kulliye61

Page 1

ÜÇ AYLIK KÜLTÜR ve SANAT DERGİSİ

S AY I

Yıl : 15/2014

61

İZZETPAŞA VAKFI ADINA SAHİBİ ve YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ NİHAT ERİŞ Genel Yayın Yönetmeni NAZIM PAYAM Yazı İşleri KEMAL BATMAZ Tashih MAHMUT BAHAR Röportaj TANER NAMLI Dizgi-Tasarım-Kapak-Web AYDIN KARABULUT Hukuk Danışmanı Av. Şuay ALPAY Dağıtım İzzetpaşa Vakfı Danışma Kurulu Yavuz Bülent BAKİLER Prof. Dr. Ahmet BURAN Doç. Dr. Vefa TAŞDELEN Doç. Dr. Levent BAYRAKTAR Doç. Dr. Tarık ÖZCAN Yrd. Doç Dr. Metin Kayahan ÖZGÜL Dr. M.NACİ ONUR Uzm.Necati KANTER Ömer KAZAZOĞLU A. Faruk GÜLER Abone ve Reklam Yurt İçi: MUSTAFA YAVUZ Posta Çeki Hesap No:1285029 Yönetim Yeri İZZETPAŞA CAD. İZZETPAŞA VAKFI EK BİNA NO:16/4 ELAZIĞ Tel. 0 (424) 233 55 13 - 233 15 00 (114) Belgegeçer (faks) : 0 (424) 237 49 65 Baskı TDV Yayın Matbaacılık ve Tic. İşletmesi Tel. 0312 354 91 31 Yenimahalle / ANKARA Abone Şartları (Yıllık): Yurt İçi: 25 TL Yurt Dışı: 40 Avro Yıllık Kurum Abone: 70 TL Gönderilen yazılar basılsın basılmasın iade edilmez. Yayın Kurulu dergiye girecek yazılarda gerekli gördüğü değişiklikleri yapar. Yayımlanan yazıların fikrî sorumluluğu yazarlarına aittir. Bizim Külliye adı anılmaksızın alıntı yapılamaz. e-posta (e-mail) bizimkulliye@gmail.com www.bizimkulliye.com ISSN:1302-3500

3

Nazım Payam Göçmen kuş

7

A. Vahap Akbaş Çürük elma

8

İsmail Kemal Durhan Kın kanatlı kırk kıraat

9

41

Mehmet Aycı Eşkiya gazeli

42

Ömer Kazazoğlu Tedirgin yolcu

43

Serdar Arslan Yokmuş gibi ellerin

44

Mahmut Bahar İsimsiz şehre şiirler 2

Nurettin Durman Gülüm

10

45

Yakup Deliömeroğlu M. Milât Özçelik röp. A. Faruk Güler Macar ovasında bir korsan

15

M. Kayahan Özgül Sorulara seyahat

18

Vefa Taşdelen Zigana'dan geçmek

20

46

Ömer Küçükmehmetoğlu Altayların gizemli dünyasına seyahat

49

Suphi Saatçi 'Gel çek bu ayrılığı D. Mehmet Doğan Uzaktaki yakın: Kaşgar! Gör nece üreg dağlar'

24

İmdat Avşar Dağlar arasında bir kasaba: Lahiç

54

Mehmet Kurtoğlu Seyahatname veya gezi notları üstüne

28

56

32

61

Necati Kanter Hüseyin Özbay Üsküp içre Üsküp Mukaddes topraklara yolculuk Yahya Akengin Yollar ve izler

34

Muhsin İlyas Subaşı Ayşe tatili tamamlayamadı!

Salih Uçak Yunus'un şiirlerinde yol metaforu

64

Levent Bayraktar Medeniyet ve Ahlâk

72

Seval Koçoğlu On yedi

74

Nazım Payam Kusurlu sevmeler

75

Cengiz Aytmatov röp. T. Nasirdinov

81

Mehmet Nuri Yardım röp. Sevin Özek

85

Mehmet Miyasoğlu Zügüdar, Babil'den Tac Mahal'e yolculuk

90

İlhami Bulut Akşam kuşatması

91

Şerif Fatih Akkağıt külliye sanat odası

93

Yavuz Gürler Türksav ödülleri

95

Nuray Memiş Buğulu cam

96

kitap vitrin


Muhterem Okurlar, Bu yaz daha bir sıcak ve faal geçti. Ramazandı, bayramdı, ilden ile hısım akraba, eş dost ziyaretiydi derken, cumhurbaşkanlığı seçimi geldi kapıya dayandı. Bizlerde üstü örtülemeyecek farklı bir telaş, bir heyecan daha var: Dosya konunuz ‘gezi’. Dergimizin kalem erbabına “Türk Dünyası Seyahatleri” yazdırma çabasındayız. Kimine ulaşamıyoruz, kimi zamandan yakınıyor, kimileri ise konuya yatkın olmadığını söylüyor. Bütün bunlar yetmezmiş gibi gelecek metinlerin amacımıza uygun olup olmaması endişe ve merakı! Artık bize gönderilecek olan günlük mü, mektup mu, rapor mu? Yoksa ‘bir şehri veya ülkeyi ansiklopedik tarzda tanıtan nesnel ve detaylar manzumesi mi?’ Elbette gezi yazılarında esas, görüleni içselleştirerek anlatmak… Ancak içselleştirmeye sezgi, bilgi, tecrübe, yerel ve ulusal kaynaklar ve yeni yeni sorular da dâhil olmalı. Ya üslup? Valizinizde üslup yoksa geziye gidişiniz döküntülü demektir. Üslup kaygısı, merak, heyecan, hazırlık… Hevesle yola çıktık. Size ulaşabildik mi, bilmem? Gelecek sayımızın dosya konusu yazarlarımızın takdirine kalmış. Yeniden buluşmak ümit ve dileğiyle Allah’a emanet olunuz. Bizim Külliye

2

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Göçmen Kuş NAZIM PAYAM

K

a r d e ş K a l e m l e r ’d e n tanıdığım Ömer Küçükmehmetoğlu Bizim Külliye dergisine Kırgız edebiyatından birkaç çevri gönderdi. Yayımladık. Ardından “Kırgız Edebiyatı Özel Sayı” talebinde bulundu, “Olur” dedik. Üç ayda bir yayımlanan dergimizin 53. sayısını Kırgız edebiyatına ayırdık. Böylece uzaktaki kardeşlerimize bir selam daha gönderecek ve 2007 yılının 34. sayısında okurlarımızla buluşturduğumuz Cengiz Aytmatov’a Vefa dosyamızı tamamlamış olacaktık. Çalışmamızın editörlüğünü KırgızistanTürkiye Dostluk ve Kültür Derneği yapacaktı. Gelecek yazıları heyecanla bekliyorduk. Kırgızca’nın hazine sarayı Manas Destanı’nın iç odalarında dolaşacağımızı, okurlarımıza çağdaş Kırgız edebiyatçılarını tanıtacağımızı, Cengiz Aytmatov’la ilgili yeni bulgulara ulaşacağımızı sanıyorduk. Birçok konuda hevesimiz kursağımızda kaldı. Gönderilen metinlerde Manas’a hiç değinilmemiş, çağdaş Kırgız edebiyatçıları işaret edilmemişti. Cengiz Aytmatov’a dair gönderilen ise yalnızca Mamasalı Apışev’den

Kuşkusuz dilin içerdiği kültürdür. Türklük dille gerçekleşir. İçselleştirilen bir başka dilin yerli entelektüellerce bu boyutta alkışlanacağını elbette algılayamazdık. Sanırım Ruslar, gücünü silahtan alan sistemle işgal ettikleri o yerleri edebiyatla fethetmişler. Benzeştirme serüveninde ilk göze çarpan bu. 3

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


“Cengiz Aytmatov, Mar Bayciyev: İki Dilli Çalışma Ufku” makalesi idi. O sayımızda, Türkiye’de bulunan Kırgızistanlı genç akademisyenler de merakımızı giderecek, karşılıklı muhabbet artırımında bulunacak bir gayrette olmadılar. Çokları “bilimsel” verilerine bir puan duvarı bulmuşçasına akademik çalışmalarını tercih etmiş, abanmışlardı üstümüze. Ayıklamak zorundaydık. Dergimizde göz dolduran Salican Cigitov’un “Çağdaş Kırgız Edebiyatına Dair” metnini ise Prof. Dr. Orhan Söylemez’in arşivinden edinmiştik. Mamasalı Apışev, makalesinde şu kanaati taşıyordu: ‘Cengiz Aytmatov ve Mar Bayciyev’in Kırgız halkını ve onların ruhi zenginliğini çeşitli halklara mensup okurların bilincine yerleştirmesinde temel espri eserlerini Rusça yazmış olmalarıdır.’ Salican Cigitov’un metni de Mamasalı Apışev’in makalesinin âdeta bir devamı ve tamamlayanı idi. Şimdi, Kemal Göz’ün çevrisiyle on buçuk punto ve sekiz sayfa tutarındaki o metnin ara başlıklarına bakalım. “Kırgız edebiyatı, Orta Asya’da yaşayan küçük bir halkın edebiyatı”,

“Kırgız edebiyatı, XX. yüzyıla kadar sosyal ve tarihî gelişimden uzakta kalan halkın edebiyatı”, “Kırgız edebiyatı, dünyadaki en genç edebiyatlardan biri”, “Kırgız edebiyatı, ancak XX. yüzyılın başlarında kâğıt üzerine yazılmaya başlayan, yetmiş yıl içerisinde birtakım gelişmeler gösterse de hâlâ tam olarak oturmamış, günümüzdeki dünya bilgi ve dünya medeniyetlerinin kazanmış olduğu bilgi birikiminin milyonda birini belki yeni yeni anlamaya başlayan yazı dili vasıtasıyla ortaya konulan edebiyat”, “Kırgız edebiyatı, devlet desteği ile ortaya çıkan, devletin verdiği maddi yardımlarla gelişim sürecini devam ettiren fakat diğer taraftan yine devletin politikalarının propagandasını yapmakla mükellef, kesintisiz olarak resmî otoritenin kontrolünde olan bir edebiyat”, “Kırgız edebiyatı, genel olarak herhangi bir entelektüel temeli olmayan, yazarlık meziyetleri açısından yetersiz ve dünya standartlarının altında eğitim almış yazarlar tarafından ortaya konulan edebiyat.” “Kırgız edebiyatı, içerik ve tür olarak Batı edebiyatında işlenerek oraya çıkan ve başka halkların edebiyatlarına da geçen edebî türlerde verilen eserlerle ortaya çıkan ve bu türlerin belli ölçülerde yerleştiği edebiyat.” Dosya konumuz farklı bir mecraya gidiyordu. Şaşkındık. Gerçi Kırgız, Kazak, Başkurt, Tatar ve Sibirya Türkleri okuryazarlarının “Bu (Rus) edebiyatı okumak, yorumlamak gibi seçkin bir alışkanlıkları var” olduğunu okumuştuk. Ama önümüze konulan ne Rusçanın kelime, terkip ve teknik zenginliğinden faydalanmak ne de dillerinin yanına bir dil daha koymaktı. Anlatılanlar, Kırgız entelektüellerinin anadillerini yadsıyarak Rus diline teslimiyet derecesini ve o yükseklikten aldıkları hazzı gösteriyordu. Kuşkusuz dilin içerdiği kültürdür. Türklük dille gerçekleşir. İçselleştirilen bir başka dilin yerli entelektüellerce bu boyutta alkışlanacağını elbette algılayamazdık. Sanırım Ruslar, gücünü silahtan alan sistemle işgal ettikleri o yerleri edebiyatla fethetmişler. Benzeştirme serüveninde ilk göze çarpan bu. Özel dosyamız sürecinde, Manas

4

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Üniversitesi’nde görev yapmış bazı öğretim üyesi hocalarımızla görüşmüştük. Bizleri yivleyen sorulara cevap onlardan akmıştı. Duyduklarımız; Kırgızistan’da birinci sınıf vatandaşların yine Ruslar olduğu, Kırgız bürokratları, zenginleri çocuklarını Moskova’da Rus kolejlerinde okuttuğu ve o evlerde Rusça konuşulduğuydu. Duyduklarımız arasında üzüntümüzü körükleyen ise Sovyet döneminde Kırgız ediplerin millî kültüre dair kullandıkları sembolleri halkın anlamak ve açıklamakta hâlâ yetersiz kalışı idi. Nitekim Cengiz Aytmatov’un 80. doğum yıldönümü için uluslararası bir tören düzenlenecektir. Yıl 2008, törene üç ay kala Cengiz Aytmatov vefat eder. Fakat etkinlikler programlandığı gibi gerçekleştirilir. Avrasya Yazarlar Birliği adına hikâyecimiz İmdat Avşar da davetliler arasındadır. Avşar söylemişti: “Dünyanın pek çok ülkesinden gelen aydınlar, kendi dilleriyle Cengiz Aytmatov’u konuştular. Ancak bu konuşmalar Kırgızlara Rusçaya çevrilerek aktarıldı.” Sonrası malum, alkışlar, alkışlar… Sonuçta Salican Cigitov da şunu söylüyordu bize: ‘Kırgızların yazılı edebiyatı SSCB döneminde başlamıştır. Kırgızların büyük dilimi, Rusçanın hizmetinden memnundur. Millî sembolümüz hâline gelen Cengiz Aytmatov’un iki dilli bir yazar olduğunu ve eserlerinin üçte ikisini Rusça yazdığını unutmayınız.’ Kasım Tınıstanov

Kırgızistan-Türkiye Dostluk ve Kültür Derneği sekreterliğini yürüten Mirlanbek Nurmatov ve Ömer Küçükmehmetoğlu daha sonra e-posta yoluyla gönderdikleri iletide, özel dosyamızı bütünüyle‘Kırgız’ı Kırgız yapan Kasım Tınıstanov’un hayatı ve çalışmalarına’ ayırmamızı arzuladıklarını belirtiyorlardı. Kardeş değil miyiz? Tamam, dedik. Ama merak, tende bir kene! Yine sorular! Yine sorular! Kasım Tınıstanov kimdir? Kırgız’ı Kırgız yapanlardan biri, unvanını kim verdi ona? Ne yazar çizer, neyi savunur? Direnci hangi kaynaktandır? Kırgız halkı neden onu muhabbet şelalesinin kayalarına kondurmuş? Ondan bugüne kalan ne? Keşke bu dosya hazırlığına

başlamadan evvel onun bir risalesini okusaydık. Keşke üç beş günlüğüne de olsa evvelinden Kırgızistan’ı gezip görebilseydik. Orada gökten yağana avuç açsaydık, yerden fışkırana el sürseydik. Pencere denizliğine konulan saksılara, kapı önüne bırakılan terliklere baksaydık. Selam verseydik, selam alsaydık. Onlar da bizim gibi asfalta katran mı kullanırlar? Ortak yanlarımızı, özlemlerimizi, hayat takvimini dolduranı birlikte dillendirseydik. İlk başvurumuz Prof. Dr. Ahmet Buran’ın “Kurşunlanan Türkoloji” isimli eseri oldu. Daha sonra kaynakları çoğaltıyoruz. Ve öğrendiklerimiz: Kasım’ın babası Tınıstan kısa boylu, sağlam vücutlu esmer bir adammış. Annesi Arpabek çok güzel emçilik yaparak bitkilerle hastaları iyileştirebilen bir kadınmış. 10 Eylül 1901’de Isık Göl ilçesine bağlı Çırpıktı köyünde doğmuş. Üç kardeş imişler… Kasım Tınıstanov, edebiyat çalışmalarına 1919 yılının sonlarında başlar. Bu tarih onun Sovyet Sosyalist Türkistan Cumhuriyeti’nin merkezi olan Taşkent’teki Kazak-Kırgız Halk Pedagoji Enstitüsü’nde okuduğu yıllara denk gelir. Kırgızlara göre O, Kırgız yazılı edebiyatının temellerini atanlardan biridir. Kırgız alfabesi, Kırgız Dili Ders Kitabı, Kırgız Dili Grameri, Kırgız Dili Morfolojisi, Kırgız Dilinin Sözdizimi onun elinden çıkmıştır. Kaynaklar Kasım Tınıstanov’un Kırgızca’dan derlediği kelimelerin 60 bine ulaştığını belirtir. Kırgız Dili Ders Kitabı’na onlarca Kırgız atasözü yerleştirir. Sosyo-Ekonomik Terimler ve Terimler Sözlüğü ona aittir. Sözlü kültürün berrak ve muazzam kaynağı Manas Destanı’nı araştırır, inceler. Manas’ı Rusçaya çevirme çalışmasına katılır. Kırgızları 1925 yılında Arap alfabesinden Latin alfabesine, 1937 yılında Latin alfabesinden Kiril alfabesine geçmeye davet eden yine Kasım Tınıstanov’dur. İlk sistematik eğitim bolşeviklerce o yıllar kurulmuştur. Sosyalizm propagandasına daha elverişli olacağından okullarda eğitimin ‘işlevsel’ dili Rusçadır. Kasım Tınıstanov’un “Kırgızistan’daki Yeni Alfabe İçin Mücadelenin 10. Yılı” adlı bildirisi, Kiril alfabesine geçilmesi hakkındadır.

5

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


O bildirinin son paragrafı, birlikte okuyalım: “SSCB’deki milletlere Rus dilinin kültürel etkisi büyük ve bu tarihî zorunluluktan ortaya çıkmıştır. Evvelen, Rus işçileri Rusya’da kapitalizmin ortadan kalkmasında öncülük etti ve bundan sonra da sosyalizmin kurulmasında öncülük edecektir. İkinci olarak, sosyalizmin toplum tarafından benimsenmesi için sosyo-ekonomik, bilimsel ve teknolojik bilgilerin diğer milletlerde yerleşmesi Rusça sayesinde mümkündür. Soruna bu cihetten baktığımız zaman gramerin, terminolojinin, imlanın ve dil kuruluşunun meseleleri daha kolay çözülecektir.” Kasım Tınıstanov’un akıbeti?

Karar verme yetkisini elinde tutanlar kendi bildiklerini uygulayacaklardır. Velhasıl netice değişmez. Kasım Tınıstanov, Stalin’in emriyle 1937’de tutuklanır. 1938’de içlerinde Cengiz Aytmatov’un babası Törekul Aytmatov’un da bulunduğu 137 kişiyle birlikte Bişkek yakınlarındaki Contaş’ta kurşuna dizilir. Sebep? Sayayım: Bir, 1933 yılında Bişkek Opera Bale Tiyatrosu’nda Akademi Geceleri dâhilinde sahnelenen piyesinde burjuvazi yanlısı eskiyi özlemesi (oysa piyes “Yaşasın Devrim” çığlıklarıyla bitmiştir); İki, Aalı Tokombayev’in Lenin hakkında yazdığı manzumeyi, tanıtım yazısında ham bulması; Üç, dil bilimci, dram yazarı, hikâyeci, gazeteci Kasım Tınıstanov’un şairliği de var tabii. Aşağıya aldığım şiirin çözümünde Kırgızlara verdiği mesajın ortaya çıkması. “Ayazla ıslık çalarak, Geldi ihtiyar kış Baharda bizde öten Sıcak yerlere gitti göçmen kuş Ne zaman gider ihtiyar kış Ne zaman çiçeklenip sevinir Sıcak yerlere giden yaşlı kuş Ne zaman gelip öterler ”

Bu şiirde “ihtiyar kış”tan kasıt, bolşevikler imiş… “Ne zaman gelir göçmen kuş” mısrasında ise onun “akları” çağırma temennisi varmış… Kasım Tınıstanov’un kurşuna dizilmesinde belirtilmeyen asıl sebeplerden biri de şuydu: Rus yöneticiler başından beri SSCB bağlı Türk cumhuriyetleri bilim adamı ve sanatçılarıyla niyet okuma toplantıları yapıyor, onların her faaliyet ve teklifini yer, saat, gün olarak kayda alıyor, test ediyorlardı. O, bu testlerde başarısızdı. Mesela, Kırgızların Kiril alfabesine geçilmesi talebini 10 Mayıs 1937’de yapmıştır. Oysa evvelinde (29 Haziran 1925’te) Arap alfabesinin lağvedilmesiyle Latin alfabesini teklif etmişti. On yıllık gecikme SSCB için halk düşmanlığıydı ve bu, Kasım Tınıstanov’un infaz edilmesini gerektirirdi. Tarih, 28 Mayıs 2013.

Türkiye Yazarlar Birliği yönetim kurulu ve bir grup sanatçıyla Kırgızistan’dayız. (Merak ve heyecandan olacak gideceğimiz günün gecesi ve uçuş süresince uyuyamamıştım.) İkinci günümüzdü galiba, Bişkek’in güneydoğusunda, 25 kilometre ötedeki Contaş’ta, Ata-Beyt’i ve Cengiz Aytmatov’un mezarını ziyaret edeceğiz. Rıdvan Canım’ın öğrencisi, Rıdvan Bey’i ve beni özel otomobiline davet etti. Yola koyulduk. Bir süre sonra yanlış yöne saptığımız kanısındaydık. Küçücük bir köye varınca durduk. Genç arkadaşımız, yol kenarında oynayan çocuklara gideceğimiz yerin adresini Rusça sordu. Tekrar yola koyulduğumuzda Rıdvan Bey, soru diline sitemini belirtiyordu. Kırgızistan’da üçüncü yılını doldurmakta olan genç arkadaşımız; “Hocam, burada en doğru cevap bu dille alınır.” dedi. Maalesef halk, yaşadıklarıyla olsun, eserleri ve dilleriyle olsun hâlâ Moskova’da sınavdan geçirileceğini sanıyordu. Ama Contaş, ama Isık Göl, köyler, Tanrı Dağları ve otağ bize çok yakındı. Orada tanığı olduğumuz bir şey daha vardı: Manasçılar…■

6

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


ÇÜRÜK ELMA

Küflü bir papaz Çürük bir elmayı dinliyor Anlat anlat bitmiyor Öyle çoktur günahı elmanın Papaz: iflah olmaz Kirli kelimeler koleksiyoncusu Gün görmemiş itiraflar asılı Karanlık galerisinde Diş yarası değil umurunda elmanın Söylemektir aslında çürüten onu Ve farkında olmasa da / dinledikçe Ağır ağır çürüyor kalbi papazın da Bir de ben: elmalara kıyamayan Zarı yufka diş, vurgun yemiş düş Acılar büyütüyorum geceler boyu Çürük kocaman bir ağzın içinde

A. VAHAP AKBAŞ

7

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


KIN KANATLI KIRK KIRAAT

Böcek kanından yalnızlık yazılıyor Üfürdüm kenara kopan kın kanatlarını Kın derken yalın ve sade kılıçsız

Kara gözlü çocuk öldürüyor böcekleri Lambanın seyir âleminden yazarlardır onlar Düşer masanın üstüne hep sırt üstü Alaaddin’den devşirme lamba sürt üstü Kedilik bir kedilerdeymiş azizim Böceklere bakarak söylendi. İnisiasyonunu tamamlamış cümleler gibi Kaleminden papatya kara gözlü çocuk Vurdum yine kara gözlü çocuk Kalemin kurşununu miğfer delen yaptım Böcekleri alnının tam ortasından Kurşuna “dom dom!” makamı gibi Vurdum! kara gözlü çocuk Vurdum.. Ölü gibi kezekullar kara gözlü çocuk Kuytu başında gezgin Belki Fransız’a Türk kahvesi Ya da bir türke fransız öpücüğü Kara gözlü çocuğun çoğusu Çoğunun derdi ya hep kara gözlü çocuk Arada ikilemeler de yapardı hayatından Faraza şırıl şırıl Faraza sevmek ölmek gibi Merakına yenik düştü Müstemleke zamanlarını ufukta gördü Kara gözleriyle kara gözlü çocuk Öncesinde oniki yaş vardı Faraza su gibi tuz Faraza 365′ten oniki yaklaşır otuz

İSMAİL KEMAL DURHAN

8

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


isimsiz şehre şiirler -2-

zaman ve kehribar duvarı bölüşen üç beş ihtiyar naftalin kokulu hatıralar diz dizedir eski bir kâğıt üstünde parmaklarım kalemle sevişir mürekkep o mürekkep değildir dış mahallinde çipil gözlü oğlanlar saçı yapağı tutmuş kızlar cıvatası kağşamış tahterevallide tekerlemelerin adı değişir şehir çok kenarlı şehir çok yüzlü hendesedir gülü o gül değildir nergisine atıf yapılmaz toprağı, suyu bulandırır kimyası bozulmuş rafında etim kanım tersine akan nehir beni hayalin ovasından beni rüyanın aynasından geçir nasıl gerekiyorsa öyle çarpsın yere hüzün ki his coğrafyamızın pehlivanı hüzün ki hislerin en cinidir eksilmesin diye ekmeğimizin tuzu gurbet kendine ayarlamış bizi gidişinin ayak sesi bu yüzdendir kollarımızı yârdan yoluşumuz bu yüzden aklımızı yolacağımız gün de gelir dün sabah erkenden kalktım ağaç kovuklarına taş diplerine baktım sokakları kestim caddeleri biçtim yokluğun bir karayılan vuslatın tuzunda panzehir sen gidince boşaldı bu şehir ne söz kalır geride ne şiir

demiştim ya hevesi içimdedir dön / şehre yedi yoldan girilir MAHMUT BAHAR dön / sensizlik çöl gibidir 9

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


YAKUP DELİÖMEROĞLU

ile Türk Cumhuriyetleri ve Avrasya Yazarlar Birliği üzerine

Millî ve manevi değerlerin yeniden inşası, toplumun mayasında bulunan ve zaman içinde unutturulan Türk-İslam terkibinin ihyası bu ilişkilerle çok daha sağlıklı yürüyebilecek bir süreç. Türkiye, kardeşlerine bu konuda destek olmasa, eski Sovyet coğrafyasındaki manevi boşluğu gören başka aktörler bunu doldurmaya çalışıyorlar.

A. FARUK GÜLER

Bulunduğunuz konum ve yaptığınız çalışmalar münasebetiyle Türk coğrafyası üzerinde çok gezen insanlardan birisiniz. Sovyetler Birliği’nin yıkılışından sonra Orta Asya’daki Türk cumhuriyetleriyle başlayan yakınlaşma bugün ne durumdadır? Türk dünyası ile irtibatımızın bir değerlendirmesini yapabilir misiniz? Öncelikle şunu ifade edeyim ki, Türk cumhuriyetleri arasındaki ilişkiler her geçen gün daha çeşitlenen, derinleşen ve sağlamlaşan bir seyir izliyor. Sovyetler Birliği dağılma süreci dünya tarihinde benzeri olmayan bir hâdisedir ve belki de benzer bir olay gelecekte de hiç yer almayacak. Sovyetlerin dağılması ile bağımsızlığını kazanan Türk cumhuriyetleri çok zor dönem geçirdiler. Bağımsızlığın ilk yılarında birbirlerine benzer ekonomik ve sosyal yapıları vardı. Bu benzerlikler Türk cumhuriyetlerini topluca değerlendirmeye imkân veriyordu. Bugün çeyrek asra yaklaşan bağımsızlık döneminden sonra her Türk cumhuriyeti ayrı bir tecrübe geliştirdi, ekonomileri farklılaştı, siyasi yapıları değişti, sosyal süreçler her birinde değişik yönlere doğru yöneldi. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz dönemde, bağımsızlığın ilk yıllarında olduğu gibi birbirine çok yakın ülkeler yok. Bu sebeple artık Türkiye her ülke ile ilişkilerini ayrı ayrı değerlendirmek

Yakup Deliömeroğlu 1966 yılında Çankırı doğdu. Ankara Üniversitesi'nden mezun oldu. Ankara Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü'nde doktorasını tamamladı. Yüzüncü Yıl Üniversitesine öğretim üyesi olarak atandı (1994). Türk Cumhuriyetleri ile Ekonomik İlişkilerden sorumlu Başbakan Başmüşavirliği'nde Danışman olarak görev yaptı (1994-97). TürkKazak Ahmet Yesevi Üniversitesi'nde Kültür Müdürlüğü görevlerinde bulundu (1997-2000). Türkiye'ye döndükten sonra Tarım ve Köyişleri Bakarlığı emrine atandı, bakan müşaviri oldu (2000-02). 2002 yılından itibaren Gazi Üniversitesi öğretim üyesidir. 2004-2006 yılları arasında Türkiye Yazarlar Birliği Genel Başkanlığını yürüttü. 2006 yılında arkadaşları ile birlikte bütün Türk dünyasından yazar ve şairlerini bünyesinde toplayan Avrasya Yazarlar Birliğini kurdu ve Genel Başkanı oldu. Günümüzde Türk dünyasının tek ortak edebiyat dergisi olan Kardeş Kalemler ve Dil Araştırmaları Dergilerinin Birlik adına sahibidir. Eserleri: Tatarlar ve Tataristan (1997), Türk Dünyası Üzerine Görüşler ve Politikalar (1998), Türkistan Yesevi'nin Şehri- Yesi'ye Dair (2003).

10

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


zorunda. Bugünün Azerbaycan’ı 20 yıl öncesinden çok farklı bir hâle geldi. Bunu Bakü’ye gidenler, yalnızca şehrin siluetindeki değişiklerden hemen fark edebilirler. Kazakistan dünyanın en genç ve belki en güzel başkentine sahiptir. Kazakistan 20 yıl öncesinin ülkesi değil. Kırgızistan bu 20 yılda diğer cumhuriyetlere göre daha zor bir süreç yaşadı. Türkmenistan, Birleşmiş Milletlerce kabul edilen tarafsızlık statüsü ile bambaşka bir özelliğe sahip. Özbekistan ise bağımsızlık döneminde kendine has özellikler kazandı. İşte kısaca izaha çalıştığım bu yeni yapılanmalar nedeniyle Türk cumhuriyetlerini topluca değerlendirmek yerine ayrı ayrı ele almanın daha doğru sayılabileceği döneme girdik. Son yıllarda özellikle Türk Konseyinin kurulmasından sonra Azerbaycan, Kazakistan ve Kırgızistan ile Türkiye ilişkileri gönlümüzdeki olması gereken noktaya doğru hızla ilerliyor. Konseyin kurucusu bu ülkeler üst düzey bürokratlar, parlamenterler, bakanlar ve devlet başkanları seviyelerinde bir araya geliyor ve ilişkilerin güçlendirilmesi için yapılabilecekleri değerlendiriyorlar. Ayrıca BM, Avrupa Konseyi ve bütün uluslararası platformlarda ortak hareket etmek tavrı da son derece önemli sayılmalıdır. Ayrıca geçtiğimiz yıllarda Türk cumhuriyetleri arasındaki toplantılarda yalnızca toplantıya katılan devletlerle ilgili kararlar alınırken son yıllarda devleti olmayan Irak Türkmenleri, Uygurlar gibi Türk toplulukları ile ilgili de açıklamaların yapılması Türk devletlerinin Türk dünyası anlayışlarındaki gelişme olarak değerlendirilmelidir. Türkmenistan bağımsızlık statüsü nedeniyle bu süreci içinde olmadan yakından takip ederken Özbekistan’ın da yakın gelecekte bu tavrı benimseyeceğini ümit etmekteyim. Türk dünyası ile kopan bağlarımız sonrasında bugün geriye dönüp baktığımızda Türk kimliği ne derece tahribat görmüştür? Bu kimliğin yerli yerine oturabilmesi için neler yapılabilir? Bu soru ekseninde, kimlik inşasında edebiyatın ve kültürün işlevi nedir? Türk cumhuriyetleri 70 yılı aşkın bir süre ‘Türk’ adının âdeta yasak olduğu bir dönem geçirdi. Buna rağmen Sovyetlerin dağıldığının açıklanmasının üzerinden daha altı ay bile geçmeden Türk cum-

huriyetleri TÜRKSOY gibi bir teşkilatı kurma başarısı gösterdiler. Bu noktanın üzerinde dikkatle durmalıyız. Sovyet rejimin “seçme elemanları” ki, Sovyetler dağıldığında Türk cumhuriyetlerinin dairesinde bulunan siyasetçiler ve bürokratlar her biri Komünist Partinin “denenmiş, bin bir sınavdan geçmiş” elemanlarıydı- Sovyet baskısından kurtulur kurtulmaz yönünü Türklüğe doğru çevirdi. Elbette Türklük anlayışlarının gelişmesi, yıllarca tahrip edilmek, unutturulmak, utandırılmak için özel gayret sarf edilen millî ve manevi değerlerin yeniden toplumun yapısına sinmesi, insanların ve idarecilerin karar ve davranışlarında etkili olacak seviyeye gelmesi zaman alacak bir husustur. Sorunuzda da değindiğiniz gibi Türk cumhuriyetleri ile Türkiye’nin edebî ve kültürel ilişkileri işte tam bu noktada çok önemli hâle geliyor. Millî ve manevi değerlerin yeniden inşası, toplumun mayasında bulunan ve zaman içinde unutturulan Türk-İslam terkibinin ihyası bu ilişkilerle çok daha sağlıklı yürüyebilecek bir süreç. Türkiye, kardeşlerine bu konuda destek olmasa, eski Sovyet coğrafyasındaki manevi boşluğu gören başka aktörler bunu doldurmaya çalışıyorlar. Nitekim bu aktörlerin etkili olabildikleri bazı bölgeler ve gruplarda ne kadar rahatsız edici sonuçlar çıktığını hep birlikte gözlemekteyiz. Avrasya Yazarlar Birliği Başkanı, Kardeş Kalemler’in sahibi olarak kardeş edebiyatlardan bizleri haberdar ediyorsunuz, okumamızı sağlıyorsunuz. Nelerin yapılması gerektiğine inanıyorsunuz, eksiklerimiz nelerdir? Bildiğiniz gibi Avrasya Yazarlar Birliği 26 Nisan 2006 tarihinde kurulmuş ve kuruluşundan itibaren faaliyetlerine başlamıştır. Avrasya Yazarlar Birliği; son yıllarda dünyada yaşanan teknolojik ve kültürel gelişmeleri göz önünde tutarak, kültür ve edebiyatın insanlar arasında yakınlaşma ve dostluk duygularının oluşmasına ve gelişmesine yapacağı katkıları dikkate alarak, tarihî, kültürel ve sosyal bağlarla birbiri ile ilişkileri olan ülkeler, topluluklar ve kişiler arasında kültürel ilişkileri artırmak, evrensel barışa ve kültürel gelişmelere katkıda bulunmak; insanlığın en köklü dillerinden birisi olan Türkçenin bütün lehçe ve şivelerinde konuşan halkların yazarlarının birbirlerinin eserlerini tanımalarını sağlamak, Türkçe edebiyatın bütün dünyada daha iyi tanınmasına çalışmak, yazarlık fa11

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


aliyetini meslek edinmiş kişileri bir araya getirmek, mesleki dayanışma ve yardımlaşmayı uluslararası düzeyde sağlamak, yazarların sanat ve kültür hayatında etkin bir şekilde yer alabilmeleri için çalışmak gibi gayelere hizmet etmek için çalışmaktadır. Bu amaçlara ulaşmak için sürdürdüğümüz faaliyetleri kısaca şöyle özetlemek mümkündür: Yayın Faaliyetleri

Avrasya Yazarlar Birliği süreli yayınlar ve kitap yayınları olmak üzere iki tür yayıncılık faaliyetinde bulunmaktadır.

Süreli Yayınlar Kardeş Kalemler Dergisi

Edebiyat Dergisi olarak yayınlanmakta olan Kardeş Kalemler dergisi, Türk Dünyası, İslam ülkeleri ve Osmanlı hinterlandından şair ve yazarların eserlerini yayınlamaktadır. Kardeş Kalemler dergisi, aylık olarak yayınlanmakta, 96 sayfa çıkmaktadır. Ocak 2007 tarihinde ilk sayısı çıkan dergi bugüne kadar düzenli olarak yayınlanmıştır. 2014 yılı Ocak ayında 85. sayısı çıkmıştır. 2000 tirajla yayınlanan dergi, yurt dışına da gönderilmektedir. Ülkemizde ve dünyada kendi alanında ilk ve tek dergi olan Kardeş Kalemler bu süre içerisinde bahsedilen coğrafyada yer alan 39 ülkeden şair ve yazarların eserlerini ülkemizde yayınlamıştır. Derginin bu faaliyeti bu ülkelerde büyük yankı uyandırmış, pek çok kez sözlü ve yazılı basında haber olarak ülkemizin tanıtımına ve ülkeler arasındaki dostluk ve kardeşlik duygularının gelişmesine katkı sağlamıştır. Bu ülkelerde Kardeş Kalemler dergisine ilginin bir örneği olarak Azerbaycan, Özbekistan, Kazakistan ve Kırgızistan gibi ülkelerde o ülkelerin üniversitelerarası kurulları tarafından uluslararası dergi olarak tanınmış ve dergide yayınlanan makaleler akademik yükselmelerde kıymetli hâle gelmiştir. Özellikle Özbekistan’da, 5 yıldan bu yana Özbek Üniversitelerarası Kurulu tarafından tanınan Türkiye’den tek dergi Kardeş Kalemler’dir. Böylelikle Kardeş Kalemler, edebiyat ve dil alanında bu ülkelerle bilimsel işbirliğine de katkı sağlamaktadır. Kardeş Kalemler dergisinin örnek sayıları ve bugüne kadar yazı yayınladığı ülkeler (Avrasya Yazarlar Birliği Haritası) proje ekinde sunulmuştur. Derginin diğer sayıları www.kardeskalemler.com adresinden görülebilir.

Dil Araştırmaları Dergisi

Uluslararası dil araştırmaları dergisi, hakemli dergi olarak 2007 yılından itibaren altı aylık periyotla yayınlanmaktadır. 2013 yılı sonunda 13. sayısı yayınlanan Dil Araştırmaları Dergisi, bugüne kadar düzenli olarak yayınlanmıştır. Ülkemizde yalnızca bilimsel dil araştırması yayınlayan tek dergi olan Dil Araştırmaları, merkezi ABD’de bulunan uluslararası bilimsel yayın indeksi EBSCO, arastırmax ve asos uluslararası ve ulusal bilimsel yayın tarama merkezleri tarafından da taranmaktadır. 1000 adet tirajla yayınlanan dergi, elektronik ortamda da okuyucusuna ulaşmaktadır. Proje ekinde örneği sunulan Dil Araştırmaları Dergisi ile ilgili detaylı bilgi www.dilarastirmalari.com sitesinden alınabilir.

Kitap Yayınları

Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde oluşturduğu Bengü Yayınları aracılığı ile yayıncılık faaliyetini sürdürmektedir. 2007 yılında çalışmalarına başlayan Bengü Yayınları, diğer faaliyetlerimizde olduğu gibi edebiyatın toplumların birbirlerini tanıma, dostluk ve kardeşlik duygularını geliştirmedeki etkin rolünü dikkate alarak yayın politikasını oluşturmuştur. Bugüne kadar Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Rusya, Tataristan, Başkurtistan, Suriye, Makedonya, Kosova, Yunanistan, Moldovya, Kırım ve KKTC başta olmak üzere bu ülkelerin önde gelen edebiyatçılarının eserlerini ülkemizde yayınlamıştır. Bengü Yayınlarının yayın kataloğunda 77 eser yer almaktadır. Proje ekinde örnekleri sunulan Bengü Yayınları hakkında daha fazla bilgi http://www.idefix.com/kitap/bengu-yayinlari/firma_urun.asp?fid=9417 –adresinden sağlanabilir.

Ulusal Faaliyetler Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi

Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde kurulan Avrasya Edebiyat Akademisi olarak yürütülen “Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi” çalışmaları 2008 yılından bu yana faaliyetlerini sürdürmektedir. Edebiyatın değişik alanlarına ilgisi olan insanların şiir, hikâye, deneme ve senaryo yazarlığı alanında kendilerini geliştirebildikleri atölye çalışmaları, ülkemizde yazarlık eğitimi alanında ayrıcalıklı bir yere sahiptir. Dünyada yaygın olarak örnekleri bulunan yazarlık eğitiminin Türkiye’deki en başarılı örneği AYB

12

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Her geçen gün mekanikleştiği, insanların toplum içinde birbirinden uzaklaştığı, tarihte Lut kavmi gibi toplumların helakine neden olan illetlerin “yüksek insani değerlermişcesine” normalleşip yaygınlaştığı, insanın birbirini boğazlamasının teşbih ifadesi olmaktan çıkıp gerçeğe döndüğü bir dünyada; gerçek insani değerlerin yaşaması ve yaşatılması bakımından da Türk dünyasının yakınlaşması, bir araya gelmesi bir mecburiyettir.

bünyesinde sürdürülen faaliyet olmuştur. Türkiye’de yazarlık eğitimi veren programlar arasında katılımcılarını eser sahibi yapan ilk ve tek program AYB Edebiyat Akademisi Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesidir. Bu yıl 6. Dönem çalışmalarını yürüten atölye 14 yeni yazarı müstakil kitapları ile edebiyat dünyamıza kazandırmıştır. 65 genç yazarın şiir, hikâye ve denemelerinden oluşan eserlerinin de yayınlanmasını sağlamıştır. Metin ve Senaryo Yazarlığı Atölyesi faaliyetleri www.edebiyatakademisi.com adresinden ayrıntılı olarak incelenebilir. Edebiyat Toplantıları ve Anma Günleri

Avrasya Yazarlar Birliği her hafta düzenli olarak bilim, kültür ve edebiyat adamlarını buluşturan sohbet toplantıları düzenlemektedir. Toplantılar genellikle Altındağ Belediyesi Kabakçı Konağı Kültür Evinde gerçekleştirilmektedir ve bu güne kadar 250’nin üzerinde sohbet toplantıları düzenlenmiştir. Şair ve yazarları, doğum veya ölüm yıl dönümlerinde anma toplantıları düzenlenmektedir.

Uluslararası Faaliyetler Türk Dünyası Edebiyat Dergileri Kongresi

2008 yılından itibaren düzenli olarak gerçekleştirilen edebiyat dergileri kongresine, ülkelerde yayınlanan önde gelen dergilerin genel yayın yönetmenleri katılmaktadır. Bugüne kadar 18 ülkeden 68 edebiyat dergisi kongreye katılmıştır. Edebiyat dergileri arasında bilgi ve tecrübe alışverişi ve birbirlerinin edebiyatlarından karşılıklı çevriler yayınlayarak ülkeler arasında edebî ilişkilerin artırılmasına katkı sağlanmaktadır. Kongrelerden sonra Türk edebiyatının kongre üyesi dergiler aracılığı ile o ülkelerde yayınlanması oranı 4 kat artmıştır.

Türk Lehçeleri Arası Çeviri Sempozyumu ve Atölyesi

Bugüne kadar iki kez gerçekleştirilen faaliyette, çeviri kalitesinin artırılması ve çevirmenlerin bilgi ve tecrübe alışverişi sağlanmaktadır. Özellikle Türk edebiyatından yapılan çevirilerin nicelik ve niteliğinin artırılmasına katkı sağlanmaktadır.

Uluslararası Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışması

İlki 2008 Kaşgarlı Mahmut Yılında yapılan yarışma Türkiye merkezli olarak yapılan ilk ve tek uluslararası edebiyat yarışmasıdır. Dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın Türkçe yazabilen ve Türk dilinin tüm lehçelerinde yazabilen yazarların katılabildiği uluslararası yarışma, Türk dilinin de tek uluslararası yarışmasıdır. Türk dili ile yapılan edebiyatı özendirmek, bu alanda çalışanları teşvik etmek ve ülkemizin tanıtımına katkı sağlamak amacıyla düzenlenen yarışmanın ilki Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma ve Eğitim Genel Müdürlüğü, ikincisi ise Başbakanlık Tanıtma Fonunun destekleri ile gerçekleştirilmiştir. III. Kaşgarlı Mahmut Hikâye Yarışması düzenlenmesi için hazırlanan için bu projenin diğer 13

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


kısımlarında faaliyetle ilgili daha geniş bilgi verilecektir. Hacı Bektaş Veli Uluslararası Şiir Yarışması

Hacı Bektaş Veli Yılı münasebetiyle Azerbaycan, İran, Irak, Türkiye ve Balkan ülkelerini içine alan bir ozanlar yarışması düzenlenmiştir. Faaliyet Kültür ve Turizm Bakanlığımız tarafından desteklenmiştir.

Cengiz Dağcı Sempozyumu

Türk edebiyatının büyük romancısı Cengiz Dağcı’nın vefatının 1. yıl dönümü münasebetiyle Ukrayna-Kırım Özerk Cumhuriyetinde düzenlenmiştir.

Evliya Çelebinin İzinde Gezi Yazıları Projesi

Evliya Çelebi Yılı’nda Seyahatname ’de anlatılan Osmanlı coğrafyasının, yaşayan yazarlar tarafından gezilerek gezi yazıları tarzında yeniden kaleme alınmasını hedefleyen proje ile 14 kitap hazırlanmıştır. Bosna-Hersek, Arnavutluk, Makedonya, Kosova, Bulgaristan, Romanya, Bolu, Erzurum, Kayseri, Trabzon, Ankara, Azerbaycan, Suriye, Kudüs, Urfa, Medine gibi bölgeler yeni yazarlar tarafından Evliya Çelebi’nin anlattıkları ile karşılaştırılarak yazılmıştır.

Evliya Çelebi’nin Dünyası Harita Sergisi

Evliya Çelebi’nin dünyasını anlatan özel hazırlanmış ve 29 parçadan oluşan harita sergisi Türkiye’de tüm ilerimizde, bazı büyük ilçelerimizde ve yurt dışında bazı merkezlerde açılmıştır.

Arapların Gözüyle Türkler-Türklerin Gözüyle Araplar Sempozyumu

Arap Yazarlar Birliği ile Urfa’da Arapların Gözüyle Türkler ve Suriye’nin Lazkiye şehrinde Türklerin Gözüyle Araplar Sempozyumu yapılmıştır. Edebiyat, sinema, ders kitapları vb. alanlarda iki kardeş halkın birbirleri ile ilgili algı, önyargı ve kanaatleri sunulan bildirilerle ele alınmaya çalışılmıştır.

