduğu köyde tanıdığı Şebben, iki yıldır asker olan kocası Kara Hüseyin’i görememiştir. Daha önce altı yaşındaki oğlunu kaybeden kadın derin bir özlemle kocasını ister. Her gece resmini arzuyla öper; mektuplarında kokusunu duymaya çalışır. Yazdığı mektubunda ise kocasının askerden kaçıp gelmesini ister. Netice alamayınca da anlatıcıdan yardım talebinde bulunur. Yine Halide Edib Mustafa Onbaşı isimli hikâyesinde, bu defa Millî Mücadele yıllarında dul kalan kadınların askerlerle evlenmeleri ve ortaya çıkan birtakım suiistimalleri gündeme getirir. Bunlardan biri Rumeli’den tek kızıyla Anadolu’ya göç etmiş olan Gülsüm’ün başına gelenlerdir. Gülsüm kendisini köyden birilerinin istemesine rağmen Mustafa Çavuş ile evlenmek ister. Ancak komutan izin vermez. Bunun üzerine kadın, anlatıcıya yardımcı olması için gelir, derdini anlatır. Gülsüm, sonunda arzusuna kavuşur; fakat Mustafa Çavuş, dört çocuk sahibi evli bir adamdır. Aynı yazar, evli ve bir çocuğu olan Hasan Bey’in, şehit yadigârı güzel, ama düşmüş bir kadına olan öldürücü aşkını Çakır Beyaz Ayşe hikâyesinde anlatır. Genç kız veya kadınların savaştaki en büyük korkuları, düşmanın namuslarına el uzatmasıdır. Böyle bir leke, onların sonu olur. Ömer Seyfettin Beyaz Lâle, Halide Edib Efenin Hikâyesi ve Vurma Fatma ve Yakup Kadri Issız Köy ve Dilsiz Kız ile Utanç hikâyelerinde, savaş ortamında düşman tarafından namusları kirletilmiş kadın ve genç kızların dramlarını anlatırlar. Bunlardan Beyaz Lâle’de Ömer Seyfettin, Bulgarların Balkanlar’da yaptıkları tedhiş, zulüm ve ırza tecavüz eylemlerini en uç seviyede sergiler. Serez’in Bulgarların eline geçmesi üzerine komutan Radko Balkaneski, hemen komitacıları toplayarak şehirdeki camilerin yakılması ya da kilise ve ahıra dönüştürülmesi, Müslüman-Türk çocukların toplanıp Hıristiyanlaştırılmak üzere Bulgaristan’a gönderilmesi, erkeklerin öldürülmesi, 8-45 yaş arasındaki kadınlarınsa askerlere teslim edilmesi emrini verir. “…şehrin Türk kızları askerlere dağıtılacak, (…) Sekiz yaşından aşağı kızlara dokunulmayacak, bunların çirkin, zayıfları öldürülecekti. Yalnız çok ihtiyarlar, Hristiyan olurlarsa sağ bırakılacaktı. Bir yaşından altmış yaşına kadar erkek, sekiz yaşından kırk beş yaşına kadar bütün kadınlar, kızlar, cesetleri meydanda kalmamak üzere sessizce kesilecek, geceleri merkez taburundan

çıkarılacak angaryalar vasıtasıyla, yine iki komita reisinin nezareti altında şehrin dışarısındaki hendeklere gömülecekti.” (Ö. Seyfettin, Beyaz Lâle, s.301) İşe güzel Türk kızlarının tespit edilmesi için kadınları toplatmakla başlayan Bulgar komutan, kadınları konuşturmak için akla hayale gelmeyecek işkenceler uygulamaktan; kadın ve çocukları fırınlarda diri diri yaktırmaktan çekinmez. Radko Balkaneski, şehrin en güzel kızı olan Lâle’yi kendisine ayırır. Ailesini yok ettikten sonra Lâle’ye yönelir. Yalanlarla kapıyı açtırıp içeri girer; yakalayıp namusunu kirletmeye kalkışınca Lâle kendini pencereden aşağı atar. Halide Edib Adıvar da Vurma Fatma!’da, Yunan ordusu çavuşlarından Yanako Dimitriyadis ve çevresindekilerin vahşetlerini anlatır. İstanbul’da doğmuş bir kunduracı kalfası olan Yanako, çocukluğunda ailesi ve kilise tarafından büyük Yunanistan hayaliyle yetiştirilmiştir. Bir gün dükkâna gelen çavuş Tanaş’tan İzmir’e girdiklerinden beri ne kadar kolay ilerledikleri, Türkleri nasıl zulmedip öldürdükleri, kadınları nasıl tecavüz ettikleri, parmakları ve bileklerini kesip mücevherlerini aldıklarını öğrenir. Bunun üzerine Yanako, gönüllü orduya katılır, kısa sürede vahşi maharetlerini gösterir ve çavuş olur. Bir gün Günyüzü nahiyesinin Kozaç köyüne geldiğinde yolda Fadime ile karşılaşır; yakınlık gösterip faydalanmak ister; fakat ortalık karışınca bir süre kaybettiği Fadime’yi Yunan askerleri arısında perişan halde bulur. “Büyük bir ateşin ışığında sekiz Yunan neferinin ortasında Yanako, Fadime’yi tekrar gördü. Önünde el kadar bir kız çocuğu cesedi, derede soyulmuş, parçalanmış bir rençber cesedi vardı (kocası). Kadının altınları gitmiş, dağınık altın saçları arasında büyük gözleri yaralı ve sıtmalı bir dişi kaplan gözleri gibi parlıyordu. Dişleri durmadan gıcırdıyor, dudakları titriyor, arkasından bağlı ellerini kurtarmak için çırpınıyor ve avazı çıktığı kadar haykırıyordu.” (H.E. Adıvar, Vurma Fatma!, s.119) Fadime on bir ay sonra yakaladığı Yanako’dan “Vurma Fatma, vurma Fatma!” yalvarışları arasında intikamını alır. Efenin Hikâyesi’nde ise Yunan ordusunun Aydın ve çevresinde yaptığı zulümler anlatılır. Yunan ordusu İzmir’e girip içerilere doğru ilerlemeye başlayınca her yerde zulüm, soygun ve ırza tecavüz eylemleri sergiler. Bunlardan biri Efe’nin emmisinin kızı Kezban ve arkadaşlarına yapılanlardır. Efe ve erkeklerin sessizliği karşısında Kez-

54

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ban ve kadınlar; “‘Ne yaptılar, diye sormayın, daha ne yapacaklar, diye sorun’ (…) O da başörtüsünü suratımıza fırlattı. “Alın bunları, örtünün, verin tüfekleri, kamaları bize; kızlarımızın ırzını bundan sonra biz koruyacağız.” (H.E. Adıvar, Efenin Hikâyesi, s.55) diye isyan ederler. Bunun üzerine efeler harekete geçer ve düşmanı bölgeden çıkarırlar. Ancak Yunan askeri tarafından tecavüz edildiği anlaşılan Kezban, Menderes çayına atlayarak intihar etmiştir. Yakup Kadri’nin Issız Köy ve Dilsiz Kız’ındaki kız da aynı akıbete uğramıştır. Tahkikat heyeti üyeleri Alaşehir civarında yanmış, yıkılmış köye uğradıklarında, kendilerinden kaçan on altı yaşlarında paçavralar içindeki kızdan başka kimseyi bulamazlar. Bir kovukta buldukları kız konuşmaz; götürmeye kalktıklarında da kaçar. Anlatıcının kıza dâir yorumu şudur: “Yavrum, senin gibi kaç tane gördüm; kimi kolunu, kimi bacaklarını, kimi gözlerini, kimi memelerini kaybetmişti; sen de natıkanla idrakini kaybetmişsin. Eğer bu, taşıdığın o müthiş sırrı hiç kimseye faş etmeden kendinle beraber mezara götürmek içinse, nafiledir.” (Y. K. Karaosmanoğlu, Issız Köy ve Dilsiz Kız, s.41) Yine Yakup Kadri Utanç’ta karısını düşman askerlerinin tecavüzünden koruyamayan Pehlivan Ahmet’in utancından yıkılışını anlatır. “Pek heybetli, pek cesur”, boylu poslu Nalbant Ahmet, Ödemiş işgal edilince bir akşamüstü askerler gelip silah arayacağız diye evi basar, Ahmet’i döver, karısını da tecavüz ederler. Kadın kendine geldiğinde kocası yoktur. “Döğdüler, döğdüler. Gözümün önünde evimizin avlusundaki fıstık ağacına bağlayıp döğdüler ve beni… onun gözü önünde… dayak yerken beni onun gözü önünde…” ( Y. K. Karaosmanoğlu, Utanç, s.73) Analar, kadınlar ve genç kızlar, oğulları, kocaları ve sevgililerini savaşa gönderince, hayatın bütün yükünü üstlenir; bu esnada büyük sıkıntılara göğüs gererler. Bazı kadınlarsa savaşa dolaylı olarak iştirak eder; namuslarını korumak için çekinmeden savaşırlar. Meselâ Halide Edib’in Zeynebim Zeynebim hikâyesinin kahramanı, nişanlısı Süleyman’ı öldüren Yunan Kapitanos’tan intikamını alır. Keçili aşiretinden Uzun Osman’ın biricik evladı olan güzel Zeynep, Birinci Dünya Savaşında Çanakkale cephesinde ayağından yaralanan teyzesinin oğlu Süleyman’la nişanlanır. İzmir’in işgalinden sonra düşmanın içerilere doğru ilerlediği bir gece, uşakları Yorgi’nin önderliğinde çiftliğe baskın olur. Süleyman öldürülür; Zeynep’e

saldırılır. Çılgına dönen Zeynep, düşmanın baskısı üzerine nişanlısını öldürenin huzurunda oynayacağını söyleyip Kapitanos ile bir odaya kapanır. Çok geçmeden Zeynep pencereden atlar ve “Zeynebim Zeynebim” diye oynamaya başlar. Kahraman, nişanlısının katilini öldürmüş, evi de ateşe vermiştir. Papazın kışkırtmalarıyla Rumlar Zeyneb’i linç edip öldürürler. Yine aynı yazar Emine’nin Şahadeti’nde, adı geçen kadının kendisi ve ailesini savunuşunu anlatır. Kocasının anlattığına göre düşman kasabayı ateşe verir. Emine, kocası, annesi ve teyzesi ile birlikte evden kaçar. Bir süre sonra patlıcan tarlasında düşman askerleri tarafından etrafları sarılır. Hepsini kurşun yağmuruna tutarlar. Emine kendini yanan bir odunla savunur. Yaralı olarak bulurlar ama kurtaramazlar. Öte yandan Halide Edip Bayrağımız Altında isimli hikâyesinde, zafer yolunda tanıdığı Hatice Nine’nin Türk bayrağı altında yaşama ve ölme arzusu anlatır. Salihli’de düşmanın kovulmasından sonra halk hâlâ büyük bir tedirginlik içindedir. Ancak kadınların “en fakiri, en ihtiyarı ve en halsizi” olan Hatice Nine endişeden uzaktır. Çünkü o, ta Üsküp’ten yola çıkmış, beş defa muhacir olmuş, evi beş defa yanmış, beş defa düşman işgalinden bayrağımızın dalgalandığı topraklara hicret etmiştir. “- Sevmek ne demek oğul? Ben elli senedir onu kovalıyorum. Dünyada oğlumdan başka dikili ağacım kalmadı. Bayrağımız nereden çıktıysa ben de oradan çıktım. Hergün buradan kaçıp size gelmek istiyorum. Her gün burada ölüversem, mezarım bandıra altında (düşman toprağı) diye çıldırıyorum.” (H. E. Adıvar, Bayrağımız Altında, s.166) Emine Semiye’nin Hudut isimli hikâyesinin kadın kahramanı, Hilâl-i Ahmer’de cephedeki askerler için çeşitli giyecekler hazırlar, hastanede askerlere bakar; daha da ötesi kadınlığını unutup cepheye koşmak ister. Ancak yaralı askerlerin hep analarını sayıklamaları ve onlara mektup yazma istekleri, kahramana bu arzusundan vaz geçirir. Karaosmanoğlu’nun Köyünü Kaybeden Kadın isimli hikâyesinde, işgal sırasında köyünü terk eden yaşlı bir kadının köyünü kaybetmesi, aylardır aramasına rağmen bir türlü bulamaması, resmî makamlara müracaat edip yalvarıp yakarması anlatılmaktadır. Köyünün adını zorla hatırlayan (Ortaklar) kadın, bir an önce oraya dönmek ister, ama köy henüz işgal altındadır. Savaş günlerinde kadınların yaşadığı sıkıntı ve acıların somut örneklerinden biri, Duatepe eteklerindeki Çekirdeksiz köyünün kocası, evi

55

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ve köyü yakılmış, hayvanları öldürülmüş olan “Aziz’in Karısı”dır. “Taş yığınlarının yanında damsız, birkaç ev kümesi etrafında süprüntüler arasında bir gölge gibi kırık bir tencereyi kaynatıyor, ayaklarının altında paçavralara sarılı iki küçük mahluk topraklarda sürünüyordu. (…) Süpürge değneği gibi iki kararmış sıska kol, yarı açık cılız bir göğsün üzerinde binlerce yıl geçirmiş gibi görünen kararmış, buruşmuş bir kafa, derinlerden bakan iki ateş siyah göz ve sivri bir çene, siyah bir çukur gibi açılan dişsiz bir ağız gördüm. Bu aşın üstünde çenesinin altından bağlı bir paçavra vardı.” (H. E. Adıvar, Aziz’in Karısı, s.81-82) Analar cesur ve vatansever oldukları kadar fedakârdırlar da. Aka Gündüz’ün Öküzden Tayyare isimli hikâyesinde Emine Bacı’nın bu bağlamdaki hikâyesini okuruz. İki oğlu, güveyi ve torunu düşman tayyarelerinin saldırısı sonucu şehit vermiş olan Emine Bacı, karakuşa benzettiği düşman uçaklarının Mehmetçikleri şehit etmesi karşısında daha fazla dayanamaz; dört öküzden ikisini önüne katıp şehre gider. Komutanın karşısına çıkıp öküzleri alıp tayyare satın almasını söyler. Komutanın çok pahalı olduğunu söylemesi üzerine Emine Bacı şu cevabı verir: “-Öyle ise benim gibi evlat kaybetmiş çok Türk ninesi, Türk babası var, onlar da bir şeyler versinler, benim öküzlerin parasına kat; bir tayyare al...” (A. Gündüz, Öküzden Tayyare, s.125) Savaş ortamındaki kadınların yaşadıkları büyük acılar, Refik Halit Karay’ın Gözyaşı hikâyesinde zirveleşir. Dul Ayşe, Balkanlar’da sınıra çok yakın Serfice köylerindendir. Savaş çıkınca, bir akşamüstü “Düşman geliyor!” haberi üzerine köye derin bir korku yayılır. Çünkü “Bu gelen o zamanki düşman din ve ırz düşmanıdır da… Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadını kirletecek”tir. (s.25) Her şeylerini geride bırakan köylüler buldukları imkânlarla (at araba, yaya) kaçmaya başlarlar. Dul Ayşe de terekesindeki beş yaşındaki oğlu Ali, bir kuşakla dizlerinden eyere bağlı üç yaşındaki kızı Emine ve kucağında bir yaşına basmayan Osman ile hazırdır. Ancak yağmurlu ve karanlık gecede çamurda ilerlemek zordur. Çok geçmeden bindikleri at yıkılıp ölür. Dul Ayşe, üç çocuğu ile çamura bata çıka ilerlemeye çalışır; ama gittikçe takatinin tükendiğini, üç çocuğu birden taşıma imkânının kalmadığının farkındadır. Kahraman, “İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek lâzımdır” diyen aklıyla “Hangisini?” sorusunu soran yüreği arasında ezilir. Takati büsbütün tükenen bede-

ni önce Osman’ı, sonra Emine’yi bırakır. Ali’yi sırtına alarak yoluna devam eder. “..kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, yine kalkarak, yine yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya yıkaya, biteviye, mola vermeden” yürür. (R. H. Karay, Gözyaşı, s.27) Seher vakti “ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük kasabaya” vardığında hiç olmazsa Ali’siyle kurtulduğunu sevinen Ayşe, onun da ölmüş olduğunu öğrenince büsbütün yıkılır. Dul Ayşe, o günden beri ağlamak istese de ağlayamaz; zira gözlerinden yaş gelmez artık. Hülâsa savaş, erkek ve çocuklar için olduğu gibi, kadınlar için de sıkıntı, yokluk, hasret, acı, gözyaşı ve ölüm demektir. Cepheye giden oğulların, kocaların ve sevgililerin gidip de dönmeyişleri hasret; şahadetleri ise büyük acıdır onlar için. Kadınlar savaş ortamında, bir yandan hayatın zorluklarıyla boğuşurken diğer taraftan düşmanın saldırılarıyla baş etme mücadelesi verirler. Onlar aynı zamanda vatansever, kahraman, namuslu, sadık, mütevekkil, fedakâr ve sabırlıdırlar.■ Hikâyelerin Kaynakçası Adıvar, Halide Edib, Zeynebim Zeynebim, Mustafa On-

başı, Bayrağımız Altında, Emine’nin Şahadeti,Vurma Fatma, Efenin Hikâyesi, Aziz’in Karısı, Şebbe’nin Kara Hüseyin›i , Dağa Çıkan Kurt, Can Yay., İstanbul, 2014. Aka Gündüz, Öküzden Tayyare, Aka Gündüz, Abide Doğan, KB Yay., Ankara, 1999. Çokum, Sevinç, Kaybolmuş Akşam Alacaları, Rozalya Ana, Ötüken Yay., İstanbul, 1993. Emine Semiye, Hudut, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri, (İ. Enginün-Z. Kerman), Dergâh Yay., İstanbul, 2011. Enis Tahsin, Şehidin Validesi, Birinci Dünya Savaşı Hikâyeleri, (N. Ceyhan), Selis Yay., İstanbul, 2008. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri, Zeynep Kadın, Ses Duyan Kız, Garip Bir Benzeyiş, Issız Köy ve Dilsiz Kız, Utanç, Köyünü Kaybeden Kadın, Millî Savaş Hikâyeleri, İletişim Yay., İstanbul, 1983. Karay, Refik Halit, Gözyaşı, Gurbet Hikâyeleri, İnkılâp ve Aka Yay., İstanbul, 1965. Mehmed Ali, Osman’ım, Balkan Savaşı Hikâyeleri, (N. Ceyhan), Selis Yay., İstanbul, 2006. Müftüoğlu, Ahmet Hikmet, Padişahım Alınız Menekşelerinizi Veriniz Gülümü, MEB Yay., İstanbul, 1971 Nezihe Muhittin, Cenk Ninnisi, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri. Ömer Seyfettin, Beyaz Lâle, Hikâyeler-1, Dergâh Yay., İstanbul, 1999. Sak, Vesile Albayrak, Bir Varmış Hep Varmış, Ödüllü Hikâyeler, TEV Yay., İstanbul, 2004. Şahin, Osman, Deli Hatice, Hikâyemiz İnsanımız Kültürümüz-2, (A. İslâm), Akçağ Yay., Ankara, 1996. Yalçın, Hüseyin Cahit, Karanlıkta, Yeni Türk Edebiyatı Metinleri.

56

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


TEKİL ŞAHSIN HİKÂYESİ Kaçımıza yakıştırdı kendisini hayat Diye başlıyorum bir boşluğa Bütün düğmelerimiz ilikli oysa Dudaklarımız sus fermuarı Nefesimin eskittiği yokuşları Kilitli diz kapaklarıyla yürüyorum Gittikçe azalıyor sayısı adımı seslenenlerin Bir şeyler paralel değil hayata Di’li zamanlardayız artık Ahımızda konuşlanmaz ünlem Bundan sonra ne iyiler ne kötüler Hikâyemizin tekil şahsıyız Sesimiz kendine döner Katlaya katlaya mavileri Önce laciverte Sonra siyaha boyuyor gözlerim Sıfat mı dediniz o eskidendi Bir elim yıkamaz ötekini Yarına kaç dakika var diyor içimizdeki çocuk Bir yerimizden böcekleniyoruz

MAHMUT BAHAR

57

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


27 YAŞIMIN ŞİİRİ Çocuk değilim artık – Çocukken de böyle düşünürdüm Bur’da doğdum Bu tropikal mezarlıkta İncir ve dut ağaçlarının karanlığında Kalbim bir mezarlıktan farksız Ben büyüdüm küçüldü anılarım Dünyadır benim yalancı şahidim Katı bir toplum ki nasihatlere boğuyor Yargıcı zannediyor bütün kusurların Övgüsü dersen taştan bile ağır Şu kaba ve kirli manzaramdan görünen Aç bir kaplan ve yavru kaplumbağa Dipsiz bir kuyudur bu dünya Şeytanın evinden uzağım Tabiat ile sonsuza kadar ayrıldık Bahçemizdeki vişne ağacıydı tek arkadaşım Anacım bana n’öğrettin Hep vahşi hep soğuk bu hayat Bayram günlerim niçin bunca mutsuz 22 yaşın gizil tarihi gibi uzun değil hiçbir şey Geçmişim eğlentili bir tutsaklıktı Şimdiki hayatım n’aber En güzel mektupları ben yazdım Ruhumu üfledim ellerimi sundum Bir Allah’tı beni yalnızca o cevapladı Çocukken de böyle düşünürdüm – Çocuk değilim artık

M. MİLÂT ÖZÇELİK

58

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


YAĞMURU SEVMEYEN KADINA ON İKİ SATIRLIK ŞİİR Bilirim sevmezsin yağmuru Kâbus yorgunu gecelerde Gökyüzünün her çığlığı Suskun bir bulutun hüznüdür Kör testeredir yağmur Kesmeye görsün geceyi Karanlığın elinde acı bir mavi Yıldızların yarasını kanatır Yârin mahmur yüzünde Mutsuz bir palyaço bakışı Bilirim sevmezsin yağmuru Çünkü yağmur ölümün aynası

ŞERİF FATİH

59

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Anadolu kadını ve Kuvâyi Milliye destanı CAFER GARİPER

E

debiyatta kadın olgusu, Batı edebiyatlarının ardından Türk edebiyatında da son zamanlarda üzerinde durulan konulardan biri olmaya başladı. Yaklaşık yirmi yıldır edebiyatta kadın konusunda yayımlanan makale ve kitap sayısında dikkate değer artış gözlenmektedir. Bu da yerindedir. Çünkü insan topluluklarının yarısını oluşturan kadınların, edebiyat dünyasında yerini almaya başlamış olması, kadın yazarların çıkması, kadının edebiyat eserlerinde geniş yer tutması bunu gerekli kılmaktadır. Klasik Türk edebiyatında kadın, sevgili tipiyle karşımıza çıkar. Güzelliğin sembolü olan kadın, hayatın içindeki işlevleri askıya alınmış, âşığına acı çektiren kayıtsız bir varlık olmaktan fazla ileri geçmez. Halk edebiyatında da kadın, daha çok sevgili tipiyle karşımıza çıkar. Yenileşme dönemiyle birlikte edebiyatta kadın tipinin değişmeye ve çeşitlenmeye başladığı görülür. Kadın, ağırlıklı olarak yine sevgilidir ama yeni işlevler de üstlenmeye başlamıştır. O, artık âşık olan, acı çeken; anne yahut eş veya sosyal hayatta görev üstlenmeye başlayan birisidir. Hayatın nesnesi olmaktan çıkıp yer yer özneye dönüşür, etken bir kimliğe

'Kuvâyi Milliye' destanında kadın, hayatın akışı içerisinde tabii şekliyle yerini alır. Kimi zaman olumsuzluk da yüklenen kadın, tarihî süreci ve yazgısını yansıtan bir kişilikte belirir. Şairin kadına yaklaşımı da gerçekçilik ilkesi çerçevesinde kendini gösterir. 60

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


bürünür. Edebiyat ürünlerinde kadının bu değişimi, sonunda yaşanan hayata uygun, gerçekçi kadın çeşitlenmesinin yolunu açar. Yenileşme dönemi yazarları içerisinde olan Ahmet Mithat, Şemsettin Sami, Namık Kemal ve onları takip eden diğer yazarların kalem ürünlerinde hayatının öznesi olamamış kadının, gelenekle baskılanmış yanının dikkatlere sunulduğu, probleme çözüm bulma yollarının gösterilmeye çalışıldığı metinlerle karşılaşırız. Servet-i Fünun döneminde kadın, önceki kuşaklara göre daha gerçekçi bir yaklaşımla kurmaca dünyalardaki yerini alır. II. Meşrutiyet yılları ve özellikle Cumhuriyet dönemi, kadın olgusunun anlamını bulduğu dönem olur. Bunda Halide Edip ve Halide Nusret gibi kadın yazarların yetişmiş olması da etki payına sahiptir. Cumhuriyet döneminin öne çıkan şairlerinden Nazım Hikmet’te kadın konusu geniş bir yer tutar. Sevgili ve eş olarak kadın düşüncesi etrafında coşkun söyleyişlerle karşılaşılır. Onun bu coşkun söyleyişi, çoğu zaman içinde ideolojik argümanları da taşıyan ve romantizmle kaynaşan acı bir gerçekçiliği içinde barındırır. Şairin hapishane yıllarında yazdığı Kuvâyi Milliye destanı da bu çerçevede anlamını bulur. Kuvâyi Milliye destanı, sosyal gerçekçilik anlayışı çerçevesinde varlık kazanır. O, çeşitli belge, bilgi ve yaşanmışlıklara, hayat hikâyelerine dayalı bir metin kurma yöntemine başvurur. “Türk insanını, Türk köylülerini, durağan ve belirginlik kazanmış kahraman tipi yerine çelişkileri, bocalamaları, cesaretleri, korkuları, ihaneti ve sadakatiyle hareketli, değişken karakterler şeklinde çizme yoluna gider. Bu geniş manzara içerisinde kağnılar ve âletlerle birlikte kadınlar da yerini alır. Bu da onun gerçekçilik kavrayışıyla tarihsel ve diyalektik materyalizm anlayışının sonucudur.”[1] Bu anlayışa bağlı yaklaşımla farklı “tiplerin yardımıyla hem Kurtuluş Savaşı günlerinde Türkiye’nin -değişik yanlarıyla- görünümü, sınıfların ve tabakaların durumu sergilenir hem de bireysel ile toplumsal birbirine bağlanır, birbi1. Cafer Gariper, “Kurtuluş Savaşı’nın Varlık Kazandırdığı İki Metin: İstiklâl Marşı ve Kuvâyi Milliye Destanı”, Mehmet Akif Millî Mücadele ve İstiklâl Marşı, Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları ve TYB Vakfı Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi Yayınları, Ankara 2011, s. 378.

rini bütünler…”[2] Nazım Hikmet, Kuvâyi Milliye destanına, “Onlar ki toprakta karınca, suda balık, havada kuş kadar çokturlar; korkak, cesur, câhil, hakîm ve çocukturlar ve kahreden yaratan ki onlardır, destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.”[3] söyleyişiyle girer. Bu söyleyişle macerasını anlatacağı Anadolu insanına ve onun kimi özelliklerine göndermede bulunur. Bu insan tipi, sayıca çok oluşunun yanında korkak, cesur, cahil, hakîm ve çocuk yanlarıyla belirginleştirilir. Bu da onun destanlarda sıkça karşılaşılan romantik duyarlılıkla idealize edilmiş belirli bir insan tipi yerine, gerçekçi ve çoğul insan algısı peşinde olacağının izlenimini verir. Nitekim Kuvâyi Milliye destanında siyasi ve ekonomik gücü elinde tutan kesimler yerine sıradan, birçoğu tarihî kişiliğe dönüşmemiş, çeşitli insani özellikler taşıyan, yoksul, halktan, çoğulcu bir insan algısıyla karşılaşırız. Bu tavrıyla o, bir tarafıyla destan geleneğinin inşa etmeye çalıştığı kahramanlık mitini yıkmaya girişir. Fakat diğer yandan da yeni bir mit inşa etmekten kurtulamaz. Onun sıradan insanları destanının merkezine yerleştirmesinde gerçekçilik kavrayışının önemli rol oynadığı söylenebilir. Çünkü şair, eski dönemlerdeki olağanüstünün yerini, gerçekçi kavrayışa bırakması gereken bir dönemde yaşadığının bilincindedir. Bu da idealize edilmiş mitik kahramanın yıkımını; geniş, sıradan insan kitlesinin öne çıkışını, merkeze alınmasını sağlar. Mitik kahraman tipinin yıkımı, olağanüstünün kişinin üzerinden sıyrılması ve merkeze sıradan, geniş insan kitlesinin alınmasıyla sağlanır. Yeni mitin inşası da anlatının merkezine alınan geniş, sıradan insanların çevresinde şekillenir. Merkeze alı2. Asım Bezirci, Nazım Hikmet, 3. Baskı, Çınar Yayınları, İstanbul 1993, s. 190. 3. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Şiirler: 3, Adam Yayınları, İstanbul 1987, s. 11.

