Sinzap Ocak 2014 Sayı 3

Page 1

Sinzap Sinema&Dizi

THE

WALKING DEAD


Sinzap Dergisi sinzapdergi@gmail.com

ÖNSÖZ Ekipçe; Sağlıklı, mutlu, huzurlu, aileniz ve sevdiklerinizle geçen; sonuna kadar yaşanılası bir 2014 diliyoruz sizlere. Her istediğinizin gerçekleştiği bir yıl olsun. Gittikçe heyecanlandığımız bir işe başlamış olmak oldukça güzel. Her sayıda eğlenen, gülen bizler; bu heyecanımızı ve gülümsememizi sizlere aktarmak için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz. Bu çabaların sonucunda 3. sayımız ile yayındayız. Bir tek dileğim var ki: ‘Okurken mutlu olun ve gülümseyin yeter! :)’ Hafif bir arabesk gönderme yapmadan edemedim yine ama sizler Sinzap okuduğunuzda ‘İyi ki okumuşum.’ diyebilirseniz; bizden mutlusunu bulmakta zorlanabilirsiniz, evet. Gelelim kapak konumuza, bu sayıda herkesin merakla beklediği, çılgınlar gibi izlediği The Walking Dead ile karşınızdayız. Sizleri uyarmalıyım ki hafiften spoiler içermektedir. İzleyenlere çok sıkıntı yaratmasa da, izlemeyenler için elimizden geleni yaptık efendim.

Sinzap

Yayın Yönetmeni; Tasarım Yönetmeni; Tasarım, Editör; Editör;

Sinem Yılmaz Ceyhun Akgün Ksenia Krokhaleva Osman Sarıabdullahoğlu

Bu sayıda hafif bir konsepte gittik. Biraz polisiye, aksiyon ve hafiften drama içeren yapımlara yer verdik. Ama bir de gülebileceğiniz bir konu ekledik. The Walking Dead dışında; J.H.Wayman ve J.J. Abrams’ın merak ile beklenen yapımı Almost Human hakkında bilgiler edinebileceğiniz, sizleri Avrupa semalarına götürecek olan İngiliz yapımı hafiften polisiye By Any Means’i yakından tanıyabileceğiniz bir dizi yazımız sizleri bekliyor. Tabii ki romantik-komedi kıvamında gülümseten yapım The Carrie Diaries ile sizlere polisiyelerden ufak bir sıyrılma sağladık. Umarım bu sayıdan da diğerleri kadar zevk alırsınız. Hatta daha fazla bile beğenebilirsiniz. Beğenmek demişken; bizlerle her türlü eleştirinizi ve beğeninizi paylaşabileceğinizi de hatırlatayım. Yeni haberlerden ve Sinzap’tan haberdar olmak için bizleri sosyal medyadan takip edebileceğinizi de belirteyim. Bu yepyeni yılda bolca gülünüz, bolca yaşayınız ve bolca Sinzap okuyunuz. :)

EDİTÖRDEN


Sinzap THE CARRY DIARIES

BU SAYIDA

sinzap.tumblr.com


“30’larında izlediğimiz Carrie’den çok farklı bir genç kız var karşımızda. Aslına bakarsanız ilk izlenildiğinde aynı tadı vermiyor. İzleyiciler olarak oturup, Sex and the City’den aldığımız zevki ve keyfi almayı bekliyoruz. Ama içten içe bunu göremeyeceğimizi ve hissedemeyeceğimizi biliyoruz.”

Neden mi? Çünkü her yaşın bir güzelliği, her yılın ayrı bir olgunluğu vardır. Bu size bir eleştiri cümlesi gibi gelmiş olabilir. Ama değil. Diziyi izlerken kendimi kıyaslama yaparken bulmadım mı, buldum. Sonra ufak ufak araştırmalar yapmaya başladım, malumunuz bu sayıda sizlere yazıyı sunacaktım. Araştırırken gördüm ki, herkes benim gibi kıyaslama yapıyor. Ardından 2.sezon başladı ve ben kendimi dizinin içinde Carrie’nin hayatında

Sinzap

görmeye başladım. O yaşlar da nasıldım, aşklarım nasıldı, neler yazıyordum, neler hakkında düşünüyordum ve hangi hayalleri kuruyordum? İşte o anda anladım ki, Carrie Diaries’i izlerken kıyaslama yapmamalıyım. 80’lerde yaşamayı, sevdiğimiz müzikleri oralarda dinleyebilmeyi hayal etmeliyiz. En önemlisi de onun yaşındayken neredeydik, ne yapıyorduk diye düşünmeliyiz. Biraz nasihat veriyor gibi devam eden bir yazı oldu sanki bu ama insanların bir şeyleri