Bengü Telif Ajansı Faaliyetleri

Avrasya Yazarlar Birliği bünyesinde faaliyet gösteren Bengü Telif Ajansı, ülkemizde telif alanında faaliyet gösteren 8 kuruluştan biri olan Bengü Telif Ajansımız, Türkiye’den ve Türk dünyasından 95 yazarın teliflerinin uluslararası tanıtım hakkını alarak 2008 Frankfurt, 2009 Moskova, 2010

Frankfurt, Bosna, Tahran, 2011 Frankfurt, 2012 Bosna, 2013 Bosna, Londra, Moskova, Bakü ve Pekin Kitap Fuarlarına katılmış ve ülkemizi temsil etmiştir. Ajansımız, çevirmenleri ve yayıncıları ile Türk Edebiyatı Sempozyumuna katılmıştır. Türkiye, Telif Ajansları Platformunun kurucu üyesidir. Türk dünyasının geleceğini nasıl görüyorsunuz? Türk dünyasının bir araya gelmesi bizler için bir zaruret. Zaruret ifadesini özellikle kullanıyorum. Yeni nesiller buna “içsel zorunluluk” diyorlar. Zaruret çünkü tarihimiz, kültürel değerlerimiz bizi bir araya gelmeye doğru yönlendiriyor. Kültürel olarak aslında biz Türk dünyasını tanıdıkça kendi kültürümüzü daha yakından tanımış oluyoruz. İçinde yaşadığımız dünyada ekonomik ve siyasi şartlar da bizlerin bir araya gelmesini zaruri kılıyor. Son yıllarda dünyanın yaşadığı ve hâlen de devam eden ekonomik krizleri Türkiye’nin nispeten rahat atlatmasının ardında Türk cumhuriyetleri ile olan ekonomik ilişkilerin payını küçük görmemek gerekir. Yalnızca bir kalemde Azerbaycan’ın İzmir’de yaptığı petrokimya yatırımı için Türkiye’ye giren sermaye 25 milyar dolar tutuyor. Yine bu ekonomik kriz ortamında Azerbaycan en parlak gelişme sürecini yaşıyor. Kazakistan ve Kırgızistan’ın ekonomik yapılarının ayakta durmasında da bu ilişkilerin önemli bir yeri var. Yapımına karar verilen Trans Avrupa Gaz Nakil Projesi tamamlandığında projenin tüm tarafları büyük bir ekonomik avantaj elde edecekler. Azerbaycan başta olmak üzere Türkmenistan ve Kazakistan ve elbette Türkiye çok önemli bir ekonomik ve stratejik avantaj elde edecek. Her geçen gün mekanikleştiği, insanların toplum içinde birbirinden uzaklaştığı, tarihte Lut kavmi gibi toplumların helakine neden olan illetlerin “yüksek insani değerlermişcesine” normalleşip yaygınlaştığı, insanın birbirini boğazlamasının teşbih ifadesi olmaktan çıkıp gerçeğe döndüğü bir dünyada; gerçek insani değerlerin yaşaması ve yaşatılması bakımından da Türk dünyasının yakınlaşması, bir araya gelmesi bir mecburiyettir. İnsanlığın bu son dönem rahatsızlıklarının şifası bizim kültürel kotlarımızda saklı diye düşünüyorum. Bu kültürün olabildiğince güçlü bir şekilde yaşaması ve yaşatılması için Türk dünyası bir araya gelmelidir.■

14

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Sorulara seyahat M. KAYAHAN ÖZGÜL

Herkes, mekânı kendi idrakinin sınırları dâhilinde algılar ve intibaları çerçevesinde aktarır. Aynı yoldan yüz kişi geçip yüzü de çevresine farklı dikkatlerle bakabilir; hafızasına farklı ayrıntıları kaydedip gördüklerini farklı biçimlerde ifade edebilir.

N

elerin seyahat kapsamına girdiğini iyi tespit edersek, hangi metinlerin seyahat edebiyatına dâhil edilebileceği hususu da açıklık kazanacak. Bu konuda birikmiş birkaç sorum var ki, bazısının cevabını ben de bilmiyorum; bazısı ise ehliyetli okurun tasdikine muhtaç... Gerçi, 1992’de Pur une littérature voyageuse manifestosu neşredildiğinden beri, “écrivain-voyageur”ün (seyyah-yazar) naturası hakkındaki sorularımın büyük kısmı cevabını buldu; lâkin hangi yolculukların bu yazarlık alanına dâhil olduğu hakkındaki soru ve şüphelerim devam ediyor. Sanki en temel sorum cevaplanabilirse, diğerleri de kendiliğinden çözülüverecek gibi... Sorum şu: Bir metnin seyahat literatürüne dâhil edilebilmesi için, mutlaka seyyah-yazarın isteğiyle yapılan bir seyahati mi anlatması gerek? Şayet bu soruya müspet cevap verilebilirse, o zaman mecburiyetten veya cebren çıkılan yolculukların metinlerini de seyahat edebiyatına katmamız mümkün olacak. Böylece göç, sürgün, iltica gibi sebeplerle yerini yurdunu terk etmek zorunda kalanların hâtıratları da kısmen seyahat edebiyatının şemsiyesi altına girecek. Aklımdan geçenleri sıralamaya çalışayım:

Önce göç (trek)... Bana öyle geliyor ki, “trek” iki kolda seyahat metinleri oluşturdu ve oluşturuyor. Bunlardan ilki, henüz “trek literature” adını almayı başaramadı; fakat bizdeki Rumeli göçleri, Kafkas göçleri, mübadele göçleri gibi mecburi yolculuklar hatırlanınca, böyle bir başlık altında, hiç de azımsanamayacak sayıda metinle karşılaşacağımızı tahmin ediyorum. Göçmen (emigré) edebiyatının hiç değilse küçük bir kısmının seyahat metinleri kapsamına alınması mümkün görünüyor. Diğeri ise, mutlu zamanların “trekking” metinleri... Birkaç saatten birkaç güne kadar uzayan sürelerde, tabiat içinde yapılan yürüyüşlerin notları, seyahat edebiyatına katılmayı başardı. Gerçi gurbetçilerin (expatriate) hicret edebiyatı, henüz bir kategori oluşturacak kadar gelişmedi; fakat eğitim seviyesi yükseldikçe, bu tür seyahatlerin de kaleme alınacağını umutla bekliyorum. Diğer taraftan, şehir içinde veya şehir dışına ev göçleri, yazlığa göçler de bu gruba dâhil edilebilir mi, bilmiyorum. Sözün gelişi, havalar mutedil bir hâl almağa başladı mı, yalılara, koru içindeki köşklere, bağ evlerine taşınmak İstanbul’un yerleşik âdetlerindendi. Sultan bile, sahilhânelerinden birinde kalmak istediğinde, saltanat kayığına atla-

15

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


yıp taşınıverir; buna da “göç-i hümâyun” denirdi. Bilhassa Mısırlı Türk ailelerinin sıcak Kahire’den kaçmak için İstanbul’u sayfiye olarak kullanmaya başlamalarından sonra bu âdetin hız kazandığı fark ediliyor. Hâlivakti yerinde olmayanların bile, modaya ayak uydurabilmek için bin zahmetle para tedarik edip yalı kiraladıklarını, Mehmed Raûf ’un Eylûlünü okuyanlar da fark etmişlerdir. Acaba diyorum, bu göçlerin hâtıraları da “seyahat” başlığı altına alınabilir mi? Küçük ev taşımalarından koca hâtıratlar çıkması beklenemez; fakat, Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi gibi şehir hayatını anlatmaktan hazzeden ediplerin, baharda üç beş parça eşyayı bir kayığa doldurup yazlığa göçü anlatan hoş yazıları bu gruba sokulabilir mi? Kapsam biraz genişletilerek, seferberlik, mecburi iskân, köylerin yerini değiştirme gibi sebeplerle yapılan göçlerin anlatıları da buraya dâhil edilebilir mi?[1] Aynı şekilde sürgün, firar ve diaspora yolculuklarından artakalan metinlerin de seyahat edebiyatına dâhil edilip edilmeyeceği açıklığa kavuşturulmalı. Büyük kısmı siyasi sebeplerle yollara dökülmüş insanların hâtıratlarının da kısmen seyahat edebiyatının çerçevesine girdiği düşünülebilir. Bunları iki grupta toplamak mümkün; yurt içi ve yurt dışı seyahatleri... Yurt içinde yeri değiştirilmek suretiyle sürgün edilenler tarihte geriye doğru gidildikçe ciddi bir malzeme birikimini haber veriyor. Yurtlarını gönüllü olarak terk eden siyasi kaçakların ve mültecilerin kaleme aldıkları ise, ayrı bir başlık... Gönülsüzce terkidiyar edenler, devlet eliyle vatandaşlıktan çıkarılan haymatloslar, “persona non grata” ilan edildiği için sınır dışı edilenler bu kapsama dâhil olmalı... Latincedeki “exsul” (kovulmuş adam), bugün “exile” (sürgün) kelimesinde yaşıyor. Sözün gelişi, mülteci hâtıratları seyahat edebiyatına girer mi? İngiltere’den sürülenler genellikle İtalya’ya gittik1. Fransızcadan aldığımız “banlieu” kelimesinin eski anlamı oldukça farklıdır ve zorakȋ iskânla bağlantılıdır. Kelime, “ban” (sürgün) ve “lieu” (fersah) şeklinde iki parçalıdır. Eskiden, şehirde oturması istenmeyenler, bir fersah uzaklıktaki sürgün alanında yaşamaya zorlanırdı. Bostancıbaşının, Ȃsitâne’ye girmesini uygun bulmadığı kişileri Topkapı surlarının dışında ikamet ettirişi gibi... Şimdilerde, her sabah yaşadığı banliyöden çıkıp şehirdeki işine gidenler, aslında “ply”dan fazlasını yapmaktadır. Onlarınki günlük hicretler...

leri için, Shelley 1818’de Thou paradise of exiles, Italy! (Sen, kovulmuşların cenneti, İtalya!) diye yazıyordu[2]; bizde de Cezâir-i Bahr-i Sefîd adaları öyledir. Tarihe şöyle bir bakınca Ovidius, Virgilius, Dante, Petrarch, Madame de Stäel, Mickiewicz, Shelley, Keats, Byron, Baudelaire, Hugo, Heine, Wilde, Henry James, Conrad, D’Annunzio, Yeats, Tristan Tzara, T. S. Eliot, Ezra Pound, James Joyce, Hemnigway, Henry Miller, D. H. Lawrence, Zweig, Brecht, Breton, Huxley, Thomas Mann, Nabokov, Beckett, Kundera, Soljenitsin, Ionesco, Calvino, Selman Rüşdî gibi yüzlerce edip başka başka sebeplerle yabancı bir ülkede yaşamak zorunda kaldılar[3]. Bunların yazdıkları arasında, mecburi yolculuklarına dair olanlar seyahat edebiyatına dâhil edilebilir mi? Bizde Niyâzî-i Mısrî’den Keçeci-zâde İzzet Molla’ya, Yeni Osmanlılardan Jön Türklere, Malta sürgünlerinden 150’liklere, Balkan ve I. Cihan Harbi’nde esir düşüp Yunanistan’dan Hindistan’a kadar kocaman bir coğrafyaya dağılmış kamplarda yaşamak zorunda kalan askerlere varıncaya kadar pek çok sürgün, esir, mahpus, kalebent, firari, mülteci aydının kaleme aldıkları eserler bu gruba da sokulamaz mı? Cevabını bilmediğim bir başka sorum da hangi metinleri seyahat edebiyatına dâhil edeceğimiz hususunda... James Clifford, “travelling theory”yi kurduğundan beri, antropolojiden başlayarak pek çok alanda kullanıldı; ama edebiyatta pek işletilemedi. Sebebi ortada... Her seyahat metni edebiyata dâhil olamıyor. Kristin Kreer’in, seminer çalışması olan Interaction between the Novel and Travelling’de (Norderstedt, 2008), romanın seyahat edebiyatına ve seyahatlerin romana etkisini nasıl tartıştığını okuduktan sonra, sorum daha da netleşti. Acaba, seyahat metinleri gerçek yolculuk notlarından çıkarılırken, seyahat edebiyatı çalışma masasından hiç kıpırdamadan yazılmış metinlerden doğuyor olabilir mi? Mademki, kurgunun 2. “Julian and Maddalo”, Posthumous Poems, London, 1824, p. 7. 3. Susan Rubin Suleiman’ın editörlüğünde hazırlanan Exile and Creativity (Durham, 1998), bu konuda çok zihin açıcı olabilir.

16

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


olmadığı yerde sanattan ve edebî değerden söz etmek zorlaşıyor ve belli şartlara bağlanıyor, o hâlde tamamen kurguya dayalı yolculukların seyahat edebiyatına kesinkes dâhil edilmesi gerekmez mi? Hem, edebiyat denen sanat, anlatılanların gerçek olup olmadığıyla niçin ilgilensin ki?... Madalyonun arka yüzüne bakalım. Oradaki durumu anlatabilmem için, Nedim Gürsel’i iyi bir örnek sayıyorum. Gürsel, Bir Avuç Dünya’yı (İst., 2003) yayımlarken, baş tarafına da Halil Gökhan’la seyahat edebiyatı hakkında ettikleri sohbeti eklemiş. Orada Gürsel diyor ki, “Seyahatname türünü yolculuk edebiyatından ayırmak gerekiyor. Bu edebiyatın başlıca özelliği bir yazar tarafından ve genellikle roman ve öykü sınırları içinde gerçekleştirilmesidir. Yani yolculuk notları ya da izlenimleri bu türün tanımlanmasında yeterli değil.” Yazar bu iddiasını, kendi yolculuk edebiyatı ürünlerinden bir kısmını Son Tramvay adlı hikâye kitabında, gezi izlenimlerinin bir kısmını ise Seyir Defteri’nde yayımladığını söyleyerek savunurken, seyahatnameyi edebî bir tür saymadığını; ancak roman, hikâye gibi kendisine edebî gelen bir formda yazılırsa, edebiliğine ikna olabileceğini gösteriyor. Fransa’da öğrencilerine yıllarca edebiyat okutmuş bir “hoca”nın edebilik’i formlara bağlı bir nitelik zannetmesi ve edebilik’in hangi formda, ne yazıldığı ile değil, düşünülenin nasıl ifade edildiği ile ilgili bir tek temel kritere dayandığını fark etmeyişi garip... Kendisine Şükûfe Nihâl’in Domaniç Dağlarının Yolcusu’ndan ve Nahid Sırrı’nın kitaplarından başlayan uzun bir okuma listesi çıkarmamı saygısızlık olarak algılamasından korkarım. Evet, Vittorio de Sica’nın “Gerçek olanda sanat yoktur” cümlesi çok yerinde; lâkin seyahatnamelere, bire bir gerçek mekânlar hakkındaki gerçek tespitlerin metinleri olarak bakılır ve yaratmaya, edebî ifadelere kapalı olduğu düşünülürse, büyük hata edilir. Herkes, mekânı kendi idrakinin sınırları dâhilinde algılar ve intibaları çerçevesinde aktarır. Aynı yoldan yüz kişi geçip yüzü de çevresine farklı dikkatlerle bakabilir; hafızasına farklı ayrıntıları kaydedip gördüklerini farklı biçimlerde ifade edebilir. Aksi hâlde, aynı yerleri anlatan pek çok seyahatnameden birini okumak, hepsini okumuş olmaya bedel sayılırdı. Kaldı ki, eskilere

doğru gidildiğinde, seyyah-yazarın gördüğü, yaşadığı gerçekleri yeteri kadar ilginç ve okunmaya değer bulmadığı hâllerde, olağanüstü unsurlarla süslediğinden de yukarıda bahsettim. Bu da edebî yaratışın en kuvvetli işareti değil midir? Marco Polo’nun Doğu’ya seyahat edip etmediği hâlâ tartışılırken yahut Evliyâ Çelebi’nin mübalağalı ve bazen tarihî gerçekleri dahi altüst eden olağanüstü anlatım gücü ortadayken, seyahatnamelerin cümlesini elinin tersiyle edebiyat dışına itelemek o kadar da kolay değil. Amerikalı seyyah Burton Holmes’ın 1903’te icat ettiği “travelogue” (seyahat hakkında konuşma) kelimesini işime geldiği gibi kullanırsam, belki de edebî olan seyahat hâtıraları değildir de seyahat hakkında konuşup yazmaktır. Mesela, 1690’dan beri yazılan “interplanetary” (gezegenlerarası) seyahat metinleri hangi başlık altına alınacak? Kepler’in Sombiumundan ve Voltaire’in bizde de pek rağbet bulup defalarca tercüme edilmiş olan Micromegasından itibaren başlayan fantastik uzay seyahatleri; Verne’in Dünya etrafında, denizin ve arzın altında yolculukları, Ay’a gidişi roman kılığına sokulmuş hâliyle birer seyahatname değil midir? Ya Xavier de Maistre’i ne yapacağız? 1790’da, kırk iki gün süren oda hapsi cezasına çarptırıldığında, seyahat yazarlığı geleneğinin parodisi için yazdığı Voyage autour de ma chambre (1794; Türkçeye Odamda Seyahat adıyla tercüme edildi) romanında, küçücük bir odadan çıkmadan seyahat etmeyi başarması nasıl değerlendirilecek? Dante’nin İlâhî Komedyası ‒öte âlemde de yaşansa‒ özünde bir seyahat mesnevisi değil midir? Sorum, başka soruları doğuruyor. Belki de hepsinin çok basit bir cevabı vardır; Gürsel gibi, seyahat metinlerinden sadece kreatif olanları edebiyata dâhil etmek... İyi de yaşanmış olanları nereye yerleştireceğiz? Hâtırat, günlük, mektup, biyografi nerede duruyorsa oraya, Araf ’a... Ya onların arasında edebî bir değer ve güzellik taşımakta olanlar varsa?... Ne bileyim, belki onları da edebiyat cennetiyle Araf arasında kalan bir başka Araf ’a yerleştiririz; adını da “Yarı Edebî (semi-literary) Eserler Araf ’ı” koyarız. Pekâlâ, fakat, ya?... Sorularım yeniden ardı ardına dizilmeye başlıyor. İyisi mi seyahat hakkındaki seyahatimi, bir menzile ulaşamadan, az gidip uz gidemeden, burada sonlandırayım.■

17

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Zigana'dan geçmek VEFA TAŞDELEN

Dereler yeşil bir damar gibi dolanır dağların arasından, hayatı çoğalta çoğalta akar ve uçurumlarda, sırtlarda, bayırlarda bir yaşama sanatına dönüşür ve birden ateşleniverir bir gelecek, bir umut karşısında. Hayat enerjisi dağlara tepelere çarpa çarpa çoğaltır kendisini. Çoğaltır da, dağlara vadilere sığmaz olur.

G

adı sanı bilinmez kimisi zorluğu kadar meşhur. Oradan geçmeden bir adım ileri gitmek, ötelere ulaşmak, yeni ufuklar, yeni vadiler keşfetmek mümkün değildir. Geçit demek, çoğu kez zor bir deneyim demektir; kimi zaman maceralı, kimi zaman tehlikeli, kimi zaman hasreti çoğaltan, kimi zaman umudu kıran bir yolculuk demektir. Büyük öykülerin, büyük heyecanların, büyük sevinçlerin ve acıların mekânı olan geçitler vardır. Geçit kimi zaman geçit vermez, kimi zaman yolu çoğaltır, kimi zaman yutar. İşte bunlardan biri: Van ile Bahçesaray arasındaki zorlu Karabet Geçidi. Eylül’de kar bir düştü mü, uzun süre gitmez. Ama bir de bahar oldu mu, kar kütleleri şırıl şırıl eriyip yeşeren toprağa karışmaya başladı mı, akan sular dereleri, çayları coşturdu mu, koyun sürüleri karlı dağların arasında yeşeren düzlüklere yayıldı mı, güneş gülümseyen yüzüyle insanın ruhunu şımartmaya başladı mı, rengârenk giysileriyle kızlar, gelinler su kenarlarına indi mi, işte o zaman hayat da çoğalır insanın içinde; geçit de gönülleri gönüllere bağlayan bir yol olur. Ve işte o zaman, Karabet’in zirve noktasından, sanki

eçit, bir kapıdır, köprüdür. Geçit kimi zaman, dağların, ormanların arasından geçer, kimi zaman boğaz olur, kanal olur denizleri, okyanusları birbirine bağlar. Sadece fiziksel dünyada değil, insanın iç dünyasında da geçitler vardır: Birinci geçit, ikinci geçit, üçüncü geçit… Her ne kadar fark etmesek de geçitlerden geçerek ilerleriz ömrün hedefine doğru. Şairin, “şunca yılda geçtim yarım metreyi” demesi gibi, kimi zaman kendi içindeki geçitlerde takılıp kalır insan yıllarca, belki bir ömür boyu. Kimi zaman insan kolay kolay aşamaz kendisini, kendinden kendine geçemez. Kimi zaman çok kolay başarabilir bunu. Ah, evet insan, yaşadığı sürece ne geçitler görür, ne geçitlerden geçer, ne geçitlere takılır, ne geçitlerde elenir: içindeki ve dışındaki geçitlerde. Geçitler vardır; dünyaları dünyalara, kıtaları kıtalara, ülkeleri ülkelere, bölgeleri bölgelere, illeri illere, ilçeleri ilçelere, köyleri köylere, evleri evlere, insanları insanlara, gönülleri gönüllere bağlayan. Bazıları zorlu ve meşakkatli; kimisinin

18

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


dünyanın çatısındaymışsınız gibi, seyredersiniz sayısız dağların kubbelerinden sonsuzluğu esinleyerek gözünüzün görebildiği kadar uzayıp giden dünyayı... İşte Zigana da bu geçitlerden birisidir. Doğu Anadolu’yu Karadeniz’e, hatta iç ve Batı Anadolu’ya bağlayan halkalardan birisidir o. Kastamonu’dan, İstanbul’dan, Ankara’dan, Kayseri’den, Malatya’dan, Sivas’tan, Elazığ’dan, Van’dan, Ağrı’dan, Erzurum’dan, Bayburt’tan, Gümüşhane’den gelerek geçersiniz, Zigana’dan; Sinop’tan Ordu’dan, Giresun’dan, Trabzon’dan, Rize’den, Artvin’den gelerek geçersiniz. Ne çok öyküleriniz olur, ne çok öyküler dinlersiniz, ne çok öyküler seversiniz, ne çok öykülere hüzünlenirsiniz, ne çok öykülerle büyülenirsiniz ve ne çok öyküler birikir içinizde. Kalın bir kitabın solgun sayfaları arasından eski yaşantıların size doğru dörtnala gelen süvarilerini görünce, karanlık ve soğuk bir gecede, harlı bir ateşin başında tütününüzü sarar gibi, üşüyen ellerinize hohlar gibi, fenerin ışığında terli yük katırlarının güçlü soluklarından çıkan sıcak buharı hisseder gibi olursunuz… Öyküler, kimisi sevimli kimisi neşeli, kimisi hüzünlü öyküler. Doğudan gelip kendisini Zigana’nın başında Hamsiköy’ün mis kokulu lokantalarına, sıcak çay ocaklarına atabilen yolcuların kendilerini şanslı saydıkları günlerden kalma öyküler. Bir dağı, dipten en başa kadar, onlarca kez çize çize süslemek, oyalamak, işlemek; bu, büyük bir cesaret işi olduğu kadar, büyük bir dikkat ve sabır işidir de. Öyle bir dikkat ki, her an bir uçurumla sınanabilirsiniz, uçurum her an size göz kırpabilir. Ruhun ve bedenin miracı gibi, ta en dipten, taşın toprağın içinden, en başa; bir delikanlının başındaki düş gibi dağların başlarını süsleyen sisli yaylalara doğru, huruç eden bir arzunun, bir umudun, bir acının kanatlarına tutunursunuz. Yuvarlandıkları uçurumdan, ani bir uçuşla, ruhları sislere, beyaz bulutlara karışan gençler, yeni evliler, nişanlılar, askerler, yatılı okul öğrencileri; evet, bunların öyküleri, alıp götürür eski acılara sizi. Kürtün’den geçip Zigana’nın dağlarına doğru tırmanmaya başladığınızda, yavaş yavaş Karadeniz’in kokusunu almaya, ritmini hissetmeye de başlarsınız. Büyük tırmanıştan sonra bü-

yük sürprize hazırlıklı olmanız gerekir. Tünelin ucuna geldiğinizde, ormanın derinliklerinden, yaylaların tepelerinden sızıp gelen çeşmenin suyundan bir yudum içmek, yüzünüze sürmek istersiniz. İşte o zaman, bir de geriye dönüp bakın. Muhtemelen gördüğünüz geniş ufuk ve yaz aylarında bile olsa çok ötelerden size gülümseyen kış manzaraları, çam ormanlarından gelen esinti, alışık olmadığınız duygular yaşatır size. Tünelden geçerken, her şeyin farklılaştığını, dönüştüğünü sezer gibi olursunuz. Başka bir dünya, başka bir coğrafya, başka bir hayat, başka bir türkü. Yeşilin her türlüsüne çarpıp çarpıp çoğalan güneş ışınlarının bile farklı parladığına şahit olursunuz. Başka bir ruh, başka bir enerji. Birden başkalaşır her şey. Hava başkalaşır, su, toprak başkalaşır. Işık birdenbire, güneş birdenbire başkalaşır. İnsan başkalaşır, ev başkalaşır, bağ bahçe başkalaşır. Yaşama duygusunun derin bir melankoli içinde derelerden taşıp sırtlara, yamaçlara, tepelere, ufuklara, ötelere, daha ötelere, çok ötelere doğru taştığını görürüsünüz. Dereler yeşil bir damar gibi dolanır dağların arasından, hayatı çoğalta çoğalta akar ve uçurumlarda, sırtlarda, bayırlarda bir yaşama sanatına dönüşür ve birden ateşleniverir bir gelecek, bir umut karşısında. Hayat enerjisi dağlara tepelere çarpa çarpa çoğaltır kendisini. Çoğaltır da, dağlara vadilere sığmaz olur. Çoğaltır da başka topraklarda, başka iklimlerde kendisine uygun bir zemin arar. Melankoli, burada insanın dağların arasına sığamamasıdır, kendi içine sığamamasındandır, kendi bedenine sığamamasıdır; hayallerin kanatlarına tutunmasıdır, giderek tüm hayatı ve varlığı kucaklamak isteyişidir. Ne zaman Zigana’dan geçsem, şöyle bir sesin yankısını hisseder gibi olurum: Nice geçitler gördüm ben; nice geçitlerden geçtim, nice geçitlere takıldım, nice geçitlerde denendim, nice geçitlerde elendim: Ilgaz Geçidi, Kurubaş Geçidi, Kusgunkıran Geçidi, Kop Geçidi, Mazıkıran Geçidi, Ziyaret Geçidi, Sertavul geçidi, Saç Dağı Geçidi, Gazik Geçidi. Ve Hayber Geçidi gibi büyük, ille de kendi içimdeki geçitlerde. Ama ne gam! Zira orada doğar insan, orada olgunlaşır, orada kendisini ve hayatı tanır, oradan seyredebilir dünyayı. Bu yankıyı dinlerken şu gelir aklıma: Ama Zigana’dan geçmek başka… Bir dünyadan batıp bir başka dünyada doğmak gibidir o!■

19

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Uzaktaki yakın: Kaşgar! D. MEHMET DOĞAN

Divanü-Lügati’t-Türk’ün keşfedildiği an Türk toplulukları için bir milattır. O tarihten beri İstanbul’da Millet-Ali Emiri Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Divanü-Lügati’t-Türk nüshası bütün Türk topluluklarını gölgesi altına alan bir ulu ağaç hükmündedir.

1

9. yüzyılın sonlarına doğru, Osmanlı sarayı ilk defa çok uzaklardan gelen bir elçilik heyeti ile muhatap oldu. Kaşgar Emiri Yakup Bey, Osmanlıların Sultanı ve Müslümanların Halifesinden devletinin tanınmasını istiyordu. Bâb-ı Âli bu konuyu ciddiyetle ele aldı. Talep uzak, pek uzak bir coğrafyadan geliyordu. Aynı zamanda teknik ve askerî yardım da isteniyordu. Sultan Abdülaziz, Yakup Bey’in talebine olumlu cevap verdi, beş kişilik askerî heyet ve muhtelif askerî malzeme o uzak Türk ülkesine doğru yola çıkarıldı. Yakup Bey, bunun üzerine, hutbelerde Sultan Abdülaziz’in ismini okuttu ve kestirdiği altın ve gümüş paralara “Abdülaziz Han” ibaresini kazıttı. Yıl 1872 idi... Yakup Bey, Ruslarla ve İngilizlerle de anlaşmalar imzaladı. Bu durum Çin’i rahatsız etti. Batısında ortaya çıkan bu oluşumu ortadan kaldırmak için harekete geçti. Fakat onlar sonucu ulaşmadan, Yakup Bey, Hotan Hâkimi Niyaz Hekim’in tertibi ile zehirlettirildi... Doğu Türkistan’daki devlet varlığı 1877’de böylece ortadan kaldırıldı... Doğu Türkistan üzerinde Rus-Çin çekişmesi Çin’in lehine halledildi. O zamandan beri Çin, Doğu Türkistan üzerinde

ağır baskılar uyguluyor. Doğu Türkistan’dan Uygur ülkesinden bize, baskı, zulüm ve katliam haberler ulaşıyor. İşte bu uzaktaki yakın ülkeye bir gün gidebilmek, ilk Müslüman Türk devletinin ortaya çıktığı medeniyet havzasını görmek, Türkçenin ilk sözlükçüsü Kaşgarlı Mahmud’un kabrini ziyaret etmek hayallerimizi süslüyordu. Bir gün, hayli sıcak bir yaz günü... Aziz dostum Mehmet Sılay aradı... Bosna’da, Ayvaz Dede Şenlikleri’nde idi... Urumçi’ye, Uygur ülkesine bir seyahat fırsatı zuhur etmişti. Hemen tası tarağı toplayıp İstanbul havalimanında buluşmamız gerekiyordu. Kendisi Bosna’dan yola çıkıyordu, ben de İzmir’den Ankara’ya hareket ettim. Gerekli malzemeyi alıp İstanbul’a ulaşacaktım. 2012 yılı, temmuz başları... Güney Çin Havayolları ile uzun bir yolculuktan sonra Urumçi Havalimanı’na ulaştık. Türk dünyasının eskiden Sovyet kontrolü altındaki neredeyse bütün medeniyet merkezleri görmüş birisi olarak, bu seyahati çok önemsiyordum. “Türk Kimliğinin Coğrafyaları”[1] kitabımın noksan kalan bir cüzü 1. D. Mehmet Doğan: Türkistan Türkiye-Türk kimliğinin coğrafyaları. Yazar Yayınları, Ankara 2010,

20

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


böylece tamamlanacaktı... Bu seyahatte Şincan Özerk Bölgesinin başkenti Urumçi dışında sadece Kaşgar’ı ziyaretimize izin verildi. İşte dar bir zamanda gördüğümüz Kaşgar’la, bu uzaktaki yakın şehrimizle, medeniyet merkezimizle ilgili intibalarımız... Kaşgar’da cuma namazı!

Zihnimizde “Kaşgar” kadar derin çağrışımlar uyandıran kaç şehir ismi vardır? Son bin yılımızın büyük başlangıçları bu şehir ve bölgede cereyan etmiş, bin yılımıza istikamet veren büyük şahsiyetler burada yetişmiştir. Urumçi’den sonra Kaşgar’dayız…İlk Müslüman Türk devleti Karahanlıların merkezinde. Perşembe öğleden sonra Kaşgar’a ulaştık. Tıpkı herhangi bir Anadolu şehri gibi kavak ağaçlarıyla seçilen bir şehir. Her iki tarafında kavak ağaçları bulunan geniş caddeler, yüksek binalar… Bir sun’i göl üzerinde çatısı Çin çatı tarzından esinlenmiş gibi görülen modern bir bina… Burada geleceğin Kaşgar’ının maketi var. Bu bir nevi Kaşgar’ın “kentsel dönüşüm”ü. Eski Kaşgar ortalarda bir yerde, kuşatılmış vaziyette… Yeni Kaşgar Doğu Türkistan’ın kapısında Çin’in iddialı bir projesi olarak yükseltiliyor. Öyle sanıyoruz ki, tarihî Kaşgar bu dönüşüm tamamlanınca cim karnında bir nokta gibi kalacak… Kaşgar’dayız ve ilgililere cuma namazını Iydgâh Camii’nde kılmak istediğimizi söylüyoruz. Zaten başka bir yerde kılmak da mümkün değil gibi… Iydgâh Mescidi/Camisi yıllar öncesi zihnimizde bir görüntü olarak yer etmiş. Siyah-beyaz devirde televizyonda gördüğümüz bir Kaşgar sahnesi… Bayram namazından sonra camiden çıkan cemaat binlerce, on binlerce kişinin katıldığı bir bayram sevinci içinde… Ma’şeri bir raks bu… Bize zaman zaman Mevlevi semaının neşvesini hissettiriyor. Iydgâh “bayram yeri” demek… Namaz müminin bayramıdır… Cuma Müslümanların haftalık bayram günüdür… Ve nihayet ramazan ve kurban bayramları… Iydgâh, Doğu Türkistan’ın bayramları bayram yapan mekânı. 15. yüzyılda, Osmanlının 2. Murat devrine tekabül eden bir dönemde yapılmış. Sonra birkaç kere genişletilmiş. Cuma saatini tam bilemediğimiz için, bir hayli erken vakitte Iydgâh’a geliyoruz. Dıştan pek gösterişli bir mimari yapı değil. Zaten girişten sonra

296 s., resimli

geniş bir avlu ve nihayet sonda asıl kapalı namaz mekânı var. Kapalı mekânın etrafında da saçaklar altında açık namaz alanları bulunuyor. Avlu, etrafı su arklarıyla çevrilmiş parçalara bölünmüş. Ağaçlık, ama bütün boş kısımlar, namaz kılınabilecek şekilde hazırlanmış. Namaz vakti gelmek üzere Iydgâh’ın bitişiğindeki geleneklik çarşıyı gezmeye başlıyoruz. Sanki tarihî bir kesinti olmamış gibi… Bazı dükkânlarda sadece bizim eski yazıyla tabelalar var. Giyim kuşam dükkânları, ziynet eşyası satılan dükkânlar, baharatçılar, kasaplar, onların yanında kebapçılar, samsacılar, pilavcılar… Uygur sazları satan dükkânlar… Biz çarşının havasına kendimizi kaptırmışken, zamanın nasıl geçtiğini pek fark edemiyoruz. Mehmet Sılay ve genç dostlarımız Emre, Ediz ve Altuğ ile birlikte Iydgâh’a doğru yollanıyoruz. Fakat cami ana baba günü. Kapalı mekân çoktan dolmuş. Açık mekânlar ve avluya yeni serilen halılar da dolmak üzere. Biz bir ümitle içeriye doğru hamle ediyoruz. Fakat açık mekânlardan arklara kadar uzanan çörtenlerin altında, hafif gölge bir kısma- ki burası giriş çıkış ve geçişler için kullanılmaktadır- serilen bir örtünün üzerinde kendimize güç hâlle bir yer buluyoruz… Şunu söylesek mübalağa olmaz: Hayatımızın en kalabalık cuma namazlarından birini kılıyoruz. Tahminimiz cemaatin 10 bin civarında olduğu yönünde. Hocanın vaazı bitmek üzere. Müezzin ezanı makam gözetmeyen bir tarzda okuyor. Hatip sadece Arapça kısa bir hutbe irad ediyor… Farz namaz bittikten sonra çıkanlar büyük bir yekûn teşkil etmiyor… Çıkarken, kapıda bazı kadınların ellerinde kapakları açık su şişeleri ile beklediklerini görüyoruz. Cemaatten bazıları da bu şişelere doğru dönüp üflüyorlar… Herhâlde bu dualı sular, şifa bekleyen hastalara gidecek… Cemaatin çoğu yaşlı. Aksakallı Uygurlar yanında, orta yaşlı cemaat de hayli kalabalık. Genç az. Zaten 18 yaşından küçüklerin camiye gitmesi yasak… 1960 yılında başlayan Çin kültür ihtilali sırasında (Uygur lisanında “Medeniyet İnkılâbı”) Kaşgar’daki cami ve mescitlerin büyük bir kısmı yıkılmış. Günümüze 100 civarında mescit ve cami ulaştığı düşünülürse, Kaşgar’ın nasıl bir camiler şehri

21

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


olduğu anlaşılabilir. Namaz çıkışı kanaatimiz pekişiyor: Iydgâh ayakta kaldıkça cemaati hiç eksik olmayacak ve buradaki bin yıllık İslamî miras yaşayacak. Kaşgarlı Mahmud’un âsâsı!

Büyük şahsiyetlerin ve onları temsil eden ulu yatırların etrafında güçlü bir sembolik dil oluşmuştur. Müşahhastan mücerrete giden bu dil birçok gerçek malûmattan daha etkileyici ve zihin açıcı şekilde o şahsiyeti ve o şahsiyetle ilgili sosyal sonuçları bize anlatır. Kaşgar yakınlarında (Opal) bilinen ilk büyük sözlükçümüz, dilcimiz ve edebiyat tarihçimizin kabrini ziyaret ederken bu güçlü sembolizmin her adımda kendisini hissettirdiğini fark etmemek mümkün değildi. Kaşgarlı Mahmud’un mezarına 97 basamaklı bir merdivenle varılıyor. Çünkü bu büyük şahsiyet, rivayete göre, 97 yıl yaşamış… Elbette sembolik dilden kastımız bu değil! Kaşgarlı Mahmud’la ilgili çok sayıda sembolik ifadeden biri var ki, onun yaptığı işi, ortaya koyduğu eseri çok keskin bir şekilde anlatıyor. Türbeye yaklaşırken, tek kökten çıkan yaşlı bir ağacın dallarının dört bir tarafa doğru uzandığı görülüyor. Dibinden su çıkan bu ağaç, “hay hay terek” olarak adlandırılıyor. Meğerki Kaşgarlı Mahmud’un asası imiş! (Bu arada “terek”in Uygur dilinde kavak demek olduğunu hatırlatalım. Divan’da tirek, Anadolu Türkçesinde direk.) Mahmud elindeki değneği bu sulak yere saplamış ve bir ulu ağaç böylece filizlenmiş. Bin yıl içinde her tarafa kollar atmış, dallar salmış… Bu kadim ulu ağacın Kaşgarlı Mahmud’un sopası olup olmadığını hiçbir zaman kesin olarak bilemeyiz, ama bu mecazla ne anlatılmak istenildiğini fehmetmek hiç de güç değildir. Bu sopa ile temsil edilen, Kaşgarlı Mahmud’un dil ve edebiyat tarihimizde inkılâba yol açan ulu eseridir. Kaşgarlı Mahmud memleketinden ayrılmak zorunda kaldıktan sonra Türk illerini dolaşmış, çeşitli boyların dil, edebiyat ve kültür verimlerini derlemiş, Abbasi halifelerinin başkenti olan Bağdat’a geldikten sonra da bunları süzerek 1072-1074 yıllarında Divanü-Lügati’t-Türk isimli eserini yazmıştır. O sırada İslam dünyasının doğusunu ve merkezini yöneten Türklerin cihan hâkimiyeti iddiası-

nı Araplara, “Türklerin dilini öğrenin, zira onların için uzun bir saltanat mevcuttur.” ana fikri etrafında ifade etmiş ve Araplara Türkçe öğretmek için eserini kaleme almıştır. Kaşgarlı’nın eserini Abbasi halifesi MuktedîBiemrillah’ın oğlu Ebü’l-Kasım Abdullah’a takdim ettiği biliniyor. Eserin zamanında nasıl bir tesir icra ettiğini maalesef bilemiyoruz. Kaşgarlı’nın Divan’ı neredeyse 9 asır bilinmezlere karışmıştır. 20. yüzyılın başında birden, Türkler için muhataralı bir zamanda, Osmanlı Devleti’nin başkentinde ortaya çıkmıştır. Divanü-Lügati’t-Türk’ün keşfedildiği an Türk toplulukları için bir milattır. O tarihten beri İstanbul’da Millet-Ali Emiri Kütüphanesi’nde muhafaza edilen Divanü-Lügati’t-Türk nüshası bütün Türk topluluklarını gölgesi altına alan bir ulu ağaç hükmündedir. Kaşgarlı’nın eserinin bulunmasından sonra Türklerin tarihi nasıl yeniden yazıldıysa, Mahmud’un hayatı da yeniden yazılmıştır. Rivayete göre, 89 yaşında Kaşgar’a döndükten sonra vefatına kadar burada, Mahmudiye Medresesi’nde müderrislik yapmış, 1105 yılında 97 yaşında vefat etmiş ve Kaşgar merkezine 45 km. uzaklıktaki Opal köyündeki medresesinin yakınındaki mezarlığa gömülmüştür… Bu mezarlıkta bulunan Hazreti Molla Şemseddin isimli evliyanın türbesinin esasında Kaşgarlı Mahmud’a ait olduğu kanaati işte onun eserinin bulunmasından sonra yayılmıştır. Hazretin türbesine vakfedilmiş olan yazma bir mesnevî nüshasının sonunda Kaşgar kadısının 14 Recep 1252 (21 Ekim 1836) tarihli vakıf senedinde, halkın eskiden beri Hazret Molla Şemseddin olarak bildiği şahsiyetin gerçekte Kaşgarlı Mahmud olduğu yazılıymış… 20. yüzyıla kadar çevre halkının Molla Şemseddin’e ihtiyacı vardı… O muhterem şahsiyet büyük bir tazimle ziyaret ediliyordu. 20. yüzyılda, aynı yerin yeni tanınan bir büyüğüne olan ilgi onun önüne geçmiştir. Bu da gayet tabiidir. Bugün Molla Şemseddin “Kaşgarlı Mahmud” hüviyetiyle hem çevre halkından hem de bütün Türk âleminden büyük bir ilgi ve saygı görüyor… Kaşgar: Tarihimizin başlangıcı

Kaşgar, Müslümanlıktan sonra Türk tarihinin besmelesinin çekildiği, ön sözünün yazıldığı şe-

22

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


hir… Genç Satuk Buğra’nın 3. Büyük Karahanlı Hükümdarı olarak tahta çıktıktan sonra tarihimizin seyrini değiştirecek bir başlangıç yapacağı tahmin edilebilir miydi? Elbette bu genç şehzadenin düşünce ve inanç oluşumu bilinmez değildi, belki kestirilemeyecek olan, onun kendi inanç ve düşüncesini halkına telkin etme konusunda ne yapacağı veya yapamayacağı idi. Satuk Buğra’nın Karahanlı tahtına çıkış tarihi olarak miladî 926 yılı kabul ediliyor. Hicretten 313 yıl sonra… Daha önce Müslüman olup Abdülkerim adını almış olan genç hükümdar İslam’ın Sünni-Hanefi yorumunun halkının resmi ve geçerli inancı olduğunu ilan etmiştir. Bununla kalmamış, kendi soyundan atalar dini üzere olanlarla mücadele etmiştir. Satuk Buğra Han, kendi adıyla anılan bir destanın kahramanıdır artık… Kaşgar’da ortaya çıkan bu destan, iki büyük yazıcı bulmuştur: Yusuf Has Hacib ve Kaşgarlı Mahmud. İslami Türk edebiyatının ilk ve büyük eseri, bu topraklarda ortaya çıkmıştır: Kutadgu Bilig. Kutlu veya mutlu olma bilgisi… Balasagunlu Yusuf Has Hacib, mesnevî nazım şekli ile 6645 beyitlik bir eser ortaya koymakla, bir edebiyat geleneğinin başlangıcını yapmıştır. O günden bugüne Türkçe yazan, eser ortaya koyanların öncüsü hiç şüphesiz Yusuf Has Hacib’dir. Onun eseri olmasa idi, Karahanlı tarihi belki bu kadar hatırlanmayacaktı. Yusuf Has Hacib gibi, 11. asırda yaşamış bir başka şahsiyet daha vardır ki, dilimizi, edebiyatımızı, kültürümüzü gerçek anlamda derinleştiren öncü bir eser ortaya koymuştur: Divanü Lügati’t-Türk. Kaşgar’dayız, bu üç büyük tarihî şahsiyetin kutlu topraklarında! Yusuf Has Hacib’in türbesi şehrin içinde. Mao’nun tam bir vandalizm örneği olan “kültür devrimi” sırasında ilk yıkılan yapılardan biri Yusuf Has Hacib’in kabri. Uygurlar kültür devrimini kendi dillerinde “medeniyet inkılâbı” olarak adlandırıyorlar. Bir medeniyet inkılâbı ki, bin yıllık köklü bir medeniyeti ortadan kaldırmak için güç kullanıyor!

Yusuf Has Hacib’in kabri 1986’da yeniden ayağa kaldırılıyor. İşte bugünkü dilimizle onun bir sözü: “Doğan ölür, ondan eser olarak söz kalır. Sözünü iyi söyle, ölümsüz olursun.” Balasagunlu ölümsüzlüğün sırrına ermiş. Ona zamanının en büyük diktatörü olan, tek sözü milyarları harekete geçiren Mao’nun dahi gücü yetmemiştir. Şiddetin hükümran olduğu zamanlarda ölüler dirilerden güçlüdür! Bu sırra erenlerden diğer öncünün kabri Kaşgar’a 45 kilometre mesafede. 20. yüzyılda dirilip yeni bir hayat sürüyor Kaşgarlı Mahmud. Kaşgar’a en uzak mesafede bulunan Satuk Buğra Han. Onun Artuş (Ardıç) ilçesindeki kabrinin ziyareti, bize verilen programdaki bir yazım hatasından ötürü gerçek bir sürpriz oldu. Bir yitiğimizi bulmuş gibi sevindik. Ardıç’taki Abdülkerim Satuk Buğra Han kabri de, diğer iki kabir gibi yeşillikler içinde. Türbenin yanına son yıllarda büyük bir mescit/cami yapılmış. Çin asıllı rehber anlatıyor Satuk Buğra Hanı… Mütercim çevirmekte güçlük çekiyor. Fakat biz gönülden anlıyoruz… Türbeye girer girmez bizimle birlikte olan Uygur yöneticiler sağda bir masa üstüne konulmuş olan siyah bir taşı okşuyorlar. Satuk Buğra Han, Kur’an okuduktan sonra bu taşı yastık olarak kullanırmış. Dün gece yâr hanesinde yastığım bir taş idi! Hacerülesved gibi bir göktaşı olan bu kara taşı biz de muhabbetle okşuyoruz. Niyetimiz bir aşr-ı şerif okuyup, Abdülkerim Satuk Buğra Han’a rahmet dilemek… Mehmet Sılay alçak sesle okumaya başlıyor: “Bismillahirrahmanirrahim Fezkürunı ezkürküm veşküru lı ve la tekfürun Ya eyyühellezıne amenüsteıynu bis sabri…” Orada bulunan hoca sakallı bir zat devamını getiriyor. İlk defa Kaşgar’da bir türbede bir hocanın görevli olduğunu görüyoruz. Onun usulüne uygun okuyuşundan ziyadesiyle memnun oluyoruz. Yaşayanlar bir tarafa, bin yıldan daha önce toprağa karışan ölülerin diriliği bizi mutlu ediyor.■

23

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Türk yurdunda dağlar arasında unutulmuş bir kasaba: Lahıç İMDAT AVŞAR

A

kilometre gittikten sonra sola dönüyoruz. Asfalt yoldan 5-10 kilometre daha gittikten sonra yol bitiyor. Tozlu, topraklı, taşlı kayalı bir yoldan, daha doğrusu yola benzer bir yerden dar ve dik uçurumlarla, sarp kayalarla kaplı bir vadiye giriyoruz. Girdiman Çayı’nın yardığı bu derin vadi boyunca ilerlerken iki yanımızdaki uçurumlar ve önümüzde uzayan yoldan başka bir de vadinin izin verdiği kadar görülebilen bir parça gökyüzü eşlik ediyor bize. Vadinin biraz eğilip, dağların biraz bel verdiği yerlerde köyler kurulmuş. Talıstan, Cülyan, Diyallı, Tezekend, Tircan, Yeniyol, Garagaya, Gendov… Gendov köyünde bir parça düzlük var. O düzlüklerde tüm dertlere derman sebzeler ve meyveler yetişiyormuş. Yol kenarında salatalık, üzüm, domates ve türlü sebzeler satan köylülerin, iğreti tezgâhları var. Arada bir doğal şifalı bitkiler satan köylülere de rastlıyoruz. Vadinin sarp yerlerinden birinde iki yakadaki köyleri birbirine bağlayan bir asma köprünün başında mola veriyoruz. Buraya asma köprüden geçmek isteyenler yığılmış. Köprünün üstündekiler belli aralıklarla dizilmişler, onlar sallana sallana, korka, korka

zerbaycan… Odlar diyarı… Ateş ülkesi… Yayla kasabası olan Pirkulu’dan Şamahı’ya doğru indikçe serin yel kaybolmaya başlıyor. Yine toz içinde Şamahı. Uzaklardan Cuma Mescidi ve Yedi Kümbet Mezarlığı görünüyor. Şehrin kenarından burulup İsmayıllı’ya doğru hareket ediyoruz. Dağlardan aşıp derelerden geçerek İsmayıllı’ya çatıyoruz. Yazar kardeşim Elçin’in dostu Murat Bey karşılıyor bizi. Murat Bey, İsmayıllı reyonunda icra hâkimiyetinde çalışan bir memur. Elçin onunla daha önce telefonda konuşup programı ayarladığı için, İsmayıllı’da icra hâkimiyetinin bahçesinde oturup Lahıç’tan gelecek ve bizi oraya götürecek olan rehberimiz; aynı zamanda Lahıç belediye başkanı da olan Nasur Bey’i beklemeye başlıyoruz. Bahçenin ortasındaki yolun iki kıyısına düzgün bir hatla dikilmiş ulu çınarların gölgesinde çaylarımızı içerken Nasur Bey de tek kapılı “Lada Niva” marka bir cip ile gelip çatıyor. Bizim arabanın Lahıç yoluna gitmesinin mümkün olmadığını anlıyoruz ve mecburen bu küçük arabaya beş kişi biniyoruz. Tekrar Şamahı istikametine doğru 15-20 24

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


karşıya geçtikten sonra sıradakiler köprüden geçmeye başlıyorlar. Kafkas dağlarına dayanan bu vadiden gelen sel, sık sık köprüleri alıp götürdüğü için köyler arasına asma köprüler kurulmuş. Bu asma köprünün kurulduğu dik uçurumu görünce, çocukluğumda okuduğum çizgi romanı hatırladım. Rahmetli Sezgin Burak’ın yazıp çizdiği “Çarşamba günleri çıkan” Tarkan’ı bir hafta boyunca sabırsızlıkla nasıl da beklerdik. Büyücü Koşa’yı öldürmek için böyle bir vadiye giren Tarkan, Koşa’nın asma köprüsünden geçerken korku dolu anlar yaşıyordu. Ben de bu köprüden geçenler namına ürperiyorum. Köprünün başında bir halk hekimi de var, şifalı bitkiler satıyor ziyaretçilere. Evvelden beri meraklıyım bu otlara. Kim bilir ne kadar otun adını ezberlemişimdir. Adamın yanına yaklaşıp otların adını soruyorum. Halk hekimliğinde uzmanlaşmış olan adam, otların adını ve hangi derde deva olduğunu sayıyor. Bu, “ganteper otu!” gan tezyikine (yüksek tansiyon) dermandı. Bu, “çobanyastığı,” cerehat, iltihap üçündü, Sarıçiçek (altınotu) mede, bağırsak ağrıları üçün… Bu, “devetabanı,” öd yolları(idrar yolları) hesteliğinde dermanı kimin istifade edilir… Daz otu, kekik otu, garagınık, evelik, itburnu, kırkboğum, yavşan, mayasır otu… her çiçek, her ot bir derde deva burada, makine girmemiş, suni gübre görmemiş, şehirlerden uzak bakir bir alan burası ve buradaki her çiçek, her ot bir derde deva… Asma köprünün ve buradaki halk hekiminin derde deva doğal ilaçlarının birkaç kare resmini çekip yola revan oluyoruz. Hayli yükseldikten sonra yeşillikler içinde, bizim Karadeniz köylerine benzeyen, dağın yamacında küçük bir düzlüğe kurulan Namazgâh köyüne varıyoruz. Köyün ismi dikkat çekici… Nasur Bey anlatıyor: “Bu vadi boyu köylerden, İsmayıllı’ya gidecek olanlar, çok erken saatlerde daha doğrusu geceden yola çıkarlarmış. Civar köylerden gelen yolcular, vadinin kavşak noktası olan Namazgâh köyüne, sabah ezanında ancak kavuşurlar, sabah namazını burada kıldıktan sonra yola devam ederlermiş. O yüzden bu köyün adı Namazgâh olarak kalmış. Bu vadide daha kaç köy var, insanlar buralarda nasıl yaşar diye düşünürken Mürgemir ve Serdahar köylerini de geride bırakıyoruz.