61

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


nan kişiler arasında, destanın başlangıç kısmında söylenene uygun biçimde, Anadolu Türk kadını da yerini alır. Nazım Hikmet, Kuvâyi Milliye destanında geniş bir coğrafyayı ve bu coğrafyada hayatını sürdüren büyük bir insan kitlesini kendi gerçekliğinde kavramak ister. Bunu yaparken de Afyon’dan Antep’e, İzmir’den İstanbul’a, Ankara’dan Urfa’ya, Erzurum’dan Bolu’ya, Kütahya’dan Sivas’a kadar pek çok yerleşim yerini ve insan malzemesini önemli olaylarıyla birlikte dikkatlere sunar. Onun bütün bu coğrafyayı ve insanını gerçekçi bir bakışla kavramanın peşinde olduğu görülür. Kuvâyi Milliye’de, destanın hacmi göz önünde bulundurulduğunda, kadınların geniş bir yer tutmadığı görülür. Onun bu tavrında sosyal hayatta ve cephede kadınların erkekler kadar yer almayışının rol oynamış olabileceği düşünülebilir. Yaşlı, genç, çocuk, korkak, cesur, hakîm, cahil değişik insan tiplerine yer veren şairin destanında kadınlara da yer açması tabiidir. Kuvâyi Milliye destanında kadın, hayatın akışı içerisinde tabii şekliyle yerini alır. Kimi zaman olumsuzluk da yüklenen kadın, tarihî süreci ve yazgısını yansıtan bir kişilikte belirir. Şairin kadına yaklaşımı da gerçekçilik ilkesi çerçevesinde kendini gösterir. Hayat uğraşı içerisinde rol üstlenen kadın genellikle erkeğin gerisinde, ikincil planda kalır. Hayatının öznesi olamamış bu varlık, kimi zaman etken bir kimlikle karşımıza çıkar. Bu da Anadolu kadınını kendi gerçekliğinde yakalamayı, görmeyi ve göstermeyi getirir. Birinci Bap’a, “Ateşi ve ihaneti gördük”[4] mısraıyla başlayan ve bu mısraı metnin değişik yerlerinde birkaç defa tekrar eden Nazım Hikmet, işgalci güçlerle siyasi ve ekonomik güce sahip işbirlikçi yerel güçlere dikkatleri yönelttikten sonra işgalcilerin kadınlara tecavüzlerine yer verir: “Eşraf ve âyân ve mütehayyizânın çoğu ve ağalar: Bağdasar Ağa’dan Kellesi Büyük Mehmet Ağa›ya kadar, düşmanla birlik oldular. Ve inekleri, koyunları, keçileri sürüp, götürüp, 4. Age, s. 15.

gelinlerin ırzına geçip, çocukları öldürüp ve istiklâli yakıp yıktıkça düşman, dağa çıktı mavzerini, nacağını, çiftesini kapan”[5] Böylece destanda Anadolu kadını ilk defa karşımıza çıkar. İşgal yıllarının bir yığın olumsuzluklarının içerisinde yerel işbirlikçilerinin de hazırladığı ortamda gelinler/kadınlar başlıca mağdurlar arasındadır. Gerçekçilik ilkesiyle hareket eden Nazım Hikmet, olayların, birtakım olumsuzlukların üzerini örtme uğraşına girişmez. Onun yalın ve açık[6] anlatımı destanın bütününe hâkim yapıda karşımıza çıkar. Destanda kadın algısı Anadolu’yla sınırlı değildir. Tevfik Fikret’in Sis şiirinden yapılan alıntılardan sonra teşhis sanatıyla kişilik kazandırılarak konuşturulan Mondros ve Sevr sonrası işgale uğramış kent olarak İstanbul, pazarlanmış/tecavüze uğramış kadın imgesiyle belirir: “Biz ki İstanbul şehriyiz, işte, arzederiz halimizi Türk halkının yüce katına. Mevsim yazdır, 919’dur. Ve teşrinlerinde geçen yılın dört düvele teslim ettiler bizi, gözü kanlı dört düvele anadan doğma çırılçıplak. Ve kurumuştu ve kan içindeydi memelerimiz.”[7] İstanbul’un içinde bulunduğu olumsuzluklar, Anadolu coğrafyasına benzer bir şekilde işgalci güçlerin ve onların işbirlikçilerinin yol açtığı bir durumdur. Anadolu’daki ayanın, ağaların yerini İstanbul’da padişah, hükûmet, İngiliz Muhipleri ve mandacılar alır. Destanda kadınlar, kimi zaman olumsuzluk yüklenen bir yapıda da görünürlük kazanır. Amerikan mandasını isteyen toplumun elit kesi5. Age, s. 16. 6. Asım Bezirci, Nazım Hikmet, 3. Baskı, Çınar Yayınları, İstanbul 1993, s. 190. 7. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Şiirler: 3, Adam Yayınları, İstanbul 1987, s. 24.

62

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


mi sıralanırken sosyeteye mensup kadın tipine de göndermede bulunur: İstanbul’da hanımlar, beyler, paşalar, tül perdeler, kravatlar, apoletler, şişeler, çıtı pıtı dilleri ve pamuk gibi elleri ve biçare telgraf telleri devretmek için Amerika’ya Anadolu’yu şöyle diyorlardı Erzurum›dakilere: «Bizi bir başımıza bıraksalar, tarafgirlik, cehalet ve çok konuşmaktan başka müspet bir hayat kuramayız. İşte bu yüzden Amerika çok işimize geliyor. Filipin gibi vahşi bir memleketi adam etti Amerika. Ne olacak, Biz de on beş, yirmi sene zahmet çekeriz, sonra Yeni Dünya›nın sayesinde İstiklâli kafasında ve cebinde taşıyan bir Türkiye vücuda geliverir. Amerika, içine girdiği memleket ve millet hayrına nasıl bir idare kurduğunu Avrupa›ya göstermek ister. Hem artık işi uzatmağa gelmez. Çok tehlikeli anlar yaşıyoruz. Sergüzeşt ve cidâl devri geçmiştir : Türkiye›yi, geniş kafalı birkaç kişi belki kurtarabilir.»”[8] Metinde öyküsü dikkatlere sunulan Kerim’in anlatımında kadınlarla da karşılaşılır. Bunlar olumsuzluk yüklenen “çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın”dır. Anne hayalinin de araya girdiği metinde Kerim’in teyzeleri olan söz konusu kadınlar, şu şekilde dikkatlere sunulur: “Adapazarlıydı Kambur Kerim. Seferberlikte ölen babası marangozdu. Seferberlik denince aklına Kerim’in: çok beyaz bir yastıkta kara sakallı bir ölü yüzü, Fahri Bey çiftliğinde patates toplayıp kaz gütmek, mektep kitapları ve bir de saçları altın gibi sarı fakat alnı çizgiler içinde anası gelir. 8. Age, s. 26-27.

335'te Kerim Eskişehir'e gitti, mektebe, teyzelerine ve dayısına. Dayısı şimendiferde makinistti. Düşman elindeydi Eskişehir. Kerim on dört yaşındaydı, kamburu yoktu. Dümdüzdü fidan gibi ve dünyaya meraklı bir çocuktu. Dayısı sürmeğe gittiği günler şimendiferi Kerim›e ekmek vermediğinden teyzeleri (çok uzun saçlı, ihtiyar iki kadın)”[9] Bu anlatımda Kerim’in babasının ve daha sonra annesinin ölümünün ardından öğrenim görmek için Eskişehir’e dayısının yanına gitmesi, dayısının olmadığı zamanlar teyzelerinin ona ekmek vermemesi sonucu Hindistanlı işgalci askerlerin yanına giderek yiyecek temin etmesi anlatılır. Gerçekçi bir bakışla iki teyzenin çocuğa karşı tutumu dikkatlere sunulurken işgalci güçlerin içerisinde yer alan Hindistanlı askerlerin Kerim’e ambardan yiyecek vermesine hümanist bir duyarlılık kazandırılır. Kuvâyi Milliye destanının bir başka yerinde Kâzım’ın merkezden emir alarak İngiliz ajanlığı yapan Tercüman Mansur’u vurması anlatılırken pencereyi açıp kapayan kadın izlenimi veren biri görülür: “bir ışık yandı beyaz evde, bir pencere açıldı. Galiba bir kadın baktı dışarıya.. Boğazlanıyormuş gibi bağırdı Mansur. Pencere kapandı, ışık söndü.”[10] Gecenin karanlığı içinde bu kadın izlenimi yaratan kişi, Mansur’un sesini duymuş, pencereyi açmış ve korkudan kapatarak ışığı söndürmüştür. Yer yer roman kurgusunun ve öykülemenin öne çıktığı destanda Nazım Hikmet, tabiiliği sağlamak, dekoru tamamlamak için ayrıntıları kaçırmaz. Kadın ögesi Şoför Ahmet’in hatırlamasıyla da metne girer: “Üç numrolu kamyonet durdu. 9. Age, s. 29. 10. Age, s. 66.

63

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Karanlık. Kriko. Pompa. Eller. Küfreden ve küfrettiğine kızan elleri lastikte ve ihtiyar tekerlekte dolaşırken Ahmet hatırladı: bir gece nüzüllü babaannesini sedirden sedire taşırken kadıncağız...”[11]

yüzlerini toprağa döndüler…”[12] Kuvâyi Milliye’de kadın konusuna ağırlıklı yer verilen bölüm “Yedinci Bap 922 Ağustos Ayı ve Kadınlarımız ve 6 Ağustos Emri ve Bir Âletle Bir İnsanın Hikâyesi” adını taşıyanıdır. Büyük Taarruz öncesi Akşehir’den Afyon’a, cephe hatlarına kağnılarla cephane götüren kafileler ay ışığının altında şöyle tasvir edilir: “Ayın altında kağnılar gidiyordu. Kağnılar gidiyordu Akşehir üstünden Afyon’a doğru. Toprak öyle bitip tükenmez, dağlar öyle uzakta, sanki gidenler hiçbir zaman hiçbir menzile erişmiyecekti. Kağnılar yürüyordu yekpare meşeden tekerlekleriyle. Ve onlar ayın altında dönen ilk tekerlekti. Ayın altında öküzler başka ve çok küçük bir dünyadan gelmişler gibi ufacık, kısacıktılar, ve pırıltılar vardı hasta, kırık boynuzlarında ve ayakları altından akan toprak, toprak ve topraktı. Gece aydınlık ve sıcak ve kağnılarda tahta yataklarında koyu mavi humbaralar çırılçıplaktı. Ve kadınlar birbirlerinden gizliyerek bakıyorlardı ayın altında geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine. Ve kadınlar, bizim kadınlarımız : korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle anamız, avradımız, yârimiz ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız ve ekinde, tütünde, odunda ve pazardaki

Hâkim bakış açısına sahip anlatıcı, üç numaralı kamyonun patlayan lastiğiyle yaşlı ve hasta babaannesi arasında ilgi kurar. Daha doğrusu cepheye cephane taşıyan Ahmet’in zihninde patlamış lastik, felçli babaanne imgesini uyandırır. “sedirden sedire taşırken kadıncağız...” dediği ve sonunu getiremediği felçli babaanne ile patlamış lastik arasında biri hayatını kaybetmiş olması, diğeri işlevini yitirmesi bakımından çağrışım yoluyla ilişki kurulur. Şoför Ahmet’in zihninde zaman zaman sevgili imgesiyle beliren beyaz başörtülü kadın, cephe gerisindeki bütün zorlu uğraşına rağmen onu bırakmaz. Hatırlanan kadın, Şoför Ahmet’inkilerle sınırlı kalmaz. Destanın ilginç kişilerinden biri olan ve hikâyesi anlatılan Deli Erzurumlu da zaman zaman, mal varlığını bağışladığı için kardeşleriyle mahkemelik olmasına sebep olan yaşlı muhacir kadını düşünür. 31 Ağustos günü ordular İzmir’e doğru koşarken bir kurşunla yere devrilen Deli Erzurumlu’nun postallarının kişileştirilerek yaşlı kadını düşündüğü imgesiyle belirginleştirilir: “önünde, sırtüstü, yan yana yatan postalları her seferkinden kocamandılar (…) seyredip güneşli gökyüzünü ihtiyar bir muhacir karısını düşündüler. Sonra… Sonra, sarsılıp ayrıldılar birbirlerinden ve Deli Erzurumlu ölürken kederinden 11. Age, s. 76.

12. Age, s. 89.

64

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ve karasabana koşulan ve ağıllarda ışıltısında yere saplı bıçakların oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle bizim olan kadınlar, bizim kadınlarımız şimdi ayın altında kağnıların ve hartuçların peşinde harman yerine kehribar başaklı sap çeker gibi aynı yürek ferahlığı, aynı yorgun alışkanlık içindeydiler. Ve on beşlik şarapnelin çeliğinde ince boyunlu çocuklar uyuyordu. Ve ayın altında kağnılar yürüyordu Akşehir üstünden Afyon›a doğru.”[13] Görüldüğü gibi bu bölümde Nazım Hikmet, kadın konusunu çeşitli yönleriyle ele alır. Ayın gecenin içerisindeki aydınlığının sağlayacağı romantik fon, gerçekliği kapatmak yerine onu daha belirgin kılar. Uzun savaşlar sonucu erkeklerin cephelerden dönemediği, eli silah tutanların önemli bir kısmının savaş hatlarında olduğu zorlu bir dönemde cepheye kağnılarla silah taşıma işi kadınlara düşmüştür. Kadınların içine sürüklendiği psikoloji doğrudan değil, dıştan bakışla, içinde bulundukları şartların sergilenmesiyle eril bilince bağlı bakış açısıyla dikkatlere sunulur. Bu bakışta kadınların içinde bulunduğu şartların, mekâna ait ögelerin, olumsuzlukların anlatımı onların iç dünyasının da kavranmasına yardımcı olur. Anlatıcının yer yer geriye dönüşle hayatın içinde konumlandırdığı kadın, hiç de iç açıcı bir yaşama alanına sahip değildir. Her şeyden önce cepheye kağnılarla silah taşımak gibi erkeklerin yapması gereken bir işe koşulmuşlardır. Bu sebeple yaptıkları iş güçtür, ulaşmaları gereken menzile hiç ulaşamayacaklarmış gibi bir psikoloji içinde görünüm kazanırlar. Metinde eril bakışla kadının hayattaki yeri de belirir. Kadın, “korkunç ve mübarek elleri, ince, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle” annedir, eştir, sevgilidir. Uğruna hapishanelere düşülen, dağlara kaçırılan, “oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle” birer cinsel ögeye dönüşen varlıktır. Nazım 13. Age, s. 71-72.

Hikmet, Anadolu kadınının hayatın içindeki yerini/yersizliğini, değer yitimine uğramışlığını, “ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen ve soframızdaki yeri öküzümüzden sonra gelen”[14] söyleyişiyle çarpıcı bir şekilde belirginleştirir. Şüphesiz bu belirginleştirmenin cephe hattıyla ve Kurtuluş Savaşı’yla doğrudan ilişkisi yoktur. Fakat anlatıcı, roman türünün özeliklerini de içinde barındıran bu destanda destan kişilerini geçmiş yaşanmışlıkları, cinsiyete bağlı özellikleri ve karakteristik yanlarıyla gerçekçi bakışla dikkatlere sunma yoluna gider. Böylece destanın dünyasına giren kişiler, soyut birer kimlik olmaktan çıkarak somut, hayatta karşılığı olan varlıklara dönüşür. Nazım Hikmet, Kuvâyi Milliye destanıyla belge ve bilgilere dayanan bir metin ortaya koymak ister. Bu metinde çeşitli insan tiplerine, farklı hayat anlayışlarına yer verme yoluna gider. Onun Anadolu mücadelesi içerisinde gerçekçi bir bakışla metnin dünyasına taşımaya çalıştığı tiplerden biri de kadınlar olur. Destanda kadınlar, hayatın içindeki kimlikleriyle cephe gerisindeki faaliyetlerine bağlı olarak yerlerini alırlar. Çoğu zaman olumsuzlukları yaşamak durumunda kalan bu kadınlar, toplum içinde yerini bulamamış bir yapıda görünürlük kazanırlar. Bu da Nazım Hikmet’in gerçekliği kavrayışının bir sonucudur. ■

Kaynakça Bezirci, Asım, Nâzım Hikmet, 3. Baskı, Çınar Yayınları, İstanbul 1993. Gariper, Cafer, “Kurtuluş Savaşı’nın Varlık Kazandırdığı İki Metin: İstiklâl Marşı ve Kuvâyi Milliye Destanı”, Mehmet Akif Millî Mücadele ve İstiklâl Marşı, Türkiye Yazarlar Birliği Yayınları ve TYB Vakfı Mehmet Akif Ersoy Araştırmaları Merkezi Yayınları, Ankara 2011, s. 374 – 385. Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye, Şiirler: 3, Adam Yayınları, İstanbul 1987. 14. Age, s. 72.

65

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Çanakkale şiirini farklı okumak MUSTAFA ÖZÇELİK

Akif’in dün de bu gün de en çok fikirleri tartışma konusu olmuştur. Bunları belli başlıklar altında toplamak gerekirse şunlar söylenebilir: Milliyetçiliğe, batıcılığa, medeniyete, inkılaplara bakışı… İkinci derecede de sanat anlayışı, eserlerinin kıymeti... Yine ilginçtir Müslümanlık anlayışı...

Giriş

Mehmet Akif Ersoy, Türk edebiyat ve fikir hayatının en çok tartışılan isimlerinin başında gelmektedir. Bu tartışmalar o, daha hayatta iken başlamış ve vefatından sonra ise daha da yoğunlaşmış, zaman zaman durulur gibi olsa da hep devam etmiştir. Günümüzde de durum aynıdır. Sürekli gündemde olan bir şahsiyet olarak yine lehte ve aleyhte; pek çok değerlendirmelerin konusu olmaya devam etmektedir. Akif ’in muhtelif tartışmaların öznesi olması öncelikle “nev-i şahsına münhasır” bir şahsiyet olmasıyla ilgilidir. Akif, Halim Sabit’in de dediği gibi “düşünceleri, siyasi fikirleri, Türkçülüğü, İslamcılığı hep kendine göre”[1] olan bir şahsiyettir. Böylesi bir insanın tartışma konusu olmasını yadırgamamak gerekir. Zira kalabalıklarda böylelerine rastlamak neredeyse imkânsızdır. Hayat, eninde sonunda insanları kendi kalıbına uydurmaktadır. İşte Akif, bu tuzağa direnen ve ömrünün sonuna kadar, kendi kalabilen, kendi ilkelerine sadık olan ve bu yüzden hiçbir gruba tümüyle yaslanmayan bir insandır. Dolayısıyla bu tür insanların tenkit tuzağından kurtulmaları mümkün değildir.

Tartışılan iki şiiri

Akif ’in dün de bu gün de en çok fikirleri tartışma

1. Eşref Edib, Mehmed Akif, Hayatı, Sanatı ve Eserleri, s. 244.

66

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


konusu olmuştur. Bunları belli başlıklar altında toplamak gerekirse şunlar söylenebilir: Milliyetçiliğe, batıcılığa, medeniyete, inkılaplara bakışı… İkinci derecede de sanat anlayışı, eserlerinin kıymeti... Yine ilginçtir Müslümanlık anlayışı... Dolayısıyla Akif ’i tenkit edenler arasında sadece fikren ve itikaden muhalifleri değil kendilerini Akif ’le aynı düşünce ve inanç düzleminde tarif edenler de bulunmaktadır. Akif, şiirleriyle de tartışma konusu olan biridir. Şiirlerinin hem sanat değeri hem de “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı/Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” gibi kimi beyit yahut mısralarda dile getirdiği düşünceler zaman zaman tartışılmıştır. Fakat iki şiiri özel bir durum arz eder. Zira bu iki şiir etrafındaki tartışmalar neredeyse hiç sona ermemiştir. Tartışmaların bu iki şiir etrafında yoğunlaşması aslında anlaşılır bir durumdur. Zira; bu iki şiir de Akif›in geniş kitlelere en çok mal olmuş ve onun fikri tutumunu en iyi yansıtan metinlerdir. Her ikisinde de Akif›in dinî ve millî şahsiyeti, fikrî yapısı bütün boyutlarıyla çok açık olarak görülmektedir. Sözünü ettiğimiz iki şiirden biri Çanakkale gazi ve şehitleri için yazdığı aslında bütün bir şiirin bir parçası durumunda olan; fakat teması itibariyle “Çanakkale şehitlerine” diye bilinen şiiri, diğeri ise “Kahraman Ordumuza” ithafıyla yayımladığı ve “İstiklâl Marşı” olarak kabul edilen şiiridir. Hemen söyleyelim ki tartışmalar daha çok ikincisi etrafında yapılmıştır. Fakat ilki de ikincisi kadar olmasa bile yine zaman zaman çok tartışılmıştır. Çanakkale Şiiri

İstiklâl Marşı ile ilgili tartışmaları şimdilik bir yana bırakarak “Çanakkale Şehitlerine” şiirine baktığımızda şunları görürüz. Bu şiir hakkındaki değerlendirmelerin büyük bir bölümü olumlu niteliktedir. Buna göre; bu şiir edebiyatımızın şaheserleri arasında kabul edilir. Bunlar arasında en dikkat çekeni ise; Mehmet Akif›in, şiirini çok beğenip takdir ettiği; hatta şiire başladığı ilk yıllarda kendisinden çok etkilendiği, “O bize Mevlâna’yı, Hugo’yu, Homer’i hatırlatan, kaya gibi, dağ gibi şair” dediği “şair-i azam” Abdülhak Hamid Tarhan’a ait olanıdır. O, bu şiir için şöyle demektedir: “Akif ’in Çanakkalesi bir şiir abidesidir

ki şimdiye kadar öyle bir şey Türkçe›de yazılmadı, korkarım ki bundan sonra da yazılmayacak.”[2] Abdülhak Hamid’in yaptığı bu değerlendirme şiire olumlu bakanların hemen hemen ortak kanaatidir. Sonraki zamanlarda da yapılanlar da öz olarak bu değerlendirmeyle aynıdır. Mesela; Nurettin Topçu, bu şiiri “Dünya edebiyatında bir zafer âbidesi”, Nihat Sami Banarlı “İman ve heyecan mermerleriyle yontulmuş bir şiir ve lisan abidesi”, İsmail Habip Sevük, “Edebiyatımızın en mühim irtifalarından biri”[3], Âkif, hakkında çok önemli araştırmalara imza atan D. Mehmet Doğan ise “Edebiyatımızın en muhteşem destan parçası”[4] olarak nitelendirmektedir. Çanakkale şiirine yönelik olumsuz eleştiriler de söz konusudur. Burada ilginç olan husus, bu tür eleştiri yapanların düşünsel kimlikleridir. Şiire bu anlamda hem dindarlar, hem de inkılâp ruhuyla hareket eden resmi ve sivil kişiler olumsuz eleştiriler yöneltmişlerdir. Bu şiir, dindar kesimler için daha çok: Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhidi Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi beytinden dolayı eleştiri konusu yapılmıştır. Zira onlar bu beyti Akif ’in Çanakkale şehitlerini Bedir savaşçılarından üstün tuttuğu, böylece “dini açıdan hata ettiği” şeklinde yorumlamaktadırlar. Bu tür tenkitlerden en önemlisi Necip Fazıl Kısakürek’e ait olanıdır. Ona göre Âkif, bu ifadesiyle Bedir savaşına iştirak eden sahabeye saygısızlık yapmıştır. Meseleye “inkılâpçılık” ruhuyla karşı çıkanlar ise marşın inkılâpçılık ruhundan uzak olduğunu söylemektedirler. Bunlara örnek olarak Münir Müeyyed Berkman’ın şu ifadesine bakmak yeterlidir: “Çanakkale destanı ve değeri inkılapçılık değerlerinden uzak olan ve maalesef hâlâ dudaklarımızın arasında çırpınan milli marş (İstiklâl marşı) gibi bazı şiirlerle hiçbir kimseyi edebiyatın millî bir kahramanı olarak göstermek

2. M. Emin Erişilgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, s.79. 3. İsmail Habib Sevük, Edebi Yeniliğimiz, s. 291. 4. D. Mehmet Doğan, Camideki Şair: Mehmet Akif, s. 201.

