Politika Dergisi Sayı 21

Page 1



Politika Dergisi

Kurucular: Emrah ÖZDEMĐR Gökhan DAĞ

Bu Sayıda Yazanlar:

A. Mümtaz ĐDĐL Alkan SOYAK Bilgin TÜRK Celal ŞEKERCĐ Cem O. TAMTÜRK Emrah ÖZDEMĐR Evren YELKANAT Nuran TALAY O. Kemal ÖZKAN Saadet TOKSÖZ Selvihan ÇĐĞDEM Sevda EĞER

Karikatür:

Irmak ATABERK Kapak Tasarım:

Emrah ÖZDEMĐR Web Tasarım:

Gökhan DAĞ Metin TINAY GSM: 0555557000 Not: Bu tabloda alfabetik sıralama kullanılmıştır.

Sayı 21

iletisim@politikadergisi.com

14.04.2010

“Editörya”dan... Değerli okuyucularımız, yeni sayımızdan hepinize merhaba. Öncelikle geçen sayımıza göstermiş olduğunuz ilgi ve değerli bildirimleriniz için hepinize teşekkürlerimi sunuyorum. Farkındasınızdır, birkaç gün internet sitemize erişim sağlanamadı. Bunun nedeni, etkinliklerimizden rahatsız olan birtakım öbeklerin dergimize saldırmış olmasıdır. Ulusumuz, insanlık ve inandığımız değerler adına çıktığımız bu uzun yolculukta araçlar değişse de– de– durmayacağımızı herkesin bilmesi gerekir. Türk siyasasına nitelik kazandırmak için yaptığımız çalışmalardan, ancak niteliksiz ve katılımsız politikadan getirimi olan kişiler karşı çıkabilir veya Cumhuriyet’in kazanımlarını yok sayarak dış merkezli siyasa yürütmeye çalışanlar bizden rahatsız olabilir. Bu sayımıza gelince;

Resmî olmasa da bazı sosyal ağ sitelerinden olabileceğini söylediğimiz Turgut Özakman ile yapacağımız söyleşi gerçekleşmemiştir. Değerli yazarımız Özakman, sağlık sorunlarının yeniden ortaya çıkmasıyla mülakat yapamayacağını bildirmiştir bizlere. Son dönemin önemli tarihçi, yazar, sanatçısı olan “ihtiyar delikanlı” Turgut Özakman için Tanrı’dan hastalığının onmasını diler, gösterdiği incelik için Özakman’a teşekkür ederim. Başka bir konu: Özakman’dan söz ederken “ihtiyar delikanlı” dedim; neden? Dergimizin “genç” görüşü de budur. Biz, ülküsü için özveride bulunabilen ve umudunu yitirmeyenlere genç diyoruz. Gençlerin ve gençlerin dergisi olarak... 21. sayımızla karşınıza çıkmaya çalıştık. Umarım beğenirlerinizi kazanırız. Saygılar... Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com


Politika Dergisi

Sayı 21

iletisim@politikadergisi.com

Đçindekiler Hakkımızda Politika Dergisi, Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin kurmuş olduğu bir politik gençlik hareketidir. Yaratılmış ve halen de yaratılmak istenen apolitik gençliğe bir karşı duruş fikrinden doğan Politika Dergisi, kanunlara uyulduğu ve okuyucusuna saygılı olduğu taktirde her türlü görüşe önem verir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini benimsemiş, cesaretini Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa Nutku'ndan almıştır.

Röp. Yapan: Emrah ÖZDEMĐR

Mansur Yavaş Mülakatı [KAPAK] Sy. 33

PD “Neden Politik Olmalıyız?” Afişleri Sy. 8

Emrah ÖZDEMĐR

Ergenekon, Đkinci “Malta Sürgünleri” Olayı mı? (2) [KAPAK] Sy. 12

Saadet TOKSÖZ

Cadı Avı ile Cumhuriyetin Tasfiyesi Sy. 48

14.04.2010


Politika Dergisi

Sayı 21

iletisim@politikadergisi.com

Đçindekiler Yönetim Kurulu Başkanı Gökhan DAĞ Genel Yayın Yönetmeni Emrah ÖZDEMĐR

Selvihan ÇĐĞDEM

Ulus Olmak ya da Olmamak [KAPAK] Sy. 20

Yazı Đşleri Müdürü Evren YELKANAT

Sevda EĞER

Đdari Đşler Müdürü

Cumhuriyet Tarihine Kronolojik Bakış (II) [KAPAK]

Timur V. DOĞRUOK

Sy. 28

Plan—Proje Müdürü Nuran TALAY Đç Đlişkiler Sorumlusu Sevda EĞER

Prof. Dr. Alkan SOYAK (Konuk)

Otomobil Sanayii Üzerinden Dersler [KAPAK] Sy. 41

Evren YELKANAT

“Millî Đrade” Zaptiyeliği ve Millî Đradeye Karşı Demokratik Halk Devrimi Sy. 44

Nuran TALAY

AKP Anayasası Sy. 52

14.04.2010


Politika Dergisi

Sayı 21

iletisim@politikadergisi.com

Đçindekiler Görümüz Politika Dergisi’nin görüsü; gençlerin ve genç düşüncelilerin kavga ile değil fikirlerle politik katılımını sağlamaktır. Politika Dergisi, Türkiye için demokrasiyi; sadece seçimlere özgülenmiş bir rejim olarak değil Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarına uyulmak şartıyla her kesimin katılımının sağlandığı bir rejim olarak tanımlar.

Cem Osman TAMTÜRK

Atatürk Katil mi? Sy. 57

Ahmet Mümtaz ĐDĐL (Konuk)

Atatürk’ten Nemalanmak Sy. 60

Celal ŞEKERCĐ

Din ve Siyaset Sy. 62

Oğuz Kemal ÖZKAN

Cehenneme mi, Demokrasiye mi Giden Yollar Sy. 64

14.04.2010


Politika Dergisi

Sayı 21

iletisim@politikadergisi.com

14.04.2010

Đçindekiler Görevimiz

kültür sanat kültür sanat kültür sanat kültür sanat kültür sanat kültür sanat kült

Haz.: Emrah ÖZDEMĐR 1. Gençlerin ve genç beyinlilerin politik düşüncelerine yer vererek, depolitize olmalarını engellemek ve bu yolla ülkemiz politikasına bir ivme kazandırabilmek, 2. Cumhuriyetimizin, Türk devrimlerinin, insan haklarının, demokrasinin ve laikliğin özü korunmak kaydı ile fikir serbestîsi sunabilmek, 3. Geniş bir politik yelpazenin sunulması ile okuru çok yönlü düşünmeye sevk etmek, 4. Tüm bunların kazanımları ile düşünsel politizasyonu sağlayarak, gelecek için gerçek bir demokrasi oluşturmaya katkıda bulunmaktır.

P—Kitap: Seçkiler Sy. 70

Nuran TALAY

P—Film: Dersimiz: Atatürk Sy. 71

Emrah ÖZDEMĐR

P—Tiyatro: Ankara DT Oyunları Sy. 75

Irmak ATABERK

ÇIZIKTIRMAK - Söz Uçar, Yazı Kalır Sy. 77

Turhan SELÇUK

Büyük Usta’nın Anısına... Sy. 77

Bilgin TÜRK

P– Film: Girdap Sy. 78


Sayfa 8

Politika Dergisi


Say覺 21

Sayfa 9


Sayfa 10

Politika Dergisi


Say覺 21

Sayfa 11


Sayfa 12

Politika Dergisi

“Koparılması lazım gelen kafalar” hangileri?

Ergenekon, Đkinci “Malta Sürgünleri” Olayı mı? (2) Emrah ÖZDEMĐR

Tevfik Paşa hükümeti, “Ermenilere karşı işlenen suçlar” konusunda, sonradan, bilinçli veya yarı bilinçli olarak iyi bir noktaya parmak basmıştı. Ermeni olaylarının yargılanabilmesi için savaşa girmemiş beş yansız ülkeden ikişer yargıç istemişti.

