Politika Dergisi Sayı 10

Page 1



Politika Dergisi

Sayı 10

Editörlerimiz > Emrah ÖZDEMĐR > Gökhan DAĞ Yazar Kadromuz > Ahmet Tuna ALP > Ali Đhsan UĞUZ > Asaf ŞĐMŞEK > Bilgin TÜRK > Burak ĐNAN > Ceren YALDIZ > Emrah ÖZDEMĐR > Emre FĐDAN > Erbil DENĐZ > Erdal ALTUN > Erdinç AYDIN > Evren YELKANAT > Fırat ÖZDEMĐR > Gamze G. KONA > Gökhan DAĞ > Kadir Levent BECĐT > M. Burak KAHYAOĞLU > Miraç ÇEVEN > Naile DUMAN > Osman ACAR > Osman BUDAK > Özcan NEVRES > Özgür Pınar IŞIK > Sevda EĞER > Timur V. DOĞRUOK > Yamaç KONA Redaksiyon > Emrah ÖZDEMĐR > Gökhan DAĞ Kapak Tasarım > Selda OGALAN Web Tasarım > Gökhan DAĞ > Metin TINAY Not: Bu tabloda alfabetik sıralama kullanılmıştır.

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Editörden... Merhaba Politika Dergisi’nin Değerli Okuyucuları. Söze, 9. sayımıza gösterilen ilgiye teşekkür ederek başlamak istiyorum. Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümsüzlüğe uğurlanışının 70 yılında çıkartmış olduğumuz son sayımız oldukça büyük ilgi gördü. Aldığımız geribildirimlerin de bizleri fazlasıyla memnun ettiğini belirtmeden geçemeyeceğim. Tüm bunlardan öte, Mustafa Kemal Atatürk’e sahip çıkan, sahip çıkılmasını haykıran insanların olduğunu bilmek her şeye rağmen çok güzel, çok duygulandırıcı. ATA’nın bıraktığı emaneti koruyacak olan, ATA’nın verdiği görevi son nefesine kadar harfiyen yerine getiren ve ATA’sına sahip çıkan herkese sonsuz teşekkürler. Đyi ki varsınız. Olumsuz gelişmeler de yaşanmıyor değil tabii. Geçen günlerde aldığımız “Mustafa Kemal Atatürk üzerinden prim yapmaya çalışıyorsunuz” konulu e-posta bizi oldukça üzdü. Göstermiş olduğumuz çabaya karşılık inanın bu tarz bir e-postayı hak etmediğimizi düşünüyorum. Yine de okurumuzun canı sağ olsun. Okurlarımızdan bu e-postaların yanı sıra bizi oldukça mutlu eden e-postalar da almıyor değiliz. Bu e-postalar da bizi fazlasıyla memnun ediyor; ama ne yazık ki bu epostalardan gelen bazı isteklere, bazen olumsuz cevaplar vermek bizi derinden yaralamıyor da değil. Dergimizi araştırmalarına katkı sağlaması açısından periyodik olarak adresine isteyen çok değerli bir okurumuza ne yazık ki olumsuz bir cevap vermek durumunda kaldık. Sanırız ki bu değerli araştırmacı dergimizin e-dergi olarak sunulduğundan haberdar olmadan bu tarz bir e-postayı bize attı. Ama inanın ki dergimizin basılı olması için çalışıyoruz. Hiçbir maddi amaç gütmeden yaptığımız bu çalışmalar sonrası sponsor arayışlarımız ne yazık ki olumlu sonuçlanmıyor. Bu sorunu hallettiğimiz vakit dergimizi ihtiyacı olan herkese ücretsiz göndereceğiz.

Bu çabalarımıza destek verecek bir okuyucu kitlesine sahip olmak bizi ayrıca mutlu edecektir. Yeni sayımızla ilgili olumsuz bir gelişmeyi de buradan belirtmeliyim. Bu sayımızda resmi sitemizden de duyurduğumuz üzere CHP Đstanbul Milletvekili ve Grup Başkanvekili Sayın Kemal Kılıçdaroğlu ile mülakatımızı gerçekleştiremedik. Sayın Kılıçdaroğlu ile e-mülakat şeklinde gerçekleşecek görüşmemiz, çok değerli vekilimizin amcasının vefatı ve Sayın Kılıçdaroğlu’nun ülke sevdası nedeniyle gündeminin oldukça yoğunlaşması sebebiyle bir sonraki sayımıza ertelendi. Bu durumdan dolayı tüm okurlarımızdan özür diliyoruz. Bu açıdan, okumakta olduğunuz sayımıza bir mülakat sığdıramadık. Bunu yeni yılımızın ilk sayısında gidereceğimizden kuşkunuz olmasın. Bu sayımızda söz verdiğimiz üzere, değerli hocamız Özer Ozankaya’nın Cumhuriyet Çınarı adlı kitabını özetler halinde yayımlamaya başlıyoruz. Bu sayımızda sizlere bir plan sunacağız. Ata’mızı tanımayanlara, onu yanlış tanıyanlara eşi bulunmaz bir kitabı armağan etmenin mutluluğu içerisindeyiz. Bu arada yakında Politika Dergisi’nin de konusunu okurlarının belirlediği bir kitabı çıkacak. Tüm detaylar ilerleyen sayfalarda. Ayrıca bu sayımızın Sarıkamış Harekatı’nın yıldönümüne denk gelmesi sebebiyle Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Bingür Sönmez hocamız çok güzel bir makale ile dergimize konuk oluyor. Kendisine sonsuz teşekkürler. Bu sayımızda ölüm yıldönümleri sebebiyle Đsmet Paşa (Đnönü), M. Akif Ersoy, Menemen Şehidi Kubilay ve Namık Kemal’i de dergimizde anıyoruz. Đlerleyen sayfalarda okunabilir. 2008 yılının son Politika Dergisi sayısını büyük bir keyifle okumanız ve 2009 yılının ilk sayısında yeniden buluşmak dileğiyle. editor@politikadergisi.com


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Görümüz Politika Dergisi’nin görüsü; gençlerin ve genç düşüncelilerin kavga ile değil fikirlerle politik katılımını sağlamaktır. Politika Dergisi, Türkiye için demokrasiyi; sadece seçimlere özgülenmiş bir rejim olarak değil Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarına uyulmak şartıyla her kesimin katılımının sağlandığı bir rejim olarak tanımlar.

Đçindekiler Kişi Olmaktan Öteye Gidenler Đkinci Adam:

M. Đsmet ĐNÖNÜ Đstiklal Marşı Şairimiz

Mehmet Akif ERSOY Devrim Şehidimiz

Mustafa Fehmi Kubilay Vatan Şairi

Namık Kemal "Cumhuriyet Çınarı: Mustafa Kemal’i 'Atatürk' Yapan Uygarlık Tasarımı"

‘CUMHURĐYET ÇINARI’ ADLI KĐTABIYLA GELECEĞE ÇOK SAĞLAM BĐR MĐRAS BIRAKAN PROF. DR. ÖZER OZANKAYA’NIN KĐTABINDAN YAPTIĞIMIZ DERLEMELERĐN ĐLK BÖLÜMÜNÜ BU SAYIMIZDA YAYINLIYORUZ. BU GÜZEL YAPITI, SĐZ DEĞERLĐ OKUYUCULARIMIZA SUNMAKTAN KIVANÇ DUYUYORUZ.

sy.52

Bir Beyaz Ölümdür Sarıkamış “Donarak şehit olmanın en üzücü tarafı, bu kahramanların komutanları tarafından sorumluluktan kurtulmak için (komutanlar, savaştan sonra hesap vermekten korktukları için) firar olarak rapor edilmiş olmalarıdır. Eminim bu haksızlık şehitlerimizin kemiklerini sızlatmaktadır.” BU SAYIMIZIN DĐĞER DEĞERLĐ KONUĞU OLAN ĐSĐM: ‘SARIKAMIŞ DAYANIŞMA GRUBU’ BAŞKANI” DEĞERLĐ HOCAMIZ PROF. DR. BĐNGÜR SÖNMEZ.

sy.22


Politika Dergisi

Sayı 10

Görevimiz

1. Gençlerin ve genç beyinlilerin politik düşüncelerine yer vererek, depolitize olmalarını engellemek ve bu yolla ülkemiz politikasına bir ivme kazandırabilmek, 2. Cumhuriyetimizin, Türk devrimlerinin, insan haklarının, demokrasinin ve laikliğin özü korunmak kaydı ile fikir serbestîsi sunabilmek, 3. Geniş bir politik yelpazenin sunulması ile okuru çok yönlü düşünmeye sevk etmek, 4. Tüm bunların kazanımları ile düşünsel politizasyonu sağlayarak, gelecek için gerçek bir demokrasi oluşturmaya katkıda bulunmaktır.

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Đçindekiler Gündeme Dair GÖKHAN DAĞ’IN GÜNDEMDEKĐ KONULARLA ĐLGĐLĐ DEĞERLENDĐRMELERĐ.

sy.8 2008’e Dair Anımsatmalar “Toplumsal belleğimizi taze tutabilmek için, 2008’e ait bir takım olayları ve yorumlarımı değerlendirmelerinize sunuyorum. Umarım, bu yazı faydalı olur ve 2009’da böyle bir yazı yazmak gerekirse, güzel anılarla dolu bir yazı olur.”

EMRAH ÖZDEMĐR

sy.26

Eski Düşünceler Aynı Yüzler “40 yaşını aşmamış beyinlere hiçbir zaman güvenilmedi ülkemizde. Bırakın 40’ı; söz sahibi olması için 50’sini yıllar önce aşmış olması gerekir bizde.” ERBĐL DENĐZ

sy.31

Enstantane “Koca koca uluslarla çarpışan, dünyaya kafa tutan bu millet, kabul etmek gerekir ki cehalet savaşında sınıfta kaldı.” SEVDA EĞER

sy.36

ABD Sonrası Irak’ta Olası Siyasi Manzara ve Türkiye’nin Alması Gereken Tedbirler “Yapılması gereken, Türkiye’nin bu süreci en az kayıpla tamamlayabilmesi için; akılcı, güvenilir ve somut sonuç verecek olan bir dizi strateji belirlemesi ve uygulamaya koymasıdır.” DR. GAMZE G. KONA

sy.24

Avrupa’da Bir Hayalet Kol Geziyor “Kapitalist üretim ilişkilerinin mevcut olduğu bir ülkede, kriz döneminde ekonomiye müdahale edilmemesi ve şirketlerin kapanması; Marx’ın dediği gibi, yedek işsiz ordusunu yaratır ki bu, merkez ülkelerin işine gelmez. O yüzden, liberalizm masalı tarihe karışmıştır.”

EVREN YELKANAT

sy.29

Sağda Kürtçülüğün Temelleri “Bütün bu olan bitene karşı, devletin bir Kürtçülüğü diğerine tercih etme veya PKK’ya karşı Hizbullah’ı kullanma gibi başarısız girişimleri olmuştur.” BURAK ĐNAN

sy.34


Politika Dergisi

Sayı 10

Hakkımızda Politika Dergisi, Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin kurmuş olduğu bir politik gençlik hareketidir. Yaratılmış ve halen de yaratılmak istenen apolitik gençliğe bir karşı duruş fikrinden doğan Politika Dergisi, kanunlara uyulduğu ve okuyucusuna saygılı olduğu taktirde her türlü görüşe önem verir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini benimsemiş, cesaretini Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa Nutku'ndan almıştır.

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Đçindekiler Yönetim ve Kadın Ataerkil toplumlarda, yerleşik kültür her şeyin başı olarak erkeği görür. Erkek söz sahibidir, erkek yönlendiricidir. Ekonomik anlamda da erkek eve para getirir, kadın da o parayla evi şartlara uygun bir şekilde çevirir.

NAĐLE DUMAN

sy.38

Tarikatlı Demokrasi “Tarikatlara teslim edilen bir kişinin özgür iradesinden söz edilemez. Bir ağanın emri altındaki maraba ile tarikat şeyhinin emri altındaki emekçinin teorik olarak hiçbir farkı yoktur. Zira ortada irade yoktur.”

Obama ve Şirketler Oligarşisi “Şirketler oligarşisi, siyah derili bir başkan seçerek vitrin yarattı ve sempati topladı. Obama'yı kurtarıcı olarak lanse etti, değişim vaat etti. Dünya rahat bir nefes alma umuduyla Obama'ya güvendi.”

OSMAN BUDAK

sy.40

Türkiye Gelişmiş Çöplüğü mü?

Ülkelerin

Global Kriz, ABD Emperyalizmi ve Obama’nın Başkan Seçilmesi

“Radyasyonlu varillerini bile gizlice güzelim Karadeniz sahillerine atmakta dahi bir sakınca görmüyorlar. Hem de radyasyonun insan sağlığı için ne kadar tehlikeli olduğunu bile bile…”

“Kapitalizm yaşanılan her krizde yeni tekeller ve yeni oluşumlar yaratır. Yeni yaratılan tekellerin, daha fazla güçlenmek için dünya halklarına bir bedel ödetmesi gerekir.”

ÖZCAN NEVRES

ALĐ ĐHSAN UĞUZ

sy.46

YAMAÇ KONA

sy.42

sy.56

Giddens ve Klasik Düşünürler (Durkheim) “Durkheim devrimci düşünceye karşı bir teorisyendi. Onun toplumsal anlayışının çerçevesini devrim değil, evrim oluşturuyordu.” ASAF ŞĐMŞEK

sy.44


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Đçindekiler Tipik Bir Krizin Anatomisi Olarak Minsky Modeli

P—Okur Nihat ATAR—Birey Merkezli Sisteme Doğru

72

“Aşırı ticaret, tarihsel olarak; bir ülkeden diğerine yayılma eğilimi gösterir. Çok sayıda kanalı mevcuttur.” M. BURAK KAHYAOĞLU

Dinsel Söyleşiler (2) “Gerçekten de din “savaş naraları” atar mı? Yoksa din aracılığı ile savaş naraları atanlar destek mi bulurlar?” ERDĐNÇ AYDIN

sy.48

sy.58

Ne Đş Agam “Yaklaşık bir ay kadar öncesinde, ülkemizde Aydın Doğan ve Recep Tayip Erdoğan polemiği yaşanmıştı. Hem de ciddi boyutlarda restleşmelere şahit olduk. Aralarından su sızmayan bu ikili, ne oldu da birbirine düşmüştü?”

ERDAL ALTUN

sy.60

Yakın Gurbetin Yolcuları OSMAN ACAR

Postmodernizmin Bir Getirisi Olan “Tatminsizlik” AHMET TUNA ALP

Geçmişin Geleceğe Dersi

Gökhan DAĞ

sy.75

Kültür—Sanat Sayfalarımız P—Kitap: Seçkiler (sy. 66) P—Tiyatro: Velev ki Tartüf (sy. 67) ÇIZIKTIRMAK (sy. 67) P—Kitap: Uyku (sy. 68) Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe (sy. 69) P—Film: Seçkiler (sy. 71)

sy.62

sy.74 sy.72


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Gündeme Dair... dense suskun. Gökhan DAĞ

Gündem denilen şey, geçmiş gündemlere bağlılığını sürdüren bir yapı taşı gibi. Bir gelişmenin, yeni bir gelişmeyi meydana çıkartması sadece anlara bağlı. Saliseler bile bu açıdan geç kalmış durumda. Bir söz, bir söylem yepyeni gelişmelerin kaynağı olabiliyor. Bir tavır, bir tarz olası söylemler ve olası tavırlar demek. Biri çıkıyor, doğasına aykırı hareket ediyor, diğeri bulunduğu doğasından başka bir yerdeymiş gibi bu aykırı olaya müdahil oluyor. Sonra da AK kaşık gibi olaydan sıyrılıyor. Yüce Türk milletinin şerefli askeri, nöbette PKK’yı bekliyor; PKK leşlerini yere seriyor. Karada ise PKK’nın destekçileri Türkiye’nin huzurlu yapısını kaos ortamlarıyla yıkmaya çalışıyor. Dersim olaylarını Kürt soykırımı olarak sayıyorlar, Türkiye’nin itibarını zedeliyorlar ve sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının milletvekilliğini yapıyorlar. Bunlar Türkiye’nin gizli kalmış değil, açığa çıkarılmış şerefsizleridir. Şerefsiz insanların da şerefli ulusumuzun meclisinde yeri yoktur. PKK destekçilerine bir de dinci basın eklenince Türkiye içinden çıkılamaz sorunlarla yüzleşiyor. Hatırlayınız Vakit Gazetesi geçen günlerde manşetine Lozan Antlaşması’nın imzalandığı masayı taşıdı. Söylemleri ise halkın sabrını taşırdı. Bu gazete hiç utanmadan, sıkılmadan geçmişin değerlerini yok etmeye çalışıyor. Onlar Lozan Antlaşması’na konuşuncaya kadar kendi geçmişlerine bakmalılar. Ürettikleri yalan haberlerin mürekkebine konuşmalılar. Bu gazeteyi kim denetliyor, onu da gerçekten merak ediyorum. Obama’nın başkanlığıyla, Seda Sayan’ın güvenilirliği ile uğraşan medyamız ise ne-

Ana haber bültenleri tat vermiyor. Sadece içinde birkaç iyi kişiliğin var olduğu haberler izlenebiliyor. Benim bu konudaki tercihim ufak tefek aksaklıklara rağmen Uğur Dündar. Yılmaz Özdil ile iyi bir ikili oluşturuyorlar. Çevreci Başbakanımız dağıttığı kömürlerle çevre katliamına son sürat devam ediyor. Sadakasını alan halk ise suratını görüntületmemek derdinde. Sarıkamış Harekâtı’nın yıldönümünde, onurumuzla baş başayız. Kimsecikler yok. Oyumuzu verip de şömineli villalarında ısınan, halkı bulunduğu soğuğa terk edenler ortalıklarda yok. Ekonomik krizin baş döndürücü etkisine rağmen, hediye çekleri dağıtan belediyeler dimdik ayakta. Ayaklarının altında ise halkın onuru can çekişiyor. Yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyor. Geçen gün yolsuzlukları konuşurken bir taksici ağabey (Necati amca) ile çok çarpıcı bir laf etti: “Güzel kardeşim bu ülkenin 70 yıldır her şeyini yediler. Gelen yedi, giden yedi. Yine de batmadı bu ülke. Ne verimli topraklar üstünde yaşıyormuşuz be!” Sanırım Necati amca haklı; ama gözden kaçırdığı, ihtiyaçların sınırsızlığına rağmen kaynakların kıtlığı. Elbet tükenecektir. Malımıza sahip çıkalım. En az onurumuz kadar. Küçük çaplı da olsa gündeme dair gelişmeleri özetledim. Biraz daha derinlere inmek adına daha fazla şey konuşmalıyız gibi. O zaman vakit kaybetmeden başlamak gerek.

CHP’nin Kara Çarşaf Açılımı Satranç sever misiniz bilmiyorum; ama ben bayılırım. Satranç tahtası bir savaş arenasının ta kendisidir. Atınızı ileri sürer; karşı tarafın askerlerini, komutanını korumaktan uzaklaştırırsınız. Đlk kale düşer, sonra diğerleri. Đş


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

Şah’a geldin mi de artık her şey biter. Kımıldayacak haliniz kalmaz. Đşte siyasetin varlığı Şah’ın hareketinin varlığından başka bir şey değil. CHP’de de durum bu. Şah yaşıyor ve siyaset sürüyor. Şah’ın siyasi hamleleri ise karşı tarafın Şah’ının midesini bayram ettiriyor. Herkes CHP’nin yeni bir açılım peşinde olduğunu söylüyor. O açılımın adı da “Kara Çarşaf Açılımı” Siyasi Partiler Yasası’nı ve CHP’nin parti tüzüğünü incelerseniz kara çarşaflıların partiye üye olmalarında hiçbir sakınca yok. Bakın CHP’nin parti tüzüğü ne diyor: (Cumhuriyet Halk Partisine; Partinin siyasal ilkelerini ve doğrultusunu, amaçlarını, siyasal yaşam anlayışını, çalışma ilkelerini benimseyen ve siyasal partilere girmelerine yasalarca engel bulunmayan her yurttaş üye olabilir.) CHP Tüzüğü’nün 6. maddesi aynen bunları içeriyor. Bu kara çarşaflı hanımefendilerin CHP’nin çalışma ilkelerini ne kadar benimsediklerini ise test edecek bir sınav tipi yok.

07.12.2008

Değerli CHP üyeleri, parti tüzüğünü bir daha okumalıdırlar. CHP’ye üye olmak isteyen herkes onun ilkelerini benimsediği için partiye üye olabilir deniyor. Demek ki o hanımefendiler CHP’nin ilkelerini benimsedikleri için oradalar. Ama hala kapalılar diyenlere ise tavsiyem şu: “Alışkanlıkların kolay kolay değişemeyeceğini bilmelisiniz. Biraz zaman vermelisiniz.” Benim gücüme giden Recep Tayyip Erdoğan’ın açıklamaları. Tayyip Erdoğan “dindar insanların CHP’ye katılması hoş, sadece bunun istismar edilmesi hoş değil” dedi. Yıllardır dini istismar eden parti, aklı sıra kendisini bu durumdan sıyırdı. Gerçekten ilginç. Ama insanın aklına bu kara çarşaflı hanımlar AKP’nin atları mıydı diye de sorası geliyor. (!) Hadi bakalım hayırlısı.

DTP Hıyanete Devam Ediyor

Siyasi Partiler Yasası’nın 11. maddesi ise: “On sekiz yaşını dolduran, medeni ve siyasi hakları kullanma ehliyetine sahip bulunan her Türk vatandaşı bir siyasi partiye üye olabilir.” diyor.

Geçen sayımızda, yine bu köşede DTP vekillerinin Meclis’ten kovulmaları gerektiğini söylemiş ve onları yürekleri varsa Politika Dergisi’nin karşısına çıkmaya davet etmiştim.

Görüldüğü üzere kara çarşaf giyen bir yurttaşın bir siyasi partiye üye olmasında hiçbir sakınca yok.

Ben yazımı yazdıktan birkaç gün sonra, TBMM Başkanı Köksal Toptan, sanki bana cevap veriyormuşçasına bu vekilleri için böyle bir durumun söz konusu olamayacağını ve seçimlerin beklenmesi gerektiğini söyledi.

Sakınca bu işin şova dönüşmesinde mi? Bence burada da bir sakınca yok. Deniz Baykal, bu tarz giyinen insanlara bir yol göstermek istiyor olabilir.

Böyle sakat bir mantık var mı? Bir hukukçuya böyle sözler yakışıyor mu?

Kritik soru şu: Bu açılım bir saçılım mı yaratacak, yoksa bu açılım bir kapanıma mı neden olacak?

Toptan’ın korkmasına gerek yok; çünkü bir koruma ordusuyla dolaşıyor. Helikopterler, keskin nişancılar ve özel eğitimli askerler...

Yani kim kimin görüşünü benimseyecek? CHP’de bu soruya oldukça mesafeli yaklaşanlar var.

Bu mantığa göre milletvekili seçilen bir kimse yeni seçim dönemine kadar istediğini yapmakta serbest kalıyor.

Çoğunluk, bu tarz giyinen insanların partinin görüşlerini olduğundan çok başka yerlere taşıyacağını söylüyor.

Onları dokunulmazlık zırhlarından çıkarmanın tek yolu, seçimlerde gereken dersi vermek.


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

Bu tarz bir düşünceye sahipseniz, yapılan her şeyi kabullenmeye baştan niyetlisinizdir demektir. DTP’li vekiller neler yapıyorlar? Ardahan’a uğrayan vekiller, burayı savaş alanına çevirdiler. Birçok yaralı, birçok gözaltı var. DTP’li vekillerin doğu ziyaretleri bir kendi bilmez DTP’li il başkanı tarafından Kürdistan gezisi olarak yorumlandı; üstelik DTP’li vekillerin yanında. Bunların ar damarı çatlamış. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının vergileri ile boğazlarına ekmek giden bu insanlar, hıyanet içindeler. Hainler. PKK taraftarları. Talebimiz devam ediyor. DTP’li vekiller; Politika Dergisi’nin karşısına, yüreğiniz varsa çıkın. Görelim bakalım, sizin Kürdistan isteklerinizi.

Lozan Düşmanı, Ergenekon Kompleksli ve Đftiracı Vakit Gazetesi Evet, Vakit Gazetesi tüm bu haberlere son bir ayda imza attı. Hemen başlayalım. Vakit Gazetesi, geçtiğimiz günlerde Lozan Antlaşması’nın imzalandığı masayı manşetine taşıdı. Manşetin başlığı şöyle: “Đşte Đnfaz Masası” Haberin içeriğinde ise şunlar yazılı: “Đşte en pahalı masa… Đşte, bedelini en ağır ödediğimiz masa!... Çünkü bu masada bir Đmparatorluğu kaybettik!... Çünkü bu masada; Kerkük, Musul ve 12 Adalar’ı kaybettik!... Bu masa, Türkiye’nin bitirildiği Lozan’daki masa!... Bu masada her şeyimizi verdik ama, 85 yıl sonra bugün; Đşte o masa Türkiye’ye hediye edildi. Topraklarımız gitti… Masa kaldı yadigâr!”

07.12.2008

dildiği yazdıktan sonra Türkiye’nin bitirildiği yazmaktadır. Birkaç gün sonra ölüm yıldönümünde anacağımız Đsmet Paşa, Vakit Gazetesi tarafından karalanmş, elde edilen üstün başarı hiçe sayılmıştır. Vakit Gazetesi, bu masayı fotoğraflayıp manşetine taşıyacağına savunduğu yazarlarının küçük kızlara yaklaştığı evleri görüntülemelidir. Vakit Gazetesi, Danıştay Saldırısı sonrası kan gölüne dönen Danıştay binasını manşetine taşımalıdır. Manşeti de “Đşte başardık” olmalıdır. Şeriatçı Vakit Gazetesi o masayı değil, savunduğu hortumcuların masasını görüntülemelidir. Gelelim bir diğer habere. Vakit Gazetesi’nin demirbaş gazetecilerinden Abdurrahman Dilipak ortaya öyle iddialar attı ki, resmen bu kadarı pes dedirtti. Ergenekon kompleksli bu gazete ve yazarlarının artık gösterdikleri sahte dincilikten vazgeçmeleri gerekiyor. Çünkü yazdıklarıyla Müslümanlık dinine hakaret ediyorlar. Hiçbir “gerçek” Müslüman böyle adice, saçma komplolar üretemez. Bakın ne diyor Dilipak: 1– Şener Eruygur Ergenekoncular tarafından hastanelik edildi. Çünkü çok şey biliyordu. O ölünce bütün suçlar onun üzerine yüklenecek ve dava kapanacak. Onu öldürenler onun cenazesine de katılacaklar ve laik oldukları için Fatiha okumayacaklar. 2– Eryugur hastanede bile olmayabilir. Oraya bir başkasını getirmişlerdir. O arada da Eruygur pırrr… Sen sağ, ben selamet. Yarın öldü diye öteki adamı gömerler, olur biter.

Vakit Gazetesi, bu yazdıklarıyla Sevr Antlaşması taraftarı olduğunu ilan etmiştir. Çünkü o antlaşmaya göre, bir imparatorluk halen vardır; ama sömürge durumundadır.

3– Şener Eruygur hakkında daha şimdiden öldü haberleri geliyor. Bir kısmı da hala komada diyor. Bu adamlar için cinayet işlemek çok sıradan bir şey.

Vakit Gazetesi bu yazdıklarıyla kendisiyle çelişkiye düşmüştür. Dikkatli okuduysanız, haberin içeriğinde bir imparatorluğun kaybe-

4– Şimdi içeridekilerin can güvenliğini sağlamak gerek. Düne kadar devrim yapmak için kolları sıvayan, şehir şehir dolaşan bir


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

adam, nasıl oluyor da merdivenden düşüp kafasını, boynunu kırıyor?

günlük ağır efor dahil her türlü faaliyeti yapabilir.”

5– Bir arkadaş, her şeyde bir komplo arayan basının Eruygur konusunda sessiz kalmasının da bir komplo olduğu düşüncesinde.. Hani sokak kapkaççılarını bile MOBESE ile yakalıyoruz, şu kadar tutuklu, gardiyan ve muhtemelen güvenlik kamerası ile izlenen daracık bir yerde bu işin nasıl olduğunun herhalde mantıklı bir izahı olacaktır.

Not: Dilipak’ın söylediği sözler http:// www.medyahane.com sitesinden alınmıştır.

Kuşkusuz bunların hiçbiri doğru olmayabilir.. Ama açıklanan gerçek inandırıcı gelmeyince halk bu komploları üretiyor.. Bu senaryolar artık sokakta konuşuluyor.. Göreceksiniz, biraz zaman geçsin daha ne senaryolar üretilecek.. Yani, Eruygur ölmüş de olabilir, yaşıyor da olabilir.. En azından artık tutuklu bulunduğu yerde değil. Sonunda sağlık sebebi ile tahliyesine de karar verildi. Yani en azından artık tutuklu değil.. Eğer gerçekten infaz edildi ise, büyük ihtimalle en çok ağlayan ve görkemli bir cenaze töreni için en çok koşturanlar arasında bu işi tezgahlayanlar da olacaktır. 6– Belki de ailesi sessiz bir defin yapacaktır. Herhalde bu aşamadan sonra top arabası ile taşınacak hali yok. Sonunda “Nasıl bilirsiniz” diye önümüze getirip koyacaklar.. Laikler için ayrı bir mezar, ayrı bir cami yok ki! ADD’lilerin birçoğunun, Eruygur’un arkasından Fatiha okuyacaklarını da sanmıyorum, olsa olsa alkışlarla uğurlarlar! Okkır’dan sonra Eruygur, bu arada ĐP Genel Başkan Yardımcısı Ferit Đlsever’den sonra şimdi de Hurşit Tolon’un tahliyesi gündemde.. Đlsever “hasta” çıktı, şimdi sapasağlam, “dava” uğruna koşuyor.. Biliyorsunuz, YARSAV Başkanı da hasta! Bu hastalıklar dikkat çekici. Tolon’un rahatsızlığı belli: Kalp! Hapishaneye girerken kalbi turp gibiydi, ama şimdi hasta raporu ile serbest bırakılması gündemde.. Oysa daha düne kadar durum şöyleydi: “Mevcut Koroner Anjiyografik ve Ventrikülografik bulgular değerlendirildiğinde sonucun birkaç önemsiz plak dışında normal olduğu izlenmiştir. Mevcut haliyle koroner arter hastalığı bulguları için aspirin dışında herhangi bir ilaç kullanılmasına gerek yoktur. Sonuçlar tamamen normale yakın olup,

Şimdi her makalesini ‘Selam ve Dua’ ile bitiren Abdurrahman Dilipak’a ne demeli inanın içimden geçiriyorum; ama burada söyleyemiyorum. Allah yolundaki bir Müslüman’ın (!) kafasından geçen şeytanlıklara bakın hele. Sen Eruygur’un ve diğerlerinin tahliyesini boşver de en yakın arkadaşlarından Hüseyin Üzmez’in tahliyesini tartışsana. O yazında da arkadaşının tahliyesini Selam ve Dua ile bitirsene. Neymiş laikler Fatiha okumazlarmış. Allah kısmet ederse, sen benden önce ölürsen, öldüğünde mezarına gelip Fatiha okuyacağım. O zaman laiklerin Fatiha okuyabildiklerini göreceksin. Allah belki o zaman seni affeder. Dilipak soyadına uygun yaşaman dileğiyle... Gelelim Vakit Gazetesi’nin bir diğer haberine. Geçen günlerde Sayın Kılıçdaroğlu’nun bir saunada terör örgütü liderleri ile buluştuğunu yazan bu gazete, Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle din sömürüsü altında yalan haberler servis eden, suratına tükürülesi bir gazetedir. Kılıçdaroğlu gerekeni, gerektiği gibi söylemiş. Katılmamak elde değil.

Bush’un Đtirafı Amerika Birleşik Devletleri Eski Başkanı küçük Bush, Irak konusunda yanlış istihbarat yapıldığını itiraf etti. O kadar insanın ölümünün vebalini üstünden atmak için yaptığı bu konuşma Amerikan’ın amacını resmi bir ağızdan doğrulatmış oldu. Ekmek bulacak parası olmayan bir halka nükleer silah saklıyorlar derseniz, işte böyle milyarlarca insanın önünde rezil olursunuz. Toprağın altına saklanmış uçakları bile


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

bulan ABD nükleer silahları bulamadı.

riyle, vatan millet sevgisiyle oldu.

Irak’a özgürlük götüren bu devlet sizce sanıldığı kadar yalancı mı?

Kurulan bu demokrasiyi kömürle yakmana izin vermeyecek bir milletle karşı karşıya olduğunu bil.

Bence sandığımız kadar yalancı değiller. Kürtlere yönetimi devreden ABD sanırız bazılarına özgürlük götürdü. Şimdi biz Türkiye olarak, bu özgürlüğe karşı nasıl bir tutum izleyeceğiz; merak konusu. PKK denilen örgüt “toprak verirseniz bu kavga biter” diyor. Sizin barış anlayışınızı Ardahan’da, Diyarbakır’da, şurada burada gördük. Bilmeniz gereken; bu aziz vatanın tek karış toprağına sahip olamayacağınız. Dağlarımızda dolaşabilirsiniz, şehirlerimizde örgütlenebilirsiniz; ama bilmeniz gereken bir şey var ki bundan ileriye gidemeyeceğiniz. O yüzden bizi Amerika gibi bir ülke ile sakın bir tutmayın. Onlardan aldığınız özgürlük, ipin sadece bir ucu. Đpin diğer kısmı bizim elimizde. Size kolay gelsin.

Dağıt Kömürü, Dağıt Kömürü Bu Millet Uçsun Recep Tayyip Erdoğan ne dedi geçen gün? “Çalacaksın kapıyı, vereceksin kömürü, vereceksin kömürü. O zaman bu millet ne olur biliyor musun? Uçar, uçar hamdolsun.” Kömürünüz batsın. Bunun yanına zihniyetiniz de eklensin. Sarıkamış’ta donan bir milletin evlatlarını kömürle kandırıyorsunuz ya; size yazıklar olsun. Önce muhtaç ediyorsun, sonra kapısını çalıp uçuyorsun. Türk milletinin onurunu düşünerek konuşacaksın Recep Tayyip Erdoğan. Gel benim kapımı çal. O kömürü ne yapıyorum sana göstereyim. Ben gerekirse evimde donarım; ama sana bir çuval kömür için demokratik hakkımı satmam. Bu ülkede demokrasi inşası kanla, özve-

Ata’mın kurduğu Cumhuriyeti, şehitlerimizin kanıyla ıslanmış bu toprakları bir çuval kömür uğruna değişen Türk milleti; lütfen uyan uykundan. Bir kömürün yaptıkları işte bu. Kömürü al, oyunu verme diyenlere de itibar etme. Al o kömürü gerekeni yap; çünkü sen Yüce Türk Milleti’nin bir ferdisin. Onurunu ayaklar altına alanlara teslim olma. Kendine sadakaya muhtaç dedirtme, hakkını ara. Ben çevrecinin daniskasıyım deyip de oy için çevreyi kömür kirliliğine terk eden, evinde doğalgazla ısınan ama sana kömürü layık görenlere onurunu satma. Bütün süreçlerde devam etmesi gereken sosyal yardımı, sadece bir döneme sıkıştırıp sadakaya çevirenlere itibar etme. Đşte tüm bunları yaptığın zaman, aslında mutlu olacaksın. Tüm bunları yaptığın zaman, senin onurunu uçuracakları koltuğundan uçuracaksın. Senin vergini alıp, sana bir çuval kömür getirenlere inanmadığın zaman kazanacaksın. Ata’nı hatırla, Sarıkamış’ta donanları hatırla, harp meydanında geleceğini senin geleceğin için çıplak ayakla feda edenleri hatırla. Hatırla Ey Güzel Halkım!!!

Yeni Bir Düello Kapımızda Hatırlayacaksınız; CHP Đstanbul Milletvekili ve Grup Başkanvekili Sayın Kemal Kılıçdaroğlu, Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Sn. Melih Gökçek hakkında iddialarda bulundu ve Melih Gökçek’i düelloya davet etti. Melih Gökçek’in de bu teklife olumlu yanıt vermesiyle Türkiye gündemine yeni bir düello geldi oturdu.


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

Kılıçdaroğlu’nun üslubu malum; herkesçe takdir ediliyor. Melih Gökçek için ise aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Biri, hakkında iddiada bulunuyorsa çıkarsın, haklıysan haklılığını ispat edersin. Medyanın önünde balon patlatmalar filan hiç yakışmıyor.

07.12.2008

Mevki makam hırsıyla zıt kutuplara yönelim daha şimdiden başladı. Đnsanlarımız ne yazık ki değer yargılarını yerli yerine oturtabilmiş değil. Đlginç olan bir diğer nokta seçmen sayısındaki artış. Tayyip Erdoğan’ın üç çocuk yapın söylemleri sanki bir an evvel gerçekleşmiş gibi.

Kılıçdaroğlu balonunu söndüreceğim diyor. Millete iftira atmak neymiş göstereceğim diyor.

Yıllar önce ölen bebekler seçmen listelerinde. Seçmen listelerinin asılıp, kaldırılması ise bir oldu.

Sanki, Kemal Kılıçdaroğlu, Şaban Dişli’nin istifasına yol açmamış gibi...

Allah’tan, CHP bunun için gerekli mercilere başvurusunu yaptı. Yakın zamanda listeler yeniden asılabilir.