Bu insanlar, bu yol yapılmadan önce acaba nasıl, ne ile gidiyorlardı şehre? Şehirden aldıklarını nasıl getiriyorlardı buralara. Bu uçurumların altında deli bir çay akıyor ve çayın kenarında da yol yok. Yer yer kayalar, taşlar yuvarlanmış yola, üstelik tehlikeli. Murat Bey bir yerde durduruyor arabayı ve benim merakımı gideriyor: “Müellim görürsen mi, çayın o yüzünde, hasar kimin hörülmüş daşlar var.” “Evet, gördüm.” “O daşlar ile hörülen yer atların, katırların geçtiği yoldu. İnsanlar kadim devirlerden beri buralardan atlar, katırlar ile gedip gelipler.” Demek karşı kıyıda atlar ile gidilebilen bir yol varmış, insanlar, yukardan gelen sellerin bozduğu o yolu, taşlar ile örüp dağlara bağlayarak atların geçmesini sağlamışlar.” Karşı dağlarda, bozuk ormanlar içinde tek tük evler göze çarpıyor. Tek haneli mezralar, iki haneli köyler… Biraz daha ilerledikten sonra küçük bir düzlükte yolun sol tarafında, dereye yakın bir mola yerinde duruyoruz. Nasur Bey, dik yokuştan buraya indiriyor arabayı ama bizim de yüreğimizin yağı eriyor. Bu küçük düzlüğe indiğimizde kendimi derin bir kuyudaymış gibi hissediyorum; dört yanımız yalçın kayalarla, uçurumlarla çevrili, üstümüzde bir parça mavi gökyüzü, yanı başımızda bir dere… Burası bir lokanta aslında! Bir aile işletmesi... Birbirine bitişik iki odalı bir baraka, ağaçların altına, kayaların dibine kurulmuş 7-8 masa var. Kebap dumanları, semaver dumanları, pişmiş et kokusu, ter kokusu birbirine karışmış burada. Ağaçların altındaki bir masaya yerleşiyoruz. Yemek söylüyoruz, buz gibi su geliyor, içip serinliyoruz. Yemekler gelinceye kadar çevreyi keşfe çıkıyorum. Etrafındaki kayalara bakarken, Lahıç’a doğru giden yolun üstündeki yalçın kayalıklarda bir “Orta Çağ Şahı” ile karşılaşıyorum. Benden önce buraya gelip gidenler bu şahın siluetini fark ettiler mi bilmiyorum. Kayaların ortasında, yüzü güneye bakan başı miğferli, omuzları zırhlı bir Orta Çağ şahına benzeyen kayanın fotoğraflarını çekiyorum. Daha önce, Iğdır’ın Tuzluca ilçesine bağlı Gaziler beldesinde av yaparken, Köroğlu Kalesi denilen yerde uluyan bir kurt silueti, bir de Ağdaş köyü civarında kayadan yontulmuş gibi duran bir

25

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Orta Çağ devrini andıran kasabada bir banka şubesi ayı siluetinin resmini çekmiştim. Bu “Orta Çağ Şahı” da tabiat adlı heykeltıraşın yonttuğu dev bir heykel olsa gerek. Dostlarıma, Evliya Çelebi’nin Azerbaycan’ı gezdiği yıllarda karşılaştığı ve farklı bir dil konuştukları için yerli ahalinin bunlara İttil (İt dili konuşan) kabilesi dediğini yazdığından bahsediyorum. Murat Bey gülüyor: “İmdat Müellim, ele bu Lahıçlılar da başka bir dilden danışır.” diyor. Nasur Bey, Lahıçlı olduğu için konuştukları dilden bahsediyor. Lahıçlıların konuştuğu bu dil ya Farsçanın ağızlarından biri ya da kadim Farsça olmalı. Bu kuş uçmaz, kervan geçmez vadide yaşayan insanlar başka dil ve kültürlerden etkilenmedikleri için, binlerce yıl bu dili muhafaza etmişler. İşte Lahıç’ta konuşulan dilin bazı kelimeleri ve bu kelimelerin Farsçası: Farsça seng nan berader rah çeşm dest dehan ab dehçe sib

Lahıç dili sang nun buror roh çim das duhun öb deh si

Anlamı taş ekmek kardeş yol göz el ağız su köy elma

Bu sırada, yol üstü lokantada ailesiyle birlikte başka bir masada yemek yiyen bir adam bize doğru yaklaşıyor. Sevgili yazar dostum Ayvaz Zeynalov’u gözüne kestirdiği belli:

“Gardaş, senin adın Ayvaz değil?” diyor. Ayvaz da onaylıyor. Sonra Ayvaz Zeynalov’un annesinin öğretmen olduğunu, onunla birlikte Ağdam’da aynı sınıfta okuduklarını söylüyor. Ayvaz Zeynalov şaşkın bakışlarla süzüyor onu ama çıkaramıyor. Neden sonra, yitiğini bulmuş gibi ayağa fırlıyor: “Ay gardaş, sensen?” diye sesini yükseltiyor. Hep birlikte hesap ediyoruz sonra, tam 45 yıl geçmiş aradan, Sovyet vaktiymiş, o zamanlar Ağdam, Karabağ’da bir Azerbaycan şehriymiş, aradan yıllar geçmiş, devirler değişmiş, Sovyetler Birliği dağılmış, Ağdam Ermeni işgaline uğramış ama bu iki sınıf arkadaşı bir daha hiç görüşememişler. Allah’ın işine bakın ki, bu iki dostu, 45 yıl sonra, hem de kuş uçmaz, kervan geçmez bir dağ yolunda karşılaştırıyor. Bu iki eski dost diğer arkadaşları hakkında sohbet ederken, yemekler geliyor… Yemeklerimizi yiyip çaylarımızı içtikten sonra, Lahıç’a doğru devam ediyoruz. Bir hayli yol gittikten sonra vadi biraz daha genişliyor burada, ama bu genişliğin yarısı çay yatağı. Kafkasların, Babadağ’ın, Şahdağ’ın karı söküldüğünde, bu dereden büyük sellerin geldiği, dere yatağındaki dev kayalardan anlaşılıyor. Vadinin sağ yanında, dağa doğru yaslanan Lahıç kasabasına varıyoruz. Lahıç, dereye paralel uzanan dar bir sokağın iki yanında kurulu bir kasaba. Buna ek olarak dağa doğru uzanan, tırmanan daha dar sokakların iki yanında birbiri üstüne binmiş gibi duran tek katlı, iki katlı evlerden oluşuyor. Evlerin mimarisi ilginç! Kapıdan girilince genişçe bir avlu ve ortasında ahşap ağırlıklı evler… Dereye paralel uzanan sokağın iki yanı bu kasabanın çarşısı... Çarşı, kadim devirlerden kalma bir Orta Çağ çarşısı, ağaç işlemeler, deri işlemeleri, bakır işlemeleri, tespihler, süs eşyaları, halılar, kilimler, çoban kepenekleri, çoban papakları, çomaklar, şifalı bitkiler satılıyor bu çarşıda, kalabalık bir turist grubu dolaşıyor. Nasıl geldikleri bize nâmalum. Bu Orta Çağ çarşısının ahengini bozan bir tek şey var. Ahşap, âdeta dökülen bir evin alt katındaki levhada “Kapital Bank” yazıyor. Bu bir reklam tabelası değil, bir banka şubesi. Her hâliyle bir Orta Çağ nostaljisi yaşayan bu kasabada, “Kapital Bank” levhası gözlerime batıyor âdeta, bu kasaba ile bu levhayı bir arada düşünemiyorum. Burada takas ekonomisinin uygulanması gerekir,

26

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Baharat ve şifalı bitkiler satan kadın tüccarlar kervanlarla buraya mal getirmeli, yerli ahalinin ürettiği mallar ile takas etmeli, o hâlde burada bu banka levhası niye var, diye soruyorum kendime. Elçin ve Ayvaz Beylerle ayrılıyoruz burada, yani her birimiz bir dükkânda takılıp kalıyoruz. Sokakta ilerlerken, bir çoban kepeneği, koyun postundan tüyleri hiç kırpılmadan yapılmış bir papak ve derviş asasına benzeyen, ucu topuzlu bir değnek dikkatimi çekiyor. Oraya yaklaşıyorum. Ruhumuz bozkırlı ya! Çobanlık damarlarım kabarıyor. Papaklardan birini elime alıp sağına soluna bakarken, dükkân sahibi gelip başıma bir çoban papağı geçiriyor, kepeneği de omzuma atıp değneği elime veriyor ve elimdeki fotoğraf makinesini alıp birkaç kare fotoğrafımı çekiyor. Adamın bu ilgisi hoşuma gidiyor, fotoğraf makinesinde, çoban kılığıma bakıp hareket ediyorum ama dükkân sahibi durduruyor beni. Fotoğrafımı çekmek için omzuma attığı çoban kostümünün parasını istiyor. Adama iki manatı verirken, bu banka şubesinin burada niçin var olduğunu da derinden kavrıyorum. Kapitalizmin ruhu, bu beldeye de sinmiş. Bir baharatçı dükkânına giriyorum. Bu dağlardaki otların, çiçeklerin hepsinden birer demet var, hepsi şifalı demek bu dağ çiçeklerinin. Şifalı bitkiler ve baharat satan nine soruyor. “Nese sizinçün lazımdı?” Bu yaşlı nineyle sohbet etmek asıl derdim, az önce kostüme iki manat verince uyandım, çiçeklere dokunmuyorum, koklamıyorum bile… “Ay bibi! Burda menim derdimin dermanı

olar?” diye soruyorum. “Allah heç kesi derd elinde bizar elemesin oğul, derdin nedi gadanı alım?” “Dayan, derdimi deyecem, ona göre Türkiye’den bura kimin gelmişem! Amma beri baştan soruşum görüm, derdimin dermanı sen olar mı? Ben ele bir ot istiyirem ki, onun suyundan bir damcı içen, ele o saat ölmelidi! Senin sattıkların içinde bele bir ot var?” Ninenin gözleri büyüyor ve telaşla soruyor: “Özün içesen?” “Yok!” “Bes kime içirdesen?” “Öz arvadıma!” Nine gülmekten uğunup gidiyor: “Ay sağ olmuş” diyor, “adam öz arvadını öldüren derman aktarar?” “Ancak arvad mene göz verir, ışık, vermir de! Bele arvadı neylemeliyem? Belke de özümü öldürüm?” Benim yüreğimin yangın olduğunu anlayan nine, gülerek yol gösteriyor sonra: Şahdağı’nı gösteriyor: “Bak orda, dağın lap uca yerinde bir pir türbesi var, ora gedip bir kurban kesesen, o vaht adamın her arzuları yerine yetir.” “Ora ne teher getmek olar, maşın ile gedilir? “Yook, piyade getmek lazım.” “O dağın tepesine piyade getsem özüm ölerem ahı!” Nine yine gülmeye başlıyor, güldüğünde seyrek dişleri görünüyor, yılların etkisiyle büzüşmüş yanakları geriliyor. Ben yine soruyorum. “Ay nine, dediler senin aktardığın ot Lahıç’da olar, ona göre Türkiye’den bura gelmişem, bu ot sende var?” “Hansı otdu?” “Arvatöldürenotu!” “Ele ot yokdu, heç olar mı?” “Niye yokdu, bak bu ota siz ne deyirsiz? Bunun adı guzugıran değil? “Beli, guzugırandı.” “Guzugıran otu var bu dağlarda, gerek arvad öldüren otu ya da ki arvatgıran otu da olsun.” O sırada dükkâna başka bir müşteri giriyor, ben nineye teşekkür edip ayrılıyorum... Şimdi bu garip kasabada, kim bilir daha nelerle karşılaşacağım. Odlar yurdunda beni daha neler gözlüyor… ■

27

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Üsküp içre Üsküp HÜSEYİN ÖZBAY

A

ltı gün önce Yahya Kemal”in “ Kaybolan Şehir”ine geldim yine. Efsanesini yarı yarıya bitirmiş bir insanın hâletiruhiyesiyle dış yüzü olağanüstü yenilenmiş bu şehirde yeniden ne yapabilirim? Neron Roma’ya, Dosto yaralı Almanya’ya, Cengiz Dağcı Kırım’a, bir Malakan Kars’a dönseydi ne görür, ne yaşardı? 14 yıl sonra tekrar gittiğim bu ülkede ve bu şehirde, derinlere inemesem de dolaşacağım. Tarihi aramaya çıkmak ise büyük iddia. Bugün 9 Eylül. Dün Üsküp meydanının görkemli heykelleri arasında Çay Kur’u temsilen bir tır kamyonu durdu. Ta Rize’den kalkıp gelmişler. Meydanda halka sıcak çay ikram ettiler. Tırla birlikte kalabalık bir heyet de Üsküp’ü teşrif etti. Rizeli Çay Kurcular, iş adamları, milletvekilleri ve Esenler Belediye Başkanı; Yunus Emre Türk Kültür Merkezini de ziyaret ettiler. Aynı tır ve ekip bugün Merkez Cupa Belediyesini ziyaret ettik. Ben de Merkez’den ve radyo televizyondan bir grupla Cupa’ya gittim. Daha önce de gördüğüm Cupa çok değişmişti. Ormanlık ve çok virajlı bir yolu geçtikten sonra şehre geldik. Meydanda bir

bayram ya da panayır havası vardı. Yüzlerce çocuk ellerinde Türk bayraklarıyla heyeti karşıladılar. Davullar zurnalar çaldı. Folklor gösterileri yapıldı. Makedonya’daki tek Türk Belediyesiydi Cupa. Beldeye TİKA’nın büyük yardımı olmuş. Beldenin içme suyunu dağlardan TİKA akıtmış bu güzel insanların evlerine ve bahçelerine. Cupa Belediye Başkanı’nın büyük çabası ve TİKA’nın yardımıyla Cupa’nın hemen üst tarafında görkemli bir Ata Müze Evi inşa ediliyor. Kocacık köyünün tepesinde muhteşem ormanlara derin vadilere bakan bir yer burası. Atatürk’ün babası ya da dedesi bu köyde doğmuş. Kocacık dönüşü Cupa Belediyesinde harika bir sevgi yemeği yedik. Anadolu”nun bereketli sofrası sanki buraya gelmişti. “Kaçamak” da bu dağlarda otlayan kuzunun eti de lezzetliydi. İkramın çoğunu Cupalı hanımlar evlerinde yapıp getirmişlerdi. Dönüşte gruptan ayrılarak birkaç arkadaşla ormanlar içinden ve keskin virajlardan geçerek Yançe denilen Torbeş köyüne saptık. Yıllarca İtalya ve Almanya’da çalışmış Tevfik Bey, Yançe köyünü nerdeyse tek başına onarıyor. Harika

28

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


otelinde tepelerden yamaçlara ve minareli karşı köylere bakarak kahvelerimizi içtik. Köyün tarihî evlerini ve onarılan yerleri bir iki saat içinde gezdik, gördük. Dünya cenneti gibi güzel ama ıssız ve sapa bir yer burası. Tevfik Bey alın teriyle biriktirdiklerini buraya harcıyor. Biraz kırgın ama heyecanla projelerini anlattı. Devletten ya da AB fonlarından hiçbir destek alamamıştı. Belki de ismi Tevfik olan bir Torbeş Türk’ü olduğu için, kim bilir? Öbür gün Üsküp’e millî ve manevi kimliğimizi veren Eski Çarşı’yı geziyorum. Bu şehrin sokakları, caddeleri yeniden gözümde şekillenmeye başlıyor. Merkezi, Vardar üzerindeki köprüleri, börekçileri, köftecileri, kahveleri, kafeleri, hanları, hamamları, Ayro Drom’u, Partizanska’yı, Kale’yi, Çayır’ı, Gazi Baba’yı, Türk Çarşısını, Bit Pazarını yeniden algılıyorum şimdi. 11 Eylül’ün bu sabahında Selanik Türküsünü dinliyorum. Sözsüz müzik, sözden daha çok etkiliyor. Şiir, müzik, dağlar ve sular benim burada da “hayat fonu”m olacak. Bişkek’te yüksek ve heybetli dağlar ve sular, burada derin ormanlar, Vardar ve çocukları var. Müziği ise taşıyorum. Fona göre değişen müziğin yeri sabit değil. Mesela burada Selanik Türküsünü dinlemem

Balkan’larda olmamdan kaynaklanmadı sadece. Belki de bulunduğumuz coğrafyanın sesi bizde de onun ezgisini uyandırıyor. Her coğrafyanın bir de ezgisi var tabii ki. Kimi müzik ise mekân üstüdür, gezer insanla. Geniş bir ovada dağların ve koyak sularının muhteşem melodisi kulaklarımıza dolmaz mı? Yaşadığımız mekândan ayrılınca oranın anıları daha çok müzikle canlanır. O zaman düz bir arazide dağların sesini dinleyebilirim ben de. Müziğin taşınabilirliğinden de bunu anlıyorum. Şimdi Bu Şehir’de geçen hafta içinden geçtiğimiz Selanik’in türküsü neden beni böylesine cezbetti? Yakınımdaki Vodno yükseltisine bakarak ya da efsanevi Şar Dağlarının zirvesine gözümü dikerek bir dağ türküsü de dinleyebilirdim. Bilinçaltıma müdahale edemiyorum ki. Orada birikenlerin baskısı, bir yol verince dışarıya sızan şeyleri tanıyıp denetlemem güç oluyor. Bilinçaltım sakladığım bütün kişilik ve kimlik çekincelerimi ha bire biriktiren ama onları bir düzene koymayan darmadağınık bir ambar gibi. Dün yine şehir merkezine gelirken Vardar, muhtelif yerlerde parça parça sanki beni izliyormuş gibi önüme çıkıp kayboldu. Yıllar önce Fergana Vadisi’nin şiirlere konu Zerefşan Irmağı da sakladığı şeyleri bana göstermek istercesine geniş Özbekistan vadilerinde hep böyle kaybolup bir başka yerde tekrar bir yüzünü gösteriyordu bana. Bir nehir zaten bütünüyle görülmez ki. Taş Köprü’den bir yukarı bir aşağı akıp gelen ve giden bu sert, bulanık, öfkeli nehri bütünüyle tabii ki göremeyeceğimi biliyorum ama onun çıktığı yeri ve Makedonya topraklarında birçok şehri ve dağı ovayı aşarak gelen parçalarını dün olduğu gibi bugün ve yarın da görüp hissedeceğim. Vardar’dan adını alan ünlü Vardar Türküsü’nü ise burada henüz dinlemedim. 11 Eylül’ün akşamında aşina bıraktığımız yerleri ve dostları görebilmek umuduyla Türk Çarşısı’ndayız. Birbirine paralel sayılabilecek iki caddesini dik ve zaman zaman da paralel saran onlarca sokak, burayı labirente çevirmiş. Görkemli ve metruk Kurşunlu Han ve diğer Osmanlı Türk han ve hamamları bu çarşının içinde. Yukarıya doğru onarımını Türkiye’nin gerçekleştirdiği Mustafa Paşa Camisi ve çarşının ortasında kurulmuş Murat Paşa Camisi de burada. Daracık ve sıcak sokaklar, hanlar ve camiler burayı gerçek-

29

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Svetolu çocuklarla

ten Türk Çarşısı yapmış. Çarşının doğu bitişinde başlayan Bit Pazarı da manzaranın kimliğini tescil ediyor. Yukarıda tarihî kale ve onun yakınında T.C. Büyükelçiliği yer alıyor. Büyükelçiliğe doğru çıkan dik sokağın köşesinde maç seyreden gruptan kopan biri büyük bir içtenlikle Hocalarım buyurun diyerek bize doğru geldi. Bu şahıs 14 yıl önce Üsküp’te bıraktığım ve asla unutamadığım Orhan Salih’ti. Orhan Salih bizi görünce öyle bir yakınlık gösterdi ki hayalimde büyüttüğüm kaya bu sefer küçülmedi. 14 yıl önce salaş bir dükkânda televizyon tamiri ve elektrik işleri yapan Orhan daha sonra Büyükelçimizin makam şoförü olmuş. Orhan Salih öğrencim değildi. İlişkimiz zoraki değildi bir bakıma. O zamanlar Üçüncüler Grubunun heyecanlı bir kalemiydi. Dün Svetovo’ya gittik. Yunus Emre’nin “Sevgi Kervanı” üç gündür orada. Merkez köy Svetovo’ya daracık ve virajlı yoldan Yunus Emre Türk Kültür Merkezi elemanları ve yerel televizyoncularla gittik. İhmal edilmiş bir Torbeş köyü. Mehmet Âkif ’in “Ya hamiyetsiz olaydım ya param olsa idi.” mısrasını hatırladım, bir kere daha. Böyle yerleri ya gidip görmemek ya da oraya kendimizi adamak gerekiyor. Dünya mallarına haksız el koyanların dünya insanlarına yaşattıkla-

rı acılara sağır ve dilsiz kalmak ne ayıp. Bir kısım insanlığın hâllerini bilmek öfke yanında utanç veriyor insana. Zor yollardan geçerek geldik ve bir tabela karşıladı bizi: (Türkçe bilmeyen ama çocuklarının Türkçe okuması için büyük mücadeleler vermiş bir halkın köyüne giriş böyle. Üstelik bu levha bizi karşılamak için geçici olarak oraya konulmuş değil, sürekli orada duruyor. Türk kelimesinden kaçan kendi ülkemizdeki insanlardan bazıları aklıma geliyor ister istemez.) Ay yıldızlı bayrak altında “Svetomuza Hoş Geldiniz.” Şu veya bu sebeple ana dillerinin Türkçe olduğunu savunan bu insanlar, çocuklarının Türkçe eğitim almaları için uzun mücadeleler verdiler. Ellerinde bayraklarla bizi karşılayan Svetovolu çocuklardan ilk üç sınıfa gidenler bizimle Türkçe konuştular. Biri Üsküp’ten diğeri Radoviç’ten iki fedakâr bayan öğretmenin ellerini bırakmıyorlardı. Üsküp’e yakın olduğu hâlde kışın iki üç ay yolların kapalı olduğu bu güzel köyde çocuklar herhâlde bizi terk etmesinler diye tutuyorlardı, öğretmenlerinin ellerinden. Onlarla bol bol fotoğraf çektirdik. İkisi Bursa’da imam-hatip okumuş üç dört genç ve köy imamı köyün kaderini değiştirmek için çok çalışıyorlar. Mervet’i, İbrahim’i ve Uludağ Üniversitesi’nde Uluslarara-

30

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Yançe”den bir kesit

sı İlişkiler okuyan Beytullah’ı unutmayacağım. Ünlü futbolcumuz Hamza Hamzaoğlu’nun da köyü burası. Köyünü unutmayan ve çocuklar için burada bir spor tesisi yapan Hamzaoğlu’nu takdir etmemek mümkün değil. Orman içinde bu köyün az miktarda boş arazisinde tütün ekiliyor. Tütün, hayvancılık ve bir de çilek. Kalkandelen Üniversitesi’nde Türk Dili okuyan İbrahim’le çilek mevsimi yine geleceğiz bu köye. Köyün üst tarafında kaynak suyunun ağzında köylülerle bir kuzu çevirmeyi de konuştuk. Zevk ü safa mı? Evet, ama orada ve onlarla… Büyükelçimiz de bizim arkamızdan köye geldi. Köylülerle hemen kaynaşması güzeldi. Üstten bakmadı. Köylüleri dinledi ve gerçekçi cevaplar verdi. Köylülerden biri “ Osmanlıdan sonra ilk defa bir Türk büyüğü, köyümüze ayak bastı. Bu bizim köyümüz için tarihî bir gündür.” deyince içimiz cız etti. Dev, geç olsa da uyanmıştı ama yeter miydi? Bu sahneyi onlar gibi biz de ne kadar özlüyorduk. Öbür gün erkenden Üsküp’ün Türk Çarşısı’nda çınar ve ceviz ağaçları altında salaş bir çay evindeyim. Burası hem çarşının yanı başında hem de sakin. Bit Pazarı, fakülte, Murat Paşa Camisi, Kale yakın. Burayı seviyorum. Üsküp Kalesi şehre hâkim bir yerde. Vardar’a ve üzerinde kurulan başta Taş Köprü olmak üzere birçok köprüye bakıyor. Buradan Vardar ve Taş Köprü harika görünüyor. Taş Köprü’nün iki yanında dev

aslan heykelleri insanı ürkütüyor. Eskiden köprü sükûnet ve huzuru şimdi ise heykellerin baskısını taşıyor. Sanki burası tehlikeye karşı bu heykeller tarafından korunuyor gibi. Çay Kur’la gelen heyetten biri köprüde ve Meydan’da yüzlerce heykeli görünce “Görüntü kirliliği” tabirini kullandı. Bu sözün estetik bakımından bir değeri yok. Heykellerin hepsi kaliteli, sanatlı ama fazla. Dünyada belki Üsküp kadar insanları yanıltan ikinci bir şehir yoktur. Derinlerini kaybederek bir şehir nevzuhur yüzeyselliği ile parlayamaz. Bir Prag bir Budapeşte çıkmaz bundan. Onun gösterdiği tarihsel yüzüdür. Parlak, görkemli binalara ve muhteşem heykellere rağmen şehrin sıcaklığı ve ruhu şehrin Türk ve Müslüman kesiminin yoğun olduğu yerlerde! Bakımsız olsa da Türk Çarşısı’nın hanları, hamamları, bedestenleri, sevimli sokakları bu şehrin tarihsel kimliğini bugün de temsil ediyor. Bu çarşı ve irili ufaklı on beş civarındaki cami ve külliye kaldırılırsa şehrin tarihi silinmiş olur. Bir şehrin kimliği onun tarihi görmüş yüzüdür. Üsküp, şimdi bu tarihî yüzüyle Yahya Kemal”in kaybettiği şehir değil artık. Her gün onlarca grubun Türkiye’den gelip de bu çarşıyı gezmeleri bunu gösteriyor. Üsküp’ün içindeki Üsküp, İstanbul’un içindeki İstanbul gibidir. Bursa’nın içindeki Bursa, Konya’nın içindeki Konya’dır.■

31

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Yollar ve izler YAHYA AKENGİN

Kosova’da, bir Anadolu kasabasından daha fazla benliğini koruyabilmiş Mamuşa’da bir okulda konferans vermiş, şiirler okumuş, söyleşiler yapmıştık. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen öğrencilerin gözlerindeki ışıltılar hâlâ yüreğimde canlılığını korur. Oradan ayrılırken de okul müdürü arkadan sesleniyordu: “Bizi unutmayın…”

H

enüz hiç yurt dışı seyahatleri yaşamadığım zamanlardı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ruslara esir düşmüş bir subayın okuduğum hatıralarında esir kampından kaçış hikâye ediliyordu. Esir subayımız dışardaki Türklerden birileriyle irtibat kurarak kaçma planı kuruyor ve uyguluyordu. Ona yardımcı olanlar hiç şüphesiz bile bile bir tehlikeyi göze alabiliyorlardı. Bu çarpıcı olay elbette beni hem etkilemiş hem düşündürmüştü. Birebir yaşanmışlıkların hatıra ve gezi eserlerinde yazılmış olmasının önemini daha iyi anlamış ve gerçekçi tarihin vazgeçilemez unsurlarından biri olduğuna daha yakından inanmıştım. Otuz yıldan beri yapmakta olduğum yurt dışı gezilerimi henüz derli toplu bir eser hâline getiremediysem de yeri geldikçe bölük pörçük de olsa yazmaya çalıştım. Ama bu konuda hissettiğim sorumluluk duygumu henüz tatmin etmiş değilim. Bu yazıda yine yurt dışı seyahat izlenimlerinden bazılarını dile getirmek istedim. İlk yurt dışı seyahatim otuz yıl önceydi ve benim fikir dünyamın eksenini oluşturan bir şiir yolculuğuydu. Yugoslavya’ya, Makedonya Uluslararası Struga Şiir Akşamları festivaline gitmiştim. Bu seyahatin ana çizgilerini o zaman yayın hayatında olan Boğaziçi dergisinde tefrika olarak yazmıştım. O gün bugün hiç unutamadığım, dönüş hâlindeyken arkamdan atılan bir çığlık, otuz yıldır kulaklarımda yankılanır durur. Struga’daki programlar sona erdikten sonra, dünyanın yüz kadar ülkesinden gelmiş olan şairler, gruplar hâlinde Makedonya’nın değişik şehirlerine götürülüyor, şiir festivalinin oralarda yankılanmasını sağlıyorlardı. Program düzenleyicileri, beni İştip ekibine dâhil ederken arada bizim tercümanlığımızı Meka Mustafa isimli bir Türk’ün yapacağını söylüyorlardı. Meka Mustafa dünya tatlısı şair, kalender meşrepli, nükteci, Türkiye özlemi ile yaşayan bir soydaşımızdı. Şi32

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


irlerimizi bizim okuyuşumuzun ardından, Makedoncaya çevrilmiş hâllerini de özenle okuyordu. Sabah erkenden, yağmurlu puslu bir sonbahar havasında otelimizin önüne minibüse inip ayrılmak üzere hareket ettiğimizde Meka Mustafa, içimize işleyen bir ses tonuyla sesleniyordu: “Bizi unutmayın… Bizi unutmayın…” Bir zamanların Türk şehri Üsküp’te kalan sadece Meka Mustafa gibi birkaç Türk’tü… 1991 yılında Tatarların millî şairi Abdullah Tukay’ı anma törenlerinin davetlisiydim. Başkent Kazan yakınlarında kabir başında okunan şiirlerden birinde geçen tek mısra beynimin ortasına yerleşmişti: “Mezarımın üstünde mankurtlar geziniyor.” Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Asra Bedel” romanı o yıllarda Türkiye’de ve Türk dünyasında çok okunan ve yankıları dalga dalga genişleyen bir eserdi. Abdullah Tukay’ın kabrinde şiirini okuyan Tatar şair, mesajını Aytmatov’un romanındaki “mankurt” karakterini ifade ederek veriyordu. Soyunu sopunu, geçmişini, kültürünü, hafızasını sınırlayarak unutan anlamlarına gelen “mankurt” artık Türkiye’de de epeyce biliniyor. Ancak Türkiye’de mankurtlar azalıyor mu yoksa çoğalıyor mu sorusunu da nedense aklımdan çıkaramıyorum. Kazan’da tanışmış olduğum aydınlardan biri de tarihçi Batulla olmuştu. Kazan şehrinin 1552 yılında düşmesi ve Rus egemenliğine girmesi olayını, Tatar Kraliçesi Süyümbike’nin direnişini anlatırken Batulla sitemini de söylemekten geri kalmıyordu. “Bizim imdadımıza yetişmiş olsaydınız Kazan Hanlığı düşmeyebilirdi.” diyordu. Devir Osmanlının gücünün doruklarında olduğu bir devirdi ve Muhteşem Süleyman cihan hükümdarıydı. Ama gözümüzü dikmiş olduğumuz Batı’dan dönüp de Doğu’ya bakacak hâlimiz kalmamıştı herhâlde. Kazan’a veda ederken yine arkamdan bir ses yankılanıyordu: “Bizi unutmayın…” çığlığı. Çığlığın sahibi de tarihçi Badulla’ydı. 2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinin ardından Kerkük’te dikenli tellerle çevrili bir binada yapılmakta olan Türkmen Kurultayı’na davetliydik. Ben de söz almış, başka konuşmacılardan farklı olarak Türkmen kardeşlerimizi de eleştirmiştim. Bunca kuşatma ve tehlike atmosferindeki Türkmenlerin bu kadar fazla parti ve derneklere

bölünmüş olmalarını doğru bulmuyordum. Biz Türklerin tarihte tatmış olduğu yenilgi acılarının temelinde bölünmüşlükler olduğunu hatırlatmaya çalıştım. Daha sonraki özel sohbetlerde bu tür konuşmalarımız oluyor, onlar da Türkiye’ye güvenmiş olmaktan dolayı, Türkiye’den gelen işaretleri dikkate almak sebebiyle kendi başlarının çaresine bakma noktasına gelemediklerini söylüyor ve sitemlerde bulunuyorlardı. Dönerken arkamızda yine aynı çığlık yükseliyordu: “Bizi unutmayın…” Kosova’da, bir Anadolu kasabasından daha fazla benliğini koruyabilmiş Mamuşa’da bir okulda konferans vermiş, şiirler okumuş, söyleşiler yapmıştık. Türkiye’den geldiğimizi öğrenen öğrencilerin gözlerindeki ışıltılar hâlâ yüreğimde canlılığını korur. Oradan ayrılırken de okul müdürü arkadan sesleniyordu: “Bizi unutmayın…” Bu tür gezilerin ardından yaşamış olduğum böylesi sahnelerin farklarını KKTC’de görüyordum. Onlar artık unutulmadıklarından emindiler. Umarım ve dilerim ki oradan da benzer çığlıkların atılacağı durumlara bir daha düşülmez. 1992 yılında Karabağ’da Ermenilerin soykırım derecesinde katliamlar yaptığı zamanlardı. Bakü’de bulunuyorduk. Cepheden feci haberler geliyordu. Azerbaycanlı gençler geceleri gazinolarda tepinerek eğleniyorlardı. Konuştuğumuz Azerbaycanlı dostlarımızdan bazıları özetle şunu söylüyorlardı: “Türkiye güçlü, Türk ordusu güçlü, bir miktar kuvvet gönderse Ermenileri tepeler, bu işi bitirirdik.” deyince ben diskolarda tepinen gençleri hatırlatıp niye cepheye gitmediklerini soruyordum. Cevap olarak “Biz de mecburiyet yok, gönüllülük vardır.” diyorlardı. Ben de kendilerine, Türkiye’nin Millî Mücadelesini hatırlatıyor, gönüllü katılanların dışındakilerin de dipçikle cepheye sürüldüklerini, zaferin öyle kazanılabildiğini hatırlatıyordum. Aradan geçen 22 yılın ardından görüyoruz ki kardeş Azerbaycan artık düzenli, modern bir orduya kavuşmuştur. Karabağ topraklarını geri alabilecek bir özgüvene sahiptir. Ben de bu iki farklı manzarayı hatırlıyor, hatırlatmakta yarar görüyorum. Çünkü Azerbaycan Türkleri Mithat Cemal’in şu mısralarını hem çok iyi biliyor hem de her fırsatta tekrarlamaktan geri durmuyorlar: “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır”■

33

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Ayşe tatili tamamlayamadı! MUHSİN İLYAS SUBAŞI

K

Gezilere gidenler, farklı tabiatın, kültürel değerlerin kuşatıcı güzelliklerini hazzını almak ister. Bir insanın değişik bir bölgeye seyahatinin arkasında bu sosyal içgüdü vardır. Ancak ben Kıbrıs’ı yaralı bir kuşun kanatları gibi gördüm. Uçma arzusu var, ama iradesi onu besleyecek güçte değil. Yıllardır yaşanan bu sancıların siyasi kasvet bulutu olarak üzerimizden gitmemesinin arkasında bunlar olmalıdır sanırım.

ıbrıs Barış Harekâtı’nın üzerinden kırk yıl geçti. Kırk yıldır çözülemeyen bu sosyal hâdise, artık neredeyse bir uluslararası yaraya dönüştü. Sanırım kolay kolay da halledileceğe benzemiyor. Tabii, bizim konumuz böyle bir meseleyi irdelemek değildir. Bunun meraklısı tarihe bakar ve bizim yakılan gemilerimize karşılık Kıbrıs’ın fethiyle kesilen kol ve tıraş edilen sakal hikâyesine ulaşabilir. Yakın tarihin hikâyesini ise görebildiğimiz kadarıyla anlatmak için söz bize kaldı. 1976’da, Barış Harekâtı’nın başladığı günlerde, her genç gibi ben de çok heyecanlıydım. Henüz askerliğimi yapmamıştım ve hemen askerlik şubesine başvurarak Kıbrıs’a gönüllü asker olarak gitmek istediğimi bildirmiştim. Benim gibi yüzlere insan gelmişti o günlerde. Şube sorumlusu albayla konuşmak bize nasip oldu. Kendisi teşekkür etti ve şunları söyledi: “Oraya eğitilmiş asker gider. Sizin işiniz değil bu. Bizim askerimiz de var, gücümüz de. Hassasiyetiniz için teşekkür ederiz. Evinize dönün ve başarımız için dua edin.” Döndük evimize, okullar açılınca, görev yaptığım lisede ‘Millî Güvenlik Bilgisi’ dersine Kıbrıs çıkarmasına katılmış bir binbaşı geldi. Tabii, ordumuz başarılı olmuş ve Kıbrıs Türklerini EOKA denilen cinayet çetesinin tasallutundan kurtarmıştı. Binbaşı ile çıkarmayı konuşurken hâlâ etkisinde olduğunu söylediği çok ilginç bir 34

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


olay anlatı: “Ben, “Çıkarma Taburu”nda görevliydim. Gemimiz Girne’nin batısındaki Pladini adını taşıyan sığ bir plaja yaklaştı. Tankları indirdik, ilerlemek için emir bekliyoruz. Bu arada, üzerimize karşımızdaki Beşparmak Dağları’ndan yağmur gibi kurşun yağıyor. Başımızı kaldırmak mümkün değil. Bu sırada bir asker eline bir boş teneke aldı ve ‘Komutanım benim abdest almam gerekiyor’, dedi ve emrimi beklemeden tanktan çıkıp denize doğru yürüdü. Şaşkınlık içindeydim; evvela kararımı dahi beklemeye gerek duymamasına şaşırmış ve ağır tepki tavrı almıştım. Ağır bir kızgınlık içindeydim, bir de ne göreyim; denize doğru ilerleyen askerin önüne arkasına, sağına soluna düşen mermilere rağmen, kendisine kurşun isabet etmiyordu, abdestini aldı ve döndü. Olay beni çok etkilemişti. Emir dinlememek gibi bir ağır suça rağmen, bizi şaşkına çevirecek bir kompozisyonu sergilemişti. İtiraf edeyim, pek de dindar birisi değildim, ancak askerin kararlılığı ve hissedilir bir farklı koruma altında gözükmesi benim tüylerimi ürpertmişti. Ona kızamadım, kucakladım ve bizim bu çıkarmada kesin başarıya gideceğimiz gibi iyimser bir duyguya kapıldım. Nitekim başarılı da olduk ve bu olay beni dindarlaştıran bir değişimin şansını bahşetti.” Bu konuşmadan sonra, o yıl askerlik görevimi kısa dönem olarak yerine getirdim. Ertesi yıl da nasip oldu; “Kıbrıs Barış Harekâtı”nın ikinci yılında;1976 yazında Kıbrıs’a gittim: Dönemin hükümetinde yer alan Turhan Feyzioğlu “Kıbrıs Koordinasyon Kurulu Başkanı” idi. Kendisiyle iyi bir diyalogumuz vardı. Kıbrıs’a yapacağı ziyarete o sırada yazılarımın yayınlandığı bir gazete adına beni de davet etti. Kıbrıs Barışı için girişilen harekâta katılamamıştım, ama şimdi yürütülecek çalışmaları kendisiyle birlikte görmek üzere gidiyordum. Gittik, bizi Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin başında bulunan rahmetli Rauf Denktaş karşıladı. Fetih sırasında, kontrolümüze geçen Girne’deki “Damotel”e yerleştik. Otelin hikâyesi dikkat çekiciydi. Kastellis Dome adında bir Kıbrıslı Rum iş adamı burasını yaptırmış, açılışından hemen sonra bölge bize geçtiği için otelini işletemeden elinden çıkarmak zorunda kalmıştı. Denize sıfır noktadaydı, deni-

zin dalgaları otelin temelini yalayıp çekiliyordu. Deniz güzel, otel temiz, hava açık ve sıcaktı. “Oraya gitmek üzere uçağa binerken kafamda bir yığın soru vardı: Biz bu çıkarmayı niye yaptık ve nasıl kazandık? Ne kadar askerimizi kaybettik ve ne kadar toprak kontrolümüze geçti? Kıbrıs halkı bizi nasıl karşıladı? Daha savaşın külleri adanın topraklarından kalkmadan geleceği nasıl olacaktı? Dış dünya bu işe nasıl bakıyordu? Türkiye bundan sonra burada nasıl bir politika izleyecekti?” Bütün bunlarla boğuşan bir zihin buhranı içinde, ama heyecanla ayak basmıştım adaya! Ada, savaşın yıkımı içindeydi, ancak ben de yıkıma uğramıştım: Buradaki Türklerle ve Rumların birlikte kaldığı köyleri görünce şaşkına dönmemek mümkün değildi. Rumların evleri betonarme, sağlam ve güzeldi, âdeta villa kalitesinde binalardan oluşuyordu. Hemen hepsinin üzerinde güneş enerjisi vardı. Türklerin oturdukları binalar ise, bizim dağ köylerindeki kerpiç evlerden farklı değildi; basit, basık, toprak damlı, dışında sıvası dökülmüş, ahşap pencerelerinde güneş yanığı görüntüler gözünüzü rahatsız edecek kadar kötüydü. Bu ortamda yaşıyor olmalarına rağmen, orada yaşayan Türklerin bir kısmı Barış Harekâtı’na karşı tavrını gizlemeden söylüyordu: “Biz burada Rumlarla anlaşarak yaşıyorduk, gelip bizim huzurumuzu bozdunuz. Siz yarın bırakıp giderseniz, biz burada bunlarla nasıl bir arada yaşayabiliriz? Türkiye’den buraya 40 bin dolayında göçmen getirtilip yerleştirildi. Çoğu işsiz güçsüz, burada bizim düzenimizi tehdit edecekler diye korkuyoruz.” Bu ifadeler çoğunluğa mı aitti? Elbette ki değil. Çok küçük bir azınlık da olsa, bir ya da birkaç kişiden de duymuş olsak, burada savaşın travmasını yaşamış bir insan bunu nasıl diyebilirdi? Bu bir sosyal şizofreniydi. Belli ki, meseleye ideolojik açıdan yaklaşan ve kimliksizleşmiş bir kısım insanlar vardı. Adı Türk olsa da Yunan kültüründe şahsiyetini eritmiş, etnik aidiyetini kaybetmişlerdi. Elbette ki bu tepkilere şaşırmamak mümkün değildi. Bu gezi bana şevk ve