Y

azı dizisinin ilk bölümünü sonlandırırken ikinci bölüme Damat Ferit hükümetiyle giriş yapacağımı yazmıştım. Ne var ki güncel bir gelişme, geçen sayıda işlediğimiz Tevfik Paşa hükümeti dönemine bizi geri döndürerek, bir olayı anımsamamıza neden olacak.

nota vererek, böyle bir olasılığı ortadan kaldırmıştı. Đspanya ise istek gelince, zaten Đngiltere’ye danışmıştı doğrudan. Hollanda’ya da aynı şekilde engel olunmuştu. Đsveç ve Đsviçre’den bulunulacak yargıç istemine ise Đngiliz sansürcüleri henüz yazı gitmeden (Đstanbul’da) engel olmuşlardı. Đşte, bugün parlamentosunda “Türkler soykırım yaptı” diyen Đsveç, öncelikle Đngiltere’nin neden Türklerin yansız yargıç istemesine engel olduğunu araştırmalıdır. Türklerin yargıç istediği ülkeler, Türkiye’nin etki alanında olan ülkeler değil; hepsi batılı ülkelerdi. Neden Đngiltere, böylesi bir atılıma karşı çıkmış acaba? Tarihimizi batılılara biraz anlatabilseymişiz keşke… Tabii onlara anlatmamız için önce kendimizin bilmesi gerekir. Anımsatmamızla birlikte, bu “ara konu”yu kapatarak yeniden kaldığımız yere, Damat Ferit’in birinci sadrazamlık dönemine gelelim. *** Aşırı Đngilizci “Enişte” Dönemi

Tevfik Paşa hükümeti, Vahidettin tarafından azledilmeden kısa bir süre önce, 1919 Şubat’ında önemli bir atılımda bulunmuştu. Đngilizlere ve “Müttefikler”e karşı işlenen suçlar konularında Đngilizlerle düşündeş olan Tevfik Paşa hükümeti, “Ermenilere karşı işlenen suçlar” konusunda, sonradan, bilinçli veya yarı bilinçli olarak iyi bir noktaya parmak basmıştı. Ermeni olaylarının yargılanabilmesi için savaşa girmemiş beş yansız ülkeden ikişer yargıç istemişti. Bu ülkeler; Danimarka, Đsveç, Đsviçre, Hollanda, Đspanya idi. Hükümetin bu girişimi üzerine, Danimarka’ya tebliğ gitmiş; ancak Đngiltere hemen bu ülkeye

Damat Ferit Paşa


Sayı 21

Sayfa 13

A. Tevfik Paşa, hem tam Đngilizci olmamasından, hem de yansız yargıç isteme olaylarından olacak, yargıç isteme olaydan kısa bir süre sonra görevinden alındı. Yerine ise 4 Mart 1919’da “katı Đngilizci” ve “sert Đttihatçı düşmanı” enişte Damat Ferit Paşa geldi. Damat Ferit göreve gelir gelmez, Đngilizler kendisine 5 Mart’ta “suçlular” hakkında bir rapor / plan sundu. 5 Mart’taki Đngiliz planına, Damat Ferit, 9 Mart’ta Đngiliz Yüksek Komiserliğini ziyaretinde Đngilizlere uygun hareket edeceğini bildirerek yanıt vermiştir. Artık Đngiltere - Dersaadet arasında kusursuz bir uyumun olduğu döneme gelinmiştir. Elbette tarihimizin açısından utanç verici sahnelerdir bunlar. Komiser Vekili Amiral Webb, söz konusu Damat Ferit görüşmesini Đngiltere’ye “… kendisinin ve efendisi Padişah’ın Allah’tan sonra Đngiltere’ye umut bağladıkları yolundaki güvencesini yineledi.”, “Bu kimselerin (Ermeni suçluları) yakalanacaklarına ve cezalandırılacaklarına söz verdi.” sözleriyle tellemiştir. Kabine değişikliğinin “sebebi hikmeti” de yavaş yavaş belli olmaktadır. Hiç gecikilmez; Webb - Damat Ferit görüşmesinin “ertesi günü” (10 Ocak 1919) yirmi kadar önemli kimse tutuklatılır. Bu büyük dalgada eski sadrazam Sait Halim Paşa; eski bakan, meclis reisi, mebus Halil Bey

Dünden bugüne, bütün ulusun ortak malı olan en verimli tesisler yok pahasına siyasal yandaşlara ve yabancı şirketlere satılırken sesini çıkarmayan, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen işçiler, küçük esnaf, emekli, memur, köylü de günahkar, değil mi? (Menteş); eski bakan Rıfat Bey; eski içişleri nazırı (bakanı) Ali Münif Bey; Cumhuriyet döneminin de önemli isimlerinden olacak olan, eski içişleri bakanı Ali Fethi Bey (Okyar); eski bakan Şükrü Bey; eski bakan Saip Đbrahim Pirzade… gibi önemli isimler “içeriye” alındı. Amiral Calthorpe listeyi 22 Mart’ta Foreign Office’e gönderirken tutuklananlardan gazeteci Ahmet Emin Bey (Yalman) ile gazeteci Celal Nuri Bey (Đleri)’in serbest bırakılıp sürgüne gönderilmesini bir zayıflık olarak tanımlar. Ayrıca eski maliye bakanı Cavit Bey ile Millî Mücadeleci ve son Osmanlı Meclisinde mebus olan gazeteci Yunus Nadi ise saklanmışlardır. Đngilizler, bazı kimselerin “siyasi öç” için tutuklandığını kabul etmişler; fakat çoğunun yargılanmayı (Đngilizlere göre tabii) hak ettiğini söylemişlerdir. Mustafa Kemal’in Yoldaşı da Đçerde

Ali Fethi (Okyar) Bey

Fethi Bey (Okyar) için bu noktada ayrı bir bölümce (paragraf) açmak gerekiyor. Fethi Bey, Mustafa Kemal önderliğinde Şişli’deki o ünlü evde toplanan millîcilerin öncülerinden birisidir. Padişahı ulusalcı bir kabine kurması ve Mustafa Kemal’i Harbiye (Savaş) Bakanı yapma konusunda etkilemek için Minber adlı bir gazete de çıkarmışlar; fakat başarılı olamamışlardır. Fazla ayrıntıya girmeyelim; Fethi Bey, Kemal Paşa’nın bağımsızlıkçı ve ulusalcı takımının önemli isimlerindendi. O kadar ki Mustafa Kemal, Ali Fethi’yi birkaç kez – karakol olan– Sansaryan Han’da ziyaret etmiştir. Samsun’a çıkmadan önce bile, Fethi Bey’in yanına gitmiştir. Fethi Bey’in de tutuklanması, ulusalcılar arasında panik yaratmıştır. Nitekim Mustafa Kemal, Fethi Bey’i ziyarete geldiğinde kendisinin de tutuklanacağını hissettiğini dile getirecektir da-