Sahi, Adana Büyükşehir Belediye Başkanı neden görevinden istifa etti? Sanki Kılıçdaroğlu da onun hakkında açıklamalarda bulunmuştu. Bir de Dengir Mir Mehmet Fırat var tabii. Nerede kendisi, bilinmez. Bakalım, Melih Gökçek’in akıbeti ne olacak.? Belki de geçen günlerde dergimizde ağırladığımız Murat Karayalçın için oldukça kolay bir seçim olacak. Umarım, yine oyları çöpten çıkmaz.

Yerel Seçimler ve Nüfus Artışı Yerel seçimler için partilerin adayları yavaş yavaş netleşiyor. Mustafa Sarıgül, DSP kadrosuna katılarak yeniden Şişli’den aday oldu. Gelecek ay ki sayımızda kendisiyle büyük bir olasılıkla bir röportaj yapacağız. Talebimizi ilettiğimiz Şişli Belediyesi Basın Bürosu’ndan ilk etapta olumlu bir cevap aldık. Küçük pürüzleri de giderdikten sona böyle bir mülakat dergimizden yayınlanabilir. Çok sevdiğim, değerli büyüğüm Sayın Arif Sağ’da CHP kadrolarına katıldı. Tercihine saygım sonsuz. Umarım siyaset sahnesinde de müzik dünyasındaki başarısını yakalar. AKP’li belediye başkanları CHP’ye katılırken, CHP’li üyelerden bazıları da AKP’nin yolunu tuttu.

Rahşan Ecevit, DSP’ye Yüklendi DSP’nin kurucusu ve ilk genel başkanı Sayın Rahşan Ecevit, DSP’nin politikalarını eleştirdi ve artık partisinin Bülent Ecevit’in arkasına sığınmaması gerektiğini söyledi. Sanırız söylemlerinde haklılık payı var. DSP solda birleşme evresini kendi çıkarları için kullanırken ideolojiye sanki biraz darbe vurdu gibi. Benim düşüncem bu noktada. Gerçekten üzücü. Sol ideoloji ve Türkiye geleceği açısından da düşündürücü.

Mehmetçik Operasyonda Kahraman Mehmetçiğimiz –10 derece soğukta PKK’nın Kış örgütlenmesinin önüne geçebilmek için operasyonlara başladı. Alınlarının akıyla operasyonların sürmesini bekliyoruz. Bu sayılık benden bu kadar Değerli Canlar. Değinemediğim konular var biliyorum ve bu yüzden sizlerden özür diliyorum. Sizlerden son ricam daha öncede belirttiğim gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin geçmişini hatırlayarak damarlarınızdaki asil kanı bulmanız. Büyüklerimin ellerinden, kardeşlerimin gözlerinden öperim. Yaşasın Türkiye. gokhan.dag@politikadergisi.com


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Mustafa Đsmet ĐNÖNÜ soyadı vermiştir. Derleyen: Gökhan DAĞ

Đsmet ĐNÖNÜ, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci Cumhurbaşkanı. Tam adı, Mustafa Đsmet ĐNÖNÜ. Doğumu: 28 Eylül 1884. Ölümü: 25 Aralık 1973. Çok değil daha 35 yıl önce aramızdan ayrılan, Türkiye Cumhuriyeti’nin vefakar insanı ĐNÖNÜ, şu an Mustafa Kemal Atatürk gibi Anıtkabir’de ebedi istirahatını sürdürüyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin kazanımlarını ifade eden Lozan Antlaşması’nda Đsmet ĐNÖNÜ’nün kararlılığı yatıyor. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ölümsüzlüğü sonrası Cumhurbaşkanı sıfatını kazanan ĐNÖNÜ, ATATÜRK’ten sonra en uzun süre bu görevi sürdüren kişi unvanını taşımaktadır. Tam 12 yıl…

ATATÜRK’ün ölümsüzlüğe uğurlanışından sonra görevi sırasında büyük bir baskı hissetmiş, 2. Dünya Savaşı’nın etkileriyle beraber otoriteyi sağlamak adına kendisini “Milli Şef” olarak ilan etmiştir. Savaş döneminde ülkeyi ekonomik ve toplumsal olarak ayakta tutmak için büyük çaba sarf etmiş, uyguladığı politikalar sonrası halkı kendisine muhalif konuma getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzakı olan Köy Enstitüleri’ni Hasan Ali Yücel’in büyük katkıları ile kurdurtmuştur. Çok partili yaşama geçişle beraber uyguladığı politikalar sonucu iktidarı Demokrat Parti’ye kaptırmış ve bunun üzerine Cumhurbaşkanlığı görevini Celal BAYAR’a devretmiştir. Bu süreçten sonra CHP’nin başında ana muhalefet partisi genel başkanlığını sürdürmüştür. Demokrat Parti’nin uyguladığı politikalar sonucu tekrar CHP’nin güçlenmesine katkıda bulunmuştur.

Türkiye; çok partili dönemi onun zamanında görmüş, demokrasi adına atılmış en büyük adıma onun zamanında şahit olmuştur.

27 Mayıs 1961 Darbesi sonucu tekrar hükümetin başına geçen ĐNÖNÜ, Türk siyasetinin sorunlarını gidermeye çalıştı.

Yaşamını birçok askeri başarıyla süslemiş olan Đsmet ĐNÖNÜ daha sonra kendisine muhalif kesim tarafından asker kaçağı ilan edilmiştir. Üstün başarıları dolayısıyla Đstiklal Madalyası’na sahip bulunan Đsmet ĐNÖNÜ birçok dönem Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanlığını da üstlenmiştir.

Devlet Planlama Teşkilatı’nı kurarak planlı döneme geçişin simgesi oldu.

Đlk Cumhuriyet hükümetini 30 Ekim 1923’de kuran ĐNÖNÜ zamanında Cumhuriyet tarihinin ilk devrimleri de yapılmıştır. Mustafa Kemal ATATÜRK’ün en yakın arkadaşlarından biri olan ĐNÖNÜ, o zamanın en büyük isyanlarından olan Şeyh Said Ayaklanması’nı da gösterdiği üstün çaba sonrası bastırmıştır. Đsmet Paşa almış aldığı ĐNÖNÜ soyadını Atatürk’e borçludur. Soyadı Kanunu’nun çıkmasından sonra ATATÜRK kendisine bu

Devlet Đstatistik Enstitüsü’nün kurulmasında etkin rol oynayan ĐNÖNÜ, Turizm Bakanlığı’nın da kurulmasını sağladı. 10 Aralık 1965’te yapılan genel seçimlerde iktidarı kaybetmesi üzere ortanın solu anlayışını benimsedi. Parti kadrolarının da bunu benimsemesi genel başkanlığı 1969 kurultayında kaybetmesini engelleyemedi. Bülent Ecevit ile düştüğü anlaşmazlık partisinden ve milletvekilliğinden istifasına neden oldu. Đsteği üzerine tabii senatör olarak Cumhuriyet Senatosu’nda görev aldı. Ölümü üzerine 27 Aralık 1973’de Anıtkabir’de toprağa verildi.


Politika Dergisi

Say覺 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Mehmet Akif ERSOY Derleyen: Fatma ŞEN

Tam adı: Mehmet Akif ERSOY (Mehmet Ragif) Doğumu: 20 Aralık 1873 Ölümü : 27 Aralık 1936 Ölümünün üzerinden 72 yıl geçmesine rağmen büyük şair, fikir ve dava adamı Mehmet Akif Ersoy; birbirinden güzel şiirleriyle, destanlarıyla, ölümsüz Đstiklâl Marşı'yla ahlâk ve fazilet örneklerini sergilediği hatıralarıyla hâlâ aramızda yaşamaktadır. Mehmet Akif ERSOY, Fatih'te Emir Buhari Mahalle Mektebi'nde başladığı eğitimini Fatih Merkez Rüştiyesi'nde sürdürdü. Ardından Mülkiye Mektebi'nin idadi (lise) bölümünü bitirdi. Babasından Arapça öğrendi. Fatih Camiinde Đran edebiyatı okutan Esad Dedenin derslerini izledi. Farsça ve Fransızca öğrendi. Babasının ölümü ve evlerinin yanması üzerine Mülkiye'nin yüksek kısmından ayrılmak zorunda kaldı. 1889’da girdiği Halkalı Mülkiye Baytar Mektebini 1893’te birincilikle bitirdi. Ziraat ve Ticaret Nezareti'nde veteriner olarak çalışmaya başladı. Rumeli, Arnavutluk ve Arabistan'da dolaştı. Geniş halk kesimleriyle, köylülerle yakın ilişkiler kurdu. Halkalı Ziraat Mektebi ve 1907de Çiftçilik Makinist Mektebinde ders verdi. 1908’de Dârülfünûn Edebiyat-ı Umûmiye müderrisliğine atandı. Umur-ı Baytariye Müdür Muavini görevine getirildi. Kısa süre sonra bu görevden ayrılıp yalnızca Halkalı Mülkiye Baytar Mektebi'nde ders vermeyi sürdürdü.

Đstiklal Marşı 1913'te Đttihat ve Terakki Cemiyetine girdi. 1. Dünya Savaşı sırasında bu cemiyete bağlı bir örgüt olan Teşkilat-ı Mahsusa aracılığıyla Almanya'daki Müslüman tutsakların durumunu incelemek üzere Berlin’e gönderildi. Daha sonra Arabistan ve Lübnan'a gitti.

Batı uygarlığının koşullarına ve Doğu-Batı çelişkisine tanık oldu. Đstanbul'a dönüşünde Dâr-ül-Hikmet-i Đslâmiye adlı kuruluşun başkâtipliğine atandı. Đzmir'in işgalinden sonra Anadolu'da başlayan Kurtuluş Hareketine destek verdi. Balıkesir’de yaptığı konuşma, Đstanbul hükümetini endişelendirdi, görevinden alındı. Ama o mücadelesini sürdürdü. Camilerde yaptığı konuşmaların metinleri çoğaltılarak bütün yurda dağıtıldı. Ankara hükümetinin kurulması üzerine Burdur mebusu olarak Büyük Millet Meclisi'ne girdi. O sırada Đstiklal Marşı için açılan yarışmaya katılan 724 eserin hiçbiri beğenilmemişti. Maarif vekilinin isteği üzerine 1921'de "Đstiklal Marşı"nı yazdı. Metin, 12 Mart 1921'de Büyük Millet Meclisi'nde kabul edildi. Mehmet Akif, ödül olarak kendisine verilen 500 lirayı Türk Ordusu'na armağan etti.

Mısır Dersleri Sakarya Zaferi'nden sonra Đstanbul'a geldi. Milli Mücadele'nin yarattığı koşullarla çelişkiye düştü. 1923'te Mısır'a gitti. Birkaç yıl kışları Mısır'da yazları Đstanbul'da geçirdi. 1936'ya kadar Mısır'da Türk dili ve edebiyatı dersleri verdi. Bir yandan da Kur'an'ın Türkçe’ye çevrilmesine çalışıyordu. Siroz hastalığına yakalandı. Hava değişimi için 1935'te Lübnan'a, 1936'da Antakya'ya gitti. Aynı yıl ülkesinde ölme isteğiyle Türkiye'ye döndü. 27 Aralık 1936'da hastalığın pençesinden kurtulamadı ve yaşamını yitirdi.


Politika Dergisi

Say覺 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Mustafa Fehmi Kubilay Derleyen: Barış TINAY

Hayatı Mustafa Fehmi Kubilay Giritli bir ailenin çocuğu olarak 1906 yılında Đzmir’de dünyaya geldi. Antalya ve Đzmir'de okuduktan sonra Bursa Öğretmen Okulu'nu bitirdi (1926). Kubilay Olayı olarak tanımlanan ve Menemen'de 23 Aralık 1930'da Mustafa Fehmi Kubilay ve bekçi Hasan ve bekçi Şevki'nin bir grup yobaz tarafından şehit edilmesiyle başlayan ve faillerin yargılanması sürecinin sürdüğü Ocak/Şubat 1931 aylarını kapsayan olaylar zincirinin simgesi olan Türk askeridir.

cinde ve fevkinde muhterem bir vaziyette bulunan Türk zabitinin mürteciler karşısındaki yüksek vazifesi vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur. Menemen’de ahaliden bazılarının hataları bütün milleti müteellim etmiştir. Đstilânın acılığını tatmış bir muhitte genç ve kahraman Zabit Vekilinin uğradığı tecavüzü milletin bizzat cumhuriyete karşı bir suikast telâkki ettiği ve mütecasirlerle, müşevvikleri, ona göre takip edeceği muhakkaktır. Hepimizin dikkatimiz bu mes’eledeki vazifelerimizin icabatını hassasiyetle ve hakkile yerine getirmeğe matuftur. Büyük ordunun kahraman genç zabiti ve Cumhuriyetin mefkûreci muallim heyetinin kıymetli uzvu Kubilay Bey, temiz kanı ile cumhuriyet hayatiyetini tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır. Reisicumhur

Menemen Olayları Menemen’de ahiren vukua gelen irtica teşebbüsü esnasında Zabit Vekili Kubilay Bey’in vazife ifa ederken duçar olduğu akıbetten Cumhuriyet ordusunu taziyet ederim. Kubilay Bey’in şahadetinde mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının alkışla tavripkâr bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hâdisedir. Vatanı müdafaa için yetiştirilen; dahilî her politika ve ihtilâfın hari-

Gazi Mustafa Kemal

Đzmir Menemen’de Yedek Subay Mustafa Fehmi Kubilay’ın başının kesilerek şehit edilmesi olaylarından sonra Ulu Önder Atatürk’ün ordumuza taziyenamesinde ki son cümlelerin birer Cumhuriyet genci olarak bizleri etkilememesi mümkün değildir. Menemen Olayı, Cumhuriyet tarihinin 1925


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayıdır. Kahraman bir askerimizin maruz kalmış olduğu feci akıbet, birkaç serseri veya esrarkeşin işinin olamayacağı Türk ulusu tarafından çok iyi bilinmektedir. Yakalanan sanıklardan Merkum Mehmet Efendi ifadesinde isyanı çıkartan Mehdi Mehmet için " Her toplantıda, hükûmetin maksadı ve her hedefi Müslümanları gavur ettirmektir. Mehdi, dini iade etmek için bütün emellerini hep bu noktada toplar maksadı aşikardır. Cumhuriyeti yıkmak, gençliğin mefkûresini* zehirlemekti ve bu meyanda Mehdi Mehmet, bütün memurlar kâfirdir, ailelerini açık saçık gezdiriyorlar diyerek mütemadiyen hükümet aleyhinde ve tarikat lehinde söz söylerdi. " Diyerek günümüzde de hala mevcut olan zihniyetin köklerini açıkça sergilemektedir. ( *mefkûre: Ülkü, ideal ) Türk ulusunda büyük bir travma yaratan bu talihsiz olayın, faillerinin bulunup layık oldukları cezaya çarptırılmaları için bütün devlet organları harekete geçmiştir. Teşkilatı Esasiye Kanununun 86. maddesi gereğince Menemen, Balıkesir ve Manisa’da sıkıyönetim ilan edilir. General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan-ı Harp Mahkemesi 25 Ocak 1931’de Divan-ı Harp Kararnamesi ile 41 kişi suçlu görülerek çeşitli cezalara çarptırılır. 36 sanık hakkında idam kararı verilir fakat bazıları yaşı küçük olduğu, bazıları ise çok yaşlı olduğu için idam cezasından kurtulurlar. Kalan 28 kişi ise TBMM’nin 611 sayılı kararı ile Menemende Vaki Hadi-

07.12.2008

se Faillerinden 28 inin Ölüm Cezasına Çarpılmalarına dair açıklama yaparak; "…din perdesi arkasında faaliyette bulunup halkı iğfal ve geniş teşkilât vücuda getirerek halife unvanını verdikleri bir takım eşhas marifetile hususi içtimagâhlarda toplanmak ve halka mevzilerde bulunarak Cumhuriyet kanunlarının hükümlerini tenkit ve dinsizlikle ittiham ve binnetice Teşkilâtı Esasiye kanununu cebren tağyire teşebbüs gibi fiillere ictisar ve bu faaliyet cümlesinden olarak Giritli Memet namında biri kendisini Mehdi ilan ederek başına topladığı malumülesami eşhas ile Manisadan hareketle Paşa köyü ve Bozalanda esrar içerek ve zikirler ederek günlerce kaldıktan sonra Menemene muvasalat edip camiden üzeri ayet yazılı bayrağı alarak fiilen isyan yaptıkları ve maksatlarını anlamıya gelen ve dağılmaları hakkında vesayada bulunan Jandarma kumandanının emrini isga etmiyerek temerrüt ve nihayet tecemmüü dağıtmıya gelen askeri kıtası kumandanı Kubilay Beyi silahla yaralamak ve sonra da bıçakla başını keserek ve kanını içerek ellerindeki bayrağa bağlamak suretile cürüm ika etmekle maznun eşhastan yukarıda yazılı hareketlere temas eden Türk Ceza kanununun 64 üncü maddesi delâletile 146 ncı maddesine tevfikan ölüm cezasına mahkûmiyet birinci celsede verilmiştir. " Đdam cezalarını kesinleştirmiştir. ( 2 Şubat 1931 ) Đdam cezaları 3 Şubat 1931 tarihinde sabaha karşı infaz edildi. Anadolu ajansı infaz haberini "idam hükümleri bu sabah infaz edildi. Mehmet Emin, Şehit Kubilây’ın başının kesildiği yerde kurulan sehpada idam edildi" başlığıyla duyurmuştur. Şehit Kubilay’ın 78. ölüm yıldönümünde Türk Halkının bir daha böyle acılar yaşamamasını ve Kubilay’ın ruhunu damarlarımızdaki asil kanda daha fazla hissetmemiz temennisiyle…


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com

07.12.2008

Namık Kemal Derleyen: Emrah ÖZDEMĐR

VATAN ŞAĐRĐ NAMIK KEMAL 21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu, 2 Aralık 1888’de Sakız Adası’nda öldü. Asıl adı Mehmed Kemal. Namık adını ona şair Eşref Paşa verdi. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey. Annesini küçük yaşında yitirince çocukluğunu dedesi Abdüllâtif Paşa’nın yanında, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 18 yaşında Đstanbul’a babasının yanına döndü. 1863’te Babıâli Tercüme Odası’na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu. 1865’te kurulan ve daha sonra yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan Đttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın nedeniyle 1867’de kapatıldı.

Sürgünler dönemi Namık Kemal, Đstanbul’dan uzak olması için Erzurum’a vali muavini olarak atandı. Bu göreve gitmeyi erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine Ziya Paşa’yla birlikte Paris’e kaçtı. Bir süre sonra Londra’ya geçerek Mustafa Fazıl Paşa’nın parasal desteğiyle Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı "Muhbir" gazetesinde yazmaya başladı. Ama Ali Suavi’yle anlaşamadı, Muhbir’den ayrıldı. 1868’de gene Fazıl Paşa’nın desteğiyle "Hürriyet" gazetesini çıkardı. Çeşitli anlaşmazlıklar yüzünden, Avrupa’da desteksiz kalınca, 1870’te zaptiye nazırı Hüsnü Paşa’nın çağrısıyla Đstanbul’a döndü. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de "Đbret" gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete 4 ay kapatıldı. Đstanbul’dan uzaklaştı-

rılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı "Vatan Yahut Silistre" oyunu, 1873’te Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelendi. Oyunu izleyenler galeyana gelip olay çıkardı. Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi.

Türk Edebiyatında Đlkleri 1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra Đstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca Meclis-i Mebusan kapatıldı, Namık Kemal tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu’da Bolayır’da gömüldü. Şiirlerini küçük yaşlardan itibaren yazdı. Şinasi’yle tanışıncaya değin, şiirlerinde tasavvuf etkileri görülür. Bu dönemde özellikle Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galib gibi şairlerden etkilendi. En önemli özelliklerinden biri, Türk şiirini Divan şiirinin etkisinden kurtarmaya çalışması. "Vatan Şairi" diye de isimlendirildi. Tiyatroya özel bir önem verdi, altı oyun yazdı. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre, Avrupa’da da ilgi uyandırdı ve beş dile çevrildi. Đlk romanı "Đntibah" 1876’da yayınladı. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de Đntibah Türk romanında bir başlangıç sayılır. Romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi, edebiyat eleştirisini de Türkiye’ye ilk getiren kişilerden biri oldu. En önemli eleştiri eserleri Tahrib-i Harâbât ile Takip. Gazeteci olarak da Türk kültürü içinde önemli bir yeri var. Döneminin hemen hemen bütün yenilik yanlısı ve ilerici gazetelerinde yazıları yayınlandı. Siyasal ve toplumsal sorunlardan edebiyat, sanat, dil ve kültür konularına dek çok çeşitli alanlarda yazdığı makalelerin sayısı 500 kadar.


Politika Dergisi

Sayı 10

iletisim@politikadergisi.com ESERLERĐ

Oyun: Vatan Yahut Silistre (1873, yeni harflerle 1940) Zavallı Çocuk (1873, yeni harflerle 1940) Akif Bey (1874, yeni harflerle 1958) Celaleddin Harzemşah (1885, yeni harflerle 1977) Kara Bela (1908)

Roman: Đntibah (1876, yeni harflerle 1944) Cezmi (1880, yeni harflerle 1963)

Eleştiri: Tahrib-i Harâbât (1885) Takip (1885) Renan Müdafaanamesi (1908, yeni harflerle 1962) Đrfan Paşa’ya Mektup (1887) Mukaddeme-i Celal (1888)

Tarihi Kitaplar: Devr-i Đstila (1871) Barika-i Zafer (1872) Evrak-ı Perişan (1872, yeni harflerle 1973) Kanije (1874) Silistre Muhasarası (1874, yeni harflerle 1946) Osmanlı Tarihi (1889, ölümünden sonra, yeni harflerle 3 cilt, 1971-1974) Büyük Đslam Tarihi, (1975, ölümünden sonra)

Namık Kemal’den Seçme Beyitler: “Ne efsunkâr imişsin ah, ey didarı hürriyet, /

07.12.2008

Esiri aşkın olduk gerçi kurtulduk esaretten...” (Ne büyüleyiciymişsin sen, ey özgürlüğün çehresi, / Gerçi kurtulduk tutsaklıktan, ama bu kez aşkının esiri olduk…) “Merkez-i hâke atsalar da bizi, / Kürre-i arzı patlatır çıkarız.” (Bizi yerin merkezine atsalar da / Yerküreyi patlatır çıkarız.)


Sayfa 22

Politika Dergisi

P—Konuk: Bir Beyaz Ölümdür Sarıkamış Prof. Dr. Bingür SÖNMEZ

Bingür SÖNMEZ Kimdir? 1952 yılında Sarıkamış’ta doğmuştur. Đlk ve orta öğrenimini bitirdikten sonra Pendik Lisesi’ni 1969 yılında bitirerek Đstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi.

Prof. Bingür SÖNMEZ hocamıza gösterdiği örnek tavır ve katkılarından dolayı teşekkürü bir borç biliriz.

1977—1984 yılları arasında uzmanlık eğitimini Đstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde tamamladı. Uzmanlık eğitiminin son bir yılında Londra St. Thomas Hastanesi’nde bir yıl cerrahi asistan olarak çalıştı. 1988 yılında doçent olduktan sonra Đngiltere’de aynı hastanede tekrar üç yıl çalışarak koroner cerrahisi eğitimini tamamladı. 1990 yılı sonunda ülkesine kesin geri dönüş yaparak Đstanbul Üniversitesi Kardioloji Enstitüsü’nde göreve başladı. 1977 yılında profesör oldu. 2001 yılına kadar Kadir Has Üniversitesi ve Florance Nightingale Hastanesi’nde Kalp Cerrahisi Bölüm Başkanı olarak çalıştı. Şu an Đstanbul Memorial Hastanesi’nde Kalp ve Damar Cerrahisi Bölüm Başkanı olarak görev yapmaktadır.

Prof. Bingür SÖNMEZ Ateşe Dönen Dünya: Sarıkamış kitabının Sayın Reyhan YILDIZ ile birlikte yazarıdır.

Evli ve iki ocuğu olan Prof. Sönmez, Sarıkamış Dayanışma Grubu Başkanı olup, çeşitli derneklere üye konumundadır. Not: Bu bilgiler Prof. Bingür Sönmez’in http://www.clubbypass.com adresinden derlenmiştir.

Bir Beyaz Ölümdür SARIKAMIŞ Şehitlik bir bedeldir ve kutsal amaçlar için ödenir. Ölüm bazen bir merminin, bazen bir süngünün, bazen bir şarapnelin ucundadır. Ölüm bazen bir uyku halinde gelir, bazen açılar içinde, bazen saatlerce sürer, bazen an meselesidir. Yıl 1915, Aralık ayının son günleri, Erzurum’a yakın Kozican (Kuzucan) Tepesi. Bir kıdemli yüzbaşı komutasında 124 kahraman. Sivaslı Mülazım genç Ahmet Efendi görevini bilir. Tepenin arkasında Türk ordusu daha geride bir cephe tutmak için büyük bir ricat hamlesi yapmaktadır. Ruslar bu tepeyi ele geçirmeden Türk ordusu yeni mevzilerini tutabilmelidir. Ruslar 3 gündür tepeye hücum üstüne hücum tazelemektedirler. Kıdemli yüzbaşı durumun önemini şöyle izah etmiştir: Arkadaşlar, hepimizin

“ŞEHADET KUTSAL BĐR RÜTBEDĐR. BĐLĐNĐZ DONARAK ŞEHĐT OLAN BU KAHRAMANLAR SON ANA KADAR GÖREVLERĐNĐ YERĐNE GETĐRMĐŞLER VE ŞEHADET MERTEBESĐNĐ HAK ETMĐŞLERDĐR. RUHLARI ŞAD OLSUN.”

siciline şimdiden “şehit” kaydı düşülmüştür, haberiniz olsun ona göre çarpışacağız. Müfrezeden sadece 11 kişi sağ kalmıştır. Tepe korunmuş, ordu kurtulmuş, geride yeni bir cephe hattı oluşturulabilmiş, Erzurum’un işgali biraz geciktirilmiştir. Tepeyi alan Ruslar şaşkınlık içinde 11 kahramanı sorgularken “Tümen komutanınız nerede” diye sormuşlardır. Bir tümene bedel 124 kahraman, 113 ü şehit (“Rusyada Üç Esaret Yılı” , Anlatan: Ahmet Göze, Yazan: Ergun Göze, Boğaziçi Yayınları). Donma ölümün en savunmasız şeklidir. Vücudun dondurucu soğuktan korunabilmesi için her zamankinden çok daha fazla kalori veren yiyeceklerle beslenmesi gerekir. Bu kahramanlar çoğu kışlık giyeceklerden de yoksun olarak değil yeterli kalori almak, normalin çok altında beslenmişler, hatta boş midelerle günlerce yürümüşlerdir. Soğukta uzun süre kalma sonucunda “soğuk ısırığı” adı verilen ve uç noktalardan (burun-kulak-parmak) başlayarak dokularda geniş ve derin bir alanda hücre ölümüne yol açan durum ortaya çıkmaya başlar. Önce dokuların içindeki sıvı donar.


Sayı 10

Sayfa 23

benim önümden geçerken –Mülazım Ahmet Efendi burada uyuyor- diye haber versin ve son nefer beni uyandırsın” diyor. Bir anda Mustafa çavuş “Yetişin Mülazımım donuyor” diyerek bir tokat akşediyor. Hemen mülazımı karlar ile ovuyorlar ve bir sığınağa götürerek kurtarıyorlar (“Rusyada Üç Esaret Yılı” , Anlatan: Ahmet Göze, Yazan: Ergun Göze, Boğaziçi Yayınları).

Donmuş bölgedeki kan damarları reaksiyonel olarak iyice büzülmüş (vazospazm) olduğundan dolaşım durur ve derinin rengi mum görüntüsü verecek şekilde solar, el ve ayaklar şişmeye başlar, deri su toplar. Bu esnada vücut iç organlarının ısısını koruyabilmek için etrafa olan dolaşım refleks olarak neredeyse durma derecesine gelmesi tabloyu ağırlaştırır. Bu aşama hala canlı olan dokulara yeteri kadar kan gidemediği için çok ağrılıdır. Soğuk; damarları çevreleyen ve plazmanın damarın dışına çıkmasını önleyen endotel hücrelerine de zarar vererek plazmanın kaybına ve kanın damarın içinde pıhtılaşmasına ve dolaşımın tamamen durmasına neden olur. El ve ayak parmakları donarken başlangıçta duyulan şiddetli bir ağrı, bir süre sonra sinir uçları da donduğu için uyuşukluk haline döner ve ağrı artık hissedilmez. Donmakta olan şahıs bir aşamadan sonra olayın (donmanın) hangi boyutunda olduğunu kaybeder. Açlık, uykusuzluk, yorgunluk, enfeksiyonlar ve rüzgar bu süreci hızlandırır. Donma ilerledikçe mağdur uyuşmaya başlar, halsizlik-güçsüzlük, düşünme bozukluğu başlar. Aynı zamanda şiddetli bir uyku bastırır. Bu uyku; şahıs farkına varıp tedbir almadığı takdirde ölüm uykusudur. Bu esnada hayaller (halusinasyon) görülebilir. Bulutların üzerinde uçmak, sıcak bir ocak başında olduğunu zannetmek, ailesinin, sevdiklerinin birer birer önünden geçtiğini görmek gibi şeyler yaşanabilir. Bu esnada akla gelmeyecek fanteziler yaratılabilir. Bunun en güzel örneği Mülazım Ahmet’in anılarında yer almaktadır: Mülazım Ahmet Efendi kıtasının başında yürümektedir. Birden ne düşünüyor bilinmez, eliyle Mustafa Çavuşu çağırır ve “Mustafa Çavuş ben şuraya uzanacağım, çok uykum geldi, neferlere tembih et, herkes arkasındaki nefere

Sırtında 25-30 kg donanımı, elinde tüfeği olan uykusuz, yorgun, aç asker kan ter içindedir. “Bir kaç dakika çömeleyim” dedigi anda donma başlamış demektir. Anılarda çömelenin 3-4 dakika içinde sorulanlara cevap veremeyecek duruma gelebildikleri anlatılmaktadır. Sarıkamış’a giden yolların kenarlarında, kilometre taşları gibi duran kutsal bedenler anılarda hep anlatılmıştır. Yürüyüş kolunun devamının sağlanabilmesi için emir kesindir: Düşene yardım edilmeyecek. Donarak şehit olmanın en üzücü tarafı, bu kahramanların komutanları tarafından sorumluluktan kurtulmak için (komutanlar, savaştan sonra hesap vermekten korktukları için) firar olarak rapor edilmiş olmalarıdır. Eminim bu haksızlık şehitlerimizin kemiklerini sızlatmaktadır. Sarıkamış‘ta da iki hafta boyunca 120.000 kahraman bir gece değil 15 gün boyunca savaşmıştır. 90 000 kahraman sadece “donma” sonucunda değil; göğüs göğüse, süngü süngüye savaşarak, dereleri tepeleri almışlar, köyler zapt etmişler, Sarıkamış’a 3 kez girmişler, çevirme manevrasını tamamlamışlar fakat bu savaşın yenilen tarafı olmaktan kurtulamamışlardır. Hepsi en kutsal şekilde şehitlik mertebesine ulaşmışlardır. ŞEHADET KUTSAL BĐR RÜTBEDĐR. BĐLĐNĐZ DONARAK ŞEHĐT OLAN BU KAHRAMANLAR SON ANA KADAR GÖREVLERĐNĐ YERĐNE GETĐRMĐŞLER VE ŞEHADET MERTEBESĐNĐ HAK ETMĐŞLERDĐR. RUHLARI ŞAD OLSUN.

Sarıkamış’ta da iki hafta bo yunca 120.000 kahraman bir gece değil 15 gün boyunca savaşmıştır. Göğüs göğüse, süngü süngüye.

“Donarak şehit olmanın en üzücü tarafı, bu kahramanların komutanları tarafından sorumluluktan kurtulmak için (komutanlar, savaştan sonra hesap vermekten korktukları için) firar olarak rapor edilmiş olmalarıdır. Eminim bu haksızlık şehitlerimizin kemiklerini sızlatmaktadır.”


Sayfa 24

Politika Dergisi

ABD Sonrası Irak’ta Olası Siyasi Manzara ve Türkiye’nin Alması Gereken Tedbirler Dr. Gamze Güngörmüş KONA

Çekildikten sonra, Irak’ta güvenlik sorunlarını NATO üzerinden sağlayacak olan ABD, NATO üyesi Türkiye’den askeri ve lojistik destek talebinde bulunabilecektir.

“ABD Irak’tan çekildikten sonra Đngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi devletler, özellikle ekonomik beklentilerle Irak üzerindeki hareket alanlarını geliştirmek isteyeceklerdir.”

Irak’tan çekilme kararı alan ABD, ardında; siyasal, etnik, ekonomik ve sosyal açılardan oldukça karmaşık bir Irak, etnik ve dinsel bazda parçalanma ihtimali kuvvetli bir Irak, yani konfederatif yapıya dönüşme ihtimali yüksek bir Irak bırakacaktır. Irak’taki etnik ve dini gruplar arasında dengeye dayalı işbirliği tesis edilemeyecektir. Irak siyasal, sosyal ve ekonomik açılardan daha sorunlu bir hâl alacaktır. Makale kapsamında; ABD sonrası Irak’ın olası görünümü ve Türkiye’nin alması gereken tedbirler tartışılacaktır. 1. ABD, düzeni istediği biçimde şekillendiremeden gitmek durumunda kalacaktır. Ancak, ABD Irak’tan çekildiğinde Irak üzerindeki etkinliğini güvenlik açısından NATO, sosyal ve ekonomik açılardan ise BM üzerinden sürdürmeye devam edecektir. Çekildikten sonra, Irak’ta güvenlik sorunlarını NATO üzerinden sağlayacak olan ABD, NATO üyesi Türkiye’den askeri ve lojistik destek talebinde bulunabilecektir. Bu durumda, Türkiye’nin koşul olarak öne sürmesi gereken temel unsur; federatif yapının devamının sağlanması ve Kuzey Irak’taki Kürt gruplara Sünni ve Şiilere oranla daha fazla fırsat tanınmasının engellenmesi olmalıdır. 2. ABD Irak’tan çekildikten sonra Đngiltere, Fransa, Almanya ve Japonya gibi devletler, özellikle ekonomik beklentilerle Irak üzerindeki hareket alanlarını geliştirmek isteyeceklerdir. Petrol bu bağlamda belirleyici faktör olacaktır. Türkiye’nin hedefi petropolitiğin merkezini Bağdat’ta tutmak, bu merkezin Kerkük’e kaymasını engellemek olmalıdır. 3. ABD Irak’tan çekilmeden önce, hem Irak genelinde kendisine karşı olumsuz tavır alan grupları yatıştırmak, hem de Irak işgali sonrasında dünya kamuoyundan gelen tepkileri gidermek adına, Irak’ın zaruri altyapı ihtiyaçlarını karşılama yoluna gidecektir. Bu aşamada Türkiye, Türk firmaları vasıtası ile Irak’ta pek çok altyapı çalışmalarında yer almalıdır.

ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra, Đran Orta Doğu genelinde Iraklı Şiiler üzerinden revizyonist politikasını uygulamaya devam edecektir.

4. ABD Irak’tan çekildikten sonra Irak’ın içişlerine karışmamaları için bölge ülkelerinden Türkiye, Đran ve Suriye ile belli anlaşmalar imzalama yoluna gidebilir. Bu noktada Türkiye’nin pazarlık masasında görüşmesi gereken en önemli konu; Kuzey Irak ve Kerkük-Musul olmalıdır.