35

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


heyecan vereceği yerde ıstırap vermişti. Halkın tamamının olmasa bile, bunları dillendirecek kadar kararlı olanların bulunması şaşırtıcıydı. Bunu Feyzioğlu’yla konuştum. Feyzioğlu, bunları uzun uzun anlattı bana: “Muhsin Bey, öncelikle şunu söyleyeyim, bu tür insanları ciddiye almayın, bunlar toplumun parazitleridir, başka hesap içindedirler, ajan da olabilirler, provokatör de. Bunlar Kıbrıs halkını temsil edemez. Edecek noktada da görülmemelidir. Kıbrıs halkının Rumlarla huzur içinde olmaları mümkün mü? 1963 ve 68 katliamlarını yaşamadı mı bunlar? Düne kadar aynı baskı yok muydu? Bu topraklar, Rumları zengin ederken Türkleri niye fakir bıraktı? Bu harekât, sadece burada insanların güvenliğini sağlamak için yapılmış bir çıkış değildir; bunun arkasında Türkiye’nin geleceği vardır. Yunanistan, batı sınırlarımızı kuşatan düşman bir ülkedir. O yetmiyormuş gibi, şimdi güneyimizi de Kıbrıs vasıtasıyla denetime almak istiyor. Böyle bir kuşatmaya Türkiye izin veremez. Bakın, ben meselenin kısa bir tarihçesinden söz edeyim size: Kıbrıs, Londra ve Zürih Garanti ve İttifak Antlaşmalarıyla 1960 yılında bağımsız bir devlet olarak ortaya çıktı. Bu antlaşmaya göre; hükümetin ve icra unsurların %70’i Rum, %30’u Türklerden teşkil edilecek, Bakanlar Kurulu 7 Rum, 3 Türk’ten oluşacaktı. Bir papaz olan Makarios Cumhurbaşkanı, Dr. Fazıl Küçük de Cumhurbaşkanı Yardımcısı oldu. Garanti Antlaşmaları ile Türkiye, Yunanistan ve İngiltere garantör devlet oldular. İngiltere, iki askeri üs (AgraturDikelya) elde etti. Adada Türkiye 650, Yunanistan ise 950 kişilik kuvvet bulundurabilecekti. Garanti antlaşmasına göre, Makarios Türklere verilen hakları çok görerek Türkleri tamamen yok etmeye kalktı. Bu arada, Yunanistan adaya gizlice çok sayıda asker çıkardı. Kıbrıslı Türkleri ortadan kaldırmak ve Enosis’i gerçekleştirmek için hazırlanan, “Akritas Planı”nını uygulamaya koymak üzere EOKA çeteleri ve Yunan askerleri 25 Aralık 1963’te saldırıya geçerek çocuk, kadın, yaşlılar da dâhil olmak üzere binlerce Türk’ü vahşice katlettiler. Rumların Erenköy’e de saldırmaları üzerine, Türk jetleri Kıbrıs üzerinde uyarı uçuşu yaptılar. Panikleyen Rumlar saldırılarına son vermek zorunda kaldılar. Türkleri katletmek

için Kanlı Noel olarak tarihe geçen bu vahşet karşısında Batılı devletler her zamanki gibi seyirci kaldılar. Rum-Yunan ikilisi bu saldırılarıyla; Türklerin eşit siyasi haklarına ve ortaklığına dayalı olarak kurulan “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni yıkmışlar, Bu cumhuriyetin temelini teşkil eden Zürih ve Londra antlaşmalarını tek taraflı olarak feshetmişler ve Türkleri Kıbrıs’ın yönetiminden dışlamışlardır. Anadolu’yu işgal eden Yunan ordusunda da görev alan Grivas adındaki eli kanlı bir EOKA’cı ile Yunanlı subayların idaresindeki Rumlar 1967 yılında bu sefer Geçitkale-Boğaziçi’ne saldırdılar. Türkiye müdahale için hazırlandı. Türkiye’nin müdahalesinden çekinen Yunanistan askerlerini ve katil ruhlu Grivas’ı adadan geri çekmek zorunda kaldı. Mart 1963 tarihinden itibaren adada göreve başlayan Birleşmiş Milletler Barış Gücü, Türkleri Rumlara karşı koruyamamış ve onların katledilmelerine de seyirci kalmıştır. Kıbrıs’ta görev ve sorumluluklarını yerine getiremeyen, barışın sağlanmasında etkinlik gösteremeyen B.M. Barış Gücü, Rumların etkisine girerek kendisine duyulan güveni tamamen yitirmiştir. 1967 yılında, Yunanistan’da ihtilal olmuş, bir cunta hükümeti kurulmuştu. Makarios’un cumhurbaşkanı seçildikten sonra, Sovyetler Birliği ile siyasi ve askeri işbirliğine yönelmesinin, izlediği siyaset ile de Dünya Bağlantısızlar Hareketinin bir önderi durumuna gelmesinin, adanın bir an önce kendisine bağlanıp Enosis hayalinin gerçekleşmesini isteyen cuntacı hükümetin hoşuna gitmiyordu. Makarios, aldığı dış yardımlarla ekonomik olarak, Bağlantısızlar yanında yer almakla da siyasi açıdan kendini yeterli görüp şimdilik, Kıbrıs’ın sadece Rumlar tarafından temsil edilen bağımsız bir Kıbrıs Cumhuriyeti olmasını istiyordu. Bağlantısız Devletlerin de desteğini almıştı. Enosis, Makarios için uzun vadede düşünülecek bir konu idi. Türkler ekonomik yönden tamamen çöküp, Kıbrıs’ı terk ederlerse, Türkiye’nin müdahale nedeni kalmayacağından Enosis kendiliğinden gerçekleşecekti. Acele edip Türkiye’nin tepkisini çekmeye gerek yoktu. Bu durum, Enosis’i bir an önce hayata geçirmek isteyen Yunan hükümetinin hoşuna gitmiyordu. Yunan hükümetine göre; adadaki Türk halkına karşı siyasi ve askerî üstünlük sağlandığı hâlde

36

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Enosis’in bir türlü hayata geçirilememesinden Makarios sorumluydu. Bu nedenlerle Makarios ile Yunan hükümetinin arası açılmıştı. Sonuçta, 15 Temmuz 1974’te, Yunan hükümeti tarafından desteklenen, Yunanlı subayların yönetimindeki Rum Millî Muhafız Ordusu ile EOKA Kıbrıs’ta darbe yaptı. Makarios adadan kaçtı. Eli kanlı başka bir katil olan Sampson’u cumhurbaşkanı yaptılar. Türkiye, Kıbrıs’ta 15 Temmuz 1974 tarihinde yapılan darbe ilgili olarak diğer garantör devlet olan İngiltere’den Londra ve Zürih garanti antlaşmaları gereği, birlikte müdahale edilmesini istemiş, fakat İngiltere Türkiye’nin bu isteğini geri çevirmiştir. Türkiye bu olupbittiye son vermek için tek başına Kıbrıs’a müdahale etmeye karar vermiştir. Bu tarihî gelişim içinde Kıbrıs hiçbir zaman Yunan adası olmamıştır. Yunanistan, Yunanlı şair Rigos tarafından ortaya atılan, Megalo İdea (büyük ülkü) fikri çerçevesinde, Büyük Yunanistan’ı kurma hayali içinde Kıbrıs’ı da topraklarına katma gayreti içindedir. Yunanistan’ın Megalo İdea fikri ile başlangıçtan beri gerçekleştirmek istediği faaliyetler şunlardır: Yunanistan’ın bağımsızlığının sağlanması, Batı Trakya ve Selanik’in Yunanistan’a ilhakı, Ege adalarını Yunanistan’a ilhakı, Oniki Adaların Yunanistan’a ilhakı, Girit adasının Yunanistan’a ilhakı, Batı Anadolu’nun Yunanistan’a ilhakı, Pontus Rum devletinin kurulması, Kıbrıs adasının Yunanistan’a ilhakı, İmroz ve Bozcaada’nın Yunanistan’a ilhakı, İstanbul’un Türklerden geri alınarak Bizans İmparatorluğunu yeniden kurmak. Böylece Megalo İdea’yı gerçekleşecekti. Türkiye bu harekâtıyla, Yunanlıların bu hayallerini tamamen ortadan kaldırmış ve yıllardır süregelen sistematik bir Türk katliamı uygulamasına son vermiştir.” “Peki, çok az da olsa, halktan bazıları niye Türkiye’ye karşı tavır içinde gözüküyor?” “Bunun iki sebebi olabilir: Birisi Rumlarla işbirliği olanlar, onlarla birlikte çalışanlar, bu imkânı kaybettikleri için böyle davranabilirler. Bazıları da bunları sizlere söylemekle yazacağınızı umarak gelecekleri için Rumlara karşı kendilerini güvenceye almak istemiş olabilirler. Bunlar Kıbrıs halkını temsil etmez, edemez, hatta bunlar gerçekten Türk ise, kendilerini bile temsil edemezler. Bir diğeri, bana göre daha önemlisi

ise, hani ‘Türk askeri buradan çekilirse’, kaygısı var ya, ana mesele budur. Bu savaşta; Rumların 4 bin ölüsü, 12 bin yaralısına karşılık biz, 498 askerimizi şehit verdik. 1200’de yaralımız vardır. 70 Kıbrıslı Mücahit ve 270 Kıbrıs Türk’ü şehit düştü, bin Kıbrıslı Türk de yaralandı. Bu kanın hakkını korumak adına, bu asker buradan hiçbir zaman gitmeyecektir. Onların duyduğu böyle bir kaygıyı bu devlet duymuyor mu sanıyorlar? Biz bu çıkarmaya başlarken bütün bunların hesabını en küçük ayrıntısına kadar yaptık. Bu ada, Yunanistan’a 965 Km, Türkiye’ye ise 65 kilometre uzaklıktadır. Türkiye, kendi jeopolitik çıkarlarını her zaman koruyacaktır. Bu çıkarma harekâtı bir macera arayışı değildir. Türk milletinin gücünü ve onurunu temsil eden bir organizasyon sonucudur. Hiç endişe etmesinler, bunları buradaki halka anlatmak için biz buradayız.” Gerçekten de anlatıldı bunlar. Ben orada bir hafta kaldım. Dönemin İçişleri Bakanı’nın aracını emrimize verdiler. Kıbrıs’ın her tarafını karış karış gezdim. Hayranlığın zaman zaman şaşkınlığa, özgüvenin bazen tedirginliğe, umudun arada bir korkuya dönüştüğü bir geziydi bu. Mesela Magosa’da Namık Kemal’in sürgünde kaldığı söylenen zindan(!)ı gördüm. İçimden; ‘keşke birileri beni de sürse de zindan denilen bu güzel odada oturup eserlerimi yazabilsem’ diye içimden geçirdim. Resmî düşünce, geçmişimizi lekeleme uğruna da olsa kendisini kabul ettirebilmek için ne enteresan figürler kullanmış meğer. Bunu görüp hüznünü yaşamamak mümkün değil! Girne’deki tarihî camiye gittim, imamdan başka kimseyi göremedim. Halk, inancına bu kadar mı kayıtsız kalmalıydı, şaşırmamak mümkün değil. Anlaşılan Türk askerini soğuk karşılayan bu zihniyetin köleleştirdiği insanlardı. Magosa’ya giderken bir boğazdan geçiyorduk, Rauf Denktaş bir olay anlattı: “Türk ordusu, bu boğazda yoğun bir havan saldırı altında kaldı. Uçaklarımız saldırının yapıldığı tepeyi dövdü, ateş susturulunca ordu yoluna devam etti. Daha sonra bu saldırının yapıldığı noktaya gittiğimiz de bir papazın cesedi ve yüzlerce havan mermisi ve topuyla karşılaştık. Meğer adam bu bölgeye oturmuş, yolumuzu kesebilmek için sürekli saldırı yapıyormuş. Din adamının, duası burada mermiye dönüşmüş, işte

37

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Hristiyan din adamının buradaki profili budur!” Bir espri fırsatı yakalamıştım, ciddi gördüğüm zaaflarını bu yolla dillendirmeden de kendimi alamadım: “Efendim, onlar tek başına kendinin kabul ettiği bu toprağı savunacak din adamı yetiştirmişler, ama siz, en azından o niyeti ve gerektiğinde o gayreti gösterecek din adamlarına galiba sahip olamamışsınız.” Güldü; “Bizim de Şeyh Nazım Kıbrısî’miz var ya canım”, demekle yetindi. Bu arada, bende irkilmelere neden bir görüntüden de söz etmeden geçemeyeceğim: Girne’den Lefkoşa’ya giderken yolda henüz kaldırılıp Karaoğlan Parkı’nda yapılan Savaş Müzesine taşınmamış zırhlı araçlar gördüm. Araçların oturaklarında kalınca zincirler vardı, meseleyi tahmin etmiştim, ama yine de Rauf Denktaş’a sorma gereğini duydum: “Bu tanklar, üzerindeki armalarından anlaşıldığına göre Rumlara ait.” “Evet, öyledir!” “Peki, içindeki o zincirler ne oluyor?” Güldü; “Onlar, askerleri kaçmasın diye zincirlerle tanklara ve diğer zırhlı araçlara bağlamışlar. Biz, bunları bir süre daha burada tutacağız, gelip giden ve bunlara destek veren yabancılar bunları buralarda görsün diye…” Papazlarının Kıbrıs’ın tek sahibi kendilerini görüp savaşa katılmalarına rağmen, bizim gücümüz, yukarıda Millî Güvenlik Hocasının anlattığı askerin tavrıyla ortaya çıkan şehit olma arzusundan kaynaklanırken, onların kaybediş sebepleri de yaşama ihtirasına kapılarak kendi geleceğini kaçmakta gören bir iradenin ürünüymüş demek ki! Temmuzun sıcağına ve en uzun günlerinde olmamıza rağmen, burada çok şey öğrenme merakında olanlar için zaman pek uzun sayılmıyor. Turhan Feyzioğlu, komisyon toplantılarıyla vakit geçirirken biz, Kıbrıs’ın çeşitli yerlerini gezip görmeyi tercih etmiştik. Bu defa meşhur Maraş Bölgesi’ne gittik. Burası, oldukça modern bir görünüm sergiliyordu. Devasa oteller, geniş bulvarlar şimdi ölüm sessizliğini soluyordu. Fethettiğimiz her yere yeni damgamız âdeta vurulmuş ve bu topraklar yeni baştan vatan hâline dönüş-

türülmüştü. Ancak Maraş, farklı bir konumdaydı. Nöbet tutan askerlerden başka sokaklarında insan gölgesi yoktu. Dahası 6,5 km’lik sahil boyunca uzanan alanda 320 otelin bulunduğunu öğrenince şaşırmamak mümkün değil. Bölge bizim kontrolümüzde, ama işletecek irade henüz oluşmamış. Sebepleri ise çok çeşitli; önce bu otelleri işletecek o yıllarda personel ve profesyonel yönetici kadrosu yetersiz. Mesela, otelcilik okulu açılmış, ama talebesi yoktur. Sonra, bu otellerin önemli bir kısmı yabancı şirketlerin ortaklığıyla kurulmuş, onların hak iddiasını çözecek uluslararası bir antlaşma yapılmamış. Bu otellerle sağlanan 16 bin yatak kapasitesine, bir de Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarının turistleri antipropaganda ile etkisi eklenince iş böylesine ortada kalmış vaziyette. Duvarlarında savaşın ağır izlerini gördüğümüz binalara uzaktan bakabilmek gibi bir şansızlığımız vardı. 100 milyar dolar değeri olan buradaki binalarda bir zaman 40 bine yakın insan yaşamış. Arazilerinin tamamının ise, Osmanlı paşalarına ait olduğu yönünde ifadeler var. Ne yazık ki, Rumlar işgal edip sahiplenmişler. O yıllarda bu mesele çözülmemişti, şimdi kırk yıla yakın bir zaman geçti hâlâ çözümsüzlüğü sürüyor. Maraş’tan dönerken konakladığımız bir yerde Rauf Denktaş esprili bir olaydan söz etti: “Savaştan önce, bu caddenin iki tarafında iki millet yaşıyordu. Bir tarafında bizimkiler, karşı tarata ise, Rumlar vardı. Rumlar, sürekli olarak bizi tahrik etmek için; “Bekledim de gelmedin/ kıymetimi bilmedin”, türkü formundaki şarkıyı çalarlardı. Bizimkiler de onlara, “Bu kadar yürekten çağırma beni / bir gece ansızın gelebilirim”, şarkısıyla karşılık verirlerdi. Nihayet harekât oldu; biz geldik, onlar da tıpış tıpış gittiler buradan.” Bir ara, Rauf Denktaş’la baş başa kaldım. Candan, sıcak, samimi bir insandı. O yıllarda, Dr. Fazıl Küçük’le aralarında bazı anlaşmazlıklar vardı. Dr. Küçük, Makarios’un Cumhurbaşkanlığı döneminde, Türk tarafını temsilen Cumhurbaşkanı Yardımcısıydı. Barış harekâtına desteğinde kuşku yoktu. Ancak, 28 Aralık 1975’te “Kıbrıs Türk Federe Devleti” kuruldu ve cumhurbaşkanlığına Rauf Denktaş getirildi. Dolayısıyla şimdi kontrol Rauf Denktaş’taydı. Ben şahsen

38

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


onların bu iç meselesiyle pek ilgilenmedim. Hatta “Sayın Başkanım, buradan dışarıya yansıyan her problem Rumlara güç verir.” demekten de kendimi alamadım. Tabii, kendisi de bunun farkındaydı. O bana, daha başka bir teklif yaptı: “Muhsin Bey, gel sana Girne sahilinden deniz manzaralı bir güzel ev vereyim. Yazlarını gelip burada geçir, yayın yoluyla bize de katkın olur.” Teklif cazipti, ancak böyle bir hakkımın olduğunu düşünmüyordum, hâlâ da düşünmem; orada kanı akan insanlar bu imtiyazı kullanmalıydı. Kendisine teşekkür ettim; “Ev sahibi olmadan da, ne zaman emrederseniz gelir sizinle bütünleşiriz efendim, teveccühünüz için minnettarım. Bence bu evleri bu çatışmada hayatını kaybeden Kıbrıslı soydaşlarımızın ailelerine vermelisiniz.” dedim. Aslında bunu da yapmışlardı; kurtarma operasyonundan sonra Rum tarafında bulunan Türkler bir yolunu bulup göç ederek bu tarafa taşınmışlar ve onların hemen tamamına ve savaşta yurdunu yuvasını kaybedenlere Rumların boşalttıkları evler verilmişti. Ne var ki, ev vermek ve bölgeyi Türkleştirmek için yetmiyordu; Güzelyurt bölgesini gezerken kilometrelerle uzanan narenciye bahçelerinde mahsulün dallarında bırakılması içimi burkmuştu. Rumlar, buralardan elde ettikleri narenciyeyi ihraç ederek önemli bir ekonomik gelir sağlıyordu. Şimdi ise, buna müşteri yoktu. Batı almıyor, Arap ülkeleriyle ulaşım problemi var, Türkiye’nin ihtiyacı yoktu. Onlarca su kuyusu kapatılmış ve ağaçlar kendi hâline terk edilmişti. Orada karşılaştığım Senatör Kamran İnan’a bundan söz ettiğimde; “Kıbrıs’ın gerçek fethi ekonomisini düzlüğe çıkarmakla yapılmış olacaktır.” demekle yetindi. Tabii, İnan’ı yakalayınca, böyle sıradan bir soruya aldığım cevapla yetinmeyecektim, hemen burasının nihai durumunu sordum: “Türkiye, burada ne yapabilir, neler yapmalıdır, sizce asıl sorun nerede?” “Türkiye, Kıbrıs’ın garantör devletlerinden birisidir ve zaten bu topraklar Osmanlıdan bize intikal eden vatan parçasıdır. Biz, önce bu hak sahipliğini korumalıyız. Burada bizim insanımız sürekli ezilip mağdur edilmiş, bundan kurtarılması için, bu insanları burasının ekonomisine katkı sağlayacak düzeye çıkarmamız gerekir. Bakın, Batı bu harekâtımıza, verebileceği kendi

kayıplarını düşünerek kayıtsız kaldı, ancak bu şımarık çocukları Yunanlıları da kaybetmek istemiyorlar. Aba altından sopa göstermeleri bu yüzdendir, silah ambargosuyla bizi dize getirmek istiyorlar. ‘Johnson’un Mektubu’ bunun açık tehdit örneğidir. Burada yeri gelmişken ben size kimsenin bilmediği bir uygulamamızdan söz edeyim: Biliyorsunuz, ben Dışişleri Komisyonunda görevliyim, ama Adalet Partisi’nin senatörüyüm. Hükümetin başında CHP Genel Başkanı Bülent Ecevit var. Ecevit bir gün beni aradı; “Kamran Bey, siz Batılıları çok iyi tanıyorsunuz, onlar da size büyük değer veriyorlar. Bizim, meselemizi devletimiz adına gidip Batı’da anlatmanızı arzu ediyorum.” dedi. Anlaşılan kendi içlerinde bu nitelikte bir parlamenterleri yoktu. Rakip takımın oyuncusu gibi davranmadım, olumlu cevap verdim, Genel Başkanımız Süleyman Demirel’den izin alması kaydıyla, her ülkeye gidebileceğimi söyledim. Çünkü bu parti meselesi değil, devlet meselesidir. Burada ne Ecevit’in beni kendi partisinden olmadığım için sahip olduğum imkânları kullanmada beni dışlama lüksü ne de benim onun iktidarına bu yönde yardım etmeme lüksüm vardı. İzin aldı, gittim ve ülke ülke gezerek meselelerimizi, haklılıklarımızı anlattım. Böylece, birçok ülkenin kabaran ayranını indirmiş olduk.” Bir hafta süren bu inceleme gezimizde, her sabah beni sarsan değişik bir manzara çıktı karşıma. Kucağında çocuğu ya genç bir hanım, ya da anne-kız Feyzioğlu’na şikâyete geliyorlardı. Dertleri hepsinin aynıydı: “Bir ayağımız Anavatanda olsun diye, kızımızı buradaki askerlere verdik. Çoğunun da çocukları oldu. Bu askerlerin birçoğu terhis olunca, eşini ve çocuğunu burada bıraktı ve gitti, bir daha dönerek arayıp sormadılar bile.” İşin garibi, bu gelen ailelerden bir kısmı askerin adını soyadını biliyor, ama Türkiye’deki adresini bilmiyordu. Feyzioğlu, bunların adresini bulmada, orada Türk Barış Kuvvetleri’nin komutanı olarak görev yapan Vahit Güneri Paşa’dan yardım istiyordu. Bir kadın ve kızıyla bir ara bu meseleyi konuştum: “Niye kızını verdin askere, terhis olunca onun yurduna yuvasına döneceğini bilmiyor

39

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


muydunuz?” “Onlar, bizim namusumuzu kurtardılar. Kızım değil, canım da feda olsun…” “O hâlde niye şikâyet ediyorsunuz?” “Ama onlar bize umut verdiler, söz verdiler, buraya yerleşeceklerini, burasını yurt edineceklerini söylediler. Terhis olunca da bırakıp gittiler, o da yetmedi, çoğu arayıp sormuyor bile. Yarın bu çocuk dillenip konuşmaya başlayınca, babası diye kimi çıkaracağım karşısına ben? Madem buraya gelmiyor, alıp kızımı da götürsün bari. Biz, bunu istiyoruz sadece.” Tabii, bu tür meselelerin şikâyete dönüştürülmesinin altında kadının son cümlesindeki açık temennisi gizliydi. Bu aileler kızlarını Türk gençleriyle bu yolla evlendirerek, Türkiye’ye yerleşmesini istiyordu. Şikâyetlerin arkasından niyet buydu ve bunu da kabullenerek itiraf etmekten çekinmiyorlardı: “Rumlara güvenilmez, yeni bir iç karışıklıkta Anavatanda bir kapımız olsun istiyoruz.” diyorlardı. Asker fedakâr olsa, da bu yönde eğitilmemiş ise, sorumluluk bilincini kullanamıyor anlaşılan. Orada bir ara söz arasında Turhan Feyzioğlu’na bunu söyledim: “Bu mesele, yara hâlini almış, kangrene dönüşürse, arkasından ahlaki problemler de gelebilir. Bana göre, bu bir aile meselesi değil, devlet meselesidir Sayın Bakanım!” “Haklısınız sevgili Subaşı, bir şekilde buna da çözüm bulacağız herhâlde.” Karnı doyan insanın meselesi olmuyor, ancak biz bu insanlara, bunun ötesinde, umut vermek zorundayız, yarın kaygısı olan adamını karnı da doysa, sıkıntısı bitmeyecektir. Kıbrıslı kendisini bir ateş çemberinin içinde hissetmektedir. Asırların ihmali babadan oğula intikal ederek burasını böyle bir çözümsüzlüğe getirmiş. Türkiye, gerçek Barış Harekâtı’nı Kamran İnan’ın söylediği gibi ekonomisini düzlüğe çıkarmakla gerçekleştirebilecektir. 1976’da Kıbrıs’ın bütçesi, 1 milyar 336 milyon liraydı. Bu paranın 450 milyon lirasını Türkiye hibe olarak göndermektedir. Bu bağış geleneği bugüne kadar artarak devam etti. Bizim yanlış politikamız, galiba burada insanlara balık verdik, ama balık tutmayı bir türlü öğretemedik. Uzun vadeli hedefimiz olmadığı için kırk yıl öncesine uzanan ve hâlâ bir sosyal

yara olarak duran Kıbrıs meselesi, sadece ekonomik ve politik mesele değildir. Kültürel zorunluluklar hep ihmal edilerek ortada bırakılmıştır. Bakınız, İngilizler, Hindistan ve Pakistan’ı birkaç asır elinde tuttu, oradaki halkların resmî dilini İngilizceye çevirdi. Fransızlar bir asırdan biraz fazla sömürgeleştirdiği Cezayir’in ana dilini Fransızcaya dönüştürdü. Hâlbuki 1571’de Osmanlı topraklarına katılan bu ada, 1878 yılına kadar Osmanlının yönetiminde kalmış, bu tarihte İngilizlere kiraya verilmiş, 1914 yılında ise, İngilizler 1. Cihan Harbi’nin kargaşasından faydalanarak adayı kendi hâkimiyetleri altına almışlar ve böylece burası Türk toprağı olmaktan çıkmıştır. Biz, Kıbrıs’ın asırlarca elimizde kalmasına rağmen, dilini bütünüyle Türkçeleştiremedik. Böylece burada Rum doğan Rum olarak hayatını sürdürdü, dolayısıyla dün de, bugün de, yarın da orada ‘bela’ olma vasfını korudu ve koruyacaktır. Sonrasında İngilizler kira yoluyla adaya el koydu ve arkasından İngilizlerin himayesiyle güçlenen Yunanistan sömürgeleştirme yoluna giderek sahiplik iddiasına kalktı. Emperyal devlet olmamak bir fazilettir, ama gücünü korumak da siyasi bir itibar meselesidir. Kırk yıla yakın bir zaman önce gidip gezdiğim, gördüğüm Kıbrıs seyahatin tortularından arınmamış görüntüsü bugün bu şekilde netleşti hafızamda. Bugün bu problemlerin bir kısmı, renk ve mahiyet değiştirse de devam ediyorsa, sorumluluk Kıbrıs halkındaki hassasiyet eksikliği kadar, bizim de dikkat noksanlığımızdan olmalıdır. Gezilere gidenler, farklı tabiatın, kültürel değerlerin kuşatıcı güzelliklerini hazzını almak ister. Bir insanın değişik bir bölgeye seyahatinin arkasında bu sosyal içgüdü vardır. Ancak ben Kıbrıs’ı yaralı bir kuşun kanatları gibi gördüm. Uçma arzusu var, ama iradesi onu besleyecek güçte değil. Yıllardır yaşanan bu sancıların siyasi kasvet bulutu olarak üzerimizden gitmemesinin arkasında bunlar olmalıdır sanırım. Sonuç itibariyle, Barış Harekâtı’nın sembolü, daha doğrusu, ikinci harekâtın başlatılmasını işaret eden dönemin Dışişleri Bakanı Turan Güneş’in bir sözü vardı: “Ayşe tatile çıksın.” diye. Ayşe bunun üzerine yürüyüşüne devam etti ve bugünkü sınırlar belirlendi. Ancak Ayşe’nin tatili hâlâ tamamlayamadığını düşünüyorum.■

40

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


EŞKİYA GAZELİ

Kuzgunlar siyah uçar coğrafyadan biliriz Geyiği türkülerden, kartalı kapılardan Ha yatağan ha martin ha pankart sopaları Tepeli tavanlardan alçak al/çatılardan Hakanımız otağını ne zaman yağmalatsa Biliriz akı karadan iyiyi kötülerden Hızır kentlerde gezer dağlandıkça içimiz Açılmış sakalardan adanmış satılardan Üzengiyi atları yazıtları bırakıp Bir tarihe çalınmak nasılsa Etiler’den Namludan çok severiz kurşunu kubbelerde Börkü tuğu turnayı buyruğu çarpılardan Nasılsa geri gelir haritalara kuşlar Ve yine havalanır eflatun kapılardan

MEHMET AYCI

41

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


TEDİRGİN YOLCU İnsanın geçtiği yerden toprağın rengini seç Yol görünür, görünür gövde Özünde insan gökyüzüdür Bir başka kuzeyden Kendi yönüne Atların geçtiği yerden rüzgârın hızını seç Kanatlar mevsimlerden geceye bürünür İçimizdekidir kan dışımızdaki ter Uzaklarda bir başka gövde Kuşların geçtiği yerden gökyüzünün dilini seç Kanatları ateşten yumuşak Kelebeğin çizdiği yolda Derin ve sınırlı bir ömür Gönül kadar sonsuz Ölüm kadar keyifli

ÖMER KAZAZOĞLU

42

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


YOKMUŞ GİBİ ELLERİN

uzat gölgeni ikindilere vursun suya insin ince ceylanlar

kilimlere varsın o salınışın anlamı yüne can versin hafiflesin yükü boynumdaki ilmeğin titresin eskilerin kalbi saklansın nafile adın anılar dillendirsin kendini ellerini değdir suya yokmuş gibi ellerin…

SERDAR ARSLAN

43

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


GÜLÜM Üslubuma gül kondursam Yetmez mi bu bana gülüm Bir cana canı gönülden Demez miyim canım gülüm. Derdimi derdime sordum Başka derdin yok mu gülüm Ağırdan alırım dedim Yapma etme bana gülüm. Dahası bunca zamanın Acısı tatlısı gülüm Gelip geçmiş işte böyle Sana dair kalbim gülüm. Gelişine ne diyelim Bu sabır köprüsü gülüm Neticede her şey fani Bir muhabbet kalır gülüm.

NURETTİN DURMAN

44

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


MACAR OVASINDA BİR KORSAN Tibor Dery için

Sevilmek yarışındayız yumruklarımızla kırılıp dağılmadık çok az şey kaldı Ne kadar hızlı olursan ol yetişemeyeceksin başlangıcı olmayan o en zor koşuya Ama düştükçe kaldıracak seni müşfik bir el toza toprağa bulanmış kollarından

M. MİLÂT ÖZÇELİK

45

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Altayların gizemli dünyasına seyahat ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

Semey’den Altaylar’a seyahat

Aylardan temmuz. Rusya-Kazakistan-Beyaz Rusya’nın imzaladığı Gümrük Birliği yürürlüğe girecek. Rusya-Kazakistan sınırını geçmek için bekliyorum. Kazakistan’ın Semey şehrinde Abay Müzesi, Dostoyevski Müzesi – Dostoyevski sürgündeyken bu evde yaşıyor- Tatar Mahallesi, Kosmeşit ve diğer yerleri görmek nasip oldu. Abay Müzesi özellikle gezilip görülmesi gereken bir yer. Kazakların büyük filozof şairi Abay’ın hayattayken kullandığı kalem, sandalye, giysileri, ev eşyaları, basılmış ilk kitapları her şey bu müzenin içinde estetik bir dekorla sergileniyor. Kazaklar sanata ve sanatçıya büyük önem veriyorlar. Dostoyevski sürgündeyken bir buçuk sene Semey şehrinde ev hapsinde kalmış. Burada Kazakların misafiri olmuş, onlarla komşuluk yapmış. Kazak ilim adamı Çokan Valihanov onun yanına uğrayan, onunla görüşenlerden biri olmuş. İkisinin görüşmesini anlatan güzel bir yağlı boya tabloya bu müzede rastladık. 1890’larda Semey şehrinde basılmış ilk kitapları inceleme fırsatım oldu. Alaş Orda’nın önemli merkezlerinden biri olmuş Semey şehri. Kazak aydınlanmasına da öncülük etmiş. Sovyetler zamanında poligon olarak kullanılmış, nükleer denemeler bu şehirde yapılmış. Daha sonra Kazak aydınlardan Oljas Süleymanov’un başlattığı halk hareketiyle Moskova, Semey poligonunu kapatmak zorunda kalmış. Şehrin ortasından İrtiş nehri akıyor. İrtiş üzerinde şehrin iki tarafına geçmek için Japon mühendisler bizim İstanbul Boğaz Köprüsü’nün

bir ikizini nehir üzerine inşa etmişler. Semey artık hatıralarımda kalıyor. Yeni bir macera başlıyor. Rubtsvosk’a gitmek için hazırlık yapıyorum. Orada çalışan Taşkentli Özbek arkadaşların yanında misafir olacağım. Facebooktan telefon numaralarını göndermişlerdi. Kazakistan hattımla arıyor ve ulaşıyor, geleceğimi söylüyorum. Barnaul’a gidip oradan devam etmek istiyordum ancak arkadaşların Rubstvosk’ta restoran işlettiklerini öğrenince birkaç gün orada kalmak istedim. Hududu geçtikten sonra Rubtsvosk’a ulaşmak iki saatimizi alıyor. Alişir’in çayhanesinde –kafesinde- oturup Özbek çayı içiyoruz. ‘Taşkent’i buraya taşımışınız’ diyorum. Gülüyor. “Nadirhan ve Rüstem Moskova’dalar” diyor, “çok zengin oldular. Moskova’ya gitmek istersen arayalım.” diyor. Ben bu sefer doğuyu gezmek istediğimi, başka bir sefere fırsat olduğunda görüşebileceğimizi söylüyorum. İki gün doyasıya Rubstovsk’u geziyor arkadaşlarla hasret gideriyoruz. Rubstovsk’tan trenle Barnaul’a gidiyorum. Barnaul’da kalmadan otobüsle Biysk üzerinden Dağlık Altay’a ulaşıyorum. Orada Bişkek’ten arkadaşım Aleksey karşılıyor beni. Altay maceramız böylece başlıyor. Altay Cumhuriyeti Rusya Fedarasyonu’nu içerisinde Barnaul Bölgesi’nde Altay Kray’da yer alıyor. Şehir o kadar büyük değil. Yanından Kadın nehri akıyor. Mükemmel, el değmemiş bir doğası var Altaylar’ın. “Kadın nehrine gidelim.” diyor Aleksey. “Senin için arkadaşları aradım gidip güzel bir dinlenelim.” Ben ‘misafir ev sahibine bakar’ diyorum. Audi arabasının

46

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


bagajına mangal ve diğer malzemeleri dolduruyoruz. Arkadaşlarını almak için iki farklı yere uğruyoruz. Yol boyunca Bişkek, Kırgızistan üzerine sohbet ediyor, eski günleri yâd ediyoruz. Kadın nehrinde yıkanıyor ve güzel bir piknik yapıyoruz. Kebapları bizim usule göre patlıcan, biber, domates söğüşlü pişiriyorum. Altay’daki arkadaşlarım parmaklarını yiyorlar. Akşam tabiatın muhteşem etkisinde eve dönüyoruz. Ertesi gün Aleksey’in işi çıkıyor. Ben ‘şehri gezer, seni ararım’ diyor, meydana geliyorum. Altaistika Enstitüsü

Meydanın hemen yanında Altaysk şehrinde Altay dillerini araştıran Altaistika Enstitüsü var. Surazakov Altaistika Enstitüsü olarak adlandırılıyor. Enstitüye uğruyor ve orada genç akademisyenlerden bilgi alıyor, enstitünün tarihi üzerine konuşuyoruz. Türkiye’den olduğumu öğrenince ilgi gösteriyorlar. 1952 yılında kurulan enstitüde birçok ilmî çalışma yayımlanmış. Baskakov Altaylıları Oyrot olarak isimlendirmiş. 1949 yılında Oyrot-Orus (Oyrotça-Rusça) Sözlüğü’nü yayımlamış. 1964 yılında Orus-Altay (Rusça-Altayca) Sözlüğü basılmış. Ayrıca Altayların folklorunun en canlı örneklerini taşıyan 14 cilt olarak Altay Batırlar Destanları yayımlanmış. Türk dillerinden biri olan Altay dili çok zengin ağızlara sahip. Güney ağızlarında Altay kiji ağzı, Telengit ağzı ve Teleüt ağzı; kuzey ağızlarında Toba, Çalhantı ve Kumandı ağızları var. Yazı dillerini soruyorum. Genç akademisyen arkadaş, “Onguday, Şabalin

bölgesinde konuşulan güney ağızlarından Altay kiji ağzını kullanıyoruz.” diyor. Alıp Manaş Destanı

Altaylar’ın destanı Alıp Manaş. En büyük destancılardan Ulagaşev, destanı Toba ağzıyla söylemiş. Enstitüde bu destan üzerine de çalışmalar var. Burada doğunun muhteşem doğasının içinde insanlığın tecrübesinin aktarıldığı folklor eserleri, gizli hazineler üzerine yoğunlaşıyorum. Kendimi Hindistan’da gizli hazinelere ulaşan seyyahlar gibi hissediyorum bir an. Alıp Manaş destanında Altaylıların masalları, şiirleri, felsefeleri kısaca halkın irfanına ulaşma imkânı var. Halk edebiyatçılar tarafından incelenecek önemli eserlerden biri.

Altay’da Şamanlık

Altaylarda Şamanlık yaşayan bir inanç; 1900’lü yıllarda Altay’da çok yaygınmış. 1905 yılında tarihe “Sobıtıye Nareke Teren” (Derin Nehrindeki Olaylar) olarak geçen trajedi yaşanmış. Uskan bölgesindeki Derin Nehri kenarına bütün Şaman ve kamları toplayarak kurşuna dizmişler ve sonra yakmışlar. Bu olaydan sonra Şamanlar, kamlar Ruslardan çok korkmuşlar ve gizli gizli Şamanlık yapmaya başlamışlar. Sovyet döneminde iyice gizlenmişler. Son yıllarda Altay’da Şamanlık çok canlanmış. İnsanlar her türlü problemlerle Şamanların yanına gelmeye başlamışlar. Hastalar, malı davarı kaybolanlar, günlük problemlerle yanına varıp onlardan şifa diliyorlarmış. Şaman hastaları iyileştiriyormuş.

47

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Oraya giderken ardıç, süt, Altay yemeklerinden bogorsak, talkan götürüyorlarmış. Her şeyden çift olması gerekiyormuş. Asırlarca öncesine dayanan bu inanç bugün hâlâ halkın hafızasında yaşıyor. Genetik hafıza çok canlı şekilde kültürü de etkilemeye devam ediyor. Ressam Çoros Gurkin

Şehirde gezerken bir heykele rastlıyorum. Omzunda uzun paltosuyla muazzam bir duruşu var heykelin. Çok heybetli görünüyor. Oradaki parka oturuyorum. Yanımda oturan bayandan heykelin kim olduğunu soruyorum. Bana birçok şey anlatıyor. Daha sonra gidip Çoros Gurkin hakkında kitaplara bakıyorum. Altay Cumhuriyeti’nde Şabadin bölgesinde yaşayan Bayat boyundan olan Çoros Gurkin çok meşhur bir ressam. Sankt Petersburg’da Şışkin’den resim dersleri almış. Çoros Gurkin’in iki meşhur tablosu var. Onun en meşhur tablosu “Kan Altay” (Han Altay). İki tabloda da sembollerle Altay’ın tarihi anlatılmış. Rus sanat eleştirmenleri iki tablodaki sembol ve felsefeleri çözmüşler. Sadece ressam olmayan önemli bir aydın, önemli bir devlet adamı olan Gurkin siyasetle de yakından ilgilenmiş. Karakurum Cumhuriyeti’ni kurmak istemiş. Japon casusluğuyla suçlanarak tutuklanmış ve kurşuna dizilmiş. Çoros Gurkin’in birçok tablosu var. Türk dünyası sanat tarihinin içerisinde yer alacak önemli çalışmalara imza atmış. Onun tablolarından mutlaka bir sergi

açılmalı. Türkiye’de Türk halklarının sanatını inceleyen sanat eleştirmenlerinin gözden kaçırmaması gereken biri Çoros Gurkin. Altaylar’a Veda

Rüya gibi dokuz gün geçiriyorum. Artık veda zamanı geliyor, otogara gidiyorum. Orada taksicilerle konuşuyorum. Altayların güneyinde, Moğolistan’ın kuzeyinde Bayan Ölgiy ve etrafında Kazak köyleri var. Taksici Kazak çıkıyor. Rusça yerine Kazakça konuşmaya başlıyoruz. Arabamız güneye Moğolistan’a doğru hareket ederken hafızamda anılar canlanıyor. Arabada Kazak şoför Erjan, iki Altaylı, bir de Rus var. Kıvrılan yollarda arabamız süratle ilerliyor. Virajlara çok hızlı giriyoruz. Onguday bölgesini geçtiğimizde Erjan arabanın küçük bilgisayarına flaş belleğini takıyor ve bir film açıyor. İlk yazılardan sonra yıllar önce izlediğim bir film olduğunu görüyorum. Kazakların meşhur “Rekitir” filmi. Kazak Film tarafından çekilmiş “Rekitir” filmine Kazakistan’dan binlerce kilometre uzakta rastlıyorum. Aklıma Rus sanatçılardan Mihail Sinelnikov’un “Kültür Sınır Tanımaz” başlıklı yazısı geliyor. Kültür sınır tanımıyor. Hayat sanki bir rüya gibi bir gün önce yaşadığını sanki yaşamamış gibisin. İnsan sonsuzluğun içerisinde kendi nasibini topluyor. ‘Buralara gelmek nasipte varmış’ diyor şükrediyorum. Arabamız yüksek dağların arasında hızla ilerlerken gözlerim kapanıyor. Uykuya mağlup oluyor, uyku karanlığının içinde yok oluyorum. ■

48

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


'Gel çek bu ayrılığı Gör nece üreg dağlar' SUPHİ SAATÇİ

Kerkük’e yolculuk

Kerkük’ün eski değerlerinden, dost meclislerimizin şakrak bülbüllerinden, mülaki olduğumuz ahbaplardan, birlikte oynadığımız mahalle arkadaşlarımızdan eser yoktu. En büyük üzüntümüz sevdiklerimizin olmayışı idi. Kerkük aşkı ile bütünleşen, anıları ile hemhâl olduğumuz ve birlikte yaşadığımız can dostlarımızın çoğu toprak olmuştu.