Sayfa 14

ha sonra, anılarında. Yüksek Komiserlik, Londra’ya Ali Fethi Bey’i “Đttihatçıların önde gelenlerinden” ve “Son dönemde, ‘görünüşte’ muhalefete geçti ve Hürriyeti Perveran Partisi’ni (doğrusu; Hürriyetperver Avam Fırkası) kurdu.” diyerek tanıtmıştır. Đngilizler ve işbirlikçiler, Đttihat ve Terakki’nin yerine açılan Teceddüt Fırkası’na katılmamış olsa da Fethi Bey’in “ulusal cephede” olduğunu biliyorlardı. Fethi Bey, Đngilizler tarafından fişlendiği başka bir raporda da “Cesur” olarak tanıtılıyordu. Korkağı da Đngilizlerin tutuklamasına gerek yoktu zaten. Yani asıl amacın Đttihatçılığı da aştığı gerçeği açıkça görünmeye başlamış ve olağan olarak bu gelişme, bağımsızlık ve kurtuluş reçeteleri arayan Mustafa Kemal ve millîci ekibini rahatsız etmiştir. Bugünkü tutuklamalar için bazen diyorlar ya, “birbirleriyle hiç alakası olmayan insanlar” diye; aslında emperyalistler açısından -birkaç araya sokulmuş kişi dışında- çok ilgileri var birbirleriyle. Fethullah Hoca da “Ölseler bir araya gelmeyecek kimseler ulusal cephe adı altında suni bir kitlesel dalga oluşturmaya çalışıyor,” (Yeni Aktüel, Sayı:14, 18 Ekim 2005) sözleriyle dile getirmiştir, aynı koşutlukta. Büyük olasılıkla cemaatine ve sömürgecilere olacak, muştuyu da yıllar öncesinden vermişti “ulusalcı dalgayı aşarız,”sözleriyle. Ele geçirdiği artık saklanamayacak kadar açık olan (bkz. Necip Hablemitoğlu, Köstebek) Emniyet de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş anlayışı olan ulusalcılığı “aşırı sağ” bir tehdit olarak tanımlayarak süreci başlatan adımları atmışlardı. Bir bölümce de Celal Nuri Bey (Đleri) ve günümüze ilişkin bir benzerlik için açalım. Celal Nuri Bey, son Osmanlı Meclis-i Mebusânı’na Gelibolu’dan vekil olarak girdi. Bağımsızlık Savaşımızın Đstanbul yayın organı gibi çalışan Đleri gazetesinin başyazarı idi. Elbette Millî Mücadele ile ilgili birçok önemli kişi vardı. Paragraf açmam özel bir benzerliğe dikkat çekmek için: Celal Nuri, Đngilizlerce “Đleri gazetesinin Celal Nuri Bey

Politika Dergisi

başyazarı. Gazete, halen Eğitim Bakanı ve Đttihatçıların en amansız düşmanı olan Ali Kemal’in Saray hafiyeliğini ortaya çıkarmakla reklamını yaptı.” sözleriyle tanıtılmıştı. Damat Ferit hükümetinde Maarif Bakanı olarak yer alan ve Ermenici görüşlerinden dolayı “Artin Kemal” diye anılan Ali Kemal’in Saray içindeki tuzaklarını ortaya çıkarmıştı Celal Nuri Bey. O bağlamda düşünürsek, bugün bazı ilişkileri, gizlilikleri ortaya çıkaran Aydınlıkçıların “içeri alınmasının” hikmeti de benzer nedenlerden olabilir mi? (Not: Calthorpe’un, tutuklanmayıp sürgüne gönderilmesini “zafiyet” diye tanımladığı Celal Nuri Bey, vakti geldiğinde Malta yolcusu olacaktır.) Okuyucu fazla yormak istemesem de bu süreçte hemen hemen her gün önemli olduğu için ağır ilerliyoruz; yine de olabildiğince hızlıca geçmeye çalışıyorum. Çoğu Damat Ferit Paşa hükümeti zamanında olmak üzere; 23 Ocak’tan 20 Nisan’a kadar, Đngilizler, paşasından küçük çetecisine, sadrazamından mebusuna, gazetecisinden subayına kadar 223 kişinin tutuklanmasını resmî olarak Osmanlı hükümetlerinden istemiştir. Bunların dışında Đngilizlerin doğrudan tutukladığı (özellikle Kars-Batum çevresinde) kimseler de olmuştur. Bekirağa Koğuşu artık ağzına kadar dolmak üzere, tam bir toplama kampına dönmüştür. “Türkleri Toptan Đdam Etmek Gerekir.” Cadı avı süreci işlemeye devam ediyordu. Bu arada, Ermeni meselesiyle ilgili bir konuyu da araya sıkıştıralım. Bu bölümün başında, Ahmet Tevfik Paşa kabinesinin tarafsız yargıç istemini Đngilizlerin nasıl ivedilikle bastırdığını anlatmıştık. Đngiliz niyetlerini göstermek açısından Amiral Webb’in Dışişleri Bakanı Balfour’a doğrudan gönderdiği telgrafı okumakta yarar var: “Ermenilere zulmetmekten suçlu olan herkesi cezalandırabilmek için, Türkleri toptan idam etmek gerekir. O bakımdan cezalandırmanın hem son Türk imparatorluğunu parçalayarak “milleti cezalandırmak” hem de benim listemdeki gibi yüksek görevlileri “ibret için” yargılayarak kişileri cezalandırmak biçiminde olmasını öneriyorum.” (3 Nisan 1919) Webb’in gönderdiği mesaj açıktır; Đngilizler bir ulusu hem sömürge yapmak hem de “tümden” cezalandırmak niyetindedir. Đngilizlerin, Tevfik Paşa hükümetinin yansız yargıç isteme girişimini neden bu kadar ça-


Sayı 21

Sayfa 15

buk davranarak -hatta panik yaparak- ortadan kaldırdığını anlıyoruz. Đngilizler ileride de kullanacağı bu kozun ne kadar değerli olduğunun farkındadırlar. Bir ulusu tümden cezalandırma hevesi, bugün de batılı devletlerin gündeminde. Benzer olarak, bugün Türkiye’de yine o zamanki Ferit Paşa hükümetine benzer bir hükümet var mı? Halk tarafından seçilmiş bir hükümetin yaptığı uygulamalarla; işgal koşulları altında Đngilizler tarafından –zorla– ataması yapılmış bir hükümetin işlediği suçları benzeştirmek biraz acı olur; ama en azından şu tartışılmayacak bir gerçektir ki batılı devletler, Cumhuriyet döneminde hiç olmadığı kadar şu anki mevcut hükümet döneminde bizi tarih önünde suçlu ilan etmektedirler. Yorumu kartları açtıkça, verileri çoğalttıkça daha net yapabileceğiz.

“Koparılması Lazım Gelen Kafalar” “Sehpalar bu adamlara layık değildir, koparılması lazım gelen bu kafalar, kütükler üzerinde kesilip günlerce ibret taşında kalmalı.” Bu söz, yazı dizisinin ilk bölümünde de alıntı yapılan Mütareke basının öncüsü Alemdar’ın sahibi “yandaş” Refii Cevat’ın 12 Mart 1919’daki yazısından. Refii Cevat’ın bu yazısı, Altan kardeşler, Şamil Tayyar, Kekeç, Kütahyalı, Mümtaz’er Türköne gibi onlarca liberal, eski solcu, Fethullahçı “kalemşor” yazarın “yetmez, yetmez” çığlıklarının biraz daha abartılısı, yani “işgal sürümü” olarak da nitelendirilebilir. Đlk Đdam, Millî Şehit; “Đbre”t Tersine Dönüyor… Refii Cevat, “ibret taşı”ndan söz ediyordu, ama bakalım, işler onun düşündüğü gibi mi gitmiş? 8 Nisan 1919 günü, “Âliye Divan-ı Harb-i ÖrRefii Cevat

fi” (Özel Sıkıyönetim Mahkemesi) tarafından ilk kez bir Türk hakkında ölüm cezası verilmişti. Đstanbul’dan gelen, sancağındaki Ermenileri Suriye’ye sürme emrini uygulayan Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey, idama mahkûm olur. Bu köklü ulusa tarihin en büyük ihanetlerinden birini yapmış olan Şeyhülislam Mustafa Sabri ile Padişah, hazırda beklercesine idamı hemen onaylamışlardır. Yazgısından mıdır, tutuklandığı gün ile “Đngilizlerin iyi niyet yetmez,” mesajı aynı güne gelen Kemal Bey, yine Đngilizlere verilen ilk kurban olmuştur. Karardan iki gün sonra (10 Nisan) Beyazıt Meydanı’nda asılan Mehmet Kemal Bey’in infazını büyük bir kalabalık acı içinde izlemiştir. Đngilizler “Kırım suçuna katılmaktan dolayı bir kimse, ilk kez layık olduğu cezaya çarptırılmıştır.” şeklinde dile getirdikleri düşünceleriyle memnunluklarını belirtmişlerdir. Mehmet Kemal, darağacının önünde “Ecnebilere yaranmak için beni asıyorlar,” sözleriyle halkı iyiden iyiye etkilemiştir. Koparılması lazım gelen kafaların ibret taşında bekletilmesi gerektiğini söyleyen Refii Cevat’ın Mehmet Kemal Bey