67

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


salahiyetine haiz değiliz.”[5] O dönemlerde yapılan bu tarz eleştiriler, bu şiirin muhtevasıyla her zaman belli kesimlerin muhalefet edecekleri bir şiir olduğunun işaretini de vermektedir. Nitekim son yıllarda bir ordu mensubunun eleştirileri de bu niteliktedir. Gülhane Askeri Tıp Akademisinin 1999-000 öğretim yılının açılı toplantısında Diş. Tbp. Tuğg. Yalçın Işımer, Akif ’in Çanakkale şehitlerini övmek maksadıyla yazdığı mısraları eleştiri konusu yapmış, “Bedir savaşında 500 kişiyle çarpışan 250 bedevi Arap’la, dünya uluslarına karşı destanlar yazan Mehmetçiği bir tutuyor ve “o kadar şanlı idi” diyor. Onun düşünce evreni Bedir savaşından öte gidememiş.”[6] diyerek bu şiiri “kavmiyetçi kaygılarla” ve “din karşıtlığı” söylemine oturtarak eleştirmiştir. Eleştirilere cevaplar

Çanakkale şiiriyle ilgili her iki türdeki eleştiriler konusunda, meseleyi izah bağlamında yapılan açıklamalar da vardır. Burada onlara da değinmek gerekiyor. Bunlara geçmeden önce teknik bir açıklama yapalım: 1. Mehmet Âkif, eleştiri konusu olan beytinde anlatmak istediklerini daha anlaşılır kılmak için teşbih (benzetme) sanatına başvurmuştur. Bilindiği üzere teşbih sanatının iki ana unsuru benzetilen ve kendisine benzetilendir. Burada benzeyen “nitelikçe zayıf olan”, kendisine benzetilenin “nitelikçe güçlü olduğu” şeklindeki kural dikkate alındığında Akif ’in bu sanat gereğince “Çanakkale Şehitleri”ni, “Bedrin arslanları”na üstün tuttuğu gibi bir sonuç doğabilir. Fakat bu teşbihte “ancak” edatı ve ondan sonraki virgül dikkate alındığında ise mısrayı virgülde durarak okumak gerektiğinden teşbihin unsurlarını Çanakkale şehitleri “benzeyen”, Bedir şehitleri ise “kendisine benzetilen” şeklinde anlaşılmalıdır. Meseleye böyle bakılınca beyitten çıkacak anlam şudur: “Bedrin aslanlarından başkası bu kadar şanlı değildir. Seni benzetebileceğim başka bir varlık yoktur. Sen ancak Bedir aslanlarına benzersin.”[7] Dolayısıyla bu söyleyişte

5. Nuran Özlük, Türk Basınında Mehmet Akif Ersoy Üzerine Polemikler, s. 24. 6. Ahmet Taşgetiren, “Bu Portreyi Ordu Taşıyabilir mi?”, Yeni Şafak, 29 Eylül 1999. 7. İsmail Acar, Mehmet Akif ve Safahat’ta Seyahat, s.

şairin amacı “şanlı” olmayı iki tarafı karşılaştırıp üstünlüğü Çanakkale şehitlerine vermek şeklinde anlaşılamaz. Şair, Çanakkale›deki şehitlerin savaş niyetleri konusundaki durumlarını daha anlaşılır kılmak için bu konuda İslam tarihindeki ilk ve en önemli örneğe atıfta bulunarak meseleyi izah etmektir. Ayrıca bu bir benzetmedir, edebiyatta benzeyen ile kendisine benzetilen hiçbir zaman aynı şey değildir. “Bir başka ifadeyle benzerlik aynıyla değil misliyle değerlendirilir.”[8] 2. Burada Bedir savaşçıları ile Çanakkale şehitleri arasında kurulan ilginin nasıl bir düşünce zeminine oturduğunu anlamak için de her iki savaşın mahiyetini hatırlamak da yararlı olacaktır. Çünkü Bedir savaşının Çanakkale ile ilişkilendirilmesi bu iki mücadelenin ortak özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Her şeyden önce bu iki savaşa katılanların da gayeleri müşterektir. Her iki ordu da din ve iman kaygısıyla savaşmışlardır. Bu yüzden “Bedir Çanakkale’dir, Çanakkale Bedir’dir.”[9] İki savaş arasında on dört asırlık bir zaman farkı vardır ama “Dokuz yüz müşrikle üç yüz müminin harbiydi Bedir. Mahviyetle bitseydi, yeryüzünde Allah’ın adını anacak kimse kalmayacak ve İslâm güneşi daha doğmadan sönecekti.” Çanakkale ise “Ehl-i Salib”in karşısında tevhidin son kalesiydi. Çanakkale geçilseydi, yeryüzünde tek bağımsız İslam devleti kalmayacak ve Türk milleti tarih sahnesinden silinecekti.”[10] D. Mehmet Doğan’ın Mustafa Kemal’e atfen aktardığı şu cümleler de Çanakkale’de savaşanların niyetleri konusunda açık bilgi vermektedir: “Mütekabil siperler arasında mesafemiz sekiz metre... Yani ölüm muhakkak, muhakkak... Birinci siperdekiler, hiç biri kurtul-mamacasına kamilen düşüyor. İkincidekiler onların yerine gidiyor, fakat ne kadar şayan-ı gıpta bir itidal ve tevekkülle biliyor musunuz? Öleni görüyor, üç dakika sonra öleceğini biliyor. Hiç ufak bir fütur bile göstermiyor. Sarsılmak yok. Okuma bilenler ellerinde Kur’an-ı Kerim, cennete gitmeğe hazırlanıyorlar. Bilmeyenler 186. 8. Nihat Sami Banarlı, Kültür Köprüsü, s. 320. 9. Nuri Sağlam, “Bedir Çanakkale’dir”, Yedi İklim, s.69, 2001. 10. Nuri Sağlam, a.g.m., s.68.

68

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


kelime-i şahadet çekerek yürüyorlar. Bu Türk askerinin ruh kuvvetini gösteren şayan-ı hayret ve tebrik bir misaldir. Emin olmalısınız ki, Çanakkale muharebesini kazandıran bu yüksek ruhtur.”[11] 3. Çanakkale Şehitlerine dini hassasiyet noktasında karşı çıkma aslında yeni zamanların meselesidir. Şiirin yayımlandığı 1924 yılından Necip Fazıl’a gelinceye kadar böyle bir eleştiri yapılmamıştır. Nitekim “Bugün olduğu gibi o zamanda memleketimizde İslam dinini bilen insanlar vardı. Şiir yayımlandığı zaman onların hiç birinden böyle bir tenkit gelmemiştir.”[12] Burada Akif ’i çok yakından tanıyan rahmetli Ali Ulvi Kurucu’nun kendisiyle yapılan bir söyleşide bu konuyla ilgili söyledikleri de bu tespiti doğrular mahiyettedir. Şöyle diyor Kurucu: “Eğer bir mesele olsaydı, onun döneminde hâlâ hayatta olan büyük ulema buna karşı çıkardı. Hiç kimseden bir itiraz gelmeyip de bugünkü Osmanlıcayı dahi bilmeyen kimselerden itirazın gelmesine ben hayretteyim. Şiir heyecandır, histir, duygudur.”[13] 4. Çanakkale şiirine inkılâpçılık ruhuyla karşı çıkanlar için ise söylenecek fazla bir şey yoktur. Onların yaklaşımları ne ilmi, ne tarihi gerçeklere uymamaktadır. Ne Bedir’den ne Çanakkale’den haberleri vardır. Ulusçu bir anlayışla Türklüğü güya yüceltmekte, Türk-Arap ayırmadan hepsini İslam milletinin birer unsuru olarak gören Akif ’i hem de Çanakkale’de savaşanların niyetlerini anlamaktan çok uzakta durmaktadırlar. Bilgisizlik yanında kasıt hatta Akif ’in değerlerine düşmanlık içinde olmak gibi bir durum söz konusudur. Nitekim Işımer’in eleştirisi basında gerekli cevabı hemen almış, onun önyargılı tutumu ve meseleyi anlamada çektiği güçlük bu eleştirilerde izah edilmiştir. Bu kalemlerden biri olan Ahmet Taşgetiren’in şu yorumu bu durumu yeterince açıklamaktadır: “Bu ifadelerden Prof. Işımer’in hem şiiri anlamadığını, hem İslâm’ın sembol olay11. D. Mehmet Doğan, a.g.e., s. 203. 12. İsmail Acar, a.g.e.; s. 186. 13. Mustafa Aydın, “İstanbul’dan Bir Akif-i Sâni Geçti”, Ali Ulvi Kurucu, http://www.davetci.com/d_soylesi_ aliulvi_kurucu.htm

larını küçümsediğini, hem de önyargılarla hüküm bina etmeye yöneldiğini görüyoruz, insaf sahibi herkes bilir ki, Akif ’in Çanakkale Destanı, bu konuda yazılmış müstesna şiirlerden birisidir. Bir destandır evet. Ama bu destanı kavramak için, Çanakkale şehidinin İslâm aşkını, Peygamber tutkusunu, şahadet bilincini iyi anlamak lâzım. Eğer bunu anlamamışsanız, ‘Sana ağuşunu açmış bekliyor Peygamber’ ifadesinden bile ‘Arapçılık’ çıkarabilir, ‘Neden seni bekliyor Atatürk’ demedi de ‘Seni bekliyor Peygamber’ dedi diye şairi hesaba çekmeye yönelebilirsiniz.”[14] Son söz niyetine

Bu şiir etrafında bugünden bakarak da bir şeyler söylenmelidir. Şiir okurken bir tarihsel olayın sadece duygu bağlamında hatırlanması yeterli değildir. Bugünü anlamak ve gelecekteki tasavvurlarımız açısından Çanakkale savaşına neden ve nasıl girdiğimiz ve sonuçlarının neler olduğu iyice tefekkür edilmelidir. Bu anlamda İttihat Terakki’nin bu olaydaki yeri, nasıl bir kumpasa düşürülerek bu savaşa girmek zorunda bırakıldığımız, darbe geleneğinin tarihsel süreci, savaş sonrasında bu ülkede olup bitenler iyice sorgulamalıdır. Bu sorgulama yapıldığında eminim ki bu şiir başka tür okumaların konusu olacaktır. Söylenmesi gereken bir husus da şudur: Çanakkale savaşı elbette hep hatırda tutulmalıdır. Şiir de öyle. Fakat, bunlar yapılırken içi boşaltılmamalı ve tüketim nesnesi haline getirilmemelidir. Nitekim son yıllarda böyle bir algının hızla geliştiği görülmekte bu da meselenin tarihsel okumalarını yaparak dünü tahlil ve yarını inşa derdinde olanlar için endişe verici bir turum olarak görülmektedir. ■

KAYNAKÇA: D. Mehmet Doğan, Camideki Şair: Mehmet Akif, İstanbul, 2006. Eşref Edib, Mehmed Akif, Hayatı, Sanatı ve Eserleri, İstanbul, 1939. İsmail Acar, Mehmet Akif ve Safahat’ta Seyahat, İstanbul, 2005. İsmail Habib Sevük, Edebi Yeniliğimiz, Ankara, 1932. M. Emin Erişilgil, İslâmcı Bir Şairin Romanı, Ankara, 1986. Nihat Sami Banarlı, Kültür Köprüsü, İstanbul, 1985. Nuran Özlük, Türk Basınında Mehmet Akif Ersoy Üzerine Polemikler, İstanbul, 2007. 14. Ahmet Taşgetiren, a.g.m., Yeni Şafak, 29 Eylül 1999.

69

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Mehmet Âkif'ten Nurettin Topçu'ya İsyan Ahlakı LEVENT BAYRAKTAR*

Topçu’ya göre gerçek her ahlâki eylem bünyesinde bir isyan barındırır. Sorumluluk eylemlerin sonuçlarına katlanmak değildir. Çünkü o sonuç değil sebeptir. Dolayısıyla bir hareketin özgürlüğü kaynağında yatan motivasyonla ilgilidir. Esarete, zulme isyan; aşka ve mesuliyete itaat ve teslimiyet ulûhiyetin öznedeki hareketidir.

M

ehmet Âkif Ersoy, isyan ve İslam ahlâkı açısından Nurettin Topçu’ya hep ilham kaynağı olmuştur. Topçu da daima Âkif’in hatırlanması ve anlaşılması gerektiğini savunmuştur. Âkif’in ve Safahat’ın felsefesi kavramını ihdas ederek felsefe bakımından da incelenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Topçu, Âkif’te merhamet ve faziletle donanmış bir ahlâk adamının, hareket adamının tavrını görür. “Hareket insanla Allah’ın terkibidir.” cümlesini üstadı Blondel’den alarak Topçu, Âkif’in de bütün hareketlerinde Hakk’ı ve hakikati gözettiğini savunarak onu bir ahlâk kahramanı, millet mistiği, isyan ahlâkçısı veya daha yalın bir ifadeyle İslam ahlâkçısı olarak tanımlar. Topçu’nun Âkif’te gördüğü bu vasıflar aslında bir ve tek olanın değişik açılardan betimlenmesinden ibarettir. Çünkü hakiki anlamda isyan ahlâkı ve İslam ahlâkı bir ve aynı şeydir. Nurettin Topçu, kendi felsefi terkibini ve sistemini kurarken felsefe tarihinden oldukça yararlanmıştır. Sokrates ve Platon’un idealizmi başta olmak üzere Descartes, Spinoza, Pascal, Kant, Rousseau, Schopenhauer, Bergson ve Blondel’e varana kadar neredeyse bütün bir felsefe tarihini gözden geçirmiştir. Blondel’in aksiyon felsefesini kendisine felsefi rehber olarak seçerken Bergson’un mistisizme açılan ahlak felsefesi ve spiritüalist tutumundan da etkilenmiştir. Ayrıca Bergson’un “Yaratıcı Tekâmül”de izlediği metot da onu ilgilendirmiştir. Orada Bergson, kendisinden önce evrim konusunu incelemiş olanların görüşlerini mantık ve ilim süzgecinden geçirerek tahlil ve tenkit etmek suretiyle * Doç.Dr. Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İTBF Felsefe Bölümü

70

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Mehmet Âkif ve Nurettin Topçu iki idealist ve vatanperver olarak farklı yollardan giderek benzer sorunları ve hastalıkları teşhis ederek benzer tedaviler ve çıkış yolları teklif ettiler. İkisi de iman ve hakikat adamı olarak bütün bir milletin ve insanlığın yükünü omuzladılar. yeni bir tavır ve paradigma teklif etmiştir. Nurettin Topçu da “İsyan Ahlâkı” ismiyle Türkçeye çevrilen doktora tezinde, isyan kavramının felsefe tarihindeki belli başlı temsilcilerinin görüşlerini incelemek ve irdelemek suretiyle kendi özgün isyan ahlâkı kuramını ortaya koymuştur. Topçu, “İsyan Ahlâkı” kavramsallaştırması ve kuramı çerçevesinde ahlâk, din ve estetik alanlarında yeni ve özgün bir felsefi dil ve sistematizasyon sergilemiştir. Bunu yaparken çoğu zaman bilinen kavramlar ya da az çok aşina olunan kavramlar kullansa da bunları yeni terkipler ve bağlamlar çerçevesinde işleyerek, bilinen anlamlarının ötesinde taze bir felsefi kurgu elde etmiştir. Topçu’nun ahlâk merkezli felsefesi “isyan ahlâkı” deyimi ile özdeşleşirken daha önce hiç de bir arada görmeye ve kullanmaya alışık olmadığımız “isyan” ve “ahlâk” kavramlarını yan yana getirir. Bu, benzerlerine çok sık rastlamadığımız, ortalama sözlük dilinin ötesinde bir felsefe dili kurma teşebbüsüdür. Zira hiçbir dil kendiliğinden bir felsefe veya bilim dili hâline gelmemiştir. Her dil onu yeni baştan tanzim edecek, bildik kelimeler ve kavramlar ile daha önce söylenmemiş sözler ve fikirler ortaya koyacak büyük dâhilerin elinde kültür dili olma vasfını kazanır. 20. yüzyılda Türkçenin büyük şairleri ve edipleri eserler verdiler. Dilimizi canlı ve taze bir kültür ve edebiyat dili kılmanın gayreti içinde oldular. Felsefe alanında ise Darülfünun’dan Üniversite’ye geçiş sürecinde yaşanan kopukluk, edebiyat dili karşısında nispeten zayıf bir felsefe dili ortaya çıkardı. Mehmet Âkif ve Nurettin Topçu iki idealist ve vatanperver olarak farklı yollardan giderek benzer sorunları ve hastalıkları teşhis ederek benzer tedaviler ve çıkış yolları teklif ettiler. İkisi de iman ve hakikat adamı olarak bütün bir milletin ve insanlığın yükünü omuzladılar. Varolmanın sorumlu-

luğunu hissettiler. Hayatları boyunca inandıkları gibi yaşayarak bağlı bulundukları değerlerin somut timsali, örnek şahsiyeti oldular. Bilmek ile olmak arasındaki deyim yerindeyse epistemolojik ve etik mesafeyi ortadan kaldırdılar. “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy” diyen konformist telkinle mücadele etmeyi temel ahlâki ilke kabul ederek bu zihniyete isyan ettiler. Böylece Topçu’nun felsefi olarak sistematize ettiği “İsyan Ahlâkı” teorisi aslında Âkif’in hayatında ve eylemlerinde somutlaşmış olanın felsefe diliyle ifadesi oldu. Nurettin Topçu’nun ihdas etmiş olduğu “isyan ahlâkı” deyimi, felsefe tarihinde daha önceden bilinen veya ahlâk felsefesi ekolleri içinde sayılan bir görüş ya da kuram değildir. Topçu, bu kuramı Fransa’da 1934 yılında tamamladığı “Conformisme et Revolte” adlı doktora tezinde işlemekte ve teklif etmektedir. Bu teklifinde o, bir felsefe tarihi meselesini ele almak veya bir ahlâk tarihi tasarımı sunmaktan ziyade yeni bir felsefi tavır alış sergilemektedir. Dahası bu eser ile yeni pek çok kavram üretip teklif etmenin ötesinde yeni bir felsefe ve ahlâk sistemi getirmektedir. Bu tavrı ile Topçu, hem Batı felsefesi tarihi bağlamında hem de Türk ve İslâm felsefesi içinde yeni ve anlamlı, sistematik bütünlüğü olan, tutarlı bir kuram teklif eden filozoflar arasına katılmaktadır. “İsyan Ahlâkı” adıyla Türkçeye aktarılan eseriyle Topçu, Anarşizm, Konformizm, Sosyolojizm, İndividüalizm, Pesimizm, Volontarizm ve aslında daha da çoğaltılabilecek olan felsefi akımlarla hesaplaşarak Stirner, Rousseau, Nietzsche ve Schopenhauer üzerinden Hallac-ı Mansur’a vararak İslam tasavvuf felsefesine geçmekte ve mistik ve metafizik temeller üzerinde özgün bir ahlâk felsefesi inşa etmektedir. “İsyan Ahlâkı” bir felsefi kuram olarak paradoksal bir mantık ile örülmüş bir yapıdır. Önyargıların ve zihinsel putların yıkılması esasına dayanır. Görünüş ve gerçeklik arasındaki bağı sorgu-

71

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


lar. Görünüşte hürriyet davası adına ortaya çıkan doktrinlerin aslında insana anlamlı hiçbir vaatlerinin olmadığını ortaya koyar. Zira hürriyet yıkmak için değil, yapmak içindir. Düzen ve otorite tanımamak, ne pahasına olursa olsun sadece yıkmayı düşünmek ve bu uğurda eylemek hürriyet kapsamında değerlendirilemez. Hürriyet ve sorumluluk Topçu’ya göre eylemlerimizin sonucu değil onun sebebidir. Sorumlu olduğumuz zaman hür olabiliriz. Hürriyet hareketle birlikte açığa çıkar. Hareketimiz ise kendinden daha büyük bir dava için bir amaç ve motivasyon taşıdığında ahlâkî vasfını kazanır. Öyleyse anarşizm hürriyet davasında iradeyi kendi bencilliğinde hapsettiği ve sonuçsuz kaldığı için tek başına bir çıkar yol olamaz. Fakat Topçu anarşizmin isyanında bile bir nebze olsun müspet bir yön bulur. O da; hareket ve isyan kavramlarına dikkat çekmiş olmalarıdır. Topçu’nun eleştirerek yararlandığı bir diğer görüş ise konformizm ve sosyolojizmdir. Bunlara göre fert tayin edici bir irade sahibi değildir. Ferdin mutluluğu ve vazifesi düzene uymak ve sorun çıkarmamaktır. İnsan için en anlamlı tavır, kendi menfaatleri ile toplumun ve düzenin menfaatlerini uyumlaştırmaktır. Bu bağlamda ahlâk, toplumun yargılarına ve beklentilerine uygun davranmaktan ibarettir. Topçu, milliyetçi ve toplumcu bir sosyal teoriden yana olmasına rağmen böyle bir ahlâkı, iradenin, sorumluluğun ve aşkınlığın hesaba katılmamış ve gözetilmemiş olması bakımından ahlâktan saymaz. Aynı şekilde sosyolojizm ve konformizm gibi ferdiyetçilik de ahlâkî bakımdan kabul edilemez çünkü onda da bencillikle sonuçlanacak bir ufuksuzluk hâkimdir. Aşkınlık meselesi Topçu için ahlâkın ve metafiziğin en önemli unsurudur. Nitekim Schopenhauer ve kötümser iradeciliğini de bu bakımdan eleştirir. Çünkü Schopenhauer’a göre varlığın temelinde herhangi bir aşkın kudret bulunmamakta, varlık kör bir iradenin eseri ve esiri olarak betimlenmektedir. “Dünya iradeden çıkmıştır; irade kendi kendisini belirlediği için kendi fiillerini ve kendi dünyasını da tayin eder. O her şeye gücü yetendir. İrade, bizatihi varlığın ta kendisi, içsel temeli, kâinatın özüdür. (…) İrade, dünyanın sonucu veya eseri değil, aksine dünya yaşama iradesinin sonucu olarak ortaya çıkan bir şeydir. İrade yegâne hür gerçekliktir; dünya ondan dolayı zorunluluktur.

(…) İrade, zamanın dışındadır. Onun için sadece şimdiki zaman vardır. Ne geçmişi vardır, ne de geleceği.” (Topçu, 1995:191) Topçu, Stirner ve Rousseau’dan sonra önemli ölçüde Schopenhauer’u kullanarak ve eleştirerek kendi “isyan ahlâkı”nı ve “irade felsefesi”ni kurar. Felsefe tarihinde bu tavır büyük filozoflarda karşımıza çıkar. Mesela Kant, bir yandan kendisinden önceki rasyonalist ve ampirist geleneği diğer yandan da dogmatizm ve septisizmi incelemek ve eleştirmek suretiyle kendi sistemini oluşturmuştur. Kant, hem varlığın temelini ve doğasını araştırmış hem de onun nasıl ve nereye kadar bilinebileceğini sorgulamıştır. İnsan bilgisinin imkân ve sınırlarını araştıran bu felsefe kritik felsefe olarak betimlenmiştir. Benzer şekilde Bergson da temel eseri olan “Yaratıcı Tekâmül”ü Spencer, Lamark ve Darwin’in evrim hakkındaki görüşleri ve bunların eleştirisi üzerine kurmuştur. Felsefe tarihinde benzerleri kolaylıkla bulunabilecek bu yöntem ve tavır Topçu için de varittir. Bu bakımdan ortaya koymuş olduğu isyan ahlâkı kuramı onu özgün bir ahlâk felsefecisi/ahlâk filozofu kılmaktadır. Hatta Topçu’nun kuramı emsallerinde olmayan bir meziyete de sahiptir. Zira o sadece kuramında Batı felsefesi tarihi ve ahlâk kuramları ile hesaplaşmamış, İslam felsefesi ve tasavvuf düşüncesi içerisinde de zor anlaşılan veya çoğu kez çarpıtılarak aktarılan kimi meseleleri de yeni baştan değerlendirerek felsefenin, ahlâkın ve metafiziğin gündemine dâhil etmiştir. Topçu’ya göre “Stirner, Rousseau ve Schopenhauer gerçek isyancılar değildirler. (…) Birincisi kendi ferdiyetinin dar kalıpları içerisinde hapsetmek iddiasıyla varlığı son derece kısır hale getirdi. İkincisi, insanın tabiata yaptığı katkıyı reddederek kendi benliğine gömülmek suretiyle, ruh kargaşasından korkmuş ve sığınak olarak sadece tabiatın bağrını görmüştür. Nihayet Schopenhauer, hiçbir kurtuluş yolu bulamayarak kesin bir inkârla, isyan imkânını bile feda eder” (Topçu, 1995:174-175). Böylece Topçu ulûhiyetle ve aşkınlıkla ilişki kuramayan felsefe ve ahlâk kuramlarının sonuçsuz kalmaya mahkûm oldukları neticesine varır. Çünkü ona göre irade sonsuz bir aşkınlıktır. “Bu sonu olamayan aşkınlık faaliyeti bizce, ulûhiyetin tek delilidir. Gerçekte bu ulûhiyeti mümkün kılan Allah’tır. Ulûhiyet, hakiki bir aşkınlık olan hareketimizde içkin bulunmakta-