izlerken, yanlarına aldıkları önyargıları yıkasım geliyor. Duramıyorum ve yazıyorum da yazıyorum. Sonuç olarak kendinizi kıyaslamalara değil, onun yerindeyken ne yaptığınızla ilgili düşüncelere bırakın. Bunu yaptığınızda her yapım sizi içine çekecektir. Öncelikle izlemeyenler için ufacık bir bilgilendirme yapalım. The Carrie Diaries, 30’lu yaşlarında izlediğimiz Carrie’nin New York – Mannhattan’a gelmeden önceki hayatını anlatan bir gençlik yapımı. Manhattan’a âşık olan Carrie’nin ‘city (şehir)’den önceki hayatına ışık tutuyor. Bizleri 80’lerin başlarına, ışıl ışıl kıyafetlere, güzel ve keyif verici müziklere götürüyor. Carrie annesinin ölümünün ardından, kendisini hem ailevi problemleri hem de lise dramaları ile dolu bir dünyada buluyor. En başta tek sorunu ailesi olsa da, zaman içinde Carrie ilk kez âşık oluyor, ilk kalp kırıklığını yaşıyor, ilk kez Manhattan ile tanışıyor. Sex and the City’de gördüğümüz Carrie’den çok farklı bir genç kız var karşımızda. Aslında Carrie Diaries, Carrie’nin bizim bildiğimiz ve sevdiğimiz Carrie olmadan önceki halini anlatıyor. Yaşamı, arkadaşlıkları, aşkları benzerlikler taşısa da dizinin odak noktası, hayatın onu nasıl büyüttüğü, değiştirdiği ve bir kadına dönüşmenin onu nasıl zorladığına dayalı. Carrie, yine etrafında sadık ve akıl veren arkadaşları ile birlikte ve bir gay bff

THE CARRIE DIARIES

(yakın arkadaşı)’i ile oldukça mutlu bir yaşam sürüyor. Modaya düşkün olsa da yeteneklerini yeni yeni keşfediyor ve Manhattan’a ayak bastığında içindeki ayakkabı aşkı ve moda tutkusu ile tanışıyor. Aslına bakarsanız en başlarda yazmaya hiçte meyilli değilmiş hani. Ama bir süre sonra annesinin onun için kutsal bir hediye bıraktığının farkına varıyor ve günlük yazarak kendini yazma tutkusunun içine bırakıyor. Bizler de ileride tanıdığımız Carrie’nin nasıl o günlere eriştiğine yavaş yavaş tanıklık etmeye başlıyoruz. 2.sezonda Carrie ergenlikten olgunluğa geçerken, bizde onunla sürükleniyoruz sanki. İlk sezonda gördüğümüz ürkek ve saf olan Carrie’den bu sezonda pekte eser kalmayacak gibi görünüyor. Gelelim artık dizinin akıbetine; neler olduğuna ya da neler olabileceğine. Bu yazıda sizlere spoiler vermeden, kendimce


içimden geldiğince yazacağım. O yüzden dip not düşmeliyim; dizinin gidişatı ile ilgili sözlerim tamamı ile ‘Hayal Ürünüdür.’ :) İlk sezonun sonunda hepimiz Sebastian ile ayrılığına kızmış, üzülmüş ve kederlenmişizdir. Ama içten içe de gene birbirlerine dönecekler demeden edemediğimizi de biliyorum. Sebastian, Carrie’nin gençlik yıllarının Mr.Big’i adeta (Kıyaslama yapmayacağım dedim ama benzetmeler ışık tutucudur). Bir ayrı, bir barışık giden aşklarının arasına serpiştirilen yeni ilişkiler, kaçamaklar, yanlışlıklar yok değil. Elbette var. Ama gençlik işte, kanları deli akıyor. Hepimiz genç olduk değil mi? Sezon finalinde yaşadığımız hayal kırıklığı, kış finalinde ki ‘barışma sahneleri’ ile yerini sevimli bir gülümsemeye bırakmıştı ki; Sebastian ve Carrie arasına binlerce kilometre mesafe giriverdi. Ama mesafeler aşka engel midir? Göreceğiz efendim. Umarız ki engel olmaz. Carrie yeni yıla mutlu bir aşk ve mutlu bir haber ile girdi. Carrie Bradshaw artık resmi olarak ilk yazısını yayınlayacak.

Sinzap

Kariyerine ve yazmaya olan tutkusu ile verdiği çabalar sonunda sonuç verdi ve bir köşe kapmayı başardı. Carrie’nin en çokta bu huyunu seviyorum işte; yazmaya olan tutkusu, onu hırslı bir karakter haline getiriyor ancak içindeki doğrucu davutu da hiç bir zaman kaybetmiyor. Bazen itelemek gerekse de, oda yavaş yavaş kendine ve kalemine inanmaya başlıyor. Carrie aşk ve iş hayatını rayına oturturken, Maggie’de sonunda doğru yoldan ilerlemeye karar veriyor. Başına gelen onca şeyden sonra ‘Ders alır mı acaba?’ diye düşündürmedi değil, ama sonunda doğruyu


yapmayı başardı ve ailesini, arkadaşlarını ve özgüvenini geri kazandı. Ancak Maggie bu durumu ne kadar sürdürebilir orasını pek bilemiyorum işte. Maggie bu adı üstünde Drama Kraliçesi; her an her şeyi yapabilir. Ama bir izleyici olarak onu dirençli görmek her zaman tercihimdir. Walt kendi kimliğini benimsedikten sonra daha da sevilesi bir karakter haline geldi. Bennet ile olan aşkları sonunda bir düzene girdi ve onlar adına mutlu olmamak neredeyse imkânsız. Gay çiftler oldukça mutlu ve sevimli olabiliyorlar efendim. Ancak hayatının New York kısmı düzenli, mutlu ve huzurlu ilerlerken, Connecticut kısmı yerle bir oluyor. Ailesinin gay olduğunu öğrenmesi ile kendini kapıda bulan Walt, Carrie’nin yanına sığınıyor ve kendini eve kapatmaya kararlı görünüyor. Ama Bradshaw’ların kanında mı ne var, herkesi THE CARRIE DIARIES