Sayfa 16

Kaymakam Mehmet Kemal’in cenazesi millîciler için değil; ama Đngilizci, Hürriyet Đtilafçı, Mütarekeci, Saraycı kesimler için ibret olmuştur. Öğrenciler arasında önemli bir cephe olan Tıbbiyeliler “Türklerin büyük şehidi Kemal Bey” yazılı bir çelenkle geldiler Kadıköy’deki cenazeye. söylemi bir bakıma doğru çıkmıştır. Kaymakam Mehmet Kemal’in cenazesi millîciler için değil; ama Đngilizci, Hürriyet Đtilafçı, Mütarekeci, Saraycı kesimler için ibret olmuştur. Öğrenciler arasında önemli bir cephe olan Tıbbiyeliler “Türklerin büyük şehidi Kemal Bey” yazılı bir çelenkle geldiler Kadıköy’deki cenazeye. Evlerden, sokaklardan ağıtlar duyulmakta; cenaze alayı gittikçe büyümektedir. Đmam sorar, merhumu nasıl bilirdiniz, diye; cemaat hep bir ağızdan, “Büyük vatanperverdir, iyi biliriz,” der. Đngiliz işbirlikçilerinin böylesine büyük bir ulusu toplama kamplarında öldüremeyeceklerini anlamaları açısından, Mehmet Kemal Bey’in musalla taşı, o kimselere “ibret taşı” olmuştur. Ama görmek isteyene tabii; çünkü Đngilizlerin Mehmet Kemal Bey’in cenazesindeki görevli casusu ĐTC’nin bu töreni özellikle düzenlediğini belirtmiş, ulusun özünden çıkan bir tepki olduğunu kabullenmemiştir. Đngiliz Dışişleri, gelen raporlar üzerine “Đttihat ve Terakki bu idamı kendisine sermaye yaptı”, saptamasını yaptıktan sonra sürgün düşüncesini resmî olarak not alır: “Tutuklu suçluları Türkiye dışına sürmek, lehimize olabilir. (…) Sadrazam, cezalandırmaktan pek fazla korkmuşsa suçluları bize teslim etmekten memnun olabilir.” Ayrıca –aşağıda göreceğiniz– 6. Ordu Komutanı Ali Đhsan Paşa birkaç gün önce Malta’ya sürülmüş; fakat milletten ses çıkmamıştır. Mehmet Kemal Bey’in idamı ise, toplumu ayağa kaldırmıştır. Bu gerçeklik de sürgün düşüncesini olgunlaştır-

Politika Dergisi

mış olabilir. Ayrıca Đngilizlerin yazdıklarına bakılırsa, Sadrazam Damat Ferit’i de büyük olasılıkla (padişahı gibi) “devrilme ve can korkusu” almıştır. Başkalarının istenciyle tahta oturanların ortak sonucu sanırım bu… Đlk ve “Yalnız” Malta Sürgünü Eski 6. Ordu Komutanı Ali Đhsan (Sabis) Paşa, Malta adasına ilk sürülen kişidir. Ali Đhsan Paşa, ilk toplu sürgün kafilesinden yaklaşık 2 ay önce Malta’ya gitmiştir. Ayrıca Mondros’la birlikte ilk tutuklanan ordu komutanıdır. Kafilelerden bile önce Malta’ya sürülen Ali Đhsan Paşa’nın suçu neydi: Paşa, ordusunun yenilmemiş olmasından dolayı teslim olmasının söz konusunu olamayacağını savunur. Musul vilayetini boşaltmayı da kabul etmediğini söyler anılarında. Irak Đngiliz Ordu Komutanı General Marshall ile sert yazışmaları da olur Paşa’nın. Anılarında Musul’u Đstanbul’un isteği üzerine boşalttığını belirten Ali Đhsan Paşa, askeri Nusaybin’e çeker. Gerçi Mustafa Kemal, konuyu Nutuk’ta şöyle açıklamaktadır: “General Marshall'ın, 'Yarın öğleye kadar Musul'u terk ediniz, aksi halde savaş esirisiniz’ emrini aldığı zaman, o büyüklük taslayan paşa hazretleri Sincar Çölü'nü geçerek Nusaybin'e gitmek için General Marshall'dan resmi bir yazı ile kendisini korumak için iki zırhlı otomobil istedi ve bunların himayesinde Aşir Bey'le beni Musul'da bırakarak Nusaybin'e gitti. Aşiretler üzerinde hükümetin otoritesini kırdı ve bu hali görenlerin vicdanı sızladı.” Yani Gâzi, Ali Đhsan Paşa ile aynı şekilde düşünmemektedir. Ali Đhsan Paşa “oyun”u sezdiğini, Doğu Anadolu’da bir Ermeni devleti kurdurulacağını anladığını anlatmıştır. Ali Đhsan Paşa, bunun üzerine anılarında da söz edeceği üzere, Đstan-


Sayı 21

Sayfa 17

bul hükümetinin acizlik içinde bulunduğunu ve onlardan bir destek beklemenin gereksiz olduğunu düşünmüştür. Aynı Ali Đhsan Paşa’nın Đstanbul’un isteği üzerine Musul’dan çekilmesi de düşündürücü. Đstanbul’un isteği üzerine Musul’u boşaltan Ali Đhsan Paşa, aynı Đstanbul’un diğer isteklerine karşı gelmiştir. Olasılık şu ki Ali Đhsan Paşa, Ermeni devleti olasılığını geç görmüştür. Đngilizlerin isteği üzerine Tevfik Paşa hükümeti tarafından 9 Şubat’ta (1919) Đstanbul’a çağrılan Ali Đhsan Paşa, halkı kışkırtmaya çalışan Đngiliz Ordusundan Yarbay Kelling’i birkaç günlüğüne tutuklatmış olduğundan ve Đngilizlerin emirlerine uymadığından Đngilizlerin kendisini tutuklayabileceğini – Paşa, tutuklamaların, direnişi geciktirmek için olabileceğini söylüyor– 12 Şubat’ta Đstanbul’a yazmıştır. Anlaşılan odur ki Ali Đhsan Paşa, hükümetine olan güvenini yitirmemiştir; çünkü 21 Şubat günü hükümetinin isteği üzerine yola çıkan A. Đhsan Paşa, kendisinin 1/2 Mart gecesi Haydarpaşa Garı’nda Đngilizler tarafından tutuklanmasını “…gafletten ayıldık ve esrar perdesi kalktı,” diye yorumlamıştır. Elinde 500 asker olan Ali Đhsan Paşa, birkaç Đngiliz polis ve askerine teslim olmuştur. Demek, hâlâ hükümetlerine ve Harbiye’ye güvenmekteler ki, onları “gaflet” uykusundan ancak Đngiliz polis ve askerleri uyandırabilmişlerdir. Bu, Ali Đhsan Paşa’nın Đstanbul’un acizliğini anlamak, Ermeni planlarını sezmekle birlikte üçüncü geç uyanışı sayılabilir. Ali Đhsan Paşa, tutuklanmasından sonra bir aya yakın bir süre Arapyan Han adlı bir binada hapsedilmiştir. Ve 29 Mart 1919’da emir onbaşısı Đ. Ahmet ile birlikte Malta’nın ilk yolcusu olacaktır “2667 Ali Đhsan Paşa”. Yani o ünlü “Malta Sürgünleri”nin öncül seferinin üzerinden tam 91 yıl geçmiş. Ali Đhsan Paşa’nın diğer tutuklulardan ayrı ve acele olarak sürülmesinin nedeni, Đngilizlerin Doğu ve Güneydo-