Altmışlı yıllarda Türkiye’ye gelip başladığımız yükseköğrenim dönemlerimizin en heyecanlı günleri, okulların kapanması ile başlayan yaz tatilini geçirmek üzere memlekete yaptığımız seyahatlerdi. Bütün arzumuz, yıl boyu hasret kaldığımız memleketimizin kokusuna, aile ocağımıza, yemeklerimize, oradaki sevdiklerimize, arkadaşlarımıza kavuşmaktı. Hele hele yaz geceleri evlerimizin damlarında, küme küme, avuç avuç gökyüzünü kaplayan yıldızların seyri ile uykuya dalmanın tadına doyum olmazdı. Sırf bunun için, tatil günlerini iple çekerdik. Türkmen öğrencilerin en kalabalık olduğu İstanbul’dan bazen 30-40 kişi birden Haydarpaşa Garı’nda toplanırdık. Haftada iki kez (yanlış hatırlamıyorsam pazar ve perşembe günleri) kalkan İstanbul-Bağdat Toros Ekspresi’ne doluşurduk. Öğrenci gruplarımızın çoğu trenle Musul’a kadar gider, oradan karayolu ile Telafer’e, Erbil’e, Kerkük ve Tuzhurmatu’ya ulaşırdık. Sabahleyin 9.00-10.00 sularında hareket eden Toros Ekspresi’ne yetişmek için

49

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


erkenden Haydarpaşa’da hazır olmak gerekirdi. Bu seyahatlerde en kalabalık grubu da Kerküklü öğrenciler oluştururdu. Toros Ekspresi akşam 20.00 sularında Ankara’ya varınca, oradan da 15-20 dolayında Türkmen öğrenci binerdi. Böylece ekibimiz iyice zenginleşirdi. Toros Ekspresi’nde birinci, ikinci ve üçüncü derece yataklı vagonlar vardı. Bu vagonlar bize göre gayet konforlu idi. Akşamları kondüktör gelip yatakları açar, herkes pijamasını giyer yatardı. Birinci derece tek, ikinci derece iki, üçüncü derece ise üç kişilikti. Bunlarda ayrıca el yıkamak ve tıraş olmak için lavabo bile vardı. Ancak bizler hepimiz bir arada olabilmek için çoğu kez yataksız mevkide, otobüs gibi sıra sıra dizilen ve tahtadan oluşan bankolu vagonları tercih ederdik. O zamanlar henüz Irak ve Türkiye arasında uçak seyahati yoktu. Otobüs seyahatleri de hiç yapılmazdı. Zaten karayolları o tarihlerde iyi evsafta değildi. En güvenli ve konforlu seyahatler, İstanbul-Bağdat arasında çalışan Toros Ekspresi ile yapılıyordu. Kömür ile çalışan ve siyah dumanlar çıkararak yol alan bu trenlerin renkleri de kapkaraydı. Adına belki de bu yüzden kara tren denilen bu araç ile seyahatler üç gün üç gece sürerdi. Bazen uzun uzun öten bu trenin çıkardığı siyah dumanlardan herkes bir miktar nasibini alırdı; yüzümüze ve gözümüze her seyahatte siyah islerden oluşan lekeler isabet ederdi. Şimdi düşünüyorum da, üç gün üç gece seyahate nasıl tahammül etmişiz, doğrusu şaşırıyorum. Belki de birlikte seyahat etmenin verdiği heyecanla, yolun uzunluğunu ve yorgunluğunu hiç kimse umursamazdı. Yol boyunca çeşitli oyunlar, fıkralar ve şakalaşmalar yanında, bazen bağlama, ud veya cümbüş, bir de darbuka eşliğinde türkü ve hoyratlar okunurdu. Her zaman da aramızda mutlaka sesi güzel olan arkadaşlar olurdu. Bazen de koro hâlinde hem türküler hem de Türk sanat müziği şarkılarından fasıl yapılırdı. Uykusu gelen arkadaşlar, bankolara uzanıp demlenirlerdi. Ancak uyku ne gezer; oyunlar, türküler, gürültü ve şamata arasında uyumanın imkânı olmazdı. Havaların sıcaklığından dolayı trenin bütün pencereleri sonuna kadar açık vaziyette yol

alınırdı. Gündüzün bozkır sıcağından sonra, demir gıcırtıları ve gürültüleri arasında ilerleyen katarımızın içine, geceleri püfür püfür esen serin rüzgârı doluştukça, gözümüz gönlümüz açılırdı. Anadolu coğrafyasının en sıcak bölgesini oluşturan Suriye ve Irak sınırları arasında bazen ıssız bir yerde sakin duran trenin penceresinden dışarıya bakarken koyu ve katran gibi zifiri karanlık bile görülmeye değerdi. Hele bir de her zaman açık olan gökyüzüne baktığınızda, en gizemli ve en çekici görüntüsü ile karşılaşırdık. Gökyüzünde pırıl pırıl ışıldayan, simsiyah bir fonda parlayan yıldızların seyrine doyum olmazdı. Bu manzarayı ışıklı şehirlerin gecelerinde görmek mümkün olmadığı için, pek çok insan bu manzaranın etkisini hayal ederek anlayamaz. Tren yol boyunca geçilen bazı ana istasyonlarda kısa süre durur ve hareket ederdi. Ancak kimi istasyonlarda, mesela Gaziantep’in Fevzipaşa kasabasında bazen çok uzun süre beklerdi. Orada trenin birkaç vagonu açılır ve başka bir lokomotife bağlanırdı. Bu vagonlar Halep’e giderdi. Bu arada Halep’ten de Fevzipaşa’ya gelecek tren beklenirdi. Tren erken gelirse Toros Ekspresi’ne bağlanır ve yola devam edilirdi. Bu süre zarfında bizler de beklemek zorundaydık. Kasabayı dolaşır, vakit geçirirdik. Fevzipaşa küçük bir kasaba olduğu için, tren istasyonu buraya büyük bir canlılık kazandırmıştı. Tren yolu açıldıktan sonra burası Gaziantep, Malatya ve Halep gibi gelişmiş kentlerin yol kavşağında yer alan önemli bir demiryolu ağının ulaşım merkezi olmuştu. Kasabada büyük bir çınar ağacının yanında güzel köy kahveleri vardı. Serinde otururken hem çaylarımızı içer hem de domino ile aznif veya tavla oynardık. Bazen de oyunlarımızı ve sohbetlerimizi bu kahvelerde sürdürür, yörenin kebaplarını yerdik. Bir seferinde hiç unutmam, tren 6-7 saat rötar yapınca Fevzipaşa’nın yazlık tek açık hava sinemasında Türk filmi seyretmiştik. Trenin hareket saati yaklaşınca düdüğünü uzun uzun öttürürdü. Kasabanın tamamında rahatlıkla duyulan bu sesle yolcular toparlanır, trene binerlerdi. Suriye-Irak sınırına paralel giden tren Irak

50

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


sınırına gelince Tel-Köçek İstasyonu’nda Telaferli arkadaşlarımız inerdi. Burası Telafer’e 70 km uzaklıkta idi. Telaferli öğrenciler bazen Hukne veya Kesik (Köprü) İstasyonlarında inerlerdi. Buradan Telafer’e mesafe 20-30 km idi. Pikaplarla buraya gelen öğrencilerin akraba ve yakınları, onları alır Telafer’e karayolu ile götürürlerdi. Bu arkadaşlar İstanbul’dan ailelerine telgraflarla geleceklerini bildirdikleri için, onların aileleri bu istasyonlarda beklerlerdi. Yoluna devam eden Toros Ekspresi geç saatlerde Musul’a varırdı. Aslında gece yarısına doğru saat 23.00’te ulaşması gerekirken, bazen sabaha doğru 02.00-03.00 sularında vardığı olurdu. Bu durumlarda sabaha kadar bekler, gün ağardıktan sonra Erbil’e ve Kerkük’e doğru taksilerle yola koyulurduk. O zamanlar kuzeyde terör olayları olduğu için, karanlık çökünce Musul-Kerkük karayolu kapanır, kontrol noktalarında yolculuğa müsaade edilmezdi. Sadece gündüzleri yola çıkılmasına izin verilirdi. Bazı arkadaşlar, özledikleri Kerkük kelle küpesini tatmak için, Musul’da erken saatlerde açılan kelle paça lokantalarına giderdi. Bir seferinde ben de Musul’da yemiştim. Fakat Kerkük kelle küpesinin tadını vermediği için, bu işe bir daha heveslenmedim. Nasıl olsa Kerkük’e yaklaşmışız, artık herkesin ailesi, Türkiye’den gelen çocuklarının özledikleri yemekleri yaparlardı. Yolculuğumuz Musul’dan itibaren karayolu ile devam ederdi. Yolculuğun giderek daha çok heyecan veren bölümü başlamıştır artık. Önce güzelim Türkmen şehri Erbil’in tarihî Kalesi ile selamlaşırdık. Erbil Atabeyi Muzaffereddin Gökbörü döneminden kalma tuğla desenli Çöl Minaresi’ne ‘merhaba’ demeden olmazdı. Erbil’den geçtikten sonra Küçük Zap suyu üzerinde yer alan Türkmen kasabası Altunköprü’de mutlaka mola verilirdi. Buradaki en büyük keyfimiz, yörede ‘çinni’ denilen sırlı toprak kâselerde içine buz parçaları konan ve koyun yoğurdundan yapılan soğuk ayranları kafamıza dikmekti. Altunköprü’den itibaren Kerkük’e kavuşma heyecanı başlardı. Azıcık engebeli ve alçacık tepeli yolları aştıktan sonra Kerkük’e yaklaştığımızı, petrol şirketinin atık gazlarının ya-

nan lavlarından anlamak mümkündü. Böylece Kerkük’e kavuşma heyecanımız doruk noktaya çıkardı. İşte karşımızda bütün güzelliğiyle ve bütün ihtişamıyla Türkmen yurdu Kerkük… Sıla Kerkük

Çocukluğumuzun cennetine, aşkımıza, sevdamıza, annemize ve babamıza, kardeşlerimize, mahalle ve okul arkadaşlarımıza kavuşuyoruz artık. Kerkük’ün tarihî kalesi, anıtları, mahalleleri ve sokakları ile bizim olan, bizden olan mübarek ve aziz kentimiz… Hasasu Irmağı’nın ikiye böldüğü Kerkük’ün önce Korya Yakası’na girilirdi. Ahmet Ağa Kahvesi, Korya Bazarı, Cirit Meydanı, Osmanlı padişahı Sultan Abdülaziz’in hatırası, Aziziye de denilen Kerkük Kışlası, Mecidiye Bahçesi, Bayat Kahvesi, Atlas Caddesi ve Sineması gezdiğimiz, dolaştığımız oturduğumuz yerler… Buradan köprü üzerinden geçilen ve tarihî kalenin de yer aldığı Eski Yaka… Kerkük’ün en eski dokusunun oluştuğu mahalleler, Aşağı Bazar (çarşı) veya Büyük Bazar, kazancılar, yemeniciler, helvacılar ve diğer esnaf dükkânları, ‘Kayseri’ denilen kapalı çarşılar, hanlar, hamamlar, kahveler, Kırdarlar Camii, Nakışlı Minare Camii ve mescitler, hamamlar, geleneksel Kerkük evlerinin yer aldığı semtler, oynadığımız sokaklar buradadır. Çay mahallesi, Musalla, Çukur ve Piryâdî Mahalleleri, Aslan Yuvası Kahvesi ve her şey önümüzde. Hepsi dost ve aşina yüzler, duyduğumuz birbirinden tatlı sözler arasında, adım başı selamlaşarak, hâl hatır sorarak dolaştığımız, alışveriş yaptığımız çarşı pazar esnafı arasındayız. Yaz mevsimi çarşıya gelen meyve ve sebzelerin sadece manzarası bile insanı doyurur bollukta idi. Evlere sandıklar dolusu kokulu kavunlar alınırdı. Kahvaltıdan önce herkes ayaküstü bir iki kavun atıştırırdı. Bu kadar yıl önce yediğim bu kavunların tadını hâlâ unutamadığımı itirafa etmeliyim. Bal lezzetindeki incirler sepetler içinde gelirdi. Bazen 30-40 kiloyu bulan karpuzlarla fotoğraf çekenler olurdu. Büyük bakraçlar veya kazanlarda satılan 10-15 kilo ağırlığında koyun yoğurtlarını, tepsiler içinde

51

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


sunulan gâmış (kömüş, manda) kaymağını satın almak üzere, sabahleyin saat 9-10’da çarşıya gelenler avuçlarını yalarlardı. Sabahın gün ağarmasıyla birlikte çarşıya dolan mallardan saat 11.00’de eser kalmazdı. Erken kalkanların rızkı bol olur hikmetine ben de inanan biriyim. Bunu Kerkük çarşılarında dolaşınca hissedebilirsiniz. Akşamları eski okul arkadaşları ile buluşurduk. Ortaokulda, lisede beraber okuduğumuz veya mahalleden olan arkadaşlarımızla buluşmak için, yazın gündüz sıcaklarının geçmesi ve akşam serinliğinin başlaması ile birlikte dışarı fırlardık. Akşam programlarımız hep aynıydı. Erkekler akşamları dışarıda bir şeyler atıştırırlardı. Biz de malum program gereği akşam ya Seyid Aziz’de veya Nevzat Sandviççi’de mönümüzü alırdık. Kıymalı, patates çaplı yahut rost (rosto) denilen sandviç ile kola en büyük konforumuzdu. Ardından arkadaşlarla yazlık sinemalarda oynayan en yeni Amerikan filmlerini seyrederdik. Yeni bir film yoksa Bayat Kahvesi’nin yine yazlık kısmında veya Aslan Yuvası’nın arka bahçesinde arkadaşlarla oyun oynardık. Yaz gecelerinin sohbetleri geç saatlere kadar sürerdi. Kimse eve gitmek istemezdi. Arkadaşlarla eski günlerimizi konuşur, vakit geçirirdik. Lise çağlarında okul dönüşü bisiklet turlarımızı hatırlardık. Kız liselerinin etrafında da bazen bir iki tur atılırdı. Her arkadaşın malum bir sevgilisi vardı. Galip Erdem ağabeyin tabiriyle henüz aklın başta olmadığı o çağlarda, romantik hayal içinde yaşayan, sevgili diye seçtiği kızla henüz bir kelime konuşmadan âşık olup bulutların üzerinde yüzen, uyanık geçinen saf ve temiz pek çok arkadaşımız vardı. Lise çağlarındaki kızlar ise, galiba erkeklerden daha akıllı ve uyanıktı. Öyle kaş göz arasında gönül veren, ama zinhar yüz vermeyen kızların bir kısmı, bazı arkadaşlarımızı deli abdala çeviren cins tiplerdi. Herkesin bir ‘hubbu’ vardı. Arapça olan bu kelime ‘sevgilisi’ anlamına gelirdi. Çoğu hayalî aşk hikâyeleri yüzünden kahvelerde geç saatlere kadar vakit geçirirdik. Gecenin ıssızlığı içinde hoparlörlerden yayılan Zeki Müren şarkıları da işin tuzu biberi olurdu. Şarkılar aşk senaryolarını müzikallere dönüştü-

rürdü: Uzun yıllar bekledim hakikat oldu rüyam Koklamaya kıyamam benim güzel manolyam veya, Rüzgârlara kapılmış kuru yaprak misali Gözlerimden gitmiyor nazlı yârin hayali Gurbet gurbet Gurbet yolu Hasret dolu Ah gurbet gurbet Yalnızım bu ellerde içim hasret doludur Kimsesizim dertliyim yolum gurbet yoludur Gurbet gurbet … Dertli âşık ne diyebilir ki, Abdullah Yüce’nin şarkısından başka: Hiç mi gülmeyecek benim de yüzüm? Türkçeye hasret olduğumuz için Türkiye’den gelen plak ve bantları dinlemek hoşumuza giderdi. Abdullah Yüce, Müzeyyen Senar, Muzaffer Akgün ve Nezahat Bayram’ın okudukları parçalar, yaz gecelerimizin sessizliğini dolduran ezgilerdi. Bir de Abdülvahit Küzecioğlu’nun davudi sesiyle karanlığı yırtan segâh gazeli ve ardından Beşirî hoyratları dinlemek kime nasip olabilir: Şu vadi-yi âlemde garibem vatanım yok Böyle bir şehirde saatlerin, günlerin nasıl geçtiğini anlamak ve böyle bir şehre doymak mümkün mü? Kerkük Katliamı’nın patlak verdiği 14 Temmuz 1959’dan sonra, romantik aşk sohbetleri, yerini yavaş yavaş milliyetçik mücadelesine hazırlanma sohbetlerine bıraktı. Lisenin ilk yıllarında Kerkük’te başlayan etnik çatışmalardan dolayı gündemimizi, gece gündüz memleket meseleleri ve Kerkük aşkı oluşturmaya başladı. Artık aşk ve merakımız hubb-i vatana (vatan aşkına, vatan sevgisine) dönüştü.

52

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Bu sebepten dolayı sohbet ve görüşmelerimizi millî meselelere hasretmeye başladık. Türkmenlerin millî davasını gütmek için, ciddi fikir ve düşünce kitaplarını okuyor ve kendi aramızda tartışıyorduk. Namık Kemal, Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Hüseyin Namık Orkun, Nihal Atsız ve Arif Nihat Asya gibi vatan, millet ve bayrak sevgisi aşılayan şair, yazar, düşünür ve tarihçilerin eserleriyle besleniyorduk. Ayrıca yaşça bizden büyük olan edebiyat ve fikir adamları ile görüşüp sohbet ediyor ve bunlardan yararlanmaya çalışıyorduk. Bu arada milliyetçilik meseleleri ile ilgili beynimizi meşgul eden hususları konuşup tartışıyorduk. Şehrimizde millî ve manevi gıdalarımızı sağlayan ağabeylerimiz vardı. Kerkük’te irşat sohbetleri

Türkiye’ye geldikten sonra da, Kerkük’e her gidişimizde değerli edebiyatçı ve vatansever büyüklerimizin bizi irşat eden sohbetlerine koşardık. Ayrıca Kerkük o tarihlerde kıymetli şahsiyetlere sahipti. Onların sohbetleri ve edebî görüşleri pek cazibeli idi. Görüştüğümüz bu şahsiyetler arasında Esat Naib, Tevfik Celal Orhan, Abdülhakim Mustafa Rejioğlu, Reşit Kâzım Beyatlı, İzzettin Abdi Beyatlı, Ata Terzibaşı, Mustafa Gökkaya, Ali Marufoğlu ve Hayrullah Bellev gibi değerli şair yazarlar ilk akla gelen isimlerdi. Kerkük’ün, Kifri ve Tuzhurmatu’nun yetiştirdiği bu şahsiyetlerden konuşma ve tartışma adabı ve görgüleri öğrenme fırsatımız olurdu. Kerkük’ün bilinen bu kültür adamlarının kendilerine göre sohbet toplulukları ve yerleri vardı. Öncelikle Ata Terzibaşı’nın Mecidiye Kahvesi’nin bitişiğindeki avukatlık yazıhanesi, başlıca edebiyatçıların uğrak yeri idi. Atlas Caddesi’nde ise pek çok edebiyat sohbetlerinin yapıldığı merkezler vardı. Bunlar Atlas Garajı’nda Celil Saatçi’nin çalışma bürosu, en çok okul müdürleri, öğretmenler ve birçok entelektüelin oturduğu adına önceleri 14 Temmuz Kahvesi ve daha sonra Sadi Çayhanesi olan kahvede sohbetler olurdu. Yine Atlas Caddesi’nde Bayat Kahvesi, Mehmet İzzet Hattat’ın hat ve resim atölyesi ve

Mustafa Gökkaya’nın dükkânı gibi merkezler, edebî sohbetlerin, çeşitli memleket meselelerinin konuşulup tartışıldığı yerlerdi. Bu kuşaktan sonra gelen kuşağa mensup daha birçok öğretmen, yazarçizer sanatçı dostlar, sohbet ehli entelektüel kişiler de alt grupları oluştururdu. Edebiyat toplulukları arasında edebî tenkit, hitap ve bazen karşılıklı mütalaanın en güzel örneklerine bu dost meclislerinde tanık olmak mümkündü. Kerkük’ün bu doyumsuz ortamında görmeye alıştığımız arkadaşlarımız da, gerçekten memleketimizin kimliğini zenginleştiren birer renklerdi. Değerli insanlarla mülaki olmak, vatanla bütünleşmek anlamına gelirdi. Dikta rejimi yüzünden uzun yıllar Kerkük’ten cüda kalmak, bizim için büyük üzüntü ve elem kaynağı olmuştu. 2003 yılında devrilen dikta rejiminden sonra, ilk işimiz hasretiyle kavrulduğumuz memleketimizi ziyaret etmek oldu. Daha sonra da birkaç kez sıla özlemini gidermek ve yine Kerkük’e kavuşmak heyecanını yaşamağı yüce Allah bizlere nasip eyledi. Kerkük’ü gezerken, sokaklarını dolaşırken, eski mekânları ziyaret ederken, hep burnumuzun direği sızlardı. Ter ü taze olarak bıraktığımız sevgilinin saçları ağarmış ve dişleri dökülmüştü. Hem de bastona yaslanarak yürüyen bir Kerkük’ü görmek, elbette ki elem verici idi. Ancak Kerkük bizim için yine de bütün güzelliğiyle Kerkük’tü. Çünkü o içimizde hâlâ taze bir yâr idi; onun sevgisi hüznümüzü de, burukluğumuzu da giderecek güçte idi. Ne var ki Kerkük’ün eski değerlerinden, dost meclislerimizin şakrak bülbüllerinden, mülaki olduğumuz ahbaplardan, birlikte oynadığımız mahalle arkadaşlarımızdan eser yoktu. En büyük üzüntümüz sevdiklerimizin olmayışı idi. Kerkük aşkı ile bütünleşen, anıları ile hemhâl olduğumuz ve birlikte yaşadığımız can dostlarımızın çoğu toprak olmuştu. Musullu Hafız Basiri sanki bizim için söylemiş:

53

“Vatanın zevki mülakat-ı ehibba iledir Bi-mülakat-ı ehibba vatanı neyleyeyim”■

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Seyahatname veya gezi notları üstüne MEHMET KURTOĞLU

E

dward Said, Oryantalizm adlı eserinde son iki yüz içerisinde Batı’da, Doğu üzerine altmış bin eser yazıldığını belirtir. Said’in bahsettiği altmış bin eserin büyük bölümü seyahatnamelere aittir. 17. yüzyıldan itibaren Batılıların elçi, ajan, tüccar kılığına girip, bizzat gezip görerek kaleme aldıkları bu eserler, bir yandan Doğu’yu tanımaya yardımcı olmuş diğer yandan eşsiz kaynaklar oluşturmuştur. Osmanlı İmparatorluğunun düşüşe geçtiği dönemde seyahatnameler daha çok istihbarı bağlamda kaleme alınmış, Cemil Meriç bu durumu “sömürgeciliğin keşif kolu” olarak tanımlamıştır. Şarkiyatçılık da zamanla Oryantalizm adıyla bir ilim dalına dönüşmüştür. Seyahatnameler, yalnızca siyasi ve istihbarı bağlamda değil, aynı zamanda edebiyat, tarih, sosyoloji, folklor ve şehir tarihi gibi sosyal ilimlerde başvurulacak önemli kaynaklar oluşturmuştur. Günümüzde kitle iletişim araçları ve ulaşımın hız kazanması insanların seyahat etmesini kolaylaştırmış, bunun sonucu olarak gezi kitaplarının artmasına yol açmıştır. Bu artış aynı zamanda yüzeyselliği beraberinde getirmiştir. Öyle ki gezi yazılarını düşünce ve duyguyu katmadan kaleme alan yazarlar, yazdıklarının bir seyahatname olduğu vehmine kapılmışlardır. Oysa seyahatname sadece gördüklerini yazmak demek değildir. Şehri yahut bir ülkeyi yazarken, onu içselleştirmek, gözlemlerini akıl ve duyguyla yoğurarak kaleme almaktır. En önemlisi de bir şehre, bir esere nasıl bakılması gerektiğini bilmektir. İtalo Calvino “Herkesin bir ilk şehri vardır.” der. Ve herkes bu ilk şehirden hareketle diğer şehir ve ülkeleri tanımlar, tasvir eder. Eğer kıstas alacağı-

nız bir ilk şehriniz yoksa başka şehirleri yazmanız mümkün değildir. Çünkü seyahat yazısı da olsa, şehir bilinci taşımanız, daha doğrusu şehrin künhüne varmış olmanız gerekir ki, ancak gezip gördüğünüz şehirleri anlamlandırabilesiniz. Birkaç günlük bir gezide elbette derinlikli, şehri tanımlayıcı yazılar kaleme alınamaz. Ama az buçuk şehir okuması yapmış ve kendine nirengi olarak bir ilk şehir seçmiş olanlar, gezip gördüğü şehri daha çabuk kavrar, daha kolay yazar. Hatta mekân ve sosyal hayat üzerine daha derinlikli tanımlamalar yapabilir. Bir seyahat kitabı onu kaleme alanın bilgi, birikim, duygu ve düşüncesiyle orantılıdır. Günümüzde kaleme alınan gezi kitaplarına bakıldığında bunların geçmişte yazılan seyahatnameleri bire bir karşılamadığını, eskilere nazaran yavan kaldığını görürsünüz. Bunun nedeni hızlı ulaşım, bilgi ve birikim eksikliği ve önceden o şehir üzerine okumaların yapılmamış olmasıdır. Zira bilgi, birikim eksikliği şehrin doğru kavranması, hızlı ulaşım ve seyahat ise şehrin içselleşmesi önünde en büyük engeldir. Eskiler ağır işleyen bir zaman içerisinde gezip gördükleri mekânları soluyarak, içselleştirerek kaleme alırken, yeniler hızlı bir şekilde tıpkı bir film şeridi gibi hızla bakıp geçerler. Bu bakmak ve görmek gibidir. Bir şeye bakabilirsiniz ama onu görmek başka bir şeydir. Bir de gördüğünüz şeyi nasıl anlattığınız veya tanımladığınız önemlidir. Özellikle edebiyat eserlerinde anlatım ve üslup önemlidir, yazarın özgünlüğünü ortaya koyar. Bunu Andre Gide’nin “Önem bakışında olsun, baktığın şeyde değil.” sözüyle açıklayabiliriz. Bir seyahatnameyi önemli ve özel kılan, nasıl bakıldığı ve kaleme alındığıdır. Ünlü seyyahı54

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


mız Evliya Çelebi’nin seyahatnamesini önemli ve özel kılan anlattığı şehirler kadar nasıl anlattığıdır. Evliya Çelebi, gittiği her şehirde şehrin valileri tarafından karşılanmış, büyük ihtimalle şehir ile ilgili bilgiler ilk elden ona sunulmuştur. Ama buna rağmen Evliya, çarşı ve pazarlarda insanlar arasında dolaşıp efsanelerini dinlemiş, tarihî mekânları ziyaret ederek ölçüp biçmiş, en önemlisi de gezip gördüğü her şehre veya mekâna güzel bir sıfat yakıştırmıştır. Onun gezip gördüğü şehirlere bir sıfat yakıştırması, şehri içselleştirdiğinin bir göstergesidir. Çünkü şehri tanımayan şehre sıfat yakıştıramaz. Bursa’nın yeşil ve sulak bir şehir olmasından dolayı “Velhasıl Bursa sudan ibarettir.” demiş ardından evliyalarından dolayı da “ruhaniyetli şehir” diye tanımlamıştır. Ankara Kalesi’ni bir gemiye, Urfa Kalesi’nin etrafındaki hendekleri cehennem çukuruna benzetmiştir. Halep’i “Peygamberler Nazargâhı”, Mısır’ı “Ümmü Dünya”, Urfa’yı “İbrahimin Nazargâhı” diye sıfatlandırmıştır. Evliya’nın şehir ve mekânlara yakıştırdığı bu sıfatlar, aynı zamanda o şehirlere nasıl baktığının bir göstergesidir. Seyahatname/gezi notları kaleme alınırken dikkat edilmesi gereken hususlar vardır. Bir defa büyük ve usta sanatçılar şehre nasıl bakmış, şehri nasıl okumuşlar diye merak edip, bu alanda yayınlanmış ve klasikleşmiş kitapları okumak gerekir. Örneğin Ahmet Rasim’in İstanbul’u anlatan Şehir Mektupları, Abdülhak Şinasi Hisar’ın Boğaziçi’ni konu alan kitapları, Yahya Kemal’in nesir ve şiirleri, Tanpınar’ın Beş Şehri, İtalo Calvino’nun Görünmez Kentler adlı eseri bu bağlamda okunması gereken ciddi kitaplardır. Bugün Türkiye’de şehir denildiğinde ilk akla gelen isim Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. Çünkü Tanpınar, yaşadığı şehirleri kaleme alırken, şehri değil, şehrin kendinde çağrıştırdığını anlatmıştır. Tanpınar’ın şehirleri anlatırken Evliya Çelebi’ye, Andre Gide’ye, Moltke’ye, Lamartine’ye, Pier Loti’ye, Barres’e göndermeler yapması anlamlıdır. Öyle ki, Ankara Kalesi’ni Tanpınar’dan önce Evliya Çelebi bir gemiye benzetmiştir. Tanpınar, Evliya’nın seyahatnamesinden ilhamlar ancak yeni metinler üretmiştir. Beş Şehir, Tanpınar’ın eserinde yeniden inşa edilmiştir. Tıpkı Evliya Çelebi’nin yaptığı gibi, şehirlere güzel sıfatlar yakıştırmış, “Ankara’yı muharip”, Konya’yı “Bozkırın Çocuğu”, Erzurum’u “kendi âleminde yaşayan şehir”, Bursa’yı “muayyen bir devrin malı”, İstanbul’u “sürpriz peyzajların

şehri” olarak tanımlamıştır. Tanpınar, öylesine güzel tanımlamalar yapmıştır ki, bu şehirler onun tahayyülüyle anılır olmuştur. Seyahatnamelerde bu denli derinlikli ve isabetli tanım ve tespitler yapmak mümkün değildir. Ama bu donanım ve duygularla şehre, şehirlere yaklaştığınızda şehirler kendilerini size açar, belki de içinde yaşayan insanlarına nasip olmayan nazarlar kazandırır. Zira seyahatnamelerin şehir tarihi açısından en önemli yanı, şehre dışarıdan bakmayı öğretmesidir. Şehirler içindekilere farklı dışındakilere farklı görünür. Seyahat yazılarında gezip gördüğünüz yerler kadar, o yerlerin insanlarıyla kurduğunuz temas da önemlidir. Özellikle kendi gözlemleriniz yanında o şehrin yaşayanlarının şehir hakkındaki kanaatleri önemli yer tutar. Avrupalı seyyahlar gezip gördükleri şehirlerin tarihî mekânlarının gravür ve fotoğraflarını çekmiş, kitabelerini kayıt altına almış ve o şehrin kaynak kişileriyle görüşmüşlerdir. Bu kaynak kişilerin bazen şehrin ileri gelen bir yetkilisi bazen bir cami imamı veya bir kilise papazıdır. Hiç bilmediğiniz tanımadığınız bir şehri gezerken, o şehir hakkında özgün bilgileri kaynak kişilerine ulaşarak elde edebilirsiniz ancak. Kaynak kişiler şehir hakkında kırk elli yıllık birikimlerini kısa bir süre içinde size anlatırlar. Yıllarca kalıp elde edemeyeceğiniz bilgileri bu kaynak kişiler vasıtasıyla bir anda elde eder, şehrin ruhuna daha kolay sirayet edebilirsiniz. Günümüzde birkaç günlük gezi sonucu kaleme alınan gezi yazıları, bir seyahatname olmaktan daha çok bir fotoğraf çekmeye benzer… Ünlü Alman General Moltke, Türkiye Mektupları’nda gezip gördüğü yerleri anlatırken, daha çok kalelere dikkat kesilir, şehirlerin krokilerini çizer. Örneğin bir kaleden bahsederken, onun güzelliğinden değil de güçlü olup olmaması üzerinde durur. Moltke’nin mektuplarında anlattıklarına bakıldığında askerî bir bakış hemen hissedilir. Bir gezginin yahut seyyahın mesleği beslendiği kaynakları gözlemlerini etkiler. Bir mekânı yüzlerce kişi anlatabilir ama herkesin bakışı ve anlatışı farklıdır. Bunu seyahatnamelerde de görürüz: Seyyahlar genellikle kadim şehirlerin meşhur mekânlarına takılıp kalırlar. Ama tasvir edilen mekânların anlatıcıdan anlatıcıya değiştiğini görürüz. Farklılık gerçekte seyyahın bakışından kaynaklanır. Olması gereken şey de budur. Bu yüzden gezi yazıları duygu ve düşünceyle yoğrulmalıdır ki özgün olsun. Zira onları önemli, özel ve farklı kılan da budur…■

55

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Mukaddes topraklara yolculuk NECATİ KANTER

1 Nisan 2014

Saat sabahın 10’u. Yüzlerde Allah Resulünün yaşadığı zamana doğru yola çıkmış olmanın heyecanı. Ona ve onun yaşadığı topraklara gidiyoruz. Hz. Peygambere, arkadaşlarına, ehli beyt’in bağrında yattığı yerlere… Hz. Âdem’den itibaren ulu’ul-azm peygamberlerin Allah’a bağlılık ve teslimiyetine tanık olan kutsal topraklara ayak basmaya ve bu topraklara yüz sürmeye… Kur’an’da “Allah’ın koyduğu dini işaret ve nişandır” olarak tavsif edilen manevi iklimlerden nasiplenmek, Asr-ı Saadet Müslümanlarının yaşadığı yerleri gezmek, Allah’ın Resulünü kitaplarda aktarılan bilgilerin ötesinde sanki onu bizzat görerek imanımızı ve ikrarımızı tazelemiş olmanın sevincini yaşamaya... Elazığ Havaalanı’nda aptes alınıp güzel kokular sürünüp ihrama giriyoruz. Kılınan iki rekât namazın ardından T.H.Y. uçağına biniyoruz. Yönümüz kutsalların en kutsalı olan Mekke. Genç rehberimiz, Müslümanların kıblesi Kâbe’nin bulunduğu ve hac ile umre ibadetinin yerine getirildiği Mekke’de yer alan, her biri İslamın çeşitli ziyaret yerleri hakkında kısa ve özlü bilgiler veriyor. Bunlar arasında Mescid-i Haram ve civarı, Arafat, Mina, Müzdelife gibi mekânlar… Çeşitli mescitler, Cennet’ülmuallâ, Hıra ve Sevr Mağaraları… İslam Peygamberinin ve arkadaşlarının mücadelesini, bu süreçte yaşanmış acı ve tatlı anılarını beliğ bir ifadeyle anlatırken zamanı durdurup bin dört yüz yıl gerilere

gidiyoruz. Sonra Medine!... Hz. Peygamberin kabrini ve mescidini bünyesinde barındırması ve diğer tarihî zenginlikleri nedeniyle bütün Müslümanların ziyaret etmek istediği şehir… Medine-i Münevvere… Hac ve Umre için Mekke’ye gidenlerin mutlaka uğramaları gereken kutsal mekân… Mescid-i Nebevi, Mescid-i Kuba, Mescid-i Kıbleteyn başta olmak üzere çeşitli mescitler. Cennet’ül Baki, Uhud, Bedir ve Hendek Savaşlarının cereyan ettiği mekânlar. Mekke ile Medine ve çevresinin önemli ziyaret yerlerini anlatırken daha uçaktan inmeden o mübarek toprakların özlemi ile yanıp tutuşuyoruz. 2 Nisan

Cidde Havaalanı’na inip pasaport işlemlerimizin tamamlanmasından sonra otobüslere biniliyor. Demet demet taş evlerin önünden geçiyoruz. Kimi birkaç katlı kimi modern kapılı, bahçeli… Batı tarzı sokakların en genişinin hemen arkasında “Suk-u Kebir” in gürültülü ve telaşlı insanları, Cadillac ve Mercedes marka arabalar, develer, yöresel ve Batı tarzı giysili insanlar… Adının anlamı ‘Kadın Ata’ olan bu şehir, rivayete göre Havva Ana’nın gömülü olduğu kutsal bir mekân. Eski ile yeninin harmanlandığı bu beldeyi, tekbir, telbiye, salâvat ve ilahiler arasında terk ederken sanki bir başka âlemdeymişiz gibi şose yolun geniş siyah şeridine giriyoruz. Artık ateş gibi kayaların arasında Mekke tepelerine doğru geçen yoldayız.

56

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Mikad mahallini geçip, Harem sahasına giriyoruz. Telbiye, dua ve zikirlerle Harem-i Şerifteyiz. Lebbeyk, Allahumme lebbeyk! Lebbeyk, la şerike lek, lebbeyk! İnne’l hamde ve’n_nimete leke ve’l-mülk La şerike lek! Âdem’den Hz. Muhammet’e nebevi sesin yankılandığı şehir, Mekke! Merkezinde Kâbe’nin yer aldığı bir vadinin ortasında çukur alan, doğuda eteğinde Safa ile Merve tepelerinin bulunduğu Ebukubeys, batısında Kuaykan, güneydoğusunda Sevr, kuzeydoğusunda Hıra ve Sabir Dağlarıyla kuşatılmış. Ümmü-i Rahm, Basse, Hatme, Karye-i Kaime, Ümm’ül Kura, Beyt’ül Atik, Zu Tuva, Salah, Ma’teşe, Reas, Kadise, Taç, arş, Hatem, Harem, el Beled’ül Haram, Nassase, Ümm-i Rahman, Mescid’ül- Esma isimleriyle Kâbe ile birlikte anılan mukaddes belde. Ve karşımızda O’nun evi… Kâbe. Allah’ın birliğinin, benzersizliğinin simgesi olarak yeryüzünde yapılan ilk mabet, ilk ev. “Planı gökler ötesi âlemlerde çizilen ve inşası Nebiler eliyle gerçekleştirilen müstesna mekân. Yedi kat göğün üstünde ve arşın altında bulunan, Beyt-i Mamur, yani, “Derrah”dır onun karşılığı… Temeli Tur-i Sina, Zeytun. Lübnan, Cudi ve Hıra Dağlarından getirilen taşlarla yükseltilen, cennete ve ona duyulan özlemi sembolize eden Hacerü’l Esved aracılığıyla da cennetle ebedî bağlantısı bulunan mabet… Allah’a kulluğun nişanı, Âdem’in ve Âdemoğullarının tövbe kapısı… Nebevi tarihin başlangıç noktası… Kur’an’da Beyt, Mescid-i Haram, Ümmü’l Kura, Kâbe-i Muazzama, Müslü-

manların kıblesi, hac ibadetinin yapıldığı yer, geçici evden sonsuzluk evine giriş yolu…” Bugün milyonlarca insanın, çevresinde bir an bile durmadan tavaf ettiği bina, arzın merkezinden “Sidretü’l-Müntaha’ya kadar uzanan nurdan sütunun izdüşümü. Muhiddin İbni Arabî’nin dizeleri dökülüyor dudaklarımdan. Hangi evi anlattıysam hep senin Beyt’inden söz ediyorum Hangi güzelden söz ettiysem hep senin güzelliğinden kinayedir Kâbe’nin ötelere açık ve sımsıcak atmosferine giriyoruz. Oraya adım atar atmaz sıyrılıyoruz gündelik endişe ve telaşlarımızdan. “İlk görüldüğünde yapılan dualar kabul olunur.” muştusuyla birlikte aklımızı başımızdan alan manevi bir hâl yaşarken dillerimizden dökülen dua dilekçelerimizi gözyaşlarımızla imzalıyoruz. Kâbe’nin etrafında aheste bir nehir gibi akan insanları ve hemen üzerinde kuş suretine girmiş melekleri görüp kendimizi bir an önce nurdan ırmağa atma hevesine kapılıyoruz. Onlar, “Cennet taşı” Hacerü’l Esved’e selam verip ışığın etrafındaki kelebekler gibi tavaf ederken, insanlığın umumi mihrabının etrafında döndüklerinin bilincine varıyoruz. Niyet ediyoruz, Hacerü’l-Esved” köşesinden başlayıp usulüne uygun Kâbe’yi tavafın ardından bu miraç yolculuğunu iki rekât tavaf namazıyla taçlandırıyoruz. Kâbe’yi Hz. Âdem’in temelleri üzerine yeniden inşa eden Hz. İbrahim’in makamında namaz kılarken yüreğimiz âdeta yangın yerine dönüyor. Bu yangını söndürmek, yüreğimizi biraz olsun serinle-

57

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


tebilmek için yine cennet suyu ‘zemzem’ yetişiyor imdadımıza. Safa ile Merve tepeleri arasına ‘Sa’y’ için girdiğimizde, dünyaca ünlü Rosso Levento (Elazığ Vişnesi) mermeri ile boydan boya döşeli olduğunu görünce seviniyoruz. Bir yandan da evladını kaybetme kaygısıyla koşan bir peygamber eşinin telaşını yaşıyoruz. O telaş ve kaygıyla dolu ‘Sa’y’a karşılık olarak verilen zemzem gibi yüreğimizi ferahlatan suyu aramak, bir tepeden diğerine kâh aheste kâh koşarak atılan adım… Dillerde dua, gönüllerde heyecan ve gözlerde yaşlarla durmadan yürümek, kulluğun yaşam boyu hiç durmadan süren ‘Sa’y’ olduğunu düşünmek... Bu karmaşık duygular içinde Safa’dan başlayan ‘Sa’y’ yedinci gidişte Merve’de noktalanırken ellerimiz umutla rahmetin sonsuz kapılarına açılıyor. Tıraş olup ihramdan çıkıyoruz. Öğlen, ikindi, akşam ve yatsı namazlarından önce Harem-i Şerif’te kılınan ikişer rekât Tahiyyatül Mescit’in ardından Harem-i Şerif’te okunan Yasin-i Şerif, sureler, ayetler, aşır-ı şerifler, dualar, vakit namazları, Kâbe’yi tavaf… Ebeveynlerimiz, evladı-ı ıyalimiz, hısım akrabamız, ülkemiz ve Ümmet-i Muhammed için huşu içinde yaptığımız dualar… 3 Nisan

Gecenin bir vaktinde kalkıyoruz, aptesimizi alıp Mescid-i Haram’a varıyoruz. İki rekât namaz, ardından tavaf ve cuma namazını beklemenin yoğun duygusu içinde yaklaşık on beş metre uzaklıkta Kâbe-i Muazzama’nın karşısında tefekküre dalıyoruz. Namazdan sonra Kâbe, Kâbe kapısı, Hacer’ül esved, Makam-ı İbrahim, Altınoluk, Mültezem, Şazervan, Hicr, Kâbe örtüsü, Kâbe hizmetleri, Osmanlının Surre Alayları, Mescid-i Haram, Zemzem, Safa ve Merve ile ilgili konular hakkında bilgilendirildikten sonra Hz. Peygamberin doğduğu eve doğru yöneliyoruz. Haşim b. Abdulmenaf’a ait olan bu evin, onun vefatıyla oğlu Abdulmuttalib’e ondan oğlu Abdullah’a, ondan da Hz. Muhammet’e intikal ettiğini… Her yıl Rebiülevvel ayının 12. günü Mekke’de bulunanlarca ziyaret edilen bu kutlu evin, Osmanlı Sultanı II. Mustafa tarafından ramazan ayının 27. gecesinde Hz. Peygamberin nübüvvetini ve doğumunu kutlamak amacıyla mevlit törenlerinin düzenlemesini emrettiğini ve bunun için tahsi-

sat ayırdığını duymanın gururunu yaşıyoruz. Safa ve Merve Tepeleri arasında Sa’y yerinin tam karşısında, Mina ve Aziziye’ye giden tünelin girişine yakın bir yerde bulunan Hz. Muhammet’in dünyaya teşrif ettiği bu mekânın, 1959 yılından bu yana Mekke Kütüphanesi olarak hizmet verdiğini öğreniyoruz. Rehberimiz elindeki notlarla bu kutsal mekânları anlatmaya devam ederken bir an kendimizi Asr-ı Saadet günlerinde buluyoruz. Hz. Hatice’nin evi: Baünnebi’nin karşısında Sa’y yapılan yerin kuzeydoğusunda Merve’ye yakın bir alan Resul-i Ekrem Hz. Hatice ile evlendikten sonra hicrete kadar yirmi sekiz yıl bu evde kalmış, İbrahim dışındaki bütün çocukları burada dünyaya gelmiştir. Kanuni Sultan Süleyman zamanında üzerine bir kubbe ve içerisine iki yüksek mihrap konulan ev, mescide döndürülmüş, küçük bir kubbe ile belirgin hâle getirilmiş ve Hz. Fatma’nın doğduğu yer de kafes içerisine alınmıştır. Yirminci yüzyılda bir süre Kur’an eğitim ve öğretimi için kullanılan bu mekân, 1993’te yıkılarak Mescid-i Haram’a dâhil edilmiştir. Darunnedve: Mekke toplumuyla ilgili her türlü kararın alındığı yer. Esas itibarıyla bir asiller meclisiydi. Bugün Mescid-i Haram’a dâhil edilen bu alan altınoluğun karşısında tavaf alanına katılmıştır. Dar’ul Erkam: Resul-i Ekrem’in peygamberliğinin ilk yıllarında İslamı tebliğ faaliyetleri için kullanılan Erkam b. Erkam’a ait bu evde bir yandan ashaba dinî bilgiler öğretilirken bir yandan da insanları İslama davet ediliyordu. Başta Hz. Ömer olmak üzere pek çok kimse buradaki faaliyetler sonucu İslamiyeti kabul etmişlerdir. II. Murat tarafından mescit olarak yenilenen ve birçok defa restore edilen Dar’ul Erkam 1955’teki genişleme sırasında Mescid-i Haram’a dâhil edilmiştir. Ümmü Hani’nin Evi: Hz. Peygamber’in amcası Ebu Talib’in kızına ait bu ev, Havere Çarşısı’nda manifaturacıların bulunduğu yerde idi. Hz. Peygamber İsra yolculuğuna burada başlamıştır. Mehdi-Billâh zamanında Mescid-i Haram’a dâhil edilen ev, bugünkü müezzin mahfilinin bulunduğu yerde idi. buradan açılan kapıya Ümmü Hani’nin adı verilmiştir.

58

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


4 Nisan

Kâbe’yi tavaf, sabah namazı, kahvaltı… Edukubeys Dağı: Rehberimiz elindeki notları kontrol ediyor, Kral’ın lüks otelinin bulunduğu bu dağa uzun uzun bakıyor, gözleri buğulanıyor. Kısa bir suskunluğun ardından anlatıyor. Kâbe’nin yaklaşık yüz metre doğusunda bulunan 420 m. yükseklikte olan bu dağa Ebukubeys adının verilmesi ile ilgili çeşitli rivayetler nakledilir. Hz. Âdem’in ilk ateş parçasını (kabes) bu dağdan aldığı ve ya Hacerü’l Esved buradan alındığı için bu ad verildiği ya da İyad ve Mezhiç kabilelerinden Ebukubeys adlı birinin burada bir bina yapma teşebbüsünde bulunması nedeniyle bu adla anıldığı anlatılır. Nuh tufanından Hz. İbrahim’in Kâbe’yi inşa ettiği tarihe kadar geçen süre içinde Hacerü’l Esved’i saklayıp kolladığı için bu dağa Cahiliye döneminde “el Emin” denildiği de bilinmektedir. Rivayete göre Hz. İbrahim, insanlar arasında “Haccı ilan et” emri üzerine bu dağa çıkıp hacca davet etmiştir. Mekke’nin abid ve zahidleri buraya çıkarak itikâfa girerlerdi. Resul-i Ekrem taşlandığı Taif’ten üzgün bir şekilde Mekke’ye dönerken kendisine gelen melek, Ebukubeys ile Kuaykın Dağlarını göstererek, “Eğer bu iki dağı Mekkelilerin üzerinde birleştirmemi istersen yaparım.” deyince Resulullah, “Hayır, ben Allah’ın bu müşriklerin soyundan yalnız O’na kulluk eden ve kendisine hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler çıkmasını isterim.” buyurmuştur. Allah’ın elçisi Ebukubeys Dağı’nın eteklerinde bulunan Safa Tepesi’ne çıkar ve orada bulunan Kureşlilere İslamı tebliğ eder; ancak Resulullahın amcası Ebuleheb, “Kuruyup yok olasıca! Bizi bunun için mi çağırdın?” der ve Mekke müşriklerini Allah Resulü aleyhine kışkırtır. Ebu Leheb, karısı, kızı ve kız kardeşi, Hz. Peygamber’e eziyet ve hakaretlerinden dolayı “Tebbet” suresi nazil olur. İslamın Mekke’de yayılmasında önemli bir yeri olan Daru’ul Erkam ile Sa’y için başlangıç noktası olan Safa ve Merve Tepeleri de bu dağın eteğinde yer almaktadır. Kamer suresinde zikredilen “İnşikaku’lKamer” mucizesi bu dağın üzerinde gerçekleşmiş ve bunun anısına “Mescid-i İnşikaku’l Kamer” adı verilen bir mescit yapılmıştır. Mescid-i Haram’ın en son genişletilmesi sırasında bu mescit ortadan kaldırılmıştır.

Ebukubeys Dağı’nın üzerinde 1980’li yıllara kadar varlığını sürdüren, Hz. İbrahim’in haccı burada ilan etmesinin ve Hz. Peygamberin namaz kılmasının anısı için yaptırılan İbrahim Mescidi vardı. Bu Mescidi Mekkeliler Bilal-i Habeşi Mescidi adıyla da anardı. Daha sonra Ebukubeys’in tamamı istimlâk edilerek üstüne saraylar, altına da Harem-i Şerif’i Aziziye ve Mina’ya bağlayan tüneller inşa edildi. Kuaykıan: Kâbe’nin batısında Ebukubeys Dağı’nın tam karşısında yaklaşık 430 m. yükseklikteki bir dağdır. Bu dağın Hint Dağı olarak adlandırılan bu yerde Mescid-i Haram’a sığınan Abdullah b. Zübeyr’i ortadan kaldırmak isteyen Haccac b.Yusuf mancınık kurmuştu. Bugün Kuaykıan Dağı tamamen meskûn mahaldir. Yeniden notlarını karıştırıyor rehberimiz. Elindeki zemzem şişesinden bir yudum alıp Ebutalib Mahallesini, Allah Resulünün doğumunu, çocukluğunu, gençliğini, nübüvvetini, müşriklerle mücadelesini beliğ ifadelerle anlatıyor. Mekke-i Mükerreme’nin cadde ve sokaklarını gezerken Arapça bir ilahi dinliyoruz. Cennetü’l Mualla, Bir’i Tuva, Mescid-i Cin, Mescid-i Reaye, Mescid-i İcabe Mescid-i Ebubekir hakkında bilgi edindikten sonra birkaç dakika içinde Hıra Nur Dağı’nın eteklerinde buluyoruz kendimizi. Hz. Peygamber’in inziva günlerini, ilk vahyi, ilk tebliğ günlerini anımsıyoruz. 5 Nisan

Cebel-i Sevr’e doğru yola koyuluyoruz. Hz. Peygamberin Medine’ye hicret ederken gizlendiği mağaranın önünde hicreti anlatıyor rehberimiz. Hudeybiye, Huneyn, Cirane, Hz. Amine’nin kabri, Mikad yerleri, panayırlar, Miraç, Taif ile ilgili kısa ve özlü bilgiler veriyor.

6 Nisan

Kâbe’yi tavaf, sabah namazı... Arafat Dağı… Mescid-i Nemire, Müzdelife ve Meş’ar-i Haram. Müzdelife’de kılınan öğlen namazı, Diyanet işleri Başkanı A. Bardakoğlu’nun konuşması. Mina, Mescid-i Hayf, Cemarat, Akebe, Akebe biatlarını yapıldığı mevki…

7 Nisan

59

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Umre için Temim (Mikad mahalli) İhrama girip Hz. Aişe mescidinde iki rekât namazdan sonra umre tavafını yapıyoruz. Sabah namazını kılıp istirahate çekiliyoruz. 10 Nisan…

Medine yolculuğu… Mekke-i Mükerreme’den ayrılmaya başladığımızdan itibaren Asr-ı Saadetten varlığını zamanımıza kadar sürdüren tarihî mekânlardan geçiyoruz. Rehberimiz elindeki notlara bakarken hüzünleniyor, “Burası Hubeyb ve Zeyd’in şehit edildiği yer.” diye sözlerine başlıyor. Reci olayından müşriklerin öldürmeyeceklerine dair sözlerine güvenip teslim olan üç sahabeden biri olan Abdullah, Zahran’da bağlarından kurtulmayı başarmış, ancak orada vurularak şehit olmuştu. Hubeyb b. Adiy ile Zeyd b. Desine de Mekkeli müşriklere teslim edildiler. Onlardan Bedir’in intikamını almak isteyen müşrikler Zed’i Tenim’e getirip orada işkence ile şehit ettiler. Arkadaşı Hubayb ise bir süre hapsedildikten sonra o da Tenim’in dışında şehit edildi. Mekke’den Medine istikametine doğru yol alırken binaların bittiği yerde Vadi-i Şerif diye bilinen bu mıntıkada, otoyolun tam kenarında sol tarafta bulunan mezarın müminlerin annesi Meymune (r.a) ait olduğunu öğreniyoruz. Mekke-Medine yolunun 65. kilometresinde yer alan Ganim, Usfan’ın 16 km. doğusunda Hudeybiye Antlaşmasının hemen ardından Hz. Peygamber ashabı ile Medine’ye dönerken Fetih suresinin nazil olduğu yer hakkında bilgiler ediniyoruz.