doğru yola sevk etmeyi başarıyorlar. Walt kendi ile barışmış gibi görünüyor. Bakalım ileriki bölümlerde Bennet ile hayatını nasıl etkileyecek. Mouse için tam ruh eşini buldu demiştik ki, West ile olan ilişkisinin sona geldiğine şahit oldum. Ama Mouse sonunda Harvard hayallerini gerçekleştirdi ve kabul edildi. West’in bir hediyesi miydi yoksa kendi çabaları ile bunu başardı mı bilemicez sanırım. Ama onları tekrar bir arada görebilmek hepimiz için rahatlatıcı olabilir. Mouse’un psikopat yapısının altındaki kırılganlığını ve çekiciliğini hep sevdim. Severek de izliyorum. Aslına bakarsanız içten içe diziyi Mouse için izliyor bile olabilirim. Bu sezonda oldukça sık Carrie görüyoruz. Carrie’ye daha yakından bakıyoruz sanki. Babası ve Dorrit ile olan yaşamından çok, Mannathan ile olan aşkına şahit oluyoruz. Carrie yazarlık kariyerinde hızla ilerlemek için elinden geleni yapacak


gibi görünüyor. Seks ve ilişkilerle ilgili her zaman açık olduğunu bildiğimiz Carrie Bradshaw aslında tam bir çekingenmiş de biz bilmiyormuşuz. Bu çekingen genç kızın en büyük korkusunun ve çekingenliğinin onun yazarlık kariyerini nasıl etkilediğini ve ‘Sex and the City’ köşesini nasıl kaptığını ise izleyerek göreceğiz. Şimdilik Carrie’nin ‘seksi yazmak’ ile olan imtihanına ara vermiş olsalar da, devamının geleceğini biliyoruz. Merakla beklediğimiz kısımsa, nasıl olacağı... Herkesin heyecan ile beklediği Samantha Jones karakteri diziye katıldı. Bilmeyenlere belirtmek isterim; “Zorlu İkili” filminden hatırlayacağınız Lindsey Gort, Samantha’ya hayat veriyor. Bildiğimiz Samantha’dan hiçte uzak olmayan genç Samantha, biraz daha kırılgan bana kalırsa. Güçlü, dinamik ve bağlanmayan bir kadını sergilese de senaristler mini minnacıkta olsa onun kırılgan ve güvensiz benliği ile ilgili kırıntılar bırakmıyor değil.

Sinzap

Dizinin ilerleyen bölümlerinde onunda bir kırılma noktası yaşayacağını düşünüyorum. Hepimizin bildiğinin aksine içinden savunmasız, güvensiz ve aşka özlem duyan bir kadın çıkacağına inanıyorum. Carrie Diaries’in kış finalinde biraz kederli sahneler görsek de, güzel bir sonla kapattık. Ama dramalar, komediler bizleri beklemiyor mu, tabii ki bekliyor. Kyddshaw’ın uzaklık ile olan sınavına şahitlik ederken, Carrie’nin kariyerini de merakla bekleyeceğiz. Maggie’nin içinde bulunduğu mutlu yaşamın bozulmamasını umut edeceğiz, Walt’un ailesi ile olan sorunlarını halletmesini dört gözle bekleyecek ve Mouse ile West için “barışın, barışın” diye çığlıklar atacağız. Carrie Diaries, 3 Ocak’ta tekrar bizlerle olacak. İzleyenlere ve izleyecek olanlara şimdiden iyi seyirler..

THE CARRIE DIARIES


. . . r a l l 覺 Y u l t u M


İnsanoğlu sonunu kendi getirecek benden demesi. Kendi kanımız kendi ellerimizde kalacak. Bu güne kadar savaşlardı, politikaydı, entrikaydı derken zaten çoğunu gördük. 18 yy. Sanayi Devrimi ile bu yöntemlere bir de teknoloji eklendi (Ötekiler az geldi tabi! Yaratıcılık da sınır yok!). Tabi henüz tüm dünyayı etkileyecek türde bir şeyle karşılaşmadık (HENÜZ!) ama söz konusu insanoğlu olunca tereddüt etmeden de olmuyor doğrusu.

Yazı The Walking Dead’i izlemeyenler için oldukça fazla spoiler içerir.