5. Türkiye ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra, ardında bıraktığı federatif yapının konfederatif yapıya dönüşmesini engellemek için Iraklı Şiilere ve Sünni Araplara özerkliklerini ancak federal yapı içinde koruyabilecekleri, konfederasyon tesis edildiğinde ise Kürtlerin bu yapı içinde dış devletlerin de desteği ile en etkin unsur olacağı anlatılmalı; böylelikle Şiiler ve Sünnilerin federatif yapıyı korumaları özendirilmelidir. 6. Konfederatif bir Irak’ta belirleyici unsur durumunda olacak Kürtler ile Orta Doğu genelinde müttefiklik ilişkisi geliştirmeyi planlayan Đsrail’e bu türden bir siyasal yapılanmanın uzun vadede Irak’ın yakın çevresi için bir tehdit unsuruna dönüşebileceği diplomatik bir dille izah edilmelidir. 7. ABD’nin Irak’tan çekilmesinden sonra, Đran Orta Doğu genelinde Iraklı Şiiler üzerinden revizyonist politikasını uygulamaya devam edecektir. Bu durumda Türkiye Đran’ı dengeleyebilecek devletler ya da gruplar ile ilişkilerini geliştirmelidir. 8. ABD Irak’ı istediği biçimde ve tam düzenleyemeden çıkacaktır. Bu tarihten sonra Irak üzerindeki kontrolünü tümü ile yitirmek istemeyecek olan ABD, Irak’ta bir üs oluşturacaktır. Bu üs, Irak’ta işler ABD’nin istediği biçimde gelişme göstermeyecek durumlarda devreye sokulacak ve bu üsse gerektiğinde askeri destek Türkiye’den talep edilecektir. Türkiye bu üssün hangi amaçlarla kullanılacağını net bir biçimde tespit etmeden, destek vermekten kaçınmalıdır. 9. Etnik unsurların çeşitliliği bakımından oldukça zengin bir ortam arz eden Orta Doğu coğrafyasında; Sünni Araplar, Şii Araplar, Kürtler ve Türkmenlerden oluşan Irak’ın bu unsurların bağımsızlıklarını kazanarak parçalanması diğer Orta Doğu dev-


Sayı 10

letlerine gayet olumsuz bir örnek teşkil edecektir. Orta Doğu genelinde siyasi nüfuzunu tam olarak tesis etmek isteyen ABD’ye Irak’ı örnek alıp, Orta Doğu genelinde bağımsızlık mücadelesine girişen çeşitli etnik unsurlarla mücadele etmesinin ne denli zor olacağı ciddi biçimde anlatılmalı ve böylece Kürtlere bağımsız bir devlet kurdurabilmek adına Irak’ı parçalamayı göze alan ABD’ye Orta Doğu genelinde büyük siyasi kayıplar verebileceği açıklanmalıdır. 10. ABD sonrası Irak’ta dikkate alınması gereken başlıca aktör, Đsrail’dir. ABD’nin yardımları ile Orta Doğu genelinde kendisi için potansiyel tehdit yaratan devletlerin sırayla elimine edildiğini, Kuzey Irak’ta bir Kürt Devleti’nin kurulma aşamasında olduğunu ve Yol Haritası’nın ABD tarafından tereddütsüz rafa kaldırıldığını gören Đsrail; ABD ile birlikte Orta Doğu jeopolitiğinin ve jeostratejisinin tek belirleyicisi olacaktır. Türkiye, bu doğrultuda Đsrail’in etkinliğini kırabilmek için; a. Bilindiği gibi Đsrail’in 1991 yılını takip eden süreçte Orta Asya Cumhuriyetleri ile ciddi ticari bağlantıları bulunmaktadır. Orta Asya Cumhuriyetleri ile iyi ilişkiler kapsamında, Türkiye bu Cumhuriyetlere Đsrail ile mevcut ticari ilişkilerini hafifletmele-

Sayfa 25

rini önermelidir. Ancak, bu teklifi getirirken Türkiye’nin bu Cumhuriyetleri tatmin edici bir takım öz kaynaklara sahip olması gerekmektedir; b. Đstihbarat faaliyetleri yoğunlaştırılmalıdır; c. Mevcut durumda potansiyel Đsrail aleyhtarı durumda bulunan Arap devletleri ve Đsrail’in direkt karşısına alacağı Suriye ile ilişkiler, ABD’yi karşımıza almayacak ölçüde, Đsrail’e karşı ‘stratejik ortaklığa’ kaydırılmalıdır. Böylelikle, olası ĐsrailErmenistan-Rusya Federasyonu stratejik üçlüsü karşısında Arap devletleri-Türkiye stratejik ortaklığı oluşturulmalıdır. ABD sonrası Orta Doğu’nun yeniden şekillendirileceği açıktır. Bu yeniden şekillendirme esnasında ve sonrasında ise hem Orta Doğu’da yer alan devletlerin jeopolitiğini hem Türkiye’nin kendi ulusal güvenliğini risk altında bırakacak bazı yeni unsurların ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Yapılması gereken, Türkiye’nin bu süreci en az kayıpla tamamlayabilmesi için; akılcı, güvenilir ve somut sonuç verecek olan bir dizi strateji belirlemesi ve uygulamaya koymasıdır. gamze.kona@politikadergisi.com

“Yapılması gereken, Türkiye’nin bu süreci en az kayıpla tamamlayabilm esi için; akılcı, güvenilir ve somut sonuç verecek olan bir dizi strateji belirlemesi ve uygulamaya koymasıdır.”


Sayfa 26

Politika Dergisi

2008’e Dair Anımsatmalar Emrah ÖZDEMĐR

Toplumsal belleğimizi taze tutabilmek için, 2008’e ait bir takım olayları ve yorumlarımı değerlendirmelerinize sunuyorum. Umarım, bu yazı faydalı olur ve 2009’da böyle bir yazı yazmak gerekirse, güzel anılarla dolu bir yazı olur. Toplumsal belleğimizi taze tutabilmek için, 2008’e ait bir takım olayları ve yorumlarımı değerlendirmelerinize sunuyorum.

“Vakıflar Yasası’na karşı çekincesi olanlara; eski kafalı, statükocu gibi yaftalar kullanıldı ve yerine sağlıklı bir tartışma ortamı yaratılmadı.”

Ulusal Güvenlik Meseleleri Vakıflar Yasası: Türkiye, bildiğiniz üzere, Lozan Antlaşması temelleri üzerinde uluslararası alanda tanınırlığını ve statüsünü elde etmiştir. Lozan ile; azınlık hakları, kapitülasyonlar gibi sorunlar açıklığa kavuşturulmuş ve büyük oranda bağımsızlığımız sağlanmıştır. Daha önce 10. Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’in 9 maddesini Anayasaya uygun olmadığı gerekçesiyle TBMM’ye yeniden görüşülmesi için geri gönderdiği Vakıflar Yasası, 11. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’ün onayı ile yasalaşmış oldu. Azınlık vakıflarının şirket kurabilmesi, eski mülklerine kavuşabilmesi, yurtdışından fon alabilmesi, sınırsız şube açabilmesi ve işin ilerisinde Fener Rum Patrikhanesi’nin Ekümenik olma isteğine kadar birçok olumsuz ihtimali içinde barındıran Vakıflar Yasası’na karşı çekincesi olanlara; eski kafalı, statükocu gibi yaftalar kullanıldı ve yerine sağlıklı bir tartışma ortamı yaratılmadı. “Biz Bu Đstiklâl Harbini Neden Yaptık?” adlı yazımda Onur Öymen’den aktardığım cümleleri buraya da ekliyorum: “Türkiye'de hiçbir Türk vatandaşı özel bir dini yüksek okul açamaz. Patrikhane size diyor ki; Heybeliada’da bir özel yüksek dini okul, bir ruhban okulu açın. Yani bana imtiyaz verin diyor. Đşte azınlıklara verilen veya verilmesi talep edilen şeylerin adı imtiyaz. Yani hem vatandaşlık hakkına sahip olacak, artı imtiyaz. Şimdi Batı Trakya’daki Türkler ise bırakın imtiyazı vatandaşlık haklarından yararlanamıyor.”

Bugün ülkemizde hemen her terörist saldırıda, başta Taraf Gazetesi olmak üzere, bir takım medya, Ordu’yu çeteci göstermeye yönelik haberler yapıyor.

Hem yasa hem de ‘çirkin’ dezenformasyon, 2008 için toplumun hafızasında yer etmeli. Not edin beyninizin bir köşesine. Yabancılara Mülk Satışı “Bugün mütekabiliyet (karşılıklılık) ilkesini öne sunanlar da haksızdır. Özgün koşullarımızı dahi bir kenara bıraktığımızda AB ül-

keleri ile mütekabiliyet unsuruna göre birkaç örnek verelim. Đngiltere’de mülk sahibi olamazsınız. Đngiltere’de ancak toprağı 99 yıllığına kiralamış (leasing) olursunuz. Bir Türk olarak Yunanistan’dan sınırda, adalarda ve kıyı kentlerinde toprak alamazsınız. Karşılıklı anlaşma gereğince Yunanlılar da buradan alamıyor; peki, ya Yunan bankaları? Yunan bankaları kredi verdiği çiftçinin toprağına el koyamayacak mı? Ayrıca AB’ye yeni katılan ülkeler dahi yabancıların mülk edinebilme konularını 6-7 yıl ileriye taşımışken, “ucu açık” müzakereci Türkiye Cumhuriyeti giremeyeceği bir birlikle nasıl böyle bir anlaşmaya varabilir?” (Emrah ÖZDEMĐR, Biz Bu Đstiklâl Harbini Neden Yaptık?, PD Sayı 6) Yabancılara mülk satışını sağlayan yasanın tutarsızlıklarını daha önce, naçizane, sizlere sunmuştum. Zaten bu yazım, saptama yapmaktan ziyade; hatırlatma yapmak amaçlıdır. Toplumsal belleğimizi biraz daha taze tutabilmek, zamanı gelince hesabını sorabilmek için bunu da yazın bir köşeye. Terör Eylemleri Terör örgütü PKK’nın Aktütün ve Dağlıca’daki karakollarımıza yönelik baskınları da 2008’in en acı olayları olarak kayıtlara geçti. Şehitlerimiz, bu vatan uğrunda öldüler, ruhları şâd olsun; ama değinilmesi gereken bazı konular da var. Bu memlekette vatanını seven herkes, bu uğurda ölmeyi şeref sayar. Evet, bu benim için de sizin için de öyle. Peki, şehitlerimizin “boşu boşuna” ölmemiş olması için gerekli adımlar atılıyor mu? Bugün ülkemizde hemen her terörist saldırıda, başta Taraf Gazetesi olmak üzere, bir takım medya, Ordu’yu çeteci göstermeye yönelik haberler yapıyor. Bu, ülkemiz adına, şehitlerimiz adına, ulusumuz adına kabul edilebilir değildir. Đkinci bir nokta da hükümetimiz ile ilgili. 2007 ve 2008’de; tezkere vermekte geciken, askerimizi kış soğuğunda çatışmalara gönderen bir politika uygulanması da düşündürücüdür. Đktisadi Meseleler Küresel Mali Kriz Amerika’da ‘mortgage krizi’ adında patlayan ve tüm dünyaya yayılan finansal kriz hakkında genel bilgileri hepimiz biliyoruz. Bu konuda anımsatmam gereken nokta; Sn. Başbakanın önce kârlı çıkacağız, sonra teğet geçecek ve en son elbette bizi de etkileyecek biçimindeki açıklamalarıdır.


Sayı 10

Görüyoruz ki her gün üniversite mezunu gençlerimizin işe girmesi zorlaşmakta ve mevcut işçiler de işlerinden çıkarılmaktadır. Bunlar da 2008’e not düşülmesi gereken noktalardır. Toplumsal ve Siyasal Meseleler Đşçiler 2008 en çok da işçilerimizi, ücretlilerimizi vuran bir yıl oldu. Devletin sosyal yönünün zayıflatılması yönünde adımlar atan neoliberalizmin temsilcileri (ABD, IMF, AKP vb.) özelleştirmeler ile yetinmeyip, zaten yetersiz olan sosyal güvenlik meselesine de el attılar. Çoğunuzun bildiği üzere; emeklilik yaşı arttırıldı, prim gün sayısı arttırıldı, emeklilik maaşları azaltıldı. Bu yasa ile; halkın oylarıyla yönetime gelmiş kadro, halka karşı uluslararası sermayenin temsilcisi konumuna geldi. Ne acı! Hükümetimizin yaptıkları SSGSS ile sınırlı da değil. Emekçilere “ayak” dediler, 1 Mayıs’ı zehir edip üstüne bir de dayak atmayı marifet bildiler. Hâlbuki o gün, SSGSS’ye karşı sesler yükselecekti emekçiler tarafından. 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi isteklerine de ekonomik gerekçeler sunan Başbakan, 9 günlük bayram tatillerini de görmezden geldi. Bunu da anımsatmakta yarar var. Kanlarıyla, canlarıyla ekmek derdinde olan işçilerimize uygun görülen davranışlar bunlarla da sınırlı değil. Tuzla tersanelerinde işçilerimize kum torbası muamelesi yapıldı ve göstermelik birkaç açıklama dışında, ciddi bir yaptırım da uygulanmadı. Adına ‘sol’ dediğimiz, CHP’nin solculuğunu beğenmeyen partiler de sustu kaldı. ÖDP düşsel darbe avcılığı, DTP Abdullah Öcalan temsilciliği dışında bir şey yapmadı. CHP ve DSP’ye de bu konuda çok iyi bir not vermek olanaklı görünmüyor. Türban Meselesi Hatırlayacağınız üzere, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, yıl içerisinde Madrid’den “velev ki” diyerek türban fitilini ateşlemişti. Sayın Başbakan, 5 yıldır sabrettiklerini belirtmişti. Yıllardır kendi tabanına “toplumsal uzlaşma” diyen Erdoğan, bir anda atağa geçmişti. Ne olmuştu toplumsal mutabakata? Olayın diğer yönlerini değerlendireceğimiz yer burası değil; herkes kendince değerlendirdi zaten. Bazı noktalar var ki gözden kaçması mümkün değil. Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasasına belli bir bağlama biçimi sokulmaya çalışıldı. Bu, çok büyük bir aymazlıktır. Meseleyi kıyafete indirgeyenler, anlamadılar; sorun kıyafetten değil, cemaat ve tarikatlardan kaynaklanıyordu. Her neyse… Bu konu da Anayasa Mahkemesi’nin yürürlüğü iptal etmesiyle son bul-

Sayfa 27

du. AKP’ye Kapatılma Davası Türkiye’de bugüne değin birçok parti kapatıldı. Elbette, demokrasiden yana tavır alanlar olarak, partilerin kapatılmasını istemeyiz; ancak her sistem kendini korumak zorundadır. Yani partilerin de ayaklarını 1 Mayıs’ın tatil ilan edilmesi denk almaları gerekmektedir. AKP’nin suçlu bulunmasına karşın, kapatılmadığı yargı sürecindeki dışsal etkenler beni rahatsız etti. AKP kapatılır veya kapatılmaz; fakat Türkiye’nin onuru hepsinin üzerindedir. AB’den ısmarlama uyarılar, ABD’den aba altından sopa göstermeler ile Türk yargısı üzerindeki büyük baskı, Türkiye’nin de onurunu zedelemiştir. Evet, biraz önce belirttiğim gibi; Türkiye’yi ‘suçlu’ bir parti yönetiyor. 2009’a girerken hatırınızda olsun. Ergenekon Süreci Đlhan Selçuk, Doğu Perinçek, E. Org. Şener Eruygur, E. Org. Hurşit Tolon, Sinan Aygün, Mustafa Balbay, Tuncay Özkan gibi birçok ünlü ve etkin kişinin gözaltına alındığı, ulusal ve dış basının üzerinde çok fazla durduğu bir dava süreci: Ergenekon (medyanın taktığı isim). Aylardır davanın başlamasını bekledik ve dava, geç de olsa başladı. Böylesine önemli görünen bir davanın mahkemesinin sürdüğü salonun bile yetersiz oluşu çok gülünç doğrusu. Ergenekon sürecinde, herkes birbirini suçladı; ama en büyük suçlu medyadır. Yargılama süreciyle birlikte; her gün değişik haberlerle, asılsız savlarla zihinleri bulanıklaştıranlar toplum ve yargı nezdinde hesap vermelidirler. Yasak olmasına rağmen, her türlü haberi servis edenlerden hesap sormayanlar da açıklama yapmalıdırlar. Cenaze masrafını bile karşılayamayan Kuddusi Okkır’ı, aylarca çetenin kasası olduğu gerekçesiyle tutuklu bulunduranlar hesap vermelidirler. Đnsanları gecenin 4’ünde gözaltına alanlar hesap vermelidirler.

isteklerine de ekonomik gerekçeler sunan Başbakan, 9 günlük bayram tatillerini de görmezden geldi. Bunu da anımsatmakta yarar var.

“Hükümetimizin yaptıkları SSGSS ile sınırlı da değil. Emekçilere “ayak” dediler, 1 Mayıs’ı zehir edip üstüne bir de dayak atmayı marifet bildiler.”

Ergenekon adı verilen süreçle ilgili düşüncemi daha önce bildirmiştim; fakat şu anda Cenaze masrafını bile karşıbeklemek ve dezenformatif yayıncılık ya- layamayan Kuddusi Okkır’ı, aylarca çetenin kasası oldupanlara fırsat vermemek en uygunudur.

ğu gerekçesiyle tutuklu bulunduranlar hesap vermeDTP’ye Kapatılma Davası lidirler. Đnsanları gecenin 2007’de Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı 4’ünde gözaltına alanlar Abdurrahman Yalçınkaya’nın hazırladığı hesap vermelidirler.

iddianame ile bir kapatılma davası ile yüz yüze gelen Demokratik Toplum Partisi (DTP), ön savunmasını iddianamenin siyasi olduğu görüşü doğrultusunda bir savunma yapmıştı. DTP’nin kapatılması sürecin-


Sayfa 28

2008’de Yitirdiklerimiz:

Kenan Pars

Leyla Gencer

Fazıl Hüsnü Dağlarca

Cengiz Aytmatov

Suna Pekuysal

Politika Dergisi

de, özellikle AB ülkelerinin duruma müdahil oldukları gözlendi. Savunmaların karşı atak şeklinde değil, gerçek anlamda savunma niteliğinde olması en doğrusudur diye düşünüyorum. TBMM’ye girdiğinden beri, terörist elebaşısı Öcalan’ın tutukluluk hâliyle ilgilenen DTP’nin tavrını değiştirmediği de gözlemlenmektedir. Siyasi partilerin kapatılması hoş değil; ancak partilerin Türkiye Cumhuriyeti’nin temel niteliklerini hiçe sayması çok daha çirkin. Anayasa Tartışmaları Son zamanlarda anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen hükümlerinin tartışmaya açılması da gözlerden kaçmadı. Yine, bir bilgi kirliliği ve zihin bulanıklığı ortamı söz konusu. Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti oluşu mu, başkenti mi, bayrağı mı, marşı mı, milleti ve ülkesiyle bölünmez bir bütün oluşu mu tartışılıyor; açıkça belirtmek lazım. Açıkça belirtilsin ki kimin ne niyeti var, anlayalım. Rektör Atamaları Üniversitelerdeki rektör seçimlerinin, daha sonra YÖK’ün isimleri belirlemesinin ve Cumhurbaşkanının rektör ataması yapmasındaki çarpıklıkları gördük. Maliye Bakanı’nın göz görerek onurunu hiçe saydığı ve bunun üzerine istifa etmek şöyle dursun, halen hükümetimizin yanından ayrılmayan YÖK Başkanı’nı bu davranışlarıyla çok iyi tanıma fırsatı bulduk. YÖK, rektör atamalarında; eski rektörün eşi olduğu gerekçesiyle, seçimlerde birinci olmasına rağmen, listelere konulmayan rektör adaylarına hiç doğru olmayan bir tutum içine girmiştir. Bilim adamı/kadını birisinin eşi sıfatıyla tanımlanamaz. Profesörlüğe kadar yükselmiş insanları engellemek, sırf hükümetin dediklerini yapmak amacıyla böyle bir kılıf uydurmak hiç etik değildir. Daha önce YÖK’e karşı olduğu izlenimi verip, sonradan amacının aslında YÖK’ü ele geçirmek olduğunu belli eden AKP de gerçek yüzünü göstermiş oldu. Yolsuzluklar Özellikle CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu’nun mücadelesi ile gündemimizde yer etmeye başladı yolsuzluk olgusu. Her hükümetin konumsal, parasal gücünü arttırmak için giriştiği yasadışı uygulamaların bu hükümette de yer bulduğunu gördük. ‘Ak’ sloganları ile gelen partinin o kadar da ak olmadığını anladık. Ne acıdır ki dokunulmazlık zırhı yüzünden, suçlulardan hesap soramıyoruz. Yolsuzluk iddialarıyla gündeme gelen Şaban Dişli, partideki görevlerinden istifa etti; ancak halen bir AKP milletvekili.

Keza, travmacı Dengir Fırat da öyle. Ayrıca, önümüzde bir de Deniz Feneri e.V davası var. Alman mahkemeleri tarafından halen peşi bırakılmayan bir zât, şu anda RTÜK Başkanı; kamuoyu nezdinde ve yargı sürecinde aklanmayan bir dernek de şu sıralar kurban yardımı alıyor. Ne ilginç! Uluslararası Meseleler Gürcistan - Rusya Güney Osetya kriziyle savaşa giren Gürcistan ve Rusya, Türkiye açısından önemli ülkeler. Sadece Türkiye açısından değil, okyanus aşırı komşumuz ABD için de önemli bir bölge burası. Olayı anlatıp sizi sıkmayacağım. Türkiye’yi ABD’nin gönüllü askeri yapmak isteyenler, ABD için Montrö’yü deldirenler, Türkiye’yi piyon gibi kullanmak isteyenlere karşı, ulusal onurumuzla karşı durmalıyız. Bunu yapanlardan da hesabını en geç 2009’da sormalıyız. Kısacası; unutmamalıyız. Obama’nın ABD Başkanı Olması Türk ve dünya basının göz bebeği Barack Obama, ABD Devlet Başkanı seçildi. Bizim liberal papazlar da Obama ile ABD’nin günahlarını çıkardılar. Süreç, ABD açısından çok olumlu işledi. Đnanın, bir siyahın seçilmesinin daha uygun bir zamanı olamazdı. 2009’daki ortam, kimin haklı olduğunu gösterecektir. Irak Meselesi Bu konuda hatırlatacaklarım da var elbette. Barzani’yle görüşebileceğini söyleyen hükümetimiz, PKK için bir sınır ötesi harekâtı ne kadar geciktirmişti. Talabani’nin zaman zaman tehditlerine bile göz yumabilen hükümetimiz ulusal onurumuzu korumak konusunda 2008 yılı içindeki davranışlarıyla sınıfta kalmıştır. 2008’de Yitirdiklerimiz * Cüneyt Koryürek; gazeteci. * Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan); oyuncu. * Leyla Gencer; opera sanatçısı. * Cengiz Aytmatov; yazar, siyasetçi. * Suna Pekuysal; tiyatrocu. * Osman Yağmurdereli; yapımcı, milletvekili. * Rick Wright; müzisyen (Pink Floyd). * Hadi Çaman; oyuncu. * Fazıl Hüsnü Dağlarca; şair. * Mustafa Şekip Birgöl; Đstiklal Savaşı gazisi. * Gündüz Suphi Aktan; milletvekili.

emrah.ozdemir@politikadergisi.com


Sayı 10

Sayfa 29

Avrupa’da Bir Hayalet Kol Geziyor Evren YELKANAT

“Avrupa'da bir hayalet kol geziyor: “Komünizm Hortlağı”. Avrupa'nın bütün güçleri, Papa ile Çar, Metternich ile Guizot, Fransız köktencileri ile Alman Polisleri, bu hortlağı kovmak için kutsal bir sürek avında bir araya gelmiş bulunuyor. Yönetimdeki karşıtlarınca komünistlikle suçlanmamış muhalefet partisi nerede var, gerek daha ilerdeki muhaliflere gerekse gerici karşıtlarına karalayıcı komünizm yaftasını gerisin geriye yapıştırmamış muhalefet partisi nerede görülmüş. Bu olaydan iki sonuç çıkıyor: Komünizm daha şimdiden Avrupa'nın bütün güçlerinde bir güç olarak tanımlanmıştır.”

Yukarıda aktardığım satırlar, 1848 yılında Karl Marx ve Friedrich Engels tarafından yazılan Komünist (Parti) Manifestosunun ilk cümleleridir. Bu satırlar, günümüzde tüm dünyayı sarsan ekonomik krizle birlikte tekrar güncel hale gelmiş olmasının yanı sıra; krizin kitleleri etkilemesi sonucunda, Karl Marx ve dolayısıyla Marksizm tekrar geniş kitlelerin ilgi odağı haline gelmiş bulunmaktadır. Kavram karmaşası yaratmaması için, Marx'ın, Komünist Manifesto’da kullandığı “komünizm” sözcüğünün, o devirde “bilimsel sosyalizm” ile eş anlamlı kullanıldığını söyleme gereği hissediyorum. Sosyalizm sözcüğü, Marx'ın bu eseri yazdığı dönemde, dönemin baskın görüşü olan “Ütopik Sosyalistler” tarafından kullanıldığında dolayı, Marx; sosyalizm sözcüğü yerine komünizm kelimesini tercih etmiştir. Bildiğiniz gibi, son günlerde tüm televizyon kanallarında ve gazetelerde baş köşeyi kriz haberleri kaplıyor. Đktisat ve ekonomi ile kıyısından, köşesinden ilgilenen kim varsa, televizyon programlarında boy gösteriyor, krizin yapısını kendince inceliyor ve bu krizin Türkiye ekonomisi üzerine etkilerini de diğer konuklarla uzun uzadıya tartışıyor. Bu programlarda kimi ilginç sözler de sarf ediliyor ve bir zihin bulanıklığı yaratılmaya çalışılıyor. Mehmet Altan’a göre; Marksizm güncelliğini iktisadi anlamda koruyor, fakat Leninizm tarih sahnesinden siliniyor. Kimi burjuva ideologlarına göre ise kriz, kapitalizmin krizi değil. Kimileri ise, “enternasyonalizm bitti, Avrupa ülkelerinin işçileri kapitalistleşti” gibisinden sözlerle, küçük burjuva oportü-

nizmini ayyuka çıkarıyorlar. Kafa karıştıran bu görüşlere yanıt vermeden önce, krizin yapısını incelemenin doğru olacağı kanaatindeyim. Kapitalist üretim ilişkileri, artı-değer üretimi üzerinde yükselir ve şekillenir. Kapitalizm, doğası gereği, bir artık değer üretir ve piyasadaki ürün çeşitlenmesi, ürün bolluğu ve bunun sonucu olarak kapitalistler arasında rekabet nedeniyle ürünlerin birim fiyatları da düşme eğilimi gösterir. Maliyetleri düşürmeyi amaçlayan ve ürünleri daha ucuza mal ederek piyasada hâkimiyet kurmaya çalışan ve tekelci konuma gelme arzusu duyan kapitalistler, yegâne amacını da kâr maksimizasyonu olarak belirlerler. Kapitalistler, ürünlerini satamaz duruma geldiklerinde ise kârları düşer ve kâr elde edemeyecek duruma geldiklerinde ise sermayelerini arttıramazlar. Kapitalistler, işte bu kriz noktasına geldiğinde, önce sömürebileceğinden fazla işgücünü barındırdığından dolayı kitlesel olarak işçi çıkartır ve ürün fazlasını elden çıkarmak için fiyatlarda fahiş indirime giderler. Daha fazla kâr maksimizasyonu olgusuyla hareket eden kapitalistler, merkez ülkelerde ortaya çıkan krizin bir bölümünü kendi emekçilerinin üstüne, bir bölümünü ise çevre ülkelerin (yani çevre ülkelerinin emekçileri) üstüne yıkar. Farklı isimler verilen bu krizler, (bankacılık krizi, döviz krizi vs.) ancak krizin temel niteliğini gizler. Günümüzdeki krizin finansal ortama taşınmasının nedeni de kâr oranlarındaki düşme eğiliminin artmasıdır. Sermayenin, finansal sistemde spekülatif hareketler ile karşılığı olmayan kâr elde ettiği bu sürecin sonu da gelmiştir. Kapitalizmin, doğası gereği yarattığı krizlerin ortak yapısını ortaya koyduktan sonra, burjuva ideologlarının söylemlerini çürütelim.

Mehmet Altan’a göre; Marksizm güncelliğini iktisadi anlamda koruyor, fakat Leninizm tarih sahnesinden siliniyor. Kimi burjuva ideologlarına göre ise kriz, kapitalizmin krizi değil.

“Daha fazla kâr maksimizasyonu olgusuyla hareket eden kapitalistler, merkez ülkelerde ortaya çıkan krizin bir bölümünü kendi emekçilerinin üstüne, bir bölümünü ise çevre ülkelerin (yani çevre ülkelerinin emekçileri) üstüne yıkar.”

1) “Marksizm (sadece iktisadi biçimde varlığını koruması koşuluyla) kapitalizme stepne yapılıp, koşulların iyileştirilmesi sağlanabilir; fakat Leninizm çökmüştür” tezinin eleştirisi: Bu söylem, ancak Marksizm-Leninizm’i kavramayan bir kişi tarafından dillendirilebilirdi ve Mehmet Altan’ın başını çektiği liberaller tarafından söylenmesi de beni hiç şaşırtmadı. Marx'ın dönemindeki anlamıyla Marksizm; serbest ticaret düzeninin hâkim olduğu bir devri tarif eder ve üretim ilişkilerini de bu düzenden yola çıkarak tahlil eder. Leninizm ise “tekelci kapitalist dönemin” (emperyalist

Sermayenin, finansal sistemde spekülatif hareketler ile karşılığı olmayan kâr elde ettiği bu sürecin sonu da gelmiştir.


Sayfa 30

Politika Dergisi

dönemin) hâkim olduğu devirde ortaya çıkmıştır ve bu döneme uygun olarak üretim ilişkilerini tahlil eder. Marx’ın “Bütün ülkelerin işçileri birleşin!” sözünü, Lenin biraz daha ileri götürür ve “Bütün ülkelerin işçileri ve ezilen uluslar birleşin” sözünü ortaya koyar. Zira Lenin döneminde, Türk Halkının emperyalizme karşı mücadelesi ve ezilen ulusların öncüsü rolünde kurtuluş mücadelesi vermesi, bu dönemin en somut niteleyicisidir.

Lenin, emperyalizme karşı sömürge ve yarı sömürge ulusların kurtuluş mücadelesini, işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleştirmiştir.

“Kapitalist üretim

Lenin, emperyalizme karşı sömürge ve yarı sömürge ulusların kurtuluş mücadelesini, işçi sınıfının mücadelesiyle bütünleştirmiştir. (Bu bütünleştirme kimi zaman eş zamanlı olmamakla birlikte, biri diğerinin devamı niteliğinde olabilmektedir.) Marksizm’i, Leninizm’den ayırmaya çalışan ve içinde bulunduğu devirlerin özelliklerini es geçenler için en doğru sözü ise Henri Lefebvre söylemektedir: “Tarihin diyalektiği öyledir ki, Marksizm'in nihai zaferi, ona karşı çıkanları Marksizm kılığına girmeye mecbur eder.”

ilişkilerinin mevcut olduğu bir ülkede, kriz döneminde ekonomiye

2) “Kriz; kapitalizmin krizi değildir” tezinin eleştirisi:

Bu söylem çok fazla dillendirilmemekle beraber, burjuva ideologlarının hep aynı yanılgıya düştüklerini bu söylemlerinden ve şirketlerin anlayabiliriz. Liberal doktrinleri ve kapitalizkapanması; Marx’ın mi aklamak amacıyla, krizin vebalini dediği gibi, yedek işsiz Keynesyen politikalara atmayı kendine görev edinen ideologlar; Keynesyen ekolün de ordusunu yaratır ki bu, kapitalist üretim ilişkilerini esas aldığını ne dens e a tlam ak tadı r lar. O ys ak i merkez ülkelerin işine Keynesyen sürecin başlıca özelliği, devlet eliyle kapitalist yaratılması zeminini ortaya gelmez. O yüzden, çıkarmasıdır. Kapitalizmin her krizi sonraliberalizm masalı tarihe sında olduğu gibi, liberal ekonomiler Keynesyen yöntemlerle ekonomiye müdahil karışmıştır.” olmayı ve kapitalistlerin krizini en aza indirmeyi kendilerine görev edinirler. “Kâr etmeyen şirket batar, geri kalan yoluna devam eder; “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” gibi sloganlar, günümüz dünyasında kapitalistin kendisini bile kurtaramadığı; ancak tarih sahnesinde yerini alacak bir söylemden başka hiçbir şey ifade etmemektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin mevcut olduğu bir ülkede, kriz döneminde ekonomiye müdahale edilmemesi ve şirketlerin kapanması; Marx’ın dediği gibi, yedek işsiz ordusunu yaratır ki bu, merkez ülkelerin Ülkelerin gelişmişlik derece- işine gelmez. O yüzden, liberalizm masalı lerini kıyaslayarak, bazı ül- tarihe karışmıştır.

müdahale edilmemesi

kelerin işçi sınıfını kapitalistleşmiş, diğerlerini emekçi sınıf olarak nitelersek; bu nitelendirme, iktisadi gerçeklerden ve sosyalizmden de bir o kadar uzak olur.

3) “Marx’ın hatası enternasyonalizmi benimsemesiydi; oysaki Avrupalı işçiler kapitalistleşmiştir” tezinin eleştirisi:

Đlk önce şunu belirtmek gerekir ki eğer Marx’ı ve Marksizm-Leninizm’i, enternasyonalizm’den soyutlarsanız, Marx’tan ve Lenin’den geriye hiçbir şey bırakmazsınız. Bu teze en net cevabı ise aşağıdaki somut örneklerle vereceğim: Đlk olarak, kapitalist üretim ilişkilerinin hâkim olduğu ülkelerde, yabancı kökenli işçiler büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Bugün Belçika, Almanya gibi ülkeleri kendimize veri olarak alırsak, ezilen işçilerin içinde yabancı kökenli işçilerin toplamda büyük bir yekûn tuttuğunu görebiliriz. Belçika halkının %14,7'si yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Belçika’da işçi sınıfı bir süredir sendikalar aracılığıyla “Çalışanlar araç gereç değildir.” , “Đnsana Değer Veren Đş” adı altında bir kampanya sürdürmektedirler. Fransız otomotiv şirketi Peugeot 2.700 kişiyi, DHL 9.000 kişiyi, Ford 7.000 kişiyi, General Motors 5.000 kişiyi, Citygroup ise 10.000 kişiyi işten çıkarttı. ABD’de 2008 yılı boyunca işten çıkartılan kişi sayısı ise 1,2 milyon oldu. Japon otomotiv şirketi Isuzu 1.400 kişiyi işten çıkarırken, Đngiliz motor üreticisi Rolls Royce 2.000 bin kişiyi işten çıkardı. Gördüğünüz gibi; kapitalizmin krizleri, işçi sınıfını, ırk ayırt etmeden vurmaktadır. (Kafa karışıklığına yol açmaması için belirteyim; Lenin’in ‘tek ülkede sosyalizm’ tezi ile ‘Avrupalı işçiler kapitalistleşmiştir’ tezi birbirinden çok farklı olgulardır.) Ülkelerin gelişmişlik derecelerini kıyaslayarak, bazı ülkelerin işçi sınıfını kapitalistleşmiş, diğerlerini emekçi sınıf olarak nitelersek; bu nitelendirme, iktisadi gerçeklerden ve sosyalizmden de bir o kadar uzak olur.

evren.yelkanat@politikadergisi.com


Sayı 10

Sayfa 31

Eski Düşünceler Aynı Yüzler de geri durmadık. Erbil DENĐZ

Yıllardan beri değişmeyen yüzler, değişmeyen politikalar ve bunlara bağlı olarak da değişmeyen sıkıntıları görüyoruz ve her dönemde bu sıkıntıları dile getirmekten de geri durmuyoruz. Çözümler koyuyoruz, yeni açılımlar yapıyoruz sözde; ama bir türlü fiili duruma getiremiyoruz isteklerimizi. Sorunlar aynı, çözümler aynı. Her birimizin içine işledi artık bu çözümler. “Türkiye Cumhuriyeti hem uluslararası sistemde hem kendi sınırları içinde yeni haritalar belirlemeli, yeni politik düzene geçmeli, daha gerçekçi yaklaşımlar getirmeli.” anlamındaki konuşmaları hatta kimi zaman serzenişleri hep duyuyoruz. Peki, neden 50 yıldır bu deyişlerin sonu gelmedi? Nedeni çok basit. 50 yıldır aynı yüzler veya farklı yüzlere bürünmüş aynı kafa yapısındaki siyasetçiler tarafından yönetiliyoruz. Taş üstüne taş koymaktan aciz, günübirlik politikaları seven, popülizmin bütün nimetlerini kullanan, kendi cebini ve mevkisini düşünmekten başka düşünce yapısına sahip olmayan kişilere muhtaç olmak; sorunları hep aynı yerde tutmamıza neden oldu yıllardır. Hep kötüler arasından az kötüyü seçmek zorunda bırakıldık. Ve her seferinde aynı insanlara defalarca yeni şanslar -yeni sömürme şansları- vermekten

Bu insanların yerine geçebilecek; bunlardan daha becerikli, daha duyarlı ve daha genç kişileri çıkartamadık içimizden. Çıkmak isteyenlere de ya engel olduk ya da gelişmeleri (!) için bu yaşlı kurtların eline bıraktık. Yolumuza hep aynı isimlerle devam ettik. Aslında ortada yol bile yoktu. Çamurun, pisliğin içinden yürüdük ve bize bunu yol olarak gösterdiler. 40 yaşını aşmamış beyinlere hiçbir zaman güvenilmedi ülkemizde. Bırakın 40’ı; söz sahibi olması için 50’sini yıllar önce aşmış olması gerekir bizde. Fikir olarak yetişkin, belli konularda (hukuk, ekonomi gibi) uzman siyasetçilerimiz hiç olmadı denecek kadar az oldu ülkemiz siyasetinde. Siyaset ya emeklilik mesleği olarak, ya para arttırma platformu olarak görüldü yıllardır. Mesleğinden elini ayağını çekmiş, bölgesinde önemli iş adamı veya tüccar olan kişilerle geldik bugünlere kadar. Ayrıca, siyaset yapmak istiyorsanız “adamlık” öncelik oldu her zaman. Politika “adamların” işi olarak kabul edildi; kadınların değil. Geçtiğimiz yıllarda “Hadi gençler siyasete!” tarzı sloganlarla çalkalandık bir dönem. Hatta işi biraz daha abartıp milletvekili seçilme yaşını 25’e kadar düşürdük. Ne güzel. Teorik olarak gerçekten mutluluk ve umut verici. Ya pratik olarak ne durumdayız? Öncelikle ekonomik engellerden başlayalım. Bir genç düşünün ki 25 yaşında kendi çabasıyla bilgi, yetenek kazanmış ve bunun karşılığında da yüksek bir maaşla, yüksek bir mevkide çalışıyor. Burada dikkat edilecek kısım; “kendi çabasıyla”. Muhakkak vardır, ama ne kadar? Ailesinden gelen bir mirası yoksa nasıl varlıklı olunabilir? Zira varlıklı olmadan siyaset yapamazsınız bu ülkede. (Ya iş adamı olacaksın, ya emekli.) Varsayalım abartıyoruz; siyaset yapmak için paraya gerek yok. Peki, partilerin “milletvekili aday adayı” olmak için yapılan başvurulardan aldığı ücret neyin nesi? (Bazı partiler dışında.) Daha siyasete girmeden bedeller isteniyor. Bir şekilde aday adaylığı başvurunuzu yaptınız, gerekli yerlerden destek (torpil) almadan aday olmayı hayal bile etmeyin zaten. Maalesef, bu düzen böyle işliyor bizim ülkemizde. Liyakate değil, çevreye ve paraya bakılıyor. Ekonomik engeller dışında, gelenekselleşmiş engeller de var tabii ki. Büyükleriniz varken siz siyasete giremezsiniz. O büyükler; ya kendi istekleriyle siyaseti bırakacak, ya darbe olacak ya da ömürlerini tamamla-

Taş üstüne taş koymaktan aciz, günübirlik politikaları seven, popülizmin bütün nimetlerini kullanan, kendi cebini ve mevkisini düşünmekten başka düşünce yapısına sahip olmayan kişilere muhtaç olmak; sorunları hep aynı yerde tutmamıza neden oldu yıllardır.