Yani Tolon bugünlerde “Yeni Osmanlı” olarak sunulan BOP’un yer aldığı “oyun”u sezmiştir; fark şu ki elinde bir ordu olmasa da etki alanı güçlü ve Ali Đhsan Paşa gibi son anda değil, önceden sezmiştir. Ayrıca Tolon’un “çuval” olayında ABD’yle restleşmesi olayını da çoğunuz biliyorsunuzdur. ğu bölgelerimize ilişkin planlarını uygulamasına karşı herhangi bir direniş olmaması için önlem alması olarak yorumlanabilir. E. Org. Hurşit Tolon’un Youtube gibi paylaşım sitelerinde yer alan 31 Ocak 2006 tarihinde yaptığı konuşmayı dinleyiniz. Farklı zamanlarda ve sürekli “Sevr’i taksit taksit yeniden getiriyorlar”, ABD’ye “Sınır içinde operasyon yapılabilirmiş! Senden izin talep eden mi var?” diyebilen, “Siyasi sınırların değişmesi için resmen uğraşan ABD bu projeyle oluşturulmak istenen haritayı dünyaya açıkladı. Hayallerindeki haritayı onlar ‘özgür Kürdistan’ bense ‘özgür Barzanistan' olarak görüyorum.” diyen Hurşit Tolon’un kimlerce gözaltına alınmak isteyebileceğini de bu yolla daha net anlayabilirsiniz. Yani Tolon bugünlerde “Yeni Osmanlı” olarak sunulan BOP’un yer aldığı “oyun”u sezmiştir; fark şu ki elinde bir ordu olmasa da etki alanı güçlü ve Ali Đhsan Paşa gibi son anda değil, önceden sezmiştir. Ayrıca Tolon’un “çuval” olayında ABD’yle restleşmesi olayını da çoğunuz biliyorsunuzdur. Tolon bunların yanında kasaba kasaba, konferans konferans gezen çalışkan ve örgütçü bir ulusalcı idi. Tolon ve Şener Eruyur gibiler ile bazı “emeklilerin” emekliliklerini en pahalı arabalarla, rahat içinde geçirmesi arasındaki farkı da anlamak zor olmuyor. Büyük Đttihatçıların Yargılanması Başlıyor! Ali Đhsan Paşa, Malta’da yalnızlık içindeyken, 28 Nisan 1919 günü, Sait Halim Paşa, Ali Münif Bey, Ziya Gökalp, Şükrü Bey gibi önde gelen Đttihatçıların dosyalarına başlanır. Mahkeme Baş-


Sayfa 18

ABD, 2008 “Đnsan Hakları Raporu”nda anımsarsanız, Ergenekon davası için “bulanık” demişti. 1900’lerin başında o dönemin ABD’si olan Đngiltere’nin Dışişleri görevlisi Edmonds’ın ilk yargılama için yorumu ne oldu dersiniz: “Bu mahkeme pek ilginç değil, üstelik karışık.” Đngilizler kendi güdümlerinde olan bir mahkeme için bile böyle bir yorum yapıyorlar... kanı Nazım Paşa, işi savsaklamaya başlar; çünkü bu yargılanma hukuksal bir yargılanma değildir. Neyle suçlanabilirlerdi? Deliller yetersizdir. Mehmet Kemal Bey için ülke ayağa kalkmışken, bu önemli kişilerin delilsiz, sırf yalancı Ermeni tanıkların sözlerine göre asılması olanaklı mıydı? Bunları gören Nazım Paşa, işi ağırdan almaya başlar. Bugün de “çok ama yok” delillerle bitirilmemek üzere bir yargılanma gibi görünmektedir. Đngilizler de sanıkların “kırım” suçuyla yargılanabileceklerini dile getirirler yazışmalarında. ABD, 2008 “Đnsan Hakları Raporu”nda anımsarsanız, Ergenekon davası için “bulanık” demişti. 1900’lerin başında o dönemin ABD’si olan Đngiltere’nin Dışişleri görevlisi Edmonds’ın ilk yargılama için yorumu ne oldu dersiniz: “Bu mahkeme pek ilginç değil, üstelik karışık.” Đngilizler kendi güdümlerinde olan bir mahkeme için bile böyle bir yorum yapıyorlar; çünkü insanları toplama anlayışıyla, toplama tanıkların savlarına dayanarak bir yargılama yapılamaz, ancak Ergenekon’da ve konumuz olan yargılamalarda da oldu gibi, insanları “cadı avı yöntemleriyle” toplayabilirsiniz... Tabii o dönemde sahte bile olsa delil bulunamıyordu; bu dönemde yandaş ve “dönemsel” birtakım medyanın hazırladığı ses kayıtlarıyla, sahte belgelerle, yalan haberlerle kamuoyu oluşturulabiliyor. Yani en azından

Politika Dergisi

bilinçli olmayan halkın zihni ele geçirilmese bile bulanıklaştırılıyor. Soner Yalçın’ın “Tarihçiler Bu Gerçeği Biliyor mu?” Başlıklı Yazısı Hakkında Birçok tarih kitabının Ziya Gökalp’in 17 Mayıs 1919’da Mahkeme’de söylediğini yazdığı “Milletimize iftira etmeyiniz. Türkiye’de bir Ermeni kırımı değil, bir Türk-Ermeni vuruşması vardır. Bize arkadan vurdular, biz de vurduk.” sözlerinin aslında söylenmediğini yazdı Soner Yalçın. (http:// www.odatv.com/n.php?n=tarihciler-bu-gercegibiliyor-mu-0304101200) Bunun üzerine göz attığım kitaplardan anladığım kadarıyla, gerçekten de bu ünlü sözün sağlam bir kaynağı yok. Ancak, Ziya Gökalp mahkemede değilse de başka bir suretle bu sözü söylemiş olabilir; çünkü bilinen kadarıyla Đzmir’in de işgal edilmesi nedeniyle o günlerde yargılanma işinin çok zor olduğu anlaşılmış ve sürgün işi iyice gündeme gelmiştir. Gökalp’in dile getirdiği söylenen bu sözlerin de ortamı ateşlediği yazılır. Soner Yalçın’a bu ünlü sözün kaynağını ortaya çıkardığı için de teşekkür ederim. Bir sonraki bölümde, şimdiye kadar, hemen hemen hazırlanışını anlattığımız “Malta Sürgünleri” konusunun “sürgün” kısmına geleceğiz. Ayrıca ilerleyen bölüm veya bölümlerde, konuyu olaylarla birlikte geniş açıdan da işlemeye çalışacağız. Düzeltme: Yazı dizisinin ilk bölümünde Đsmet Bey’i (Đnönü) “Đsmet Paşa” olarak yazmışım. Hâlbuki o yıllarda Đsmet Đnönü, henüz “Paşa” değil, miralaydır (albay). Düzeltme için Türker Yazıcı’ya teşekkür ederim. Düzeltme: Đlk bölümde “bizim Ergenekon” diye bir söz kullanmışım. Burada “bizim” dememin nedeni, dönemsel olarak Ergenekon - Malta olayları arasında Ergenekon’un bizim dönemimize ait olmasıdır. Burada bizim yerine “dönemimizin” gibi bir ifade daha doğru olacaktı. Uyarı için Doç. Dr. Firdevs Gümüşoğlu Hocamıza teşekkür ederim. Not: Yazı dizisinde doğrudan yapılan tüm alıntılardaki vurgular (koyu harfle yazma gibi) bana aittir.

Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com


Say覺 21

Sayfa 19


Sayfa 20

Politika Dergisi

Tarihimizden öğrendiğimiz bir şey var:

Ulus Olmak ya da Olmamak Selvihan ÇĐĞDEM

da tutulması bizleri en doğru verilere ulaştıracaktır.