Medine:

Eski adıyla Yesrib olan, Resulullah’ın hicretiyle “Nur Şehri” anlamına gelen Medine-i Münevvere, Mekke’den tamamen farklı olarak tarıma elverişli geniş vadileri ve zengin su kaynakları, hurma bahçeler ile süslü yüksek binaları, geniş yolları, Harem-i Şerif etrafında otelleri ve parklarıyla modern bir kent. İkisi Osmanlı döneminden kalma, dördü eski, altısı yeni olmak üzere on minaresi ile ortada Kubbe-i Hadra (Yeşil Kubbe) karşımızda yeryüzündeki mescitlerin en hayırlısı, Mescid-i Nebevi. Babusselam’dan giriyoruz. Ravza’nın bağrında gözlerimize çarpan ve gönüllerimizi saran bir bü-

yüyle karşılaşıyoruz. Duygu ve düşüncelerimizde bir başka âlemin esintilerini duyuyor, gönlümüzün derinliklerinde hayali kapılardan geçip en mahrem iklimlerde dolaşıyor, arzın minberinin dibinde Hakk beyanıyla şekillenen o ezeli hutbeyi hem de sevgililer sevgilisinin ağzından dinliyoruz: “Hz. İbrahim Mekke’yi harem yaptığı gibi ben de Medine’yi harem kıldım.” hadisi şerifleri karşısında ona ümmet olmanın mutluluğunu yaşıyoruz. Resulullahın kabr-i saadetleriyle minber-i şerifi arasında Peygamberin namaz kıldırdığı Ravza-i Mutahhara’da “Evimle minberim arası, cennet bahçelerinden bir bahçedir.” buyurduğu mukaddes mekânda besmele çekip huşu içinde namaza duruyoruz. Hz. Peygamberin dünyada en yakın dostları olduğu gibi, ebedî istirahatgâhında da yanı başında bulunan Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’e de selam verip dua edip Cibril Kapısı’ndan çıkıyoruz. Hz. Osman, Hz. Abbas, Hz. Aişe, Hz. Fatma ve Hz. Hasan gibi ileri gelen sahabelerin de kabirlerinin bulunduğu Baki Mezarlığı’nı, orada metfun olan yaklaşık on bin sahabeyi ziyaret edip dua ediyoruz. 12 Nisan

Mescid-i Gamame, Mescid-i Ebubekir, Mescid-i Ali, Sebak, İcabe, Secde, Sukya, Kuba, Cuma ve Kıbleteyn mescitlerini ziyaret edip bilgiler ediniyoruz.

13 Nisan

Medine İstasyonu. 1900 yılında başlanan ve 1908’de Medine’ye ulaşan Hicaz demiryolu ile Medine-İstanbul arasındaki bağlantı kurulmuştur. 1. Dünya Savaşı sonunda Osmanlı Devletinin bölgeden çekilmesinin ardından Hicaz demiryolu atıl hâle gelmiştir. Bugün yeniden canlandırılmaya çalışılan Hicaz demiryolunun son durağı olan Medine’deki istasyon binasıyla yanındaki Osmanlı tarzı cami hâlâ ayaktadır.

15 Nisan

Uhud ve Hendek savaşlarının yapıldığı mekânlarda o acı dolu günleri yaşıyoruz.

16 Nisan

60

Yurda dönüş. ■

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Yunus'un şiirlerinde "yol" metaforu SALİH UÇAK

Canını aşk yoluna vermeyen âşık mıdır Cehdeyleyip ol dosta ermeyen âşık mıdır Yunus Emre

Y

unus Emre, tasavvuf kültürümüzün inşasında rol oynayan en önemli mimarların başında gelir. Yunus’un şiirlerindeki mistik boyut ile söyleyiş farklılığı, O’nu çağdaşlarından ayırmış; zaman ve mekân aşmasını sağlamıştır. Yunus’u bâkî kılan şey, hiç şüphe yok ki dili, gönlü ve sevgisidir. Yunus’un tefekkür dünyasına tasavvuf penceresinden bakmak gerekir. Onun kavram dünyasını açıklamak, tahlil ve tetkik etmek; ancak tasavvufu önceleyen bir bakış açısı ile mümkündür. “Hak yolunda bir aşk eri” olarak yürüyen Yunus’un şiirlerindeki önemli metaforlardan biri “yol” kavramıdır. Onun yolu, aşk yoludur, yokluk yoludur. Dosta giden sırat-ı müstakimdir. Bu yolun tek azığı, aşktır. Bu yol, sabır ve çile yoludur. Ezelden ebede giden sadıkların ve âşıkların yoludur. Ez cümle Yunus’un yolu ‘kalpten kalbe’ giden yoldur. Bu çalışmada, Yunus’un şiirlerindeki “yol”u anlamaya ve anlatamaya çalıştık. “Yol”un tasavvufi boyutu, metafor olarak kullanımı, teşbihleri, yol azığı, yol aşığı gibi çeşitli yönleri üzerinde tahliller yapıldı. Yunus Emre’nin şiirlerini inceleyerek “yol”un genel ve özel mahiyetini ortaya

koymaya gayret ettik. 1. Sırat-ı Müstakim Olarak Hak Yolu

Çün dosta gider yolum mülk-i ezeldür ilüm Işkdan söyler bu dilüm ışk oldı seyran bana[1]

Yunus, ezel mülkü olarak ilmi görür. Bu ilim, onu Hakka götüren yolun ilmidir. Var olma nedeni olarak insan, aşk ile yola çıkmalı ve aşk ile yolu tamamlamalıdır. Yaşayan her insanın yolu başka başka olabilir. Ancak Yunus’un yolu, dosta giden aşk yoludur. Nefs dirliğinden geçüp ışk kadehinden içüp Dost yolına irüben turmayan âşık mıdır? Aşk ve âşık kavramı, tasavvufta, klasik edebiyatta, halk edebiyatında bazen çok farklı, bazen de benzer anlam ve imajlarla kullanılmıştır. Yunus için aşk da âşık da ilahî olana aittir. Onun şiirlerinde Hak talibine âşık denir. Epigrafta da okunacağı üzere şair, gayret edip Hakka ulaşmayan, canını onun yoluna adamayan kişilerin ger1. Metinde kullanılan beyit ve dörtlükler, Ragıp Güzel’in Yunus Emre Divanı (2009) adlı çalışmasından alınmıştır.

61

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Bu yol, taç u taht kabul etmez. Tıpkı İbrahim Edhem Hazretleri gibi Hak yoluna vasıl olunca bunlardan geçmek gerek. Sırra mazhar olan tahtı ne yapsın?

çekte âşık olmayacağını ifade ediyor. Âşık olan aşk kadehinden sermesttir. Asla hakikat olundan ayrılmaz. Bu yolda nefsin arzularına yenik düşmez, sabırla, metanetle bu yolda yürümeye devam eder. Hiç yoğiken oldun diri Aç yüzüni yolca yüri Anlamazsın sen bu sırrı Bellü haber manzur nedür Yol da varlık da O’nundur. Hakkıyla kâinat kitabını okuyan her kişi, Hak yolun tek olduğunu görecektir. Hiç yoktan var olmak ilahi bir sır. Bu ilahî sırrı anlamak için, “yolca” yürümek gerekir. Varlığı sorgulamayı öğrenen, yolu da sırrı da öğrenecektir. Bu tevhid tonını giyen Varlığın yokluğa sayan İş bu yolda kaim turan Belli bilün er durur Hak yoluna baş koyanın vasıfları bellidir. Er kişi, ermiş kişi, eren ya da daha genel manasıy-

la “insan-ı kâmil” dendiğinde söylenmesi gereken özelliklerden bazılarını sıralıyor Yunus. Hak yolda daimi olmak, varlığını hiçe saymak, aşkla gayret etmek temel prensipler olarak sayılıyor. Tevhit elbisesini giyen eren, kesretten vahdete giden yolu bulmuştur. O, masiva ile aldanmaz artık. Geçici olanı değil, ezeli ve ebedi olana kanat açmıştır. Kendi varlığını O’nun varlığında yok etmeden var olmayacağını bilir. Varlığın anlam kazanması buna bağlıdır. Gerçekte var olanla “gölgeler” arasında fark vardır. Hakikati gören göz, bunu hakkıyla kavrayacaktır. Evliyaya münkirler Hak yolına âşıdur Ol yola asi olan gönüllerin pasıdur. Hak yoluna giremeyecek kadar kalpleri katılaşanlar için Yunus, “paslı gönül” terkibini kullanıyor. Hak yola asi olmak, hidayetten yoksun olmak, nadanlıktır. Bu nedamet, isyana sebep olmaktadır. Gönül, “beytullah” olduğundan daima temiz olmalı, kirlenmemelidir. Pas tutan gönül, “güzel”den mahrum olan gönüldür. Mümin gönül, mücellaya benzer. İnsan-ı kâmil, gönlünü

62

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Aşk yolu, çetindir. İnce ve uzundur; sayısız tuzaklarla doludur. Aşk yolunda sabırlı olmak, ayağını sabit tutmak kolay değildir. Aşk eri, bunun bilincindedir. Yolun zorluklarına rağmen, “Dost”a kavuşmak için her türlü engeli aşmaya gayret eder. daima hazır tutar dosta, zira O’nun ne zaman geleceği belli olmaz. Gönül dosta, her an hazır olmalı, pür ü pak olmalıdır. 2. Aşk / Hak Yolu’nun Zorlukları Aşk yolu, çetindir. İnce ve uzundur; sayısız tuzaklarla doludur. Aşk yolunda sabırlı olmak, ayağını sabit tutmak kolay değildir. Aşk eri, bunun bilincindedir. Yolun zorluklarına rağmen, “Dost”a kavuşmak için her türlü engeli aşmaya gayret eder. Canum erenler yolı inceden inceyimiş Süleyman’a yol kesen şol bir karıncayımış Yunus, Hak yolunun yolcularına uyarıda bulunuyor. “hikmet”i aramalarını, bulmalarını istiyor adeta. Süleyman ile karınca kıssasına atıfta bulunarak bu yolun her kişiye değil, er kişiye ait olduğunu dile getiriyor. Yolun inceliği, bir mecazdır aynı zamanda. Bu yol, incelik ister. Hamlık, kabalık bu yolda yoktur. Gönül nice berkitmeye dost iline giden yola Âşık kişiler canını bu yola harç itse gerek Bin yıl ömrüm olursa harc idem bu kapıda Ben gerçek âşık isem gerek bu yolda ölem Hak âşığı, bütün ömrünü bu yola koymuş olandır. Bir adanmışlık söz konusudur. O, her haliyle bu yolda olduğunu beyan eder. Aşk yolunda ölmeyen, o yolda heba olmayan ömre sahip bir “eren”, gerçekte kendini adamış sayılmaz. Ona adanmayan bir kişi, aldanmış kişidir.

Ol yola düşüp geldim Yol, doğru olmalı, yani sırat-ı müstakim olmalıdır. Hakka giden pek çok yolun olduğu söylenebilir. Ancak doğru olanı “kılı kırk yararak” arayıp bulmak önemlidir. Zira ermiş kişinin özelliklerinden biri de kalp gözünün açık olmasıdır. Her söylenene inanmak, her yol gösterenin peşinden gitmek cahilliktir. Tapduk Emre gibi Hak dostlarının peşinden gitmek, onlardan nasiplenmek gerek. İbrahim Edhem bakdı tac u tahtı bırakdı Hak yoluna uyakdı ol sırrı tuyan benem. Bu yol, taç u taht kabul etmez. Tıpkı İbrahim Edhem Hazretleri gibi Hak yoluna vasıl olunca bunlardan geçmek gerek. Sırra mazhar olan tahtı ne yapsın? Ne şöhret, ne mal ne mülk, ne hükümdarlık… Aşk yoluna vasıl olunca bunların hiçbiri bir kıymet ifade etmez. Masivadan vazgeçmeyen Mevla’yı zor bulur. Menzili ırak bu yolun bu yola kim varası Müşkili çok bu yolun bunu kim başarası “İnce Sırat Köprüsi sıfat imiş bu yolda” diyen Yunus, yolun zorluklarını özetlemiş oluyor. Her mutasavvıf gibi Onun için de bu dünya önem taşımaz. O, dünyanın geçiciliğine aldanmayıp ahrete yönelmiştir. Onun şiir anlayışında mal ve mülkün değeri yoktur. Bu dünyaya kanmayalım fanidir aldanmayalım, Bir iken ayrılmayalım gel dosta gidelim gönül…

Bir kılı kırk yardılar Birin yol gösterdiler Bu mülke gönderdiler

Amenna! Gel dosta gidelim gönül…■

63

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Medeniyet ve Ahlâk* LEVENT BAYRAKTAR**

M

Anlamamız ve fark etmemiz gereken kavramlardan bir tanesi de bu “reşit olmak” kavramıdır. Biz dinin aslında insanları kul yaptığından çok bahsediyoruz ama insanları reşit kıldığından o kadar bahsetmiyoruz. Oysa dinin insana iniş sebebi, geliş sebebi, vahye muhatap olan insanda yarattığı transformasyondur. Yani siz vahiyle karşılaşıp bir dönüşüme uğramıyorsanız vahiy size değmiyor demektir.

edeniyet ne demektir? Medeniyetten beklenti nedir? İnsan olmakla medeniyet kurmak arasında bir ilişki var mıdır? Medeniyetin kurucu unsurları nelerdir ve bu kurucu unsurlar insanlığın hangi evrelerinde bir yükseliş göstermiştir? Medeniyeti konu edinen bir araştırmaya başlarken bu ve benzeri problematiklere bakmak sistematik olarak bize bir yol açacaktır. Ve böylece medeniyetin ahlâkla olan ilişkisi daha rahat irdelenebilecektir. Bu noktada, bu sorulara bir cevap denemesi olarak söze, medeniyet, ‘bir insanlık başarısıdır’ diyerek başlayalım. Bu, onun bir birikim neticesinde ortaya çıkmış olması demektir. Bu birikimin var olabilmesi, zaptedilebilmesi, korunabilmesi ve kuşaktan kuşağa aktarılabilmesi de onun dil ile ilişkisini gündeme getirir. Medeniyetin kurucu unsurları genellikle ölümsüz olan insanlık başarılarıdır. Bunlar bilimdir, felsefedir, sanattır, hukuktur, sosyal organizasyondur… Devlet kurma ve yaşatma becerisi, tecrübesi, bilgisidir… Onun dışında da bir inanç ve ahlâk düzenidir. Dolayısıyla *Uygarlık Ahlakı ve İnanç Araştırmaları Enstitüsü’nde 29.12.2013 tarihinde yapılan konuşma metnidir. ** Yıldırım Beyazıt Üniversitesi İTBF Felsefe Bölümü

64

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


"...eğitimi ve siyaseti gündelik kaygıların dışında, değerler üzerinden gerçekleştirmeye mecburuz ve insanları da değer varlığı olarak tanımlamak durumundayız. Eğer siz, insanı tüketimle tanımlanırsanız, eğer siz insanı alım gücüyle tanımlarsanız oradan bir insani, ahlâki, medeni nizam çıkmayacaktır. " medeniyetten bahsettiğimiz zaman topyekûn bir “insanlık başarıları alanı”ndan bahsetmek mecburiyetimiz vardır. Yani medeniyetin felsefeyle, bilimle, sanatla olan ilişkisi değerlendirilmelidir. İnsanoğlu bilmeye, öğrenmeye ve öğrendiğini aktarmaya mahkûm bırakılmış bir varlıktır. Dolayısıyla bir nesil dahi bildiklerini kendisinden sonraki kuşağa aktarmayacak olsa, o zaman insanlığın yeniden eski çağlarına; neredeyse taş devrine döneceğini tahmin etmek çok da zor olmayacaktır. Bu noktada fark ediyoruz ki; medeniyet problematiğini irdelemek, tıpkı dil gibi, sanat, felsefe, bilim gibi, aynı zamanda medeniyetin oluşturulması, kurulması, aktarılması yani “eğitim” problemini de incelemeyi zorunlu kılıyor. Medeniyetin bir insanlık başarısı, bunun bir birikim olduğunu ve bu birikimin de dil ile aktarıldığını söyledik. Demek ki insanoğlu öğrendiklerini dil ile ifade edebilmek, aktarabilmek, genişletebilmek gibi bir imkâna da sahip. Fakat bugün içinde bulunduğumuz toplumun bir çeşit “medeniyet krizi” yaşadığını fark etmek durumundayız. Bu medeniyet krizi sadece bizim yaşadığımız veya bizim toplumumuza özgü bir durum olmayabilir. Bu bir insanlık durumudur. Ama insanlığın her hâlükârda içinde bulunduğu krizleri aşmak için birtakım formüller düşünmek mecburiyeti vardır. Zira medeniyeti eğer kökleriyle, unsurlarıyla, doğasıyla kavrayabilirsek kendi medeniyetimizin ihtiyaç duyduğu alanlarda onu besleyebilir, takviye edebilir, genişletebilir, geliştirebiliriz. Medeniyet aynı zamanda bir bilinçtir. Bunun oluşumu, kökleri, gelişimi hakkında bir bilinciniz varsa onu inşa veya tamir etmeniz, aşmanız, kurgulamanız da mümkün olacaktır. Peki, bu bilinç nereden geliyor? Bu bilincin oluşmasında şüphesiz felsefi tefekküre düşen bir ödev var. Çünkü felsefeyi tanımlarken

onu aynı zamanda içinde bulunduğumuz kültürün bilinci ve irfanı olarak tanımlıyoruz. Demek ki medeniyet bilinci vermesi beklenen alanlardan bir tanesi de felsefedir. Felsefenin şöyle bir özelliği var: O, daima yeni konular, yeni sorular, yeni problemler gösteriyor ve fark ettiriyor ki insanlık; tarihini, geçmişini bilerek, ileriye dönük projeksiyonlar yapabiliyor. Bu hususta felsefe tarihi insanlığın hem geçmiş tecrübelerini aktarıyor hem de bu tecrübelerden yararlanılarak yeni bir dünyanın nasıl kurulabileceğinin yollarını gösteriyor. Bu noktada bir ikilikle karşılıyoruz; o da “olan”la “olması gereken” arasındaki bir ikilik. Olan ile; şu an içinde bulunduğumuz, yaşadığımız koşulların tamamını kastediyoruz. Yani mevcut durum, mevcut düzen, mevcut şartlar, mevcut realite. Ama insanoğlu öyle bir varlıktır ki o sadece mevcut durumlarla, mevcut realitelerle iktifa edemez. Ya da en azından insana böyle bir varlık olmadığı da eğitim yoluyla aşılanmalı, öğretilmeli, insan bu hususta bilinçlendirilmelidir. Dolayısıyla burada şunu fark ediyoruz ki insan aynı zamanda olması gerekeni hayal edebilen, tasavvur edebilen, olana bakıp olanın aksaklıklarını görüp onları nasıl tadil edebileceğini, değiştirebileceğini tasarlayabilen bir varlıktır. Burada insanın iki kutuplu bir varlık olması gerçeğiyle karşı karşıyayız. Hz. Mevlana’nın da söylediği gibi insan iki kutuplu bir varlık; yani nurdan ve çamurdan yaratılmış bir varlıktır. Onun nurdan yaratılmış olması bir anlamıyla eşref-i mahlûkat olması, yaratılmışların en şereflisi olması demektir. Ama bir yandan da doğasında çamurdan olmaklık gibi bir özellik taşıdığı için, esfel-i safilin olabilecek, kendi ulvi doğasına yabancılaşabilecek ve aslına bakılırsa hayvandan da aşağı bir dereceye düşebilme riskiyle yaşayan

65

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


bir varlıktır. Öyleyse insana bir bilinç verilmek zorunluluğu ortadadır. Çünkü bu insan; medeniyeti kuran, medeniyete hizmet eden ve medeniyet problemi karşısında bir tavır alması gereken bir insandır. Böylece siz insana nasıl bir misyon verirseniz o insanın nasıl bir dünya kurması gerektiğini de söylemiş olursunuz. İnsanoğlunun yaşadığı manevi dilemmalar veya ikilikler çatışma ve bocalama alanlarını oluşturur ve bu noktada ister istemez ahlâk problemiyle karşılaşmış oluruz; çünkü insanın tercihler yapmaya mecbur ve mahkûm bırakılmış olması da insanın bir imtihanıdır, insan olmanın sorumluluğudur, riskidir. İnsanın dışındaki bütün varlıklar herhangi bir seçme yapmak zorunda olmaksızın tabiatları neyse, kendi varoluş koşulları neyse onu yaşarlar. Bir tek insanoğlu böyle bir kadere mahkûm bırakılmıştır ve bu onun aynı zamanda da özgürlüğüdür. Dolayısıyla insanoğlunun imtihanı kendi sorumluluğunu yüklenmek pahasına kazanmış olduğu bir özgürlüktür. Böylece ahlâkın temel problemi ya da çelişkisi olan “irade hürriyeti” ya da seçme, özgürlük problemlerine de bir anlamda erişmiş oluyoruz ki bu da insanı, tabiattaki öteki varlıklardan ayıran, onu kendi başına bir değer hâline getiren bir durumu oluşturuyor. Ahlâk; hem medeniyet kurucu bir değerdir hem de bu medeniyeti kuracak olan insan şahsiyetini yetiştiren bir değerdir. Onun için problemi neredeyse insanın ahlâkla veya değerle imtihanı şeklinde de betimleyebiliriz. İnsan ahlâkı ya dışarıdan alacaktır ya da kendi içinde inşa edecektir. Bu da bir ikilik olarak karşımıza çıkıyor; “iç ahlâk” ve “dış ahlâk”. Siz ahlâkı dışarıdan aldığınız zaman bu size öğretilenler, sizden beklenenler veya sizin yapmaya alıştığınız pratikler şeklinde tezahür edecektir. Bu durumda da kişinin kendisi olması gibi bir problem açığa çıkacaktır. Zira insan, dış ahlâkla yetiğinde çoğu zaman kendisi değildir. Çünkü dış ahlâk bize dayatılan, bizden beklenen ve toplumun alışkanlıkları doğrultusunda yaşadığımız bir nevi kitlesel hayatın bir neticesidir. İç ahlâkın ise bir ‘ben’ bilinci olduğunu söyleyebiliriz. Yani eğer insan kendisini bir ‘ben’ olarak fark edebiliyorsa, kendisini tabiattan, eşyadan, olaylardan soyutlayıp fiillerinin sahibi olduğunu ve fiilleri-

nin neticelerine de katlanmak zorunda olduğunu da fark edebiliyorsa o kendisi için bir ahlâk kurabilir. Demek ki bir iç ahlâk kurabilmek için kişinin bir ‘ben’ bilincine sahip olması gerekiyor. Ben bilincine sahip olmak da belki söz olarak kolay geliyor ama pratikte hakkı verilmesi gereken bir durum; çünkü özellikle günümüz insanı şu anda kitle hâlinde yaşıyor. Kendisiyle karşılaşmıyor. Kendisiyle baş başa kalmaktan korkuyor. Şöyle örnekler veriliyor: Eğer evinize girdiğinizde ışığı yakmadan önce radyoyu ya da televizyonu açıyorsanız ya da hemen gidip interneti açıp oradaki hayata dâhil oluyorsanız kendinizle karşılaşmaktan korkuyorsunuz ve kendinize tahammül edemiyorsunuz. Günümüz insanı artık kendisini dinlemediği için, kendisiyle karşılaşmadığı için, kendisine bir iç dünya kurmakta zorlanıyor. Kendi içinde bir iç dünya kurabilmiş olan bir insanın iç ahlâkından bahsedilebilir. Onun hâricinde biz toplumsal kimliğimizle yaşıyoruz demektir, toplumsal kimliğimiz de bizden beklenen hareketleri yerine getirmekten ibaret, otomat bir kimliktir. Onun için medya bu kadar güçlü. Onun için toplumumuz üzerinde bu kadar kolay ve rahat manipülasyonlar yapılabiliyor. Çünkü etki altında kalıyoruz ve etkiye de anında cevap veriyoruz. Yani sürekli beklenen davranışları üretiyoruz. Oysa insan olmak demek bir dereceye kadar tabii ki beklenen davranışları yapmak demektir; çünkü sosyal bir varlığız, sosyal bir ahlâkımız olmalı ama; insan o sosyal hayatın üzerine çıkabilen, o sosyal hayatı da sorgulayabilen, kendisini ortaya koyabilen bir varlık olmak durumundadır. Ahlâk dediğimiz alan, insanın özne olduğu bir alandır. İnsanın, özne olması kendisine bir “iç dünya” kurması, “kendisine kendisi için bir dünya” kurması demektir. İnsan herhangi bir nesne değildir; bu sebeple o dış determinasyonlara indirgenemez. Bunlarla tarif edilemez, bunlarla tüketilemez bir varlık olarak karşımıza çıkıyor. Buradan şu hükme varılabilir: İnsan; bir dış hayatı bir de iç hayatı olan iki yönlü bir varlıktır. Dış hayatı olması itibariyle insan, eşyanın kanunlarına tâbidir. Bu dış hayat şartlarında herhangi bir fizik nesne, herhangi bir biyolojik varlık veya herhangi bir sosyal determinasyona tâbi, sosyal bir varlık gibi davranır. Ama yine anlaşılacağı üzere insanın böyle bir dış varlık gibi

66

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


tarif edilmesi de eksik, yanlış, yetersiz olacaktır. Böylece yeniden insanın, iç hayatıyla, ahlâk hayatıyla betimlenmesi, şahsiyet ve özne olarak tanımlanması ve inşa edilmesi mecburiyetini fark ediyoruz. İnsanı bir özne, ahlâk kişisi ve şahsiyet olarak düşünmeye başladığımızda karşılaşılan bir mesele de o insanın nasıl kendisi olabileceğidir. Bu etik bir problemdir; çünkü insanın bir başkası olmaması gerekir. Zira her insan aslında tek nüshadır. Nitekim yaratılışta her insanın kendisine mahsus bir parmak izi ve bir yetenekler ağı vardır ve bu durum ona bir şekilde kendisi olmak gibi bir ödev yüklemektedir. Hatta bu ödev; hem dinî ve metafizik bir ödevdir hem de millî ve insani bir ödevdir. Çünkü her insanın kendisinin bu evrene katabileceği sonsuz imkânlar ve potansiyeller vardır. Demek ki insanın kendisini inşa etmek gibi bir sorumluluğu ve yükümlülüğü vardır. Kendisini inşa etmemek, kendisini oluşa terk etmiş olmak, kendisinden ümit kesmek -haddi aşan bir ifade olarak algılanmayacaksa- Yaradan’dan da ümidini kesmek anlamına gelecektir. Mesele bizi ister istemez ahlâk problemine getirdi; zaten konumuz da medeniyet ve ahlâktı ya da medeniyet ahlâkıydı. Günümüzde ahlâkın parçalanmışlığı gibi bir tablo var sanki. O da meslek etikleri kavramı ile gündeme geldi. Yani insan sadece mesleğini yaparken mi bir etik bilinç geliştirmek zorundadır? Sokağa çıktığımız zaman, dükkânımızı kapattığımız zaman o meslek etiğimiz dükkânda kilitli mi kalmalıdır? Tabii ki öyle olmamalıdır; çünkü etik parçalanmaz bir bütündür. Yani onun meslek etiği, tıp etiği, sanat etiği gibi parçalanması değil bütün ilgi alanlarının ahlâki bilinçle düzenlenmesidir esas olan. Yani siz insana bütüncül bir ahlâki şahsiyet verirsiniz, o kendisini bir ahlâk kişisi olarak kurgular ve hayatın her alanında kendisini ahlâki bir özne olarak hisseder. Dolayısıyla bize verilmesi gereken şey ya da kazanmamız gereken şey; herhangi bir meslek etiğinin ötesinde bir ahlâk kişisi olabilmektir. Çünkü bu ahlâk kişisi sadece vazifesini yaparken ahlâklı olmakla yetinmez; o hayatın her alanında ve bütün sosyal ilişkiler ağı içerisinde bunun gerekli ve zorunlu bir şey olduğunun farkındadır.

İnsan; değerlerin sesini duyan, değerleri fark eden, değerlerle bütünleşen, onları yaşan bir varlıktır. Bu insanı tabiattaki özel konumuna yükseltir. Tabiattaki bütün öteki varlıklardan insanı aslında ayıran şey sadece dil değildir, onun aynı zamanda bir değer varlığı olmasıdır. Ve insan kendisini değer varlığı olarak fark ettikçe, kurguladıkça aslında bu başkaları için de örnek oluşturabilecek insanî erdemlilik durumu meydana getirir. İnsan erdemli olmayı da değerleri de bir örnekten öğrenir, bir gelenekten de tevarüs eder. Ama bu sadece taklit düzeyinde kalacak bir şey değildir; çünkü onlar bize sadece ufuk verirler. Bize özümsenmesi gereken, yaşanması gereken, temsil edilmesi gereken asıl değerlerin ne olduğunu fark ettirirler ve biz onu “kendimiz için” hâline getiririz. İç ahlâktan bahsederken, onun insan tarafından özümsenmesi ve insanın onu kendisi için durumuna getirmesi hâlini kastediyoruz. Bu yine sosyal olarak kitlesel hâlde yaşayan insanın, çoğu zaman farkında olacağı ya da ihtiyaç duyacağı bir durum olmayabilir. Gelinen bu noktada, “Evrensel bir ahlâk düşünmek mümkün müdür?” diye de sorabiliriz. Bu soruya cevap vermeden önce, “Evrensel bir medeniyet söz konusu olabilir mi?” sorusunu ele alalım. Medeniyet aslında hem bir insanlık başarısıdır hem de aktarılabilir entelektüel bir alandır. Medeniyetler karşılaşırlar ve etkileşirler. Bu etkileşim, sadece savaş meydanlarında olmamıştır. Entelektüeller ve entelektüel ürünler üzerinden de karşılaşmalar ve etkileşimler olmuştur. Medeniyetin rasyonel bir alanda kurulmuş olması, rasyonel bir muhtevaya sahip olması, onun her muhatapta bir yansımasının olmasını gerektirmiştir, getirmiştir. Şimdi bir dünya tarihine, uygarlık tarihine kısaca bakacak olursak medeniyete ilişkin bize bugün için objektif bilgileri yazılı en eski metinler vermektedir. Bu yazılı en eski metinler de Sümerli metinlerdir ve Kramer’in ifadesi ile tam da bu nedenle “Tarih Sümer’de Başlar”. Çünkü yazıyı icat etmiş olan kavim, medeniyet Sümerlilerdir ve Mezopotamya medeniyetidir. Sümer medeniyeti gerçekten çağına göre çok ileri bir medeniyetti. Bilimi, sanatı, hukuku, sosyal organizasyonu olan, her şeyden önemlisi yazılı yasaları olan bir hukuk düzenine sahipti. Yazılı literatür o kültüre ilişkin

67

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


olan bütün verileri hem korumuştur hem de ifade etmiştir. Dolayısıyla biz medeniyeti dille ilişki kurmaksızın düşünemiyor, tasavvur edemiyoruz. Medeniyetin dille olan yakından ilişkisi bu yüzden göz ardı edilmemelidir. Daha sonra biraz daha ilerleyecek olursak Asurlularla Mısırlılar arasında ilişki var. Mısır diline yapılmış çeviriler var, Mısır dilinden Girit diline ve Girit dilinden de Grekçeye çevirilerin yapıldığını biliyoruz. Yani bilimin, felsefenin, sanatın herhangi bir medeniyette, daha önce emsali görülmemiş bir şekilde, mucizevi bir şekilde sebepsiz yere doğduğunu söyleyemiyoruz. Beşerî sahada, kültür sahasında bilim, teknik ve düşünce sahasında bir şeyin köksüz olarak birdenbire sebepsiz olarak herhangi bir medeniyette doğması diye bir şey mümkün değildir. Bilim alanında, teknik alanda, insan alanında her şey süreklidir ve medeniyet de en baştan beri söylediğimiz gibi bütün bir insanlığa ait bir başarıdır ve bu dil üzerinden kendisini göstermiştir. Dille beraber kültürden kültüre, toplumdan topluma aktartılmış, yansımıştır. Medeniyet bir kalıttır, bir devamlılıktır, bir sürekliliktir ve yeryüzünde saf ırk olmadığı gibi saf medeniyet de yoktur. Zaten medeniyet olmak demek etkide kalmak ve etkilemek demektir. Bizim yanlış anladığımız şey; içimize kapanarak millî olacağımız, saf bir kültüre sahip olacağımız zehabıdır. Hiçbir medeniyet içine kapanarak evrensel olmamıştır ve medeniyet seviyesine çıkmamıştır. Doğal olan etkilenmek ve etkilemektir. Bu bakımdan da önemli olan şey bizim bu bilinçle, bu farkındalıkla hareket ediyor olmamızdır. Sümer’le başlayan, Asurla devam eden, oradan Antik Yunan’a geçen medeniyet bayraktarlığını daha sonra İslam medeniyetinin devraldığını görüyoruz. İslamın gelişiyle birlikte Arap toplumunda çok derin bir dönüşüm meydana geldiğini ve o cahiliye düzeninden bir evrensel medeniyet kurmaya yönelik hamlenin yapıldığına şahit oluyoruz. Bu hamlenin entelektüel sahadaki yansımaları adına Beyt’ül Hikme denilen o zamanki ilim akademileridir. Beyt’ül Hikme ne idi veya ‘fonksiyonu ne idi?’ diye sorulacak olursa; ‘kendisinden önceki medeniyetlerin entelektüel sahadaki birikimlerini İslam uygarlığının tevarüs etmesine hizmet eden kurumdur’ denile-

bilir. Yani kendisinden önceki medeniyetlerdeki bilim, felsefe, düşünce adına entelektüel sahada üretilmiş olan ürünlerin İslam kültürüne aktarılması sürecine hizmet eden kurumdur. Bu Beyt’ül Hikme kurumu bir uygarlık merkezi gibi çalışmıştır ve o zamana kadar dünyanın gelmiş geçmiş bütün belli başlı entelektüel ürünlerini Arapçaya ve İslam kültürüne kazandırmıştır. Bunun dinî kaynakları vardır, çünkü İslamın getirdiği mesaj budur. Yani ‘Hiç düşünmez misiniz? Hiç ibret almaz mısınız? Hiç sorgulamaz mısınız?’ tarzındaki ikazlar insanları düşünmeye, bilime, felsefeye, tefekküre sevk etmiştir. Tefekkür, bilim, sanat boşlukta yapılamaz, bunun bir zemine ihtiyacı vardır ve bu zemin de onların tarihsel birikimidir, entelektüel ve medeni ortamdır. Bu tarihsel birikimin dinî ya da din dışı olduğuna bakılmaksızın bu birikim benimsenmiş, kabul edilmiş, özümsenmiş ve bunun üzerine İslam kültürü kendi orijinal katkısını yapabilmiştir. İşte o zaman daha 9., 10., 11. yüzyıllardan itibaren İslam uygarlığı kendi mütefekkirlerini, kendi bilim adamlarını yetiştirmiş ve bu mütefekkirler, bilim adamları 16. yüzyıla kadar Batılı mekteplerde otorite olarak okunmuştur. Mesela İbn Sina Batılı tıp fakültelerinde 16. yüzyıla kadar otorite olarak varlığını sürdürmüştür. Buradan da şu kavrama geçmemiz gerekiyor; o da “12. yüzyıl Rönesans’ı” kavramıdır. 12. yüzyıl Rönesans’ı İslam uygarlığının gelmiş olduğu seviyeyi anlatmak için kullanılan bir kavramdır. 12. Yüzyıl, İslam medeniyetiyle Hristiyan Avrupa medeniyetinin karşılaştığı ve karanlık çağları yaşamaktan olan Hristiyan Avrupa’nın kendisini sorgulayarak İslam dünyasındaki medeniyeti tevarüs etmek gibi bir ihtiyacı hissetmiş olduğu bir dönemdir. Bu aslında takdir edilmesi gereken yüksek bir bilinç durumudur. Yani siz yeni bir medeniyetle karşılaşıyorsunuz; bu medeniyet çok üstün bir hâle gelmiş, bilimde, felsefede, sanatta, teknikte, tıpta, astronomide ve coğrafyada ilerlemiş. Siz o medeniyetle karşılaştığınızda kendinizin eksikliğini fark ediyorsunuz. Bu fark etmeyi de ancak o birikimi kendinize mal etmek suretiyle aşabileceğinizi görüyorsunuz. Bu, bugün belki İslam dünyasının yeniden fark etmesi gereken bir bilinç durumudur. Çünkü bu pozisyonlar zaman içerisinde, tarih içerisinde

68

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


yer değiştirecek ve biz, bir zamanlar bizde bulunan ve emanet olarak vermiş olduğumuz bu şeyi yeni baştan almak zorunda kalıyoruz. Batı’da 16. yüzyıl Rönesans’ını gerçekleştiren şey 12. yüzyıldan itibaren İslam dünyasından yapılan düzenli çevriler olmuştur. Batı, kendi karanlık Orta Çağını, İslam dünyasından aldığı bu bilim, felsefe, tefekkür ürünlerini kendi toplumuna mal etmek suretiyle aşabilmiştir. Batı’nın gerçekleştirdiği hususlardan bir tanesi de bu bilginin yaygınlaşması, bilginin demokratikleşmesi, bilginin halka inmesi hâdisesidir. Bir nevi bilginin “profanlaşması”dır. Ama bu tabiri de tırnak içinde kullanalım; bilginin profanlaşması da ileride insanlık için yeni sorunlara yol açacaktır. Çünkü profanlaşan bu bilgi insanın kutsalla irtibatını kesecek ve kutsalla irtibatı kesilmiş olan bir bilgi de ; ‘bilgi güçtür’, ‘bilgi hâkimiyettir’ şeklinde formüle edilecek, “güçlüyüm, bilgiliyim, öyleyse hakkım var. Öyleyse coğrafi keşiflere de çıkabilirim, sömürgecilik de yapabilirim. Sanayi devrimini gerçekleştirecek olan ham maddeyi dünyanın geri kalan coğrafyalarından kendi kıtama nakledebilirim ve bunda da hiçbir mani görmem.” anlayışını doğuracaktır. Çünkü artık dünya profan bir dünya olmuştur, dünyada “kutsal”, tabiri caizse paranteze alınmıştır. Bunun neticesinde de insan kendisini yeryüzünün yegâne hâkimi olarak görebilmiştir. Bu da İslamın medeniyet anlayışıyla İslam sonrasında Batı’nın devraldığı medeniyet anlayışı arasındaki o bariz kırılmayı temsil eder. Çünkü İslam medeniyeti eğer varlığını sürdürebilmiş olsaydı, beraberinde bir evrensel ahlâkı da, ahlâki uyanıklığı da getirmesi gerekecekti. Zira kendinizi hem İslami değerlerle kayıtlı hissedip hem de sömürgeci olamazsınız. Dolayısıyla İslami bilgi teorisiyle Batılı bilgi teorisi arasındaki bu temel fark, bir anlamda günümüzde yaşanan sorunları da beraberinde getiriyor. Medeniyet kavramı bizi tekrar insan gerçeğine götürüyor. Çünkü o medeniyeti kuran ya da kuracak olan, kendisini inşa etmiş, kendisine bir iç hayatı kurmuş ve bir iç ahlâk edinmiş olan o insan şahsiyetidir. Medeniyetin niçin bir insanlık başarısı olduğu sorusu da cevabını bulmuş oluyor. Çünkü medeniyet insana hazır olarak verilmiş bir şey değildir. Onun, insan tarafından

tasasının çekilmiş olması, ona emek verilmesi, onun kurgulanması ayrıca bir değer olarak tespit ve teşhis edilmiş olması gerekir. Medeniyet gerçekten de bir değerdir ve insan, insani değerleri ancak medeni bir ortam içerisinde yaşayabilir ve gerçekleştirebilir. Fakat günümüz dünyasında medeniyetin sorgulanması da bir ihtiyaç hâlini almıştır. Hele bu İslam adına, İslam ahlâkı adına yapılıyorsa ve insanlar ‘Allahu Ekber’ diyerek birbirlerini binalardan atabiliyorsa bunun herhâlde birkaç kez daha sorgulanması gerekiyor. Din anlayışımız bizi daha insani, daha ahlâki, daha medeni bir dünyaya götürmelidir; zira medeniyetin kurucu unsurlarından bir tanesi de dindir. İnsanlar kutsalla irtibatlarını doğru kurdukları zaman, doğru kaynaktan, doğru değerleri aldıkları zaman dünyanın daha yaşanılası bir yer olması mukadderdir. Fakat acaba biz kutsal kitapla (veya kitaplarla) doğru bir irtibat kurabiliyor muyuz? Bize öğretilmiş olanları sorgulayabiliyor muyuz? Veya bize öğretilmiş olanla yetinmeyerek onu asli kaynaklarından yeniden okuyup çağın ihtiyaçları çerçevesinde yorumlayabiliyor muyuz? Bu da bize şöyle bir sorumluluk yüklüyor: Kutsal kitaplar, kutsal metinler ve peygamberlerin öğütleri, mesajları, mirasları sadece kendi çağlarına ait mesajlar değillerdir. Bu metinler ölümsüz metinlerdir ve bunların her çağda, her toplumda, her koşulda yeniden okunması, yeniden yorumlanması ve anlamlandırılması mecburiyeti vardır. Bu anlamın semavi ve ilahî olduğuna inanmak o anlamın bir kerede bütün zamanlar için tüketilemeyecek olduğuna da inanmak demektir. Bu bize şöyle bir felsefi bakış açısının gerekliliğini öğütlüyor: Biz dinimizi, geleneklerimizi, tarihimizi ve kültürümüzü felsefi bir bilinçle yeni baştan okumak, sorgulamak, yorumlamak ve anlamlandırmak zorundayız. Bu sadece felsefecinin ödevi değildir; bu aynı zamanda din âlimlerimizin, ilahiyatçılarımızın, sanatçılarımızın, devlet adamlarımızın da ödevidir. Ama böyle bir bilinçle topyekûn bütün bu meselelerin birbiriyle irtibatlı olduğunun farkında olan bir idareci zümresinin de vazifesidir. Farabi, El Medinetü’l Fazıla adlı eserinde ‘faziletli şehir nedir?’ diye sorduğunda; bu erdemli şehrin başında bir filozof kralın varolduğu, varolması gerektiğini söyler. Buradan da anlıyoruz ki, bü-

69

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


tün medeniyet problemlerimize kuşatıcı ve üst bir felsefi bakışla yaklaşmak mecburiyetimiz vardır. Çünkü bunların hiçbiri birbirinden kopuk, bağımsız kompartımanlar hâlinde ayrılmış problem alanları değildir. Her medeniyet aynı zamanda bir metafizik ve dünyevi düzen demektir. Dolayısıyla medeniyetleri ölümsüz kılan şey ya da bir kültürü taşıp, coşturup onu medeniyet seviyesine çıkartan şey; bir dünya görüşü ve aynı zamanda bir metafizik görüştür. Bunlar, hayatın olmazsa olmaz iki ana unsurudur. Bu iki hat üzerinden bakınca görüyoruz ki medeniyet hem bir dünya düzeni başarısı hem de bir metafizik düzen başarısıdır. Çünkü medeniyet bir çeşit dünya düzenidir; burada insanın yeryüzünde sosyal bir varlık olarak birlikte yaşayabilmesi için sosyal bir organizasyona ihtiyacı vardır. Bu sosyal organizasyonun sağlıklı bir şekilde kurulabilmesi için de bilgiye ihtiyaç vardır. Bu bilgi de hem bir çeşit dünya bilgisi hem de bir çeşit metafizik bilgidir. Bu noktada, “bu dünyaya ilişkin bilgi neden yeterli olmuyor, niçin bunun mutlaka bir metafizik bilgiyle tamamlanması ya da takviye edilmesi gibi bir ihtiyaç vardır?” sorusu gündeme gelebilir. Bu meşru bir sorudur. Ve şöyle cevaplanabilir: Eğer insan yeryüzünde sadece kendisini maddi ilişkiler ağı içerisinde tanımlayan bir varlık olmuş olsaydı dünyevi-beşerî bilgi insana yeterdi. Ama insanoğlu tarihin hiçbir evresinde kendisini salt dünyevi, salt fizik-fizyolojik bir varlık olarak tanımlamakla iktifa edememiştir. İnsan mutlaka kendisini anlamlandırmak istemekte, kendisinin doğumdan önceki ve ölümden sonraki akıbetini merak etmektedir. Bu merak duygusu insanda metafizik dediğimiz alanın kapılarını açar. Metafizik, insanın aşkınlık ihtiyacının bir sonucudur. Peygamberler de insanın aşkın varlıkla ilişkisinin ve iletişimin asli kaynaklarıdır. Hangi kavim bir peygambere veya bir kutsal kitaba bağlanıp onun emirlerini idrak etmişse o kavim bir medeniyete doğru yürümüştür. Dolayısıyla peygamberleri böyle algılamak gerekir. Çünkü onlar değerleri yaşayan ve ölümsüz modeller oluşturan insanlardır. Ahlâk bir modelden öğreniliyorsa, bir örnek şahsiyetten öğreniliyorsa siz önce onun hâllerini ve tavırlarını örnek alırsınız. Dolayısıyla bir son-

raki aşamada ‘acaba bu hâlin, tavrın arkasındaki değerler nedir’ diye merak etmeye başlarsınız. O değerleri keşfettikçe, o değerleri özümsedikçe, o değerleri “sizin için” (kendiniz için) hâline getirdikçe, o değerleri kendi malınız hâline getirdikçe o davranışlar artık sizin için taklit olmaktan çıkar; onlar artık siz olursunuz, sizin şahsiyetiniz olur. Ahlâktaki bu dengeyi; iç ve dış dengesini, toplumsal olanla ucu açık olanı buluşturmak mecburiyetindeyiz. Bunun bir süreç olduğunu, bunun devamlı mükemmele, iyiye, güzele doğru yönelmiş olma süreci olduğunu da fark etmek zorundayız. Aksi takdirde ahlâk Hz. Peygamber’le bitmiştir derseniz insanlıktan ümidi de kesmiş olursunuz. Onun en güzel örneği orada yaşandı, doğru. Ama o en güzel örneğin her çağda, her toplumda ihya edilmesi gereken bir şey olduğunu idrak etmek gerekiyor. Dolayısıyla eğer siz vahyi kendinize iniyormuşçasına idrak etmeye başladığınızda, okumaya başladığınızda; o vahyin sizde yaratacağı bir hâl zuhur edecektir. O hâlin adı da belki İslam Ahlâkı olacaktır. Bu noktada İslam adına fark etmemiz gereken şey; Hz. Peygamber’in tamamlamak üzere gelmiş olduğu ve bizi reşit kılacak olan ahlâktır. Anlamamız ve fark etmemiz gereken kavramlardan bir tanesi de bu “reşit olmak” kavramıdır. Biz dinin aslında insanları kul yaptığından çok bahsediyoruz ama insanları reşit kıldığından o kadar bahsetmiyoruz. Oysa dinin insana iniş sebebi, geliş sebebi, vahye muhatap olan insanda yarattığı transformasyondur. Yani siz vahiyle karşılaşıp bir dönüşüme uğramıyorsanız vahiy size değmiyor demektir. Vahiy size inmemiş demektir. Her insanın vahiyle şahsi bir karşılaşması isteniliyor. Yukarıda söylediğimiz gibi, peygamberlerin mesajları gönderildikleri toplumlarla ve dönemlerle sınırlı değildir. Bu mesajların her toplum, her düzen, her insan için ayrı ayrı yeniden güncellenmesi, yeniden idrak edilmesi ve yorumlanması gerekir. Bir medeniyet eğer içine kapanmamışsa, eğer durağanlaşmak ve gerilemek istemiyorsa her alanda bu sorgulamayı yapmak mecburiyetindedir. Çünkü felsefi bakış açısı bize şunu söylüyor: ‘Mesaj tüketilmiş değildir, mesajın ve anlamın sonsuz açılımları vardır. İnsan bu mesajı her dönemde yeni baştan değerlendirecek ve yorumlayacak potansiyele sahiptir’. Dolayısıy-

70

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


la insandan ümidimizi kesmememiz, ona güvenmemiz gerek. Ayrıca o insanı, insanlığın hayrına çalışacak ve hayrını isteyecek bir ahlâki bilinçle donatmamız da zorunludur. Klasik örnektir; siz atomu parçalarsınız, bundan atom bombası yapabileceğiniz gibi atom santralinde enerji de üretebilirsiniz. Bize lazım olan şey bu bilgiyle ne yapacağımızdır. İşte bu aşamada ahlâk, İslam ahlâkı ve bu ahlâkın özneyi reşit kılmak istemesi, bireyin inşası problemi ortaya çıkıyor. Öyle bir özne inşa edilmelidir ki; o özne de hem toplumu hem bir medeniyeti hem de bütün bir insanlığı yeni baştan anlamlandırsın, kurgulasın ve bu kan ve gözyaşı yeryüzünden silinsin. Bu bir ütopya gibi görünebilir ama buna inanmak mecburiyetindeyiz. Gelinen bu noktada diyebiliriz ki, eğitim düzelmeden insan düzelmeyecektir. Onun için eğitimi ve siyaseti gündelik kaygıların dışında, değerler üzerinden gerçekleştirmeye mecburuz ve insanları da değer varlığı olarak tanımlamak durumundayız. Eğer siz, insanı tüketimle tanımlanırsanız, eğer siz insanı alım gücüyle tanımlarsanız oradan bir insani, ahlâki, medeni nizam çıkmayacaktır. Dolayısıyla her şey insanda başlıyor; ‘İnsanın eğitimi nedir?’ ve ‘İnsana lazım olan şey nedir?’ diye sormayı, sordurmayı becermeliyiz. Bu bizim toplumumuzda felsefeye aslında niçin layık olduğu yerin verilmediğiyle de alakalı; çünkü felsefe insana böyle bir şuur kazandırıyor. Böyle bir soru sorma patriği kazandırıyor. Felsefe uzun yıllar dışlandı ve belki daha da dışlanacağı günler de yaşanacak. Yani siz şehir plancısı yetiştiriyorsunuz, mimar yetiştiriyorsunuz lakin o şehirde yaşayan insanı hesaba katmayan bir şehir çıkıyor ortaya. Öyle bir mimari ortaya çıkıyor ki onun içinde insan yaşayacağı unutulmuş. İhtişam, gösteriş her şey var ama insanın içinde mutlu olması, içinde insanın kendisiyle karşılaşmasını sağlayacak bir mekân olarak tasavvur edilmemiş. Yine bir bakış açısı eksikliği var, yine bir ufuksuzluk var. Yine bir kısır döngü, piyasa-pazar-maliyet ilişkisi ve en yüksek ranta, en yüksek kâra endeksli bir zihniyet, bir algı var. Dolayısıyla bu algı kırılmadıkça bu düzen devam edecektir. Bu algıyı kıracak insanlara, ortamlara ve ideallere ihtiyaç var.