“40 yaşını aşmamış beyinlere hiçbir zaman güvenilmedi ülkemizde. Bırakın 40’ı; söz sahibi olması için 50’sini yıllar önce aşmış olması gerekir bizde.”

Hatta işi biraz daha abartıp milletvekili seçilme yaşını 25’e kadar düşürdük. Ne güzel. Teorik olarak gerçekten mutluluk ve umut verici. Ya pratik olarak ne durumdayız?


Sayfa 32

Politika Dergisi

yacaklar ki sizin önünüz açılsın. “Hep ben, tek ben” düşüncesindeki büyüklerinizden icazet almadan bu ülkede siyaset yapamazsınız.

Hangi Avrupa ülkesi genç siyasetçilerin önünü bizim kadar kesebilir? Hangi Avrupa ülkesi siyasetçisi, yenilgiyi kabul etmeyip, bulunduğu mevkiye kendini mıhlar?

“Bir yerden sonra, siyaset maddi kazanç kapısı olarak görülmekten de çıkıyor, statü kapısı halini alıyor; çünkü yıllar boyu siyasette olan bir insan için maddiyatın artık bir önemi kalmıyor.”

Her gelen siyasetçiden duyarız; çağdaşlaşma, Avrupalılaşma gibi sözleri. Bu sözleri söyleyenlerin kendi çağdaşlık seviyelerinden bihaber olduklarından haberleri var mı acaba? Sanmıyorum. Olsaydı eğer, şimdiye kadar en azından birkaç örnek görebilirdik. Hangi Avrupa ülkesinde bizdeki örnek siyasetçilerden vardır? Hangi Avrupa ülkesi genç siyasetçilerin önünü bizim kadar kesebilir? Hangi Avrupa ülkesi siyasetçisi, yenilgiyi kabul etmeyip, bulunduğu mevkiye kendini mıhlar? Bırakın kendi istekleriyle ayrılmayı, defalarca seçim kaybettiği halde koltuğa yapışmış politikacılarımız var bizim. Nedenleri de hazır: “Bu tecrübedeki bir siyasetçiyi nasıl dışarıda tutabiliriz? Onun yaşanmışlıklarına ülke olarak ihtiyacımız var.” Bunun Türkçe karşılığı; “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi iyi biliriz!” Tecrübe ve çıkar ayrı şeyler. Bilgiye dayalı olmayan tecrübe ise apayrı bir şey. Politika tecrübe istemez, diplomasi tecrübe ister. Politika akılcılık ve bilgi ister. Hem akıl sağlığı sorunlarınız olacak, hem bilgi seviyeniz yetersiz olacak ama siyasetçi olarak ömrünüzün son günlerini geçireceksiniz. Danışmanlık yapabilirsiniz, öneriler sunabilirsiniz; hatta eleştirilerle katkıda bile bulunabilirsiniz, ama ülkeyi yönetemezsiniz. Yönetmekten geçtim, muhalefet bile olamazsınız. Olmamalısınız. Gerçek amaç ülkeye fayda ise tabii… Bir yerden sonra, siyaset maddi kazanç kapısı olarak görülmekten de çıkıyor, statü kapısı halini alıyor; çünkü yıllar boyu siyasette olan bir insan için maddiyatın artık bir önemi kalmıyor. Çevre gözündeki ve halk içindeki statü ve bu statünün getirmiş olduğu kişisel avantajlar paranın önüne geçiyor doğal olarak. Ve bu statü kaybı korkusu, bulundukları koltukları ya da alanları daha sıkı sıkıya sarmalarına neden oluyor. Ne yapılabilir? Farklı farklı nedenlerle, farklı çözümler sunulabilir; ama yıllardır olduğu gibi, yine sadece sunu olarak kalır. Bir sunu yapmak gerekirse; Aktif siyasette olma sınırı getirilebilir. Örneğin; bir kişi en fazla 3 dönem TBMM çatısı altında bulunabilir. Veya nasıl milletvekili seçilmek için alt yaş sınırı varsa, aynı biçimde üst sınır da konulabilir.

Eğer ülke için bir şeyler yapmak temel amacımızsa, savaşacak çok engellerimiz var.

Örneğin; 60 yaşını geçmiş kişiler aktif siyaset yapamazlar. Ya da belli bir yaştan sonra sağlık kontrolü zorunluluğu getirilebilir. Örneğin; 55 ya-

şından sonra her 2 yılda bir olmak şartıyla üniversite hastaneleri tarafından sağlık kontrolü zorunluluğu getirilebilir. Çözüm istedikten sonra, onlarca çözüm yolu bulunabilir; ama bunun için kimse hevesli değil, olması da beklenemez zaten. Statü kaybetmektense, onurlarını kaybetmeyi göze almış kaç insan var sizce? Eğer ülke için bir şeyler yapmak temel amacımızsa, savaşacak çok engellerimiz var. Ülkeye faydalı olmak isteyen büyükler, bir yerde kendilerini rafa kaldırsınlar. Yeni gelecek kişiler, gerektiği zaman o rafların tozunu sileceklerdir. Bundan kuşku duymadan; değerinizi korumak için, daha fazla tozlanmamak için, lütfen artık gidin. Lütfen…

erbil.deniz@politikadergisi.com


Sayı 10

Sayfa 33

Politika Dergisi Kitap Projesi için oylamada son günler. Kitabımızın konusu 14 Aralık 2008 tarihinde açıklanıyor. Kitabımızın detaylarına ise 16 Aralık 2008 tarihinde aşağıda yazılı resmi sitemiz adresinden ulaşabilirsiniz. 14 Aralık 2008 tarihinde sonuçlar açıklanıncaya dek oylarınızı resmi sitemizden kullanabilirsiniz.

www.politikadergisi.com


Sayfa 34

Politika Dergisi

Sağda Kürtçülüğün Temelleri Burak ĐNAN

Türkiye’de ilk Kürt isyanları Osmanlı’nın son dönemlerinde çıkmıştır. “Hasta adam” Osmanlı’nın zayıflamasıyla, özellikle Rusya’nın düzenlediği tezgâh ve desteği ile Đstanbul Hükümeti, gerek birlikte isyan denemeleri olmuştur; fakat Sevr Antlaşması’yla gerekse başarılı olmamışlardır. Đngilizlerle yaptığı gizli antlaşmalarla Kürt devletini tanımıştır.

“Bireyin olmadığı, aşiretin olduğu; dintöre-namus üçgeninde kıstırılmış insanların bulunduğu ve ağaların büyük topraklarının, köylüler tarafından sürüldüğü bu “düzen” doğal olarak Đslamcılık ile ittifak hâlinde olacaktır.”

Seyit Rıza, Đngiliz başbakanına yazdığı mektupta, Đngilizlere olan sevgisini ve sadakatini belirtmekle kalmamış, imzasını da “Dersim Generali” unvanı ile atmıştır.

Kürt isyanlarının yeniden başlaması Koçgiri Ayaklanması’yla gerçekleşmiştir. Yunan Ordusunun ilerleyişinden önce Kürtler, Koçgiri Bölgesi’nde ayaklanma çıkartırlar. Ayaklanmanın ilerlemesiyle birlikte, Ankara Hükümeti’ne verdikleri notada Đstanbul Hükümeti’nin kabul ettiği Kürt özerkliğinin Ankara Hükümeti tarafından da kabul edilmesini istemişlerdir. Đstanbul Hükümeti, gerek Sevr Antlaşması’yla gerekse Đngilizlerle yaptığı gizli antlaşmalarla Kürt devletini tanımıştır. Đsyanda Yunan ilerleyişi ve işgalcilerin hedeflerini kolaylaştırmak amacı, apaçık ortada durmaktadır. Daha sonra çıkan Şeyh Sait Đsyanı’nda ise özerklik, haklar gibi taleplerden çok daha fazlası istenecektir. Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlanması ile birlikte, Sevr’in zorladığı Kürt devletinin yanı sıra, bu anlaşmayı imzalayan Đstanbul Hükümeti de ortadan kaldırılmıştır. Halifelik ve saltanatın kaldırılması işlerin rengini değiştirmiştir. Kürt isyanları Đslamcı bir misyona ağırlık vererek, bağımsız bir Kürt-Đslam devleti talepleri ile ayaklanmışlardır. Emperyalizmin dayattığı koşulları uygulamak için, ittifak hâlinde olan bu iki akım, ideolojik boyutta da birbirlerine eklemlenmişlerdir. Kürtlerin çoğunluğunda bulunan geri-feodal yapı, zaten durum itibari ile her türlü gericiliği besleme ve büyütmeye doğal bir ortam sunmaktadır. Bireyin olmadığı, aşiretin olduğu; din-töre-namus üçgeninde kıstırılmış insanların bulunduğu ve ağaların büyük topraklarının, köylüler tarafından sürüldüğü bu “düzen” doğal olarak Đslamcılık ile ittifak hâlinde olacaktır. Cumhuriyet sonrası çıkan Dersim Đsyanı da buna bir örnek teşkil etmektedir. Burada Dersim (Tunceli)’deki Kürtlerin Alevi olması, olayın bir Alevi isyanı olarak yanlış biçimde tanımlanmasına yol açmaktadır. Đsyanın lideri Seyit Rıza bir “derebeyidir” ve Kürt’tür. Özerklik isteyen, vergi vermek istemeyen bu feodal yapı, Cumhuriyet’e karşı direnmiştir. Seyit Rıza, Đngiliz başbakanına yazdığı mektupta, Đngilizlere olan sevgisini ve sadakatini belirtmekle kalmamış, imzasını da “Dersim Generali” unvanı ile atmıştır.

Aslında olay gayet açıktır. Bu isyanın “solda” sahiplenilmesi ile ilgili yorumları bir sonraki yazıma saklıyorum ve devam ediyorum. Bu sırada Kürt Teali Cemiyetini atlamak olmaz. Đstanbul’da kurulan cemiyet “bağımsız Kürdistan davası”nı buradan yürütmeyi amaçlamıştı. Elbette “bağımsızlık” Türk devletinden bağımsızlık ve Đngiliz emperyalizmine her anlamda kulluk etmek anlamına geliyordu. Kürt Teali Cemiyeti aynı zamanda gizli Azadi Cemiyeti’nin de legal görünümüdür. Bu cemiyet, varlığını 1925’te çıkacak olan Şeyh Sait Đsyanına ve onun bastırılmasına kadar sürdürmüştür. Kurucuları arasında Said-i Kürdi’nin de içinde bulunduğu cemiyetin başkanlığını Kürt Nakşibendî şeyhi Mevlana Halid’in takipçisi, Seyit Abdülkadir üstlenmişti. Abdülkadir’in babası Ubeydullah da bir dönem kendisini Đran toprakları içinde “Kürdistan Kralı” ilan etmişti. Şeyh Sait bu şeyhin talebesidir; tesadüfe bakar mısınız? Tarikat-aşiret-siyaset üçgeni, Osmanlı’nın son dönemlerinden beri etkili olmuştur ve güç kazanmıştır. Kürtlerin tarikatlara olan ilgisi şaşırtıcı derecede fazladır; bu, bağlı bulundukları “sosyal” yapı ile ilişkilendirilebilirse de emperyalizm faktörü ve güç odağı olma çabaları da göz ardı edilmemelidir. Burada bir dönüm noktası ise Demokrat Parti (DP) iktidarı olmuştur. Bilindiği gibi; Atatürk döneminde tekke ve zaviyeler kapatılmış, tarikatlar dağıtılmış, Kürt isyanları bastırılmış, Takrir-i Sükûn uygulamaya konulmuş, Doğuda Umum Müfettişlikleri kurulmuştu. DP, Batı ile olan “bağımlılık” zehrini yeniden tesis etmekle kalmamış, devrimlerin rövanşlarını almaya kalkışmıştır. Karşıdevrim sürecinin büyük ivme kazandığı bu dönemde, gericilik DP eliyle büyütülürken ve


Sayı 10

“kırsal”ın oy deposu haline dönüştürülürken; elbette Kürtçülerle işbirliğine girişilmiştir. Kendisi de bir “ağa” olan Menderes, bir yandan emperyalizmin dümenine giriyor bir yandan da Şeyh Sait isyanından beri besledikleri nefreti ortaya dökme alanları arıyorlardı; varacakları adres yine DP çatısı olacaktı. DP, Nurculuk ilişkileri de konuyla alakalı olarak incelemeye değerdir, Said-i Kürdî’nin kurduğu bu “tarikat” “Risaleler” ile yeni bir akım yarattığını iddia ediyor ve bizzat Kürdî’nin kendisi ile açıktan Kürdistan ve Đslam devleti propagandası yapıyordu. Bugün Türkiye’nin başındaki en büyük belalardan olan Fettullah Gülen, Said-i Kürdî’nin talebesi olup, Komünizmle Mücadele Derneklerinde yer almış, şiddetli bir devrim-karşıtıdır. 1957 seçimlerinde açıktan DP’yi destekleyen Kürdî’nin bu yaklaşımı, daha sonrası için tarikatlar-sağ partiler dayanışmasının bir öncülü gibidir. Türkiye’de geçen bütün o süre, bu dayanışmayı kırmak bir yana, sürekli perçinlemiş ve güçlendirmiştir. Gerek Đslamcılık gerekse Kürtçülük, ufak ve gizli gruplardan, daha büyük gruplara; en sonunda iktidarlara kadar gelmiştir. 12 Eylül

Sayfa 35

Darbesi ülkede “faşizmin karanlığını” bağıracak, gericiliğin önü belki Menderes’in bile yapamadığı kadar açılacak, bu dönem güçlenen PKK belası, 84’de ilk baskınını yaparak Türkiye’de yeni bir dönemim başlangıcını yapacaktır. Bu döneme denk gelen liderimiz ise, meşhur “işini bilen” Turgut Özal’dır. Amerikancı piyasacılığın ülkeye sokulmasından sonra -yani 12 Eylül’den sonra- işbaşı yapan Özal, bütün devletçi yanları ve kamu kurumlarını budamaya başlarken, asla ve asla Kürtçü-Đslamcı örgütlenmeleri unutmamıştır. Nakşîlik, bu dönemde zirve yapmıştır. Erbakan’ın yükselişi, Kuzey Irak’taki ABD kontrollü “özerk” bölge, Kürt sorununu daha başka sorunlarla birlikte sarmalamıştır. Bütün bu olan bitene karşı, devletin bir Kürtçülüğü diğerine tercih etme veya PKK’ya karşı Hizbullah’ı kullanma gibi başarısız girişimleri olmuştur. Bugün geldiğimiz süreçte, yine ABD’nin Irak’a müdahalesi çerçevesinde, çok yüksek oy oranıyla başa gelmiş bir “Đslamcı” hükümet, tekrardan “azmış” bir terör ve artık açıktan başkaldırmalara varmış bir Kürtçü hareket, rahatça, olan açıklığı ile gözlemlenmektedir. Benzerlikler bizi şaşırtmamalıdır; aksine bu meseledeki “ağaların” hâlâ o eski “ağalar” olduğunu hatırlamamız gerekmektedir. Bugüne kadar, genelde “solculuğa” yüklenen bu “Kürtçüleri taşıma” atfı, daha çok “sağ” için geçerlidir. Bugün AKP’nin Doğu ve Güneydoğuda aldığı oylara bakarsak, bu gerçeği bir kez daha görmüş oluruz. Neredeyse yüzyıldır süren bu birliktelik, bir süre daha devam edecektir. Ta ki bu ülkenin gerçek sahipleri, vatanseverler, Kemalizme bağlı; demokrat; aşiretleri yıkmış; gericiliği silmiş bir ülke haline getirene kadar.

Fettullah Gülen, Said-i Kürdî’nin talebesi olup, Komünizmle Mücadele Derneklerinde yer almış, şiddetli bir devrim-karşıtıdır.

“Bütün bu olan bitene karşı, devletin bir Kürtçülüğü diğerine tercih etme veya PKK’ya karşı Hizbullah’ı kullanma gibi başarısız girişimleri olmuştur.”

Her türlü etnik/dinsel/ mezhepsel bölücülüğe ve gericiliğe karşı Cumhuriyetimizi korumak ve kollamak, mücadele etmek boynumuzun borcudur. Terör yüzünden akan kanlar, şeriatçıların yaktığı canları durdurmak ve cezalandırmak vazifemizdir. Emperyalizmi unutmadan… Aydınlık Yarınlar… Bıkmadan…

burak.inan@politikadergisi.com

Türkiye’de geçen bütün o süre, bu dayanışmayı kırmak bir yana, sürekli perçinlemiş ve güçlendirmiştir. Gerek Đslamcılık gerekse Kürtçülük, ufak ve gizli gruplardan, daha büyük gruplara; en sonunda iktidarlara kadar gelmiştir.


Sayfa 36

Politika Dergisi

Enstantane atlayıverir düşmanın (!) üstüne. Sevda EĞER

Bir insanın fikirlerini dinlerken, bir saat içinde; hem sağcı, hem komünist, hem laik olduğunu duymuş akabinde de aynı kişinin Cuma günkü tarikat toplantısına katılmam için beni ikna etmeye çalıştığını hayretle fark etmişimdir.

“Kavgasız düğün olmaz mesela. Kavgasız ekmek kuyruğu da… Hele SSK... Đtişip kakışmadan karne yaptırmanın tadı mı olur? Bir futbol sevincimiz vardır ki şiddetinden durulmaz, hiddetinden geçilmez.”

Yıllarca o partiye sövülür, bu başkana küsülür. Lakin parti de başkan da sayemizde koca bir dağa dönüşmüştür.

Nereden geldiği bilinmeyen sesler duyar bazen âdemoğlu. Kimileri olgunlukla karşılar durumu. ‘Đçimden gelen ses’ der gaibe. Kimisi ise seçilmiş sayar kendini; kâh kâhin, kâh Mesih oluverir âlemin üstüne. Kimisi falcı kehanetiyle ömür biçerken karşısında umut uman garibe, kimisi ölüyü döndürür öpülesi hekim elleriyle. Şaşarım zaten şu falcılara para verenlere de. Dünya dolanırken etrafında, bilmem kaç yüzyıldır doğru anlayan durur, durduğu yerde; yanlış anlayan ise döner cihanla beraber tek ayak üstünde. ‘Vah garibim’ derim böyle mahlûklar görünce. Anlamışsın; lakin yanlış anlamışsın, kal özünde, döner dünya senin yerine. Bir gariptir yurdumda insan manzaraları. Bir insanın fikirlerini dinlerken, bir saat içinde; hem sağcı, hem komünist, hem laik olduğunu duymuş akabinde de aynı kişinin Cuma günkü tarikat toplantısına katılmam için beni ikna etmeye çalıştığını hayretle fark etmişimdir. Bundan dolayı, şanslı bile bulmuşumdur kendimi; fakat karşımdaki için aynı şeyi söyleyemem. Zira ne dediği hakkında zerre kadar fikri yoktur. Kaç kişilik barındırdığının farkına, bilmem ne zaman varacaktır. Böyle durumlarda, asla uyarma gereği duymam karşımda konuşanı; çünkü bilirim saflık ve cehaletten kaynaklı bir şuursuzluktur, ona o sözleri söyleten. ‘He’ der, yürürüm yoluma; memleket meselelerine değinmiş olmanın haklı gururunu yaşasın diye bırakırım çelişkileriyle baş başa. Bazen iyileşmesi mümkün olmayan hastalara yalancıktan ilaç veren doktorlar olurmuş. Yani ‘bak tedavi ediyoruz’, ‘umut var sende’ hesabına moral icabı vitamin... Onun gibi… Zaten bu milletin başına ne gelse fevrilikten gelir. Savaşçı ya atalar… Sürekli bir mücadele, harala gürele durumu mevcuttur. Kavgasız düğün olmaz mesela. Kavgasız ekmek kuyruğu da… Hele SSK... Đtişip kakışmadan karne yaptırmanın tadı mı olur? Bir futbol sevincimiz vardır ki şiddetinden durulmaz, hiddetinden geçilmez. Tabii, bela illa dışarıda bulmaz seni; bazen ayağına kadar gelir. Misal; bir kişi çıkagelir gece vakti hanene. ‘Kap’ der taşı sopayı, ‘hesap vardır görülecek’. Onca yıllık dosta sebep sormaz delikanlı adam. Anlamaz, sormaz

Lakin aklıselim kişi olsa, diyeceği malumdur aklıevvellerin yüzüne. Ne çare ki sakinlik ve uzlaşı nutkunu havada dönen kargalar bile dinlemeden uçacaktır, hiç onun olmamış dostları ile birlikte. ‘Türbana hayır’ mitinginden yenice dönmüş olan ateşli demokrat; heyecanla yapılan konuşmaları, gördüğü ünlüleri, maruz kaldığı tartaklanmalardan nasıl çevik hareketlerle sıyrıldığını nefes almadan anlatırken komşusuna; aslında, komşunun kızının da bir tesettürlü olduğunu ve bu yüzden üniversiteye gitmediğini hatırlaması komik, değilse trajiktir; ancak gönül alma, aynı ezberden geçmektedir; ‘ay yanlış anlama; siz farklısınız, onlar gibi değilsiniz, alınmadın değil mi şekerim’. Yıllarca o partiye sövülür, bu başkana küsülür. Lakin parti de başkan da sayemizde koca bir dağa dönüşmüştür. Her defasında olduğu gibi döner dolanır o mühür, yine aynı partiye vurulur. Vurulur ki otuz, kırk, hatta elli yıldır aynı siyasilerin hükmü sürülür. Çelişkilerden geçilmez güzel yurdumda. Çoğu insan kavramları okumaya, anlamaya zahmet etmez. Mantığımız değil, duygularımız hâkimdir beynimize. Her lafın altında bir bit yeniği ararız. Yan bakana çatar, düz bakana çarpar, çok gülene kızar, ağlayana yanarız. Delidir bizim kanımız. Duramayız durduğumuz yerde. Bir avuç kara parçasında bile. Daima rızkımızı başka topraklarda ararız. Kâh göçeriz, kâh konarız. Lakin konduğumuzla kalmayız. Uzun uzun uzak ufuklara dalarız. Đş de para da o uzak illerdedir düşümüzde. Ne hazindir ki eş zamanlı düşeriz tongaya! Hayallerimizi süsleyen şehirdekinin de aklı, çoktan gezinmektedir bizim illerde! Velhasıl, sürekli bir döngü vardır güzel memleketimde. Daimi bir değiş tokuş hengâmesi alır yürür. Derken biri çıkar, durup dururken sahneye. Vurur dertli dertli sazın teline. ‘Hem meye, hemi de tütüne müptelaymış sizin kahraman’ der; ne alakaya hikmetse. ‘Günde üç paket tütün teller, eğlenceden de beri gelmezmiş’ diye nameler dizer. Coşar şiddetle cümle taraftar, gücüne gider haklı olarak. Đspata kalkarlar heyecanla. Biri ‘yok, olamaz yalan’ der, diğeri söyleyeni yerden yere vurup özür dilemeye davet eder. Kimi ağlar, kimi sızlar, kimi hiddetinden psikopata bağlar. Hemen kutuplara ayrılır memleket, her atılan yemde olduğu


Sayı 10

gibi. Medyaya da iş düşmüştür tabii. Renkli kavgalar, hakaretler, bitmez tükenmez tartışmalar, havalarda uçan belgeler; tanıklar, alakalı alakasız ortalığa saçılan eski defterler… Herkesin tek derdi bu olmuştur artık. Ne PKK, ne ekonomik kriz, ne işsizlik, ne yolsuzluklar, ne elektrik doğalgaz zammı... Ve işte tam da yapılmak istenene her zamanki gibi çanak tutar benim uslanmaz milletim. Bir kişi de çıkıp densizliğe denge gerek diyemez; O üç paket mi tüketiyormuş; sen de beş paket iç de yarısını yap onun yaptığının. Ol da yarısı kadar ol; benden olsun, bir yıllık şarabın. O savaşın, kaosun, o karanlığın içerisinde kendini iyi hissettirecek, mutlu edecek bir şey bulabilmişse ve bir an da olsa iyi hissedebilmişse kendini bir kere değil, yüz kere hak etmiştir bu insanların kahramanı olmayı. Bu memleket, yeni doğmuş torunuyla yirmi beşinci defa hacca gidip örtülü ödenekten trilyonları cebe atanı da gördü, yüzlerce cami yaptırıp bankaları hortumlayanları da seyretti. Seyretmekle kalmadı; vergi kılıfında güzel güzel ödedi onların yediklerini. Pek çoğuna ceza bile kesilmedi. En nihayet; laf geldi bilgisizliğe, laf geldi bilinçsizliğe, acemice düşünmeden ders çıkarmadan; bir kaşık suda fırtınalar koparmaya ve illaki cehalete dayandı. Koca koca uluslarla çarpışan, dünyaya kafa tutan bu millet, kabul etmek gerekir ki cehalet savaşında sınıfta kaldı. Bunun içindir işte, bir kaşık suda fırtınalar koparışımız; gerçek fırtınada ise kafamızı gömüp tüm olanları yok sayışımız. Bunun içindir unutkanlığımız. Bilgiden uzaktır konuştuklarımız. Şu halde, yapılanları, yaşananları unutup aynı kuyulara dönüp dolaşıp tepetaklak yuvarlanmamız gayet doğaldır. Değil midir ki, kitap okuma oranımız gün gibi ortadadır. Tam da bunun içindir; hâlâ

Sayfa 37

çocuk istismarını, kadına şiddeti, işçi haklarını, tutuklu muamelelerini, haber alma hakkını ve tabii hepsinin kapsayanı olarak insan haklarını konuşur bir sonuca vardıramadan (suçlunun lehine olanlar sonuç değil, olsa olsa başka suçlara sebeptir) evlere dağılırız. Tam da bundan sebeptir, göz göre göre milleti soyup soğana çeviren vurguncuları her seçimde baş tacı edişimiz; eli kanlı tahsilatçıları, uyuşturucu ve silah kaçakçılarını, para aklayıcıları, kumarhane fuhuş sihirbazlarını kahramana çevirişimiz; din ve vicdan sömürüsüyle milletin kanını emen, kıblesi O üç paket mi tüketiyorABD olup türbesi yeşil sermayeden geçen muş; sen de beş paket iç de yarısını yap onun yaptısimsarlara Mesih muamelesi edişimiz. ****

ğının. Ol da yarısı kadar ol; benden olsun, bir yıllık şarabın.

Hiç unutmayınız ki, dünyada en zorlu savaş, cehaletle verilen savaştır. Zira sınırsızdır, çapını kestirebilmek imkânsızdır. Cahil cesaretinin, cüretinin ve cürümünün hattı hududu yoktur. Yıllardır sürmektedir bu görünmez savaş. Bazılarının dediği gibi; bu ülkeyi ne ihtilaller, ne afetler, ne beceriksiz politikacılar onar yıl geriye götürmüştür. Eğer, varsa bir geriye gidiş tarihin bir zaman diliminde, günahı sadece cehaletin boynunadır. Her şey bilgisizlikten, ukalalıktan, fevrilikten, tembellik ve bağnaz düşünceden gelmektedir. Dört bir yanımız bunlarla doludur. Şöyle bir mahallenizde, iş yerinizde, okulunuzda gözlerinizi bir gezdirirseniz; bir hafızanızda canlandırırsanız simaları, alıcı gözüyle; durumun vahametini daha net anlarsınız. Kurtuluş, ancak bu boş kafaların değilse; hurafe, saçmalık ve ön yargılarla yıkanmış beyinlerin, rektifiyeden geçmesiyle mümkün olacaktır. Politikacıların pek tabii, işine gelen bu durumun çözülmesinin sağlanması, ancak problemin farkında olanların sabır ve özveriyle, insanları kendini yetiştirmeye yönlendirmesi ve doğruyu görmeleri konusunda cesaretlendirmesi ile mümkündür.

“Koca koca uluslarla çarpışan, dünyaya kafa tutan bu millet, kabul etmek gerekir ki cehalet savaşında sınıfta kaldı.”

sevda.eger@politikadergisi.com

Kurtuluş, ancak bu boş kafaların değilse; hurafe, saçmalık ve ön yargılarla yıkanmış beyinlerin, rektifiyeden geçmesiyle mümkün olacaktır.


Sayfa 38

Politika Dergisi

Yönetim ve Kadın Naile DUMAN

Üst düzey yönetimdeki kadınların sayısı tüm dünyada sayıca düşüktür. Kadınların yönetimde sayıca az olması “Cam Tavanlar” (Glass Ceiling) kavramı ile ifade edilmektedir. Son yıllarda, aynı düzeyde kritik görevlere kadınların atanmasının engellenmesini ifade eden “Cam Duvarlar” (Glass Walls) kavramından söz edilmektedir. Üst düzey yönetimdeki kadınların sayısı tüm dünyada sayıca düşüktür. Kadınların yönetimde sayıca az olması “Cam Tavanlar” (Glass Ceiling) kavramı ile ifade edilmektedir.

Ataerkil toplumlarda, yerleşik kültür her şeyin başı olarak erkeği görür. Erkek söz sahibidir, erkek yönlendiricidir. Ekonomik anlamda da erkek eve para getirir, kadın da o parayla evi şartlara uygun bir şekilde çevirir.

Kadın yöneticilerin ya da yönetici adaylarının karşılaştıkları sorunlar, genellikle cinsiyetleri ile ilişkilidir. Bunun yanı sıra, kadının yaşının da problem edildiği görüşü hâkimdir; ya çok genç ya da çok yaşlı bulunabilmektedir.

Đlkel çağlarda anaerkil yapıya sahip insanlık, zamanla yerini ataerkil yapıya bırakmış; zaman içinde kadın ikinci sınıf vatandaş olmuş ve hâlâ da bu sıfattan kurtulamamıştır. Kadın hem üreten, hem toplayan konumunda iken; erkeğin avcılığa yönelmesi neticesinde, kadın yaşam merkezinden uzaklaşmış ve sonrasında erkek, fiziksel güce ulaşması, değişik aletler bulması, savaşmayı öğrenmesi gibi nedenlerle kadının önüne geçmiştir. Bu noktada kadın ne kadar suçludur, tartışılır; çünkü kadın, her ne kadar o dönemde cinsiyete dayalı bilgilere sahip olunmasa da çocuğu doğuran konumundaydı ve nasıl oldu ise kendiliğinden çocuğa bakmakla mükellef cins konumuna itildi. Bu da onu yaşadığı alandan çok fazla uzaklaşmamaya, çocuklarını ve evini koruma güdüsüyle harekete zorladı. Ve belki de kendiliğinden sindirilmeyi, ikinci plana itilmeyi kabul etti. Yüzyıllarca erkek, kadının annelik ve çocuğa olan bağlılığını kullanarak ve kadını basamak yaparak epey yol aldı; ancak kadınların nesli tükenene kadar; kadın-erkek sorunu, eşitliği, üstünlüğü tartışmaları hep var olacaktır Bugünün çağdaş kadını, her ne kadar toplumun kendisine yüklediği bu görevleri tam bir teslimiyetle kabul etmese de sonuç olarak, benzer sorunlara maruz kalmaktadır. Ne kadar iyi eğitim alırsa alsın; evlilik, çocuk sorumluluğu getirmektedir. Çoğu kadının evlilik ve çocuk nedeni ile çalıştığı işten ayrıldığı bilinmektedir. Annelik, kadının tüm yaşamını etkileyen en önemli faktördür Bu kadınların bazıları tekrar işe dönmekte, büyük bir kısmı ise erkek egemenliğini kabul etmektedir. 1986 yılında Wall Street Journal/Gallup tarafından, kadın yöneticiler üzerinde yapılan bir araştırmaya göre; kadınlar kariyer yolunda karşılaştıkları engeller olarak; %3 oranında aile ile ilgili sorumlulukları hedef göstermiş, diğerlerini ise cinsiyet farklılıklarından kaynaklanan nedenler (erkek şovenizmi, kadın patronlara karşı davranışlar, yavaş terfi ve kadın olduklarından dolayı dikkate alınmamaları) olarak belirtmişlerdir.

Eşitlik politikalarıyla, üst yönetimde kadınların yer alması ile ilgili olarak çalışmalar yapan ülkeler bulunmaktadır. Đskandinav ülkelerinde kamu kuruluşları ve komisyonlarının yönetimlerinde kadın ve erkeklerin eşit olarak temsil edilmesini öngören yasalar kabul edilmiştir. Danimarka’da 1980 ortalarında kabul edilen yasaya göre, hükümete bağlı kamu kurum ve komisyonlarına atama yapılırken olabileceği ölçüde kadın ve erkek üyeler arasında denge sağlanması öngörülmüştür. Belçika’da ise basın ve yayın kuruluşlarıyla ilgili olarak “Medya Konseyi” yönetiminde, üyelerinin üçte ikisinden çoğunun aynı cinsten olamayacağı koşulu getirilmiştir. Kadın yöneticilerin ya da yönetici adaylarının karşılaştıkları sorunlar, genellikle cinsiyetleri ile ilişkilidir. Bunun yanı sıra, kadının yaşının da problem edildiği görüşü hâkimdir; ya çok genç ya da çok yaşlı bulunabilmektedir. Ataerkil toplumlarda, yerleşik kültür her şeyin başı olarak erkeği görür. Erkek söz sahibidir, erkek yönlendiricidir. Ekonomik anlamda da erkek eve para getirir, kadın da o parayla evi şartlara uygun bir şekilde çevirir. Bunun yanı sıra, çocukların sorumluluğu da kadınlar üzerindedir. Ataerkil toplumlarda erkeğe böyle bir sorumluluk yüklenmemiştir. Babadır; ancak çocuk büyütmek işi, annenin görevidir. Son yıllarda genç nüfus evliliklerinde erkeklerin daha eşitlikçi ve paylaşımcı bir görüntü sergilemeleri sevindiricidir. Ülkemizde, kadınlar çalışma alanı olarak en çok kamu sektörünü tercih etmektedirler. Bunun nedenlerinin başında; devlete duyulan güven, düzenli çalışma saatleri örnek verilebilir. Her ne kadar, kamuda çalışan kadın sayısı yıllar bazında artmış olsa da; aynı şey, kadın yönetici sayısındaki artış açısından aynı paralellikte gelişmemiştir. Kamuda çalışan üst ve orta derecedeki yöneticilerin; %80’i şef, %15’i şube müdürü, %3,7’si daire başkanı, %0,62’si de genel müdür yardımcısı statüsündedir. Ülkemizde, 1991 yılında bir kadın vali, 1992 yılında


Sayı 10

Sayfa 39

ise 3 kadın kaymakamın atanmış olması olumlu bir gelişmedir. UNICEF’in ’Eğitimin Toplumsal Cinsiyet Açısından Đncelenmesi Türkiye 2003’ raporuna göre; kadın okul müdürlerinin eğitim alanında kapladıkları alan %4’tür. Đlköğretim müdürlerinin sayısı 16.454 iken bu rakamın sadece 477’si bayandır. Ortaöğretim kadrosunda ise kadın yönetici bulunmamaktadır. ‘Kadınların Profili’ isimli çalışması neticesinde, kadınların ortak özellikleri: *Ön plana çıkmamak, *Kontrollü kadınsı bir görünüme sahip olmak, *Feminist olmamak, *Sosyo-ekonomik açıdan üst sınıf mensubu olmak, *Güçlü bir kişiliğe sahip olmak, *Yüksek başarı güdüsüne sahip olmak, *Evli/çocuklu bir yaşam sürdürmek.

M.Hennig ve A. Jardim’in ABD’de 25 üst düzey kadın yönetici arasında yaptığı araştırmaya göre; ya ilk çocuk olan ya da erkek kardeşi bulunmayan bu kadınların hepsi de babalarının özel ilgisiyle büyüdüklerini ve kişiliklerinin oluşumunda babalarının çok önemli rol oynadığını belirtmişlerdir. Yine bir araştırmaya göre; Türkiye’deki üst düzey kadın yöneticiler sosyo-ekonomik açıdan üst sınıf ailelerden gelmektedir. Kadın yöneticilerin %53’nün babası bürokrat ve %6’sı yöneticidir. Çoğu Türkiye’deki yabancı okullarda ya da yurtdışındaki okullarda lisans ve yükseklisans eğitimini tamamlamışlardır. Bu yüzden, merdivenleri çıkarken hiç yorulmamışlar, yolda dikenlere takılmamışlardır. Bu kadınlar, aynı zamanda toplumda altsınıftan gelen kadınları ev işi ve çocuk bakımında kullanmak suretiyle, kendileri de hem evli hem de çocuk sahibi kadın vasfını taşıyarak mesleki statülerini korumaktadırlar.