Tarihin kendisini anlayabilmenin yolu tarih bilincine sahip olmaktan geçer. Peki nedir tarih bilinci? Tarih bilinci, tarihi aklın yol göstericiliğinde anlamlandırma çabasıdır. Aklı devreden çıkardığımızda tarih de tarih olmaktan çıkar. Başka bir deyişle yine tarih bilinci yakıtı tarih olan bir aydınlatma aracıdır. (1)

Tarih biliminin öğretimindeki temel ilkelerinden bahsetmeden önce bilimsel tarihin ne olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını belirtmek yerinde olacaktır. Bilimsel tarihin Batı’da ortaya çıkması 19. yy. içindedir. Batı’da bilimsel tarih belirmeden önce örneklerini bizde de gördüğümüz tipte hikâyeci ve pragmatik tipte yazılmış eserler vardı. Tarih bilimi anlayışı bizde Osmanlı döneminin sonlarında ortaya çıkarsa da Batıdaki gelişmeye koşut bir yol izleme olanağı doğmaz. Bilim olarak ortaya çıkan tarihçilik, önceleri toplumsal olayların kristalize olmuş biçimi olan siyasal ilişkilere ağırlık vermekteydi. Tarihsel olaylar ele alınırken olayın determinist bağının çözümlenmesi işi önceleri bilimsel araştırma olarak yeterli sayılmaktaydı. Oysa kısa sürede toplumun determinist bağlarla açıklanamayacağı onun bir diyalektik gelişimden oluştuğu anlaşılıp, toplumun araştırmalarında bilimsel yöntem olarak ortaya konmasıyla birlikte tarih biliminin işlevi de değişmiş oldu. Giderek salt siyasal olayların “neden-oluşumsonuç” zinciri içinde araştırılmasının yetersizliği belirginleşti. Artık yapılacak iş toplumun durgun biçimlerinin değil, gelişim sürecinin kavranmasıydı. Bunun için de toplumun gelişim sürecini belirleyen üretim biçimlerinin değişimini araştırmak tarih biliminin temel görevi olmuştur. Diğer toplumsal ve siyasal olaylar ise temeldeki ekonomik devinimle ilişkili olarak tarihsel süreci oluşturmaktaydılar. Đşte bu gün “tüm bir tarih” anlayışıyla yola çıkan tarih bilimcisi tarihsel gelişim sürecini aydınlatma uğraşı içinde bulunmaktadır. Bu gelişim sürecinin tam aydınlatılabilmesi için toplumun zaman ve yer olarak derinliğine incelenmesi işini yaparken de genel yöntem ve araştırma tekniklerinden sapmadan çalışan tarihçi bilim adamı olarak nesnel bir yol tutmuş demektir. Oysa bizde tarih bilimciliği “neden-oluşumsonuç” bütünlüğü içinde inceleme aşamasını aşmış değildir. Toplumsal gelişim yerine zaman ve mekan sınırlandırmalarıyla araştırma yapmakla yetinilmektedir. (2)

Tarihi, toplumsal bellek kabul edersek ulusal bilincin kazanılmasında tarih önemli görevlere sahiptir. Bu yüzden tarihin incelenmesinde aklın ön plan-

Tarih öğretimine siyasetçiler daha çok pragmatist (faydacı) gözüyle bakmışlardır. Söylemlerini temellendirmek, etkili hale getirmek ve daha büyük bir

Tarihin kendisini anlayabilmenin yolu tarih bilincine sahip olmaktan geçer. Peki nedir tarih bilinci? Tarih bilinci, tarihi aklın yol göstericiliğinde anlamlandırma çabasıdır. Aklı devreden çıkardığımızda tarih de tarih olmaktan çıkar.

T

arih, bireyi ve parçası olan toplumu ilgilendiren sosyal, kültürel, ekonomik olayları, yer ve zaman olarak kapsayan ve bu olayları belli metotlar içinde inceleyerek geçmişle yaşanılan zaman ve gelecek zaman arasında köprü kuran bilim dalıdır. Bu anlamda tarih anıların bilgi yığını değil, bu güne ve geleceğe yön veren sürece egemen olmayı, toplumu biçimlendirmeyi amaçlayan ideolojik bir toplumbilim dalıdır.


Sayı 21

kesim üzerinde söz sahibi olmak için tarihten yararlanmışlardır. En sağcısından en solcusuna, en demokratından en diktatörüne kadar bütün siyasiler bu kavram üzerinden propaganda yapmışlardır. Bu yüzdendir ki tarih öğretimi her çağda ama özellikle tarihin bilim olarak kabul edilmesinden bu yana büyük önem kazanmıştır. Tarih öğretiminin amaçlarını iki kategoride ele alabiliriz. 1. Tarihin disiplin içi amaçları, akademik (tarihi tarih için öğretmek) 2. Tarihin eğitimsel amaçları, disiplin dışı amaçları (sosyal amaçları) (3) Tarihin disiplin içi amaçları yani akademik yönü tarihi olguların gerçek biçimde ortaya konulmasına hizmet etmektir. Bu açıdan bakıldığında tarihin nesnel ve objektif olması beklenir. Tarihçinin tarihin disiplin içi amaçlarına hizmet edebilmesi için bir araştırma yaparken olayın tüm taraflarına ait belge bilgi ve bulguları yansız bir biçimde incelemesi gerekir. Tarihçinin olayı ya da olayları tek taraflı değil çoklu bir bakış açısıyla değerlendirmesi beklenir. Bizim burada asıl üzerinde duracağımız konu tarihin eğitimsel amaçlarıdır (disiplin dışı). Değişen bireysel ve toplumsal yaşam koşulları ve bunların üstesinden gelebilmeye yönelik arayışlar insanlığın ilgisini tarihe yönelttiği için ondan beklenen yarar ve işlev zaman içerisinde farklılıklar göstermiştir. Tarihe yönelik bu bakış aynı zamanda tarih öğretimine yüklenen amaçlar üzerinde de etkili olmuştur.(4) Tarih eğitimine yüklenen birçok amaç vardır. Bunlar:

Sayfa 21

Çağdaş tarih öğretiminin demokrasi gelişimini kavratacak, giderek bireylere demokratik bilinç kazandıracak yönde olması kaçınılmazdır. Đnsanlığın bugün kazandığı temel demokrasi ve özgürlük gelişimini öğretecek nitelikte tarih öğretimi tarih bilimiyle aynılık gösterir. > Bugünün anlaşılması > Đleriye bakış > Ulusal kimlik duygusu verilmesi >Hayal gücünün gelişmesi > Eleştirel düşüncenin gelişmesi > Etik amaçlar > Objektif olabilme > Empati yapabilme > Đyi vatandaş yetiştirme vs. bunlara daha birçokları eklenebilir. Tarih öğretiminde özen gösterilmesi gereken temel ilkeleri şu şekilde sıralayabiliriz: 1. Tarih öğretimi demokratik olmalıdır: Çağdaş tarih öğretiminin demokrasi gelişimini kavratacak, giderek bireylere demokratik bilinç kazandıracak yönde olması kaçınılmazdır. Đnsanlığın bugün kazandığı temel demokrasi ve özgürlük gelişimini öğretecek nitelikte tarih öğretimi tarih bilimiyle aynılık gösterir. Böylece yetişen kuşaklar çağdaş demokrasinin gelişim sürecini kavrayacak tipte bilimsel tarih öğretimi ile karşılaşmakla bilinçli olarak kendi sorumluluklarını benimsemiş olacaklardır. Bugün nesnel olarak doğru olan gerçek toplumların vardığı ekonomik içerikli demokrasi anlayışıdır. Bu bakımdan tarih biliminin araştırıp aydınlattığı doğrular ilkel, köleci, feodal toplumların övgüsü olarak kullanıl-