72

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


dır” (1995:175). Topçu hürriyetle metafizik arasında da bağ kurar. Ona göre “tabiatüstü, menfaatten arınmış sayılabilecek her hareketin yegâne kaynağıdır. Her hür hareket bize göre anarşizm, ilahi irade karşısında ise bir itaatkârlıktır. (…) İnsan Allah’la birlikte hareket halindedir. Hareket gerçek bir isyandır. Hareket, eşyayı ve kendi eliyle kendisini değiştirmeye yönelik bir plan içerisinde kendini gerçekleştiren insanın mukadderatını yapmaya uzanır. Allah, hareketin dışında değildir ve insan asla O’nsuz harekete geçemez. Tabir caizse, birbirinden ayrılmış iki varlık yoktur. Bu, iştirak veya ulûhiyete iştirak veya isyanın özünü teşkil eden insanın aşkınlığına özlem olgusudur” (1995:199). Topçu’ya göre gerçek her ahlâkî eylem bünyesinde bir isyan barındırır. Sorumluluk eylemlerin sonuçlarına katlanmak değildir. Çünkü o sonuç değil sebeptir. Dolayısıyla bir hareketin özgürlüğü kaynağında yatan motivasyonla ilgilidir. Esarete, zulme isyan; aşka ve mesuliyete itaat ve teslimiyet ulûhiyetin öznedeki hareketidir. Böylece Topçu’da ahlâk meselesi, insanın isyanı ile ulûhiyete iştiraki hâlini alır. Nitekim ona göre isyan ahlâkının İslam tarihindeki numunelerinden biri olan “Hallac, bütün beşerî yetersizliklere karşı isyan etmek suretiyle ulûhiyete ererek bu varlıkla birleşmeyi gerçekleştirecek ve Ben hakikatim veya Ene’l-Hakk diyebilecektir. Mistiğin hareketi, yegâne varlık’a doğru bir yükseliştir, vecd ehlinin isteği Yegâne Varlık’tır” (1995:201). Nurettin Topçu, “millet mistikleri” arasında en başta saydığı Mehmet Âkif ’i de isyan ahlâkının timsali olarak betimler: “İsyan, onun bütün eserine sinmiştir. Âdeta şiirinin tabii bestesidir. Uzayıp gittikçe kendini cemiyete vermekten doyamadığı hoşsohbet nazmının normal ritmi üstüne her çıkışında Âkif’i isyan halinde buluyoruz. Onun bugün bizden uzakta duran varlığını, Peygamberlerle beraber bütün büyük asilerin safında, isyan kahramanlarının Allah’a en yakın olduğu bir âlemde temaşa ediyoruz ve bu kahramanlar arasında onu seçmeye çalışırken, hayal ufuklarının çok ötesinde bir yanda Kılıç Aslan’la Yıldırım gibi kuvvet heykellerini, öbür tarafta Mevlânâ ve Yunus gibi gönül kahramanlarını, lakin hepsi de hülyaya tenezzül etmemiş irade ve isyan heykellerini temaşadan kendimizi alamıyoruz” (Topçu, 2006:87). Nurettin Topçu, Âkif ’in isyanını, hürriyet aş-

kını ve ahlâkını incelerken kendi kuramını ve eserini de felsefi bir metot gibi kullanır. Aslında bu sadece Âkif’i anlamak ve anlatmak için seçilmiş bir metot veya üslup da değildir. Topçu’nun eserlerine bir bütün olarak bakıldığında yerli veya yabancı hiçbir kaynağı veya şahsiyeti tesadüfen gündemine almadığı görülür. Bunları mutlaka kendi fikir örgüsü içerisinde bir meseleyi veya bir derdi ifade etmek için konu edinmiştir. Âkif için de bu hüküm geçerlidir ve bu yönleriyle de birleşirler. Zira her ikisi de etkileyici söz söylemenin, sanat olsun diye sanat yapmanın peşinde değillerdir. Yine her ikisinin de dünyada bulunuş gayeleri ve üstlendikleri vazifeler bakımından benzerlikleri su götürmez bir gerçektir. Sanki aynı merkez tarafından eğitilmiş ve aynı misyon için aramıza gönderilmişlerdir. Hatta onların “Mutlak” hâricinde, kendi dışlarında herhangi bir otorite tarafından görevlendirilmiş olmalarını tasavvur etmek de neredeyse imkânsızdır. Çünkü onlar ancak vicdanlarının kabul ve emretmiş olacağı bir vazife ile mükellef kılınabilmişlerdir. O yüzden dünya planında yapmış oldukları vazifeler onların seçtikleri ve razı oldukları şuurlu ve seçilmiş eylemlerdir. Zira her ikisi de aksiyon adamlarıdır. Hareket adamlarıdır. Topçu’nun sıklıkla dile getirdiği şekliyle “Hareket insanla Allah’ın terkibidir.” Gerçek manasıyla hareket edebilmek için vicdanın emriyle harekete geçmek ve rızayı ilahî’yi gözetiyor olmak gerekir. Bunun için de hakikat endişesinin ve talebinin olması ve kişinin kendisinden ümit kesmemiş olması icap eder. İnsana lazım olan ve şahsiyetinin temelini oluşturan en temel yeti Hakk’ı batıldan tefrik edebilecek bir şuur ve vicdandır. Paslı bir vicdan, ahlâki bir eylem ortaya koyamaz, isyan ahlâkçısı da olamaz. Âkif eserlerinde “çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!” derken isyan ahlâkının temel ilkesi sayılabilecek olan; Hakk’a teslimiyet, Hakk’tan gayrısına isyan anlayışını benimsemiş görünmektedir.■

Kaynaklar

Topçu, Nurettin (1995), İsyan Ahlakı (çev. Mustafa Kök, Musa Doğan), Dergâh Yay: İstanbul Topçu, Nurettin (2006), Mehmet Âkif, Dergâh Yay: İstanbul

73

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Savaşların görünmeyen kahramanları MUHSİN İLYAS SUBAŞI

İ

nsanlığın tarihinde savaşlar genellikle bir cephesiyle anlatılır. Bu, meydanlarda karşı karşıya gelen orduların kayıpları ve kazançları üzerine oturtulur. Bu bakımdan savaşyların bir görünen yüzü, bir de görünmeyen tarafı vardır. Görünen yüzünde, kumandanları ve askerleri, zamanın şartlarına göre savaş araç ve gereçlerini görürsünüz. Görünmeyen yüzünde ise hep gözyaşı, sabır ve dua vardır. Biz bu defa, çok farklı bir savaş arkaplanına bakalım istiyoruz: 1921, Kurtuluş Savaşımızdaki yılların en karanlık günleridir. O yıl, Kayseri Lisesi’nin son sınıf öğrencileri toptan sınıflarından alınır ve Sakarya Meydan Muharebesinde düşmanla savaşmak üzere cepheye gönderilir. Gençlerin anneleri yavrularının hayır haberini beklerken, bir taraftanr da, bir başka mücadele için kolları sıvarlar. Bu sırada, organizeyi yapan bir asker anasıdır: Tarih, 17 Eylül 1921, bir yaşlı kadın, bohçasını koltuğunun altına alır ve şehrin valisine gider. Elindeki çıkınını valiye uzatır ve vakur bir edayla ne getirdiğini söyler: “Ben şehit anasıyım, diğer askerler de evladımdır. Kızımın çeyizinden şu esvapları onlara çam sakızı çoban armağanı olarak

vereceğim.” Vali duygulanmıştır. Getirdiği bohçayı alır, öper ve masasının üzerine koyar. Kadının da ellerinden öper; “Savaşın görünmeyen kahramanları sizlersiniz. Sizin bu inancınız, kararlılığınız ve duanız oldukça biz bu tehlikeyi de atlatacağız”, karşılığını verir. Kadın evine döner, meseleyi komşularına açar. Bu defa mahallenin kadınları bir araya gelir, heyecan dalga dalga yayılır, şehrin bütün kadınları validen, kendilerine, askere elbise dikecek bir mekân verilmesini isterler. İrade kuvveti, aşkın kuvvetidir. Hürriyet, istediğini yapma hakkı değil, istediğini yapabilecek ortama sahip olma hakkıdır. Aşkı var eden de bu ortamdır. Düşmanın öncelikli hedefi, karşısındakinin bu hakkını gasp edecek hamleyi yapmaktır. Kuvvetliyi hakim kılma rekabetindeki hakimiyet, savaşta karşılıklı çatışmayla sağlanır. Buradaki güç öldürücüdür. Cepheyi kaybeden asker, namusunu da kaysbedeceğini bilir. Bunun için savaşlar, sadece karşılıklı vuruşmada üstün gelme keyfiyeti değil, geleceğini kurtarma azmidir de. İşgalci güçler, seni önce karşısında yok edecek, sonra yurdunu ele geçirecektir. Bu bakımdan,

74

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


bizim milletimiz, tarih boyunca esaletinin kaderini yok olmaktan kurtaracak hamleci gücün iradesine bağlılığa inanmış ve hürriyetini bu anlayış üzerine oturtmuştur. Bu kavrama gücünü de en iyi anlayan ise, arka plandaki kadınlarımız olmuştur. Düşmanın “Harim-i İsmetimize” el uzatacağı acımasızlığını bildiği için, o doğrudan olmasa da manen ordusunun hatta arkasında değil, bizzat önündedir. İşte bu şuur, savaşa mermi götürürken çocuğunun kundağını ıslanmasın diye mermisinin üzerine örtecek ruh zengiğindeki Anadolu kadınını Kayseri’de bir araya getirmiş, kimisine cephane ve erzak taşıtmış, kimisine ise elbise diktirmiştir. Bizim halkımızın ruh kumaşını ortaya koyan bu asil tavrın arkasındaki itici güç, imanını ve iffetimi koruma içgüdüsüdür. İçinde yaşadığı dört duvardan itibaren evini vatana dönüştüren bu asil ideal, o gün sokağını çarşıya dönüştürmüş ve orada yünden, kabuttan, drezinden, hatta eski kumaştan yeni elbiseler, çoraplar, iç çamaşırları hazırlayarak evlatlarına ulaştırdı. Bu, elbette kendiliğinden olmadı; Sivas Valisi Reşit Paşa’nın eşi Melek Reşit Hanım ve arkadaşları tarafından 1919 yılında Sivas’ta kurulan “Anadolu Kadınları Mudafaa-i Vatan Cemiyeti” kısa sürede Anadolu’daki bütün illerde olduğu gibi Kayseri’de de teşkilatlanarak bunların duygusal ve heyecanlı coşkusuyla Türkiye bir bütün olarak düşmanlara karşı direnme hamlesine girişmiştir. İşte bu hamlenin bir işaret fişeği olarak burada bu kadınlar, bir taraftan halktan para toplarken, (bu miktar, o günlerde 100 bin kuruşu bulmuştur) öbür taraftan daha bıyıkları terlememiş, 15-18 yaşlarındaki evlatlarını, lise sıralarından alarak, 1921’de Sakarya Meydan Muharebesine götüren iradeye gönüllerini açmış, evlatlarınn ellerine kına yakarak arkalarından okudukları dualarla uğurlamışlardır. Bir ananın kendi canının bir parçasını, evladını böyle bir ateş çemberinin içerisine göndermesi az bir fedakarlık mıdır? Hani deriz ya, “mesele vatanın bağımsızlığı ise, gerisi teferruattır”, diye… İşte bizim anamız, yüreğine taş basmış ve bu çocuklarını feda etmenin gururuyla cepheye gözyaşı akıtmadan göndermiştir. Ne büyük talihsizliktir ki, bu 62 kişiden oluşan gençlerin hiçbirisi bir daha

sınıftaki sıralarına dönememişler ve o yıl, Kayseri lisesi mezun verememiştir. Lise mezuniyet defterine düşülen not ise, bir iç sızısı gibi anıta yazılan metindir: “Kayseri Lisesi son sınıf talebeleri, 1921 Sakarya Savaşı’nda şehit düştüğünden bu öğretim yılında okul mezun verememiştir.” “Şehit Anası olmanın onuruyla ölmeyi, esir olarak yaşamaya tercih ederim”, diyen bu kahraman eda, bugün arkasında öylesine diriltici bir miras bırakmıştır ki, mazisi bir asrı aşan Kayseri Lisesi’nin girişinde, savaşa gidip bir daha dönemeyen evlatlarımızın anıtını bir gurur abidesi olarak her sabah fatihalarla ziyaret etmektedir. Yine aynı aşk ve heyecan, o gün “Kadınlar Çarşısı” adıyla ün yapan, bugünkü Kapalı Çarşının girişinde, ana caddenin tam ortasında bir iman abidesi gibi, elinde bayrağı ile bizi selamlayan, o gün kızının çeyizini bağışlayan anamızın anıtını destanlaştırmaktadır. Her savaş, bir tarafa kahramanlık destanının coşkusunu, öbür tarafa mağlubiyetten doğan yıkımın ıstırabını getirir. Aslında bu destanlar sadece cephede de yazılmaz, cephenin arkasındaki yukarıda sözünü ettiğimiz görünmeyen, ama sonucu hissedilen o gizli fedakârlıklar, silaha göğsünü geren askerimizin heyecanı kadar, analarımızın fıtratından gelen teslimiyetinden de beslenir. İnsanlar, geçmişte varlıklarını savaşla ayakta tutabilme çabasına yönelmişlerdir. Aslında İlahi dinler sırf bu duygusal azgınlık için gönderilmişti. Merhamet, insanlıkta öldürerek mal sahibi olmanın kahredici imtiyazına sürüklenen acımasız bir hayat anlayışını ıslah etmek, insan onuruna yakışan onun erdemini yücelten bir sığınma kapısı olmalıydı. Bizim kadınımız, çeyizine dualarla, gözyaşıyla ilmek ilmek işlediği kaderimizi koruma uğruna bu toprakların binlerce kilometre ötesinden gelerek işgale kalkan müstevlinin suratına öylesine bir tokat gibi indirdi ki, onların işgal ihtirasını kendi kanlarında boğdu. Bizim evlatlarımızın imanından beslenen çelikleşmiş iradesi ile bu görünmeyen kahraman analarımızın duası ve paha piçilmez çabası, yaşadığımız bütün toprakları vatana dönüştüren iki besleyici temel unsurdur. Geçmişimizde bu idealizm bizi bugünlere getirdi, geleceğe de bu milli karakter taşıyacaktır!■

75

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Kara Fatma MEHMET DAĞISTANLI

Evet, bir süre burada kalır; ama ne kadar kaldığı, sonraları ne yaptığı belli değildir. Yine yokluk, açlık, konuya komşuya muhtaç olan bir süreç devam etmiştir. O yıllar tesadüflerle hayatından kesitler öğreniyoruz. 67 yaşına geldiğinde Hürriyet Gazetesi onun Darülaceze Hastanesinde yattığını duyurur. Ne yazık ki hastaneye yatırılışından on bir gün sonra hayata gözlerini kapadığı yine aynı gazeteden öğreniriz.

İ

şgal günlerinde ecdat yadigârı vatan topraklarını düşman çizmesinden korumak için bir araya gelen bir avuç Anadolu insanı Kuvayı Milliye dedikleri ordusuyla Anadolu’nun ortasına sıkıştırılmıştı. İrfan sahibi Anadolu insanı askerini yalnız bırakmamış, kadınıyla erkeğiyle vatanını, namusunu, bayrağını korumak için eline silah almıştı. O gün eline silah alanların bugün ne adlarını biliyoruz ne de varlıklarından haberdarız. Oysa 93 Harbi’nin simgeleşmiş ismi Nene Hatun’u, Millî Mücadele yıllarının Osmaniyeli Onbaşı Tayyar Rahime’si, Torosların Kartalı, Kılavuz Hatice’si, bir Ayşe Çavuş, Çete Ayşe, Hayme Ana, Gördesli Makbule sadece adları anılmayan kahramanlardan birkaçıdır. Şimdi sizlere kendi tarihimizden belki adını dahi hiç duymadığımız, duymuş olsak bile özünü, sözünü kavrayamadığımız, göğsünden vatan, millet ve Türk olmanın gururu fışkıran bir kadın savaşçıdan bahsedeceğim. Kuvayı Milliye ile Millî Mücadeleye katılmış, bütün Anadolu’da direniş göstermiş cengâver Türk kadınlarından biri de Fatma Seher’dir. Dünyada hiçbir kadının ulaşamayacağı bir mertebeye ulaşan Fatma Seher’in hayatı bütün insanlık için ibret alınacak hikâyelerle doludur. Yiğitliği, cesareti, esareti, gururu, hüznü, vefasızlığı 67 yıllık ömrüne sığdıran eşsiz kahramanlardan biri. Balkan Harbi yenilgisinden sonra tayini Sarıkamış’a çıkan Erzurumlu Fatma Seher’in eşi 76

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Kara Fatma ve silah arkadaşları

Binbaşı Derviş Bey, gittiği cephede şehit olur. Fatma Seher doğru dürüst bir evlilik yaşamadan çocuklarını aldığı gibi İstanbul’daki kardeşlerinin yanına gider. Giderken Edirne’de kocaları savaşta şehit olan kadın arkadaşlarını da götürür. Kardeşi Süleyman namı diğer ‘Deli Sülo’ Kasımpaşa’nın hem en kuvvetli kabadayısıdır hem de kurduğu çeteyle işgal güçlerine karşı direnmektedir. Çeteye Fatma Seher ve kadın arkadaşları da katılır. İşgal güçleri İstanbul’dadır. Bu zilleti görür ama dayanamaz: ‘Kadın isem Türk değil miyim, elbet bize de düşecek bir vazife vardır!’ diyerek, mücadele edebilmek için İstanbul-Samsun yoluyla Sivas’a giden Mustafa Kemal’den görev ister. Ancak burada şu cümlenin altını çizmek gerekir. 1919 yılları, ülke savaş hâlinde ve her taraf işgal edilmiş durumda; doğru dürüst eğitim almamış 30 yaşlarında bir kadın, ‘Kadın isem Türk değil miyim?’ diyerek görev arıyor. Buradaki Türklük bilinci insanı heyecanlandıran, etkileyen, hayranlık uyandıran bir anlayıştır. O günler için böylesine anlamlı bir düşünce birçok düşünürde bile henüz olgunlaşmamıştı. Sanıyorum Kara Fatma’nın en önemli yanı, ondaki Türklük bilincinin bu denli

gelişmiş olmasıdır. İşte bu bilinçle yola çıkan Kara Fatma Sivas’ta Mustafa Kemal’i aramış ve bulmuştur. Bu karşılaşma tarihî bir karşılaşmadır ve kendisi şöyle anlatır: ‘Mustafa Kemal’in Sivas’ta faaliyete geçtiğini haber aldığım dakikadan itibaren duyduğum sevinci tariften acizim ve ilk işim kısa bir hazırlıktan sonra Sivas’a müteveccihen hareket etmeyi kararlaştırdım; hemen yola çıktım ve Gülcemal Vapuru’yla Samsun’a, oradan da Sivas’a vardım. Mustafa Kemal’in huzuruna çıkabilmek için muhtelif kıyafete girerek üç günlük bir mücadeleden sonra, devamlı bir takibin neticesi olarak, Sivas’ta öğle yemeğine davetli bulunduğu bir yere giderken yolda yakaladım. Üzerimde çarşaf vardı, yüzüm de peçe ile kapalı idi. Kendisine: ‘Paşam, bir arzım var, az zaman verin bana...’ diye seslenince, ilk defa sert bir lisan kullanarak: ‘Ne görüşeceksin?’ mukabelesinde bulundular. Kalbimdeki vatan aşkı bu sert muameleye galip gelerek derhal peçemi kaldırdım ve İstanbul’dan buraya kadar sizinle görüşmek için geldiğimi, maruzatımın bir dakika için dinlenmesini rica ettim. Bunun üzerine pek yakında bulunan bir lokantaya beni kabul ettiler: ‘Paşam, şehit eşimi toprakta, iki yetimimi İstanbul’da bırakıp sizinle görüşmeye geldim. Bu aziz vatanı kurtaracak sensin, bütün millet senin emrini bekler... Edirne’de düşmana karşı geri hizmette bulundum, yaralı askerleri sırtımda taşıdım, kadınları topladım, askere çorap ördük, mintan diktik ama yetmedi bana, vatan için görev isterim senden Paşam, düşmana karşı vuruşmak isterim. Kocamın bıraktığı yerden ben devam etmek isterim… İş göster bana, emret!’ ‘Adın ne senin?’ ‘Fatma, Paşam!’ ‘Peki, silah kullanmasını bilir misin?’ ‘Bilirim elbet!’ ‘Ata biner misin?’ ‘Binerim… Hem de yavuz binerim, ben İbrahim Yahya Ağa’nın kızıyım, at üzerinde büyüdüm...’ ‘Peki harpten, ateşten hiç korkmaz mısın?’ ‘Muharebe bana bayram yeridir Paşam, ne korkması...’

77

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Kara Fatma çete arkadaşlarıyla

ve

İşte o an Mustafa Kemal elini omzuma koydu

‘Bundan sonra düşman senden korksun, bütün kadınlarımız senin yiğit, ak yüreğini taşısın, Kara Fatma…’ Erzurumlu Fatma Seher’in ‘Kara Fatma’ oluşu Sivas’ta böyle başlamıştır. Daha sonra ise Mustafa Kemal eline aldığı kâğıda bazı notlar yazarak Kara Fatma’ya vermiş: ‘Haydi göreyim seni, verdiğim talimatı unutma, bir an evvel İstanbul’a git, hazırlan ve işe başla!’ demiştir. Fatma Seher, Mustafa Kemal’in bu isteği üzerine Sivas’tan hemen İstanbul’a geçer. O artık sırtında siyah askerî bir ceket, altında zığva pantolon, ayağında çizmesi, elindeki kamçısıyla Millî Mücadelenin amansız bir kadın direnişçisi olmuştur. Kısa boylu, zayıf, enerjik yüzlü, kara gözlü, şahin bakışlı etkileyici bir kadındır. Omuzdan aşağı fişeklik takar; belindeki geniş kuşağında tüfek mermisi, uzun kaması ve tabancasıyla pür silah dolaşır; başına doladığı

yemenisi ile insanda önce derin bir hayret hissi uyandırır, sonra da bu hayret hissi yavaş yavaş kendini efsanevi kahramana duyulan saygı, hürmete dönüşür. Yanında oğlu Seyfettin, 9 yaşındaki evlatlığı Fatma, kardeşleri Mehmet Çavuş, Süleyman, arkadaşları Topkapı Pire Mehmet ve Laz Tahsin, eşleri şehit olan Ayşe ve Zeynep’ten oluşan önceleri on beş kişilik daha sonra yüz elli kişiye varan çetesiyle, Yunan Ordusuna, Ermeni ve Rum çetelerine ve ayrıca eşkıyaya göz açtırmadan mücadele etmiştir. İzmit ve havalisine, Sakarya ve çevresine, Bursa, Balıkesir, Eskişehir, Afyon, Kütahya hatta İzmir’e kadar bütün bölgede milisleriyle beraber mücadele eden, direnen efsanevi bir kahraman olur. Adı bütün yurtta duyulur. Gittiği her yerde saygı görür. Kara Fatma’nın adı o kadar yaygınlaşır, asker arasında o kadar sevilir ki askerlere moral kaynağı olsun diye resmi yaptırılır ve bütün askeri birliklere dağıtılır. Müfrezesine artık kırk üç kadın yedi yüze yakın da erkek katılmıştır. 1. ve 2. İnönü Savaşları, Eskişehir, Afyon, Kütahya Muharebeleri, Başkomutanlık Meydan Muharebesinde canla başla mücadele etmiş, kadın milislerinin tümü şehit olurken kendisi de yaralanmış ve esir alınmıştı. Esaretini kendisi şöyle anlatıyor: ‘Altımdaki Ceylan isimli atım, güzel talim ettirilmiş çok akıllı bir hayvandı; âdeta bir piyade neferi gibi düşman mevziine sokulmakta fevkalâde mahirdi. Afyon civarındaki Sürmeli köyünde bulunan düşman mevziine, taarruz esnasında hayvanımla sokulmak icap etti. Bu esnada düşman tarafından bir kement atılarak yakalanmıştım ve hayvan da şahlanarak bizim tarafa firar etmeye muvaffak oldu; ben de bu suretle düşmana esir olmuştum. Beni yakaladıktan sonra gözlerimi bağladılar. Kendi mevzilerinin iki saat gerisinde bir yere götürüldüm ve burada gözlerimdeki mendil çözüldü. Sürmeli köyünde kurmuş oldukları karargâhlarında yarım saat bekletildim. Benden izahat almak için mütemadiyen sıkıştırıyorlardı; ben de sorulara kaçamak cevaplar veriyordum. Bunlar arzu ettikleri maksadı temin edemediler. Bunun üzerine, Başkumandanları olan Tirikopis’in yanına götürdüler. Beni görünce son derece hayretle baktı ve “Sen Kara

78

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Fatma!” diye üç defa hayretle ismimi tekrarladı. Biraz sonra hayret etmesinin sebebini son sualinden anladım. Meğer bunlar, Kara Fatma’yı devâsa bir şey tahayyül ediyorlarmış ve ben de bunlara cevaben “Anadolu’daki Kara Fatmaların en kuvvetlisi benim.” demiştim. Beni bilahare bir yere kapadılar. Evvela başıma dört tane süngülü nöbetçi diktiler; birkaç gün geçtikten sonra bir kişiye indirilmişti. Her gün beni mütemadiyen dövüyorlardı. Gücüm tükenmeye başlamıştı. Bir gün nöbetçinin yanına bir misafir arkadaşı geldi. Şarap içiyorlardı. Misafir olan arkadaşı kalktı gitti. Bu nöbetçi şarap içmeye devam ediyordu. Herhâlde çok içmiş olmalı ki sabaha karşı sızdığını gördüm. Fakat bir türlü inanamıyordum. Bir iki yoklamadan sonra hakikaten sarhoş olduğuna kanaat getirmiştim. Elindeki silahı alarak ortalık ağarmadan yola çıktım. On dokuz gün esaretin öldürücü ezalarına maruz kaldıktan sonra nihayet bir hayli müşkülattan sonra kaçmaya muvaffak oldum. Bursa’nın işgalini duyunca hâlime bakmadan Sürmeli köyündeki ovada kıtamın başına geçtim. Bu muvaffakiyetimden dolayı üsteğmenliğe terfi edildim.’ Millî Mücadele yıllarının efsanevi kahramanı, bir kadın olarak dünyada eşine benzerine pek rastlanılmayan cesaretin, özverinin, korkusuzluğun, vatan ve millet aşkının timsali olan Türk savaşçısı, direnişçisi Kara Fatma, binlerce hatırayla dolu cephe hayatında Romanlara, filmlere konu olabilecek bir hayat yaşamıştır. Onu ve on bir yaşlarındaki evlatlığı