Sinzap

Ha gene de ben okuyacağım diyenler için elimden geldiğince fazla açık vermeden yazmaya çalıştım. KONU


Popüler kültürdeki bir tür virüs yüzünden, öldükten sonra dirilen ve fütursuzca (atarlanırım tabi hiç insan kalmayınca ne olacak? Biraz düşünmek lazım… ) et yiyen zombi kavramı çok eski olmasa da, Eski Haiti ve Afrika kültürlerinde büyücülükle ölülerin diriltilebileceği inancı oldukça yaygındı. Hayır, bunlar fütursuzca et yemiyor. Onları dirilten büyücülerin kontrolleri altındalar.

mücadelesi verenler grubunun zombi sürüsüne karşılık hayatları ile kendi insanlıklarını dengelemeye çalışmaları, gruptaki üyelerin öldürülmeleri ile başa çıkmaları, tanıştıkları ve çoğu tehlikeli ya da yırtıcı olan başka insanlarla uğraşmaları gibi ikilemleri ele almaktadır (Evet, Wikipedia’dan alıntı yaptım, stresli bir dönem de yazı yazmak nedir bilir misiniz siz? Bilmeyin bence).

1932’de çekilen ve ilk zombi filmi olan White Zombie’den bu yana farklı yorumlarla, pek çok film çekildi. Liste baya kabarık olsa da pek de doyamadık, dişimizin kovuğuna yetmedi. AMC bu artan talebi çok iyi değerlendirip aynı adlı çizgi romandan esinlenerek The Walking Dead serisini 2010 yılında yayına sundu. Yalnız her ne kadar çizgi romandan esinlenilse de paralel gitmediğini belirtmekte fayda var. Zaten çizgi romanı, diziden önce takip edenler bunun farkındalar. Kimileri beğenmese de, kimileri de farklı yorumlardan gayet memnun gibi duruyor ki üçüncü sezonun prömiyeri 10,9 milyon kişi tarafından seyredilerek tarihteki en çok izlenen kablolu kanal drama dizisi olmayı başardı. Diziden önce çizgi romanı takip etmiyordum, arada farklılıklar olduğunu öğrenince de uzun bir süre daha takip etmemeye karar verdim.

The Walking Dead yayına girmeden önce birçoğumuzun beklentileri çok yüksekti, gerçi ne bekleyeceğimizi tam olarak bilmiyorduk çünkü daha yeteri kadar zombi temalı bir dizi yoktu. Tabi AMC’nin öne çıkan dizilerinden olan Mad Men ve Breaking Bad’i göz önüne alırsak oldukça drama içereceğini tahmin ediyordum.

Dizinin konusuna gelince, zombilerin ortaya çıkışı sonrasında yaşam mücadelesi veren küçük bir grubun hikâyesini ele almaktadır. Hikâyenin çoğu, Atlanta Metropol bölgesi ile Georgia çevresindeki kuzey kırsal bölgelerde geçmektedir. Yaşayan herhangi bir canlıyı yakalayıp yiyen ve insanları ısırarak onları da kendileri gibi yapan “aylakların” (dizide zombiler bu adla anılmakta) sürüsünden uzakta aradıkları güvenli yerler bu kırsal bölgelerde geçmektedir. Konu, yaşam

Eğer The Walking Dead’i izlediyseniz, zaten siz de biliyorsunuzdur ki dizi gayet başarılı, emin adımlarla ilerliyor. İzlemeyenler içinse belirtmeliyim ki bu başarının sebebi dizinin sadece zombiler hakkında olmamasındandır. İlk sezonda Rick’in ailesi ile tekrar birleşmesi, ara ara aylakların saldırıları ve bu saldırılardan dolayı yaşamlarını yitirenler (örneğin Andrea’nın kardeşi Amy, Jim), Rick’in dönüşü ile Shane’in biraz daha arka planda kalması ve eski iki arkadaşın artık eskisi gibi olmamaları (ve olamayacakları) gibi olaylarla 6 bölümde de olsa bizi kendine bağlamayı başardı. İkinci sezonda Sophia’nın kayboluşu, Carl’ın Otis adlı bir avcı tarafından yanlışlıkla vurulması, Hershel ve ailesiyle tanışmaları, ambarla ilgili gerçeğin keşfedilmesi, Lori’nin hamile olması, Shane’in öfkesi, çiftlikten kaçmak zorunda kalmaları ve bu esnada grubun ayrı düşmesi gibi başlıca olaylarla

Sinzap


on üç bölümlük ikinci sezonla bizi izlerken baya strese soktuğunu kabul etmeliyiz. Üçüncü sezonda ise çiftlikten ayrılmak zorunda kalan grup kışı kayıpsız geçirirler. Yolda geçen birkaç aydan sonra bir hapishane bulurlar ve burayı bir sığınak haline getirmeyi planlarlar. Hapishaneyi zombilerden arındırma esnasında Hershel ısırılır ve hapishanede her şeyden habersiz hayatta kalmayı başarabilmiş 5 mahkûmla karşılaşırlar. Çiftlikten kaçış esnasında gruptan ayrı düşen ve zombilerin saldırısına uğrayan Andrea, Michonne tarafından kurtarılır