Ahlâk alanı bilim alanı değildir. Ahlâk alanı olgular alanı da değildir. Bu alan değerler alanıdır, olması gerekenler alanıdır, idealler alanıdır ve yaklaştıkça uzaklaşan bir alandır aslında. Bundan da şu kastediliyor; ahlâk tüketilemeyecek olan bir alandır. Ahlâkın çağlar içerisinde güzel örnekleri tabii ki vardır ama bu şu demek değildir: Ahlâk çağlar içerisinde tekâmül etmiştir ve o da bilim gibi birikerek ilerleyen bir alandır. Dolayısıyla ahlâkın bilgisiyle ahlâkın kendisi aynı şey değildir. Bugün insanlık, ahlâk adına eserlerin çoğaldığı, ahlâk adına yazılıp çizilenlerin çoğaldığı, ahlâk adına teorilerin çoğalmış olduğu bir çağda yaşamaktadır. Ama ahlâk bilgisinin çoğaldığı, ahlâk adına yazılanların çoğaldığı çağda yaşamak en ahlâklı çağda yaşamak demek değildir. Günümüzde teknik ilerlemiştir; uzay çağı yanşamaktadır, bilgisayar çağı yaşanmaktadır. Acaba buna paralel olarak medeni bir çağ yaşanmakta mıdır? Medeni bir çağın yaşanması, etik bir seviye ile mümkündür. Etik, ahlâk dediğimiz şey de, insanla insanın ilişkisinde en kâmil manada ortaya çıkar. Bu demek değildir ki insan tabiat, insan nesne ilişkisinde ahlâk yoktur. Ama ahlâkın en kâmil manada yaşandığı yer intersubjektivite alanıdır. Yani özneler arası alandır. Çünkü sizin eyleminiz, muhatabınız tarafından algılanacak ve bir reaksiyon alacaksınız. Sizin ona yaklaşımınız, onun bunu algılayışı ve onun bunu çözümleyip size geri yansıtması hâdisesi etik bir ilişki başlatacak. Aslında her an, her grup, her toplum içerisinde bu insan-insan ilişkisini özneözne ilişkisi olarak kurduğumuzda sorun daha sağlıklı bir mecraya girecektir. Çünkü karşınızdakini sizin gibi bir ben, sizin gibi bir değer olarak gördüğünüz zaman bu ilişkinin adı ben-sen ilişkisi olabilir ve o zaman bu bir ahlâk ilişkisi olur. Karşınızdakini, kendinize layık gördüklerinizi layık görmediğiniz bir şey olarak tanımladığınız zaman o ilişkinin adı özne-özne ilişkisi olmuyor. O özne-nesne ilişkisine dönüyor. Ve siz karşınızdakini nesne olarak gördüğünüz zaman, onu tanzim etmeyi, onu şekillendirmeyi, onu kısıtlamayı ya da onu yok saymayı göze alabiliyorsunuz. Ve orada da ahlâk bitiyor. Çünkü ahlâk, özneler arası alanda gelişir, yaşanır, kurulur. Karşınızdakini özne olarak görmediğiniz anda ahlâk biter, medeniyet krizi doğar. ■

71

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


On yedi SEVAL KOÇOĞLU

K

olunun altında tuttuğu kitabı bırakıp bırakmamakta tereddüt etti. Eve sağ salim ulaşacağından emin değilken bir de kitabı taşıyabilecek miydi? Tam yüz yetmiş adım. Ortalık karışmaya başladığında genç karısıyla apar topar bir başka şehre (orada azınlıktan sayılacağını da bilerek) taşınan, misafirleri ve kilerindeki erzak hiç bitmeyen Sadık’ın evi ile kendi evi arasındaki mesafe yüz yetmiş adımdı. Harabe diplerinden, yıkıntılardan, çökmüş duvarlardan, henüz kaldırılmamış yahut kim olduğuna bile bakılmamış cesetlerin arasından, insan yanının ödü kopan ama hayvan yanıyla sırıtan bir askere görünmeden yüz yetmiş adım atabilirse eski tren istasyonunun yanındaki bir zamanlar korunaklı sayılan ama şimdi en fazla bir tavşan uykusu vaat eden evinin bodrumuna ulaşabilecekti. Üstelik korku, hücrelerinde kandan daha fazlayken bunu yapmalıydı. Önce sessizlikten emin olması gerekiyordu. “Böyle kuvvetli ve ani bir saldırıda dışarıda kim varsa birden ölür, o yüzden çığlık, inleme pek duyulmaz.” Yeni hayatında ilk öğrendiklerinden biriydi bu. Sığındığın yerden çıkmak neyin varsa ondan vazgeçmek demekti. Evinin bahçesindeki kuyudan su çekerken ölmüştü sütannesi. Bostanında yetiştirdiği irili ufaklı bütün karpuzları övünerek satan dişsiz bostancının oğlu ise yeni pişmiş koca bir ekmeği eve götürürken. Dışarıda kalmak büyük bir seçime dönüştüğünden bu yana, yıkıntıların mutfak bölümlerinden sürünerek topladıklarını eve taşımak kahramanlık demekti. Dinledi. Ses yoktu. Evet, kitabı da beraberinde götürecekti. Dikkatle hayat, gürültüyle ölüm aynı anlama geliyorken gömleğinin içine attığı bir iki parça yiyeceğin yanı sıra fazladan taşıdığı her zerrenin çok kıymetli olması gerekiyordu. Öyleydi. En sevdiği şairin kitabıydı. (On bin tane basılmış olsa bile elindeki en değerlisiydi üstelik.) Sırtını duvara dayadı. Saymaya başladı: yüz yetmiş, yüz altmış dokuz, yüz altmış sekiz… Hasta yatağından doğruca mezarına yol alan, evin önüne yerleştirdiği iskemlede güneşten kemiklerini ısıtarak ağrılarını azaltmasını uman ve onu her gördüğünde kuru elleriyle soluk hırkasının geniş ceplerinden çıkardığı nemli yemişleri avucuna dolduran Manima’sının 72

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


ne denli şanslı olduğunu düşündü. Yüz elli, yüz kırk dokuz, yüz kırk sekiz… Babasına her baktığında güzel esmer yüzünde kararlı bir aydınlık peyda olan annesinin eve getirilen cansız bedenine, babasının en küçük çocuğundan daha ürkek, çaresiz ve korkuyla kapanışı bile insanın uzağına bu kadar düşürmemişti onu. Yüz otuz, yüz yirmi dokuz, yüz yirmi sekiz… Çocukluğu kadar uzak yüz adım… Bir zamanlar yaşadığı evi kadar belli belirsiz doksan dokuz adım… Yatılı okulunun duvarları kadar uzun doksan sekiz adım… Onu iki kardeşinden ayıran hastalık kadar kara doksan yedi adım… Nerede olduğunu artık bilmediği babası kadar meçhul doksan altı adım… On yedi yaşının parlak siyah saçlarını, yüzündeki gizli gülüşünü hiçe sayan erken büyümüşlüğü kadar talihsiz doksan beş adım… “Saçlarını kimin için taradın? Hey! Miskin! Yüzünü bile yıkamak zordur senin için…” Neşeli halasının mahallenin kadınlarıyla oturduğu serin bahçeden gülerek ve gençliğine hak vererek sorduğu sorular, yaptığı şakalar. Gündelik hayatın içinde göğe doğru yükselen yeşil fidanlar, ısrarcı sarmaşıklardı bunlar. Onlara tutunarak gitmek istediği her yere gidebilirdi sanki. Kaybolmazdı, yolunu bulurdu. Bu şakalar altında kaynar süt olduğunu hissettirmeyen ince bir süt kaymağı gibi tüm acılarını sarardı, unuttururdu üzüntülerini. Elli, kırk dokuz, kırk sekiz… Elliden sonra evini görmeye başladığı için ikisi arasındaki ayrımın ne olduğunu anlamadığı korkuyla umut yer değiştirdi. Umuda çok da ihtiyacı olmayan günler yaşamıştı. Umut, onu fazladan bir kere daha görmekti bir zamanlar. Açık pencereden gizlice içeri baktığında odanın sokağa uzak köşesinde oturup kitabını okuyan bir gölgeye bakmaktı. Onun dizlerinde duran, (Sadık’ın genç karısından ödünç alınmış -bana öylesine gelmiş bir hediye, elbette canım, sende istediğin kadar kalabilir-) birazdan gözlerinden zahmetsiz bir yol takip ederek zehri/panzehiri,

yaşamı/ölümü, sevgiyi/nefreti, özlemi/kavuşmayı, aşkı/geri kalanı yavaş yavaş tüm vücuduna yayacak olan meşhur Kasem’in mısralarını düşündü. Kasem’in bir zamanlar ışığı az gecelerde yazdığı şiirleri o da çok sonraları neredeyse ışıksız bir gecede okuyacaktı. Sadece adına bakıyordu şiirlerin, ezberindeydi çoğu. “Sun ey sevgili, Baldan tatlı sohbetini Akşamı gönendiren zaferini Altın bir kementtir boynumda Senin sessizliğin… Karşı tepelerden ay bir karış yükselince Çöle saçmaya başla incilerini Yıldızlar ışığını beslesin” Otuz, yirmi dokuz, yirmi sekiz… Bahçe duvarına yaklaştı. Halası duvarı tebeşirle çizen çocukları azarlamıştı. Birkaç gün sonra ne o, ne mahallenin pek çok kadını ne sitem ne de çocuklar vardı artık. Pazar yerinde büyük tuzağa kapıldıkları zaman ölenlere dua edebilmişlerdi. Ölüm zaten öteden beri burayı çok severdi ama şimdi gökyüzünden toprak yağacak olsa şehir tamamen mezarlık sayılabilirdi. Elindeki kitap “İnsan eliyle gelen ölüm bir bedende birden fazla kişiyi öldürür.” diye başlıyordu. Ne de olsa şair de buradan biriydi. On altı, on beş… Beyaz azaldıkça, siyah arttırıyordu kendisini etrafında. Kendisinden öncekiler gibiydi. Ne çığlığı oldu ne inlemesi. Kasem’in şiirinin geri kalanını tamamladı içinden.

73

“ Sun ey sevgili, Tamamlanmış uykunun lezzetini Seheri karşılayan ürperişini Harlı bir ağıdır göğsümde Senin şikâyetin… Karşı tepelerden güneş bir karış yükselince Çöle saçmaya başla Rüzgârlar nefesini beslesin”■

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


KUSURLU SEVMELER Eski mesnevilerden geliyoruz, gerçek eksik Müstakil seraptır bizdeki, hisse eksik Şehri kuşatacağız, uslu mu uslu neon ışıkları Kilit nerde, anahtar kayıp, müsvedde eksik Uykumuz arapsaçı, tersinden okunuyor zaman Tramvaya bineceğiz, sebep eksik Siz bakmayın bıyıklarımı yanımda taşıdığıma Çöl var, kötülük ve bıçak var, damar eksik Kale düştü, sur içinde karantinaya alındık Müşteri tebessümüyle karşılanıyoruz, ganimet eksik Erteleyip duruyoruz borçları külfet koğuşunda Mesafe daralıyor, cezasını konuşuyoruz suçlunun, tövbe eksik Daha uzun konuşabiliriz, mesela akşamüstleri Masada dilekçe, dilekçede parmak izleri, rüya eksik Tuba ağacına kızdı özne, kürtaj yaptırdı Bugün pazartesi, pazar eksik, salı eksik Kaldıramıyoruz hayatı, elimizde kaldı nikâh Pimini çekiyoruz, birimiz eksik.

NAZIM PAYAM

74

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


CENGİZ AYTMATOV ile yazar ve eser üzerine

Batıdakilerin kendileriyle konuşuyorum adını zikrettiğimiz klasiklere denk yazarları yok. Çünkü şimdi zıtlıklar zayıflayıp rehavet hüküm sürüyor. Onlar insanın psikolojisinin bilinçaltını araştırıyorlardı. İnsanoğlu karmaşık şartlardan çıkmanın yolunu aradığında ruhu yeni bir silaha sahip olur.

T. NASİRDİNOV*

çev. ÖMER KÜÇÜKMEHMETOĞLU

“Yazar olmasam Bethoven gibi biri olsaydım diyorum.” Cengiz Aytmatov

20-25 yıl kadar önce Almanya’da Fransız gazetecinin “Aya gidip film çekmek istiyor musunuz?” sorusuna “Sizin bu düşüncenize, amaçlarıma Allah dünyada ulaştırırsa, şükrederim.” diye cevap vermiştiniz. “Kassandra Damgası” insanlığın tarihinde uzayda çekilmiş film gibi. Fantastik sanatın Rey Bredberi, Rober Merl, Ayzek Azimov, Artur Klark gibi klasiklerinin İngilizce, Fransızca onlarca romanları değil; sizin Ülker yıldızı gibi Kırgızların sanatçısının eserine tarihin, kaderin rast gelmesi hakkında hangi düşüncedesiniz? İyi bir bellik. İlgi çekiyor. Ben elbette destekliyorum. Bana iki defa geldiler. Bir defa Ruslar

bir defa Almanlar. Film çekilmesine izin verdim. Diğerlerinin söylediklerine göre, film çekimlerine 13-14 milyon dolar gidecek. Batı’da filmin devletle alakası yok. Film kendi başına. Filmi çekecek kişi masrafları, parayı kendi buluyor. Böyle bir girişim var. Filmin masraflarını bulur, bulacağına inanıyorum. Bu film, çekiliş muhtevası bakımından bana göre birçok yeniliği getirecek. Çünkü bu konuya benzer temada yazılan kitaplar yok denecek sayıda. Film çeşitleri var. Para kazanmak için çekilen filmlerin içeriği, amacı başka. Hafif melodramlar ekranlarda gösteriliyor. Bunlar da gerekli. Ancak derin fikirli eserlerin olması zaruri. “Kassandra Damgası” adlı eserin böyle olmaya gayreti var diye düşünüyorum.

* Bu röportaj -“Cengiz Aytmatov: Makaleler-Röportajlar” Uçkun, Bişkek, 2009- adlı kitabın 460-480. sayfalarında yayımlanmıştır.

Senaryosunu kendiniz mi yazacaksınız?

75

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Hayır, bu defa ben yazmayacağım. Elim değmiyor; işim çok. Düşündüklerimi yazmaya yetişemiyorum. Şimdi bir de senaryoya girişsem zor olacak. Onlara bırakırsanız… Amerikalılar “Cemile” adlı uzun hikâyenizi filme çektiklerinde senaryosunu görmüş müydünüz? Amerikalılar gelip çekeceğiz dediklerinde benim için oldukça ilginç olmuştu. Hayır, size çektirmeyeceğim, diyecek bir durum da yoktu. Elbette bizim için günlük olan bir şey değildi. “Cemile”nin senaryosuyla tanışmış gibi oldum. Bizim beklediğimiz gibi olmasa da genel olarak film iyi çıktı, izleyiciler beğendiler. “Cemile” filminin orijinalliği, oynayanların yabancı artistler olmasıydı. “Cemile”yi Vietnamlı bir kız oynadı. Bu başka milletin temsilcilerinin nasıl anlayıp nasıl düşüneceği hakkında kendine has büyük bir örnek, sinema sanatına özge bir türü oldu. Kassandra Damgası’nın teması Cemile’ninki gibi millî değil, evrenseldi; bu yüzden her şey kendi yerinde iyi. Eserlerinizden filmleştirilmeyen kalmadı. Bazıları iki defa filme çekildi. “Al Yazmalım”ı Sovyet devrinde Türk kardeşlerimiz çekti. Cemile hakkında konuştuk. Bu kadar filmin içinde en çok hangisini kendinize yakın görüyorsunuz? “Beyaz Gemi” ondan sonra “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek”. Diğer filmlerde kötü değil, ancak ikisi benim çok hoşuma gitti. Daha sonra Bakıt Karagulov’un çektiği “Boronduu Beket” bana göre gayesine ulaştı. “Gün Olur Asra Bedel” Viyana’da sahnelendi. Tiyatroda oyunun açılışına sizi de özel olarak davet ettiler. Bunu tiyatroda değil, tenha bir tren istasyonuna demir yolunun yanında oynadılar. İzleyiciler için oturacak yer ayarlanmış. Tam eski hayat. Trenler bir o tarafa bir bu tarafa gelip geçtiler. Sovyetler Birliği gemisiyle Amerika’nın Apollo gemisinin uzayda karşılaşması kimsenin düşünmediği bir olaydı. Onun gibi siz de dünyada realist yazar olarak tanınıp ödül-

lerin birbiri ardınca alıp yabancı akademisyenlerce belli üyeliğe seçilerek yazarlık yürüttünüz. Üslubunuz değişmez seviyeye ulaştığı zaman da “Gün Olur Asra Bedel” ve “Kassandra Damgası” adlı eserlerinizde fantastiğe başvurdunuz. Sizi fantastik yazarlara dâhil edebilir miyiz? Temel olarak ben kendimi realist yazar olarak düşünüyorum. Fantezinin realizmi destekleme hakkı var. Realizm olmadan sanatının yaşamasının mümkün olmadığını düşünüyorum. Realizm edebiyatın en önemli akımı olarak kalır. Onu çeşitli örnekler, türler takip edecek. Yeni eserinizde uzaydan yere mi dönüyorsunuz? Uzaydan dünyaya tekrar döndüm. Ancak yazdıklarımı bitiremedim. Rusça mı yoksa Kırgızca mı? Şimdilik Rusça. Kırgızcasını da kendim yazma niyetindeyim. Kırgızca yazma zamanı geldi. Önceleri içimiz dar olduğu için Moskova’da yayımlayıp sınavdan geçirirdik. Her şey boş zamanla alakalı, geniş vakitte iki dilde yazmaya ne var ki. En önemlisi yazılması, sonra bakarız. Cogorku Keneş’te (Kırgız Millî Meclisi) şükür faşistler yok. Yakınlarda Rusya’da Jirnovski, Devlet Duma Meclisini kargaşayla düşürmedi mi? Böyle yaramazlıklar Avrupa’da da var mı? Lüksemburg Parlamentosu’nda böbürlenen bazı milletvekilleri “Kaç yıldır çiftçileri destekliyor, onlara devlet bütçesinden para veriyoruz. Daha ne kadar bu böyle devam edecek. Haydi, buna son verelim.” demişler. Bu, televizyonda da yayınlanmış. Çiftçiler örgütlenip büyük arabalara inekleri, koyunları, domuzları yükleyerek getirip şehrin meydanına salmışlar. “Alın işte, size lazım değilse bize de lazım değil.” demişler. Ondan sonra polisler başlıyorlar malların peşinden koşmaya. Bu olay televizyonlarda da gösteriliyor. En ilginci problemi mecliste tartışan milletvekillerinin isimlerini domuzlarının sırtlarına yazmışlar. Ertesi gün meclis acil olarak toplanıyor. O milletvekilleri doğru olmayan bir mevzuyu tartıştıkları için çiftçilerden özür diliyorlar. Bu olayı

76

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


unutamıyorum.

Rus eleştirmenler “Gün Olur Asra Bedel” adlı eserinizi 20. asrın büyük romanı olarak değerlendiriyorlar. Belki.

vunma Bakanı olmuş. Böyle acayip değişiklikler de oldu. Sovyetler Birliği’nin elbette kendi gayesi vardı. Ama bu gayenin ardınca bizler de organize olup birbirimizle haberleşirdik. Buraya kaç kişi geldi. Her devrin bir hükmü var. Sosyalizmin olumsuz taraflarından bahsetmeyeyim, bu her gün konuşuluyor. Olumlu yönü; edebiyatı bir amaca yönlendirip imkân ve fırsat verdi. Düşünecek olursak şimdi öyle olması imkânsız. Bağımsızlığın istikameti ise şöyle: Bireyselliğe önem verip kolektivizmi geri planda bırakıyor. Oysa önceleri tam tersine bir durum mevcuttu. Biz o hayata alışmışız. Hayat tamamen değişti. Bunu anlamamız gerek. Ters tarafı millî ideolojiyi güçlendirirken zıtlıklar artıyor. Rusya şimdi bu durumda. Jirnovski öncülüğünde Rus milliyetçiler “Filancalar, falancalar bize karşı. Bunlara böyle yapmazsak olmaz.” diyerek halkın sinirlerini geriyor. Aydınlar büyük mesuliyet altında. Aydınlar, milliyetçilere mi katılacak yoksa onları azaltmaya, yasaklamaya mı yardım edecekler? Siz iyi biliyorsunuz, perestroyka döneminde Moskova’daki hayatla çok içi içeydim. O zaman Karabağ meselesi yoktu. Ancak Ermenistanlı Balayan adlı köşe yazarı, diğeri bir şair hanım beraber gezerlerdi, ismini unuttum. Onlar “Bu toprakların hepsi bizim. Biz en kadim halkız. Bizim kültürümüz muhteşem, Babil ile yaşıt.” deyip seslerini yükselttiler. O zaman, biz bunu kültür hakkında münakaşa olarak düşünmüştük. Sonunda ne oldu? Millî kültürler anlaşmazlığından kargaşa çıktı. Halkın arasını bozmak oldukça kolay, tekrar arayı bulmak ise zor.

SSCB devrinde kaç tane büyük meslektaşınızla, yazarlarla sık haberleşirdiniz. Şimdi kimlerle görüşüyorsunuz? İrtibatlarım oldukça zayıfladı. NATO’da büyük bir toplantı oluyordu. Askerler ve diplomatlar katıldılar. Bir ucundan diğer ucu görünmeyen salonda halka şeklinde oturuyorduk. Ara verildi. Asker gibi giyinmiş biri gelip Rusça konuştu ve beni kucakladı. Ermenistan Savunma Bakanı imiş. Ben, doğrusu tanıyamadım. Rusça “Beni tanıdın mı?” dedi. “Hayır, tanıyamadım özür dilerim.” dedim. “Ben, yazarım. Sizinle Erivan’da, Minsk’te, Moskova’da görüşmüştük, bir araya gelmiştik.” dedi. Savaşa katılmış. Sa-

Rusya’daki değişik gazeteler, Orta Asyalıların birleşip bizi tarumar etmesi mümkün diye yazıyorlar. Bence bu provokasyon. Rusya’ya niçin biz korku oluşturuyoruz? Rusya’ya korku salmadan kendi hayatımızı düzeltelim. Ne olursa olsun Rusya ile Orta Asya’yı birbirinden ayırmak mümkün değil; kaderimiz bir. Küçük olsun büyük olsun her halkın içinde bozguncular var. Köyde de fitne çıkaranlar var. Böylece birbirine düşürüp savaştırmayı istiyorlar. Böyleleri politikacıların arasında da var. Kahramanlığı büyük bir arzuyla isteyenler de var. Eski epik devirlerde kahraman at binip mızrak alıp kılıç sallayarak

Bazıları sahipsiz ortalıkta dolaşan malları tutup boğazlayarak bayram etmiştir herhâlde. Onların aklına böyle bir iş gelmez. İnsanoğlunun ahlakı, karakteri olgunlaştığında başka türlü oluyor. Bir defa Lüksemburg’dan yengenizi Bişkek’e yolcu ettim. Vakit geçtikten sonra telefon ettim. “Ulaştım, iyiyim; ama çantam yok.” dedi. “Hangi çanta?”. “İçinde yüzüklerin, ıvır zıvırların olduğu çanta. Havaalanında kaldıysa kaybolmuştur.” dedi. “Üzülme.” dedim. İki gün sonra elçiliğimizdeki kâtip kız polisin telefonla aradığını söyledi. Hayretle ahizeyi alıp kulak verdim. Aramaları kaybolan çantayla alakalıymış. Çantanın içinde bir kâğıtta isim, soy isim yazıyormuş ondan bilmişler. Hava alanında sahipsiz çantayı alıp gitmek kimsenin aklına gelmemiş. Yanılmıyorsam Lüksemburglu gazeteci sizden hangi eserinizin başarılı yazıldığını sorduğunda “Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek” demiştiniz. Ondan sonra beş yıl geçti. Düşünceniz değişti mi? Bunu o eserin oluşması, yazılması, muhtevası hakkında söyledim. Bence “Dişi Kurdun Rüyaları” ilk sırada.

77

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


kendisini gösterirdi. Şimdi de bu hissi taşıyanlar var. Biri hakkında kötü konuşup makale yazarak birilerine sataşmakla kendisini göstermek için ara sıra halkın arasını bozmaya kadar gidenler de var. Bağımsızlığımızı elimize aldık. Rus edebiyatında inkılap, değişim fark ediliyor mu? Ruslar büyük halk, güçlü millet. Hinterlandı geniş, zenginlikleri fazla… Buna bakmaksızın güçlükle mücadele zamanı. Yeni açılımları isteyenler var; postmodernizmin oldukça ters yönlerine gitmişler var. Önceleri edebiyat eleştirmenleri edebî süreci anlayan, sezen yardımcı güçlerdi. Şimdi onlar sadece tek tarafı savunup kendilerine has bir şekilde meşhur ediyorlar. Onların övdüklerini elime alıp okumadan bıraktım. Ondan sonra hakikati söyledim. Ya ben geride kaldım ya da sizler muhteşem bir şekilde ilerleyip benim anlamadığım acayip şeyleri açmışınız, dedim. Sorakin, diye biri çıkmış, insanın tiksineceği iğrençlikleri yazıyor. Karakterleri edebî, ahlakı bir yana bırakmış ihtiyar koca, çocuk, bir kadın ve bir erkek. Onlar sonunda bu dünyadan bıkıp gürültüyle çalışan büyük et çekme makinelerinin içine kendilerini atıyorlar. Makineden kıyma olarak çıkmalarını yazar bütün ruhuyla tasvir ediyor. Buna eleştirmenler imrenip “Bakın ne kadar muhteşem.” diyorlar. Bu, insanoğlunun bir an görmeye tahammül edemeyeceği iğrençlikleri aksine ebedîleştirmektedir. Zorba ve tercihsiz durumlar yaşadık. Hoş olmayan vaziyetlerde insanın ruh dünyasını iyiliğe götürecek eser yaratmak mümkün değil mi? Niçin Amerika’nın, Avrupa’nın savaştan önce ve savaştan sonraki zamanları edebiyat ile sanata çok yansıtıldı? Söyleyin Hemingway’e, Faulkner’a, Gessey’e, Thomas Mann’a denk klasikler şimdi de var mı? Batıdakilerin kendileriyle konuşuyorum adını zikrettiğimiz klasiklere denk yazarları yok. Çünkü şimdi zıtlıklar zayıflayıp rehavet hüküm sürüyor. Onlar insanın psikolojisinin bilinçaltını araştırıyorlardı. İnsanoğlu karmaşık şartlardan çıkmanın yolunu aradığında ruhu yeni bir silaha sahip olur. Günümüz hayatı edebî sürece birçok şeyi açıyor. Ruslarda “vıstra-

dannaya istinna” diye bir söz var. Bu azap çekmiş hakikat. Biz tam o en yüksek hakikate ulaşmakla yükümlüyüz. Dünyaya Düyşön’ü verdiniz. Hayata yeni bir Düyşön daha gelir mi? Her şey değişti. Düyşön’ün yerine artık bilgisayar çıktı. Bilgisayar birçok meseleyi üstlenip birçok şeyi etkiliyor. Düyşön gibi öğretmenlerin olması zor. Ancak öğretmenlik çok ihtimam ve özveriyle çalışmayı istiyor. Özveriyle çalışan öğretmenler hangi zamanda olursa olsun zaruri. Onlar olsaydı dileğini taşıyorum. Oğullarınızı, kızlarınızı nasıl terbiye ettiniz? Kırgızlar gibi azarladığınız, münakaşa ettiğiniz zamanlar oldu mu? Niçin olmasın? Tartışılacak zaman da var. Çocukları eğitmede anne babaya büyük mesuliyet düşmektedir. Şimdi bir de televizyon belası var. Bir yönden TV çocukların ilgisini çekip onları eğlendiriyor, her şeyden haberdar ediyor. Diğer taraftan kötü şeyleri de gösteriyor. Çocukları sadece televizyonun eğitimine bırakmak olmaz. Doğrudan doğruya kendi terbiyesini verme anne babanın omuzlarında. Anne babanın nasihatleriyle davranışlarının uyuşması gerekiyor. Terbiyeye çocukların yakınlarına saygı göstermesini öğreterek başlamak gerek. O, ondan sonra gelişir, serpilir. Her şeyi gördünüz. Avrupa’nın ortasında yaşıyorsunuz. Kendi doğup büyüdüğün memleketine hiçbir şey denk olmuyor. Tamam, güzel, müzelerde gez, büyük insanlarla otur, fark etmez. İyi kötü çocukken alıştığın çevreye hiçbir şey yetmiyor. İşte bugün ilginç bir şey oldu. Cambıl’da okurken Colbarisov adlı bir çocuk vardı. Ben o zamanlar Colbarsov mu Colbarisov mu diye düşünürdüm. 1948 yılında okulu bitirip dağıldık. Ondan beri görüşmedik. Tam yarım asır geçmiş. O, bugün geldi, Kazak elçiliğinde Şahanov’un makamında görüştük. Emekli olmuş. Şaşırdım, zamanın bu kadar çabuk geçmesine. Birçok şeyi yatakhanemizi, okula gitmemizi hatırladık. Benim için muhteşem oldu. O zamanki gençlerin, yani bizim anlayışımız farklıydı. Cambıl’a gitti-

78

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


ğimde evime gitmiş gibi oluyorum. Hatıralarınızı yazmaya hazırlanıyorsunuz sanırım? Düşünülen, içerde pişen mevzular var. Fakat hatıraları yazacak zaman da geldi. Cengiz Törekuloviç’in nefesi rahatladı. Bazen inanamıyorum, güzel hatıra yazabilecek miyim yazamayacak mıyım diye? Birçok şeyi unuttum. Bunu sormamın sebebi hatıralarınızı yazdığınızı duyduğumdan beri birçok tanışınız ümitleniyorlar, ismimi zikredip över mi diye. Şüphelenenler şüpheleniyor, rahatsız olup “Aniden Aytmatov, beni ebedî rezil edip bırakır mı? Savunmanın en iyi yolu ileri atılıp saldırmak, ben onu önce kötüleyeyim deyip acele edenler de var. Benim öyle alışkanlığım yok. Nice insan yukarılara çıkıp aşağılara iner. Hayret ediyorum bazı insanlara. Yakınlarda size Rusların meşhur din adamı, peygamberler hakkında kitap yazan Aleksandr Men adlı uluslararası ödülü verildi. Aleksandr Men büyük teolog, tanrı bilimci, demokrat; perestroyka zamanında ayrıca parlayan çok önemli biriydi. Perestroykanın özelliği şu oldu, hepimizin yolunu açtı. Önce edebiyat ile sanatı partinin silahı diye bir kenara ayırıp dindarlar kendince bir köşedeydiler. Arayı uzaklaştıran her şey perestroyka döneminde ortadan kalktı. Aleksandr Men o dalgalanmada çok belli oldu. Ancak sonuna kadar gitti. Çünkü Aleksandr Men’in zamana o kadar seslenmesi, dinin ihatasından çıkıp dini de aydın hayatı da birlikte kucaklayıp göze görünmesi birilerinin hoşuna gitmedi. Onu öldürme yoluna başvurdular. Onun adına uluslararası ödül dördüncü defa veriliyor. Önce Almanya’nın Rusya’nın temsilcilerine verildi. Elbette ben din görevlisi değilim. Edebiyata, kültüre, siyasete, diplomasiye hizmet ediyorum. Ancak günümüzün önemli problemlerini, akımlarını anlamam, bunlarla ilgilenmem ödül sahiplerinin dikkatini çekmişe benziyor. Çeşitli dinlerin temsilcileri sözde anlaşmış gibi görünüp gerçekte birbirine uymuyor; bu şöyle dursun birbirlerine karşı olmuşlardır. Er ya da

geç evrensel düşünce insanoğlunun bilincine yol açacak yeni anlamdır. Ben eserlerimle buna bir şekilde yaklaştım galiba. Ödülün bu sene bana verileceğini Katolik Akademisinin Başkanı Gerbert Fyurst haber verdi. Dünyadaki müşterek akıma dâhil oldum herhâlde. Buna İtalya’da yayımlanan makale de delil. Evet, o oldukça hacimli bir makaleymiş. Sizde tercümesi var mı? İtalyanca incelemesini okumak en ilginci… Roma papasının havarileri, elçileri var. Biz elçi diyoruz. Vatikan’ın Brüksel’deki elçisinden bir gün büyük bir paket geldi. Hayretler içinde açtığımda mektup olduğunu gördüm. Ben size şu hacimli makaleyi gönderdim, tercüme ettirip iyice tanışasınız diye. Vatikan dergisinde basılmış 15-16 sayfalık makaleymiş. Başlığı güzel, bir yönüyle güldürüyor insanı. Rusçasını söyleyeyim. Buna “Cengiz Aytmatov, ateist, Marksist, Müslüman, İsa’ya yüzünü döndü mü?” diyecek miyiz? Benim bakış açımda elbette din ve medeniyetler oldukça fazla. İnsanoğlunun doğumundan ölümüne kadar hayatına bakarsanız dünyadaki dinlerin Hristiyanlık, İslam, Budizm olduğunu görürsünüz. Sen Hristiyansın, ben Müslümanım, sen Musevisin, ben Budistim diye ayrılmak en kolay en sıradan yol. Buna aklın gereği yok. Tarihi aktarıp bakacak olursanız dinlerin anlaşmazlıklarından nice büyük yıkımlar, kıyımlar çıkmış. Geleceği bu şekilde çözmemiz doğru değil. Her bir din ne kadar güçlü değerli olsa da insanoğlunun birliği hepsinden yukarıda. Ben o zamanı bekleyen biriyim. İtalyan dilindeki makale daha çok “Dişi Kurdun Rüyaları” ile ilgiliydi. Moskova’da Rusçaya tercüme ediliyor. Aleksandr Men Ödülü’nün verilmesi geniş bakış açısıyla değerlendirdiğimizde anlaşılır. Belli sınırlar içinden bakarsak o kadar da anlamlı olmaz. Bazı zamanlarda kozmopolitim demenize darılanlar var. Demin söylediklerimin hepsi kozmopolit duygudan meydana geldi. İnsanoğlunun bütün dünyanın kendisine verildiğini anlamaya çalışması lazım. Dar kalıpların içinde belli sınırlardan bakmak kolay. Komünist Partinin, proletaryanın

79

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


dar, kinli bakışı kozmopolitleri yok etti. Gerçekte her dinin başlangıcında bu dünyayı yaratan Huda mı, Allah mı veya başka güçler mi, kim ise, insanoğluyla alakası var diye anlamış. Sonra her biri hükmetmek için bölünmüş. Ancak en birinci bilinç kozmopolitlik akımı. Bu düşünce en sonunda hepimize kendini kabul ettirecek. Ben ömrümün çoğunu yaşadım. Bu yüzden benim idrakimde “Kassandra Damgası”nda söyledim, insanoğlunun dünyayı kabul etmesi, anlaması sınırsız, geniş olması gerek. Kozmopolitizmin kimseye zararı yok. Aksine kozmopolitizm insanoğlunu ayırmadan hepsine bir bakmak, eşit muamele etmek. Kozmopolit olmak, dini hedef alıp bir yana atıp gitmek değil; aksine dinlerin hepsine değer verip saygı duymak. Elbette bunu anlayanlar var, anlamayanlar var. Kabul edenler var, etmeyenler var. Dünyada herkes aynı olamaz, her biri bir başka. Evet, hazır dinden bahsetmişken. Hayır, ben dindar değilim, sadece din hakkında yazdım. Evet, din mevzusuna çok başvurmanızla alakalı bir soru. İslam fanatizmi Vahhabizm hakkında fikriniz ne? Bu oldukça karmaşık. Fanatizmin bir türü. Bizim dinimiz, bizden başka kimsede yok, diye kendini kaptırıp bunun için yanıyor yakılıyor gibi görünüyor; ama gerçekte bunun vasıtasıyla ayrılığa düşüp cebelleşmeye, münakaşaya gidiyor. Spor fanatizminden başlayarak dinî, ırkî fanatizme kadar hiçbiri iyiliğe götürmez. Millî ideoloji şekillenmedi; onun yerini din mi alacak? Millî ideoloji Rusya’da da yok. Dinin siyaset, ekonomi, çeşitli alışverişlerin, hepsinin üstünde olması gerekiyor. Din, ideolojinin yerini alırsa Tacikistan gibi olur. Dinin nurani olması gerekiyor. Dinin özelliği insanları bir araya getirmesi, insanoğlunun ruhunda çiçekler açtıracak güç olması. Din insanoğlunu merhamete, ilim almaya, eğitime davet edip yardım etmeye, sevgiye götürürse o zaman hiç kimseye engel olmaz. 21. asırda köyde halk kalacak mı?

Bu, oldukça zor bir mesele. Gönlü örseliyor. Elbette şehir her zaman şehirdir. Şehir, karargâhtır; ama hakiki güç kuvvet köyden geliyor. Şehrin caddelerinde insan kalabalıkları dolu. Onları ayıplamak zor… Kendi memleketinde yapacağı işi yok, üretim yok, gün göremiyor. Şehre geldiklerinde de onlara cenneti sunan kimse yok. Caddede her şeyi satıyor. Gençler şehirde kendi yerlerini bulamadan, çeşitli olaylarla karşılaşıyorlar. Bunların tamamı başka bir atmosfer oluşturuyor. İnsanın mizacına, karakterine, imanına çeşitli etkiler yapıyor. Çünkü gençlerin gücünü kuvvetini ruhunu yumuşatacak şartlar oluşmuyor, yok. Bu konuyla ilgili bir iki kişi suçlu değil; bu tarihî bir süreç. Tiyatrolarda da bu gösteriliyor. Ekonomik açıdan yüksek seviyeye ulaşsak benim düşünceme göre köyler muhafaza edilse. Ancak hayat şartları düzelse köylerin tamamına elektrik, su, gaz, telefon çekilse, radyo olsa o zaman köyde yaşamaya ne yetişsin! Bununla birlikte eski âdetlerimiz de yaşasa. Buna ulaşabilecek miyiz, ulaşamayacak mıyız? Eksiklikler olursa gençler saadetlerini başka yerde arayıp dört bir tarafa dağılıp giderler. Bu çetin, millî mesele… Milletin kaderi köyle alakalı. 21. asırdaki Kırgız yazarını nasıl düşünüyorsunuz? En önemlisi Kırgızca yazıyorlar. Bize Rusça da büyük hizmet etti; şimdi de hizmet ediyor. Ancak şimdiki coğrafyası buna kâfi değil. İyi bilsen iki üç dilde yazmak kadar güzeli var mı? Çok dillilik toplumun gelişmesinde bir faktördür. 21. asırda Kırgız yazarlar sizin gibi gayret sarf etmeden eserinin özünü söyleyip bilgisayara ödev veriyorlar? Böyle şeyler var. Bilgisayarda satranç oynuyorlar. Ancak bu insan ruhuna, canlıya denk değil. Canlı ruh bu, kendince kozmos, hakikatte sınırsız! Gelişim gösteriyor. Yüz yıl önce insanoğlunun sanatı idrakiyle şimdikini mukayese etmek mümkün mü? O, bizim gibi akla mantığa, toplumsal bilince sahip miydi? Sonrakiler bizden daha çok gelişecekler. Bu yüzden bilgisayarın teknik açıdan gelişmesi mümkün; ancak insanoğlu gibi bir bilince sahip olamaz. ■

80

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


MEHMET NURİ YARDIM ile "Sefertası" ve "Halim Selim Efendi" kitapları üzerine

Bazen bir denemeniz hikâyeye, bir köşe yazınız denemeye, bir hikâyeniz romana dönüşebiliyor. Kitap ismine gelince hem Sefertası hem de Halim Selim Efendi birer hikâyenin ismini ödünç olarak aldılar ve kapağa taşıdılar.

SEVİN ÖZEK

Mehmet Nuri Yardım 23 Nisan 1960 tarihinde Siirt’te doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. 1979 yılında başladığı gazetecilik mesleğine 2001’e kadar devam etti. Muhabirlik, musahhihlik, editörlük, röportaj ve köşe yazarlığı yaptı. Kültür sanat sayfalarını yönetti. Şu anda Kubbealtı Akademisi Kültür Sanat Vakfı bünyesinde çıkan Kubbealtı Akademi Mecmuası’nın Yazı İşleri Müdürlüğünü yürütmektedir. Edebiyat Sanat ve Kültür Araştırmaları Derneği (ESKADER)’nin ve Sanatalemi.net sitesinin kurucu başkanıdır. Edebiyat araştırmaları, biyografi ve röportaj gibi farklı türlerde pek çok eseri olan Mehmet Nuri Yardım ile söyleşimiz, yakın zamanda yayımladığı Sefertası ve Halim Selim Efendi kitapları üzerinedir.