Fatma’yı hayatları boyunca etkileyecek anılardan birisi de İzmit dolaylarında geçmiştir. Fındıktepe 11.Yunan Tümeni tarafından işgal edilmişti. Tepe’yi ele geçirme görevi Kara Fatma’ya verilmiştir. Genel taarruz yapılır. Çok şehit verirler. Küçük Fatma erlere matara ile su dağıtırken, bulunduğu yere şarapnel mermisi düşer. Fatma’nın sağ elinin parmakları kopar. Bu savaşta Kara Fatma ise göğsünden vurulur. Hücum devam eder ve tepe alınır. Fındıkepe’de Türk bayrağı dalgalanırken kardeşi Mehmet Çavuşun kollarına yığılıp kalır... İzmit- Kızılay Hastanesinde gözlerini açtığında, kızı Fatma da yanındaki yatakta yatmaktadır. Hemen kızını sorar. İyi olduğunu öğrenir ancak asıl haber kendisiyle ilgilidir. Doktor, ‘Konuşup kendinizi yormayın!’ der, ‘Göğsünüze bir şarapnel isabet etmiş, nefes alırken canınız yanacak, bir süre, iki üç ay at binmek, yorulmak yok, şarapneli çıkaramadık, o madalyanız oldu artık, zarar vermez size, merak etmeyin!...’ Kara Fatma üzülmüştür, kendisine yakışır cevabı hemen verir: “Gâvur hep içimde mi duracak!” İyileşip hastaneden çıktıktan sonra Kara Fatma artık kızı Fatma’yı cepheye götürmez. Ama küçük Fatma’nın isteği, hevesi, kararlılığı bugün yetmiş milyon insanı şaşırtacak düzeydedir. Böylesine bir vatan sevgisi dünyada az rastlanır. Anasına şöyle der: ‘Ana, sen bana küçük bir tabanca al, sağ elimin parmakları yok ama ben sol elimle de ateş ederim!’ Böyle bir cevabı verecek dünya üzerinden kaç kişi var acaba? İşte böylesine yüksek vatan aşkı, böylesine cesur insanların sayesinde bu topraklar Türk vatanı oldu. Bizim, tarihi okumamız, ondan ibret almamızın nedeni bu olmalıdır. Kara Fatma bir eylem kadınıdır. Ama unutulmasın ki eğitim görmese de içindeki cevher, ailesinden aldığı kültür onun bir fikir, bir filozof kadın olmasını da sağlamıştır. Millî Mücadele

79

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


bitmiş, İstiklal Harbi kazanılmış ve Cumhuriyet kurulmuştur. 1930 yıllarında onu ziyarete gelen bir gazeteciye verdiği beyanat bu gün dahi kimsenin düşünemeyeceği, söylemeye cesaret edemeyeceği sözlerdir. İleri görüşlülük, geleceği okuma ve gelişmişliğin nasıl olacağını kısa, özlü olarak anlatıyor: “Çocuklarımız mutlaka okumalıdır. Ben çok iyi biliyorum ki bugün Anadolu’da erkek ve kız çocuklar okuyacak olurlarsa Anadolu’nun hâli değişecek, Türk’ün yüzü gülecek, işi düzelecek, bütün batıl düşünceler ortadan kalkacaktır. Bugün Anadolu’da bir ailede iki erkek varsa yanı başında on da kadın vardır, bunun için kadın erkek hep beraber çalışmalıdır. Bunun kimseye bir zararı yoktur; belki faydası vardır. Kadın peçesiz ve yüzü açık gezmekle iffetini kaybetmez! Zira memleket bizden o kadar çok hizmet istiyor ki, bunlar arasında peçe ve çarşafı düşünecek hâlde değiliz!’ Ne yazık ki eylem kadını, direnişçi, aynı zamanda filozof yaradılışlı olan Kara Fatma, Cumhuriyet kurulduktan sonra kendisine bağlanan Üsteğmenlik maaşını, ‘Vatana hizmetin bedeli olmaz!’ diyerek kabul etmez ve Hilâl-i Ahmer’e (Kızılay) bağışlar. Bu günlerden sonra maddi sıkıntılar, kimsesizlik, sahipsizlik, yoksulluk günleri başlar. İstanbul-Kasımpaşa’da yaşamaktadır. Başını sokacak evi dahi yoktur. Hastalığı artmıştır. Zaman zaman günlük işlerde çalışmayı denemiştir. Komşularına muhtaç durumdadır. Komşuları sahipsiz Kara Fatma’yı evine en yakın Galata’daki Rus Manastırı’na yatmaya ikna eder. Artık bundan sonra bir süreliğine Kara Fatma Rus Manastırı’nda yaşamıştır. Evet, bir süre burada kalır; ama ne kadar kaldığı, sonraları ne yaptığı belli değildir. Yine yokluk,

açlık, konuya komşuya muhtaç olan bir süreç devam etmiştir. O yıllar tesadüflerle hayatından kesitler öğreniyoruz. 67 yaşına geldiğinde Hürriyet Gazetesi onun Darülaceze Hastanesinde yattığını duyurur. Ne yazık ki hastaneye yatırılışından on bir gün sonra hayata gözlerini kapadığı yine aynı gazeteden öğreniriz. Ülkemizde vatansever bir insanın hazin öyküsü böyle noktalanıyor tıpkı diğer varlığından dahi haberdar olmadığımız milli kahramanlar gibi! 1888 yılında Erzurum-Aşkale’de dünyaya gelen efsane kadın kahraman Kara Fatma, 2 Temmuz 1955 tarihinde çok sevdiği vatan topraklarında kimsesiz, fakr u zaruret içerisinde hayata veda ediyor. Bu gün yaşadığımız bu toprakların vatan olmasında ailesinin, kardeşlerinin, çocuklarının kanı pahasına mücadele ederek savaşmış bu yürekli, korkusuz insanın büyük payı vardır her ne kadar bizler bilmesek de… Sadece ve sadece bizlerin özgürce yaşamasını, ezanların özgürce okunmasını, Türk Devleti’nin ebediyete kadar yaşamasını hedef almış bir amaçtı bu hedef. Başka da bir amacı yoktu. Kara Fatma tarihin derinliklerinde bağımsızlık için mücadele etmiş sayısız kahramanlarımızdan sadece biridir. Bu kahramanlar mutlaka gün yüzüne çıkarılmalıdır. İbret dolu hayatları genç nesillere anlatılmalıdır. Hayatlarının anlatıldığı filmleri, romanları, tiyatro oyunları ile tüm dünyaya tanıtılmalıdır. İsimleri meydanlara, caddelere, okullara verilmelidir. Heykelleri, hayatını anlatan anıtsal eserleri yurdun her yerine, şehitliklere inşa edilmelidir. Bu yüce gönüllü insanlara vefa borcu ödenmelidir. Nasıl bir toprağa bastığımız halka, vatandaşa, gençliğe anlatılmalıdır. Unutulmamalıdır ki kahramanlarını hatırlamayan, unutan milletler kahraman yetiştiremez![1]■

1. Kara Fatma ile ilgili daha fazla bilgi: ‘Ben Kara Fatma’, Roman, Dağıstanlı Mehmet, Salkımsöğüt Yayınları * Fotoğraflar: ’Kara Fatma’ Bektaş İlknur, Timaş Yayınları eserinden alınmıştır.

80

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ÇANAKKALE’DE MEHMEÇİK Anafartalar’a Türk mührünü vurmuş ırkım Yedi düvele karşı set gibi durmuş ırkım. “Seyid Onbaşı” derler, tek başına bir ordu Üç yüz kilo mermiyi namluya sürüyordu. Mehmetçik ki, alnına tevhid ışığı vurmuş O iman ve azimle dehri kasıp kavurmuş. Çanakkale’de sanki Seddülbahir bir surdu Cihanı titreten dev bir orduydu bu ordu! Conkbayırı’ndan kalktı Mehmetçik’ler hücuma “Şehit” diye yazılsın diyordu başucuma. Dikti sancağı engin şevkle Kireçtepe’ye Erdi “şehitlik” gibi en yüce mertebeye. Cihâd için can veren on binlerce şehîde Yapılsa sezadır som altundan bir âbide! Gelenler gördü, -varsa- gelecekler görecek Zafer türküsü Türk’ün asırlarca sürecek!

ABDULLAH SATOĞLU

81

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


KÖYLÜ KADINLAR Asaletin parıltısı alnında Sofrada ekmeği böler yavaşça. Yokluk tak etse de tatlı canına Katık sormaz yufka dürer yavaşça. Tarlaların nazlı gülü çiçeği Demet demet başak derer yavaşça. Dayandığı dağ yıkılsa üstüne Hıçkırır içini çeker yavaşça. Bazen hükmedemez kara gözlere Yanağına inci döker yavaşça. Hicap perdesini açmaz kimseye Yolda keklik gibi seker yavaşça Kucağında çocuk, sırtında mermi Yün eğirir, iplik büker yavaşça Eli öpülesi köylü kadınlar Gencecik yaşında çöker yavaşça.

HAYRETTİN DURMUŞ

82

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ŞİRİN KAPISINDA Yar başında duran yârin peşinde Aklından korkuyu silenler gider Sözü yüreğinde, sazı döşünde Edebi, erkânı bilenler gider Gözünü kırpmadan bırakan varın Islık çalıp gezen üstünde harın Tipinin, boranın, altında karın Alnının terini silenler gider Yiğit odur, sözü boşa salmaya Mecnun’dan, Kerem’den geri kalmaya Şirin kapısında köle olmaya Kayayı külünkle delenler gider Yeltenir atmaya dağlara künde Seven gece yanar, buz tutar günde Nefsi arkasında, kendisi önde Peşinden teneke çalanlar gider Pişmek gerek, yanmak işin kolayı Seviyorsan yüklenirsin belayı Kalbine sığmayan gözü elayı Arayan kaybeder, bulanlar gider Yanarak yunulur aşkın közünde Hal okunur hal bilenin gözünde Hatıralar kanar ömrün güzünde Gözleri boşalıp, dolanlar gider Atmaca dünyada sanma kalacak Nerde olsan görklü melek bulacak Her insan toprağa bider olacak Âşıklar yaşarken, ölenler gider

TAYYİP ATMACA

83

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


TÜRKMEN ÇOCUKLARI Yollandılar birer birer gurbete Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları Dayanır mı bilmem ki her gurbete Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları Giderler de neden geri gelmezler Hep ağlarlar bilmem niçin gülmezler Kerkük’teki dostlarını bilmezler Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları Bebeleri durmaz ağlar kundakta Kurtulmuştur yatanları toprakta Yatmadılar bir gün sıcak yatakta Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları Doğum yeri Tuzhurmatı olsa da Telafe’de öksüz yetim kalsa da Anlamaz ki hoyrat sesi alsa da Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları Yabancıdır kendine düşleri Ne yazları yaz ne de kıştır kışları Gurbette inleyen göçmen kuşları Yurdunu kaybeden Türkmen çocukları

SUPHİ SAATÇİ

84

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Güzel ölüm SONGÜL DUMLUPINAR ALİCAN

Karla kaplı yol geçit vermez bir set gibi çaresizlik içerisinde bakışlarının önünde uzanıp gidiyor, zehirli bir umutsuzluk duygusu soğuk havayla birlikte her nefeste genç kadının yüreğine dolmaya başlıyordu. Kastamonu Kışlası’na kadar dayanabilecek miydi? Hadi kendisi neyse de, minik kızı o zamana kadar (ki bu zamanın ucu görünmüyordu) sağ kalma direncini gösterebilecek miydi? Ya mermiler?

D

ün geceden beri aralıksız olarak yağmaya devam eden ve bütün yolları kaplayan kar öğleden sonra tipiye dönmüş, yalçın dağların alçak etekleri kefeni andıran bembeyaz bir örtüye bürünmüştü. Göz gözü görmüyor, şiddetli kar yağışı ve rüzgârın melodilerinden oluşan ürkütücü ve kulakları sağır edecek kadar keskin bir ıslıktan başka ses duyulmuyordu. Artık çatlama noktasına gelmiş öküzlerin çektiği top mermileriyle yüklü bir kağnı, karla kaplanmış yolda gacır gucur ederek ağır ağır ve bata çıka ilerlemeye çalışıyordu. Kağnının başındaki genç kadın, henüz yirmi bir yaşındaki Şerife, öküzlerin kuvvetten düşmemesi için mırıl mırıl dua ediyordu. Aklının bir köşesi, kağnıdaki top mermilerinin arasına koyarak mermilerle birlikte üzerini örttüğü kundaktaki bebeğiyle meşguldü. “Allah’ım,” diye kıpırdanıyordu, Şerife’nin soğuktan morarmış kederli dudakları, “güç ver bize, mağfiret et, sabır ver, emaneti yerine ulaştırmadan emanetini alma!” Kastamonu’nun Seydiler Beldesi’ne bağlı Satı köyünde dünyaya gelen Şerife, henüz on altı yaşındayken köyün yağız delikanlılarından biri ile evlenmiş, fakat düğününün üzerinden henüz iki ay bile geçmeden I. Dünya Savaşı patlak verince genç kocası askere gitmişti. 1918 yılında gerçekleşen düğün ve sonrasında başlayan büyük savaşla Şerife’nin hayatı birdenbire değişmiş, zorluk ve hasret dolu bir çileye dönüşmüştü. Gözyaşları ile askere gönderdiği ve bir daha geri dönmeyeceğini içten içe bildiği (o dönemlerde askere gidenlerin geri döndüğü pek vaki değildi) kocasından başka

85

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


kimsesi yoktu. Altı ay sonra, Çanakkale’ye ağlayarak ve âdeta bir cenazenin ardından gözyaşı dökerek uğurladığı kocasının şehit olduğunun haberi geldiğinde çok şaşırmamasının nedeni buydu. Satı köyünün büyükleri, bu taze dulun yalnız kalmasının tehlikeli olacağı düşüncesiyle onu savaş gazilerinden biriyle, askere sağlam gittiği hâlde geriye tek bacaklı olarak dönen Topal Yusuf ile evlendirdiler. Üç yıl sonra Elif adını verdikleri bir kızları oldu. Öküzlerin zorlukla çektiği kağnı beyaz bir karanlıkla bürülü yolda bata çıka ilerliyordu. Bir yandan top mermilerinin arasına yatırdığı minik bebeği Elif ’i düşünen Şerife, diğer yandan da mermileri Kastamonu Kışlası’na ulaştıramama endişesi ile kıvranıyordu. Ankara’da açılan yeni meclisin yürüttüğü Kurtuluş Savaşı’nın cephelerine sevk edilmek üzere 1921 senesinin Şubat ayında İnebolu Limanı’na gelen silah ve teçhizat malzemelerinin taşınması vazifesini üstlenen, birlikte hareket ettikleri diğer kağnılardan meydana gelen kafilenin epeyce gerisinde kalmıştı. Savaşa katılamayacak kadar yaşlı erkekler ve kadınlar tarafından idare edilen silahla yüklü kağnılardan oluşan esas kafile önden ilerleyip gitmiş, Şerife geride kalmıştı.

Karla kaplı yol geçit vermez bir set gibi çaresizlik içerisinde bakışlarının önünde uzanıp gidiyor, zehirli bir umutsuzluk duygusu soğuk havayla birlikte her nefeste genç kadının yüreğine dolmaya başlıyordu. Kastamonu Kışlası’na kadar dayanabilecek miydi? Hadi kendisi neyse de, minik kızı o zamana kadar (ki bu zamanın ucu görünmüyordu) sağ kalma direncini gösterebilecek miydi? Ya mermiler? Onların bir an önce kışlaya ulaştırılması lazımdı. Savaş hâliydi sonuçta, askerlerin ihtiyacı vardı onlara; her şeyden önemliydi mermiler… Elif nasıldı acaba? Uyuyor muydu hâlâ? Kulak kesildi önce, fakat boran hiçbir şey duymasına izin vermedi. Kağnının üzerine tırmanıp hem top mermilerini hem de çocuğu örten yorganın köşesini kaldırarak baktı, bebek mışıl mışıl uyuyordu. Sağ elinin avuç içiyle huzurlu bir tekdüzelik içerisinde nefes alıp vermekte olan bebeğinin sağ yanağına dokundu. Sıcacıktı. Rahatladı genç kadın. “Sen yavrumu koru Allah’ım!” diye dua etti, “Onun bu kıyamette donmasına müsaade etme!” Bebeğinin uyuduğundan emin, kağnıyı çekmekte olan hayvanlarla birlikte yürüyordu. Şerife, hayvanların giderek ağırlaşan yürüyüşünden ürkmüştü. Dayanamayabilirlerdi. Ya dayanamazlarsa

86

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


ne olacaktı o zaman? Hem mermileri yerine ulaştıramaz hem de kızı ile bu dağ başında donup giderdi. “Allah korusun!” diye fısıldadı birkaç kez. “Allah korusun!” Ağırlaşan kağnı ile sanki Şerife’nin adımları da ağırlaşmaya başlamıştı. Donabilirdi. Bu düşünce korkuttu onu. Yavrusu ne yapardı o zaman? Ya o da donarsa? Onun da minik bedeni soğuk hava karşısında çaresiz kalıp kaskatı kesilirse? “Küçüğümü muhafaza et Allah’ım!” Top mermileri ile birlikte üzerini örtmekte olan yorgan onu koruyabilir miydi acaba soğuktan? Korurdu inşallah. Hem şu küçük tepeyi de aştıktan sonra geride ne kadar yol kalıyordu ki! Kastamonu Kışlası’na gelmek üzereydiler. Sadece biraz daha sabretmeleri gerekiyordu. “Haydi, ha gayret!” diye seslenmek istedi kağnıyı çekmeye çalışan yorgun ve artık iyice güçten düşmüş öküzlerine; fakat sesi çıkmıyordu. Yorgunluktan bayılmak üzereydi. Elif bebeğin ağlayan sesini duydu belli belirsiz. Bir kez daha can havliyle kağnının üzerine tırmanmaya kalktı. Fakat artık iyice güçten düşen Şerife, yere düştü, karların içerisine yuvarlandı. Kar yağışı ve tipi durmak bilmez bir eda ile devam ediyordu ve hava kararmak üzereydi. Şerife, artık ayak parmaklarını hissetmiyordu. “Donuyorum galiba…” diye geçirdi aklından. “Ey takatim, canım ve bütün varlığım avuçlarında olan Allah’ım, mademki huzuruna alıyorsun beni, o vakit ölümüm en azından bir hayra vesile olsun! Kızım ve mermiler sağ salim ulaşsın menzile… Ey muktedir olan, tut ellerimden.” Artık uyuştuğu için parmaklarını hareket ettiremese de son bir gayretle kollarını iki yana açıp bebeğin ve mermilerin üzerini örten yorganın köşelerini sıkıştırmaya çalıştı. Bu sırada bir aydınlık değdi gözüne. Çanakkale’de şehit düşen kocası elinde kocaman bir fenerle karlı yolun içinden kağnıya doğru yürüyordu. “Artık ben Topal Yusuf ile evliyim.” diye geçti Şerife’nin aklından belli belirsiz, “ama sonuçta bana kimse sormadı ki onunla evlendirirlerken; hem kocamın şehit olduğunu bildiren tezkere de gelmişti.” İlk kocası, ölesiye âşık olduğu o yiğit delikanlı, kendisini yıllar önce gördüğü o ilk hâliyle ve tebessüm eden aydınlık bir çehre ile yanına ulaşmış, sağ elini, karısının elinden tutmak ister gibi uzatmıştı. Anlık bir tepki ile geri çekil-

mek istedi Şerife. Fakat artık hareket edemeyecek hâldeki elleri yorgana yapışmış durumdaydı. Gözleri kapanırken, bilinci de ağır ağır derin bir karanlığa gömüldü. Kar yağışının dindiği ertesi sabah, Kastamonu Kışlası’nın kule nöbetçileri, seher vakti uzakta bir kağnının belirdiğini gördüler. Herhangi bir gerçekliğe karşılık gelemeyecek kadar cansız ve güçsüz oldukları görülen iki silik hayvan gölgesinin çekmeye çalıştığı kağnı ağır aksak geliyordu. Nöbetçi askerler şaşkınlık içerisindeydi. Neredeyse iki gündür devam eden kar yağışının içerisinden çıkıp gelen bu kağnı da neyin nesiydi acaba? Nasıl gelebilmişti? Kışla komutanı Osman Bey tarafından teftiş için görevlendirilen Devrekanili Cemil ve Beşiktaşlı Rifat Çavuşlar hiç vakit kaybetmeden kağnının yanına koştular ve karşı karşıya geldikleri manzara karşısında ne yapacaklarını bilemediler. Kağnının üzerinde öylece kalakalmış bir genç kadının cesedi ellerini uzatarak top mermilerini örtmekte olan yorganı kucaklar gibi avuçları arasına almış, öylece donup kalmıştı. Askerler, tam o esnada kağnının içinden bir ağlama sesinin geldiğini duydular. Yorganın altında, mermilerin arasında uykudan henüz uyanmış küçük bir bebek vardı. Bir mucizeydi bu, bir mucize… Kar, kış ve kıyamette, üstelik annesi de soğuktan donarak vefat ederken, minik bebek top mermilerinin arasında hayata tutunmuştu. Düşmana karşı mücadele eden orduya silah ve mühimmat taşıma gibi görevleri yerine getirebilmek için canını ortaya koyan genç annenin duası kabul edilmişti. Şerife’nin kimliği tespit edildi. Sonra Seydiler’deki köyüne gönderildi. Buradaki mezarlıkta defnedildi. Rivayetlere göre kağnıda bulunan bebek, kışlada bulunan askerlerden biri tarafından evlat alındı. Şerife, Kurtuluş Savaşı’nın simgelerinden biri olan Kastamonulu Şerife Bacı’ydı. Şerife Bacı, canını ortaya koyarak top mermilerini orduya ulaştırması ile Millî Mücadele’nin manevi dinamiklerinden biri olmuş, bu şekilde büyük Türk milletinin varoluş savaşındaki en önemli cephelerden birini, insanlık ve adanmışlık cephesini büyük bir özveriyle savunmuştu. Vücudundaki son zerre de donuncaya kadar…■

87

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Çanakkale Savaşı'nda kahraman bir kadının romanı: Safiye Hüseyin NİLÜFER İLHAN

Ç

anakkale ve İstiklal Savaşı esnasında cephede aktif bir şekilde savaşan erkeklerin yanı sıra, vatanı savunmak için cephe ve cephe gerisinde büyük bir çaba gösteren kesimin başında kadınlar da vardır. Anadolu’da babasını, eşini, kardeşini ve oğlunu savaşa göndermekle “vatanın sağ olmasını” her şeyin üstünde tutan Osmanlı Türk kadını, İstanbul’da ise açtıkları dernekler, çıkardıkları gazete ve dergilerle millî şuuru aşılamaya, maddi ve manevi anlamda askere destek olmaya çalışmışlardır (Çakır, 2011: 59131). Balkan Savaşı sırasında aktif faaliyetlere başlayan İstanbullu kadınlar, asıl Çanakkale’de cephe ve cephe gerisinde çalışmalarıyla adından söz ettirmişlerdir. Kadınlarımız, kızlarımız askere yardım toplamasının, dikiş dikmesinin ve hastabakıcılık yapmasının vatana hizmette önemli bir rol oynayacağını düşünmüşler ve seslerinin ulaşabildikleri hemcinslerine çağrıda bulunmuşlardır (Sönmez, 2008: 37). Bu noktada, İngiltere Deniz Ataşesi Ahmet Hüseyin’in kızı olan ve yükseköğrenimini Avrupa’da tamamlayan Safiye Hüseyin [Elbi] (1881-1964),

Bütün ömrünü hastabakıcılık yapmaya adayan Safiye Hüseyin’in, Çanakkale Savaşında gösterdiği kahramanlık, 2008 yılında İsmail Bilgin tarafından yayımlanan Çanakkale’nin Kadın Kahramanı: Safiye Hüseyin adlı romanla kurguya taşınır. 88

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Balkan Savaşlarında başladığı gönüllü hemşirelik faaliyetini Çanakkale Savaşında da sürdürerek “Çanakkale’nin kahraman kadını” olmuştur. Hilâl-i Ahmer Cemiyeti’nde Dr. Besim Ömer Paşa’nın [Akalın] teşvikiyle hemşirelik kurslarına ve toplantılarına katılan Safiye Hüseyin, profesyonel anlamda bir eğitim aldıktan sonra Çanakkale’ye gider ve orada hem cephe hem de gemi hastanesinde yaralı askerleri tedavi eder (Safiye Hüseyin, 1964: 1213). Bütün ömrünü hastabakıcılık yapmaya adayan Safiye Hüseyin’in, Çanakkale Savaşında gösterdiği kahramanlık, 2008 yılında İsmail Bilgin tarafından yayımlanan Çanakkale’nin Kadın Kahramanı: Safiye Hüseyin adlı romanla kurguya taşınır. Yazar, Safiye Hüseyin’in Çanakkale cephesinde yaralı askerlere hastabakıcılık yaptığı dönemi ele almakla, vatan savunmasında kadınların da mücadele ettiğine ve zaferin kolektif bir ruhla kazanıldığına dikkat çeker. Ayrıca, yıllarca adı unutulan Safiye Hüseyin’in yeni nesiller tarafından tanınmasını ve adının yaşatılmasını gaye edindiğini, bu şekilde vefa borcunu ödemek istediğini de ifade eder. Roman, Safiye Hüseyin’in biyografisinden, hatıralarından ve tarihî belgelerden yararlanmakla gerçekçi; anlatım tekniği ve karakterlerin psikolojik derinliğini ortaya koymakla da edebî bir hüviyete sahiptir. Bu hüviyet, Safiye Hüseyin’in ve askerlerin savaşa, vatana bakışında açığa çıktığı gibi, “özlem”, “dostluk”, “ümit”, “vefa”, “merhamet” ve “aşk” gibi duygular çerçevesinde de görünürlük kazanır. Romanın olay örgüsünü, sıcak çatışmaların yaşandığı anda Çanakkale cephesine gönüllü olarak giden Safiye Hüseyin’in yaralı askerlere koşulsuz yardım etmesi ve onların kahramanlıklarına tanık olması, askerle birlikte istiklal ve istikbal mücadelesi vermesi oluşturur. Roman, Safiye Hüseyin’in cepheye gitme-

den evvel İngiltere’den savaşmak için Çanakkale’ye gelen Tommy’nin, sevgilisinin erkek kardeşi John Green’i çatışmada kaybetmesinin ardından duyduğu üzüntü ve bu üzüntüye sebep olan savaş eleştirisiyle başlar. Bu eleştiri, Tommy ve Türk asker Bekir Çavuş’un vurmak için birbirine pusu kurması ve ölümle kuşatılan hayatlarını değerlendirmeleriyle devam eder. Çatışmaların yoğun olarak yaşandığı Çanakkale’de, doğa tahrip edilir, cesetler kan deryası oluşturur, barut, duman, kan ve ilaç kokusu her yere hâkim olur. Ancak, ölmek ve öldürmek üzerine vücut bulan savaşta, askerler olağan hızıyla çarpışmaya devam ederler. İşte Safiye Hüseyin, savaşın bütün dehşetiyle yüzünü gösterdiği ve ölümün kol gezdiği böyle bir yere gitmek istediğini Reşitpaşa vapurundan sorumlu Dr. Besim Ömer Paşa’ya söyler. Seferberliğin ilan edildiği, köylerin-kasabaların boşaldığı, liseli, üniversiteli gençlerin cepheye koştuğu ve kadınların da amansız mücadele ettiği bu savaşa duyarsız kalmak istemez. Daha önce birçok savaşta hastabakıcılık yapan ve savaş ortamını gözlemleyen Safiye Hüseyin için Çanakkale, ontolojik hüviyete sahip bir yer olarak tanımlanır. Ona göre Çanakkale; Müslümanların, payitahtın, masum ve mazlum milletlerin kaderini belirleyecek “son kale, son ümit ve son daldır” (Bilgin, 2013: 218) Düşmanın kara, deniz ve havadan, son derece gelişmiş silahlarla saldırdığı, daha çok kanın döküldüğü, daha çok askerin yaralandığı ve daha çok canın verildiği bir savaştır Çanakkale. Safiye Hüseyin, ataşe kızı olmasını ve yükseköğrenime sahip olmasını hastabakıcılığın gerisine atarak, askerlerin yaralarını sarmak ve onlara ümit aşılamak için cepheye gitme kararı verir. Gayesini “yiğitlerin yarasını sarmaya çalışmak, akan kanı durdurmak, su isteyene su vermek, üstü açılanın üstünü örtmek, içemeyenin çorbasını içirmek, yazamayanın mektu-

89

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


bunu yazmak ve okumak. Onları teselli etmek ve iyileşeceklerine inandırmak” (Bilgin, 2013: 35) şeklinde belirleyerek Reşitpaşa vapuruyla Çanakkale’ye doğru yol alır. Bu şekilde, savaş temalı birçok romanda erkek perspektifinden yansıtılan savaş ortamı, burada Safiye Hüseyin’in şahsında romantik tasvirlerle, psikolojik detaylarla, askerin kahraman ve insani yönüne dikkat çekmekle ortaya konur. Safiye Hüseyin, Çanakkale’ye adımını attığı anda bu yerin coğrafi güzellikleri karşısında büyülenir ve savaşın bu güzellikler içinde yaşanmasına da üzülür. Böylece vatanını cennet olarak gören bir milletin ferdi olarak, burada bulunmakla ve düşmana karşı mücadele etmekle ona olan borcunu ödemek ister. Askerin bir destan yazdığı bu savaşta o da, Osmanlı Türk kadınının vatanı uğruna neler yapabileceğini ve erkeğiyle omuz omuza düşmana karşı nasıl savaşacağını şöyle ifade eder: “Şunu bilmenizi isterim, iyi ki buradayım. Kadınların da savaş esnasında neler yapabileceklerini göstereceğim. Türk kadınının ne denli cesur ne denli fedakâr ve daima erkeğinin yanında olduğunu bir kez daha cümle âleme ispat edeceğim. Balkan Harbi esnasında yapılan protesto mitinglerinin pek çoğunu biz kadınlar düzenledik. Haklılığımızı haykıran telgrafları çeken yine kadınlarımızdı. Bizler bir elmanın yarısıyız. Erkeğimizden az ya da çok değiliz. Bak, iki parça elma birbirini tamamlar. Bir parçası kadınlarımız, bir parçası da erkeklerimizdir.” (Bilgin, 2013: 63-64). Vatanı savunmak için canını feda eden askerlerin arasında Safiye Hüseyin de onların yaralarını sarmak ve onlara moral vermek için büyük bir gayret sarf eder. Hizmet verdiği gemi ve çadır hastanesi birçok defa bombalanmasına, her gün yüzlerce yaralı kucağında şehit olmasına, uykusuz ve yorgunluktan bitap düşmesine, kimi zaman aç kimi zaman susuz kalmasına rağmen, vatanın kurtuluşu için moralini yüksek tutar ve umudunu yitirmez. Bir milletin ölüm kalım mücadelesi verdiği ve bir kahramanlık destanı yazdığı bu yerde olmaktan ve vatana hizmet edenlere hizmet etmekten dolayı da mutludur: “Ne mutlu bana ki, onların yaralarını sardım. Acılarını dindirdim. Susamış olanlara su verdim. Yüzlerini sildim.