(Ah Michonne Ah, neler açtın bu insanların başına). Öldüğü sanılan Daryl’in kardeşi Merle, Andrea ve Michonne’u zorla Woodbury diye bir yere, 73 kişinin yaşadığı ve çevresi barikatlarla korunan bir kasabaya götürür. Michonne ile karşılaşmaları ve Woodbury Valisinin de diziye dâhil olmasıyla (bu sezon az sinir krizleri geçirmedim), Rick ve çevresindekiler yakın bir gelecekte huzur ve mutluluğa kavuşamayacaklardır. Daha önce belirttiğim gibi The Walking Dead’in başarının sebebi dizinin sadece zombiler hakkında olmamasındandır. Zombi virüsü yayılsa da insanların hala birbirleri için çok büyük tehlike oluşturduğunu bize gösterdi. Geçen haftalarda 4. Sezon ara finali yapan The Walking Dead bana kalırsa şimdiye kadar ki en iyi sezonunu gösterime sundu. En iyi diyorum çünkü farkındaysanız ikinci ve üçüncü sezon daha çok zombi saldırıları, hayatta kalma


mücadelelerinden çok insan kaynaklı tehlikeleri işleyen The Walking Dead, zombi merkezli heyecan arayan izleyenlere biraz sıkıcı bölümler sundu, ben izlemeye ara verdiğimi bile biliyorum. Örneğin 14 karakter insanlar tarafından öldürülürken sadece üç karakter zombiler tarafından yok edildi. Ama işin içinde AMC olunca öteki türlüsü de beklenemezdi. Üçüncü sezon çoğunlukla yaşayanların, yaşayanlara karşı olan mücadelesiyle geçti. Çok şükür ki dördüncü sezonda zombiler tekrar ait oldukları yere, sahneye geri döndü! Bu sezon insan ilişkilerini ve zombileri çok iyi harmanlamayı başarabilmiş durumdalar.

Woodbury’den ayrılanların, hapishanedekilere katılmasıyla nüfusun giderek arttığı hapishane tam bir sığınağa dönüşmüş durumda hatta bir meclis bile oluşturulmuş. Sığınağın küçükleri için hikâye saatleri bile var (tabi tabi Carol’ın okuduğu hikâyeler bakın nereye çıkacak). Rick dahi onca yaşanmışlıktan sonra huzurlu görünüyor. Oğluna daha iyi bir örnek olmak adına silahını bırakmış yerine kendini bahçe işlerine adamış durumda. Tabi AMC’yi tanıyorsak ve bunca yıldır zombiler ile ilgili genel bir bilgimiz varsa bu huzurun çok uzun sürmeyeceğinin de farkındayızdır. Rick bahçe ile ilgilenirken bir domuzun hastalığından endişelenir ve Patrick hastalanıp, duşta ölümüyle zombi olarak faaliyetlerine başlar. Bu sefer Rick’in işi daha zordur. Dışarda tutmaya çalıştığı zombiler şimdi içeriden de saldırmaya başlar ve bir salgın sığınaktakilere de yayılır. Bu daha sadece başlangıçtır. Tekrar Vali’nin diziye dâhil olmasıyla işler iyice karışacaktır. Vali’yi bana teslim etseler bende ki sonu, zombilerin elindeki sonundan çok daha fena bu bir gerçek. Gene de kendisine biraz üzülmeden edemiyorum.

KONU

Sinzap


Yani eskiden dizilerde ya da filmlerde ki kötüler saf kötüydü. Çoğu zevk alarak yapıyorlardı ama şimdi yapımcılar akıllandı. Artık her kötünün iç burkan bir hikâyesi var ve insan üzülmeden ve bazı noktalarda onlara hak vermeden edemiyor. Gerçi Vali o noktayı çoktan geçti. Vali ile ilgili dördüncü sezonda izlediğimiz sahneler onu belki tamamen affettiremezdi ama hani biraz olsun ısınabiliriz (belki birazcık, çok azcık, şu kadarcık) derken gene yapacağını yaptı ve intikam almak için girişimlerde bulundu, bu da her zaman ki gibi her gittiği yere sadece ölüm götürmesiyle sonuçlandı. Dördüncü sezonun çok başarılı olduğunu düşünmemin sebeplerinden biri de karakterlerdeki değişimler. Dünya artık eski bildikleri dünya değildir ve eski hayatları artık geri de kalmıştır. Şu an hepsinin bambaşka hayatları var. Örneğin birçok kez ağlarken karşılaştığımız Beth, aralarında yakınlaşma olan Zach’in ölümünü çok sakin karşılamıştı. Artık ölüler için ağlamaktan vazgeçtiğini ve Zach’i tanıma fırsatı olduğu için mutlu olduğunu belirterek beni şaşırttı. Bir diğer durum ise Carol’ın

Sinzap

artık eskisi kadar güçsüz bir kadın olmaması. Sophie’nin ölümünden sonra oldukça değişen Carol artık başka insanların zarar görmemesi için kendi başına buyruk hareket etmeye başlamış durumda. Son olarak da çocuklar, masum ve tatlı yavrular da eskisi gibi kalamazlar. Carol’ın hikâye saati altında verdiği silah ve savunma dersleri de sonuçlarını vermeye başladı ki sezon ara finalinde gördüğümüz sahne birçoğumuzun kanını dondurmaya yetti. 1 Aralık’ta sekizinci bölümüyle ağızları açık bırakan sezon arası finalini yapan The Walking Dead, 9 Şubatta yayınına devam edecek. Hani hepimiz biliyorduk aslında da adettendir söyleyeyim The Walking Dead, aylaklarını beşinci sezonda da taze insan etiyle beslemeye devam edecek (Evet az önce beşinci sezon onaylandı demek istedim). Şubatta Carol da ekranlara dönecek gibi görünüyor. Henüz nasıl döneceği tam belli değil ama teorilerden