Ernst And Young’ın Đnsan Kaynakları Yönetici Seçme ve Değerlendirme Bölümü, internet ortamında yaklaşık 5.000 kişi üzerinde “Çalışanlar Kadın Yöneticiyi Nasıl Görüyor?” konulu araştırma gerçekleştirmiştir. Araştırma, hem kadın hem de erkek denekleri kapsamaktadır. Çalışma, kadınların yöneticiden çok çalışma arkadaşı olarak benimsendiğine işaret etmektedir. Kadınlar, kadın yöneticilerle çalışmayı istememekte, erkekler ise sorun olarak görmemektedirler. Kadın yöneticiler, erkek yöneticilere nazaran daha duygusal, inatçı, detaycı, hırslı, yaratıcı, mükemmeliyetçi, empati sahibi, iletişim yeteneği gelişmiş bulunurken, erkek yöneticiler ise lider, başarılı, otoriter, kendine güvenen, iş-yaşam dengesi kurabilen, geniş açıdan bakabilen, kendine güvenen, soğukkanlı gibi özelliklerle nitelendirilmiştir. Bu sonuca şaşmamak gerekir; çünkü hem iş hem eş hem de çocuk sorumluluğunu sırtında taşıyan kadınları iş-yaşam dengesi konusunda bile yetersiz bulmak erkek bencilliğinin göstergesidir.

“Türkiye’deki üst düzey kadın yöneticiler sosyoekonomik açıdan üst sınıf ailelerden gelmektedir. Kadın yöneticilerin % 53’nün babası bürokrat ve %6’sı yöneticidir. Çoğu Türkiye’deki yabancı okullarda ya da yurtdışındaki okullarda lisans ve yüksek lisans

Kaynaklar *Naile Duman "Đlköğretim Okulu Yöneticilerinin Yetki Ve Sorumluluklarının Analizi ve Yönetimde Yeni Bir Yaklaşım", Yeditepe Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Eğitim Yönetimi ve Denetimi Yüksek Lisans Programı, Araştırma Çalışması, 2005. *Hasan Zorlu, “Eğitim ve Yönetimde Cinsiyet” . *Özgül Gülüşan Erdoğan, Đşletme Yönetiminde Sosyal Sorumluluk Bakış Açısıyla Kadın Yönetici Terfilerinde Terfi Engelleri (Tekstil Sektöründe Bir Araştırma) Marun Sos Bil Ens Đşl Ana Bil Dalı Yönet Ve Org Bil Dalı YL.Tez .

naile.duman@politikadergisi.com

eğitimini tamamlamışlardır. Bu yüzden, merdivenleri çıkarken hiç yorulmamışlar, yolda dikenlere takılmamışlardır.”


Sayfa 40

Politika Dergisi

Tarikatlı Demokrasi Osman BUDAK

Bu demokrasi, öyle bir demokrasidir ki hukuk mukuk tanımaz. Tarikat demokrasicileri için demokrasi; salt bir parmak hesabı rejimidir.

“Tarikatlara teslim edilen bir kişinin özgür iradesinden söz edilemez. Bir ağanın emri altındaki maraba ile tarikat şeyhinin emri altındaki emekçinin teorik olarak hiçbir farkı yoktur. Zira ortada irade yoktur.”

Hatırlarsınız; Kemalist devrimlerle ocağına incir ağacı dikilen tarikatlar, bir aralar meydanlara dolmuştu. Evet, meydanlara doldular! Sakın ha, meydanlara dolmak gibi gayet demokratik ve ilerici bir şeyi bu dogma yuvaları için nasıl kullanabildiğimi sorgulamayın. Daha düne kadar “Cumhuriyet Mitingleri” için; “Miting, meclisin iradesinden üstün değildir” diye lafazanlık yapanlar, o gün “ortak akılsızlık” içeren hareketleriyle, bu düşüncelerini meydana inerek(!) ifade ediyorlardı. Meydana dolmak gibi gayet demokratik ve ilerici eylemlerin, böylesi dogmatizm esiri insanlar için bir anlamı bulunmadığından insan şaşırıyor elbet. Nasıl oluyor da oluyor demeyin. Topluma dayatılan ciddi bir yanılgıdır; “tarikat demokrasisi”. Bu demokrasi, öyle bir demokrasidir ki hukuk mukuk tanımaz. Tarikat demokrasicileri için demokrasi; salt bir parmak hesabı rejimidir. Rasyonel düşünme, irdeleme, tartışma gibi unsurlar önemli değildir onlara göre. Ne de olsa biat kültürüyle yetişmişlerdir. Önemli olan sorgulamak değil, iman etmektir. Halk cahil, halk eğitilmemiş; halk bunlara paralel olarak muhafazakâr, halk geçim derdine düşürülmüş, ‘yeşil kartını mı alalım, Kıbrıs’ı mı verelim?’ sorusuna ‘yeşil kartım kalsın’ diyen bir halk… Đşte bu hale getirilmiş bir halka, tarikat yollarını da açarsanız ortaya demokrasi açısından ciddi sorunlar yaratan bir tablo çıkar; çünkü tarikatlara teslim edilen bir kişinin özgür iradesinden söz edilemez. Bir ağanın emri altındaki maraba ile tarikat şeyhinin emri altındaki emekçinin teorik olarak hiçbir farkı yoktur. Zira ortada irade yoktur.

Tarikatla Demokrasi Olmaz Nasıl olabilir ki? Hürriyet Kelebek'ten (2 Temmuz 2004) Kadiri tarikatının müritleri; Kadiri tarikatıyla ilgili bir haberi anlatayım şeyhleri izin vermediği süre- da siz karar verin isterseniz. ce işyeri açamazlarmış, evlenemezlermiş, çocuk sahibi bile olamazlarmış. Müritlerin kızları ‘şeyh efendi’ye hizmet edebilmek için birbirleriyle yarışırlarmış.

Kadiri tarikatının müritleri; şeyhleri izin vermediği sürece işyeri açamazlarmış, evlenemezlermiş, çocuk sahibi bile olamazlarmış. Müritlerin kızları ‘şeyh efendi’ye hizmet edebilmek için birbirleriyle yarışırlarmış.

Görüyor musunuz aslan demokratları! Devam edelim… “Şeyh, müritlerin gözünde ulaşılmayan bir varlıktır. Şeyhin berberde kestirdiği saçlarını, kestiği tırnaklarını toplayıp saklayan bile vardır. Bir gün sohbet toplantısının ardından şeyh çay içmişti. Tekrar çay getirmesi için bardağı uzattığında bardağın dibinde kalan çayı içmek için müritler birbirine girdi.” diyor haber metni. Dahası var… “Yine bir gün, şeyh kendisinin aldığı iç çamaşırı küçük gelince değiştirilmesi için geri gönderdi. Ama iç çamaşırı geri gitmedi. Müritler arasında öpüp-koklandıktan sonra bir mürit satın aldı. Zaten şeyhin bir eksiği olduğu zaman ortaya söylerdi, müritler anında yerine getirirdi.” Evlenmek için, çocuk sahibi olmak için, dükkân açabilmek için şeyhinden izin alan; mide kaldıracak bir şekilde don koklayan, bunu eline yüzüne süren, şeyhinin kulu kölesi insanlar siyasal seçimini özgürce yapabilir mi, oy kullanma hakkını özgürce kullanabilir mi? Kendi ülkesindeki farklı inançlara saygısı olmayan; bu yüzden ısrarla ümmetçiliğini beyan eden insanlardan hürriyetçi çıkar mı?! Belgesel çekimi için, Kayseri Kalesi’ne asılan Bizans bayraklarına tahammül edemeyen insanlardan hoşgörü beklenebilir mi?! Türban davası ile özgürlük havarisi kesilenlerin, daha sonradan “madem Müslümansın” diye başlayan dayatmaları demokrasi kültürüyle örtüşebilir mi?! Demokrasi, liberalizm diye çığlık atarken; aynı zamanda “okurumuz buna hazır değil” diyerek kendi yazarının yazısını yayından kaldıran bir basın, gerçekten de samimi mi?!


Sayı 10

“Evrim teorisi” gibi bilimsel bir olguya reklamlarında bile katlanamayarak, onu sansürleyen yine aynı basın, acaba liberalizmden gerçekten de bir tutam ışık kapabilmiş midir?! Ya da insanları manşetlerde hedef göstererek ölümlerine sebep olan “kardeş” basın, hümanist duygular besliyor olabilir mi?!

Sayfa 41

gerçeği ortadayken; bir bakıyoruz, bu kesim “demokrasicilik” oyununu sahneden düşürmez olmuş. Her gün yarım milyondan fazla bedava dağıtılan gazetelerinde sürekli bir demokrasi vurgusu hâkim.

Şeriat – Demokrasi Diyalektiği Allah Allah!

Demokrasi ile Şeriat Çatışır!

Đyi de arkadaş, sen özünde bu kavrama değer veriyor musun ki…

Sevgili okurlar; demokrasi, insan hakları ve özgürlükler, bu kavramlara değer veren kişiler ve kurumlar için geçerlidir. Onu içten içe oymaya çalışan, amaç değil de araç olarak görenler için değil...

Mesela en başta, bu ülkeye demokrasinin Demokrasi, azınlıkların da gelmesi için her türlü gerici kurumu yıkan bir gün iktidara gelebileceği Mustafa Kemal’le barışık mısın? hesabını yaparak onları

Demokrasi, temel hak ve özgürlüklerin esas olduğu bir çoğunluk yönetimidir. Laiklik ise, devletin dinlere eşit uzaklıkta bulunmasını ifade eder. Sadece çoğunlukçulukla demokrasi olmaz. Bugün bu konuda düşülen en büyük hata budur. Madem ben daha fazlayım; her istediğimi yaparım mantığıdır bu. Oysa demokrasiyi tanımlarken temel hak ve özgürlüklerin esas olduğundan bahsetmiştik.

Demokrasinin olmazsa olmaz olgusu laikliği, kendi dar şeriatçı aklınla yeniden tanımlamaya mı kalkmaktasın?

Demokrasi, azınlıkların da bir gün iktidara gelebileceği hesabını yaparak onları koruyan bir sistemdir. O yüzden bir “çoğunluk diktatörlüğü” asla olamaz ve olmamalıdır. Peki, tarikatların tabi olduğu “şeriat” nedir? Şeriat; dünyayı da, ahireti de düzenleyen Đslam kuralları ve bu kurallara göre kurulduğu kabul edilen teokratik devletin temelidir. Đslam kurallarının uygulanmaya çalışıldığı bir toplumda “inanç özgürlüğü”nden nasıl söz edebiliriz? Peki, böyle bir sistemde Müslüman olmayan ya da bu kurallara göre yaşamak istemeyen Müslüman yurttaşlarımız için bir özgürlük mevcut mudur? Eğer mevcutsa, bu vatandaşlarımız ikinci sınıf insan mıdır? Bu sorunlar yüzündendir ki teokratik sistemler diktatörlüktür. “Diktatörlüğe özgürlük” söylemi ise trajikomik bir ifadedir. Maalesef, insanlarımızın kafası o kadar bulandırılmıştır ki bu temel gerçekleri görmekten bile oldukça uzaktadırlar. Đlginçtir, bugün genç kızlarımız “türbana özgürlük” sloganları içerisinde kendilerini prangalara bağlar olmuştur. Ne acıdır ki, “Ben size manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış fikir bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıl ve bilimdir!” diyen bir liderin “kendini sevmeyen” torunları, akıldan fikirden uzak böylesi düşüncelerin ve bu düşünceleri pompalayan tarikatların esiri olmuştur. Tarikatlarla, cemaatlerle demokrasi olmaz

koruyan bir sistemdir. O

Yoksa O’nun bu kurumları yıkarkenki yüzden bir “çoğunluk diktadevrimciliğine karşıt olarak onu “demokrat törlüğü” asla olamaz ve olmamakla” mı suçlamaktasın? Devrimde olmamalıdır. halk oylaması mı istemektesin?

Sanı profesör, ama kendi kompresör bile olamayacak adamlarla kalkıp demokrasi dersi vermeye mi kalkıyorsun? Tüm bunları bir de oturup demokratlık kisvesi altında mı yapıyorsun? Tam bir şeriat - demokrasi diyalektiği! Tabii, anlayana…

“Đlginçtir, bugün genç kızlarımız “türbana özgürlük” sloganları

Üç Ana Çarpıtma Bu konuda üç farklı çarpıtma söz konusu: 1) Çoğunluğun “Müslüman” olduğunu vurgulayarak, totaliter bir devlet arzusunu, sanki “demokratik” bir istemmiş gibi topluma sunmak, 2) Şeriat devletine karşı çıkanları, Müslüman değilmiş ya da Đslam dinine küfrediyormuş gibi yorumlamak,

içerisinde kendilerini prangalara bağlar olmuştur.”

3) Laikliği, sanki toplumun demokratik isteklerine karşıymış ya da din düşmanıymış, yani bağnazlıkmış gibi göstermek. Bizim dincilerimizin demokrat-yobaz olmasındaki temel etkenler işte bunlardır. Demokrasiyi kendi silahı ile yıkmaya çalışmaktadırlar. Çoğunluğun gücünü demokratik olmayan bir biçimde kullanılmamasının tek güvencesi ise temel hak ve hürriyetlerdir. Din konusunda bu “temel hürriyet” inanç özgürlüğü, “temel hak” da anayasamızın değiştirilemez ilkelerinden biri olan laikliktir.

osman.budak@politikadergisi.com

Sanı profesör, ama kendi kompresör bile olamayacak adamlarla kalkıp demokrasi dersi vermeye mi kalkıyorsun?


Sayfa 42

Politika Dergisi

Obama ve Şirketler Oligarşisi Yamaç KONA

Amerikan seçimleri gerçekleşti, yeni başkan bir siyah derili; Barack Obama. Amerika'yı yöneten kişi değişmedi; sadece Amerika'nın vitrini değişti. Bu nedenle, tüm beklentiler ve umutlar boştur. Amerika'yı yöneten şirketler oligarşisidir ve Amerikan Başkanı bu oligarşik yapının emrindedir.

Tüm dünya umutlu; yıllardır ABD'nin dünyaya yaydığı korku, vahşet ve terörün biteceğine dair umutlu. ABD kaynaklı küresel ekonomik krize yapılacak bir müdahaleden ötürü umutlu. Bush'un barış getirme kavramından ziyade Obama'nın barış getirme kavramı üzerine umutlu. Tüm bu umudun sebebi nedir? Tüm dünyadaki bu kurtuluş havasının nedeni nedir? Türkiye'deki bu “Obamacılık” nedir?

“Şirketler oligarşisi, siyah derili bir başkan seçerek vitrin yarattı ve sempati topladı. Obama'yı kurtarıcı olarak lanse etti, değişim vaat etti. Dünya rahat bir nefes alma umuduyla Obama'ya güvendi.”

Dediğim gibi; geleceği göremeyiz, ancak belki de bu, Amerika'nın dünyayı mahveden politikalarının zorunlu bir yavaşlama sinyalidir.

Amerika'da bir siyah derili başa geldi, tüm dünya umutlandı. Obama dünyaya ne vaat etti de bu kadar sevilen bir başkan oldu? Obama dünyaya değişim vaat etti ve bunun ipuçlarını verdi. Daha yumuşak başlı bir başkan olacağının sinyallerini verdi. Sadece bunu yaptı ve tüm dünyayı arkasına aldı. Bunun nedeni, derisinin rengidir. Siyahî bir başkan dünya üzerinde “artı” bir hava estirdi. Tüm dünyayı umutlandırdı; çünkü yıllardır, ABD'de ezilen bir topluluk mensubu bir birey Amerikan Başkanı oldu. Farklı olacağı düşünüldü; çünkü vaatleri değişimden ibaretti. Halkına huzuru vaat etti, şimdinin aksini işaret etti; değişim dedi. Amerikan halkı ona güvenmişti. Tüm Avrupa'da ırkçılık yükselirken ABD'de bunun gerçekleşmesi, bu seçim üzerinden ulaşılabilecek tek harika sonuçtur. Amerika'yı yöneten kişi değişmedi; sadece Amerika'nın vitrini değişti. Bu nedenle, tüm beklentiler ve umutlar boştur. Amerika'yı yöneten şirketler oligarşisidir ve Amerikan Başkanı bu oligarşik yapının emrindedir. Amerika ekonomi üzerinde yaşayan bir devlettir. Temelleri NASDAQ, NYSE ve Petrol Şirketleri'ndedir. Dünya'daki para trafiğinin çoğunu elinde bulundurur. Bu nedenle dünya üzerindeki tüm büyük şirketlere göre Amerika'nın yönetimi halka bırakılamayacak kadar önemlidir(!). Büyük şirketlere göre mutlaka ve mutlaka para gücünü elinde tutan devlet yani günümüz Amerika'sı şirket sahiplerinin karına bir politika izlemelidir. Bunu da ancak şirketler oligarşisi gerçekleştirebilir. Şirketler oligarşisi, siyah derili bir başkan seçerek vitrin yarattı ve sempati topladı. Obama'yı kurtarıcı olarak lanse etti, deği-

şim vaat etti. Dünya rahat bir nefes alma umuduyla Obama'ya güvendi. Maalesef yanıldılar; gelecek bilinemez, ancak şu aşikardır ki ABD politikası başkanın değişmesiyle kesinlikle değişmez. Dış politikası, iç politikası, ekonomi politikası, Orta Doğu politikası, Avrasya politikası hiçbir şekilde başkanla değişmez, değişemez. Amerika, Obama'nın sempatik bir lider olmasından yararlanıp işlerini gizliden ve güler yüzle devam ettirecek. Dünyayı güler yüzle harap edecek, mahvedecek. Dediğim gibi; geleceği göremeyiz, ancak belki de bu, Amerika'nın dünyayı mahveden politikalarının zorunlu bir yavaşlama sinyalidir. Zorunlu olmasının en büyük nedeni; dünyayı mahveden ABD'nin, dayanağı olan kapitalizmin kendi ayakları üzerinde duramamasıdır. Paraya aç kalan kapitalizmin doyurulması gerekmektedir ve bu tabii ki ABD'nin görevidir, bu da ABD'nin üzerinde yük oluşturur. Bir diğer neden ise, ABD düşmanlığının dünya üzerinde inanılmaz bir hızla yükselmesidir. ABD'nin barış getirme vaadiyle girdiği, ancak bölgeye terör getirdiği tüm dünya tarafından Afganistan ve Irak örneklerinde gözlemlenmiştir. ABD eşittir kapitalizmdir. Bu nedenle, biri kötü duruma düştüğünde diğeri de sürüklenir. ABD yıllardır dünya üzerinde estirdiği “Amerikan Terörü” ile kapitalizmin sırtında büyük yük oluşturuyordu. Şimdi de kapitalizm ABD'ye yük oluşturuyor. ABD, kapitalizmi beslemek zorunda. Yoksa ülkenin dayanakları çöker ve temelleri ağır hasar alır. Bu, şirketler oligarşisi için pek iyi olmaz. Tabii ki tüm insanlar için de iyi olmaz; ama bu kimin umurunda… Obama gelecek ve ne değişecek? Obama'dan çok büyük ve çok anlamsız beklentiler var. Bir anda dünya borsalarının çöküşten kurtulacağı, ABD terörünün sona


Sayı 10

Sayfa 43

ereceği, Ortadoğu'nun rahat bırakılacağı, Đran ve Rusya ile ilişkilerinin Dünya'nın iyiliği için düzeleceği gibi beklentiler boştur. ABD'nin hareketlerini başkan belirlemez. ABD'nin tavrı ve davranışları başka mercilere bağlıdır. Obama, ABD'nin oluşturduğu çok başarılı bir vitrindir. Tatlı üslubuyla, ten rengiyle, barışçı söylemleriyle, ılımlı cevapları ve duruşuyla dünyanın kabulünü görmek için biçilmiş kaftandır. Dünya, Obama daha koltuğa oturmamışken, onu bağrına basmıştır. Bu, çok büyük bir psikolojik savaşım değil de nedir? ABD psikolojik olarak dünyayı uyutmuştur. Bundan sonra, izleyeceği dünyayı mahvetme politikası yavaşlayacaktır; ancak kesinlikle ilerleyişine devam edecektir. Tüm dünya da önceden olduğu gibi, ABD'nin ağzının içine bakmayı sürdürecektir.

yamac.kona@politikadergisi.com

Tüm Okurlarımız Uludağ Üniversitesi’nde Gerçekleştirilecek Anma Toplantısına Davetlidir.


Sayfa 44

Politika Dergisi

Giddens ve Klasik Düşünürler (Durkheim) Asaf ŞĐMŞEK

Durkheim’ın sosyal değişme görüşünün temelinde; nüfus artışı ve iş bölümü yer alır. Durkheim, bu kavramlardan hareketle şöyle bir değişme şeması çizer.

Durkheim’ın sosyal değişme görüşünün temelinde; nüfus artışı ve iş bölümü yer alır.

“Durkheim devrimci düşünceye karşı bir teorisyendi. Onun toplumsal anlayışının çerçevesini devrim değil, evrim oluşturuyordu.”

Toplumlar büyüdüğü ve daha geniş topraklara sahip oldukları ölçüde, gelenekler ve pratikler zorunlu olarak, artık bireysel farklılıklara eskisi kadar direnç göstermeyen bir elastiklik ve belirsizlik durumu içinde var olurlar; bu yüzden gelenekler ve pratikler kendilerini çok çeşitli durumlara ve değişen ortamlara uydurabilirler. Bireysel farklılıklar, artık çok daha az kısıtlandıkları için daha serbestçe gelişir çoğalırlar; yani, herkes kendi temayülünün peşine daha fazla düşer. Aynı zamanda, iş bölümünün daha da ilerlemiş olması sayesinde, herkes kendisini ufuktaki farklı bir noktaya yönelmiş olduğunu, dünyanın farklı bir yönünü yansıttığını görür ve bunun sonucu olarak, bireysel zihinsel içeriği insandan insana değişir. Böylece yavaş yavaş, aynı toplumsal grubun üyeleri dışındaki ortak hiçbir şeylerinin olmadığı bir duruma ilerleriz ki buna artık neredeyse varılmış gibidir. Bu nedenle, milli bünyedeki faklılıklara göre bir ölçüde değiştirilmiş bu insan teki, tikel kanıların akışı üzerinde tutulup değiştirilemez ve gayrişahsi bir şey olarak korunan tek fikirdir. Đnsanların ortak olarak sevebilecekleri ve tapabilecekleri hiçbir şey kalmaz, insanın kendisi dışında. Đşte bu yüzden, bırakın özgürlüklerimizi yapılması gereken şeyi bulmak ve yapmak için kullanalım; insanları hala çok acımasızca etkileyen toplumsal makinenin işleyişini yumuşatmak için insanların sahip oldukları yetileri engellerle karşılaştırmadan geliştirebilmelerine imkan verecek bütün olası araçlara ulaşabilmelerini sağlamak için, şu ünlü kuralı nihayet bir gerçeklik haline getirebilmek için: Herkese yaptığı işe göre! (Giddens,1996: 93-94)

Giddens diğer bütün teorisyenlerde olduğu gibi Durkheim’ın görüşlerini de eleştirel bir dille açıklamıştır. Giddens, eleştirilerini yaparken bütüncül bir yaklaşımdan yola çıkmıştır. Yani yaptığı eleştirinin siyasi, sosyoloji, felsefe gibi alanları kapsayan geniş bir değerlendirmeyi içermesine dikkat Durkheim, teorisini kurarken etmiştir. pratik, günlük sorunlardan uzak bir sosyoloji anlayışını tamamen reddetmiştir.

Giddens, Durkheim’ı; toplumda bütünlüğün ya da mutabakatın önemini, çatışmayı neredeyse tamamen bir kenara atacak ölçüde vurgulamış olduğu; her şeyden çok toplumla birey arasındaki ilişki üzerinde

odaklanıp ara yapıları ihmal ettiği için bir kurumlar teorisi geliştirememiş olduğu, ahlaki ideallerin doğayla çok fazla ilgilendiği için siyasi iktidarın oynadığı rolü dikkate almamış olduğu ve toplumsal düzen ile dengeyi takıntı haline getirdiği için toplumsal yeniliğin ve toplumsal değişimin etkilerini yeterince değerlendirememiş olduğu gerekçeleriyle eleştirmiştir. (Giddens,1996: 117) Durkheim devrimci düşünceye karşı bir teorisyendi. Onun toplumsal anlayışının çerçevesini devrim değil, evrim oluşturuyordu. Anlamlı sayılabilecek büyük değişimlerin temelinde, uzun vadeli toplumsal gelişme süreçlerinin var olduğunu sık sık vurgulamıştır. Radikal bir toplumsal dönüşüm mekanizmasının temelinde sınıf çatışmasının olduğunu reddederek Marksizm’den ve diğer bütün devrimci eylemlilik tiplerinden ayrılır; fakat bunu söylemekle, Durkheim’ın toplumsal çatışma ya da sınıf çatışması olgusunu tamamen göz ardı ettiğini söylemiyoruz. (Giddens,1996: 117) Durkheim, teorisini kurarken pratik, günlük sorunlardan uzak bir sosyoloji anlayışını tamamen reddetmiştir. Ona göre, pratik sorunlarla hiçbir alakası olmayan bir sosyoloji harcanan emeğe değmezdi. Belli bir zaman dilimi içerisinde toplumun yaşadığı değişim çizgilerini belirlemek ve hangi eğilimlerin beslenerek gelecekte ağırlık kazanması gerektiğini göstermek sosyolojinin en önemli görevlerinden biriydi. (Giddens, 1996: 118) Durkheim gibi Comte da her zaman sosyolojinin pratik amaçlara yöneltilmesini istemiştir. Comte’a göre, düzen ve ilerleme


Sayı 10

karşılıklı olarak zorunludur. Kaçınılmaz olanın değişmenin her zaman ileriye dönük olarak evrimsel bir çizgide gerçekleştiğini savunmuştur. (Giddens , 1996:121) Durkheim, Spencer ile birlikte Comte’u “ilerleme” yi şeyleştirmekle (kendi kendini iyileştirme itkisini sanki toplumun evriminin genel nedenlerinden biriymiş gibi görmekle) eleştirmesine rağmen, işlevsel (statik) açıklamayı tarihsel (dinamik) açıklamadan ayırırken Comte’u yakından takip etmiştir. Durkheim, toplumun bilimsel incelemesinin normal olanı patolojik olandan ayırma aracını verebileceğini onaylıyordu; Çünkü doğa bilimi bize nasıl bilginin ancak ağır ağır gelişebileceğini gösteriyorduysa, sosyoloji de gerçekten ilerici bütün toplumsal değişimlerin sadece birikim yoluyla gerçekleştiğini gösteriyordu.

Sayfa 45

kadar Durkheim’ın yazılarında da önemli bir temadır. Durkheim’ın devrime duyduğu husumet Comte’un kinini sürdürüyordu ve aynı şekilde bilimsel bir temeli olduğu ileri sürülüyordu; siyasi devrimin kendi başına toplumsal dönüşümü garanti altına almanın olası bir aracı olduğunu sanmak şöyle dursun, bir toplumda tedrici değişim yaratmayı beceremediğini ifade ediyordu. Ama açıklamanın biçimi benzer olsa da içeriği tamamen aynı değildi. Yani Durkheim kendi döneminin, toplumunda neyin normal neyin patolojik olduğunu belirlerken Comte’dan epeyce uzaklaşmıştı. (Giddens , 1996:155- Yani Durkheim kendi döne156) minin, toplumunda neyin

asaf.simsek@politikadergisi.com

normal neyin patolojik olduğunu belirlerken Comte’dan epeyce uzaklaşmıştı.

Đlerleme ile düzenin birbirine karşılıklı olarak bağımlı olmaları, Comte’ un yazıları

Bu tanıtım toplumsal sorumluluğumuz doğrultusunda yapılmıştır. Politika Dergisi olarak, bu projeyi; taşıdığımız sorumluluk için destekliyoruz. Bu tanıtım karşılığında, KoyOgretmeni.com adlı siteden hiçbir ücret alınmamıştır.


Sayfa 46

Politika Dergisi

Türkiye Gelişmiş Ülkelerin Çöplüğü mü? Özcan NEVRES

Gelişmiş ülkelerin tümünde altın madeni işletilmesi yasaklanmıştır. Bu yüzden, altın madeni işleyen şirketler, faaliyetlerini az gelişmiş ve gelişmemiş ülkelere kaydırmışlardır.

“Tarım için çalışmalıyız, ama nasıl çalışacağız? Zira en verimli tarım alanlarında hava alanları, fabrikalar yapılıyor.”

Ovacık Maden Đşletmesi’nde her gün tonlarca toprak kazılıp işleniyor. Çıkan tozlar, Türkiye'nin en verimli ovalarından biri olan Bakırçayı Havzası’ndaki ovayı olabildiğince etkiliyor.

28 Kasım günü Bergama'da; Ovacık köyü düğün salonunda, Ovacık Altın Madeni Đşletmesi’nin mevcut atık barajına ilave yapılmak istenilen ikinci atık barajıyla ilgili halkı bilgilendirme toplantısı yapıldı. Halkın bilgilendirilmesini engellemek isteyen firma, salonu çalışanlarıyla doldurdu. Böylece, Çevre Đl Müdürlüğü temsilcileri Bergama halkına bilgi verme olanağı bulamadan, toplantıyı sona erdirmek zorunda kaldılar. Oysa Đzmir, Dikili, Ayvalık, Edremit, Kozak ve Bergama'dan gelen çeşitli sivil toplum kuruluşu üyeleri, yapılacak ikinci atık barajının yöreyi nasıl tehdit edeceğini tartışacaklardı. Gergin bir atmosfer içinde, çevreciler altın madeni işçilerinin yuhaları arasında bildirilerini vermek zorunda kaldılar. Böylece, verilen bilgiler güme gitti. Peki, bu olayda devlet neredeydi? Çevrecilerin bildirilerini görüşmeyi engelleyenlere neden engel olmadılar? Olmadılar; zira Türkiye'nin gelişmiş ülkelerin çöplüğü olmasına göz yumanlar var. Değerli okurlarım; lütfen bu yazıyı dikkatle okuyunuz. Gelişmiş ülkelerin tümünde altın madeni işletilmesi yasaklanmıştır. Bu yüzden, altın madeni işleyen şirketler, faaliyetlerini az gelişmiş ve gelişmemiş ülkelere kaydırmışlardır. Altın madeni çıkarılan ülkelerin hiçbiri zenginleşmemiş ve aksine daha da fakirleşmişlerdir. Siyanürün neden olduğu ölümcül hastalıklar ise yanlarına kâr kalmıştır. Dünyanın 2020 yılına kadar plastik kullanımını yasaklama kararı almasına rağmen; Organize Plastik Sanayi, Menemen’de kurulmaktadır. Dahası; gelişmiş ülkeler, kimyasal atıklarını ülkelerinin topraklarına gömmektense, az gelişmiş ülkelere göndermektedirler. Gönderdikleri ülkelerden biri de bizim güzel ülkemiz Türkiye’dir. Gemi söküm tesislerinin çevreye ne kadar büyük zarar verdiğini bilen ülkeler, gemilerini söktürmek için Foça Çakmaklı’daki Gemi Söküm Tesislerine göndermektedir. Dünyanın en gelişmiş teknolojilerine sahip olan ABD’nin bile, gemi söküm işini Türkiye’ye havale etmiş olması çok anlamlı ve düşündürücüdür. Çocuklarımızın ve torunlarımızın geleceği ve sağlıklı yaşamaları için, bu gibi tesislere karşı gerekli mücadeleyi vermeliyiz. Gelişmiş ülkelerin çöplüğü olmaktansa, orman ve tarım zengini olmak için çalışmalıyız. Tarım için çalışmalıyız, ama nasıl çalışacağız? Zira en verimli tarım alanlarında hava alanları, fabrikalar yapılıyor. Halen

Ergenekon davası yüzünden gündemden düşmeyen Silivri Cezaevi dünyanın en verimli arazileri arasında yer alan Silivri Ovasında bin dönümlük bir alanda kurulmuştur. Oysa Anadolu’da nice tarıma elverişsiz araziler var ve o verimsizlik yüzünden fakirlik içinde yüzen insanlar yaşıyor. Eğer, o cezaevi böyle bir yerde kurulmuş olsaydı; fakir insanların yaşadığı o bölgeye hayat verirdi. Bu sayede, on binlerce fakirimiz iş ve aş sahibi olurlardı. Ovacık Altın Madeni Đşletmesi nasıl bir alanda çalışıyor? Bilindiği gibi; bitkilerin akciğeri, yapraklarıdır. Ovacık Maden Đşletmesi’nde her gün tonlarca toprak kazılıp işleniyor. Çıkan tozlar, Türkiye'nin en verimli ovalarından biri olan Bakırçayı Havzası’ndaki ovayı olabildiğince etkiliyor. Üstelik bu tesis, yeraltı su kaynaklarını da olumsuz etkiliyor. Bu işletmede maden bittiğinde, geride; arıtılamayacak ve etkisi yüzlerce yıl yok olmayan bir siyanürlü atık havuz kalacaktır. Bu yetmiyormuş gibi, ek olarak, ikinci bir havuz yapılmak isteniliyor. ÇET raporlu bu altın madeni işletmesi mahkeme kararlarına rağmen halen çevresini kirletmeyi sürdürüyor. Kapandıktan sonra da havuzdaki buharlaşma yüzünden havayı kirletmeyi sürdürecek ve insanları kanser riskiyle yaşamalarına neden olacaktır. Aliağa’da da ÇET raporlu hurda demir işleyen fabrikalar var. Bu fabrikalar, antik şehir Kyme üzerinde kurulmuş olan gemi söküm tesislerinde sökülen gemilerden çıkarılan hurda demirlerini potalarda eritip çubuk ve kütük demir imal etmektedirler. Çevrecilerden gelen baskılar yüzünden, bu fabrikalar gündüzleri filtrelerini kullanmaktalar, geceleri ise filtreleri devreden çıkararak çevrede çok büyük kirliliğe neden olmaktadırlar. O fabrikalar yüzünden bölgenin en çok domatesini üreten Bozköy Ovasında tarım ölmüştür. Helvacı beldesinin ve Menemen’in ovalarını da verimsizleştirmiştir. Bu fabrikaların neden olduğu kirlilik yetmiyormuş gibi, aynı bölgede ithal kömüre dayalı elektrik üretme tesisleri kurulacaktır. Đlk


Sayı 10

Sayfa 47

oradan Avrupa ülkelerine taşınırdı. Ne yazık ki döneminin en büyük şehir devletinin kalıntıları, bu gemi söküm tesisinin karanlığında yok olup gidiyor. Her korumasız tarihî kalıntılarda olduğu gibi… Acı ama gerçek; gelişmiş ülkeler kendi değerlerini ve güzelliklerini yok etmemek için çevreye büyük zararlar veren tesislerini az gelişmiş ve gelişmemiş ülkelere taşıyorlar ve bu ülkeleri çöplük gibi kullanmayı sürdürüyorlar. Radyasyonlu varillerini bile gizlice güzelim Karadeniz sahillerine atmakta dahi bir sakınca görmüyorlar. Hem de radyasyonun insan sağlığı için ne kadar tehlikeli olduğunu bile bile… kurulacak olan tesis için üç yüz zeytin ağacı, izinsiz olarak kesilmiştir. Zeytin ağacı geç yetişen, çok uzun ömürlü bir ağaçtır. En verimli dönemine yirmi beş yılda ulaşır ve asırlarca verimliliğini sürdürür. Bu tesisler, turizmin en çok gelişmesi mümkün olan Gencelli ve çevresini oldukça olumsuz etkilemektedir. Zaten, Eoly birliğinin en büyük site devleti olan Kyme harabeleri hurda söküm tesislerini kurmak için gözden çıkarılmıştı. Kyme, döneminin en büyük limanıyla Anadolu'nun en büyük ihracat kapısıydı. Eoly birliğinin önemli devletlerinden biri olan Egamus’ta toplanılan tahıl ürünleri Kyme devletinin limanına taşınır ve

“Radyasyonlu varillerini bile gizlice güzelim Karadeniz sahillerine atmakta dahi bir sakınca görmüyorlar. Hem de

ozcan.nevres@politikadergisi.com

radyasyonun insan sağlığı için ne kadar tehlikeli olduğunu bile bile…”


Sayfa 48

Politika Dergisi

Tipik Bir Krizin Anatomisi Olarak Minsky Modeli Mehmet Burak KAHYAOĞLU

“Bir para kuramcısı olan Hyman Minsky’nin geliştirdiği model, mali krizleri son derece başarılı bir şekilde açıklamaktadır ve bu modeli bilenler açısından, yaşanılan bu son mali krizin (mortgage krizinin) öngörülmesi ve sonuçlarının tahmin edilmesi eminim ki hiç de zor olmamıştır.”