Başlarını okşadım. Bir anne gibi, bir kardeş gibi… Bir bacı gibi… Ne mutlu bana ki onlar için uykusuz kaldım. Üzerleri açılınca örttüm. Sıcak çorba içirdim. Ekmeklerini kırdım. Sularını içirdim. Yumuk yumuk ellerini tuttum. Vatana hizmet edenlere, ben de hizmet ettim. Bundan dolayı mesudum. Gururluyum. Ama en önemlisi, görevi en az onlar kadar iyi yapmaya çalıştım. Vatanın kanayan yarasına, canlarıyla, kanlarıyla merhem olmaya çalışanların yarasını sardım. Merhem sürdüm. Bu övünç bana yeter. Rabbim. Sana şükürler olsun” (Bilgin, 2013: 172-173). Safiye Hüseyin, Çanakkale’de askerlerin sadece yaralarını sarmakla ve onları iyileştirmekle kahramanlık örneği gösteren bir hemşire değildir. Aynı zamanda o, yaralanan askerin iç dünyasını gözlemlemekte ve onların ihtiyaç duydukları psikolojik desteği vermekle de hizmetini ortaya koyar. Söz gelimi, ameliyathaneye getirilen yaralı askerlerin uzuvlarını kaybettikleri zaman taşıdıkları psikolojiyi bütün çıplaklığıyla görüp yanlarından ayrılmaz. Kimi askerin ameliyat sırasında metanet gösterdiğine, kiminin ise psikolojik travma yaşayarak sakat hâlini kabul etmek istemediğine tanık olur. Safiye Hüseyin, yıllarca savaş ortamında gözlemlediği bu yaralı askerlerin psikolojisini şöyle anlatır: “Böyle hastalara ruhi destek vermek lazım. Endişelerini azaltacak sohbetler etmek, moral vermek lazım. Aksi hâlde bir başlarına kalırlar. Kendi içlerine kapanırlar. Konuşmaz olurlar. Gözleri sabitleşir. Düşüncelere dalarlar. Düşüncelerinin pek çoğunu, annelerinin, karılarının ya da sevdiklerinin karşısına bu hâlde çıkacakları endişesi oluşturur. Hep o karşılaşma anını yaşarlar. O an bir atlatılsa, o eşik bir geçilse sanki her şey daha kolay olacaktır. Bu yüzden, bizleri en çok uğraştıran ve ilgi bekleyen yaralılar hep bir uzuvları kesilenlerdir. Kendilerine yardım edilmesini pek istemezler. Yardıma muhtaç olduklarını kabullenmezler.” (Bilgin, 2013: 62-63). Ancak, Safiye Hüseyin, Osmanlı Türk askerinin bu travmayı vatan sevgisiyle ve onlara verdikleri psikolojik destekle atlattıklarını dile getirirken, kahraman kimliklerine halel getirmez. Çünkü kolu ve bacağı kopan, kulak zarı patlayan, kör olan ve bağır-

90

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


sağı delinen asker, bu hâliyle bile savaşmaya ve kahramanlıklarını göstermeye devam eder. Safiye Hüseyin, askerin gösterdiği bu kahramanlığı “hubbü’l-vatan mine’l-imân (vatan sevgisi, imandandır)” hadisiyle ilişkilendirir ve vatanın harim-i ismetine dokunulduğunda söz konusu hadisin işlevsel niteliğine tanık olur. Cephede Safiye Hüseyin’i derinden etkileyen ve anılarında da sıklıkla dile getirdiği unutulmaz kahramanlık hâdiselerinden birini ise, hikâyelerini dinlediği yahut da kollarında gözlerini kapadığı askerlerin şehit olma anı oluşturur. Hastanede günlerce yanlarından ayrılmadığı ve umut aşıladığı askerlerin, bütün gayretine rağmen kurtulamadığını görünce çok üzülür. Her bir şehidi, açılmadan toprağa düşen gül goncasına, gökte kayan yıldıza ve suyu kesilen pınara benzetir. Şehit olmadan önce onlara son kez “su” verir, başlarını okşar, yanlarından bir an olsun ayrılmaz, teselli edici sözler söyler ve onlara “annelik” yapar. Cephede şahadet şerbetini içen askerlerin son anlarını ise, arkadaşlarından şöyle dinler: “İster inanın ister inanmayın. O gece, günlerden beri derin derin düşünen, içine kapanan, ağzından kerpetenle söz aldığımız arkadaşlar bir neşeli olurdu şaşardınız. Bülbül gibi şakırdılar. Seslerine bir ahenk gelirdi. Yumuşacık kadife gibi sakin sakin konuşurlardı. Gülerlerdi. Yüzleri kanlanır, bakışlarına bir parıltı yayılırdı, bu parıltı sanki revnak (yaşarken cenneti görenlerin yüzündeki parıltı) gibiydi. Bir de çok su içerlerdi. Sanki cennet kevserini içer gibi. Hep geride bir emanet bırakmak isterlerdi. Bir çakı, bir mektup, bir eşya, para. Ne bileyim eve, memlekete dair hasretleri artardı. Sevdiklerini sayıklarlardı. Bir canlılık gelir, yerlerinde duramazlardı. Kısacası bir başkası olup çıkarlardı. Sabah olduğunda bunlar birer birer toprağa düşerlerdi. Hakk’a yürür, bu dünyadan göçerlerdi.” (Bilgin, 2013: 171). Safiye Hüseyin’in cephede sergilediği hizmetlerden biri de İngiliz ve Fransız askerlerini tedavi ederken, çok iyi bildiği İngilizce ve Fransızcasıyla Batılıların yıllarca Türkler hakkında yanlış kanaatlerini ve önyargılarını kırmaya yönelik olmasıdır. Çatışma esnasında Bekir Çavuş’un gözünü kör ettiği İngiliz asker

Tommy, “barbar” olarak zihninde bir imgeye dönüştürdüğü Türklerin kendisini esir edeceğini ve öldüreceğini düşünür. Ancak, Safiye Hüseyin’in kendisini iyileştirmek için gösterdiği çaba karşısında hayrete düşer. Çünkü savaşta koşulsuz öldürmeyi benimseyen ve rasyonel bir bakışa sahip olan Tommy için, bu davranışın ait olduğu kültür ve inanç dairesinde bir karşılığı yoktur. Romanda Osmanlı askeri, yaralı taşıyan düşman sedyecilere ve gemi hastanesine saldırmamakla ve Safiye Hüseyin de yaralı askerleri din, dil ve ırk noktasında ayırmaksızın onların yaralarını iyileştirmekle vicdani bir duruş sergiledikleri gibi, düşman askerinin saygısını da kazanırlar. Sonuç olarak bu roman, Türkiye tarihinin unutulmaz savaşlarından biri olan Çanakkale’yi kahraman askerler, komutanlar ve doktorlar özelde de kahraman hemşire Safiye Hüseyin’in şahsında dikkate sunar. Vatan savunmasında koşulsuz fedakârlık örneği sergileyen askerlerle birlikte Safiye Hüseyin de “özgürlük” ve “aidiyet” bilinciyle hareket ederek cephe ve cephe gerisinde bulunur. Cephede, Safiye Hüseyin millî uyanışın bir temsilcisi olarak sağlık hizmetinde bir destan yazmayı ve Çanakkale’nin kahraman kadını unvanını almayı başarır. Böylece, tarihin makro alanında görünmeyen bu hizmet eri, bu romanla birlikte edebî bir platformda kendine yer bularak, unutulmanın rüzgârında sürüklenmekten kurtulduğu gibi, şahsında savaşın “gizli öznesi” olan kadınların varlığına da işaret eder.■ Kaynakça BİLGİN, İsmail (2013), Çanakkale’nin Kadın Kahramanı: Safiye Hüseyin, İstanbul: Timaş Yayınları. ÇAKIR, Serpil (2011), Osmanlı Kadın Hareketleri, İstanbul: Metis Yayınları. [ELBİ], Safiye Hüseyin (1964), “Türk Hemşireciliğinin Çok Büyük Kaybı: Safiye Hüseyin Elbi’nin Kendi Kaleminden Hayat Hikâyesi”, Kızılay dergisi, S.16, s.12-13. SÖNMEZ, Zümrüt (2008), Kızıl Toprak Ak Yemeni Savaşın Kadınları, İstanbul: Yarımada Yayınları.

91

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


NİHAT ERİŞ ile İzzetpaşa Vakfı üzerine

KEMAL BATMAZ

Vakıf kaç yılında kuruldu ve siz ne zaman görevi üstlendiniz? 1975 yılında 108 üyenin girişimi ile kuruldu. Ben daha önce kurucu üye idim ve yönetim kurulundaydım. 1993 yılında Vakıf Başkanlığını üstlendim.

NİHAT ERİŞ 1947 yılında Elazığ’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimi Elazığ’da, yüksek öğrenimini Ankara Mühendislik ve Mimarlık Akademisi İnşaat Mühendisliği Bölümünde tamamladı. Mezun olduğu okulda bir sömestr asistanlık yaptı. Kendi isteğiyle Elazığ İller Bankası 11. Bölge Müdürlüğünde Su ve Kanalizasyon İşleri Başmühendisi olarak göreve başladı. 1976 yılında ise Elazığ Köy Hizmetleri İl Müdürlüğüne atandı. 1979 yılında bu görevden istifa ederek serbest çalışmaya başladı. 1975 yılında Elazığ İzzetpaşa Vakfının kuruluşunda kurucu üye olarak yer aldı. O tarihten itibaren -bir dönem hâriç- bugüne değin Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulundu. 1985–1989 yılları arasında 2. Başkanlık ve 1993 yılından itibaren Yönetim Kurulu Başkanlığını yürütmeyi üstlendi. Ayrıca 1988 yılında harap olmuş Nailbey Camiini onarmak ve yaşatmak için Vakıflar Genel Müdürlüğünden izin almak suretiyle bireysel çabasıyla Nailbey Camii Vakfını kurdu. Bu caminin ve müştemilatının projesini bir yıl içerisinde püremanet tamamlayarak Vakfın külliyesi ile birlikte ibadete ve hizmete açtı. Hâlen İzzetpaşa Vakfı ile birlikte Nailbey Vakfının Yönetim Kurulu Başkanlığını da yürütmektedir. Yine 2004 yılında kurulan HARVAK (Harput Kültür Ve Eğitim Vakfı)’ın Kurucu Üyeliğinde ve Yönetim Kurulunda yer aldı.

Vakfın kuruluşunu nasıl gerçekleştirdiniz? Daha önceleri İzzetpaşa Camiini Yaptırma ve Yaşatma Derneği idi. Dernek, camiyi yaptırma ve yaşatma amacıyla kurulmuştu. Camimiz halka hizmete açılınca derneğin vakfa dönüştürülmesi gündeme geldi. Gayemiz sağlıklı bir şekilde hizmetimizi genişletmek ve sürdürmekti. Böylece dernek kendini feshederek malvarlığıyla Vakfa iltihak etti. Çünkü vakıf misyonu İslami bir kültür mirasıdır. Vakıflar, Osmanlı döneminde hizmette en yüksek seviyeye gelmiş müesseselerdir. Türkİslam kültüründe de çok önemli bir yeri vardır. Hizmet alanı oldukça geniştir. Bildiğiniz gibi vakıflar halka hizmette devlet tarafından yapılamayan hizmetleri yapan manevi müesseselerdendir.

92

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Soldan sağa: Yön Kur. Üyesi Faris Aksakal, Genel Sekreter Mustafa Yalçın, Başkan Nihat Eriş, Nazım Payam, SekreterTürker Elçi, Muhasebeci Tahir Çıtak

Vakıf yönetim kurulu kimlerden oluşmakta?

İkinci Başkanımız Prof. Dr. Necip İlhan, Genel Sekreter Makine Mühendisi Mustafa Yalçın, Yönetim Kurulu Üyelerimiz: İnşaat Mühendisi ve Sanayici Emre Düşmez, Eğitimci Faris Aksakal, Mali Müşavir Seyfi Demirel, Emekli Teknisyen Bekir Kendirli. Vakıf üyelerimizin büyük bir bölümü entelektüel kimliği ile bilinen kişilerden oluşmaktadır. Hâlihazırda üyelerimiz arasında iki kişi milletvekili-bir vekilimiz hâlen TBMM’dedir- bir belediye başkanı, iki rektör yer almaktadır. Üyelerimizin büyük bir çoğunluğu da mühendislerden oluşmaktadır. Vakıf hizmetlerini kaç kişi ile sürdürmektesiniz. Şu an vakıf bünyesinde 33 kişi çalışmaktadır. Ayrıca yaptığımız yurt ile de 58 kişiyi istihdam ettik. İzzetpaşa Vakfı bugün hangi alanlarda hizmet vermektedir? İzzetpaşa Vakfı kurulduğunda, vakıflar anayasası olan vakıf senedinde üç maddelik bir hizmet alanı mevcuttu. Ancak ileriki senelerde, Vakıf güçlendikçe hizmet alanı da genişledi. İlk etapta Vakfın amacı İzzetpaşa Camiini yaptırmak yaşatmak, mağdur ailelere yardım ve çevresindeki camii ve kuran kurslarına yardımdan ibaretti. Zaman içerisinde bu hizmet alanı genişleyerek gençliğe, eğitime, kültür hizmetlerine de yayıldı. İzzetpaşa Vakfı olarak şu ana kadar ne gibi hizmetler yaptınız, sayabilir misiniz?

İzzetpaşa Vakfı olarak kuruluşundan bugüne birçok hizmet yaptık. Gerek ilk kurulduğu yıllarda gerekse benim Yönetim Kurulu Başkanlığımdan sonra birçok hizmet yaptık ve yapmaya devam ediyoruz. Vakfımız kurulduğundan bugüne kadar hep devletle müşterek ve insana yönelik hizmetlerde bulunmuş. Hizmetlerimizde de ilke olarak din, dil, ırk ayrımı gözetmeksizin sosyal ve siyasi hiçbir ayrıma meydan vermeden ihtiyacı olana hizmetten ödün vermemiştir. Hizmetlerimizi sayacak olursak: 1- Eğitim Hizmetleri : Yükseköğrenim öğrencilerine burs verilmesi, kız öğrencilerin sağlıklı bir ortamda eğitimlerini sürdürmeleri için 318 kişi kapasiteli bir kız öğrenci yurdu -Altın Yunus Kız Öğrenci Yurdu- ki bu yurdumuz 2008 yılından beri hizmet vermektedir. Ayrıca doğuda ilk olan 200 kişi kapasiteli Gençlik Merkezi -Vali Osman Aydın Çocuk ve Gençlik Merkezi- binasını ELESKAV ile ortak inşa ederek Elazığ Valiliği Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne bağışlamıştır ve şu an faaliyetlerine devam etmektedir. 2- Vakıf senedimiz doğrultusunda Elazığ bünyesindeki camii ve kuran kurslarının yapılmasına ve yaşatılmasına parasal yardımlar sağlanmakta idi ancak bugün camii ve kuran kurslarının bu anlamda ciddi ihtiyaçları olmadığı için yardımlar daha çok eğitim hizmetlerine aktarılmaktadır. Ancak Vakıf olarak yurt sahamızda Altın Yunus Camisini de inşa ederek hizmete açtık. İzzetpaşa Camisinin her türlü masrafını karşılamak zaten esas görevlerimiz arasındadır. 3- İzzetpaşa ve Altın Yunus Camii Külliye-

93

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


sinde gasilhane, morg, abdesthane, tuvalet, sıhhi banyo ve otopark hizmetlerimiz bulunmaktadır. İzzetpaşa Külliyesinin dibinde otoparkımız Elazığ’ın ilk kapalı otoparkı olma özelliğini taşımakta trafik sıkışıklığının giderilmesin açısından da şehir merkezinde önemi bir ihtiyacı karşılamaktadır ve 24 saat hizmet vermektedir. Yine İzzetpaşa bölgesinde ihtiyaç duyulan taziye evini 2014 yılında 300 metrekare alan üzerinde gerçekleştirdik. Ayrıca1988 yılında başlayıp 1990 yılında İzzetpaşa Vakfı Ek Binasını tamamlayarak cami personeli lojmanlarını ve aş evini hizmete sunduk 4- Abdesthanelerin dışında ve külliyesinde halkımızın faydalanması için bir çeşmemiz ve şadırvanımız yer almaktadır. 5- Harput’ta bulunan İmam Efendi ile Kazım Efendi Mezarlığı mevkiinde cazibesiyle bir çeşme inşa edilmiş ayrıca bekçi kulübesi yapılarak bekçi istihdam edilmiştir. 6- Yine Harput Kalesinde eksikliğini hissettiğimiz bir bayrak direği dikilmiştir. Bu direk çok özellikli olup; 360 derece dönebilen, yere yatıp kalkabilen 29 metre boyunda, şehrin büyük bir bölümünden görünen bir bayrak direğidir. 1999 yılında Cumhuriyetimizin 75. Yılı Kutlamaları dâhilinde gösterişli bir törenle açılmış örnek bir bayrak direğidir. 7- Harput’taki Kurşunlu Camisinin dış mekândaki imam odası, bayan cemaat mahalli ve ahşap kaplaması da Vakfımız tarafından yapılmıştır. 8- Yolda kalmış asker ve sivilimize ulaşım masrafları, elektriğini ve suyunu ödeyemeyenlerin faturaları, herhangi bir güvencesi olmayan hastalarımızın giderlerinin karşılanması Vakfımızın yaptığı hizmetler arasında yer almaktadır. 9- Şehit- polis ve asker- ailelerine maddi yardım yapılması ve okullara kırtasiye yardımları da hizmetlerimiz içinde yerini almıştır. Başkanım, biraz da kültür hizmetlerinizden bahseder misiniz? 1999’dan beri Elazığ’da yayın hayatına başlayan Bizim Külliye dergisi İzzetpaşa Vakfının hem bir yayın organı hem de en önemli kültür hizmetlerinden biridir. Dergimiz on beş yıllık ulusal bir yayındır.

Bizim külliye dergisi Kültür Bakanlığımız tarafından satın alınarak hemen hemen bütün resmî kütüphanelere dağıtılmaktadır. Ayrıca Vakıf olarak ulusal basının kültür sanat sayfası editörlerine, edebiyatçılarımıza, özel kütüphanelere, Elazığ derneklerine ve okumayı seven gençlerimize karşılıksız olarak ulaştırmayı üstlenmişizdir. Kültür hizmeti dâhilinde yayın yapmayı yeterli görmeyip okuyucuya ulaşmayı da sorumluluklarımızdan biri olarak görmekteyiz. 96 sayfalık dergimiz, tamamıyla kültür sanat politikası gütmektedir. Önemli bir kültür hizmeti de yine dergimizin öncülüğünde farklı zamanlarda konferanslar düzenlenerek ilim adamı, sanatçı ve aydınlarımız halkla buluşturulmuştur Düzenlediğimiz programlara katılan bazı sanatçılar ve ilim adamlarımız şunlardır: Prof. Dr. Mehmet Aydın, Prof. Dr. Süleyman Ateş, Prof. Dr. Saffet Bilhan, Prof. İhsan Turgut, Prof.Dr. Fikret Karaman, Yavuz Bülent Bakiler, Prof.Dr. Ömer Naci Soykan… Dergimizin yaptığı hizmetler yankısını bulmuş ve 2007’de Türkiye Yazarlar Birliği’nce, 2008’de Balkan Aydınlar ve Yazarlar Birliği’nce yılın dergisi seçilmiştir. 2015’te ise TÜRKSAV, düzenlediği 19. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri’ne Bizim Külliye’yi de katmıştır. Gelecek için bir tasarınız var mı? Şu an 70 kişiye burs vermekteyiz ama her yıl gelirlerimiz doğrultusunda bu sayıyı artırmayı düşünüyoruz. Ayrıca YurtKur’a devrettiğimiz alanda boş bulunan arsamıza bir ilköğretim koleji düşünüyoruz. Çalışmalarına başladık. Temel felsefemiz doğrultusunda gençliğe ve eğitime hizmet vermeye devam edeceğiz. Son olarak bize ne söylemek istersiniz? Yaptığımız hizmetlerle Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından taltif edilmiş 450 vakıf içerisinde vergi muafiyeti ile ödüllendirilmiş Elazığ’daki tek vakıf olma özelliğine sahiptir. Bugüne kadar hiç bağış almadan yaptığımız hizmetleri çoğaltmak istiyoruz. Hedeflerimizi gerçekleştirmek için gelirimizin bir kısmını Vakfın büyümesine ayıracağız.■

94

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


İhsan Raif Hanımefendi'nin "Kadın ve Vatan" şiiri ŞEKİP İSPİR

T

ürk kadını, tarih boyunca erkeğiyle birlikte hep omuz omuza mücadele etmiştir. Bu durumun örneklerine çoğu yerde rastlamak mümkündür. 93 Harbi, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve nihayet Kurtuluş Savaşı Türk kadınına acı tecrübeler yaşatmıştır. Bu birbiri ardınca yaşanılan badirelerde bile, Türk kadını milleti, devleti ve vatanı için her şeyi yapmıştır. Cephede askerlerin yardımına koştukları gibi cephe gerisinde de çeşitli faaliyetlerde bulunmuş, ellerinden geleni yapmışlardır. Destek toplantıları düzenlemek, müsamereler tertipleyerek gelir elde etmek, orduya malzeme toplamak ve daha birçok faaliyet Türk kadınları eliyledir. Bu kadınlardan biri de İhsan Raif Hanımefendi’dir.

Aşağıda verilen şiir İhsan Raif Hanımefendi’nin 2 Şubat 1915 yılında kaleme aldığı bir eserdir. Küçük bir kitapçık hâlinde ve “Yüksel Ey Türk” adlı bir şiirle birlikte neşredilmiştir. Toplam 8 sayfa olarak basılan bu kitapçıktan elde edilen gelirin Osmanlı Donanma Cemiyeti’ne verileceği kapak kısmında belirtilmiştir. Kitapçığın kapağından 1.000 adet basıldığı anlaşılan eser, Ahmed İhsan ve Şürekası matbaasında neşredilmiştir. Kitapçığın arka kapağında 26 Şubat 1915 tarihinde, Cuma günü saat 13.00’te, Donanma Cemiyeti’ne ait Millet Tiyatrosu’nda, kitapçığın sahibesi tarafından, askere çorap toplamak için tertip edilen müsamerenin programı da verilmiştir.