KONU


biri dönüşüyle beraber Karen ve David’in gerçek katilini açıklayacağı yönünde. Hayran tahminleri ise Lizzie’den yana. Lizzie’nin aslında göründüğü kadar masum olmadığını düşünmeye başladınız öyle değil mi? Daryl, Michonne, Bob and Tyreese’in dışarıdayken Sığınak diye bir yerin radyo üzerinden yayın yaptığını unutmuş olabilirsiniz ancak The Walking Dead kesinlikle unutmamış ki ilerleyen bölümlerde sığınak ile ilgili gizemleri ortaya çıkacak gibi. The Walking Dead aradan sonra ekranlara, hepsi çizgi romandan olmasa da birçok yeni karakteri listesine ekleyerek geri dönecek. Bunlardan beni en çok heyecanlandıranı da Dr. Eugene Porter, eski bir Amerika hükümeti çalışanı ve zombi virüsü ile ilgili bilgiye sahip. Rosita Espinosa, Abraham, John Tyler, Wayne Kesey, Jordan Barraza da diziye eklenen diğer karakterlerin başlıcaları. Dr. Porter rolünde Josh McDermitt ve Rosita rolünde Twilight ve American Horror Story’de karşılartığımız Christian Serratos da bizlerle olacak isimlerden.

Her ne kadar çoğunlukla Rick liderliğindeki insanların dâhil olduğu gruplar haricindekileri pek izleyip gözlemleme imkânımız olmasa da açıkça görebiliyoruz ki, hayatta kalmak için bir araya gelenler kendi küçük kültürlerini oluşturmuşlar. Örneğin kendi aralarında zombi kelimesi hiç kullanılmadı. Kendi tecrübelerine göre isimler vermiş durumdalar; walkers, geeks, roamers, lamebrains, biters, test subjects bunlar bizim şimdiye kadar karşılaştıklarımız. Kim bilir daha nice isimler vardır duymadığımız. Çizgi romanında henüz bu soruya cevap vermişler midir bilmiyorum ama virüsün nasıl ortaya çıktığı, kimler tarafından yapıldığı, ne amaçla yapıldığı gibi birçok soru henüz ortaya çıkmış durumda değil. Bir yandan da merak etmiyor değilim acaba virüs kullanılmadan önce dünya ne durumdaydı ki böyle bir virüs yaratıp, güç elde etme ihtiyacına girilmiş. Şimdi düşündüm de silah amaçlı üretilmemiştir, belki çılgın bilim adamlarının buluşudur. Görüyorsunuz halimi, neler neler düşünüyorum. Umarım bu soruları cevaplamadan bitirmezler. Bir başka merakım ise, hikâyesi işlenebilecek onca muhtemel karakter seçeneği varken neden King County’de yaşayan bir şerifin hikâyesinin seçildiği. Yanlış anlaşılmasın adamın başından az şey geçmedi ve yaşananlarda gayet heyecanla izlemeye değer. Ancak düşünmeden edemiyorum, eminim ki Rick’in olduğu kadar başkalarının da izlemeye değer hikâyeleri olabilirdi (Belki bir üst paragrafta sorduğum sorulara cevap verebilecek karakterler olabilirdi. Hadi ama! Hepimiz merak ediyoruz).


2048’e doğru bir yolcuğa çıkıyoruz


z ve teknoloji iรงinde kayboluyoruz!


Yeni sezonun merakla beklenen yapımı Almost Human, kasım ayında iki bölümlük bir prömiyer ile yayın hayatına başladı. Bizler de merakla izledik, tadına vardık ve kaleme aldık. Dizinin yaratıcısı J. H. Wayman, aynı zamanda J. J. Abrams ve Bryan Burk ile birlikte dizinin yapımcılığını da üstlenmiş. Fringe’de başarılı 5 sezon birlikte çalışan bu üçlü, Almost Human ile geri dönüyor. Tarihler günümüzden 35 yıl sonrasını yani 2048’i gösterirken, dünyada ve Los Angeles Polis Departmanında polislerin bir insan - bir android partner ile çalışmaya devam ettiği yeni bir düzen vardır. John Kennex ve ekibi, Insyndicate adlı suç kuruluşuna karşı gittikleri bir operasyonda tuzağa düşürülürler. John baskında ortağı Pelham’ı ve tüm ekibini kaybederken, kendisi de çok uzun bir süre komada kalır ve bir bacağını kaybeder. Tabii ki günün teknolojisi ile John’un kaybettiği bacağın yerine biyonik bir bacak takılır. John’un da artık bir kısmı, robottur.

Sinzap

Tedavisinin ardından departmana geri dönen John, kurallar gereği yeni nesil robot olan MX ile çalışmak zorundadır. John’un robotları pek sevdiği ve onlara alışık olduğu söylenemez. Ama sonunda kendisini bir MX ile aynı arabada bulur. John yapısı gereği agresif, ukala ve kendi başının dikine giden biri olduğundan, yanındaki MX’in sonu pekte hoş olmayacaktır. MX’in hazin sonundan sonra John’a yeni bir robot atanır. Ancak bu seferki bilinen MX’lerden değildir. Yapay ruh adı verilen bir proje ile üretilen DRN’lar, olabildiğince insani bir yapıda üretilmiştir. John artık yeni ortağı Dorian ile çalışacaktır.