Đktisat literatüründe mali krizler; her zaman en çok tartışılan konulardan biri olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Belli dönemler itibariyle, mali krizler geniş kitleleri etkilemeye devam edecek ve ne yazık ki insanlar yine-yeniden yaşadıklarından ders almayacaklardır. Yaşanmış bütün mali krizler incelendiğinde; hemen hemen hepsinin oluşum aşamalarının, gelişimlerinin ve sonuçlarının benzer nitelikler taşıdığı görülecektir. Buradan hareketle; krizleri öngörebilmek, oluşum aşamasında krize engel olabilmek mümkünken, neden sürekli olarak mali krizlerle karşılaştığımız sorusu önem kazanmaktadır. Bu soruya cevap vermeden önce, “tipik bir mali krizin anatomisini” anlatan Hyman Minsky’nin geliştirdiği modeli, “yüzyılın mali krizi” olarak adlandırılan ABD’de başlayıp tüm dünyayı kasıp kavuran, kamuoyunda “mortgage krizi” olarak bilinen krize uyarlayacağız. Bir para kuramcısı olan Hyman Minsky’nin geliştirdiği model, mali krizleri son derece başarılı bir şekilde açıklamaktadır ve bu modeli bilenler açısından, yaşanılan bu son mali krizin (mortgage krizinin) öngörülmesi ve sonuçlarının tahmin edilmesi eminim ki hiç de zor olmamıştır. “Mali kriz” Goldsmith’ in tanımıyla, “bir grup mali göstergenin -kısa vadeli faiz oranları, aktif (hisse senedi, emlak, arsa) fiyatları, mali kuruluşların ticari borçlarını ödeyemez hale gelmesi ve iflasları- tamamının ya da çoğunun hızla, kısa sürede ve çok düzenli bir şekilde kötüye gidişidir.’’(1) Patlamalar ve atılımlar, bunalım devresinin yalnızca yükseliş eğilimini ve ilk düşüş eğilimini ifade ederken, devresel bunalım ekonomi tekerleğinin tam bir turunu içerir.

MODEL Minsky’ye göre, krize yol açan olaylar makro ekonomik sistemde bazı dış etkilere bağlı olarak gelişen dışsal şokların “ağırlık kazanması”yla başlamaktadır. Bu ağırlık kazanan unsurların niteliği, bir spekülatif patlamadan diğerine farklılaşır. Bunlar; > Bir savaşın çıkması ya da sonu, > Bereketli bir hasat ya da mahsul alamama,

> Yaygın etkilere sahip yeni bir buluşun kanallar, demiryolları, otomobiller ve internet- büyük bir kesim tarafından benimsenmesi, > Kimi siyasal olaylar ya da şaşırtıcı mali başarılar, > Faiz oranlarını aniden düşüren bir borç dönüştürme, > Para politikasında beklenmeyen bir değişiklik olabilir.

Ağırlık kazanan etkilerin kaynağı önemli değildir; yeterince büyük ve yaygın ise en azından ekonominin önemli bir sektöründeki kâr olanaklarını değiştirerek, ekonominin yönünü farklılaştıracaktır. Ağırlık kazanan etkiler, bazı yeni ya da zaten var olan alanları daha kârlı hale getirirken, bazılarının kâr olanaklarını da ortadan kaldıracaktır. Sonuç olarak, ekonomik birimler kâr olanakları sunan alanlara yönelmeye, sunmayanlardan da kaçmaya başlayacaklardır. Yeni olanaklar, kaybedenlere ağır bastığında yatırım ve üretim hızlanacaktır. Bu durumda Minsky’ye göre, bir atılım yola çıkmış demektir. Bu modelde atılım, toplam para arzını genişleten banka kredilerinin yaygınlaşmasından beslenir.(2) Bankalar para arzını genişletebilme yeteneğine sahip kurumlardır. Verili bir dönemdeki verili bir bankacılık sistemi açısından bakıldığında, parasal ödeme araçları yalnızca mevcut bankalar sistemi içinde değil, aynı zamanda; > Yeni bankaların kurulması, > Yeni kredi enstrümanlarının geliştirilmesi (Menkul kıymetleştirme-türev ürünler), > Bankalar dışındaki bireysel kredilerin artmasıyla da genişleyebilir. Önemli politika sorunları, bu parasal genişlemenin tüm kanallarının denetlenmesi sırasında ortaya çıkar. Eski ve potansiyel yeni bankaların istikrarsızlıkları giderilse bile, bireysel kredilerin istikrarsızlığı, yeterince bütünlüklü dürtülerin var olması koşuluyla atılımın finanse edilebilmesi için gerekli ödeme aracı olmaya devam edecektir. (3) Bu süreçte, piyasa atılımı finanse etmek konusunda her zaman son derece başarılı olmuştur; çünkü balon şişerken piyasada herkes mutludur. Artık, spekülasyon güdüsünün insanlara hakim olduğunu ve bunun emtiaya ya da


Sayı 10

finansal varlıklara yönelik fiili talebe dönüştüğünü düşünecek olursak, artan talep bir süre sonra mal üretim kapasitesini ya da mevcut finansal aktif arzını zorlamaya başlayacak, bunun sonucunda fiyatlar artacaktır; bu da yeni kâr olanaklarının ortaya çıkmasına yol açarak, daha fazla şirket ya da yatırımcıyı cezbedecektir. Yeni yatırımlar gelirleri artırıp daha fazla yatırım arzusu ve yeni gelir artışları yarattıkça, pozitif geri besleme gelişecektir. Bu aşamada, Minsky’nin “öfori” (kendini aşırı ölçüde zinde hissetme hali) diye tanımladığı duruma ulaşılır. Fiyat artışı spekülasyonu, üretim ve satış için yapılan yatırımları artırır. Eğer, böyle bir süreç olgunlaşırsa, sonuçta, “aşırı ticaret” olarak adlandırılan durum oluşur. Burada “aşırı ticaret” kavramıyla anlatılmak istenen; saf bir spekülasyon yani emtiaların ya da finansal aktiflerin kullanılmak için değil, yeniden satılmak için alınmasıdır. Ekonomik birimler, diğerlerinin spekülatif alımsatımlarından kâr ettiğini gördükçe, onlar da bu oyuna dahil olmaya başlayacaklardır. Bu aşamada, bütün piyasa katılımcıları varlık fiyatlarının artmaya devam edeceğini düşünmektedir. Charles P. Kindleberger’in “Bir insanın keyfini ve akıl yürütme tarzını, bir arkadaşının zengin olduğunu görmek kadar bozan hiçbir şey yoktur.” sözü, kitleler arasında spekülasyonun yayılmasının altında yatan nedenlerden en önemlisini net bir şekilde açıklamaktadır. Bununla birlikte, kitlelerin zahmetsizce ve yüksek oranlarda kâr olanağı sağlayan alanlara yönelmesi, ekonomi teorisi açısından rasyonel bir davranış biçimi olarak kabul edilmektedir. Bu faaliyetlere bağımlı hâle gelen şirket ve hane sayısı, halkın normal koşullarda böylesine tehlikeli işlerden uzak duran kesimlerini de içlerine alarak arttıkça, “cinnet” ya da “balon” olarak tanımlanan şeye dönüşür. Cinnet sözcüğü, akıl dışılığı; balon ise gelecekte oluşacak gürültü ve patlamayı

Sayfa 49

vurgulamaktadır. Spekülasyonun nesnesi bir cinnetten diğerine ya da bir balondan diğerine büyük ölçüde farklılaşabilir. Bunlar; > Uzak ülkelerden (arz ve talebin kesin durumunun bilinemediği yerler) ithal edilen mallar ya da uzaktaki piyasalara ihraç edilmek üzere üretilen mallar, > Çeşitli türlerde yerli ve yabancı tahviller ve emtia, > Arazi, arsa, konut, büro binası, alışveriş merkezi,

Spekülasyon, daha ileriki bir aşamada; gerçekten değerli öznelerden uzaklaşarak, hayali olanlara yönelme eğilimi gösterir.

> Kat ve döviz alım satımı için yapılan sözleşmeler olabilir. (4)

Spekülasyon, daha ileriki bir aşamada; gerçekten değerli öznelerden uzaklaşarak, hayali olanlara yönelme eğilimi gösterir. Giderek çok daha fazla sayıda insan, işleyen süreç konusunda sağlam bilgiye sahip olmadan, zengin olmaya çalışır. Bu durumda; süreç, gözünü kâr bürümüş spekülatörler için önemsizdir. Önemli olan, varlık fiyatlarındaki göz kamaştırıcı yükselişlerdir. Dolandırıcıların ve işporta malların yaygınlaşması şaşırtıcı olmaktan çıkar. Aşırı ticaret, tarihsel olarak; bir ülkeden diğerine yayılma eğilimi gösterir. Çok sayıda kanalı mevcuttur. Uluslararası ticarete konu olan emtia ve aktiflerin bir piyasada değer kazanması, arbitraj yoluyla diğer pazarlarda da fiyatların yükselmesine neden olur.

“Aşırı ticaret, tarihsel olarak; bir ülkeden diğerine yayılma eğilimi gösterir. Çok sayıda kanalı mevcuttur.”

Dış ticaret çarpanı verili, bir ülkedeki gelir değişikliklerini artan ya da azalan ithalat yoluyla diğer ülkelere de yansıtır. Sermaye akışları üçüncü bağlantıyı oluştururken altın, gümüş, döviz alım satımlarından kaynaklanan para akışları da dördüncüyü oluşturmaktadır. Bir de tamamen psikolojik bağlantılar mevcuttur; bu da bir ülkedeki yatırımcıların öfori ya da kötümserliğinin diğer ülkelerdeki yatırımcıları etkilemesiyle oluşur. Küreselleşme olgusunun, günümüzde ulaştığı noktayı düşünecek olursak, psikolojik bağlantıların balonun şişmesindeki rolünü daha iyi anlayabiliriz. Spekülatif patlama sürdükçe; (1) faiz oranları, (2) dolaşım hızı, (3) fiyatlar hep birlikte yükselmeye devam edecektir. Bir aşamada ise, spekülatörler ellerindeki aktifleri satıp kâra dönüştürmeye (kırılma noktası) karar verirler; çünkü sonuç olarak, rasyonel bir yatırımcı, kârının en yüksek olduğunu düşündüğü noktada nakde geçecektir. Spekülasyona yeni başlayanlar, işin içinde olanların piyasayı terk etmesiyle dengelendikçe, piyasanın üstünde bir tedirginlik havası oluşacak ve fiyatlar istikrar kazanmaya

Spekülatif patlama sürdükçe; (1) faiz oranları, (2) dolaşım hızı, (3) fiyatlar hep birlikte yükselmeye devam edecektir.


Sayfa 50

“Şiddetli çekilme, insanların hızla, kapanmadan önce kapıdan çıkmaya çalışmak için koşuşturdukları bir paniğe benzer. “

Politika Dergisi

başlayacaktır. Fiyatların istikrar kazanması, spekülatörlerin fiyatların daha fazla artmayacağını düşünmesine yol açar. Artık herkesin eli, yavaş yavaş silahlarına (satış yapmaya) gitmektedir; ama hâlâ gülmeye ve hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam edilmektedir. Bu durumda, balonun patlaması için bir kıvılcım yeterli olacaktır. Bunun ardından, huzursuz edici bir “mali sıkıntı” dönemi gelebilir. Mali sıkıntı kavramı, şirket finansmanıyla ilgilidir; bir şirket, uzak bir olasılık olsa bile, yükümlülüklerini yerine getirememe durumunu gündemine almak zorunda kaldığında, şirketin mali sıkıntı içinde olduğu kabul edilir. Ekonominin bütününde ise bu, spekülasyon yapan topluluğun önemli bir kısmının likidite -diğer aktiflerini nakde çevirme- arayışına girmesine yol açacak; bu da spekülasyon yapmak için borçlanan bazı insanların kredilerini geri ödeyemez hâle getirecektir. Sıkıntı sürdükçe, spekülatörler yavaş yavaş ya da aniden piyasanın daha fazla yükselmeyeceğini fark edeceklerdir. Artık satış zamanıdır. Reel ya da uzun vadeli finansal aktifleri paraya dönüştürme yarışı bir paniğe dönüşecektir. Krizin yaklaştığını haber veren özgün bir işaret de çok sıkışan bir banka ya da şirketin batması olabileceği gibi, bu, mali sıkıntıdan dürüst olmayan yollardan kurtulmaya çalışan banka ya da şirketin dolandırıcılık

ya da suiistimalinin açığa çıkması ya da başlangıçta yalnızca fazla değer kazandığı düşünülen asli spekülasyon nesnesinin fiyatının düşmesiyle ortaya çıkabilir. Her iki durumda da yarış başlamıştır. Fiyatlar düşer; iflaslar artar. Likidite sorunu olmasa da herkesin en yüksek fiyattan satış yapmasını sağlamaya yetecek ölçüde nakit bulunmaması fikri yayılmaya başladığında panik başlar. Bu durumu en iyi tanımlayan sözcük “şiddetli çekilme”dir. Emtia ya da menkul kıymet alımından şiddetle çekilme, bankaların böylesi aktifler karşılığında kredi vermeyi durdurmasına yol açar.(5) Şiddetli çekilme, insanların hızla, kapanmadan önce kapıdan çıkmaya çalışmak için koşuşturdukları bir paniğe benzer. Panik, aşağıda aktarılan üç şeyden biri ya da birkaçı gerçekleşinceye kadar tıpkı spekülasyon gibi kendi kendisini besler. Bunlar; 1. Fiyatlar öylesine düşer ki, insanlar yeniden likit değeri daha düşük olan aktiflere yönelirler. 2. Fiyat düşüşleri sınırlanarak, borsalar kapatılarak ya da işlemler durdurularak ticaret engellenir. 3. Son başvuru mercii (bu durumda merkez bankası) piyasayı nakit talebini karşılamaya yetecek kadar para bulunduğu konusunda ikna etmeyi başarır.


Sayı 10

Artık, durum bir güven krizine dönüştüğünden, büyük miktarda para basılmamış olsa bile diğer aktiflere karşı güven yeniden oluşturulmaya çalışılır; yalnızca isteyenin istediği zaman para alabileceği bilgisi bile, nakde olan talebi yatıştırabilir, hatta bu isteğe son verebilir. (!) “Son başvuru merciinin devreye girip girmemesi gerektiği ise ayrı bir tartışma konusudur. Bu işleve muhalefet edenler, böylesi bir müdahalenin öncelikle spekülasyonu teşvik edeceğini iddia etmektedirler. Bu işlevi destekleyenler ise; krize yapılacak müdahalenin gelecekteki sonuçlarından çok, güncel kaygılarla hareket etmektedirler. Aynı zamanda, son başvuru mercii olarak, uluslararası düzeyde borç veren kuruluşların yeri konusunda da bir soru işareti söz konusudur. Ulusal krizlerde, hükümet ya da merkez bankası sorumluluk taşır. Uluslararası düzeyde ise, başvurulacak son mercii olarak hizmet etmek üzere, donatılmış ne bir dünya hükümeti ne de bir dünya bankası bulunmaktadır” .(6) Net olarak görüldüğü üzere, model; yaşanmakta olan “Mortgage Krizi”nin oluşumu, gelişimi ve sonuçlarını açıklayabilmek-

Sayfa 51

tedir. Dergimizin bir sonraki sayısında mortgage krizini bu model ışığında inceleyeceğim. Kurban bayramınızı şimdiden kutlar, sağlık ve esenlikler dilerim.

Dipnotlar (1) Kindleberger, C.P., 2004, “Cinnet, Panik Net olarak görüldüğü üzere, ve Çöküş”, s. 7 (2) Kindleberger, 2004 (3) Kindleberger, 2004 (4) Kindleberger, 2004 (5) Kindleberger, 2004 (6) Kindleberger, 2004

mburak.kahyaoglu@politikadergisi.com

model; yaşanmakta olan “Mortgage Krizi”nin oluşumu, gelişimi ve sonuçlarını açıklayabilmektedir.


Sayfa 52

Politika Dergisi

Cumhuriyet Çınarı Koordinasyon: Gökhan DAĞ

Değerli Politika Dergisi Okuyucuları; Politika Dergisi’nin 9. sayısı için röportaj çalışmalarını sürdürürken çok değerli hocam Sayın Gamze Güngörmüş KONA vesilesiyle Saygıdeğer Hocalarımızdan Özer OZANKAYA ile görüşme fırsatı yakaladım.

Mustafa Kemal Atatürk: “Türkiye’nin savaşımı yalnız kendi adına ve hesabına olsaydı belki daha kısa, az kanlı olur ve daha çabuk

Özer Hocamıza, Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili bir mülakat talep edince büyük bir memnuniyetle bana randevu verdi. Ben de randevu günü değerli kardeşim Yamaç KONA ile Özer OZANKAYA’nın karşısına çıktım. Gerçek bir beyefendi Özer Hoca. Kendisine bizi ümitlendirici konuşmaları ve Türk gençlerine verdiği değerden ötürü sonsuz teşekkür ediyorum. Ellerinden öpüyorum. Tabii Mustafa Kemal Atatürk’ü anlatmak ciltlerce, kütüphanelerce bilgi demek. Sorularımı Özer Hoca ile paylaştığımda kendisi bana, beni oldukça mutlu edecek bir teklifle geldi: “Cumhuriyet Çınarı” adlı kitabımda bu bilgilerin hepsi mevcut. Dilerseniz bu kitabımı özet halinde yayınlayabilirsiniz. Bu teklif her yazarın kolay kolay cesaret edemeyeceği bir şey. Direk yazmış olduğu bu kitaptan hiçbir maddi kazanç beklemediği anlaşılıyordu hocamın. O’nun amacı Atatürk’ü, Atatürk’ün gençlerine tanıtmaktı. Atatürk’ü yanlış tanıtanlara karşı doğru olanı sunmaktı.

bitebilirdi.

Bu heyecan verici teklifi tabii ki hemen kabul ettik.

Türkiye’nin

9. sayımıza sayılı günler kalması sebebiyle ne yazık ki bir önceki sayımızda “Cumhuriyet Çınarı” kitabını özetleyemedik.

savunduğu, bütün ezilen ulusların, bütün Doğu’nun davasıdır.”

“Cumhuriyet Çınarı” kitabı ile ilgili bu sayımızdan itibaren çalışmalarımıza büyük bir heyecanla başlıyoruz. Ben öncelikle şunu söyleyeyim. Biz burada bu kitabı özetlerken iki amaç güdüyoruz. Birincisi Mustafa Kemal ATATÜRK’Ü en iyi biçimde tanıtabilmek, ikicisi ise bu kitaba ulaşamayan, bu kitabı alabilecek gücü olmayanlara bir anlamda yardımcı olabilmek.

Umarım ki başarabiliriz. Bu sayımızda gelecek sayılarımızda nasıl bir planlama ile söz konusu eseri inceleyeceğimizi ve kitabın yazarı Özer Ozankaya hocamızın, kitapla ilgili önsözünü yayınlayacağız. Ama tüm bunlardan önce eserin künyesini vermek ve eser ile yazar hakkında bazı bilgilendirmelerde bulunmak daha doğru olacak. Kitabın Tam Adı: Cumhuriyet Çınarı: Mustafa Kemal’i “Atatürk” Yapan Uygarlık Tasarımı Yazar: Prof. Dr. Özer OZANKAYA 1. Basım: Ocak 2003 ISBN: 975-406-768-6 Baskı: Umut Matbaası Yayınevi: Cem Yayınevi Bölüm Sayısı: 12 Sayfa Sayısı: 464 Arka Kapak Yazısı (Güncellenmiştir): Bu yıl 85. kuruluş yıldönümünü kutlayacağımız Türkiye Cumhuriyeti, 20. yüzyılın tek başarılı “demokrasi devrimi”nin ürünüdür. Bu devrimin önderi Mustafa Kemal Atatürk’de, yalnız kendi ulusunun değil, tüm uygar insanlığın kalıcı sevgi ve saygısıyla anılan tek büyük kişiliktir. Niçin? Đnsanlık bugün hâlâ, iç ve dış sömürgeden arınmış, insan ve yurttaş hak ve özgürlüklerini hm siyasal ve düşünsel, hem de ekonomik ve toplumsal içeriği ile gerçekleştirebilen, uluslararası ilişkileri kıskançlık, açgözlülük ve kinden temizleyen, bilim ve teknolojiyi insan hak ve özgürlüklerinin hizmetinde kullanabilen bir düzenin özlemini çekiyor. Ne kapitalizmin, ne Marksizm ya


Sayı 10

da sosyalizmin bu özlemleri karşılayabilec ek ni te lik te o lm a dığı gö rü ldü . “Küreselleşme” denilen ve başta nükleer silahlar olmak üzere teknolojik üstünlüğe sahip, Batı’nın dünya egemenliğini simgeleyen “yeni dünya düzeni”’nin, insanlığın 4/5’i için her yönden sömürülme demek olduğu da anlaşılmış bulunuyor. Prof. Dr. Özer Ozankaya, Cumhuriyet Çınarı’nda, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen Türk Devrimi ve onun ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin evrensel özlemleri karşılayabilecek uygarlık projesi niteliğini anlamakta ve bu niteliğinden dolayı iç ve dış sömürü odaklarının saldırı hedefi olduğunu açıklamaktadır. “Türkiye’nin savaşımı yalnız kendi adına ve hesabına olsaydı belki daha kısa, az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Türkiye’nin savunduğu, bütün ezilen ulusların, bütün Doğu’nun davasıdır.” diyen Atatürk’ün bu gözleminin yalnız savaş aşaması için değil, belki ondan daha çok siyasal, toplumsal ve ekonomik yaşamın demokratikleşmesi yolundaki atılımlar bakımından geçerli olduğunu ortaya koymaktadır. Prof. Dr. Özer Ozankaya Kimdir? 1937 Kulp / Diyarbakır doğumlu olan Prof. Dr. Özer Ozankaya, 1959'da Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'ni bitirerek aynı fakültede Sosyoloji Asistanı oldu. ABD'de Syracuse Üniversitesi'nde "Türk ve Japon Çağdaşlaşma Deneyimlerinin Karşılaştırması" teziyle Sosyoloji Master Derecesi alan Ozankaya, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde sırasıyla 1966 yılında "Üniversite Öğrencilerinin Siyasal Yönelimleri" konulu teziyle doktor, 1970 yılında "Köyde Toplumsal Yapı ve Siyasal Kültür" konulu araştırmasıyla doçent ve 1978 yılında da "Türk Devrimi ve Yüksek Öğretim Gençliği" konulu araştırmasıyla profesör oldu. Çeşitli üniversitelerde ders veren Profesör Ozankaya, 1990 yılında kendi isteği ile kadrolu öğretim üyeliğinden ayrıldı. Şu anda Yıldız Teknik Üniversitesi’nde çalışmalarını sürdürmektedir. Atatürkçü Düşünce Derneği'nin kurucu üyesi olan 4. Genel Başkanlığını ve Genel Yönetim Kurulu Üyeliğini yapmış olan, Cumhuriyetçi Demokrasi Partisi'nin kurucu üyesi ve Gen. Bşk. Yrd. olan Prof. Ozankaya'nın yukarda belirtilenler dışında yayınlanan bazı yapıtları şunlar:

Sayfa 53

4) Sosyalizmin Çöküşü kapitalizmin Zaferi Değildir

Prof. Dr. Özer

5) Dünya Düşünürleri Gözüyle Atatürk ve Cumhuriyeti

Ozankaya,

6) Atatürk's Legacy - Views by WorldFamous Intellectuals, 7) NUTUK'tan Seçmeler, CEM Yayınevi, 2000.

Çınarı’nda, Atatürk’ün önderliğinde

Prof. Ozankaya, Đngilizce, Fransızca, Almanca ve Osmanlıca'dan birçok temel yapıtı da dilimize çevirerek yayınladı. Emile Durkheim'in Đntihar, (3. Bsm, CEM Yayınevi, 2002), Max Weber'in Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı (ĐMGE Yayınevi, 1994), E. H. Carr'in Tarih Yazımında Nesnellik ve Yanlılık (ĐMGE Yayınevi, 1992), George Sabine'in Yakın Çağ Siyasal Düşünceler Tarihi (4. Bsm. CEM Yayınevi, 2001), Şemseddin Sami, Kadın (BasınYayın Yüksek Okulu Yıllığı, 1981), Celal Nuri, Kadınlarımız (Kültür Bakanlığı Yayını, 1993) ve Celal Nuri, Türk Devrimi (Kültür Bakanlığı Yayını, 2002) bunlar arasındadır. Prof. Ozankaya, Türk Sosyal Bilimler Derneği, Türk Sosyoloji Derneği, Mülkiyeliler Birliği, Türk Japon Kültürünü Araştırma ve Dayanışma Derneği gibi derneklerin de üyesidir. Not: http://www.bizimanadolu.com/haber/ haber21.htm adresinden alınıp mümkün olduğunca güncellenmiştir.

gerçekleştirilen Türk Devrimi ve onun ürünü olan Türkiye Cumhuriyeti’nin evrensel özlemleri karşılayabilecek uygarlık projesi niteliğini anlamakta ve bu niteliğinden dolayı iç ve dış sömürü odaklarının

Cumhuriyet Çınarı Kitabını Yazarken Nasıl Bir Plan Đzleyeceğiz 11. Sayı: Bölüm 1– Đnsanlığa Örnek Bir Devrim: Türk Devrimi 12. Sayı: Bölüm 2– Ulusal Bağımsızlığın Altın Anahtarı: Özgürlük ve Bilim 13. Sayı: Bölüm 3– Sakarya’da Đki Kılıç: Tam Bağımsızlık ve Sömürgecilik 14. Sayı: Bölüm 4– Güneşin Doğuşu 15. Sayı: Bölüm 5– Kurtuluşun Gerçek Yolu: Ulusal Egemenlik 16. Sayı: Bölüm 6– Sivas Kongresi: Ulusal Egemenlik Bayrağının Önlenemez Yükselişi 17. Sayı: Bölüm 7– Kurucu Meclis’e Doğru

1) Toplumbilim, 10. Basım, CEM Yayınevi, 1999 (Türk Dil Kurumu 1976 Bilim Dili Ödülünü almıştır.)

18. Sayı: Bölüm 8– Bu Ulus, Bu Yurt, Bu Devlet

2) Türkiye'de Laiklik, 7. Basım, CEM Yayınevi, 2000.

19. Sayı: Bölüm 9– Aileyi de, Ulusu da Yapan Kadındır: Ailenin Demokratikleşmesi

3) Cumhuriyet Çınarı

Cumhuriyet

saldırı hedefi olduğunu açıklamaktadır.


Sayfa 54

Politika Dergisi

20. Sayı: Bölüm 10- “Yaşamda En Gerçek Yol Gösterici, Bilimdir!” Eğitimin Demokratikleşmesi Sayı 21: Bölüm 11– Ne Tek Başına Birey, Ne de Bireysiz Devlet! Ekonominin Demokratikleşmesi Sayı 22: Bölüm 12– Tarihle Çağdaş Buluşma

Cumhuriyet Çınarı Kitabının Önsözü

“Mustafa Kemal’in kalıcı değeri, kendi yönetimini eline alan bir ulus karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize geleceğini kanıtlaması ve bir ulusun kendi yönetimini gerçekten eline almasının yol ve yöntemlerini de uygar insanlığa örnek olacak bir yetkinlikle göstermiş olmasıdır.”

“Cumhuriyet Çınarı”nın dördüncü basımı da kısa sürede tükenerek beşinci basım aşamasına geldi. Bu başarı, kuşkusuz yine her şeyden önce özgür, bağımsız ve gönençli bir toplum ve devlet kurmanın tüm uygar insanlık için geçerli örneğini veren Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce ve eylem düzeninin başarısıdır. Atatürkçü düşünce’nin iyi niyetli aydın insanların hemen tümüne seslenen bu kalıcı niteliğinin başarısıdır. “Cumhuriyet Çınarı”nın ilk bölümünde Atatürkçü düşüncenin, kapitalizmi de sosyalizmi de, O’nun deyişiyle “demokrasinin belirgin nitelikleri açısından” çok aşan özellikleri gösterilmeye çalışılmıştır. Đzleyen bölümlerde Osmanlı Devleti’nin yıkılış yıllarında, Türk ulusunun iki yüz yıldan beri özlemini çektiği gerçek kurtuluşa kendini ulaştıracak önderin bağrında bir ipek böceği gibi nasıl yetiştiği anlatılmaktadır. Özellikle Osmanlı Devleti’nin yıkıldığı 1908 – 1918 arasındaki son on yılı boyunca, Mustafa Kemal’in, Türk ulusunu bu yıkılışın altında ezilip yok olmaktan kurtarmak için her türlü özveriyle ve deha düzeyinde üstün başarılarla nasıl çalışıp çırpındığı gözler önüne serilmektedir. Đç ve dış, her türlü sömürüden gerçek kurtuluşun altın anahtarının, ulusal egemenlik, yani demokratik bir toplumsal düzen kurup işletmek olduğu bilinciyle, Türk ulusal Kurtuluş Savaşı’nı 19 Mayıs 1919’dan başlayarak nasıl yürüttüğü de ikinci kesimde (B1.8 ve sonrası)ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Atatürk’ün 20. yüzyıla damgasını vurmakla kalmayıp, insanlık tarihin bugüne değin tanıdığı iki ya da üç en büyük kişilikten biri olmasını sağlayan kalıcı değeri, kendi yönetimini eline alan bir ulus karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize geleceğini kanıtlaması ve bir ulusun kendi yönetimini gerçekten eline almasının yol ve yöntemlerini de uygar insanlığa örnek olacak bir yetkinlikle göstermiş olmasıdır. “Cumhuriyet Çınarı” dolayısıyla teşekkür borçlu olduklarımın başında kuşkusuz, Türk devriminin her aşamasını en yetkin biçimde anlatan Mustafa Kemal Atatürk gelmektedir. Atatürk’ün SÖYLEV’i (NUTUK), yalnız Türk

Kurtuluş Savaşı ve siyasal – toplumsal devrimleri üzerine yazılmış en güvenilir belge olmakla kalmaz; sömürge olmaktan kurtuluşun, O’nun deyişiyle, bütün ezilen halklara kılavuzluk edecek düşünsel, örgütsel ve eylemsel programını da içermektedir. Ayrıca Türk devriminin pek çok önemli olayı dolayısıyla yaptığı ve Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri adıyla 6 ciltte toplanıp yayınlanan konuşmalar ve verdiği demeçlerle, yine kendisinin yazdığı ama Prof. Afet Đnan’ın adıyla yayınlanmasını uygun bulduğu, demokrasi kuramına ve eğitimine birinci sınıf bir katkı değeri taşıyan Vatandaş Đçin Medeni Bilgiler adlı kitap da her iki niteliğe sahiptirler. Ama Atatürk, Türk ulusunun kurtuluş arayışı sürecinde tarih sahnesine çıktığı günden 19 Mayıs 1919 gününe dek geçen sürede neler yaptığı konusunda da karanlıkta bırakmamış, anılarını daha 1926 yılında, ilgili kişilerin çok büyük bir bölümü yaşıyorken yayınlamıştır. Cumhuriyet Çınarı’nda her üç kaynaktan da çok geniş ölçüde yararlandım. Ayrıca Kaynakça’da yer alan bütün yapıtların yazarlarına teşekkür etmeyi zevkli bir görev biliyorum. Cumhuriyet Çınarı, TRT Televizyon Dairesi Başkanlığı’nca 20 bölümlük bir TV belgeseline de dönüştürüldü ve TRT’nin birçok kanalında birçok kez yayınlandı. Cumhuriyetimizin kuruluşunun 70., Türk devriminin başlangıcı olan 19 Mayıs 1919 ile Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının 75. yıl dönümleri dolayısıyla hazırlanan bu belgesel filmlerin yapımını üstlenip gerçekleştirdiği için TRT Genel Müdürlüğü’ne ve TV Dairesi Başkanlığı’na özellikle teşekkür ederim. Belgeselin sunucusu değerli sanatçı Müşfik Kenter’e, uzmanlıklarıyla belgesele çok değerli katkılarda bulunan, çok sayıdaki bilim insanımıza, yapım ve yönetimi gerçekleştiren başta eşim Filiz Ozankaya, yardımcıları Ebru Çakırkaya ve Erkan Kocabaş olmak üzere tüm yapım görevlilerine en içten teşekkürlerimi sunarım. Cumhuriyet Çınarı’nı yayınları arasına alarak çok güzel bir baskıyla yayın dünyamıza sunan Cem Yayınevi’ne ve basımı gerçekleştirenlere teşekkür ederim.


Sayı 10

Sayfa 55

Belirtilmesi zorunlu bir başka nokta, eksik ve yanlışların tüm sorumluluğunun bana ait olduğudur.

Prof. Dr. Özer OZANKAYA Oran Şehri, 28.10.2002

Gelecek Sayı Bölüm 1 I. ĐNSANLIĞA ÖRNEK BĐR DEVRĐM: TÜRK DEVRĐMĐ 1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Bir Uygarlık Projesi Niteliği 2. Aynı Değerlendirmeyi Yapan Düşünürler 3. Türkiye Cumhuriyeti’ne Bu Değeri Kazandıran Öğe ve Özellikleri 4. Türkiye Cumhuriyeti’nin Đki Temel Özelliği 5. Demokratik Toplumsal Kurumlar 6. Sonuç

iletisim@politikadergisi.com


Sayfa 56

Politika Dergisi

Global Kriz, ABD Emperyalizmi ve Obama’nın Başkan Seçilmesi ABD emperyalizmi, özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra tek kutuplu dünyada istediği gibi at oynatıyor; beğenmediği ülke iktidarlarını gerek darbe, gerekse değişik oyunlarla, olmazsa değişik bahaneler bulup işgal ederek değiştiriyor.

2006 yılında hem zenci hem de kadın olması sebebi ile Cumhuriyetçiler tarafından aday gösterilebileceğini düşündüm.

Ali Đhsan UĞUZ

Yaklaşık iki yıl önce, C.IV.A Son Savaş isimli romanımı yazarken romandaki bir bölümde ABD başkanının adının geçmesi gerekiyordu. Đsim üzerinde uzun süre düşündüm. ABD emperyalizmi, özellikle Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra tek kutuplu dünyada istediği gibi at oynatıyor; beğenmediği ülke iktidarlarını gerek darbe, gerekse değişik oyunlarla, olmazsa değişik bahaneler bulup işgal ederek değiştiriyor ve ABD çıkarlarını koruyacak kişi veya kişileri iktidara getiriyordu; ancak özellikle sürekli yaratılan gerginlik politikaları ve işgallerde ölen milyonlarca masum insanın varlığı dünya kamuoyunu ABD’nin aleyhine tavır sergilemesine neden olmaya başlamıştı. Özellikle Irak işgalinde neden gösterilen bütün bahaneler boş çıkmış, asıl nedenin petrol olmasının ortaya çıkmasından sonra dünya kamuoyunda hızla itibar yitirilmeye başlanmıştı. Bu itibar yitiriş, özellikle Afganistan ve Irak’ta direnişçilere moral veriyor; direnişler günden güne sertleşiyordu. ABD’nin kendi kamuoyu başta olmak üzere, Avrupa ve diğer birçok ülkede ABD’ye karşı nefret giderek kabarıyor, ABD hızla itibar yitiriyordu. Hiçbir emperyalist güç, sürgit kanlı politikalarına devam edemezdi. Bir soluklanması, bir ara vermesi dünya kamuoyuna daha sempatik gelecek bir politika sergilemesi gerekiyordu. ABD başkanlık seçimleri bunun için bulunmaz fırsattı. 2006 yılında, yukarıda bahsettiğim romanı yazarken, o zamanlar hem zenci hem kadın olması sebebi ile Bayan Rice’ın Cumhuriyetçiler tarafından aday gösterilebileceğini; böylece dünya kamuoyunda yeniden sempati toplamak için böyle bir manevra yapabileceğini düşündüm. Bu nedenle, 2015 yılı ile ilgili kurguyu oluştururken başkan olarak Bayan Rice’ın ismini belirttim; ancak Demokratlar Cumhuriyetçilerden önce davranarak Bay Obama’yı gündeme getirdiler. Global sermayenin bir kanadı ortamı iyi okumuş, bu değişimin olması gerekliliğinin farkına varmış ve elini çabuk

tutmuştu. Obama ilk ortaya çıktığında; (Türk medyasında bile seçilmesi mümkün değil yorumları yapılırken) kitabımda ABD başkanının Obama olduğunu belirterek ilgili bölümü tamamladım. Hatta sayfa 185’te isim değişikliği unutulmuş ve kontrol sırasında gözlerden kaçmış; ilk paragrafta Bayan Rice ismi başkan olarak basılmıştır. Yayıncım böyle bir ismi belirterek kitabı yayınlamakta önceleri tereddüt etti; ancak ben ısrar edince kitap o haliyle basıldı. Özellikle son zamanlarda “global kriz” ve “K. Marx haklı mı çıktı” tartışmaları medyada sürekli gündemi işgal etmektedir. Hatta bazı aklıevvel çok bilmiş (ya da kara cahil) bazı köşe yazarlarımı global kriz sebebi ile yapılan devletleştirmeleri göstererek “sosyalizm geri döndü” yorumları bile yapabilmektedirler. Đnsanın, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diyesi geliyor. Đki şirket, birkaç banka devletleştirmekle; sosyalizm geri dönüyor yorumu yapabilmek için, ya sosyalizm hakkında hiçbir şey bilmemek gerek (kara cahil) ya da bilerek ve isteyerek kasıtlı yorum yapmak gerek. 1975 yılından itibaren, global sermaye giderek dünyayı egemenliği altına almak için yoğun bir çaba gösteriyor ve başarıya ulaşmak için her şeyi yapıyor. Önce Sovyetler Birliği’ni çökertti. O dönemi hatırlayan okurlar anımsay a c a k l a r d ı r ; Aleksandr Đsayeviç Soljenitsın isimli yazarın Gulag Takımadaları isimli bir kitabı vardı. Bu kitap, Sovyetler Birliği’ni dünya kamuoyu nezdinde en çok yıpratan ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesine katkıda bulunan (sadece buna bağlamak elbet mümkün değil) nedenlerden birisidir. Yıllar sonra bu kitabın CIA tarafından yazdırıldığı ortaya çıktı. Dünya üzerinde medya da kullanılarak (iletişimin gelişmesi), insanlar tüketime sürekli körüklenerek; büyük sermaye gurupları daha da palazlandı. Sovyetler Birliği de çökertildikten sonra tek kutuplu dünyada, global sermayenin egemenliğinin oluşturulması daha da kolaylaştı. Bu arada 12 Eylül darbesi ile ülkemiz de bu sürece sokuldu. Giderek azgınlaşan ve önüne hangi engel çıkarsa çıksın silip süpüren; genelde global sermaye, özelde ABD


Sayı 10

emperyalizmi artık gerektiğinde ülkeleri işgal ediyor ve milyonlarca masum insan emperyalizmin çıkarı uğruna can veriyordu. Günümüze geldiğimizde, dünya kamuoyunda nefret uyandıran bu gelişmeler yaşanırken sistemin kendi içersinde de bir sıçrama yapması gerekiyordu; çünkü kapitalizm yaşanılan her krizde yeni tekeller ve yeni oluşumlar yaratır. Yeni yaratılan tekellerin, daha fazla güçlenmek için dünya halklarına bir bedel ödetmesi gerekir. Ayrıca her gün milyarlarca dolar ödenen Irak işgalinin faturasının dünya halklarına bir şekilde ödetilmesi gerekiyordu. Yaşadığımız global kriz sayesinde, dünya halkları bu bedeli ödüyor. Kamulaştırılan şirketler daha büyük sermayeye devredilerek daha da güçlü yeni tekelleşmeler yaratılıyor. Đşte tam bu noktada, global sermayenin merkezi; ABD emperyalizmi dünya halklarına daha da şirin görünmek, bu dönemi daha kolay geçmek için Obama kozunu oynadı. Sonuçta, Obama ABD emperyalizminin başkanıdır. O, seçilmekle ne dünya halklarının kaderi değişecek, ne de ABD’de siyah beyaz

Sayfa 57

kavgası son bulacaktır. Đşletmecilik eğitimi aldığım üniversitede ilk olarak; “Đşletmecilik domuzu bağırttırmadan kıl koparma sanatıdır.” diye belirttiler bize. Obama’nın başkan seçilmesi, işte tam bu öğreti ile örtüşüyor. Dünyayı bağırttırmadan sömürmenin bir yolu da bu. Obama’nın başkan seçilmesi ile daha güzel bir dünya umanlara son sözüm şu; boşuna beklemeyin avucunuzu yalarsınız.