Sayfa 22

Emperyalistlerin koşullandırmalarına göre bir tarih öğretimi yapmak bağımsız bir ulus için hem bilim dışı hem de bağımsızlık ilkesiyle çelişiktir. Özellikle Ulusal Kurtuluş Savaşı vererek bağımsızlık kazanan cumhuriyet Türkiyesi’nde bağımsızlık kavramının içeriği tam anlam kazanmalıdır. maz. Kitlelerin demokrasiyi öğrenmelerine dönük bir tarih anlayışı bilimsel bir öz taşır. 2. Tarih öğretimi bilimsellik ilkesine uygun olmalıdır: Bilimin nesnelliğine uygun biçimde toplumun sosyo ekonomik ve buna bağlı olarak siyasal gelişim sürecinin açıklanması tarih biliminden beklenen işlevdir. Toplum bilimi varsayımlarında araştırmalar önermek, bu varsayımlar doğrultusunda belgeler sunup değerlendirmek ilk bakışta nesnelliğe aykırı görülüyorsa da incelendiği zaman bu varsayımların temelde bilimsel bulgulara dayalı olduğu görülür. Tarih konusu olan olayları sıralamak yerine gelişim sürecini aydınlatmayı görev bildiğine göre hikayeci ve pragmatik anlamda tarih öğretmenin bilimsel olmadığı açıkça görülür. Her ulus kendi ulusal tarihini anlatırken kahramanlık göstereceğim diye gerçeklerden ve bilimden ayrılır. Ulusal tarihin de bilimsel nesnellikle öğretilmesi gerekmektedir. Yetişen kuşaklara erdemlilik dersi vereceğim diye sosyo-ekonomik yapının onlar tarafından kavranmamasına yol açmaktadır. Öte yandan tarih siyasal ilişkileri aslında var olan sosyo-ekonomik yapı ile bağlantılı biçimde ele alan bir bilim olduğu için öğretimde de bu yolun tutulması zorunludur. Tarihte yaşanılan aşamalar utanç verici değil bugün varılan noktayı aydınlatıcıdır. 3. Tarih öğretimi laik dünya görüşü kazandırmalıdır: Đnsanlığın binlerce yıllık geçmişi, bilimsel eksiklikler nedeniyle metafizik korkutmaların baskısı altında kalmıştır. Đktidar gücünü ele geçirenler kitlelerin bu korkuları kendi çıkarları açısından alabildiğince sömürmüşler, iktidarlıklarını kutsal güçlere dayandırmaya çalışmışlardır. Üretim araçlarını ele geçiren iktidar sınıfının, kitleleri kutsal kavramlarla

Politika Dergisi

baskı altında tutma işi ilk kez 17. yy.da sarsılmaya başlamıştır. Bilimlerin alanı genişledikçe yönetilenler işin sınıfsal gerçeğini de kavramaya başlamışlardır. Yönetilenlerin kutsal kişileri gittikçe zayıflayınca iktidar gücünün ekonomik dayanakları gittikçe aydınlanmıştır. Laisizm batı uygarlıklarında ortaya çıkmıştır. Doğu uygarlıkları alanında ise laik dünya görüşü çağımızda belirmeye başlamıştır. Toplumsal yaşantıda kutsal kavramları değil de bilimsel yaklaşımları asıl alan dünya görüşüyle yalnızca yönetimde dindışılık önerilmekle yetinilmez, kaynağını bilimin nesnelliğinden alan yasalara dayalı ilişkiler toplumun dayanağı olarak var olur. Bu ilkeye dönük bir öğretimle demokrasinin gereği olan hoşgörü, iyi insan ilişkileri toplumsal dayanışma kazandırılabilir. Toplumsal ilişkilerde dinsel bir anlayış ancak korkuyu, gerçeklerden kaçmayı öğütleyebilir. Kaynağı dogma olan bir dünya görüşü çağdaş uygarlık anlayışını kavrama ve çağdaş dünyaya uyma yeteneklerini baskı altına alır ve bilimsel yorumlama gücünü engeller. Sosyo-ekonomik gelişimden kopuk yani bilimsel olmayan tarih görüşünün öğretimi temel alınırsa en başta bu ilke zarar görür. Bilimsel tarih öğretmekle laik dünya görüşü kazandırılabilir. 4.Tarih öğretimi ulusal bağımsızlık ilkesine uygun olarak ulusal birliği güçlendirmelidir: Ulusal birlik doğru bir tarih değerlendirmesiyle sağlanabilir. Kökeni yanlış saptanmış, gelişim süreci saptırılmış, bir tarih öğretimi ile ulusal birlik anlayışı kazandırılamaz. Emperyalist ülkeler ele geçirdikleri yörelerin dil, tarih, yazın, sanat vb. kültür ögelerini o ülkelerden önce inceleyerek birtakım ölçütler koymuşlardır. Ulusal bağımsızlıklarını kazanan ülkeler, emperyalistlerin koşullandırmalarından uzun süre kurtulamamışlardır. Emperyalistlerin koşullandırmalarına göre bir tarih öğretimi yapmak bağımsız bir ulus için hem bilim dışı hem de bağımsızlık ilkesiyle çelişiktir. Özellikle Ulusal Kurtuluş Savaşı vererek bağımsızlık kazanan cumhuriyet Türkiyesi’nde bağımsızlık kavramının içeriği tam anlam kazanmalıdır. Siyasal bağımsızlığın ekonomik ve kültürel bağımsızlıktan ayrı düşünülemeyeceği gerçeği bilinerek tarih öğretiminin temellendirilmesi gerekir. Gerçek tarih öğretimi tam bağımsızlık anlayışına bağlı ulusal birliği güçlendirici olmalıdır. Toplumsal gelişimi rastlantılarla, önderlerin özverileriyle açıklayan bilimdışı bir tarihle bu ilkeye ulaşmak olanaksızdır. Ülkenin ekonomik bağımsızlığını, ulusun birlik anlayışını, gelişim sürecini kavrayan kişi bilinçli olarak bu doğrultuda sorumluluk duyar. Böylece ulusallığın sosyal-ekonomik ve siyasal anlamda içerik kazanması sağlanabilir. 5.Tarih öğretimi ulusal uygarlığı ve dünya uygarlığını insancıl bir yaklaşımla kavratmaya dönük olmalıdır: Tarih tüm insanlığın toplumsal, ekonomik ve siyasal gelişiminin zengin deneyimleri birikimidir.


Sayı 21

Her ulus bu zengin birikimden serbestçe yararlanıp kendi sosyo-ekonomik yapısını daha iyiye ve güzele doğru yöneltmelidir. Bu birikime karşı çıkarak, onu yok sayarak, yadsıyarak çağdaş insanlığın vardığı uygarlık aşaması anlaşılamaz. Đnsancıl bir yaklaşımla tarihin bilimsel sonuçlarını öğrenen bireysel ve toplumsal kişiliğini geliştirebilir. Böylece birey bir yandan günümüzün sosyo ekonomik yapısını kavramada bilimsel yorumlama yeteneği elde ederken bir yandan da toplumsal kişilik kazanır. Aydın sorumluluğuna erişen kişi çağından, insanlığından ve giderek sosyal sınıfından sorumluluk duyar ve insanlığın daha ileriye götürülmesinde devrimci tavır alır.(5) Tarih öğretiminin amaçlarından birisi de ulusal tarih bilinci yaratmaktır. Buna göre ulusal tarih nedir, bunun üzerinde duralım biraz. Tarihin disiplin dışı görevlerinden birisinin de ulusal kimlik oluşturmak olduğunu söylemiştik. Ulusçu ideolojilerin kurulmasında tarihin bir araç olarak kullanılması ulusçu tarihçilik denilen bir kategorinin doğmasına neden olmuştur.(6) Ulus-devlet olgusu insanlığın gelişme sürecinde aydınlanma ile oluşan modernite projesi içinde ortaya çıkmış 18. yy. dan sonra kristalleşmiştir.(7) Felsefi gücünü 18. yy.da Aydınlanma Felsefesinden alan modernite, merkezine aklı oturtmuştur. Dinin dünyevi işlerden ayrılmasını ve dünyevi işlerin akıl ile çözülmesi gerekliliğini öngörür. Öznenin ve özgürlük fikrinin birlikte güçlenmesini siyasal ve felsefi hayatta merkez durumda olmasını amaç edinir. Modernite bilinen ve o zamana kadar gerçek