“Sefertası” ve “Halim Selim Efendi” Kitaplarınızın ön sözünde bu metinlerin hikâye, kendinizin de bildiğimiz anlamda bir hikâyeci olmadığınızı, bunların ancak hikâye-hâtıra türüne dâhil edilebileceğini söyleyerek bir anlamda mütevazılık örneği sergiliyorsunuz. Hikâye-hâtıra tarzında eser verme fikri ne zaman ve nasıl ortaya çıktı, bize anlatır mısınız? Sevin Hanım, benim yazı hayatım adına önemli bir soru yönelttiniz, teşekkür ederim. Hakikaten hikâye yazmayı uzun zaman hiç düşünmedim. Gerçi ilk gençlik yıllarımda birkaç denemem oldu, hatta önemli teşvikler de gördüm. Mesela rahmetli hocam Mehmet Kaplan yazmamı istemişti. Bir gün Edebiyat Fakültesi’nde amfide ders verirken, “Aranızda şiir, hikâye, deneme yazan var mı?” diye sorduğunda ‘cahiller cesur olur’ fehvasınca parmağımı kaldırmış ve hikâye yazdığımı söylemiştim. Sen misin bunu söyleyen! Hoca odasına davet etti, ürpererek girdim. Ardından benden yazdığım hikâyelerden birini kendisine getirmemi istedi. Onu da yerine getirdim. Son yazdığım ve bir gazetede yayımlanan “Küçük Mezar” isimli hikâyemi ertesi 81

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


günü götürdüm. Birkaç gün sonra Hoca çağırdı. “Hikâyeni okudum, iyi. Yalnız dilin çok ağır, Halit Ziya gibi. Daha sade yazmaya çalış!” dedi. Bu tavsiye beni çok sevindirdi. Sefertası, edebiyat çevreleri ve okuyucuları tarafından büyük ilgiyle karşılandı ve beğenildi. Bu sizi Halim Selim Efendi’yi yazmak konusunda motive etti mi yoksa ikinci kitap projeniz zaten var mıydı? Evet, doğrusu Sefertası yayımlandığında biraz tereddütle yaklaştım. Acaba okuyucu nasıl karşılayacak? Bugüne kadar hep araştırma, inceleme, biyografi kitapları yayımlanan bir yazarın hikâye kitabı çıkarması biraz cesaret işi. Gerçi ön sözde hikâyecilikte herhangi bir iddiam olmadığını belirtmiştim. Ama netice itibariyle hâtıralardan örülü olsa da bir hikâye kitabı ile edebiyat dünyasının önüne çıkmıştım. Bu tereddüdüm kısa zamanda zail oldu. Çünkü Sefertası beğenildi. İçindeki metinler okundu, olumlu eleştiriler geldi. Sefertası hiç yankı uyandırmasaydı belki de Halim Selim Efendi gün ışığına çıkmayacaktı. Şimdi kısmetse üçüncü bir hikâye hâtıra kitabı hazırlıyorum. Araştırma, inceleme, biyografi, deneme gibi farklı türlerde eserler verirken bu çeşitlilik içinde hikâye-hâtıra kitaplarınızın sizin için önemi nedir? Araştırma, inceleme, biyografi türlerinde yazmak bir bakıma başka hayatları, farklı edebiyatçıları anlatmaktır. Onların hayatına girmek, eser-

lerini tetkik etmek ve nihayetinde okuyucuları onlarla tanıştırmaktır. Deneme bunların dışında tabii. Denemede sadece siz varsınız. Ama hikâye bambaşka. Şiir, hikâye ve roman edebiyatın en özgün türleri. Bir bakıma yazar iç dünyasını okuyucuyla paylaşıyor bu türlerde. Dolayısıyla hikâye yazmak beni hep heyecanlandırmıştır. Çok özendiğimi söyleyebilirim. Diğer yazıları biraz da gazeteciliğin getirdiği bir hususiyetle çarçabuk yazıp çıkarırken hikâyelerin aylarımı aldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü daha kalıcı gibi görünüyor bana. Daha çok titizlenmem, daha çok zaman ayırmam icap ediyor. Bu bakımdan diğer kitaplarım arasında çocuk romanım olan Yıldızlarla Uyumak, Sefertası ve Halim Selim Efendi’nin yerleri başka. İnşallah okuyucunun da sürekli ilgisiyle karşılaşırlar da ben de bu vadide bir şeyler üretmeye devam ederim. Bu yoğun üretkenlik içinde nasıl bir çalışma sisteminiz var? Meselâ hâtıra-hikâyelerinizi yazarken taslak oluşturuyor musunuz yoksa neyi nasıl yazacağınıza o an mı karar veriyorsunuz? Elbette taslak, yazıdan önce zihinde oluşuyor. Uzun uzun o taslağı geliştiriyor, detaylandırıyor, geliştirmeye ve gerçekleştirmeye çalışıyorum. Mesela belki en azından altı aydır tasarladığım bir bisiklet hikâyesi var, henüz iskeleti kafamda. Ama yazamadım, ne zaman ortaya çıkar bilemiyorum. Ancak hikâyelerin benim zihin dünyamda çok fazla yer işgal ettiğini rahatlıkla söyleyebilirim. Edebiyatımızda mutlaka okunması gerektiğini düşündüğünüz hikâye-hâtıra örnekleri verebilir misiniz bize? Bu alanda eser veren yazarlarımız var. Mesela Ziya Osman Saba’nın Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi isimli kitabı tam da bu çalışmalara örnektir. Zira Saba, bu kitabında çocukluğundan başlayarak âdeta bütün hayatını, hâtıralarını hikâyeler şeklinde kaleme dökmektedir. Yine Abdülhak

82

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Şinasi Hisar’ın Çamlıca’daki Eniştemiz, Fahim Bey ve Biz adlarıyla yayımladığı uzun hikâyeleri de bu neviden eserlerdir. Sâmiha Ayverdi’nin de hikâyeleştirdiği hâtıraları çok. Ezeli Dostlar, Hâtıralarla Başbaşa, Yeryüzünde Birkaç Adım, Rahmet Kapısı, Ne İdik Ne Olduk, Bağ Bozumu, Dile Gelen Taş, Ezelî Dostlar, Kaybolan Anahtar, Ebabil Kuşları, Paşa Hanım, Üç Günlük Dünya İçin… Bu eserlerde hikâye tadı, hâtıra lezzeti, deneme zevki âdeta iç içe bulunuyor. Zaten Sâmiha Ayverdi’nin eserleri edebî türler bakımından imtizaç etmiştir, karışmıştır. Mesela İbrahim Efendi Konağı bir roman, ama aynı zamanda bir hâtıra kitabı. Çünkü birebir yaşanmışlıkları anlatıyor. “Gazete” isimli hâtıratınızda, 13 yaşındayken Yeni Asya gazetesinde yayımlanan şiirinizin sizin için ilk heyecan olduğundan bahsediyorsunuz. Bu başlangıçtan sonra hayatınızın ilerleyen döneminde pek çok eseriniz takdir gördü, ödüller almaya devam ettiniz. Bunlar içinde sizi en çok duygulandıran ödül hangisidir? Doğrusu ödüller insan hayatında, hele bir yazarın ömründe önemli kilometre taşlarıdır. Neden? Yazar da kendisini tartmış oluyor, yaptıklarının karşılığını görüyor. Verdiği sesin yankısını dinliyor. Bir bakıma “Toplum bana duyarsız değil, söylediklerim, yazdıklarım dinleniyor, ciddiye alınıyor.” diye düşünmeye başlıyor. Dolayısıyla ödüller gençler için bir teşvik, yetişkinler için de bir teşekkürdür. Benim aldığım ödüller arasında beni en çok duygulandıranı doğrusu iki büyük şairimizin kaybolan mezarları ile ilgili çalışmama verilen ödüldür. 2000’li yıllarda merhum Ahmet Kabaklı ustamızın talimatıyla, kabirleri Eyüp Sultan Mezarlığı’nda kaybolan Ahmet Haşim ve Ziya Osman Saba ile ilgili haberim o zaman Türkiye gazetesinde “Mezarı Kayıp Şairler” başlığı altında yayımlandı. O sene Türkiye Gazeteciler Cemiyeti, ‘başarı’lı bulduğu bu haberi, “Yılın en iyi kültür sanat haberi” olarak seçti ve ödül verdi. Bana göre en anlamlı ödül budur. O çalışmamda Ahmet Haşim’in mezarını bulmuş idik. Ne yazık ki Ziya Osman’ın mezar yeri hâlâ bilinmiyor. Bu da beni çok üzen ve hüzünlendiren ayrı bir hicran yarasıdır... Ve ne yazık ki bu yara bir türlü kapanmıyor. Dilerim geleceğin araştırmacıları

bu çalışmaya devam eder ve Saba’nın mezar yerini onlar bulurlar. Basın dünyasının Bâbıâli’de olduğu dönemlere yetiştiniz. Özellikle Halim Selim Efendi kitabınızdaki hikâyelerinizde bu hâtıralarınızdan bahsediyorsunuz? İşte şimdi tam da derin yarama bastınız. Çünkü Bâbıâli semtinin giderek can çekiştiğini görmek beni hakikaten çok üzüyor. Elimden de bir şey gelmiyor. Resmî bir sorumluluğum yok, makamım bulunmuyor. Bu semte sahip çıkabilecek olan makam sahiplerine fırsat buldukça söylüyorum, görevlerini hatırlatıyorum. Milat gazetesindeki köşe yazılarımda bu konuyu defalarca yazdım. Ama sanki basının üzerine ölü toprağı serpilmiş. Hiç kimse söz etmiyor. İşin acı tarafı başka yer ve semtlerde bir köhne meyhane yıkılınca kıyameti koparan anlı şanlı gazeteciler, Bâbıâli’nin gözümüzün önünde ölüp gitmesine âdeta seyirci kalıyorlar. Tek bir satır yazan yok. Bunun sebeplerini düşünüyorum? Acaba “Nerede o eski Bâbıâli günleri…” diye yazı döşeyen kerli ferli ‘köşe kadı’ları siyaset tarihimizin, basın dünyamızın, yayın âleminin bu en mühim semtinin yitirilmesine niçin bu kadar duyarsız? Anlamak mümkün değil. Bütün bu olumsuzluklara rağmen ben ümidimi hiç kaybetmedim. Bir gün bir kahraman çıkacak ve Bâbıâli’ye sahip çıkacak. Zira orası bizim millî hâfızamız, arşivimiz ve geçmişimizdir. Diğer eserlerinizde olduğu gibi hâtıralarınızda da unutulmaya mahkûm, perde arkasında kalan ne kadar isim varsa, onları gün ışığına çıkarmaya çalışmanız gerçek bir vefa örneği olarak değerlendiriliyor. Genel anlamda edebiyat camiasında bir vefasızlık olduğunu düşünüyor musunuz? Sevin Hanım, popüler olan, gündemde olan konular ve kişiler hakkında yazmayı sevmiyorum. Çünkü onlar zaten gözümüzün önünde. Fotoğrafları ve kitapları ekranlarda, gazete ve dergi sayfalarında çarşaf çarşaf duruyor. Bu konuları yazmak kültür hayatımıza bir şey katmaz. Üstelik ne yazık ki çoğu şişirme kitaplar. Yani “ilk baskı 50 bin, 100 bin” deniliyor. Ama açıp bakıyorsunuz içi boş, muhtevası zayıf. Ki-

83

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


tabın adı ve yazarın ismi satıyor sadece. Kitabı almadan adamakıllı inceleyeni, doğru dürüst karıştıranı göremiyorum. Bu da peşin hükümlerle kitap okumaktır ve sonuç itibariyle bence sağlıklı bir yol değildir. Tarık Buğra’yı tanımayan, Safiye Erol’u duymayan, Tanpınar’dan tek satır okumamış kişiler nevzuhur yazarların etrafında âdeta pervane. Bu hâl, bana biraz garip geliyor doğrusu. Ne diyelim, belki ileride bu okuyucular da daha iyi kitaplar bulmak için araştırmalar yapar ve gerçek eserleri ve yazarları bulurlar. Sefertası’ndaki “Uçak Korkusu” ve “Bir Yazarın İmza Günü Sendromu” gibi hikâyelerin çok beğenildiğini ve öne çıktığını görüyoruz. Yine ikinci kitabınızda, “Kumruların Dönüşü” gibi “Yazarını Çıldırtan Yayıncı” gibi okuyucuyu etkileyen hikâye-hâtıralar var. Buna göre siz bu metinleri kendi içinde neye göre tasnif ediyorsunuz? Kapak ismini belirlemenizdeki etken nedir? Aslında hepimizin yaşanmış veya yaşanmakta olan, belki de ileride yaşanacak olan birer hikâyesi vardır. Çoğu ibret yüklüdür, ders alınması gerekir. Bu kıssalar birer hisse de veriyor okuyucularına. Bütün mesele bunları kaleme almak, kâğıda dökmek… Biz millet olarak sohbeti severiz, hatta sohbet ehliyiz. Dost meclislerinde, kahve muhabbetlerinde insanımız ne güzel hikâyeler anlatıyor ne güzel menkıbeler paylaşıyor, bilirsiniz. İşte ben de aslında çocukluğumdan itibaren yaşadığım hâdiseleri yazmaya çalıştım. Tanık olduğum olayları metne dökmeye gayret ettim. Bunlar benim mesel’lerimdir. Gerek Sefertası’ndaki gerekse Halim Selim Efendi’deki hikâye-hâtıralar böyle ortaya çıktı. İlle de bir tasnif gerekirse şunları söyleyebilirim: Çocukluk ve ilk gençlik yıllarında yaşadıklarımdan yola çıkarak yazdıklarım. Bir de daha sonra yakından tanıdığım şahsiyetlerle ilgili yazdıklarım. İkinci bölümde olanlar biraz portre alanına da giriyor. Aslında ben de türler arasında kesin ve keskin ayırım yapmayanlardanım. Bazen bir denemeniz hikâyeye, bir köşe yazınız denemeye, bir hikâyeniz romana dönüşebiliyor. Kitap ismine gelince hem Sefertası hem de Halim Selim Efendi birer hikâyenin ismini ödünç olarak aldılar ve kapağa taşıdılar.

Hikâye-hâtıra tarzı kitaplarınızda; dostluk, insan ve hayvan sevgisi, memleket hasreti gibi değerleri sıcak samimi bir üslupla resmederken, kimi zaman güldüren kimi zaman düşündüren kimi zaman hayal kurduran bir tarzınız var. Bununla birlikte, Mavi Marmara şehitlerinden olan İbrahim Bilgen’in portresi gibi hüzün dolu gerçeklikler de yer alıyor? Sözlü edebiyatımızda da öyle değil mi? Bazı konuşmalarımızda coşku vardır, bazılarında hüzün. Kimi sözlerimiz keskin olur kimisi kadife yumuşaklığında. Aslında her olayın bir anlatılış biçimi vardır, hikâye edilirken bir üslup, bir tarz ortaya çıkar. Her iki kitapta bunu ben yaşadım. Sefertası hikâyesinde çocukluk yıllarının özlemini hissedersiniz. Ama “Mavi Marmara”da son yıllarda yaşadığımız ve bütün insanlarımızı, hatta ümmeti etkileyen, üzen bir saldırı hareketi karşındaki infialimiz var. Dolayısıyla hamaset, hüzün, özlem dolu duygularla örülüyor her hikâye. Haklısınız farklı üsluplar var gibi. Bence onlar farklı üsluplar değil değişik tonlardır. Aynı sesin değişik tınılarıdır. “Kütüphanemdeki Kitapları Kim Yürütüyor” hikâyenizde anladığımız üzere kitaplarınıza olan bağlılığınız çok fazla. Sizin gibi üretken bir edebiyatçı ve araştırmacı bir yazar için, kişisel kütüphane, yazı masası ya da yazı aracı ne ifade ediyor? Çalışma şartlarınızdan bahseder misiniz? Kütüphane bir bakıma azık yeri yazar için, bir mutfak, beslenme yeri. Piller nasıl elektrik cereyanıyla şarj oluyorsa yazar da kütüphanesinden beslenir. Belki şairler için böyle değildir. Ama eğer araştırmacı yönünüz gelişmişse ve siz biyografi, araştırma, inceleme, porte, hâtıra, seyahat gibi farklı alanlarda yazıyorsanız sizin çok sağlam ve zengin bir kütüphaneniz olmalı. Ben genelde akşamları çalışırım. Gündüzleri malum, iş yerinde normal mesaim var. Ama akşamları çoğu zaman bereketlenir ve biz bir bakıma kendimizi çalışma âleminin içinde hissederiz.

84

Bizlere vakit ayırdınız, teşekkür ederim. Ben de size çok teşekkür ediyorum. ■

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Zügüdar; Babil'den Tac Mahal'e yolculuk MEHMET MİYASOĞLU

T

ürk edebiyatında benzerine az rastlanacak oranda velut olan günümüz yazarlarından, geçtiğimiz yıl rahmet-i rahmana kavuşmuş, büyüklerin deyimiyle “dünyasını değişmiş” güzel insan Mustafa Miyasoğlu’nun Irak, Hindistan ve Pakistan gezileri sonrasında kaleme aldığı roman tadındaki eseri “Zügüdar” ve yazarımızın eserini hazırlarken sarf ettiği emeği dilimin döndüğünce anlatmaya çalışacağım. Oğullarından ilki olmak hasebiyle, yani yaş itibariyle de eserindeki muhtevaya şahit olanlardan en müsait olanı bulunmak bâbında bu yazıyı yazmam istendiğinde bunu elimden geldiğince en iyi şekilde yapmak gayretini kendime görev addettim. Rahmetli babam 1987’de Babil Festivali münasebetiyle Irak’a davet edildiğinde ben henüz 10 yaşında bir çocuk olarak onun heyecanının sadece yurt dışına gidiyor olmasından başka bir sebebi olabileceğini bilmem mümkün değilse de babamın alışkın olduğum gezilerinden farklı olduğunu hissetmiştim sanırım. Babam küçüklüğümden beri çeşitli konferans, seminer vb. vesilelerle şehir dışına giderdi. Ama bu gidişinde heyecanlıydı ve hatırladığım kadarıyla gidemiyor olsa da annem de o heyecana -tıpkı her duygusunda olduğu gibi- ortak olmuştu. 7-8 gün sonra babam döndü ve evde her

zaman olduğu gibi annemle uzun uzun gece yarılarına kadar sohbet ettiğini hayal meyal hatırlıyorum. Saddam’ın orada nasıl hükümran olduğunu ve dinî hassasiyetten yoksun bir anlayışla yeni bir düzen ve baskı kurmaya çalıştığını anlatırdı. Bana hediye getirdiği dalgıç saatinde Saddam’ın küçük bir resmini gördüğümde şaşırmış ve “Bu resim niye burada?” diye sorduğumda aldığım cevapla ve zihnimde her yerde gördüğüm Atatürk büstünün imajını örtüştürmüştüm. Saddam’ın kim olduğunu öğrenince “ha” demiştim anlamış gibi. Hindistan seyahati sırasında 15 yaşımdaydım ama babam oraya Pakistan’da görevliyken bir haftalığına yalnız gitmiş ve bizi götürme imkânı olmamıştı. Yine de oradan getirdikleri ve bize anlattıkları sayesinde Hindistan’ı çok sevmiş ve hakkında babam sayesinde belki de oraya gidenlerden daha fazla bilgiye sahip olmuştuk. Pakistan gezisi sırasında ise ailecek beraber olduğumuz için karış karış her gittiği yerde yaşadıklarına şahidiz ve çocuklarından yaşça onu takip edip anlamaya en müsait olanı ben oldu-

85

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Tac Mahal

ğum için gezerken hatıralarımı hatırlamakta, kardeşler arasında da biraz daha önde sayılırım. Sebeplerden biri olarak bunu düşünmüş müdür bilemiyorum ama 2003’te Konak Yayınları’nı kurarken babam yayınevinin ilk kitabı Zügüdar’ın hem kapak ve iç baskılarının teknik ve görsel işlerinde hem de muhtevasında editör olarak çalışmamı istemişti. Dolayısıyla muhtevaya da hâkim olduğum için bu güzel kitapla ilgili yazıyı yazmayı bir görevden çok babama olan vefa borcumun minicik bir parçası olarak görüyorum. İnşallah babamı, yazdığı bu kıymetli eseri ve amacını yeteri kadar anlatabilirim. Yazıda ara başlıklar hâlinde kitabın hazırlanma aşamasından önce arka planındaki bilgi donanımından, edebiyatımızda seyahat, seyahatname, sefaretname gibi türleri hakkında olabildiğince kısa bilgiler vererek babam Mustafa Miyasoğlu’nun hangi kaynaklardan beslenerek ve hangi yolu benimseyerek Zügüdar ismindeki eserini kaleme aldığını aktarmak istiyorum. Zügüdar'dan önce

Önem verdiği konularda önceden hazırlık yapardı. Fakülteden hocası Ali Nihat Tarlan’ın derslerinden birinde iki ders boyunca tek bir beyit üzerine detaylı inceleme yaptıktan sonra söylediği şu sözü aktarmıştı: “Siz şimdi soracak ya da merak edeceksiniz, ‘şair bütün bunları bu şiiri yazarken düşünmüş müdür?’ diye. Elbette hayır, ama bunları bilmeden bu şiir yazılamaz ve anlaşılamaz…” İşte bu açıdan bakınca, bunlar

bilindiğinde Mustafa Miyasoğlu gezi türünde hangi bilgi birikimine sahipmiş ve bu birikimin hareket noktası olan şuur ve hassasiyete nasıl sahip olmuş daha iyi anlaşılır kanaatindeyim. Bu notları babam da tutmuş mudur? Belki evet… Belki de hayır ama bunları bildiğine eminim, çünkü benden çok daha iyi ve fazla dersine çalışır, etraflıca bilmediği, araştırıp hâkim olmadığı konuda da konuşmaz veya yazmazdı. O yüzden en az ilahiyatçılar kadar dinî konulara hâkim olduğu hâlde alanı olmadığı için tek bir dinî kitabı yoktur. Zügüdar’ı anlatmadan önce birkaç gündür yeni baştan okuyorum. O kadar dolu ki, gerek bilgi olarak gerekse hatıra kabilinden beni nerelere alıp götürdüğünü anlatabilmem için kitabın tamamını yazıya iktibas etmem gerekir. Fakat şu açıkça fark ediliyor ki başta Evliya Çelebi olmak üzere pek çok seyyahın bakışından hem esintiler var hem de onlardan çok farklı noktalar yakalamış ve aktarmış kitapta. Güzel ve farklı olan en önemli nokta şu: Babam estetik anlayış ve derinlik bakımından romancı muhayyilesine sahip olduğu için bu eserin türü her ne kadar gezi olsa da, üslubu ve derinliği roman tadında ve tavrında. İlk seyahatname örnekleri

Dünya edebiyatının en önemli seyahatnameleri arasında şüphesiz Marko Polo’nun 13. yüzyılda yazdığı Uzak Doğu seyahatnamesi ile 14. yüzyılda yaşamış Arap seyyah İbn-i Batuda’nın İslam dünyası seyahatlerini konu edinen eserler yer alır. Türk edebiyatının ilk seyahatname eserleri arasında Hoca Gıyaseddin Nakkaş tarafından Farsça kaleme alınan ve 1422’de tamamlanan Acâibü’l Letâif adlı eserle Ali Ekber Hatâî’nin 1515’te yazdığı Hıtâînâme adlı eseri sayılabilir. İkisi de Çin’e görevli olarak gönderilmiş sefirlerdir. Türkçe yazılmış ilk seyahatname ise Basra’da, Osmanlı donanmasını Süveyş’e getirmek için, 1553 yılında Hint Kaptanı tayin edilen Seydi Ali Reis’e aittir. Hindistan’dan Bağdat’a dönüşünde kaleme almaya başladığı bu Mir’atü’l-Memalik isimli eserini 1557’de İstanbul’da tamamlamıştır. Gezip gördüğü Belucistan, Hindistan, Afga-

86

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


yer vermiştir. Eser bu yönden Türk kültür tarihi ve gezi edebiyatı açısından eşsiz derecede önemlidir. Bu seyahatname yalnızca onun yaşadığı dönem Osmanlı toplumunun kültürel değerlerine değil, birçok farklı milletin kültürel birikimine de ışık tutmakta ve günümüze ulaşmış veya ulaşamamış nice soyut somut kültür varlığı ile ilgili değerli bilgiler içermektedir. Seyyahların Piri'ne bağlı bir yazar : Miyasoğlu

Babil’in meşhur İştar Kapısı

nistan, Buhara ve Maveraünnehir gibi şehirler ve tanıştığı hükümdarlar ile şahit olduğu olaylar hakkında bilgi vermektedir. Hindistan’a görevle ilk giden Seydi Ali Reis’ten sonra Sultan III. Murat döneminde Tokatlı İbrahim oğlu Ahmet, 1575’te kaleme aldığı Acâibname-i Hindistan adlı eserinde Kabil, Hindistan, Basra, Yemen ve Hicaz izlenimlerini aktarır. Evliya Çelebi ve Seyahatnamesi

Çok güçlü ve özel bir gözlem yeteneğine sahip olan Evliya Çelebi, ait olduğu kültüre verdiği önem ve diğer kültürlere gösterdiği değeri en iyi biçimde gösteren 10 ciltlik Seyahatname adlı eseriyle insanlık tarihine yön veren kişiler arasında yer almıştır. Evliya Çelebi, cami, medrese, çeşme, çarşı, sur, kale, han, hamam, cadde, sokak, ev ve bahçelerinin yanı sıra düğünleri, yerel oyun ve kıyafetleri, sanatsal ve toplumsal davranışları gibi sosyal meselelerini de gözlemleyip anlattığı Bursa’dan sonra Osmanlı coğrafyasının neredeyse tamamını aynı anlayışla dolaşarak anlattığı büyük ve eşsiz eseri Seyahatname’nin ilk cildinde dünyanın incisi İstanbul’u kaleme almıştır. Eserinde sadece coğrafya, tarih, etnografya bilgileri vermekle kalmamış, birçok yerinde gezdiği yerlerin mahalli dilleri üzerine topladığı bilgilere de

Babam; henüz ortaokulda öğrenciyken kıt kanaat geçinen babasının, gaz lambasını uykuya dalıp devirerek yangına sebebiyet verir korkusuyla geceleri kendisinden okumamasını istediğini söylerdi. Oysa okumadan duramadığı için yaz gecelerini sokak lambasının altında geçirdiğini anlatırdı. Böyle birinin, kendi ifadesiyle “seyyahların pîri sayılan Evliya Çelebi”nin bu kültür hazineleriyle dolu eserini daha ortaokul yıllarında biliyor olmasından daha doğal bir şey olamaz. Fakat bu eseri o yıllarda Kayseri’de yayın imkânlarının kısıtlı olması sebebiyle ancak İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde tahsil yaptığı sırada daha detaylı inceleme fırsatı bulmuştur. Tiyatro bölümünden ek ders aldığı sırada hocası olan Haldun Taner’in “Düşsem Yollara Yollara” adlı eserini ve Asaf Hâlet Çelebi’nin Hint tutkusuyla yazdıklarını okuduğunda ruhunda seyahat tutkusunun filizlendiğini hissetmiş. Bu tutku 1987’de Babil Festivali vesilesiyle gitme fırsatı bulduğu Bağdat’ta iyiden iyiye serpilmiş ve yine kendi ifadesiyle “Babil’deki Yunan tiyatrosunda gösterileri seyrederken, İskender’in içini yakan Hind tutkusuna yakalandım.” dediği Zügüdar kitabında açığa çıkmıştır. Tabii bu arada bu seyahatten önce Ahmet Haşim’in Frankfurt Seyahatnamesi, Ahmet Mithat Efendi’nin Avrupa’da Bir Cevelân, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Canım Anadolu, Cenap Şahabettin’in Âfak-ı Irak, Falih Rıfkı Atay’ın, Reşat Nuri’nin, Ahmet Haşim’in ve hatta Fuzuli’nin Bağdat’a dair yazdıkları gibi, gezisinde kendisine ufuk açacak eserleri çoktan okumuş olduğunu hatırlatmakta da fayda var. Yani nereye nasıl bakacağını biliyor ve estet bir yazar

87

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


den şair ve yazarlarımız olmuştur. 90 yıl kadar Hindistan’ı sömürge altında tutan İngilizler, Türk ismini ve mefkûresini “Oxford History Project (Oxford Tarih Projesi)” vb. isimli çeşitli uydurma tarih kitapları yayınlayarak, ‘Mughal’ vs. gibi isimler icat edip Türk kelimesini kullanmadan izlerimizi silmeye çalışmışlarsa ve büyük oranda başarılı olmuşlarsa da hâlâ Tac Mahal’i gezdiren rehberin ağzından şu cümleler dökülebiliyor: “Türkler güzel ve âdil insanlardır. Biz sizi çok severiz. Şahlarınızı unutamayız, en büyük eserlerimizi Türk Hanları yaptı”. Oralarda bıraktığımız izleri bugün de görmek, bizi babamın “Müslüman Türk kültürünün izlerine rastladıkça gönendim, sevindim.” ifadesinde olduğu gibi gururlandırıyor. Zügüdar gibi eserleri, bu hususları göz önünde bulundurarak o bölgeye dair yazılanları okuyup, hatta imkân bulunca gidip görebilenler olursa gezi notları tutmayı, rastladıkları Türk izlerini kaybetmemek adına çaba göstermeye teşvik olarak görüyorum. O yüzden bu kitaptaki bakış açısının gelecek nesillere örnek olması gerektiğine inanıyorum. Amaç ve üslup bakımından gezi yazılarının türleri

Delhi'nin 10 km uzağındaki Kutb-ı Minar ve Kuvvet-ul İslam camii

olarak bunun şart olduğunu da Zügüdar’da zaman zaman hissettiriyor. Edebiyatımızda Hint Alt Kıtası ve Türkler için değeri

Köklü medeniyetlerden biri olarak Türkler açısından Çin kadar olmasa da yine de ilgi görmüş ve bugün Babür Hanlığı gibi kardeş saydığımız devletler kurarak kültürümüzü götürdüğümüz bir başka diyar da Hindistan olmuştur. Gazneli Mahmud’un oraları fethetmek için düzenlediği 21 sefer hâlâ hatırımızdadır. Türk edebiyatında Hindistan’a dair gezi notları, seyahatname türünden pek fazla esere rastlanmasa bile yine de ilgi ve merak uyandıran bir diyar olarak tarih boyunca az da olsa oraya seyahat eden ve oralardan eserlerinde bahse-

Gezi yazılarını amaç ve yazılış bakımından üçe ayırmak mümkündür: Günlük gibi günü gününe alınmış notlara dayalı gezi yazıları, mektup biçiminde yazılan gezi yazıları ve bir şehri veya ülkeyi ansiklopedik tarzda daha nesnel ve detaylarıyla tanıtmayı amaçlayan gezi yazıları. Gezi yazılarını, gezi türünde eser veren yazarların durumları bakımından da ikiye ayırabiliriz: Meşgaleleri, yani meslekleri yazarlık olmayanların ortaya koyduğu gezi yazıları ve meşgaleleri ve ana amaçları yazarlık olanların kalemlerinden çıkan gezi yazıları. İlk kategoriye giren yazılar, genellikle yazarlıkla ilgili olmayan, fakat yurt içinde veya dışında bazı yerleri görmek üzere geziye çıkanların veya geçici görevlerle yabancı bir ülkede bulunanların kaleme aldıkları yazılardır. Bir nevi rapor diye tanımlayarak haksızlık etmemek ge-

88

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


rekirse de bu tarz örneklerde anlatım yavan ve renksiz olabilir. Tabii ki bu durum, bu tür eserlerde bazen çok ilginç gözlemlere, doğru, yerinde bilgilere ve mantıklı yorumlara rastlanmasına engel değildir. Mesela Piri Reis›in Bahriye adlı kitabı bu bakımdan çok ilginçtir. Bu kitap Akdeniz’i çevreleyen karalar, ormanlar, dağlar, şehirler üzerinde verdiği bilgilerle hem bir deniz atlası hem de bir gezi kitabı niteliği taşır. Anlattıklarının önemi, kullandığı üsluptan değil, doğal olarak alanında ilklerden olması ve dönemin imkânlarına göre hazırlanması en zor, zahmetli bir çalışma ve birikimin eseri olmasındandır. Yazarlığı bir meslek olarak benimsemiş şahsiyetlerin ise eserlerinde gezilip görülen mekân ve insanlarla ilgili gözlemler yazı sanatının birçok özelliğini yansıtan renkli ve zengin bir dille anlatılır. Yazarın dile ve sanata olan hâkimiyeti eserin anlatımına estetik bir tat katmakla beraber okuyucunun hayalinde daha hoşnut eden ve iz bırakan etkiler meydana getirir. Üslup didaktik veya ansiklopedik olmaktan çok, zevk ve estetik kaygısı taşıyan sanat eseri niteliğindedir. İşte bunlardan ilki sayılan eser Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sidir ki sanatçı damarı taşıyan seyyah, gezi notu tutmak veya bu edebî türde eser vermek istiyorsa, Evliya Çelebi’yi okumakla çok büyük bir mesafe kat etmiş, Amerika’yı yeniden keşfetme macerasından kurtulmuş olur. Babam Mustafa Miyasoğlu da bu damara sahip bir romancı olarak kaleme aldığı Zügüdar adlı eserinde bu anlayışı kendisine temel almış ve pirine sadık kalarak, kendi üslubuyla eserini ortaya koymuştur. Her nereye olursa olsun yolculuğa çıktığımızda berabersek zaten kendisi yapar, değilsek bize mutlaka “Nereye giderseniz gidin sahib-i beldeye uğrayın.” derdi. Rahmetli Fethi Gemuhluoğlu’ndan naklettiği, vasiyet gibi addettiği bu öğüdü unutmamamızı, bir şehrin mezarlarıyla iç içe yaşaması ve büyüklerini unutmaması gerektiğini söylerdi. İşte bu yüzden “Sahib-i beldeye uğramadan geçmeyin ki işiniz rast gitsin.” derdi. Hiç unutamam, Konya’ya ilk seyahatimiz esnasında bizim için tahsis edilmiş olan misafirha-

neye giderken Alaaddin Tepesi çevresinde birkaç tur atmamıza ve ara sokaklara da girip önünden geçmemize rağmen bir türlü hemen yakınımızdaki binaya ulaşamıyorduk. Çok yorgun ve bitkindik. Babamın Mevlânâ hazretlerine seslenip; “Hazret bu gece geç oldu, müsaade et, bu gece dinlenelim de yarın ilk iş sana gelelim.” dediği anda aradığımız yeri bulabildiğimize şahit olmuştum. Sabah kalktığımızda sözümüzü tutmaya giderken yolumuzun üstünde Mevlânâ’nın şeyhi Şems-i Tebrizî’nin türbesinin önünde kendimizi bulduk. Babam bize, “Hazret, önce şeyhimi görün, diyor.” dedi ve içeri girdik, ondan sonra da Mevlânâ hazretlerine gitmiştik. Babam olduğu için tabii ki şeref duyuyorum ama babam olması dışında deha soyundan olan bu yazarın, bu “güzel adam”ın, zâti değerinden daha fazlasının, bize, yani gelecek nesillere bıraktığı şuurun biz oğullarından daha fazla insana ulaşması ve devam etmesini istiyoruz. O da bunu istiyordu ve her fırsatta dile getiriyordu… Peki nedir Zügüdar?

Bu soruya rahmetli babam Mustafa Miyasoğlu’nun kendi dilinden, eserinden iktibasla cevap verelim: “Zügüdar, Kâtibim türküsünün Pakistan ve Hindistan bölgesindeki söylenişidir. Bizde Âvâre müziği ne kadar yayılmış ve etkili olmuşsa, o bölgede de Zügüdar müziği öylesine yayılmış ve melodisiyle benimsenmiştir.” Bu kitap, Babil’den Tac Mahal’e kadar geniş bir coğrafya üzerinde, İskender’in yakalandığı Hint tutkusuyla yollara düşmüş bir Türk yazarının yaşadığı serüvenlerin notlarıdır. Çeşitli sebeplerle Güneydoğu Asya’da dolaşan insanımızla ilgili gözlemlerini ve imkânsızı yakalama çabasına düşen gençlerimizin hikâyesini dile getiriyor. Bu arada, ihtişam ve sefaleti bir arada yaşayan, Türkleri “âdil ve güzel insanlar” olarak tanıyan bölge halkının yaşayışıyla bize bakışını da bir romancı tavrıyla yansıtıyor. Seyahat edebiyatımızda benzersiz bir yere şimdiden sahip olan bu kitap, Osmanlı ve Babür Türklerine ait tarihî eserlerin etrafında yaşayanlarla o bölgede dolaşan insanımızın macerasını da ortaya koyuyor. Bir romancının dünyasına yansıyan gerçekler, insanı şaşırtacak kadar güzel...■

89

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


AKŞAM KUŞATMASI

M Ka Ay Hi

Yı Se Bi Gü

İLHAMİ BULUT

Ko Tü Ke Gü

Te Kâ So Bu

90

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


külliye sanat odası ŞERİF FATİH AKKAĞIT

B

izim külliye dergisinin 60. sayısını okumaya başladığımda ilk sayfada: “Önümüzdeki sayıdan itibaren “Külliye Sanat Odası” ile genç kalemlerin hizmetindeyiz. Eleştiriye açık gençlerin yazılarını şiirlerini bekliyoruz.” duyurusuyla karşılaştım. Sevindim. Çünkü genç yazar ve şairler için birer okul niteliği taşıyan ve edebiyatımıza birçok usta isim kazandıran kültür ve sanat dergilerinin birçoğu son dönemde bu amaçtan vazgeçmişti. Dergilerimiz kendini kanıtlamış yazarlar dışında kimseye yer vermiyordu. Hâl böyle olunca genç kuşak, kendilerinin çıkardıkları dergilerde yazdıklarını hiçbir süzgeçten geçirmeden yayımlama yolunu seçti. Eleştiri kültürü rafa kalktı. Özellikle şiir için sancılı dönem başladı ve sonra bu dönem uzadıkça uzadı. Külliye Sanat Odası’nı kimin hazırlayacağını merak etmedim değil. Çok geçmeden Bizim Külliye Genel Yayın Yönetmeni bu görev bana verdi. Görevim zor ama bir o kadar önemli benim için. Bütün çabam Külliye ailesine, okurlarımıza, eserlerini gönderenlere layık olabilmek. Gelelim gönderilen eserlere: ne;

Hatice Ermiş, “Karınca Mevsimi” adlı şiiriMerasim yalandır Kutlayanlar yalancı… Ve yalandır dünya külliyen yalan.

üçlüğüyle başlıyor. Merasim, tören kelimesinin karşılığıdır. Tören kelimesini düğün için de kullanabilirsin, bir cenaze içinde. Üçüncü dizede dünyanın külliyen yalan olduğunu söylemen bana ölümü düşündürdü. Bundan dolayı kutlayanlar kelimesi anlamsal olarak bir çelişki yaratıyor sanki. Şiirin ikinci bölümü; Sığmaz duvarlarına halaya durmuş bir hüzün Taş taş üstünde taşımaz bir evi de Neden kendinden büyük taşır karınca? Ve insan karınca mevsiminde Neden bu kadar küçük? mısralarıyla devam ediyor. İlk mısrada ki “halaya durmuş hüzün” ifadesi dikkatimi çekti. Hüzün kavramı mutluluk veren bir kavram olsaydı “halaya durmuş” ifadesi olabilirdi. Gerçek hayatta asla karşılığı olamayacak kullanımlar vahşi imge olarak değerlendirilir. Örneğin “topal ayna” dediğimizde aynanın topal olması mümkün olmadığı için anlam olarak saçmadır. Kullandığın imgelerin gerçek veya hayalin ötesinde “topal ayna” örneğindeki gibi absürt olmamasına dikkat etmen gerekir. Şiirin devam eden mısraları hem söyleyiş bakımından kopuk hem de bütünsellikten yoksun. Örneğin; Neden kendinden büyük taşır karınca? mısrası hem eksik hem de önceki mısralardan ko91

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


puk. Şiirin çıkış noktası duygu olabilir. Fakat duygu şiirin tek argümanı değildir. Günümüz şiirinde dil ve biçimsel ögeler duyguya göre daha çok önem arz etmekte. İlhan Berk; “İlk anda, şiirin ne söylediğine bakmak, şiirin ne olduğunu bilmemek demektir. Şiirin kuruluş biçimi, yani yapısı başta gelir. ” diyor. Hatta Cemal Süreya “Bir özün bir başına şiiri kurtardığı görülmemiştir. “ diyerek şiir tarihinin biçimlerin tarihi olduğunu söylemiştir. Şiir okurken biçimsel özelliklerine dikkat ederek eleştirel bir gözle okumak bu konudaki en faydalı çalışma olur düşüncesindeyim. Ferhat Kaplan gönderdiği Gece ve Çile şiirine; Beni bir ince fikre sevk edeli gece Baş edilmez dertlerle hep uğraşıyorum beyitiyle başlıyor ve Dilden çıkan gönlümün sesidir sadece Kırılmış bir aynada ummân taşıyorum beyitiyle devam ediyor. Beş beyitten oluşuyor Kaplan’ın şiiri. Bugün, hece vezniyle şiir yazan şairlerin çoğunun Yunus Emre ve Necip Fazıl’ı anlamadıklarını düşünüyorum. İki şairin de mısralarını kurarken ilk amacı vezni ve kafiyeyi tutturmak olmamıştır. Yani mısralar anlamsal olarak birbirine bağlıdır ve kafiye zorlamayla değil olağan söyleyişle yapılmıştır. Zaten bu söylediklerimden dolayı hece şairleri, son kertede bu iki ismi aşmak yerine daima güçlendirmiştir. Berat Deniz’in gönderdiği şiir Yokluğunun ardına saklanmış birkaç hece Senin lütfunla süslenen belki de bu son gece Mutlu ol sadece, gülüşünle bitir güzü Çünkü senin gözyaşını hak etmiyor gökyüzü mısralarıyla başlayıp Bilemem kaç hafta kaldı yaprakların ölüşüne Anlarsın elbet bir gün, her ölüşüm gülüşüne mısralarıyla son buluyor. Bu şiir içinde Fahri Kaplan için söylediklerimden farklı bir şey söyle-

yemem. Beyitler anlamsal olarak çelişkili ifadeler içeriyor. Yazdığınız şiirleri dinlendirip bir süre sonra tekrar okumalı, gerekirse baştan yazmayı denemelisiniz. Şevket Yalçın, Valizli Adam isimli bir hikâye göndermiş. Hikâyenizden alıntı yapmadan önemli gördüğüm birkaç noktayı söyleyeyim. Bazı cümlelerinizde anlatım bozukluğu var. İkinci olarak da hikâye türünde kısa cümleler pek tercih edilmez, ki sıkça kullanmışsınız. Vüsat O. Bener, Bilge Karasu, Sait Faik, Leyla Erbil gibi modern hikâyemizin en önemli isimlerini okuyup kendi hikâyenizi bir daha gözden geçirmeniz gerekir. Son olarak Esra Acar Esra Acar’ın Merhaba Zaman isimli denemesinden bahsedip yazımı bitireceğim. “Merhaba Zaman, Bizde ne çok emeğin var. Hayatın tüm telaşını, tüm heyecanını yaşatıyorsun. Dur durak bilmeden akıp gidiyorsun. Peki ya biz? Biz ayak uydurabiliyor muyuz sana? … Gözlerimi kapattığım an bile uyumuyorsun Hep bir çalışkanlık peşinden “Günaydın” dediğim her sabah benden erkenci davranıyorsun. … Sen kaçmaya devam et, bense kovalamaya…” Birçok denemesini okudum Esra’nın. Cümlelerini beğendiğimi baştan söyleyeyim. Esra, başlangıç için gayet iyi bir noktada. Bunun yanında daha iyi yazabilmesi için yapman gerekenler noktasında bazı tavsiyeler de bulunayım. Öncelikle sürekli ve eleştirel bir okuma yapman gerekir. Sonra inatla denemen… Ben, bir yazarın okumaya illa klasik eserlerden başlaması gerektiğini düşünmüyorum. Klasik eserlerle birlikte kendi dönemini okumalıdır. Çağdaş olabilmenin en önemli yolu budur bana göre. Karşı çıkanlar olacaktır lakin bu tezi savunanların hiç de azınlık olmadığını söyleyeyim. Sabırlı okurlar ne yazacaklarını, yazdıklarını nasıl dolduracağını da bilirler. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Eser gönderen ve gönderecek olan bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyorum.■

92

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


TÜRKSAV

Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri Bişkek’te Verildi YAVUZ GÜRLER

T

ürk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı (TÜRKSAV) tarafından Türk dünyasına hizmet eden devlet ve bilim adamları ile sanatçılara verilen “18. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri”, 21 Mayıs 2014 tarihinde Bişkek’te, Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi’nde düzenlenen törenle sahiplerine takdim edildi. Cengiz Aytmatov Kampüsü›ndeki konferans salonunda düzenlenen ödül töreni, Manisa’nın Soma ilçesindeki maden faciasında hayatını kaybeden işçilerin anısına bir dakikalık saygı duruşunu takiben Kırgızistan ile Tür-

kiye millî marşlarının okunmasıyla başladı. Türk Dünyası Yazarlar ve Sanatçılar Vakfı Başkanı Yahya Akengin yaptığı açılış konuşmasında, her yıl farklı ülkelerden değişik alanlarda Türk dünyasına hizmet veren kurumlara ve şahsiyetlere ödül verdiklerini belirterek Türk dünyasını büyük kültür dünyası olarak gördüklerini belirtti. Akengin, “Eğer kültür olmazsa ekonomi, siyaset ve sosyal hayat da olmaz. Tüm bunların sağlam temeli güçlü bir kültürdür. Kültürde kargaşa olduğunda bu alanlarda da daima kargaşa olmaktadır.” diyerek kültür ve bilim yolunu rehber edinmemiz

93

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


TÜRKSAV heyeti Manas Üniversitesi Cengiz Aytmatov Kampüsü önünde.

gerektiğini vurguladı. Dünyaca ünlü merhum Kırgız Türk yazarı Cengiz Aytmatov’un topraklarında bulunmaktan heyecan duyduklarını ifade eden Akengin, “Türk dünyası Çarlık Rusya’sı zamanında da vardı ama çileli vardı. Sovyetler döneminde de vardı ama çilekeş vardı. Bugün artık önemli ölçüde bağımsız bir Türk dünyası vardır. Bunun için millet var ise milliyetçilik de vardır. Irkçılığa ve şovenizme hayır, Türk milletçiliğine evet diyoruz” diye konuştu. Akengin, daha sonra ödüle layık görülen kişi ve kurumların isimlerini tek tek okuyup ödül gerekçelerini açıkladı. «18. Uluslararası Türk Dünyasına Hizmet Ödülleri”ni Azerbaycan›dan Milletvekili Melahat İbrahimkızı, Prof. Dr. Minehanım Tekleli; Bulgaristan’dan gazeteci-yazar İslam Beytullah Erdi; Kazakistan’dan Jalın dergisi; Kırgızistan’dan Manas Üniversitesi, sanatçı Salamat Sadıkova ve Ressam Taalay Kurmanov;

Lübnan’dan Prof. Dr. Ömer Halil Tadmuri; Türkiye’den Prof. Dr. Halil İnalcık, Prof. Dr. Mustafa Kafalı, TİKA Başkanı Dr. Serdar Çam, Prof. Dr. Enver Konukçu, Yeni Türkiye dergisi Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Hasan Celal Güzel, Doç. Dr. Osman Karatay ile TRT Türk Kanalı aldı. TÜRKSAV’ın özel ödülleri de Türkiye’nin Bişkek Büyükelçisi Metin Kılıç, Devlet Su İşleri (DSİ) Genel Müdürü Akif Özkaldı’ya, TÜRKSAV teşekkür nişanları ise Socar Türkiye Başkanı Kenan Yavuz ile Ziraat Emeklilik Kurumu Genel Müdürü Şeref Aksaç’a takdim edildi. Ödül töreni; Namık Kemal Zeybek, Hasan Celal Güzel, Doç. Dr. Osman Karatay ve Doç. Dr. Mehmet Seyfettin Erol’un konuşmacı olarak yer aldığı «Türk Dünyasını Aydınlatanlar» panelinin ardından akşam yemeği esnasında Manas Üniversitesi müzik topluluğunun Türk Dünyası Müzikleri programı ile devam etti. ■

94

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


Hal ötesi halin ifadesi : Buğulu Cam NURAY MEMİŞ

Ş

air Cengiz Aydın, “Buğulu Cam” adlı şiir kitabında eşyaya kırgın ve yorgun bir ruh haliyle bakan bir kişi olarak şiirlerinin ardında gizlenir. O, beklentilerinin yerini hayal kırıklıklarına bırakan mısralarla kendi ruh dünyasını ortaya koyar. “Kırık Sazende, Boşluk, Ölüm Musikisi, Matem Şarkısı, İç Sızısı, İntizar, Çatlayan Rüya” gibi şiirlerine seçmiş olduğu başlıklar dahi şiirin deryasına girmeden şairin huzursuz ruh halini gözler önüne serer. Şair, “Güneşli günler bak gerilerde kaldı/ Beklenmez artık kimselerden bir iltifat” gibi mısralarla söz konusu yorgunluğunu, hayat karşısındaki usanmışlığını ve artık yitirdiği ümidini görünür kılar. Ancak bunlarla birlikte şairin şiir evreninde yer yer ümit arayışları, huzura kavuşma beklentisi de belirir. Şair maddeden vazgeçmiş bir halle “Hisseme düşen rahmetin ağrıyan şakakları/ Ve ıslak bir ah secdeden öteye kalan” diyerek ümidi, ulûhiyet boyutlarının semalarında arar. O, inleyen gecelerin siyah tüllerinin ardında semaya açılan avuçlarıyla murad arayışları içerisindedir. Şair Aydın, mısraları arasında oluşturduğu renk dünyasıyla şiirine ahenk ve mana derinliği katmış, eşyayı adeta renkli bir yelpazeyle anlam-

landırmaya çalışmıştır. Aynı zamanda yaptığı teşbih ve telmihlerle şiir dünyasını zenginleştirmiş, “Yunus’a Bahar” başlıklı şiirinin yanı sıra her bölüm başına yerleştirdiği başka şairlerden alınan mısralarla metinlerarasılık boyutunu da şiirine yansıtmıştır. Cengiz Aydın’ın söz konusu kitabında dikkat çeken bir özellik de şairin mısralarını oluştururken “Anka, nûr-ı siyah, Yusuf-kuyu, Züleyha, Mesih” gibi ifadelerle klasik şiirin bazı mazmunlarından faydalanmasıdır. Bunun yanı sıra şiirlerinde tasavvufi bazı unsurlar da kendini hissettirir. Aydın, “rüya kâsesi, miri sevda, kelam zindanı” gibi tamlamalarla soyut-somut bağdaştırmalar yaparak şiirinin mana gücüne zenginlik katar. Cengiz Aydın, gönlünde oluşan buğulu dünyasını, ruhunda meydana gelen deruni çırpınışları Buğulu Cam’ın ardından ifade etmiş ve “Ey rabbim beni aslıma kalbet” gibi mısraları vasıtasıyla bir bakıma kendi iç dünyasında gerçekleştirdiği ruhi yolculuğunu şiirlerinin örtük zemininde beyan etmiştir. Cengiz Aydın, Buğulu Cam, Meserret Yayınları, 2014, İstanbul.■

95

eylül-ekim-ka sım 2 0 1 4


kitap-vitrin/bize gelenler

96

eyl羹l-ekim-ka s覺m 2 0 1 4


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.