“Kapitalizm yaşanılan her krizde yeni tekeller ve yeni oluşumlar

ali.uguz@politikadergisi.com

yaratır. Yeni yaratılan tekellerin, daha fazla güçlenmek için dünya halklarına bir bedel ödetmesi gerekir.


Sayfa 58

Politika Dergisi

Dinsel Söyleşiler (2) Erdinç AYDIN

Çağının öncüsü, çağların savaş narası oldurulan din “Đstanbul’u fetheden asker, ne büyük asker”

Sözde din adına yapılan her bir savaştan sonra anlaşmalarda; “Din hakimiyeti” değil, ne kadar ganimet, toprak ve vergi alınacağı konu olmuştur.

“Gerçekten de din “savaş naraları” atar mı? Yoksa din aracılığı ile savaş naraları atanlar destek mi bulurlar?”

Halife değil miydi Vahdettin; Ulusal Kurtuluş Mücadelesi verenlerin öldürülmesi ve idamı için fetva yazdırırken Şeyhülislam’a.

Yukarıdaki hadisten yola çıkabiliriz. (Sahih olup olmadığı tartışılmaktadır. Sahih ise örneğe uymakta, sahih değilse de dile getirdiğimiz çerçevede dikkat çektiğimiz konuya denk düşmektedir. Đstanbul’un fethedilişinin tek sebebi elbette bu değildir.) Đstanbul’un fethine kapı aralamış, Türk tarihindeki hatta dünya tarihindeki önemi ile mihenk noktası olmanın müsebbibi sayılabilecek bu hadis veya rivayet; ‘din’ kavramının “savaş narası” olarak kullanılmasına ya da öyle gösterilmesine tarihimizden bir örnek olarak anlatılabilinir. Kaldı ki; Haçlı seferleri, dünya din tarihi açısından bu örnekten önce gelmektedir. Amerikan Başkanı G.W. Bush’un ‘son Haçlı seferi’ ilanı da “savaş narası oldurulan din” için iyi bir örnektir. Gerçekten de din “savaş naraları” atar mı? Yoksa din aracılığı ile savaş naraları atanlar destek mi bulurlar? Din günah keçisi olabilir mi?

halk cumhuriyeti, Đslam cumhuriyeti; “din” her daim halkların kontrol edilmesi, yönlendirilmesi amacıyla kullanılagelmiştir ya da “dinsizlik” dininin ritüelleri, inanç ve iman biçimleri işletilmiştir. ‘Đstanbul’u fethettiren ruh, Haçlı seferlerine sebebiyet veren ruh budur’ demek eksik kalacaktır. Aslında; bu ruh altına gizlenerek, ekonomik-siyasi temelleri olmasına karşın, öne çıkarılan şeyin bu ruh olduğu gerçeği yadsınmamalıdır. Unutulmaması gerekir ki: Sözde din adına yapılan her bir savaştan sonra anlaşmalarda; “Din hakimiyeti” değil, ne kadar ganimet, toprak ve vergi alınacağı konu olmuştur. Bu yönüyle din; kendi iç mezhep savaşlarının da büyük bir kısmı dahil olmak üzere, Marx’ın deyimiyle, halk için iktidar sahipleri tarafından kullanılan afyon olarak kullanılagelmiştir. Semavi hiçbir din, hırsızlığı emretmez; ama hırsızlık yapılır. “Öldürmeyeceksin” emri olan bir dine mensup kişiler neden öldürürler? Đnsan faktörü, insan fıtratı mı diyorsunuz?

Yoksa dini kullananlar mı “keçilerin” kendisi?

“Tabiata dönüyorsunuz sıyrılıp derim”

Đman edenler neye iman ederse etsinler, “bilinmez” olanı kabullenirler; “Uzayda hayat vardır; uzaylılar bizi dünyaya bırakmışlardır.”, “Allah vardır ve varlığına şahitlik ederim.” gibi hüküm cümleleriyle. Kimileri bu kabullenişten huzur bulur, kemale erer, topluma da faydası dokunur. Kimileri bu kabullenişten ya da kabullenmiş gibi görünmekten çıkar sağlarlar. Hatta bunun her ikisinin de mümkün olduğu durumlar söz konusu olabilir.

Ama din kurallarına uysalar öldürmeyecekler diyeceksiniz.

Kişisel ihtiyaç olarak iman etmiş olanların oluşturduğu bir toplumda, kendisi dışında bir yönetim ya da kendisi için yönetimi ele alanlar için din; topluma ivme katmakta ya da frenlemekte bir araç haline geliyorsa, kendi vasfını terk eder. Kendinden önceki yönetim biçimlerine nüfuz etmekle kalmak zorunda olan; kendi nizamını kendisi oluşturamamış din, başka nizamların vasıtası olarak hoyratça kullanılır. Tarih boyunca yönetim biçimleri ne olursa olsun: mutlakiyet, kraliyet, cumhuriyet, demokratik cumhuriyet, halk cumhuriyeti, demokratik

imanınızdan

1. Paylaşım Savaşında kaç insanın din kurallarına uyarak uymadığını biliyor musunuz? Ya II. Paylaşım Savaşında, ya Haçlı seferlerinde din adına din kurallarına uymayanlar, ya Đstanbul’un fethedilişinde namaz ardından Bizanslılarla savaşan atalarımız. (‘Đyi ki savaşmışlar; Đstanbul gibi güzel bir memleket bizim olmuş’ bakışından uzak ve bugün Misakı Milli sınırlarında canımızı vereceğimiz toprak olarak değil). Halife değil miydi Vahdettin; Ulusal Kurtuluş Mücadelesi verenlerin öldürülmesi ve idamı için fetva yazdırırken Şeyhülislam’a. (Đstanbul’u mu, bütün vatanı ve üzerinde yaşayan halkı mı sözde iktidarı için Đngilizlere din adına peşkeş çekmeye girişmiştir; yoksa tümünü mü?) Daha vahimi var; ya mezheplerin doğuşuna sebebiyet veren aynı dinden olanların katıldığı savaşlar… Protestanlığın ortaya çıkışı, Şiiliğin ortaya


Sayı 10

Sayfa 59

Ve komşun açken hâlâ; emir gelmişken sana, sofranda doyur karnını da sıkıyorsa sofradan kalkma! Hurafelerle doldurulmuş din anlayışından toplumun kurtulabilmesi için eğitimin ne kadar bilimsel, aklın yoluna dayalı olduğunu sorgulamak gerekir. Đslam dininin akıl dini olduğu kadiri mutlak beyanı iken; tekkelerde, cemaat evlerinde “aklını cebine sok öyle gel” diyenlerin “Kur’an apaçık okuyup anlayasınız diye indirilmişken” okuyup anlayamayacağınızı size empoze edenlerin, hüküm sahibi olanların; “Đşi ehline verin!” emrini bile, emir hüküm sahiplerine gelmişken yani kendilerine, çevirip de ‘bak işi bilen biziz; dini bize sorun’ haline getirenleri… Kaldı ki Đslam dininde ruhban sınıfı yoktur; olmasını isteyenler vardır! Đşte bu insanların yaptıklarının Đslam ile ilgisini; Đslamdışılık olarak koyamayan anlayış, sadece cahilliğin göstergesi ve bunun önüne geçilemeyişi de cahil bir toplumdan memnun olma gayesidir.

çıkışı… Peygamberin okşadığı çocukların katledilişi Kerbela’da, eşinin Cemel vakasında cariye olarak alınıp alınmama tartışmaları…

“Akletmez misiniz, düşünmez misiniz?” diyen Allah, cahiliye devrinde, insanları aklın aydınlık yoluna çağıran peygamber orada;

Yakın tarihte; Çorum, Kahramanmaraş katliamları, Sivas’ta diri diri insan yakmalar… Irak’ta son günlerde Şii ve Sünni camilerinde patlayan bombalar… Sözde din adına değil miydi?

Ya inandığını söyleyen insanlar ne tarafta? Aklın ve ilmin yolunda mı? Cahiliye dönemini çağrıştıran hurafelerin kurbanları mı?

Ya da açıkça; iktidar savaşları için… Đnsan faktörü, insan fıtratı mı diyorsunuz? “Tabiata dönüyorsunuz sıyrılıp derim”

imanınızdan

Ama din kurallarına uysalar öldürmeyecekler diyeceksiniz: Bir kadına iftira atıp, sonra taşlanarak öldürülmesine (recm) sebep olanlar ve buna hüküm veren imamlar din adına Đran’da, bir kadının bedenini Darülharp görüp tecavüz edeceklerini söyleyen, fetvalarını yayanlar Türkiye’de; buna ne demeli derim. Sapkınlık mı sapıklık mı? Dinde yeri yok mu? Elbette yoktur. Allah merhamet sahibiyse -ki pek çok ayette “Allah merhamet sahibidir” diyor- O’nun “dini” bu kadar çelişkili, sözde iman edenleri bu kadar “alçak, cani ruhlu” nasıl olabilir? Đman edenlerin imanına seslenmek; yani yüreğinde olan korkan yanına, sevgi olan yanına, insan kalan yanına; Đktidarların siyasi, ekonomik emelleri için kendi imanını satma!

Kur’an’dan bağımsız bir din yaratan, dini iş tutan dincilerin (bilgisayarcı, ayakkabıcı, hurdacı gibi) tüccarlığına söyleyecek söz Allah katında var: “Allah’ın ayetlerini satanlar Allah’ın sevmedikleri kullarından”;

Yakın tarihte; Çorum, Kahramanmaraş katliamları, Sivas’ta diri diri insan yakmalar… Irak’ta son günlerde Şii ve Sünni camilerinde patlayan bombalar… Sözde din adına değil miydi?

“Đşte bu insanların yaptıklarının Đslam ile ilgisini; Đslamdışılık olarak koyamayan anlayış, sadece cahilliğin göstergesi ve bunun önüne geçilemeyişi de

Ya satın alanlar?

cahil bir erdinc.aydin@politikadergisi.com

toplumdan memnun olma gayesidir.”


Sayfa 60

Politika Dergisi

Ne Đş Agam Erdal ALTUN

Geçtiğimiz günlerde bir gazetede; “Eyvah yine efelendi” diye bir manşet dikkatimi çekti. Bu manşet; Sayın Erdoğan’ın IMF için diklendiği, asıp kestiği günlerde çıktı.

“Yaklaşık bir ay kadar öncesinde, ülkemizde Aydın Doğan ve Recep Tayip Erdoğan polemiği yaşanmıştı. Hem de ciddi boyutlarda restleşmelere şahit olduk. Aralarından su sızmayan bu ikili, ne oldu da birbirine düşmüştü?”

Bu polemik, henüz unutulmamıştı ki Başbakan Erdoğan ve Aydın Doğan, AKP Bayburt Milletvekili Ülkü Güney'in oğlu Naci Güçlü Güney ile Çağla Öktem'in düğün töreninde bir araya geldi. Bir laf vardır Anadolu’da; “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”.

Önümüzdeki seçimlerde göreceğiz bakalım; biz millet olarak, gerçekten balık hafızalı mıyız; yoksa artık bilinçlendik mi? Günler, hatta aylardır esen Ergenekon yeli dindi sulh oldu; şimdilerde sessiz sedasız verilen yöne doğru gidiyor. Çıkması gereken karardan çok farklı bir karar ile sonuçlanacağına daha çok inanmaya başladım. Bir dönem yapılan operasyonlara benzer, ‘fos’ çıkacağı gibi bir his doğdu içime. Bu, Ergenekoncuların masum olduğu düşüncesi değil, onların üzerine gidenlerin de en az onlar kadar güvensiz oluşundan. Geçtiğimiz günlerde bir gazetede; “Eyvah yine efelendi” diye bir manşet dikkatimi çekti. Bu manşet; Sayın Erdoğan’ın IMF için diklendiği, asıp kestiği günlerde çıktı. Sonra günler geçti, ama çok geçmedi; sadece birkaç gün ve gülümsedim gazeteleri okurken. O Sayın Erdoğan, efelenen, asıp kesen; bizim IMF’ye muhtaç olmadığımızı haykıran, atan tutan Başbakan; ABD’de, IMF’nin karşısında. Bu habere gülümsedim derken, aslında acı bir tebessümdü benimkisi. Düşündüm ve dedim ki; ya adam gibi çek restini, ya da sus. Başbakanın aklı başında danışmanları yok mu acaba? Makamı yüksek bir insan düşünce ve söylemleri ile bu kadar çelişir mi? Tabii, sorun sadece IMF diyaloğu değil. Yaklaşık bir ay kadar öncesinde, ülkemizde Aydın Doğan ve Recep Tayip Erdoğan polemiği yaşanmıştı. Hem de ciddi boyutlarda restleşmelere şahit olduk. Aralarından su sızmayan bu ikili, ne oldu da birbirine düşmüştü? Anlaşılan, Sayın Başbakan medyanın maşası olmamak kararlılığındaydı. Aralarındaki sorun Aydın Doğan’ın sahibi olduğu bir TV kanalına karasal yayın hakkının verilmemesi ve Doğu Akdeniz’de kurmak istediği rafineriye ruhsat verilmemesi idi. Aydın Doğan; ‘ben yatırımcıyım, beni engelleme’ diye haykırırken, Başbakan da o bildik nidası ile karşı çıkıyor ve katiyen olamayacağını milletin karşısında bağıra bağıra anlatıyor; bu çıkışı ile de büyük alkış alıyordu. Hatta çevremdeki bilinçsiz insanların, imaj düşkünlerinin “helal olsun be Aydın Doğan’a bile resti çekti ya” dediklerine şahit oluyordum. Bu polemik, henüz unutulmamıştı ki Başbakan Erdoğan ve Aydın Doğan, AKP Bayburt Milletvekili Ülkü Güney'in oğlu Naci Güçlü Güney ile Çağla Öktem'in düğün töreninde bir araya geldi. Bir laf vardır Ana-

dolu’da; “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu”. Yine soruyorum; Başbakanın etrafında adam gibi danışmanı yok mu? Yani kimse demiyor mu: Sayın Başbakanım daha 15 gün önce ağzınıza geleni saydığınız bir adamla aynı masada poz vermeniz yanlış anlaşılır, diye. Kokusu çıktı tabii o nikâh masasının. RTÜK, Doğan Grubuna ait TV kanalının karasal yayın hakkını verdi, bu da yetmedi; Doğan Grubunun hükümetten istediği en önemli konulardan biri “Rafineri izni”ydi. Hatta Erdoğan ve Doğan kavgasında, bu durumu bizzat Aydın Doğan açıklamıştı. Doğan, Çalık Grubu'nun patronu Ahmet Çalık’ı da hedefe koyarak şöyle konuşmuştu: “Ben Başbakan'a ‘2,5 milyar dolar paramız var. Biz bu ülkede yatırım yapmak istiyoruz. Biz sizden ne teşvik ne de kredi istiyoruz. Biz bu ülkede yatırım yapmak istiyoruz. Ben sizden ruhsat istiyorum, ben o ruhsatla yatırım yapacağım, rafineri kuracağım’ dedim. Nerde kuracaksın dedi? Ceyhan'da dedim. Hayır, olmaz, orayı Çalık Grubu istiyor dedi. Ben de Çalık da kursun ben de kurayım dedim; ama kabul etmedi.” Devamında, Enerji Đşleri Genel Müdürlüğü, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na (EPDK) Ceyhan’da rafineri yapımı için yaptığı başvuruda sorun yaşayan Petrol Ofisi Akdeniz Rafinerisi’nin (POAR) lisans almasının önünü açan bir görüş bildirdi. Ve tabii haklı olarak, Aydın Doğan istek ve taleplerine ulaşmanın verdiği güç ile Erdoğan’ın karşısında aldığı galibiyeti kasıla kasıla anlattı. Kimsenin Aydın Doğan’ın yapacağı yatırıma itiraz hakkı yok elbette. Ama burada önemli bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Aydın Doğan’ın galip gelmesi demek, Recep Tayip Erdoğan’a yaptıramayacağı bir şeyin olmaması demek. Aydın Doğan’ın bundan sonraki süreçte, Erdoğan’ı avucunun içine aldığı manasına gelir. Sayın Başbakan, yönünü kaybetmiş bir gemi gibi dalgaların sürüklediği tarafa gidi-


Sayı 10

Sayfa 61

“Fehmi Koru da ayrı bir alem tabii. Yıllarca peşinden koştuğu Başbakana bu benzetmeyi yapması ve ardından aldığı tepki karşısında suspus tavrı ve yine dalkavukluğa devam eden yazıları ile ne kadar dik duruşlu bir gazeteci olduğunu ortaya koymuş oldu.” yor. Bir ideali, davası yok. 29 Ekim kutlamalarında koltukları kaldırtıp yerine sandalye koydurarak ya da G20 aile fotoğrafında yere perçinlenmiş Türk bayrağını çıkartmaya çalışarak prestij kurtarma çabasına girerken düştüğü hallerin farkında değil. Avrupa Birliği’ne, G20’ye ve Akdeniz Ekonomik Birliği’ne yamanmaya çalışanlar; lideri olduğumuz D-8’leri, Türk Birliği Projesini ve Uzak Doğuyu görmezden gelmekte veya emri o doğrultuda almaktalar. Düşünün ki ‘hamdolsun kriz yok’ diyebilen ve arkasından, utanmadan ‘kriz bizi de etkileyecek’ açıklaması yapan bir hükümetin lideri, ‘Obama gibi geldi, Bush oldu’ benzetmesi yapan gazeteciyle dahi polemiğe girmeye üşenmeyen biri. Fehmi Koru da ayrı bir alem tabii. Yıllarca peşinden koştuğu Başbakana bu benzetmeyi yapması ve ardından aldığı tepki karşısında suspus tavrı ve yine dalkavukluğa devam eden yazıları ile ne kadar dik duruşlu bir gazeteci olduğunu ortaya koymuş oldu.

Bence olaylar ilerleyen günlerde daha da çıkmaza girecek; Erdoğan çok fazla gaf yapacak, bocalayacak. Çünkü etrafındaki topluluk, tamamıyla çıkar çevrelerinden meydana gelmekte. Kaybeden, her zaman olduğu gibi milletimiz olacak. Birilerinin öne sürdüğü Erdoğan da imaj kaybedecek ve zamanla silinip gidecek. En pahalı ısınan, en pahalı akaryakıt kullanan, en pahalı konuşan, en pahalı vergi ödeyen ve daha birçok en’lere sahip olan bu millet, bir gün çark edecek ve ‘dur bakalım arkadaş, buraya kadar’ diyecektir inşallah.

erdal.altun@politikadergisi.com

Bu reklam link paylaşımı için dergimizde yayınlanmıştır. Bu reklamın yayınlanması karşılığında KayseriEmlak.com’dan hiçbir ödeme alınmamıştır.


Sayfa 62

Politika Dergisi

Yakın Gurbetin Yolcuları Osman ACAR

Ben, önce Türkiyeliyim; sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti aşığıyım ve bir Hataylıyım. Kıbrıs'ta yaşayan, büyük çoğunlukta hemşehri kitlesine sahip olmak tabii ki onur verici bir durum. Tabii, iyi olarak nam salanlar kadar, kötü olarak prestij kaybedenler de mevcut. Ama çoğu durumda da adlarının çıktığının bilincindeler. En çok adı çıkan ilçelerinin adı ise Reyhanlı. Ben ise siyasetiyle, samimiyetiyle, en güzel dil argümanlarıyla ünlü Kumlu ilçesi aşığıyım ve oralıyım. Onlar yurdum insanı, onlar hemşehrilerim ve ben onlarla varım. Đyi eylemlerinin ve çok kültürlülüklerinin zenginliği onların, yani hemşehrilerimin yüzüne yansıyor. Bunu en güzel, Serhat ĐNCĐRLĐ, Kıbrıs Gazetesinde anlatıyor. (30 Kasım 2008)

"ONLAR REYHANLILI" Hatay'da herkesin "Kıbrıs'la bağı" da var... Yolda belde kime sorsak, "Haaa Teyzemgil orada", "Bizim yeğenler orada" diyenler çok... Antakyalılar, Kıbrıs'ta "Hataylıların" kötü bir "nam" saldığından da haberdar! Üstelik bundan çok da üzüntü duyuyorlar... Ve Antakyalıların savunması da hazır: "Onlar Reyhanlılı!!!"... Kıbrıs'ta Hatay'dan önce "Hataylıları" tanıdık... Pek iyi bir tanışma olmadığını söylemek yanlış olmaz... Ya da pek iyi bir tanışıklık dönemi geçirdiğimizi söyleyemeyiz... Kuzey Kıbrıs'ta büyük çoğunluğu "KKTC vatandaşı" olmayan, özellikle de "batan inşaat sektörü"nde çalışan önemli bir "Hataylı" nüfus yaşadığı konusunda herkes hemfikirdir sanırım... Kimi Hataylıyı bahçemizde çalışırken, kimisini "evde temizliğe gelen kadın" olarak da tanıdık... Hep yoksul, hep çok çocuklu, hep esmer tenli, hep kısa boylu ve erkekleri hep bıyıklı gördük... "Hataylı" dendi miydi de ne yazık ki hep ön yargılı davrandık ve negatif bir "bakış" salladık o yöne doğru... Şimdi Pegasus Hava Yolları haftada üç kez Ercan ile Hatay arasında hava taşımacılığına başladı... Bu seferlerden biriyle, bizler de Hatay'ı iki günlüğüne gezme fırsatı bulduk. Aslında "Hatay"ı değil, Hatay'ın merkez ilçesi Antakya'yı gezdik... Đzlenimlerimizi, derlediğimiz bazı bilgileri ve fotoğrafları sizlerle paylaşmak istedik. Hatay ve Antakya Hatay ve Antakya arasındaki fark nedir?

Hep duyarız bunu değil mi? Đzmit ve Kocaeli gibi.. Biri, "ilin adı"dır... Öteki ise bu il sınırlarındaki "merkez ilçenin" adı... Hatay da, Türkiye Cumhuriyeti'nin en güneydeki ilidir. Antakya ise bu ilin "merkez ilçesi"... Valilik, emniyet müdürlüğü bu ilçededir. Yani "devletin temsiliyeti" Antakya'dadır... Hatay'ın doğusunda ve güneyinde Suriye, batısında Akdeniz, kuzeybatısında Adana, kuzeyinde Osmaniye ve kuzeydoğusunda Gaziantep bulunur. Toplam nüfusu 1 milyon 386 bin 224'tür. En başta belirtmemiz gereken şudur: Hatay Türkiye'nin en önemli eski yerleşim yerlerinden biridir. Đstanbul ve Mardin'den sonra da en zengin tarih ve kültür mirası ile en zengin etnik yapıya sahip olduğunu unutmamak lazım... Yapılan arkeolojik araştırmalarda milattan önce 100.000 ile 40.000 yılları arasına tarihlenen bulgulara ulaşılmıştır. Đl toprakları ilk Tunç Çağı'ndan itibaren Akat Beyliği ve M.Ö. 1800-1600 yıları arasında Yamhad Krallığı'na bağlı bir beyliğin sınırları içerisinde yer almıştır. Daha sonra M.Ö. 17. yüzyıl sonlarında Hititler'in ve M.Ö. 1490 yıllarında Mısır'ın egemenliğine girmiştir. Ardından Urartular, Asurlular ve Persler'in egemenliğine girdi. M.Ö. 300 yılında Antakya kurulmuş ve kent hızla gelişmiştir. Kent M.Ö. 64 yılında Roma Đmparatorluğu'na katılmış ve imparatorluğun Suriye eyaletinin başkenti olmuştur. Đslam ordusu tarafından fethedilmiş, Emevi ve Abbasi egemenliğinde kalmıştır. Daha sonra 877'de Tolunoğulları'nın fethettiği topraklar sırayla Ihşitler ve Selçuklular tarafından yıkılan Halep merkezli Hamdanoğulları (Beni Hamdan/ Hamdânîler) egemenliğine girdi. 969 yılında Bizans Đmparatorluğu'nun topraklarına katılan il 11-12.yüzyıllarda Haçlı Seferleri sırasında da önemli rol oynamıştır. Antakya Memlûk Devleti tarafından Haçlıların elinden alınmıştır(18 Mayıs 1268). 1516'da Yavuz Sultan Selim bu toprakları ele geçirmiş ve Osmanlı Đmparatorluğu dönemi başlamıştır. Memlûk Devleti'nden zapt edilen Antakya, Osmanlı Đmparatorluğu'nda önce Halep'e bağlı bir sancak ve daha sonra kaza olarak yönetilmiştir. Hatay'dan Halep'e 1 saat Bu arada belirtelim; Halep, Antakya'ya bir bilemediniz bir buçuk saat uzaklıkta, Ortadoğu'nun en önemli alış veriş merkezlerinden biridir ki; Hatay üzerinden Halep'e geçip bu görkemli tarihe sahip kenti görmek de ileriki aşamamız olabilir... Tur operatörleri, Antakya - Halep'i birlikte kapsayacak paket tatiller hazırlayabilir...


Sayı 10

Evet, Osmanlı yönetiminde kalmıştık... Osmanlı Đmparatorluğu'nun Hatay'daki hakimiyeti 1918 yılına kadar devam etti. Mondros Mütarekesi'nden sonra Fransız işgaline uğrayan ve 1921 yılında Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan Antakya, Đskenderun ve havalisinde Đskenderun Sancağı adıyla bir yönetim kuruldu. 2 Eylül 1938'de bu Sancak'ta kurulan "Hatay Cumhuriyeti"nin Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen, Başbakanı Abdurrahman Melek, Meclis Başkanı Abdülgani Türkmen, milli marşı Đstiklal Marşı olmuştur. Hatay Devlet Meclisi 23 Haziran 1939 yılında Türkiye Cumhuriyeti'ne ilhak kararı almıştır. 23 Temmuz 1939'da "Hatay" adıyla bir vilâyet olarak Türkiye Cumhuriyeti'ne katılmıştır. Belirtmekte fayda var... 1939 yılına kadar Hatay'da Fransız askerleri de kalmıştır... Dünyanın en zengin mozaik koleksiyonu Tarihi ve turistik mekanlar açısından da zengin olan ilde dünyanın ikinci büyük mozaik koleksiyonunu barındıran Hatay Arkeoloji Müzesi bulunmaktadır. (En zengin koleksiyonun Tunus'ta olduğu kabul ediliyor)... Dünyanın ilk mağara kiliselerinden biri olan Saint Pierre Kilisesi Hıristiyanlarca hac yeri olarak kabul edilmekte ve her yıl burada 29 Haziran günü Katolik Kilisesi'nce ayin düzenlenmektedir. Bu kilisenin önemi de bizim Kıbrıs'ta da iyi bilinen St Barnabas veya St Mamas gibi önemli Hristiyanlık dini karakterlerinin bu kilisede liderlik - önderlik yapmış olmasıdır... Şiddetle görmeniz tavsiye edilir... Hatay, Türkiye Cumhuriyeti'nin en kozmo-

Sayfa 63

polit illerinden de birisidir, hatta belki de başında gelenidir... Çok uzun bir süre boyunca bir arada yaşamayı öğrenmiş etnik kökenleri, dinleri farklı birçok topluluğa ev sahipliği yapan Hatay ili UNESCO tarafından barış kenti de seçilmiştir. Çok kültürlü yapısını tarih boyunca korumuş olan ilde aynı ulusa mensup birden fazla dini cemaat bulunmaktadır. En büyük nüfusa sahip Alevi Araplar ve Sünni Türklerin yanında, Alevi Türkler, Alevi Kürtler, Sunni Kürtler, az da olsa Sünni Araplar, Hıristiyan Ortodoks ve Hıristiyan Protestan Araplar, Maruni Araplar, Museviler, Ermeniler ve diğer küçük topluluklar Hatay'ın çok kültürlü yapısının dinamiklerini oluştururlar. Maruni dedik bilmem dikkat ettiniz mi? Maruniler, bizim "Maronit"lerimizden başkası değildir... Sadece Maronit'lerimiz değil, mesela Kıbrıs'a özgü düğün pilavı herse de önemli benzerliğimizdir... Bizim herse, Hatay'da "Hırısi" diye bilinmektedir ve önemli bir yemek kültürü parçası sayılmaktadır... Bir "aşırı benzerlik" de, Beşparmak Dağları'nın "görüntüsü" ile Antakya'yı eteklerinde ağırlayan Habib Neccar Dağı'nın inanılmaz benzerliğidir... "Hani, Kıbrıs Đskenderun Körfezi'nden koptu" deniyor ya; dağların benzerliğinin bunu kanıtladığını söylemek de sanırım yanlış olmaz"... Hatay'ın ekonomisi tarım, sanayi ve ticarete dayanır. Đskenderun Körfezi'nde bulunan Đskenderun Demir ve Çelik Đşletmesi, Türkiye'nin kuruluş tarihi itibari ile üçüncü, uzun mamul üretimi açısından ise en büyük entegre


Sayfa 64

Politika Dergisi

tesisidir. 1.4 milyonluk bir nüfus Đl nüfusu 2007 sayımına göre 1.386.224 kişidir. Bu nüfusun 681.665'i şehirlerde, 704.559'u köylerde yaşamaktadır. Kilometrekareye düşen nüfus yoğunluğu 256,6'dır. Nüfus artış hızı yaklaşık olarak %1.2'dir. Đlin Antakya, Altınözü, Belen, Dörtyol, Erzin, Hassa, Đskenderun, Kırıkhan, Kumlu, Reyhanlı, Samandağ ve Yayladağı olmak üzere 12 ilçesi vardır. Akdeniz'deki önemli bir liman şehri olan Đskenderun ve merkez ilçesi Antakya, ilin en büyük iki yerleşim yeridir. 2007 yılının istatistiklerine göre ilde 16 anaokulu; 147 lise, meslek lisesi, Anadolu lisesi ve dengi okul; ve 635 ilköğretim okulu bulunmaktadır.[4] Đlköğretim okullarında 9.045 öğretmen 232.191 öğrenciye, liselerde ise 3.325 öğretmen 56.841 öğrenciye eğitim vermektedir.[4] Bu verilere göre ilköğretim okullarında öğretmen başına ortalama 25.7 öğrenci, liselerde ise öğretmen başına ortalama 17.1 öğrenci düşmektedir. Đlin yüksek öğretim merkezi 10 Kasım 1992'de faaliyete geçen Mustafa Kemal Üniversitesi'dir. Üniversite kurumları dokuz fakülte (eğitim, fen edebiyat, güzel sanatlar, iktisadi ve idari bilimler, mühendislik mimarlık, su ürünleri, tıp, veterinerlik, ziraat), üç enstitü (fen bilimleri, sağlık bilimleri, sosyal bilimler), dört yüksekokul (beden eğitimi, sağlık, sivil havacılık, turizm işletmeciliği ve otelcilik), yedi meslek yüksekokulu ve sekiz araştırma ve uygulama merkezinden oluşmaktadır. 2006-2007 öğretim yılı itibarıyla üniversitede 708 akademik personel, 575 idari personel ve 14.439 öğrenci bulunmaktadır. Hatay'ın Türkiye Futbol Federasyonu 2. Lig'de oynayan Đskenderun D.Ç ve 3. Lig'de oynayan Hatayspor olmak üzere iki profesyonel futbol kulübü vardır. Amik Ovası ilin en önemli düzlüğüdür ve bu topraklarda tarım oldukça gelişmiştir. Diğer önemli düzlükler Dörtyol Ovası, Arsuz, Payas, Đskenderun ve Erzin Ovası'dır. Hatay'ın en önemli akarsuyu olan Asi Nehri, Lübnan Dağları ve Anti-Lübnan Dağları arasındaki Bekaa Vadisi'nde kaynayan akarsuların birleşmesiyle oluşur, Suriye topraklarından geçerek ilin güneydoğu sınırlarından girer ve Samandağ yakınlarında delta oluşturarak Akdeniz'e dökülür. Sakal tıraşını sevmeyen erkekler Evet, Pegasus Hava Yolları perşembe, cuma ve pazar günleri olmak üzere haftada

üç gün Hatay'a sefer düzenliyor... Hatay Havaalanı'nı görenler, Ercan Havaalanı'nın Los Angeles'ta bir havaalanı olduğu hissine kapılabilir... Hatay Havaalanı yeni bir "terminal" binasına sahip ama bu terminal binasının "bir Boeing 747 dolusu yolcuyu" sığmadığı da bir gerçek! Antakya'da birkaç ana cadde dışında kalan bölgeler son derece "eski"... Eski dedik diye illaki "tarihi" ya da "otantik" bir "hoşluk" aramayın... Elbette bunlar çok! Yani "fotoğraf çekeceğim" diyenler için muhteşem "otantik" görüntüler mevcut ama "Avrupa" veya "Modern yaşam" standardında bir "temizlik" aramayın sakın... Sokak araları, iş yerleri yağmur yağmadığında toz - toprak, yağmurdan sonra ise çamur içinde... Hatay'da herkesin "Kıbrıs'la bağı" da var... Yolda belde kime sorsak, "Haaa Teyzemgil orada", "Bizim yeğenler orada" diyenler çok... Antakyalılar, Kıbrıs'ta "Hataylıların" kötü bir "nam" saldığından da haberdar! Üstelik bundan çok da üzüntü duyuyorlar... Ve Antakyalıların savunması da hazır: "Onlar Reyhanlılı!!!"... Ziyaret ettiğimiz bir camide namaza hazırlanan bir kişi, "Sohbet günlerimizde Kıbrıs'a giden Hataylıların orada kötü bir isim yaptığı konusunu da konuşuyoruz ve bizi rezil ettiklerinin farkındayız, hocamız bize bu konuda vaaz veriyor" diyor... Hatay'ı anlatmak olmaz... Antakya'yı, tarihi ve kültürel zenginliği mutlaka görmek lazım... Bizim tavsiyemiz mi? Oteller şahane... Belirtmeye gerek yok... Oldukça kaliteli otellerde, geceliği 200 YTL'ye kalabilirsiniz.. Eh bir o kadar da uçak biletiniz tutacak... Alın elinize fotoğraf makinenizi de... Hediyelik falan da alacaksınız, mutlaka revani yiyeceksiniz bir yerlerde... Taksi parası da olmalı... Eh işte; bir bin ya da bin 500 YTL ile perşembe gidin; pazar geri dönün... Ama Hatay'ı görün... Bol bol fotoğraf çekersiniz... En çok da, sakal tıraşı olmayı pek sevmeyen erkeklerin fotoğraflarını…

osman.acar@politikadergisi.com


Say覺 10

Sayfa 65


Sayfa 66

Politika Dergisi

P—Kitap: Seçkiler Mustafa Kemal ATATÜRK: “Ben çocukken fakirdim. Đki kuruş elime geçince bunun

Büngür Sönmez — Reyhan Yıldız Ateşe Dönen Dünya: Sarıkamış

Osman Pamukoğlu Kara Tohum

D. Mehmet Doğan Darbeler, Müdahaleler ve Siyasi Sistem

C. Polat—E. Gürbüz—E.M. Đnal Hedef Seçmen

Türker Alkan Siyasi Ahlak ve Siyasi Ahlaksızlık

Hikmet Uluğbay Siyasi Linç

Toktamış Ateş Ne Oldu Bize?