95

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Kadın ve Vatan Vatan yine tehlikede bugün onu kurtaracak Ancak senin kolundur. Ufuklarda yıldırımlar, fırtınalar kopartacak Ancak senin oğlundur. ******* Küçücükten ona vatan aşkı veren senin ana sesindi, “Sancağa hor baktırma oğlum” demek en başlıca dersindi, “Yurdun için yüksünmeden çalış, yavrum” diyen tatlı dilindi, Koş diyerek hudutlarını gösteren hep senin metin elindi. ******* Senin elin Yavuzları, Fatihleri, Orhanları kolladı, Senin elin bu vatana şeref, zafer, er oğlu er yolladı, Senin elin zulmetlerde ışık yaktı, intikamlar çalkadı, Senin elin cihangirler, kahramanlar beşiğini salladı. ******* Türk oğlunun pençeleri taçlar, tahtlar devirdi, Türk oğlunun demir kolu mağrur, anut kafaları eğdirdi, Türk oğluna bu yıldırım kuvvetini veren özün, sözündü, Kurşunları kahkahayla karşılayan senin yılmaz gözündü. ******* Bundan yarım asır evvel Türk kadını felaketli bir günde, Kars’ın yüksek, kan çehreli, yalçın taşlı kaleleri üstünde, Osmancığın ateş renkli bayrağını gelin gibi gezdirdi, Onun eli ordulara gayret verdi, düşman başı ezdirdi. ******* Evet, sen ey Türk kadını; Yavuzların Fatihlerin anası, Sen ey yurdun altın tacı, sen ey şanlı tarihlerin tuğrası, Senin elin iftiharın sancağını gökyüzüne uzattı, Senin zaferlerden çelenk urdu: hakan başı kuşattı. 96

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


******* Sen bir ılık güneş gibi öksüz kalmış garip ruhlar ısıttın, Kurşun, süngü yarasına, gözyaşınla hayat, şifa akıttın, Uzun ipek saçlarından sargı yaptın, yaraları bağladın, Elemlere ümit serptin, ölümlere gülen zehri dağladın. ******* Bir lekesiz altın renkli güneş varsa bil ki, kadın, bu güneş, Bütün nur ve harareti gözlerinden çekip emen bu ateş, Ziyasını senin o pak, o mübarek nasıyene medyundur, Şan devrinin tarihleri nasıyenin izlerinde medfundur. ******* Senin temiz billur kalbin paslanmadı: Hep o temiz kadınsın, Senin yerin çok yücedir, bulutlara, meleklere yakınsın, Simasını seven müşfik yıldız kadar vatanını seversin, Evlatların sana benzer, sende Fatma Annemize benzersin. ******* Gadrin gücü senin hak ve hukukunu çiğnemişken yine sen, Mahzun gönlün elemlerle ezilirken yine müşfik, yine şen, Vatanına bir infial duymaksızın mahrumiyet içinde, Kanlarından kale kurdun, hayatını kıyıp verdin rehine. ******* Sen yavrunu gözün gibi her şeyden sakınırken, severken, Bir küçücük tırmık görsen için sızlar, yanar, okşar, öperken, Sana gelip deseler ki “Vatan bugün tehlikede ey kadın, Onu koşup kurtaracak okşadığın o sevgili evladın” ******* Yaralanmış bir kuş gibi çırpınsa da mecruh kalbin, kanadın, Hıçkırıklar arasında boğulurken acı sesin, feryadın, “Haydi yavrum, er olanlar el sürdürtmez, dersin, vatan gülüne”, Ciğerlerin sökülürken gönderirsin kurşunlara, ölüme. ******* Kafkasya’nın kefenlenmiş dağlarında kılıçlarla çarpışan, Mısır’ın ateş çöllerinde zafer için düşmanlarla uğraşan, Vuran kıran, her tarafta fırtınalar gibi korkunç haykıran, Bayrağını tırnağıyla, dişleriyle kurtarmaya çalışan. ******* Düşen, kalkan, yuvarlanan, kan içinde topraklara karılan, Şehadetin şerbetini içerken de sancağına sarılan, Senin kanın, senin canın, evet, senin metin elin kolundur, O mert asker senin oğlun, Türk kadını, ancak senin oğlundur.■ 20 Kanun-ı Sani sene 1330 (2 Şubat 1915)

97

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Sobaların sihri SÜLEYMAN DAŞDAĞ

S

iz hiç sobalı bir evde oturdunuz mu? Ben sobalı bir evde büyüdüm. Önce odun sobaları vardı. Ardından kömür sobaları hayatımıza girdi. İkisinin de külünü temizlemek ebeveynlerimize düşerdi. Anadolu’da neredeyse her evin bir misafir odası vardı. Ailenin en gösterişli ve konforlu neyi varsa oraya yerleştirilir, kapısı kapalı tutulurdu. O oda sadece misafir geldiğinde kullanılırdı. Misafirin geleneklerimizde çok önemli bir yeri olduğundan, imkânı olanlar oraya bir gaz sobası kurarlardı. Gaz sobası deyince sakın aklınıza doğal gaz gelmesin. Gaz yağı olarak adlandırılan ve benzin istasyonlarından alınan bir yakıt türüyle çalışırdı gaz sobası. Diğer sobalara göre yakıt açısından da pahalı olan gaz sobalarının avantajı, külünün olmaması ya da ebeveynlere fazla iş düşürmemesiydi. Odun veya kömür sobaları kadar odayı ısıtmadığını hatırladığım gaz sobalarını ben hep lüks arabalara benzetirdim. Ne de olsa evin en lüks ve sürekli temiz kalan odasında dururdu. Evimize gelen misafirlerin sıklığına göre o lüks semte uğrardık. En çok meyveyi de o günlerde yerdik. Çünkü o zaman günümüz-

Aradan yıllar geçti. Günün birinde oturduğumuz apartmanı yıkıp, yerine kaloriferli bir apartman yapmak isteyen müteahhitler kapılarımızı çalmaya başladı. Derken herkes evini yavaş yavaş boşalttı ve o güzelim apartman bir kalorifer uğruna, anlaşmaya uymayan müteahhidin elinde heba oldu gitti.

* D.Ü. Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi,

98

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Yakın tarihimize ilişkin okulda öğrendiklerimizi babamın anlattıkları ile karşılaştırır ve bir fikir sahibi olurduk. Hayata ilişkin ilerde karşılaşabileceğimiz sorunları nasıl çözebileceğimizin ilk ve en samimi kaynağı da dolayısıyla annem ve babam olurdu. deki gibi meyve bolluğu yoktu. Şehirde birkaç tane meyveci vardı ve meyve öyle her gün herkesin evinde bulunan bir yiyecek değildi. Muz ise hatırladığım en lüks meyve çeşidiydi. Çırak olarak çalıştığım eczanenin bitişiğindeki ‘Meyveci Ali’nin çocuklarıyla da arkadaş olduğum için, misafir geldiğinde oraya koşar, meyvenin hem indirimli hem de en iyisini alırdım. Misafirin olmadığı zamanlarda dört oda ve bir salonu olan evin oturma odasında günümüz geçerdi. Televizyonun olmadığı uzun kış gecelerinde ise hem ısıtan hem de hastalandığımızda terleyerek iyileşmek amacıyla kullanılan sobalı oturma odamızda bütün aile toplanırdı. Bu sırada günün değerlendirmeleri yapılır, babam ve annem kimin ne derdi varsa dinler, ona göre çözümler üretirdi. Ardından babam, gazetesini veya kitabını okur, annem örgüsünü örer, dersi olan dersini yapardı. Herkes işini bitirdiğinde ise annem sayıyla yıllık olarak alınan cevizlerden getirir, kırar ve pestile sarıp dürüm yaparak başta babam olmak üzere büyükten küçüğe sırayla hepimize dağıtırdı. O sırada babam, tarih ve hayata ilişkin konulardaki deneyimlerini bizlerle paylaşır ve bizi bu şekilde hayata hazırlardı. Yakın tarihimize ilişkin okulda öğrendiklerimizi babamın anlattıkları ile karşılaştırır ve bir fikir sahibi olurduk. Hayata ilişkin ilerde karşılaşabileceğimiz sorunları nasıl çözebileceğimizin ilk ve en samimi kaynağı da dolayısıyla annem ve babam olurdu. İnsan ancak anne veya baba olduğunda çıkarsız sevginin kaynağının ebeveynleri olduğunu anlıyor. Burada “Evlat sevgisi ilahi kudret sırrının düğümlendiği yerdir.” ifadesini hayatıma kazandıran güzel insan, arkadaşlarımın babası ve hocamız Prof.

Dr. Recai İlçayto’yu da rahmetle anmadan geçemeyeceğim. Hayata dair bakış açılarımızın olgunlaşmasını sağlayan kaynaklardan bir tanesi de, özellikle uzun kış geceleri sobanın gürül gürül yandığı, kestanelerin patlatıldığı oturma odamıza gelen ve ailemizin birer ferdi saydığımız yaşlı, dul üç komşu teyzemizdi. Oturduğumuz apartmanda sadece bize sık sık geldiklerini bildiğim bu teyzelerimizden çok şey öğrenirdik. Her biri birer canlı tarihti çünkü. Her üçünün de hafızalarında canlı bir Kurtuluş ve Çanakkale savaşı vardı o zamanlar. Biri Balkanlardan, diğeri 1915 olayları sırasında doğudan göç etmiş, üçüncüsü de şehrin yerlisi olan Süryani bir teyzeden oluşan canlı tarih hazinelerinden de hayatımıza çok şey kattığımızı, yıllar sonra fark edecektim. Yetmişli yıllar bizim çocukluk dönemlerimiz olmasına rağmen, bu canlı tarih hazineleri için yaşlılık dönemiydi. Dolayısıyla hem olgun ve hem tarafsız bir şekilde geçmiş hakkında fikir sahibi oluyorduk onlardan. Çünkü hayatın yontarak yaşlandırdığı insanlar, genelde ileri yaşlarda daha olgun bir adalet ve merhamet duygusuna sahip oluyorlar ve aktardıkları da o ölçüde değerli oluyordu. Her üçünün de ayrı hikâyesi vardı ve kader üçünü de bu apartmanda ve sobalı oturma odamızda bir araya getiriyordu. Süryani teyzemizi dinlerken ayrı, Balkanlardan göç edeni dinlerken ayrı ve Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü sırasında doğuda yaşanan olaylar yüzünden buraya göç etmek zorunda kalan diğer teyzemizi dinlerken yine ayrı üzülürdük. Üçünün ortak yanı ise, aile büyüklerinden birinin ya da bir kaçının mutlaka Çanakkale veya Kurtuluş Savaşında hayatını kaybetmiş olmasıy-

99

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


dı. Bu savaşlarda vatanımızın gayrimüslim çocuklarının da kaybedildiğini ilk onlardan öğrenmiştim. Yıllar sonra, 3 Mart 2005 tarihli Milliyet gazetesinin “Mustafa Kemal’in askeri Sokrat” başlıklı yazısında, Osmanlı vatandaşı gayrimüslimlerin de Çanakkale Savaşında yaşamlarını yitirdiklerini ve on altı tanesinin ismini ve detaylarını görünce, o teyzelerden birinin dedikleri de doğrulanmış oluyordu. Yazıda dikkatimi çeken kısımlardan biri şuydu; “Osmanlı Teşkilatı Mahsusası’nın başında bulunan Eşref Kuşcubaşı der ki: Şu gerçeği tarih önünde tekrarlamak isterim; Osmanlı İmparatorluğu’nun sınırları içinde yaşayan bütün Rumlar, Ermeniler, Yahudiler asla hain değillerdir. Aralarında öz ve halis Türk kadar bu topraklara bağlı, hatta bu topraklar için seve seve ölecek insanlar çıkmıştır. En nazik ve buhranlı günlerde birçok Ermeni ve Rum vatandaşlarımızdan, en vatanperver Türkleri gıpta ettirecek yakınlık görmüşüzdür... Bu, ahlak sahibi kadirşinas insanlar bizlerle beraber gülmüş, beraber ağlamışlardır. Malta sürgünleri içinde Rumlar, Ermeniler, Yahudiler vardır.” Babam tarih ve edebiyatta meraklı olduğu için, yaşlı komşularımıza geçmişe ilişkin bildiklerini sorardı. Onların anlattıklarını hikâye gibi dinlerken, bazılarımız uyuyakalırdı. Anadolu analarının, bacılarının bu Cumhuriyetin kurulmasında evlatlarını, eşlerini, kardeşlerini feda ederek, bin bir yokluğa katlandıklarına ilişkin birçok hikâye dinlediğim, yakın tarihimize tanıklık edip acılarını kendileriyle bu dünyadan alıp göçen değerli teyzeleri her hatırlayışta, evimizdeki sobanın oluşturduğu sıcak, güçlü aile ve komşuluk bağlarının büyüsüne yeniden kapılırım. Aradan yıllar geçti. Günün birinde oturduğumuz apartmanı yıkıp, yerine kaloriferli bir apartman yapmak isteyen müteahhitler kapılarımızı çalmaya başladı. Derken herkes evini yavaş yavaş boşalttı ve o güzelim apartman bir kalorifer uğruna, anlaşmaya uymayan müteahhidin elinde heba oldu gitti. Eskisi ile asla kıyaslanamayacak, hatta mumla aratacak kadar estetikten uzak, küçücük odaları ve da-

racık balkonları olan ‘kaloriferli’ koca, garip bir yapı eskisinin yerini almıştı. İşin üzücü yanı, özellikle kış gecelerimizin vazgeçilmezlerinden olan teyzelerin üçü de yeni apartmana taşınamadı. Biri vefat etti, biri Bursa’ya diğeri ise İstanbul’a gitti. Sanki canlı bir tarih de o apartmanın yıkıntıları arasında kaybolup gitmişti. Artık annem veya babam kömür kovasını geceden hazırlayıp sabah ezanıyla sobayı yakmıyordu. Ben de en çok onların eziyetten kurtulduklarına seviniyordum. Çünkü kışın o soğuğunda, balkona yığılmış kömürleri sobada yanacak aşamaya getirmek zahmetli bir işti. Kaloriferli evimizde artık herkes istediği odada oturuyordu. Dolayısıyla bizleri hayata hazırlayan ve bizleri birbirine sımsıkı bağlayan görünmez paylaşımlar azalıyor ve aramızdaki bağlar yavaş yavaş gevşiyordu. Oysa kazanılması kolay olmayan paylaşım duygusu, sobada patlatılan kestaneler ya da pestile sarılmış cevizlerin pay edilmesiyle, farkında olmadan bizlere usulca aşılanmıştı. Yiyip içtiklerimizi komşularımızla paylaşmamız da başka bir mutluluktu. Ebeveynlerimizin aile, apartman, mahalle, şehir ve ülke kavramları arasında iç dünyamızda inşa ettiği bağlar, “Biz büyük bir aileyiz, ülke gibi…” duygusunu farkında olmadan bizlere kazandırmıştı. Kaloriferle, teknolojilerin günlük yaşamımızın vazgeçilmezleri arasına girmesiyle başlayan rahat yaşam yeni ivmeler kazandı. Ancak, daha mutlu olmamızı değil, daha hırslı ve paylaşımdan uzak bir yaşama sürükledi bizleri. Genlerimize nakış gibi ilmek ilmek işlenen paylaşım duygularının, sevinçte ve tasada birlik olan ailelerin, komşuların yerini, fertleri ayrı oda ya da dünyalarda yaşayan paylaşımsız yeni aile tipleri aldı. İşte şimdi eski evimizdeki sobanın sihrini çözmeye başlıyorum. Soba üşümemek için bizleri bir arada tutan, farkında olmadan paylaşımlarımızı arttıran ve geçmişimizi bizlerle buluşturup geleceğe taşıyan, bir o kadar da aile bağlarımızı güçlendiren sihirli bir araçmış. Arada bir kaloriferlerin vanalarını kapatıp bir odaya soba kurmaya ne dersiniz? Belki bizler de çocuklarımıza geçmişimizi ve deneyimlerimizi aktarma şansı yakalarız. ■

100

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Yol arkadaşımız Vahap Akbaş'ın hatırasına MAHİR ADIBEŞ

Bahar mevsimi, saatler gece yarısını gösterirken otobüsümüz Batman yol ayrımında durdu. Vahap Akbaş, “Gelmişken anamı göreyim. İki gün sonra Diyarbakır’da size katılırım.” dedi.

S

abahın ilk ışıklarıyla Ankara’ya indiğimizde, hava pırıl pırıldı, ılık bir rüzgâr okşuyordu saçlarımızı. Kızılay’da hareketlilik var, insanlar sağlı sollu, aşağılı yukarılı aceleyle gidip geliyorlardı. Sümer Sokak’taki Türkiye Yazarlar Birliği’nin binasına gittiğimde vakit henüz erkendi. Merdivenlerden döne döne çıktım, tek kapı açıktı, içeri girdim. İçeri girmeden önce gördüğüm biri yaşlı diğeri genç iki kişi yolculukta lazım olacak kitap, bülten ve afişleri hazırlıyorlardı. İçeride Şair Vahap Akbaş pencere kenarında oturmuş bir sandalyeye, durgun görünüyordu. İçeride sıkıcı bir sessizlik

hâkimdi. Selam verdim sarıldık, sabah erkenden inmiş o da Ankara’ya. Benim de üzerime gece yolculuğunun yorgunluğu çökmüş, dilim damağım kurumuştu. Burada oturursak uyuyup kalmamak işten bile değildi. Vahap Bey ile kısa bir hâl hatırdan sonra söz bitti; ne onda konuşacak takat kalmıştı ne de bende. Uyuşukluğumuz açılsın diye çorba içmek için caddenin karşısındaki lokantaya geçmeye karar verdik. Yerleri temizleyen genç bir kızdan başkası görünürlerde yoktu. Sümer Sokak’tan tek tük gelip geçenler oluyordu. Bol kepçe kelle paça çorbamızı getirip yeniden işe koyuldu genç kız.

101

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Aynı bayan bizi uğurlarken, “Çorbayı beğendiniz mi?” diye sordu. Vahap Beyden ses çıkmadı. “Aşçıya söyle bize un çorbasını kelle paça diye yutturduğunu sanmasın!” dedim. Kız gülerek, “Söylerim efendim,” derken biz oradan ayrıldık. Vahap ağabey, bu söz üzerine otobüse kadar güldü… Ankara’dan 6 Mayıs 2013 Pazartesi günü yola çıktığımızda saat onu geçiyordu. Bir hafta önce Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanı İbrahim Ulvi Yavuz aramıştı. “Türkiye Yazarlar Birliği’nin kuruluşunun 35. Yılı dolayısıyla ‘Ankara’dan Siirt’e Kültür Kervanı’ adı altında bir gezi yapacağız, uygunsan beraber gidelim.” dedi. Bunun benim için de iyi bir fırsat olduğunu düşünüp İzmir’den yola çıktım. Vahap Bey Çorlu’dan gelmişti. Otobüsümüz bahar mevsiminde, bazen güneş sağanağında bazen de gecenin dalga dalga üzerimize gelen karanlığında yol aldı. Kıvrım kıvrım yollar arkamızda kaldı. Dağları aşarken gece bizi üşüttü, gündüz güneşin sıcağıyla başımız yana düştü, kaç defa çise çise yağmura tutulduk. Zaman geldi sessizlik çöktü otobü-

sümüzün içine, motor horlamasıyla kendimize geldik… Aksaray’da üniversiteye misafir olduk, öğle vakti geçiyordu. Vahap Akbaş, her zamanki ciddiyetiyle şiirini okudu, salonu dolduran insanlara. Yüz hatları durgun, yüzü gülmüyordu. “Yüreklere taşınan dava tohumlar Merhaba Merhaba kapalı gözlerde açan yediveren gül İnanca ayarlı nabızlar Kuş ve ezan sesleri Ve duaya karasevdalı diller Merhaba…” Yola koyulduğumuzda ikindi olmuştu. Hasan Dağı’nın eteklerinden geçtik, Toroslarda derin vadilere daldık. Sonraki durağımız bir gün sonra Hatay oldu. Üniversitede hoş bir gün geçirdik. Vahap ağabey kalabalık bir salonda, “Dağları Özleyen Adamın Şiiri”ni okudu. Gözlerini büzmüş uzaklara bakıyor, sanki kalabalıkları görmüyordu. Bakışları yüksek dağların

102

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


yamaçlarında gezinir gibiydi. “açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ sakın sorma bana neden sevdiğimi gökte oynaşan yıldızları ve her biçimini ayın pelit ağacını yağmuru karı gök gürültüsünü ve kuzu melemelerini ve fırtınayı bile yalnızlığı ve korkuyu bile neden sevdiğimi sorma anla açmışım gözlerimi dağ / yürümüşüm dağ…” Uzun yollar, şehirler, kasabalar, köyler geçtik; otobüsümüz bazen dağlara tırmandı bazen de ovaları geçti, derken Gaziantep, Urfa’da geride kaldı. Mardin’de otele geç geldik ama uyku tutmamıştı, dışarıda dolaştım hava serindi... Otelimiz şehre bayağı uzaktı. Gelirken otobüste Vahap Akbaş “İnşirah” adlı şiir kitabını imzalayıp bana vermişti. “Acıları İstif Etmişiz” diyor Vahap Akbaş. Gece oturup onu okudum. “Acısı büyük kentler gömdük içimize Ferhat Ne susuz ne susuz kentler İnce uzun kirli sokaklar gömdük Loş odalarda sarhoş kahkahaları içerken Fahişelerin gözbebekleri Ne imreniyoruz bilsen Ne imreniyoruz Ferhat / ölümüne Şirin’in…” Vahap Akbaş’la kahvaltıdan sonra otobüste yan yana oturup şiir ve hikâye üzerine sohbet ettik. Yüzünde ince bir acının izleri vardı ama sebebini söylemedi. “Bu sabah biraz başım ağrıyor.” dedi. Yorgundun şair, o gece fark ettim… Bahar mevsimi, saatler gece yarısını gösterirken otobüsümüz Batman yol ayrımında durdu. Vahap Akbaş, “Gelmişken anamı göreyim. İki gün sonra Diyarbakır’da size katılırım.” dedi. Anam dediğinde gözleri buğulanmıştı. O sırada yan yana oturuyorduk. Anasının sağ olduğunu o zaman öğrendim. “Anaya bizden selam götür Vahap Bey.” dedim, gülümseyip başıyla selamı aldı. Bu yaşta anası varmış yolunu bekleyen, “Ananın yaşı mı olur be hey adam?” dedim kendi kendime biraz da içerledim. Galiba anamı çok özlemişim, kıskandım Şairi… Bir zaman benim de başımı koyduğum bir diz,

saçımı okşayan bir el vardı…. Bizden bir şey saklıyordu, ısrar ettim, söylemedi. “Yorgunum.” dedi, başka laf çıkmadı ağzından. Dışarıda ince bir yağmur yağıyordu ama Vahap ağabey aldırmadı. Otobüsten inerken bize doğru bir tebessüm yolladı, yüzündeki acı izleri düzelmişti. Bahar yağmuru onu usul usul ıslattı, dönüp bakmadı. Yürüdü yol ayrımına doğru, karanlıkta zor fark ediliyordu. “Çorlu’da küçük bir bahçem var.” demişti, “boş kaldıkça orayla uğraşıyorum.” Otobüsümüz Siirt’e doğru hızlandı. Şairi, gecenin karanlığı Batman yol ayrımında saklamıştı… “Ananın ellerinden öp benim için…” diyerek başımı otobüsün camına yaslandım, bilmem duydu mu? Kimse beni görmesin istiyordum. Anam sağ iken yalnızlık nedir bilmemiştim, dağ gibi anam arkamda duruyordu, başım hiç yere eğilmemişti… Vahap Beyin dün bana imzalayıp hediye ettiği “İnşirah” adlı şiir kitabını rast gele açıyorum… “Trenler miydi onlar / kara yılanlar gibi Geçerlerdi çocukluğumuzun varoşlarından Dumanlarını ve türkülerini savurarak Firari arap atları mıydı yoksa Masal dağlarından doğup hakikat çölüne süzülen…” Otobüsümüz dağlara doğru başını alıp gitti. Derelerden tepelerden geçerek Siirt’e doğru hızla ilerliyordu… Yalnızım yatak odamda, yalnızlık içimde depreşiyor, elimde Vahap ağabeyin benim için imzaladığı şiir kitabı, bir o yana çeviriyorum bir bu yana. İçimde bir sıkıntı var… Haber geldi, Vahap Akbaş vefat etti!.. “Dağları Özleyen Adam” öldü, şiir öksüz kaldı… Artık o küçük bahçeyle biraz da başkaları oyalansın şair… Kitap elimden düştü… Yalnızlık kurşun olup içime dökülüyor… Merhuma Cenab-ı Allah’tan rahmet ve mağfiret, ailesine, yakınlarına ve bütün sevenlerine sabır ve başsağlığı dilerim. Mekânı cennet olsun.■

103

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Soldan sağa: Şeref Akbaba, A. Vahap Akbaş, Hicabi Kırlangıç, Nurettin Durman, Özcan Ünlü, Mustafa Özçelik

Mavera'dan bir ses ŞEREF AKBABA

Ş

ikâyetim var. Bir vefat haberi dolayısıyla, sanal âlemde yakaladığı bir özgeçmişi haber yapıp servis eden ajanstan, bu haber ajansının haberini incelemeden aktaran ajanslardan. İnsan bir sağına- soluna bakar. Bir vefat haberi yapıyorsunuz, yıllar önceki bir özgeçmişi kopyalayıp yapıştıracağınıza, son yıllarda neler yapmış, hangi dergilerde yazmış, hangi kitabı yayınlamış bir sorgulayın. A. Vahap Akbaş ağabey vefat edince, haberini geçenler aynı hatayı yaptılar. Son dönem yazdığı dergiler yok, son kitapları da.

On beş yıl önceye çektiler ölümü. Ay Vakti diye bir dergi var, vefa sayısı hazırlamış, son iki şiirini yayınlamış. Öncesinde hep A. Vahap Akbaş’la beraber olmuş, ama sanal âlemdeki özgeçmişe dâhil olamamış. Hasbilik elbette bir değerdir. Ama göz boyamak da ne haber, ne de haberciliktir. Rahmetli Alaeddin Özdenören ağabeyimizle vefatından iki yıl önce, Ay Vakti ilk sayısından itibaren beraber olduk. Hastaneden arayıp, faksla gönderdiği yazıyı dergiye almış, faksı da saklamıştık. Vefatı münasebetiyle bu sanal haberciler, onu da aynı minval üzere haber yaptılar.