“Robotların duygusu olur mu demeyin. Oluyor!“ Dorian beklediğiniz robotlar gibi değil. Olabildiğince insan, alabildiğince hisli ve tabii ki olamayacağı kadar zeki. Dorian oldukça


insani bir robot ve yeri geldiğinde John’dan daha insani olduğunu bile düşünebilirsiniz. İkisi arasında süren ilişki onları mantıken anlamlandırmanın zor olduğu bir dostluğa sürükleyecek gibi görünüyor. Dorian bir robot olsa bile içindeki hissetme yetisi onu oldukça ilginç bir insan figürüne dönüştürüyor. Her bireyin yapabileceği saçma hareketlere, esprilere tanık olabiliyorsunuz. Fazla teknolojik olduğundan kesik kesik konuşmasını beklerken ondan ‘hey adamım’ gibi cümleler duyabilirsiniz. Dorian bir robot olsa da, içindeki kablolardan fazlasıyla duygusal bir akım geçiyor. Bu duygu yüklü ve ‘nerdeyse insan’ olan robota, yani Dorian’a The Good Wife, Flash Forward ve Karanlıklar Ülkesi: Uyanış yapımlarından hatırlayacağınız Micheal Ealy hayat veriyor. John Kennex rolüne ise Star Trek severlerin hatırlayacağı, Red, Yüzüklerin Efendisi gibi birçok önemli yapımda rol almış olan Karl Urban hayat veriyor.

ALMOST HUMAN

Dizilerde yan karakterlere olan ilgi her zaman yüksektir ve mutlaka değişik karaktere yer verilir. İşte benim favori karakterimde Rudy, polis teşkilatı için robotların bakımını üstlenen, teknoloji ile zekâsını birleştiren bir laboratuvar adamı. Rudy’ye İngiliz aktör Mackenzie Crook hayat veriyor. Crook’u Game of Thrones ve Karayip Korsanlarından hatırlayacaksınızdır. Dizide karşımıza çıkan diğer karakterlerimiz ise, departmanın başındaki Kaptan Maldanado ve Dedektif Valerie Stahl. Maldanado ile John’un aralarında geçmişin verdiği bir güven var ve Insyndicate karşısında verecekleri savaşta birbirlerinden başka güvenecek kimseleri yok. Dedektif Maldanado’ya Brooklyn’in Azizleri ve Six Feet Under yapımlarından hatırlayacağınız Lili Taylor hayat veriyor. Zeki ve çekici olan Dedektif Valerie Stahl karakterine ise Charlie’s Angels ve Friday Night Lights yapımlarında rol almış olan Minka Kelly canlandırıyor. Almost Human’ı ilk izlediğinizde üstün teknolojinin eksiklerine rastlayabilir; belki birazda 2048’de var olan hayat hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak isteyebilirsiniz. Ama daha 6 bölüm yayınlanmış olduğu için eksiklere hala şans tanıyorum. Çünkü Almost Human enteresan olaylara gebe olacak gibi görünüyor. İzlemeyenlere spoiler vermek istemediğim için çok açık konuşamasam da ilerleyen bölümlerde oldukça heyecanlı sahnelere şahit olacağız bence. Üstelik hikâyenin daha görmediğimiz birçok parçası var ve giderek daha da karmaşık bir drama haline geleceğini düşünmemek elde değil, inanın. İzlediğiniz de siz de hikâyenin geleceğini göreceksinizdir. Bu yüzden bilim kurgu severlerin diziye bir şans vermelerini öneririm. Şimdiden iyi seyirler.


Bu sayıda Amerikan yapımlarından uzaklaşarak sizlere İngiliz yapımı dumanı üstünde tüten bir dizi tanıtmak istedim. BBC One’ın yayıncı kuruluşu olduğu ‘By Any Means’ birinci sezon finalini yaparak, akıbetlerinin ne olacağını beklemekte. Hustle, Life on Mars dizileriyle tanınan Tony Jordan, By Any Means’in yapımcılığını üstleniyor. Dizinin yaratıcılığını ise EastEnders da birlikte çalışan Richard Lazarus, James Payne, Jeff Povey ve Richard Zajdlic üstleniyor. Polisiye yapımlara ilgili olanların hakim olduğu bir konu vardır, oda dizilerde ki uzun soluklu kötü karakterlerin hukukun açıklarını kullanmakta oldukça başarılı olduklarıdır. İşte bu yapım bize hukukun, kanunun, polisin hatta MI5-6 gibi güçlerin bile yetersiz kaldığı noktalarda ne yapılması gerektiğini anlatıyor.

Gizli görevdeki ekipleri biliriz ama gizlinin de gizlisi ekipleri pek gördüğümüz söylenemez değil mi? İşte By Any Means’te karşımıza çıkacak olan ekip, tam anlamı ile gizli + gizli bir ekibi anlatıyor. Kanunun yetersiz kaldığı noktalarda, suçluları adalete teslim etmek için kurulmuş bu ekip bildiğimiz kanunsal prosedürlerle hareket etmiyorlar.