Tuncer Topur Dipsiz Kuyu: Ortadoğu ve Türkiye

Barry Rubin — J. Rubin Bir Siyasi Biyografi: Arafat

Osman Aysu Lenin’in Mangası

Mehmet Metiner Yemyeşil Şeriat, Bembeyaz Demokrasi

Âsaf Hüseyin Đslam Dünyasına Siyasi Bakışlar

bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım.”

Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: kultursanat@politikadergisi.com


Sayı 10

Sayfa 67

P—Tiyatro: Velev ki Tartüf Osman Budak

Moliere'in 1664'te yazdığı, Nazım Hikmet'in 1959'da Türk toplumuna uyarlayıp yeniden kaleme aldığı, günümüz "tartüflerini" mizahi bir dille anlatan aydınlanmacı bir oyun "Velev ki Tartüf". Tartüf, halkın dini inançlarını suistimal ederek maddi çıkarlar sağlamaya çalışan kötü niyetli insanların genel adı. En azından Moliere'in "Le Tartuffe" adlı eserinden beri. Đlk duyulduğunda kulağa Farsça bir sözcükmüş gibi geliyor. Oysa Moliere'in oyunundaki "Mösyö Tartüf"ten kalan bir miras. Aynı "Ali Dibo"lar gibi… "Velev ki Tartüf", 21. yy'dan gelen ve çağını özgür, demokrat, ilerici (!) tüm yanları ile başında takkesi, sırtında cübbesi, elinde tespihiyle sergileyen günümüz tartüflerinden bir zatın Moliere'in oyununa dahil olmasıyla başlar. Bir "Kelebek Etkisi" gibi oyunun tamamen değişmesi gerektiğini düşünenler olabilir. Ama yanılıyorlar. Çünkü tartüflerin her dönem yaptıkları iş birbirine son derece benzer. Oyun, her zaman olmasını ümit ettiğimiz gibi sonlanıyor. Emekçiler tartüflere yollarını gösteriyor ve son sözünü söylüyor; Biz işçiler oldukça bu mücadele sürecek… Dramaturjisini Yılmaz Onay'ın ve rejisörlüğünü Orhan Kurtuldu'nun yaptığı oyunda, Renan Bilek, Toygun Ateş, Nazif Uslu, Özlem Toptaş Menligil, Uygur Erol, Tuna Öztunç, Seda Kement, Zeynep Aydemir, Volkan Çolpan, Mehmet Bilen ve Recep Yener rol alıyorlar. Yapımcılığını Nurhan Uslu'nun üstlendiği oyunun genel sanat yönetmenliği Nazif Uslu'ya ait. Sahne tasarımı Cengiz Çakıcı, kostüm tasarımı Zeynep Aydemir, müzik ve remixleri Renan Bilek, ışık rejisi Yüksel Aymaz imzasını taşıyor. kultursanat@politikadergisi.com

ÇIZIKTIRMAK IRMAK BEYAZ SARAY’DA DEĞĐŞEN MASKELER VE DEĞĐŞMEYEN NOEL GELENEĞĐ


Sayfa 68

Politika Dergisi

P—Kitap: Uyku Ece ERDAĞ

“Gecelerim günlerimden daha uzun, çünkü geceleri yalnızım. Ancak zihnim gündüzleri olmadığı kadar açık ve berrak. Sürekli olarak kafamdaki düşünce fırtınasıyla boğuşuyorum. Genellikle iyimser başlayan ama gereksiz varoluş sorunları ve kendime acımayla sona eren düşünceler… “ Sadece yorgunluğumu hissedebiliyorum.. Bir haiku şöyle der: Ağaçların yaptığı gibi, Yuvasındaki kuş misali Sen de huzuru bulacaksın… Yeryüzü huzura uygun mu gerçekten? Çok karıştım ben! Çok! Karmakarışıklığımdan kurtulmak için uyumam lazım. Çünkü sen yoksun. Uyumam lazım. “Đyi olacaksın” dedin “Evet” dedim ve ışıklar söndü Anlamlı olan son gün o gündü Sonrası ise öylesine bir hayat Benoit’nın sesi kulaklarımda “Hep bir şeyler yanlış gider. Đyiden kötüye ya da kötüden daha betere…” Semantik demans mı bu? Onca saati geçirdiğim toz kokulu devlet dairelerini unutuyorum. Önce 5. kata çık, sonra 3. kata in, belgelerini imzalat; 6 fotoğraf ve ikametgâh senedini transkriptine zımbala (zımbanın teli bitmiş, alabilir miyim lütfen), sonra Zeynep Hanım’a teslim et her şeyi. (Buyurun, her şey dosyanın içinde) “Bunlar sadece ön başvuru için” diyor Zeynep Hanım. (Zeynep Hanım, enstitü sekreteri. Yüzüne bile bakmıyor insanın. Gaibe bakıp söylüyor bunları, onun da kafası karışık belli ki). Saçma bir kağıt parçası tutuşturuyor elime: “Mülakata bununla gel” diyor… Ne?! Mülakat mı! Doğru ya, bu sadece ön başvuru. Bu sadece “foreplay”. Bu sadece günlük yaşam. Sadece minik bir detay, gerçi pek minik sayılmaz; yaşamımın akışını değiştirebilecek potansiyelde. Bulutlu gökyüzüne bakıyorum, içime dönüyorum, Sema Hoca’mın sesi kulaklarımda “kızım, yoksa özel biri mi var Đstanbul’da?” Yok ki. Artık yok. Sadece minicik bir umuttu benimkisi. O umudu denize döktüm hocam. Denize döktüm ki okyanuslara karışabilsin. “ E, sadece bir dalgaydı ilişkimiz ayaklarımıza dolanıp ait olduğu yere çabucak dönüveren” diyebileyim.

Tekrar düşünüyorum. Sahip olduğum diplomalar/ becerilerim/ sırlarım/ korkularım. Hiç kimseyi gerçekten sevmiş miydim? Aramızdaki kopkoyu sessizliğe dönüşen o konuşmalar. Sadece birkaç saat daha yakın olmayı isterken bir anda daha da artan kıtalar arası o aşk! Đnsanlar arasındaki sessizliğin zenginleştirici olduğu fikrine inanmak istiyordum ya hani. Sessizlik kabul edilebilmeli hatta bağıra basılabilmelidir diyordum ya hani. Sessizliği bitirmek amacıyla söylenen her söz saçma bir konuşmayı beraberinde getirirdi hani?O halde neden bu kadar korkuyorum şimdi sessizliğimiz karşısında? “Her başlayan gece, bana yeni bir soru getirdi. Sabırla gelmeyen cevabı beklerdim. Başucumdaki çalar saat bunun şahididir. Bir gece evrenin sonsuzluğunu kavradım ve büyüklüğü karşısında ağladım. Yaptığım yemekler, topladığım eski fotoğraflar, içtiğim sigaranın külleri önemsizlikleriyle yarışıyorlardı. Sabah uyandığımı, terliklerimi ve kimonomu giyerek mutfağa gittiğimi ve evin boş olduğunu fark ettiğimi düşün, annem ve köpeğim gitmiş olsun. O zaman üzüntüm yıldızların arasında yok olup gidecekti. Daha sonra sonsuzluğun da bir öneminin olmadığını fark ettim, hatta dünya nüfusunun dörtte birinin yoksulluk sınırının altında yaşadığı gerçeğinin de… Yersiz ama varlığı hissedilir bir acı hissediyordum. Kimilerinin düşünceleri farklı evrimlerden geçiyor. Bazıları sonsuzluğu ve dünyadaki insanlık dışı haksızlıkları kendilerini geliştirme gerekçesi olarak görüyor ve kendilerini tamamen bu konulara veriyorlar. Onların yaptıkları doğru. Onlar mutluluktan korkmuyor. Düşmeden frenlemeyi biliyor ve uzun zaman zirvede kalabiliyorlar. Ben öyle değilim; mutluluğu hissettiğimde kendimi derhal paramparça etmeye başlıyorum, bu da benim hayatı yaşama biçimim.” “En sevdiğin sayı hangisi?” diye sordum. “Sıfır” dedin. “Neden?” “Çünkü sıfır hem en küçük hem de en büyük rakam. Sıfır birden önce ve düşünülebilen en büyük rakamdan sonra gelir” dedin. “Bu son söylediğin doğru değil” dedim. “Doğmadan önce sıfırsın, öldükten sonra da sıfır.” “Bir anlamda haklısın.” “Boşu boşuna yuvarlak bir rakam değil” dedin ironiyle. “Ben hayatımın büyük bir kısmında sıfırım aslında” dedim gülerek. “Hayır, sen yirmi dörtsün, ben otuzum. Sıfırdık ve tekrar sıfır olacağız” “Peki, bu durum sana memnuniyet mi veriyor?” “Hayır, sadece sıfır…” Belki az sonra dışarı çıkarız ve bu şehrin; vapurları, dolmuşları, ağaçları ve kuşlarıyla birlikte bize nasıl kucak açtığını görüp birbirimize kucak açarız. Nefeslerle ve kanla. Geceyle ve gündüzle… Đnsanlarla ve ben ve biz, birlikte… Belki.


Sayı 10

Sayfa 69

Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe Ayşegül ĐNAN

“Ya evlat ya devlet!” Kanuni bu sözü söylerken bir baba mıydı, yoksa cihana hükmetmiş bir hükümdar mı? Hangisi daha ağır basmaktaydı hayatında? Bunlar belki de onun bile zor cevapladığı sorulardı. Ama şurası bir gerçekti ki vereceği karar onu ya bir evlattan edecekti ya da bir imparatorluktan. Şehir Tiyatroları’nda, ilk olarak 16 Ocak 2008 tarihinde Kadıköy Haldun Taner Sahnesi’nde sahnelenmeye başlanan Orhan Asena’nın Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe adlı oyunu, güçlü kurgusu ve başarılı oyunculuklarıyla seyirciyi daha ilk dakikalardan itibaren, oyunun içine çekiyor. Seyirci, sahnede yalnızca tarihin gerçek yüzünü görmekle kalmıyor, aynı zamanda her karakterin iç dünyasında uzun bir yolculuğa çıkıyor. Kanuni, Hürrem, Bayezid, Selim… Oyun metni; onların iç çelişkilerini, bezginliklerini, yorgunluklarını sade bir biçimde vermiş ve onları birçoğuna göre, neredeyse tanrısal boyuta ulaşmış güçlerinden arındırıp “insani” yönleriyle de işlemiş. Bayezid, oyunun bir bölümünde kendisini bir yerlerden izlediğini hisseden babası Kanuni’ye aynen şöyle seslenir: “Tanrı değilsin baba! Sadece tanrıcılık oynuyorsun!” Ve Kanuni, devleti için bunu yapması gerektiğini herkesten iyi bilmektedir. O da Sadrazam Rüstem Paşa’ya şöyle der bir bölümde: “Bana öyle gelir ki Rüstem, ben çok yaşlandım. Dünyam da yaşlandı, devletim de. Şimdi, ancak birbirimize tutunarak ayakta kalabiliyoruz. Onun içindir ki kaygıyla izliyoruz her canlı fikri, her kıpırtıyı…”

Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe’ gerçekten izlenmeye değer. Ve tabii ki tarih kitaplarının okumayan sayfası kalmasın diyenler için de kuşkusuz ayrı bir yere sahip olacaktır. Đyi seyirler…

Yazan: Orhan Asena Yöneten: Nedret Denizhan Dekor Tasarımı: Ayhan Doğan Kostüm Tasarımı: Canan Göknil Işık: Mustafa Türkoğlu Müzik: Bora Ayanoğlu Efekt: Levent Akman

Peki ya Hürrem? Tarih sahnesinin o hırslı, güçlü kadını? Söz konusu; evlatları, Bayezid’i ve Selim’i olduğunda yine o güçlü, kimi zaman da acımasız kadın mıdır? Yoksa bir anne mi? “Ezmezsen ezilirsin!” diyen Hürrem, üvey oğlu Mustafa’yı feda etmeye çekinmezken, güç gösterisi yapan bir kadından öte bir anneydi belki de. Çünkü ne Bayezid’i, ne de Selim’i kurban vermek niyetinde değildi Osmanlı’nın bu ağır töresine. Aklına gelmemişti; bir gün iki oğlunun da karşı karşıya geleceği… Selim için de durum farksızdı. Kapısına dayanacak celladı mı göze almalıydı; yoksa bir kardeşten olmayı mı? Güçlü olan kazanmalıydı elbette. Bir tahttan ve bir hükümdarlıktan öte; bir yaşamı… Ve Bayezid… Her yakınmasında şu cümle dökülürdü dudaklarından: “Bir gün Selim’e çağrıcılar gelecekti uçan atlarıyla, Dersaadet’e varıp da tahtı onurlandırması için. Benim ise ecel çalacaktı kapımı, hünkar babamızın acısına yanmaya vakit bırakmadan…” Ve bu yakınmalar, korkular onu babası hayattayken kardeşine meydan okuma hatasını yaptıracaktı. Oyunun dramatik yapısını tamamlayan diğer öğeler; müzik, kostüm, dekor, ışık, yönetmen Nedret Denizhan’ın rejisiyle birleşince ortaya çıkan görüntü sizi oyunun içinde sürükleyip götürüyor. Özellikle müzik girişlerinin ışıkla bütünleştirilmesi, dekorun her sahnede mükemmel kullanımı, oyun sonunda ayakta alkışlanan oyunculuklarıyla ciddi bir emek harcandığı her sahnesinde belli olan ‘Ya

Oynayanlar: Kemal Kocatürk Selçuk Soğukçay Ersin Sanver Tarık Şerbetçioğlu Hakan Güner Mazlum Kiper Dinçer Çekmez Berrin Koper Senan Kara


Sayfa 70

Rıdvan Çelebi Sibel Topaloğlu Yılmaz Meydaneri Erhan Özçelik Ergün Üğlü Bora Ayanoğlu Haşmet Zeybek Đbrahim Şirin Caner Bilginer Selçuk Yüksel Gökhan Eğilmezbaş Doğan Altınel Aslı Narcı Esra Karabaş Güneş Han

Politika Dergisi

mesi sakınılmazdır. Bayezid: Yani? Lala Mustafa: Bir tuzak kurduk, avımızı bekliyoruz. Bir tuzak; o tuzağı kuranlar, o tuzağa düşecek olanlar… Hep aynı görüntü içindedirler. Bayezid: Daha açık konuşmanı isterim Lala. Lala Mustafa: Bu Şehzade Mustafa sevgisini ele alalım ilkin şehzadem! Ama bu hainin çevresinde toplananların bu düzmeceyi gerçekten Şehzade Mustafa sanmaları olacak şey midir? Đşte burada, doğru doğruluğunu yitiriyor, eğri doğru gibi görünüyor. Bu çılgın kalabalık ayaklanmak için bir bahane, bir de baş ararlarmış. O bahaneyi de o başı da buldular. Bir yalancı put. Zaten insanlar yüzyıllarca yalancı putlara tapmamışlar mıdır? Yeter ki öfkelerini ve çıkarlarını kollasın o put. Bayezid: Öfkelerini, çıkarlarını dedin Lala! Sevgiden söz etmekten kaçındın. Lala Mustafa: Sevgi çoktan gömdü acısını içine şehzadem. Bu konuşan öfkedir, kıskançlıktır, tamahtır. Hünkar efendimiz, tımarlının Şehzade Mustafa acısıyla Nahçıvan Seferi’nde nasıl isteksiz savaştığını görünce, ulufelerini arttırarak gönüllerini almak diledi. Kapıkulu bunu gördü, gücendi. Suçumuz ta başından beri hünkarımız efendimiz yanında bulunmak mıdır dedi. Onların da gönlü alındı. Yirmi bin akçeden yukarı dirliklerin yalnız Asitane yeniçerilerine verilmesi buyruldu. Tımarlının küskünlüğü arttı. Đşte bugün, bu düzmecenin çevresinde toplanalar, bu küskünlerdir Şehzadem. Beyazid: Doğru söylersin lala, yalnız doğru yol hangisidir göstermezsin. Biz de farkındayız. Anadolu karmakarışık. Devlet durmadan kan kaybeder. Ölümler… Ölümler…Ve bu ölüleri geri getirmeyecek paralar… Paralar…Paralar…

kultursanat@politikadergisi.com

Oyundan Bayezid: Sen bir şey söylemezsin Lala! Lala Mustafa: Ben düşünürüm şehzadem. Dulkadiroğlu’nun söyledikleri doğrudur. Lakin doğru olması yeter mi? Bayezid: Ne demek istersin Lala? Lala Mustafa: Doğrunun bir de doğru görünmesi gerek. Doğrunun doğru görünmediği yerde eğrinin doğru görün-


Sayトア 10

P窶認ilm: Seテァkiler

Sayfa 71


Sayfa 72

Politika Dergisi

PD—Okur: Birey Merkezli Sisteme Doğru Nihat ATAR

Demokrasi kendisi sorun üretir haldeyken, nasıl çözüm üretebilir ki? Einstein’a göre çözüm, ancak demokrasi düzeyinin üzerindeki bir düşünce sistemi ile ve sorunları yaratan ortamın dışında aranmalıdır.

“Herkesin her anlamda kullanabildiği, içi boş bir kavrama dönüştü demokrasi. “Demokrasi halkın isteklerini yerine getirme aracıdır. Halk istiyorsa şeriat devleti niye olmasın” diyenler ülkede çoğunluk iktidarını oluşturuyor.”

Tablo ne kadar karanlık ve korkutucu olursa olsun çözüm vardır. Çözüm duygularda, öfkelerde ve bulanıklıklarda değil, akılda, sağduyuda, şeffaflıkta, sevgide ve daha düzeyli düşüncelerdedir.

Şu anda ülkemizde yaşananlara baktığımızda görünen, engel olunamayan, etrafa korku ve dehşet saçan bir kör dövüşüdür. Akıl, sağduyu, hoşgörü, milli duygular, insani değerler, sevgisi saygı ortadan kalkmış. Siyaset arenasında iktidar ve muhalefet, bulanık bir suda sağa sola koşuşturarak üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Kimi bulanık suda yaptıklarını, gerçek amaçlarını gizlemeye çalışıyor. Kimi umutsuzca suyu berraklaştırmaya. Ama tüm yapılanlar suyun daha çok bulandırılmasından başka bir işe yaramıyor. Bu çabalarla bulanıklıktan kurtulma, kirliliğin dışına çıkabilme şansları görünmüyor. O bulanıklık ortamı, demokrasi ortamı sanılıyor. Ortamın olumsuzluğuna ve neden olduğu kirlenmişliğe bakılarak, demokrasiye olan saygı, onunla ilgili beklenti ve bağlılıklar da giderek tükeniyor. Herkesin her anlamda kullanabildiği, içi boş bir kavrama dönüştü demokrasi. “Demokrasi halkın isteklerini yerine getirme aracıdır. Halk istiyorsa şeriat devleti niye olmasın” diyenler ülkede çoğunluk iktidarını oluşturuyor. Bu söylemin ilk cümlesindeki tanımlamanın yanlış olduğunu söyleyemeyiz. Ama ikinci cümledeki amaç ve beklentiyi onaylamak, çağdaşlıkla ülkemizin geleceği ile bağdaştırmak mümkün mü? Bu açık bir şekilde, demokrasinin karşıtı olan bir sistemi egemen kılmak için, demokrasiyi kullanmak değil midir? Albert Einstein’a göre, karşılaşılan önemli sorunlar, bu sorunlara yol açan aynı düşünce seviyesi ile çözülemez. Bu söylemdeki tespitle ülkemizde yaşanmakta olan sorunların çözümüne bir yaklaşım getirmeye çalışıyorum. Ülkemizin sorunlarının, tanımdaki gibi “önemli” olduğuna itirazı olan var mı bilmiyorum. Bu sorunların çözülemez bir aşamaya geldiği de ortada. Çözüm tartışmaya açıldığında, ilk akla gelen tümce hep” çözüm demokrasinin içinde aranmalı” oluyor. Oysa ülkemizde demokrasi de içinde bulunduğu olumsuz ortamdan etkilenerek, sorun yaratır hale gelmiş. Eski başbakan ve cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in, sık sık telaffuz ettiği” Demokrasilerde çare tükenmez” sözü geçerliliğini çoktan yitirmiş. Demokrasi kendisi sorun üretir haldeyken, nasıl çözüm üretebilir ki? Einstein’a göre çözüm, ancak demokrasi düzeyinin üzerindeki bir düşünce sistemi ile ve sorunları yaratan ortamın dışında aranmalıdır.

Einstein’ın söylemindeki gibi, “demokrasi ile aynı düzeyde, “olmayan “ ya da “ daha üst düzeyde” olan, bir sistem var mı sorusunun yanıtı, dinamizmde aranmalıdır. Dinamizmin geçerli olduğu yaşamın her alanında, değişim ve yeniye doğru gelişim kaçınılmazdır. Toplumlar da sistemler de dinamiktirler. Bilim ve teknolojideki gelişmelere paralel olarak gelişirler. Yaşamlarındaki deneyimlerle, yarattıkları bilgi birikimleriyle, kendilerinden sonra gelecek yeni ve daha düzeyli sistemlerin zeminini hazırlarlar. O halde, demokrasiden daha üst düzeyde bir sistem de olacaktır ve vardır. Tablo ne kadar karanlık ve korkutucu olursa olsun çözüm vardır. Çözüm duygularda, öfkelerde ve bulanıklıklarda değil, akılda, sağduyuda, şeffaflıkta, sevgide ve daha düzeyli düşüncelerdedir. Bütün olumsuzlukları bir bütün içinde ele alıp doğru ve insani değerlere yönelmiş, günümüze kadar edinilmiş deneyimlerle, bilimsel verilerle donatılmış yeni bir çözüm yolu, yeni bir sistem aranırsa bulunacaktır. Vardır ve olacaktır. Bu alandaki en güçlü ve çağdaş sistem olarak, bireyi özgürleştiren, merkezine temel unsur olarak bireyi, farklılıkları ve doğayı alan “insan merkezli sistem” gösterilebilir. Đnsanlık tarihi boyunca, merkezine insanı alan, ilk ve tek sistemdir. Evreni insanı ve doğası ile birlikte ele almasıyla, tüm farklılıklara eşit mesafede ve koruyucu sıfatlı duruşuyla iç çelişkilerden uzaktır. Kendine karşıtlıklar ve düşmanlıklar üretmez. Đnsanını özgürleştirir. Yaşam seviyesine ayrım göstermeksizin bir alt sınır getirir. Bu sınırı gelişen olanaklara paralel olarak yükseltir. Oluşturacağı barış ortamı sayesinde, ülkemizdeki “laiklik-şeriat” örneği zıtlaşmalara, zor ve yaptırım uygulamaya gerek bırakmadan çözüm sağlar. Bu öngörüler bir ütopya olarak algılanıyorsa, biliniz ki kişi üzerinde umutsuzlukların egemenliğinden başka bir şey değildir. Bu sistem pek çok ülkede tümüyle olmasa bile uygulanmaktadır. Yurtdışında çalışan vatandaşlarımızın bu konulardaki anlatımları bizlerde sadece hayranlık uyandırmakla


Sayı 10

Sayfa 73

kalmamalı. Ülkemizde böyle bir sistemi dile getiren hiçbir siyasi örgütlenmeye tanık olamayışımız bir talihsizliktir. Yaşamakta olunan yanlışlar ve olumsuzluklar yaşamımızın bir parçası haline gelmiş. O olumsuzluklara şartlanmış, uyum sağlamış gibiyiz. Başka bir yaşam şeklini telaffuzdan bile korkar olmuşuz. Osmanlılıktan cumhuriyete geçiş yıllarını, ulusal kurtuluş savaşı verme durumuna geldiğimiz yılları ve o günlerin koşullarını düşünelim. Türk toplumuna kabul ettirilmeye çalışılan “başka devletlerin koruması, mandalık” gibi önerileri hatırlayalım. Devletimizin içinde bulunduğu ekonomik, toplumsal, siyasal ve askeri koşulların olumsuzluklarını hatırlayalım. O günlerin koşulları bu günlerden daha mı iyiydi. Ulu Önder Atatürk’ün topluma önerdiği, daha insanca ve onurlu yaşam için “ulusal bağımsızlık” ve “Cumhuriyet” önerileri de bazılarınca ütopya olarak gösterilmeye çalışılmıştı. Ama öyle olmadığını tüm dünyaya kanıtladık. Ulus yine o ulus. Atatürk Đlkeleri tüm karşıtlarına inat yaşamdaki yerini koruyor, koruyacak. Bu ulusumuzun yeni ve insanca bir sistemi yaşama geçirmek için gerekli bilinç, irade ve dinamiklere sahip olduğundan asla şüphe edilmesin.

editor@politikadergisi.com

YURTSEVER AYDINLARIMIZIN CANĐCE KATLEDĐLĐŞĐ VE HALEN CĐNAYETLERĐN FAĐLLERĐNĐN BULUNAMAMASI (!) KANIMIZA DOKUNUYOR.

NECĐP HABLEMĐTOĞLU (28 Kasım 1954 - 18 Aralık 2002)

UNUTMADIK!


Sayfa 74

Politika Dergisi

Postmodernizmin Bir Getirisi Olan “Tatminsizlik” “Bilgi akışının hızlı olması Ahmet Tuna ALP

Postmodernizm (modernite’nin bir üst aşaması) “tatminsizliği” de beraberinde getirdi.

Modern yaşam ötesi veya bir başka deyişle modernitenin bir üst aşaması olarak algılatıldı postmodernizm. Her an her şeyin olabileceği bir dünya. Sonda söylenmesi gerekeni başta söyleyelim: “bu getiri aile yapısının içini derinden etkilemiştir. Teknolojinin kendini sürekli yenilemesi bu bağlamda anlamlıdır. Yenilenen teknoloji kendine pazar hazırlamakla da mükellef olmuştur. Tam da bu noktada ‘ihtiyaç meşrulaştırması’ kodlanmıştır beyinlere.” Zaman içerisinde rekabetin öleceği bir zemine doğru ilerlemekte sistem. Dağılımın gün geçtikçe uçlara gitmesi noktasında yatırımın, üretimin tekelleşmesi. Peki bu "üst yapı" neden bu kadar korunaklı? Sınırları olmayan bu yapı devlet kavramını da sorgulatır hale gelmiştir. Elini kolunu sallayarak bir takım topraklara/kişilere/kitlelere müdahalede bulunuyorlar. Neden tepki çekmiyor ya da tepki görmüyor olabilir mi!... Bu matematiğin iki boyutu mevcut; birinci olarak kitleler önceden duyarsızlaştırılıyor, ikincisi de duyarsızlaşan kitlenin yönetimi basın öncelikli etkileşim alanları aparatlarıyla yönlendirilip/ yönetiliyor. Bunu yürütmek içinde "beyin takımı" iyi kuruluyor. Beyin kadrosu neden karşı çıkmıyor o zaman, onu da kapitalizm çerçevesinde devşiriyor. Bir çakışma noktası bir dip noktası bir denge noktası yok mu? Var. Bunun en büyük göstergesi savaşlar ki son dönemde işlevsizleşen kağıtlar. "Öteki" üzerinden üretilen siyasetler. Çökme noktasına gelen birleşimler. Yeni bir vizyona ihtiyaç gereksinimi her geçen gün daha da zorunlu hale geliyor. Bu noktada atılan dar adımlar var elbette ama burada "güven" tam olarak sağlanamıyor.

Çarpık bir ilerleyiş olmamalı; "küresel ısınmayı" haberlendirirken kutuplarda enerji için savaşan ülkeler demek yanlış olsa, şirketlerden bahsetmemek pek de etik/ Bilgi akışının hızlı olması birikimin de sınırlı kalmasına ahlaki olmasa gerek. sebep oluyor. Aynılaştırmaya karşı bir olmak; ama bu noktada da farklılaşmak gerekir.

birikimin de sınırlı kalmasına sebep oluyor. Aynılaştırmaya karşı bir olmak; ama bu noktada da farklılaşmak gerekir. Farklılığın farkından olan "üst yapı" rakipleri de, kendi üretip sunmakta bize. Bizi bizden bilip bir yön çizememeye gebe bırakmakta.” Bilgi akışının hızlı olması birikimin de sınırlı kalmasına sebep oluyor. Aynılaştırmaya karşı bir olmak; ama bu noktada da farklılaşmak gerekir. Farklılığın farkından olan "üst yapı" rakipleri de, kendi üretip sunmakta bize. Bizi bizden bilip bir yön çizememeye gebe bırakmakta. Her birimiz "kayıp noktaya" doğru ilerliyoruz. Bu kendiliğinden ilerlen bir nokta, bir anlamda. Başarıya ulaşmak için onu yönetmek gerekiyor. Tatminsizlik eşlik ediyor olabilir bu süreçte bize lakin ümidin daim olması gerekiyor. Son tahlilde; "tatminsizlikten" kurtulmak kendi içinde bir plan program gerektiriyor; ama bu eksik kalıyor. Meselenin içine bizimle hareket eden kişi/kitleleri de katmak gerekiyor. Evet, postmodernizm hepimizin içine girdi; ama kaliteli ile kalitesizi, iyi ile kötüyü ayırt edemiyor henüz. Modernizm bu aşamayı da elde ederse sanırım yeni bir sıfatı hak etmiş olacak! Neopostmodernizm dönemi veya II.Postmodernizm dönemi…

atuna.alp@politikadergisi.com


Sayı 10

Sayfa 75

Geçmişin Geleceğe Dersi Gökhan DAĞ

Eskilerin söylediklerine göre geçmiş, geleceğe yön vermek adına söylenen sözcük ve tavırlarla doludur. Yani ağızdan çıkan her kelime, hatta bedenin göstermiş olduğu her hareket geleceğe yön verir. O zaman, geçmiş ve gelecek arasında sıkışan ve şu an yaşamakta olduğumuz “şimdiki zaman” geçmişten alınan derslerin geleceğe uyarlanmasından başka bir şey değildir. Biraz felsefi olacak belki ama şimdiki zamanların tümü geçmişten alınan derslerin sonucu varolur. Eğer bir millet, bir ulus, varlığını halen devam ettirebiliyorsa bu geçmişten alınan derslerin hala çok iyi bilindiğini gösterir. Aklımıza hemen şöyle bir soru düşebilir: “Peki, geçmişten hiç mi ders çıkarmayan yok?” Tabii ki geçmişine hıyanet eden, geçmişini umursamayan bir kesim her zaman mevcuttur; fakat bunların azınlıkta oluşu (yani geçmişinden dersler çıkararak şimdiki zamanda var olan ve geleceğe ilerleyen insanların çoğunlukta olması) şimdiki zamanın yaşanabilirliğini mümkün kılar. Özcesi; şimdiki zamanda var olabilmenin tek koşulu geçmişinden dersler çıkaran insanların, çıkaramayan insanlara karşı çoğunlukta olmasıyla açıklanabilir. Bu geçmiş ve gelecek arasında cereyan eden varoluş toplumsal kesimin anatomisinden başka bir şey değildir. Toplumsalın, yani sosyolojik olanın toplumsallaşma süreçleriyle pozitif veya negatif yönde değiştiğini gayet iyi biliyoruz. Peki, bu toplumsallaşma süreçlerini halka kim empoze ediyor? Cevabı bilindiği üzere, siyasal seçkinler. O zaman şu ana kadar söylediğimiz tüm varsayımları yıkacak bir şeyden bahsetmenin zamanı geldi. O da şu: “Ya eğer siyasal seçkinler geçmişlerinden dersler çıkartmıyorlarsa?” Kritik soru bu. Üzerine yoğunlaşmamız gereken tek şey bu. Hemen irdelemeye başlayalım. Geçen günlerde seyirci olarak katılmış olduğum Genç Bakış programında, programın sunucusu Abbas Güçlü aynen şu kelimeleri kullandı: “Arkadaşlar, demokrasi

sandıktır. Sanıktan çıkana saygı gösterelim. Eğer sandığa saygı göstermiyorsak demokrasiden söz edemeyiz.” Ben bu söylemlerin tamamına karşı çıkıyorum. Demokrasiyi sandıktan ibaret gören bu anlayış kesinlikle demokrasinin çarpıtılması işlevini görüyor. Abbas Güçlü burada geçmişinden ders almadan şimdiki zamanı oluşturuyor ve geleceğe yönelik tartışmalarında, bu konuda, fitilini ateşliyor. Toplumsallaşma süreçlerini halka kim empoze edi-

Abbas Güçlü’yü bu konuda her ne kadar yor? suçlasam da, onun dayatılan toplumsallaş- Cevabı bilindiği üzere, sima evrelerine maruz kaldığını görebiliyo- yasal seçkinler rum. Siz belki Abbas Güçlü’yü bu söyledikleriyle tarihine sahip çıkmamakla suçlayabilirsiniz; fakat ben o kadar ağır bir suçlamada bulunmayacağım. Çünkü kendisinin oldukça yerinde tespitleri olduğunu birçoğumuz biliyoruz. Sadece ona negatif yönde toplumsallaşma gazisi diyelim. Gerçi hepimiz o yolun yolcusu değil miyiz? Geçmişinden dersler çıkaramamış olanların yönetiminde hepimiz geçmişimizi unutmaya başlayıp, karanlık geleceğe hizmet etmiyor muyuz? Değerli okurlar, bilmemiz gereken toplumsallaşma sürecinin ağlarına takılmanın imkânsız olduğu. Ağa takıldığınızı bilseniz bile, o toplum içinde yaşabilmek için ağdan kaçış reflekslerinizi sınırlıyorsunuz. Durup bekliyorsunuz. Demokrasinin sandık olduğuna inanıp yakında seçimler geliyor, ne de olsa oyumu daha iyisine verir, durumu idare ederim diye düşünüyorsunuz. Bu düşüncede olanların hepsi ne yazık ki demokrasi şehitleri mezarlığına gömülecek. Bu düşüncede olanlar, her geçen gün dayatılan, empoze edilen toplumsallaşma süreçlerinin telafisi mümkün olmayan zararlar doğuracağını biliyorlar mı?

“Şimdiki zamanda var olabilmenin tek koşulu geçmişinden dersler çıkaran insanların, çıkaramayan insanlara karşı çoğunlukta olmasıyla açıklanabilir.

Demokrasi sandıkta belli olur düşüncesi, sandığa doğru gidilen her günde bir anormallik oluşumuna seyirci kalmaktır. Bu süreç, siz sandığa gidene kadar sizi ele geçirirse “ben sandıkta gücümü gösteririm” planı oldukça manidar bir şekilde üzerine soğuk su içmeyi gerektirir. Bizi yönetenler tarihimizden, geleceğimizi karanlıklardan kurtaracak dersleri ne yazık ki almadılar. Onların aldığı tek ders yaşanmış olan şanlı tarihimizle kendi amaçlarını gerçekleştiremeyecekleri oldu.

Ya eğer siyasal seçkinler

Ve bunu da topluma öyle güzel empoze geçmişlerinden dersler ediyorlar ki, yazımın başında belirttiğim çıkartmıyorlarsa? çoğunluğu hızlıca azınlık konumuna düşü-


Sayfa 76

“Kömür dağıtıp, erzak

Politika Dergisi

rüyorlar.

rine çıkar sağlıyorlar.

Kimisi eline çıkıp bir balon alıp patlatıyor, kimisi karışıklık çıksın diye sarı otobüsüyle şehirlere kaos götürüyor.

Şimdi herkes “e Gökhan iyi söylüyorsun da peki bu adamlar geçmişlerinden ders almadılarsa nasıl ülkeyi yönetiyorlar” diyebilirsiniz.

çekleri

Sosyolojik olanın tarihine ihanetini, sağlam tuğlalarla inşa ediyorlar.

yollayarak

Kömür dağıtıp, erzak çekleri yollayarak geçmişinizi bir kalemde, sizden habersizce siliyorlar.

geçmişinizi bir kalemde, sizden habersizce siliyorlar.

Geçmişte odunu aday göstersek seçtiririm mantığına ne yazık ki bugün yenik düşüyoruz. Bir ninemiz “ben gidip oyumu ampule verip çıkıp geliyorum diyor.” Seçmen kâğıdında AKP’nin altında odun yazsa da onun umurunda değil. Söyledikleri bunu gösteriyor. Daha oy verdiği partinin adını bilmeden kömür, erzak peşinde koşuyor. Ne yazık ki bu hale düşürüldük. Đşte geçmişinden dersler çıkarmayan bu insanlar önce sizi bir çuval kömüre muhtaç ediyor, sonra da size bunu vererek kendile-

“Politika Dergisi ‘Güzel Türkçemizi Koruyalım’ Kampanyasını Destelemekten Onur Duyar.”

Cevabım hazır. Evet, geçmişlerinden yeterince ders almadılar sadece kendilerini iktidara taşıyacak dersleri aldılar. Bu sebeple de diyorum ki geçmişini çok iyi bilen Atatürk’ün çocuklarından çekecekleri var. Saygılarımla…

gokhan.dag@politikadergisi.com


www.politikadergisi.com — iletisim@politikadergisi.com

Gençliğe Hitabe Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Teşekkürler… > Uludağ Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’a > Değerli Hocamız Yrd. Doç. Dr. Sertaç Serdar’a,

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

> YeniÇağ Gazetesi Yazarı, Sayın Arslan Bulut’a

Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

> Değerli Eğitimci ve Yazar Sayın Emre Kongar’a

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

> Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e > Metin Tınay ve Verim Hosting’e > Fatma Şen’e > Barış Tınay’a >Tüm Emeği Geçenlere > Ve Tabii ki Desteğini Bizden Esirgemeyen Tüm Okurlarımıza Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.

Not Bu sayımızda yazarlarımız bazı yazarlarımızın yazıları çeşitli nedenlerden dolayı yayınlanamamıştır. Okurlarımızdan özür dileriz.

20 Ekim 1927



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.