104

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Birlikte geçirdiğimiz zamanların ayrıntısına girmeyeceğim, ama hasta iken bağ evinde bir ziyaretimiz var ki, Recep Garip o günü neden kayda almadık diye hep hayıflanır. Biz sormuştuk, yol açmıştık o da uzun uzadıya anlatmıştı. Geçtik. Rahmetli Bahattin Yıldız ağabeyle beraberliğimiz Erzurum’dan. On iki Eylül’de yurt dışına ve Afganistan’a gitmiş, cephede hem savaşmış, hem de Abdulhamit Muhaciri adıyla Mavera’da günlükler, hikâyeler yayınlamıştı. Hasretle bekler ve okurduk yazdıklarını. İstanbul’da, yıllar sonra Kadıköy İmam-Hatip Lisesi’nin bahçesinde karşılaştık. Kucaklaştık ve Üsküdar’a, Ay Vakti’ne gittik. Uzun uzadıya sohbet edip hasret giderdik. “Bu kültür ocağı küçük mekânlar çok, çok önemlidir. Devam inşallah, zorlansak da terk etmek yok ” demişti. Ve yazılar gönderdi, yayınladık. Şehit olduğu haberi şehadet eri için bir muştuydu. Ajansların haber yaparken, yazdığı dergiler ve özgeçmişi yine kopyala- yapıştır usulü. Ay Vakti dâhil, birileri yok sayılmıştı. Bu yok saymalar art niyetten değil; hazırcılık, araştırmamak, haberin hızına yetişememekten. Atladıklarımız değil, anlattıklarımız yeterli, der gibi bir hal. Düzelir mi, bilemem. *** Çorlu’ya, A.Vahap Akbaş’ın cenazesine, değerli dostlarım Recep Garip ve Nurettin Durman’la birlikte katıldık. Çorlu Devlet Hastanesi yöneticisi Dr. Ali Cengiz Kalkan “ Vefatından önceki bir zaman diliminde uzun uzadıya konuştuk. Ay Vakti Dergisi’nin kendisi için bir dosya hazırladığını, bundan ötürü hem mesrur, hem müteşekkir olduğunu ” anlattı bize. Hanımı hem ağlıyor, hem taziyeleri kabul ediyordu. Şahsımı görünce, “dergi getirdiniz mi” diye sordu. Getirdik diye mukabelede bulundum. Arabadan indiğimizde üçümüzün

de ortak kanaati, dua, namaz ve dua. Öyle de oldu. “Olmasın son nefeste çelengim top arabam/ Alıp götürsün beni tam dört inanmış adam” der ya Üstat Necip Fazıl. Dört değil, yüzler, bazen binler. İnanmış adamlar işte. Onlar menziline uğurlar mevtayı ve burada da öyle oldu. Cenaze namazı kılındıktan ve helallik alındıktan sonra Çorlu çıkışında bir dinlenme tesisinde bir araya gelindi. Nurullah Genç’de katılmıştı cenazeye ve sonraki sayıya bir şiir vereceğini söyledi, A. Vahap abiyle alakalı. Recep Garip ve Nurettin Durman geçmişe yolculuk yaparak anılarından, birlikte geçirdikleri kimi zamanlardan, hatıralardan bahsettiler. Orada da dualar yapıldı, Fatihalarla memleketi Batman’a yolcu ettik. Batman’a kadar giderek cenazeye katılan Dr. Cengiz kardeşimiz dönüşünde, orada çocukluk arkadaşları dâhil, herkesin iyi insan, muvahhit, mümin olduğuna dair hüsnü şehadette bulunduklarından bize bahsetti. Aynı şehadette biz de bulunmuştuk. O’nu Mavera Dergisi’nden tanımıştım. Ay Vakti Dergisi yayına başladığı günden vefatına kadar, beraberliğimiz sürdü ve bizi hiçbir zaman yalnız bırakmadı. Başta şiiri olmak üzere, diğer edebi türlerde vermiş olduğu eserleri ile edebiyatımızın güçlü isimlerinden biri oldu. Birlikte geçirdiğimiz zamanların ayrıntısına girmeyeceğim, ama hasta iken bağ evinde bir ziyaretimiz var ki, Recep Garip o günü neden kayda almadık diye hep hayıflanır. Biz sormuştuk, yol açmıştık o da uzun uzadıya anlatmıştı. Bir değerimizi daha ahirete uğurlamıştık. Bizim için bir ağabey, bir örnek insan ve işaret taşı olarak hep yaşayacaktır. Mekânı cennet olsun. ■

105

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Abdullah Cevdet - Dilmestî-i Mevlânâ* ÖMER FARUK KARATAŞ**

M

ateryalizmin Türk düşünce hayatına girmesinde etkin rol oynayan Abdullah Cevdet (1869-1932), asıl mesleği olan hekimliğin yanı sıra, şair, sosyolog, fikir adamı ve siyasetçi kimlikleriyle tanınmaktadır. Mekteb-i Tıbbiye’de eğitim görürken, söz konusu okulda hüküm süren biyolojik materyalist eğilimin tesiri altında kalan Abdullah Cevdet, dinî hassasiyetleri yüksek bir aileden geldiğini belirtmesine, hatta arkadaşları arasında dinî vecibelerini yerine getiren biri olarak tanınmasına rağmen, kısa sürede okuduğu okulun biyolojik materyalizm anlayışını benimsemiştir.[1] Bu doğrultuda Ludwig Büchner, Felix Isnard, Karl Vogt, Ernest Haeckel, Spencer, 1. M. Şükrü Hanioğlu, “Abdullah Cevdet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul 1988, s. 90. * Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, (Haz. Erdoğan Erbay, Nimet Yıldırım, Ali Utku), Çizgi Kitabevi, Konya 2014. ** Arş. Gör., Atatürk Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü. El-mek: faruk.karatas@atauni.edu.tr

Cabanis ve Moleschot gibi Batılı materyalist düşünürleri incelemek ve onlardan halkın anlayabileceği dilde çeviriler yapmakla kalmamış, gerçekten var olanın madde olduğunu, evrenin yaratılmadığını ve hiçbir zaman yok olmayacağını ileri sürmüştür. Dolayısıyla Abdullah Cevdet’in materyalist görüşlerinin merkezinde, maddeden bağımsız bir ruh tözünün mevcut olmadığı anlayışı yer almaktadır. Zira ruh, akıl, tefekkür, duygu, idrak ve irade türünden kavramların hiçbir şekilde hakiki eşyanın zati cevherlerini ifade etmediğini düşünen Abdullah Cevdet’e göre, bahsi geçen kavramlar, yalnızca hayat sahibi cevherin melekelerini, vazifelerini, özelliklerini yahut maddi hakikatin hususi olayları üzerine kurulmuş neticelerini bildirmektedir.[2] Felsefi açıdan, İslam filozoflarıyla biyolojik materyalist filozofların düşüncelerini bağdaştırmaya gayret gösteren Abdullah Cevdet, Mekteb-i 2. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2013, s. 2.

106

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Tıbbiye’de eğitim gördüğü esnada siyasetle de ilgilenmeye başlamış, tıbbiyeden bazı arkadaşlarıyla birlikte, sonraki dönemlerde İttihad ve Terakki Cemiyeti adıyla anılacak olan İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır. Okul yıllarında dâhil olduğu siyasi hareketler nedeniyle birkaç kez tutuklanıp serbest bırakılan Abdullah Cevdet’in saray ve yönetim aleyhindeki siyasi faaliyetleri mezun olduktan sonra da devam ettiğinden, önce Trablusgarp’a sürgün edilmiştir. Hakkında yapılan ihbarlar sonucu sürgün cezası Fizan’a çevrileceği esnada Tunus’a kaçıp, oradan Avrupa’ya geçerek, Avrupa’da etkinlik gösteren Jön Türk hareketine katılmıştır. İlk sayısı 1 Eylül 1904 tarihini taşıyan İçtihad dergisini Cenevre’de yayımlamaya başlayan Abdullah Cevdet, kimi zaman kapatılmış olsa da, ömrünün sonuna kadar siyasi fikirlerini, telif ve tercüme eserlerini bu dergi aracılığıyla okurlarına ulaştırmıştır. İlk sayısından itibaren toplumsal hayatın yeniden düzenlenmesini ve asriliği amaçlayan derginin, Cumhuriyet yıllarına denk gelen dönemlerinde ise, başta alfabe değişikliği olmak üzere, yeni rejimin beraberinde getirdiği ilke ve inkılaplar büyük bir memnuniyetle desteklenmiştir.[3] Siyaset ve fikir adamı yönüyle tanındığından, şairliği kısmen geri planda kalan Abdullah Cevdet, okul yıllarında şiir yazmaya başlayarak, felsefi düşüncelerini de mısralarına yansıttığı Hiç, Tuluat, Ramazan Bahçesi, Türbe-i Masumiyet, Masumiyet, Kahriyat, Karlıdağdan Ses ve Düşünen Musiki başlıklarını taşıyan çeşitli şiir kitapları kaleme almıştır.[4] Felsefeyi insanlığın dimağı, edebiyatı ise, insanlığın kalbi olarak değerlendiren Abdullah Cevdet’e göre, kalpsiz bir vücutta dimağ, dimağsız bir vücutta da kalp ancak ölmüş vaziyette bulunabilir.[5] Edebiyat ile felsefe arasında sıkı bir bağ bulunduğunu düşünen Abdullah Cevdet, edebî dehalarının yanı sıra, felsefi 3. Mustafa Gündüz, “Mustafa Kemal ve Erken Cumhuriyet Dönemi Eğitim ve Kültür Hayatında Abdullah Cevdet’in Etkileri” Turkish Studies Volume 5/1 Winter 2010, s. 1072. 4. Murat Yalçın (Ed.), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 1, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010, s. 6. 5. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 8.

yönleri de son derece gelişmiş olan Schiller, Goethe, Shakespeare, Byron, Guyau, Mütenebbî, Ömer Hayyam, Mevlânâ, Gazâlî ve Orfî gibi sayısı daha da çoğaltılabilecek, Doğulu ve Batılı isimlerden çeviriler ve derlemeler yapmayı görev edinmiştir. Zira, Abdullah Cevdet’in Dilmestî-i Mevlânâ başlıklı derlemesi de bu türden bir gayretin sonucudur. Abdullah Cevdet’i Mevlânâ’nın Gönül Sarhoşluğu ifadesiyle de anılabilecek Dilmestî-i Mevlânâ adlı derlemeyi hazırlamaya sevk eden görünür sebep, Celâl Nuri Bey tarafından, Hz. Muhammed’in üstün vasıflarını vurgulamak amacıyla İçtihad’ın 82. sayısında yayımlanan Zât-ı Hazret-i Muhammed: Hazret-i Peygamberin Dehâsı başlıklı makaledir. Celâl Nuri Bey’in bahsi geçen makalede, Hz. Peygamber ile Mevlânâ arasında bir kıyas yaparak, Mevlânâ açısından “bî-çâre Celâleddin-i Rûmî” gibi ifadeler kullanmasını doğru bulmayan Abdullah Cevdet, hayranlık duyduğu Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’ne fikrî bir ibadet ve tâat arz etmek üzere söz konusu derlemeyi hazırlama ihtiyacı duymuştur.[6] Öncelikle, Celâl Nuri Bey’e cevap verebilmek için, İçtihad’ın 84. sayısında Dilmestî-i Mevlânâ başlıklı bir makale kaleme alan Abdullah Cevdet, Hz. Peygamber’i yüceltmek için Mevlânâ’nın alçaltılmaması gerektiğini veya Hz. Peygamber’in üstünlüğünün daha güzel bir yolla belirtilmesi gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca, bir deha olarak gördüğü Mevlânâ’nın anlaşılamadığından şikâyet etmekle kalmamış, makalesiyle aynı adı taşıyan bir seçki hazırlayıp, Mevlânâ’ya ait bazı şiirleri tercüme ederek, ruhlara ilâhi bir şarap gibi sunacağını dile getirir. “Bu şiirlerin başlığını Dilmestî-i Mevlânâ koydum. Onun yüksek felsefi ve ilmi bilgilerinden bugün bahsedecek değilim, o işi daha geniş ve daha tahammüllü bir zaman ve mekânın gelişine ve erişine bağlamaya mecburum: 866 sene önce Konya’da batan bu zekâ güneşinin mezarın ötesinden gelen ışınlarına tahammül edecek gözler halen bile azdır.”[7] Abdullah Cevdet’in Dilmestî-i Mevlânâ başlıklı makalesini İçtihad’ın 87. sayısında yayımla6. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 82. 7. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 127.

107

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


dığı Gazâlî’de Marifetullah ve bir sonraki sayıda yayımladığı Gazeliyyât-ı Gazâlî takip etmiştir. Dilmestî-i Mevlânâ’yı tertip ederken adı geçen iki metne çeşitli eklemelerde bulunarak, esere dâhil eden Abdullah Cevdet, derleme çalışmasının devamında Rubâiyyât-ı Gazâlî ve Orfî Dîvânı’ndan seçtiği şiirleri ihtiva eden Orfî’de Şi’r ve İrfân başlıklarına yer verir. Abdullah Cevdet, Hüseyin Dâniş Bey’le birlikte Orfî Dîvânı’ndan geniş bir seçki hazırlamaya karar vermişse de bahsi geçen düşüncesini gerçekleştirememiş, ancak bu uğurda seçip ayırdığı şiirlerden berceste bazı mısra ve beyitleri tercüme etmeksizin Dilmestî-i Mevlânâ’nın sonuna eklemiştir. Böylelikle, Dilmestî-i Mevlânâ’yı yayına hazır hâle getiren Abdullah Cevdet, eserin baş kısmında okurlarına seslenmek ve çalışmanın amacını belirtmek üzere Kâri’lerime başlıklı ilk bölümde “bu rahmâni nağmeler, bu ilâhi güzellikler, azgın ve ifrit bir körlük ve düşmanlığın hüküm sürdüğü yakın ve garip şarkın kötü talihinde birkaç mustarip güzide ruha dinlendirici ve kendinden geçirici birkaç dakika yaşatmaya gidiyor” ifadelerini kullanmıştır.[8] Ayrıca Kâri’lerime kısmının hemen ardından, Veled Çelebi’nin Abdullah Cevdet’in Mevlânâ’ya dair düşüncelerini takdir eden ve Mevlânâ hakkında sarf edilen olumsuz bazı ifadeleri kınayan 9 Ağustos 1333 tarihli mektubuna yer verilen eser, ilk kez 1921 yılında Orhâniyye Matbaası’nda basılmıştır. Abdullah Cevdet’i bu türden bir gayrete sevk eden derin sebep ise, materyalist bir İslâm anlayışı geliştirmeye çalışmasıdır. Prof. Dr. M. Şükrü HANİOĞLU’nun Abdullah Cevdet’in planladığı büyük bir proje olarak değerlendirdiği Dilmestî-i Mevlânâ, din ile bilimi, modernlik ile İslamiyet’i, materyalizm ile inancı bağdaştırma çabalarının bir ürünüdür. Dolayısıyla Mevlânâ, Gazâlî, Orfî gibi isimler Abdullah Cevdet açısından sadece büyük edebî eserler ortaya koymuş düşünürler değil, aynı zamanda materyalizme dayalı yeni bir inanç sisteminin inşasında kullanılabilecek yapı taşlarıdır. “Bu proje çerçevesinde değerlendirdiğimizde Dilmestî-i Mevlânâ, Gazâlî’de Marifetullah, Rubâiyyât-ı Gazâlî, Orfî’de Şi’r ve İrfân materyalizm ile uyumlu, felsefi

bir dindarlığa dayanan ‘sevgi dini’ ne giden yolun döşenmesindeki önemli taşlardan birisi idi.”[9] Abdullah Cevdet’in Dilmestî-i Mevlânâ adlı eseri, 2014 yılı Aralık ayı itibarıyla Çizgi Kitabevi’nin Osmanlı Felsefe Çalışmaları dizisi arasındaki yerini almıştır. Prof. Dr. Erdoğan ERBAY, Prof. Dr. Nimet YILDIRIM ve Doç. Dr. Ali UTKU tarafından yeni harflere aktarılan eser, özverili bir çalışma sonucunda okurlara sunulmuştur. Adı geçen araştırmacıların kaleme aldıkları Dilmestî-i Mevlânâ Üzerine başlığını taşıyan bir sunuş yazısının ardından, Prof. Dr. M. Şükrü HANİOĞLU’nun Bir Mu’tekid Kâfir’in Büyük Projesi ve Dilmestî-i Mevlânâ başlıklı makalesinin yer aldığı çalışmanın ikinci kısmında, metnin aslına sadık kalınarak sadeleştirilmiş metin bulunmaktadır. Ayrıca Abdullah Cevdet’in Farsça orijinaliyle yer verdiği Orfi’ye ait şiirlerin tercümeleri de çalışmanın sadeleştirme bölümünde sunulmuştur. Çalışmanın Ekler kısmında ise, Dilmestî-i Mevlânâ adlı eserin aslından seçilmiş bazı görseller yer almaktadır. Edebiyat ve Felsefe araştırmalarına kaynaklık edecek bu eser, titiz bir çalışmanın ardından okurların ve araştırmacıların dikkatine sunulma imkânı bulmuştur.■

KAYNAKÇA Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, (Haz. Erdoğan Erbay, Nimet Yıldırım, Ali Utku), Çizgi Kitabevi, Konya 2014. CEVİZCİ, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık, İstanbul 2013. GÜNDÜZ, Mustafa, “Mustafa Kemal ve Erken Cumhuriyet Dönemi Eğitim ve Kültür Hayatında Abdullah Cevdet’in Etkileri” Turkish Studies Volume 5/1 Winter 2010, ss. 1067-1088. HANİOĞLU, M. Şükrü, “Abdullah Cevdet”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul 1988, ss. 90-93. YALÇIN, Murat (Ed.), Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, C. 1, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul 2010. 9. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 17.

8. Abdullah Cevdet, Dilmestî-i Mevlânâ, s. 117.

108

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Bir edebiyat yolculuğu GIYASETTİN DAĞ

Zaman zaman salona bakıyorum bu uzun edebiyat programından sıkılan ve ayrılan var mı diye, ancak salondaki ilgi program sonuna kadar aynı şekilde devam ediyor. Konuklar pür dikkat.

A

hmet Faruk Güler Hoca evvelinden kararlaştırdığımız saatte arabasıyla beni almak üzere iş yerimin yakınında bekliyor. İnönü Üniversitesi Kültür Sanat Topluluğu’nun gerçekleştireceği “Hatırlar da İncelir İnsan” üst başlıklı “Nazım Payam’ın Şiiri Üzerine Konuşmalar” programına katılmak üzere hareket ediyoruz. Sonra aracımıza şairimiz Nazım Payam ve Necati Kanter de dâhil oluyor. Edebiyat Fakültesinin davetlisi olarak programa birlikte iştirak edeceğiz. Yol boyunca muhabbetimizin ana ekseni edebiyat, edebiyat okurluğu ve yazmak. Arabada üç edebiyatçı olunca doğal sonuç bu olsa gerek. Nazım Hoca’nın kendisi adına düzenlenen programdan ve gösterilen vefadan memnun olduğu109

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


nu heyecanından ve cümleleri arasında parıldayan mutluluk ifadelerinden anlıyorum. Necati Hoca’daysa farklı bir heyecan var; hikâyelerinden oluşan yeni kitabı İstanbul’da bir yayınevinde basılmayı bekliyor. Bilenler bilir! İlk çocuğunu kucağına almayı bekleyen babaların heyecanı… Aslında bu iki isim, Bizim Külliye dergisini bir çınar gibi büyütüp kök salmaya, dallarını ülkedeki edebiyat mahfillerine uzatmaya adamış. Nazım Hoca öğretmenliğini, Kanter Hoca ise akademisyenliğini bıraktı. Erken yaşta Bizim Külliye için emekli oldular. Böylesi bir aşkı tasavvur edemeyecek insanların onları anlayacağını sanmıyorum. Her ikisini dinledikçe eksikliğimizi görüyorum. Cuma namazı yaklaşırken İnönü Üniversitesinin kapısından içeri giriyoruz. Yıllarca Elazığ yolculuklarında yanından geçip gittiğimiz bu güzel eğitim kurumunun kapısından ilk defa geçiyorum. Geniş, güzel ve planlı yapılaşmayla değerlendirilmiş, estetik heykeller ve sanatsal figürler bir başka güzel görünüm katmış yerleşkeye. Ahmet Faruk Hoca’dan kısa kısa bilgiler alıyoruz üniversitenin durumu hakkında. Hızla büyüyor İnönü Üniversitesi, tıpkı Malatya gibi. İlim, sanat ve sermaye birleşince neler olmaz ki… Üniversitede bizleri Taner Tatar, Taner Namlı ve Süleyman Çaldak Hocalarla beraber çok sayıda genç akademisyen ve öğrenci karşılıyor. Her-

kes heyecanlı… Göz ucuyla Nazım Hoca’yı süzüyorlar. Çaldak Hoca başta olmak üzere akademisyenlerin bir kısmı uzun yıllar öğretmenlik yapan Kanter Hoca’nın talebesi çıkıyor. Sohbet eskilere dair. Kanter Hoca’nın millî eğitim günlerine gidiliyor. Külliye’nin, burada bu kadar iyi tanınması, elbette Payam ve Kanter Hocaların dergiye emekleri sayesinde. Cuma namazı için İlahiyat Fakültesi Camisine gidiyoruz. Şadırvanlı bu güzel caminin girişinde kürsüde konuşan hatibin ağzı tanıdık geliyor. Konuşanın da artık bir Malatya sakini olan Dekan Yardımcısı Elazığlı Prof. Dr. Fikret Karaman olduğunu görüyoruz. Namazdan sonra programın yapılacağı salona geçiyoruz. Salonun dolu dolu olması dikkatimi çekiyor. Öğrencilerin bir kısmı merdivenlere oturmuş. Bir edebiyat programına olan bu ilgi insanı mutlu ediyor. Mutluluk, Nazım Hoca’nın da yüzündeki yerini alıyor. Program, şiirlerinden örneklerin okunması ve hayatını anlatan bir sunumla başlıyor. Hazırlama ekibi itinalı, işinin erbabı imiş. Sunumun güzel fotoğraflarına iyi bir melodi de eşlik ediyor. Bense bir yandan programı izliyor, öte yandan teknolojinin nimetlerinden istifade ederek İPAD’le resim ve görüntü almaya gayret ediyorum. Gayem bu güzelliği kamuoyuna duyurmak. Uzun yıllardır bu işlerle meşgulüm. Çok

110

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


zaman işimi iyi yapayım, iyi kare yakalayayım derken anlatılanlara tam odaklanamıyorum. Ama olsun, bu programdan kamuoyunu haberdar etmek benim görevim. Belki Fırat Üniversitesi Edebiyat Fakültesindeki akademisyenlerin de aklına böylesi düzenleme getiririm. Bu bir vefa örneği ve şairimiz Nazım Payam, Elazığlı. Program Dr. Bahtiyar Aslan’ın başkanlığında Doç. Dr. Taner Tatar, Dr. Taner Namlı ve Dr. A. Faruk Güler’in konuşmalarıyla sürüyor. Konuşmalar Payam’ın şiirlerine, sanatçı kişiliğine, kullandığı dil ve üsluba, beslenme kaynaklarına ilişkin… Zaman zaman salona bakıyorum bu uzun edebiyat programından sıkılan ve ayrılan var mı diye, ancak salondaki ilgi program sonuna kadar aynı şekilde devam ediyor. Konuklar pür dikkat. Programın sonunda Nazım Hoca kitaplarını imzalamaya başlıyor, ilgi hakikaten takdire şayan. İmza kuyruğu uzadıkça uzuyor. Bir yazar için en mutlu an sanırım bu an. Emeğe saygı mutlu ediyor hepimizi. Uzun dakikalar boyunca devam ediyor imza ve resim çekme, çektirme faslı. Ben bu anın altın kareleri peşindeyim. Tarihe bir kayıt düşme adına. ■

111

mart-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Türksav 19. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri açıklandı Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) kuruluşundan bu yana her yıl düzenlediği “Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri”ne bu yıl dergimiz Bizim Külliye de dâhil ederek 9 ülkeden 16 kişi, kurum ve kuruluşa verdi. AZERBAYCAN -AZ TV - Azerbaycan Televizyonu (Azerbaycan’da Türk dünyası kamuoyunun oluşması doğrultusundaki yayınları) GAGAUZ YERİ (MOLDOVA) -Todur ZANET - Gagauz şair, yazar, yayıncı. (Türkçe yayınını aksatmadan sürdüren Ana Söz gazetesinin hizmetleri) KAZAKİSTAN -Türk Akademisi - Başkan Darhan Kıdırali, Prof. Dr. (Türk Keneşinin Türk dünyasının bilimdeki ortaklığı hedefi yönündeki çalışmaları) KIRGIZİSTAN -İbrahim CUNUSOV - Kırgızistan’ın Türkiye Büyükelçisi (Türkiye Kırgızistan ilişkilerinde sanata yönelik çalışmaları) KOSOVA -Mahir YAĞCILAR - Kosova Kalkınma Bakanı (Kosova Türklerinin haklarını korumadaki başarıları) KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ -Hüseyin GÖKÇEKUŞ, Prof. Dr. - Yükseköğretim Planlama, Denetleme, Akreditasyon ve Koordinasyon Kurulu (YÖDAK) Başkanı (Türk dünyası yükseköğretim gençliğine gösterdiği ilgi) MACARİSTAN -Macar Turan Vakfı

(Turan kavramı etrafında kadim Türk kültürüne hizmetleri) ÖZBEKİSTAN -Lekim İBRAGİMOV – Ressam (Resim sanatındaki başarıları) TÜRKİYE -Aygün ATTAR, Prof. Dr. - Giresun Üniversitesi Rektörü (Türk dünyasında birlik idealine getirdiği tarih tezleri) -Bizim Külliye Dergisi – (Güncel edebiyat ürünlerinin oluşmasına hizmetleri) -Cüneyt ARKIN -Aktör (Filmlerinde Türklük duygusu ve bilincinin gelişmesine katkıda bulunması) -Hazar Strateji Enstitüsü (Strateji çalışmalarında Ermeni diyasporasına karşı yürüttüğü çalışmalar) -Kenan YAVUZ - Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi (SOCAR) Türkiye Başkanı (Türkiye Azerbaycan enerji politikası ve ekonomi ortaklığına hizmetleri) -Mehmet Cahit TURHAN, Türk Dünyası Mühendisler ve Mimarlar Birliği Başkanı. (Türk Dünyası Mühendisler ve Mimarlar Birliğinin Türk dünyası ile ilgili faaliyetlerine öncülük etmesi) -TRT AVAZ Televizyonu (Türk dünyasına yönelik geniş yelpazeli yayınları) -Yılmaz BATIBAY, Çevirmen (Ermenilerin Türkiye’yi karalama propagandalarını boşa çıkaran çevirileriyle)

112

ma rt-nisa n-ma yıs 2 0 1 5


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.