“Eğer suçlular kanunun açıklarını kullanabiliyorsa, iyiler neden kötüleri kandırmasın ki?”

Sizi uyarmak zorundayım, bu bir polis dizisi değil! İzleyeceğiniz ya da izlemeyi düşüneceğiniz bu yapım, tam anlamı ile bir ‘Gri Bölge’ içinde geçiyor.

Sinzap

KONU


İngiliz yapımlarının kült dizilerinden Hustle ve Amerikan yapımı Leverage’i sevenlerin, bu dizileri izlerken aldıkları zevki ‘By Any Means’den de alacaklarını söyleyebiliriz. (Tabii ki zevkler görecelidir, ama by any means iyidir). Hafif polisiye ile Robin Hood hikâyelerinin ne alakası var derseniz hemen söyleyelim. By Any Means, (deminde yazdığım gibi) kanunlara ve resmiyete bağlı bir ekip değil. Her şey kanundan uzak sadece ufacık bir emir komuta bağı içinde yürüyor. Suçluların adalete teslim edilmesi için onları kandırmak ve parmaklıkların ardına yollamak onların işi. Dolandırıcılığı iyi şeyler için kullanırsanız, suçluları içeri tıkmak için önünüzde engel kalmaz. Bu gizlinin gizlisi ekibimiz, farklı yeteneklere sahip 4 kişiden oluşuyor. 3 kişinin polis teşkilatından, 1 kişinin de hacker olduğunu belirtmek isterim. Söylemiştim bu bir polis

BY ANY MEANS

dizisi değil. İyi ve kötü arasında kalmış olan gri bölgenin yegâne sahipleri onlar. Dizinin baş rolünü İngiliz yapımı Luther’de ki DS Justin Ripley karakteri ile tanıyacağınız Warren Brown üstleniyor. Brown, dizide Jack Quinn rolüyle karşımıza çıkıyor. Jack ekibin lideri, beyni ve komuta sistemiyle aralarında ki bağı kuran kişi. Kendinden emin, sert, tuttuğunu koparan, zeki biri Jack ve eski bir polis. Ekibine oldukça bağlı ve onları korumak için gereken her şeyi yapabilir ancak kötü adamları adalete teslim etmek için sonuna kadar gidilmesi gerektiğini kabullenmiş bir karakter. Gelelim ekibin diğer üyelerine, Terra Nova ve BBC Amerika’da 3 sezon yayınlanan Mistresses’den tanıdığımız Shelley Conn, Jessica Jones karakteri ile karşımıza çıkıyor. Jessica bir kadının cazibesini kullanmayı iyi bilen, zeki, güzel ve sert bir kadın. Ayrıca kilitlerle arası çok iyi ve birini kandırmak için doğuştan gelen bir yeteneğe sahip.

Sinzap


İzlemesi oldukça eğlenceli ve zevkli bir karakter Jessica. Sinbad’da ki baş rolünden sonra By Any Means ile televizyona dönen Elliot Knight, Charlie O’Brien karakteri ile karşımıza çıkıyor. Charlie cinayet masasında görevli olan bir dedektif iken kendisine atılan bir iftira ile Jack ve ekibinin radarına girer. Bu işin sonunda ise Charlie kendini çok farklı bir dünyada buluyor. Ekibin suç sabıkası olan tek üyesi, Thomas ‘Tom Tom’ Tomkins. Hackerlık konusunda üstüne yok. Bu yeteneğini aleyhine kullanırken yakalanan Tom Tom, kamu cezası alarak ekibe mecburi katılanlardan. Ancak bu mecburiyet onun en büyük bağlılığı olmayacak mıdır? Onu izleyerek görünüz efendim. Tom Tom karakterine ise İngiliz yapımı Primeval dizisinde Connor Temple rolü ile karşımıza çıkan Andrew Lee Potts canlandırıyor. Dizinin az görünen ama kilit karakteri Helen Barlow, üst düzey bir istihbarat görevlisi ancak tam olarak hükümetin neresinde çalıştığını bir türlü öğrenemedik. Karşısına çıkan tüm engellere ve aldığı büyük riske rağmen Helen, Jack ve ekibini kurmaktan

Sinzap

kaçınmadı. Helen Barlow karakterine, The Borgias’da ki Caterina Sforza rolüyle hatırlayabileceğiniz Gina McKee hayat veriyor. By Any Means, izleyici yorumlarına bakıldığında sevilmiş gibi duruyor. Ancak henüz 2. Sezon onayı ile ilgili bir açıklama gelmedi. Biz de heyecanla bekliyoruz. İlk başlarda sizlere biraz izlesek de olur izlemesek de olur izlenimi verse de finalini oldukça başarılı gerçekleştirdi ve beni kendine bağladı. İngiliz yapımlarını, polisiyeleri ve hafif kandırmacalı oyunları sevenler izlemekten zevk alacaktır. Şimdiden İyi Seyirler..

KONU


Sinzap’ı Tablet ve Telefonlarınızdanda okuyabileceğinizi biliyor muydunuz?

Takipte kalın!

ONCE UPON A TIME

Sinzap


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.