Sayfa 23

Ulusun en çok kabul gören tanımlarından birisi Ernest Renan’in tanımıdır. Renan ulusu ortak bir geçmişi olan birlikte yaşama arzusu gösteren topluluk olarak tanımlıyor. Renan’in tanımında ulusun en önemli öğesi ortak tarih olarak görülüyor. olarak kabul edilen tüm anlayışlara farklı açılardan baktığı için insanlık tarihinde kırılma noktasıdır. Đşte ulus-devletler bu modernite çerçevesinde hayat bulmuştur. Günümüzde ulus-devletler farklı tarihsel süreçlerde ve 200 yıla yakın sürede oluşmuşlardır. Ulusal tarih yazımı ulus-devletlerin ortaya çıkmasıyla paralel bir seyir izlemiştir.(8) Ulusun en çok kabul gören tanımlarından birisi Ernest Renan’in tanımıdır. Renan ulusu ortak bir geçmişi olan birlikte yaşama arzusu gösteren topluluk olarak tanımlıyor. Renan’in tanımında ulusun en önemli öğesi ortak tarih olarak görülüyor. Uluslar geleceklerini ve yönlerini bu ortak tarih üzerinden tayin edecekler bu ortak tarih üzerinden belirleyeceklerdir. Bu bağlamda uluslaşma sürecinde ulusal tarih yazıcılığının çok önemli bir yeri vardır. Uluslar söylemlerinde tarihsel süreklilik geçmişten geleceğe uzanma iddiasını dile getirmektedirler. (9) Ulusal toplumlarda öncelikle kişilerin alt kimlikleri bir tarafa bırakılır asıl amaç olan uluslaşmaya yönelinir. Burada önemli olan sürekliliği sağlayan üst kimlik olan ulus kimliğin anlaşılmasıdır. Toplumda böyle bir dayanışmanın doğabilmesi için biz bilincinin yaratılması gerekir. Ulus içi bağlılığı sağlayan ikinci mekanizma bize karşı bir öteki kavramının yaratılması-


Sayfa 24

Küreselleşen dünyada tarih yazımının da yeniden gündeme gelmesi doğaldır. Emperyalizmin geldiği son nokta olan küreselleşmede, büyük sermaye sahipleri kendilerini, kafalarındaki yeni dünya düzenin kurucuları olarak gördüklerinden, işe, kendi anlayışları doğrultusunda tarih yazımı ile başlayacaklardır. dır. “Ulus” tanımı gereği tüm dünyayı kapsamayan sınırlı büyüklükte bir toplumdur. Dolayısı ile her ulusun dışında olanlar vardır. “Biz” ve “Biz”in karşısında ötekinin yaratılması toplumsal bir süreçtir. (10) Ulus-devletler üzerinde bulundukları sınırları belli topraklara da bir kimlik vermek zorundadırlar. O toprakların vatan haline gelmesi kutsal bir kimlik verilmesi tarih kullanılarak yapılmaktadır. Toprak üzerinde yaşanılan bir tarih varsa vatan olur. Gerek ulusal devlette yaşayan topluluğa gerekse üzerinde yaşanılan toprağa kimlik verilmesi tarih sayesinde olmaktadır.(11)

Politika Dergisi

tırnak gibi bütünleşen farklı etnik kökenlere sahip bireyleri bir arada tutan ve onları ulus bilincine sahip kılan tek etken ulusal tarihtir. Ulusal bilinç bize, AB üyeliği, Ermeni Sorunu, Kürt Sorunu v.b. sorunlar karşısında, akla, bilime ve mantığa uygun hareket etmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.(12) Küreselleşmenin Ulusçuluğa Vurduğu Darbe ve Kimliksiz Tarih Dayatmaları Başlıktan da anlaşılacağı üzere bundan sonra ele alacağımız konu küreselleşme maskesi altında ulus birliğimizin yanlış tarih öğretileri ile çözülmeye çalışılması olacaktır. Küreselleşmeyi ulusal sınırların aşılması ekonomik olarak büyük sermayenin çok uluslu hale gelmesi, bilişim, iletişim ve ulaşım kolaylığı sunarak dünyanın küçülmesi olarak görebiliriz.(13) Küreselleşen dünyada tarih yazımının da yeniden gündeme gelmesi doğaldır. Emperyalizmin geldiği son nokta olan küreselleşmede, büyük sermaye sahipleri kendilerini, kafalarındaki yeni dünya düzenin kurucuları olarak gördüklerinden, işe, kendi anlayışları doğrultusunda tarih yazımı ile başlayacaklardır. Küreselci tarih yazımı nasıl olmalıdır? Avrupa konseyinin 2001 yılında “21. yüzyıl Avrupa’sında tarih öğretimi üzerinde tavsiye kararı” nın Türkiye sürümünü incelemek bu sorulara bir ölçüde cevap verecektir. Burada özet olarak:

Tarih, bir ulusun varlığını devam ettirebilmesi açısından birleştirici bir görev üstlenir. Aynı topraklar üzerinde yüzyıllardır birlikte yaşayan ve etle

1. Avrupa bilinci oluşturmak ve pekiştirmek olayların Avrupa boyutunu öne çıkarmak 2. Biz ve onlar çiftlemesine yol açarak biçimde tarihin ulusçu yorumundan kaçınmak 3. Kültürlerarası etkileşimi ortaya koymak 4. Önyargıların, basmakalıp yaklaşımların saf dışı bırakılması 5. Tarihin ideolojik amaçlarla kullanılmaması amacından saptırılmaması 6. Tarihin aşırı ulusçu, yabancı düşmanı, ırkçı, antisemitist, hoşgörüsüz olmaması 7. Đnsan hakları ve demokrasi gibi temel değerlerin yaygınlaştırılmasında rol oynaması 8. Đhtilaflı ve duyarlı konuların çoklu bir bakış açısıyla tartışmalı biçimde incelenmesi


Sayı 21

9. Đnsanlık suçlarının önüne geçilmesini sağlayacak bir araç olması 10.Kin ve nefret içerikli söylemlerin ders kitaplarından çıkarılması 11.Yerel tarih çalışmalarına ağırlık verilmesi(14) Türk milli eğitiminin genel amaçlarının 1. maddesi: “Türk milletinin bütün fertlerini 1. Atatürk Đlke ve Đnkılâplarına ve Anayasa’da ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin milli ahlaki insani manevi ve kültürel değerlerini benimseyen koruyan ve geliştiren; ailesini vatanını ve milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik laik ve sosyal bir hukuk devleti olan TC’ye karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek” demektedir. Ve ilave etmektedir: “Milli birlik ve bütünlük içinde kalkınmayı gerçekleştirmek Türk milletinin çağdaş uygarlığın yapıcı yaratıcı seçkin bir ortağı yapmaktır.” Tarih dersinin genel amaçlarına baktığımız zaman: 4. madde: Milli kimliğin oluşumuna bu kimliği oluşturan unsurları ve milli kimliğin korunması gerekliliğini kavratmak 5. madde: … Milli birlik ve beraberliğin önemini kavratmak, 9. sınıf(2007) Tarih Dersi Programı Temel Yaklaşımı kısmında 6. madde: milli değerleri merkeze alarak evrensel değerlere saygılı olmak 8. sınıf(2006) Đnkılâp Tarihi Dersinin genel amaçları kısmında 9. madde: Ulusal bilince sahip bir vatandaş olarak yetiştirmek(15) 12. sınıfta(2008) okutulan Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi dersinin amaçları arasında 5. madde: Milli tarih ve kültürümüz konusunda bilinçli duyarlı aynı zamanda dünyadaki farklı kültürlerle etkileşimde bulunabilen…(16) Küreselleşmeci zihniyetin bize dayattığı TürkĐslâm sentezi tarih görüşleri AB’den fon alan tarih vakıfları aracılığıyla yapılmaktadır. Bu vakıfların kilit noktalarında görev alanlar ise Türk devrim tarihinden intikam alma duygusuyla yetiştirilen ve aydın geçinen neo-liberallerdir. AB Tarih Komisyonu ile neo-liberallerin yaptığı içler acısı ittifak, bizden ulusal tarihimizi yok saymamızı ve kimliğimizi sınıf çatışmaları ile bölmemizi istemektedir. “aydın” ve “demokrat” olmanın ölçütünü Ermeni soykırım yalanını kabul etmek ya da altında kendilerinin parmağı bulunan 6–7 Eylül 1955 olayları gibi istenmeyen sonuçlar doğuran durumların suçunu ulusumuza yıkmak olarak görmektedirler. Oysa söz konusu kendi tarihleri ve ulusları olduğunda iş değişmektedir. Amerika Hiroşima’ya attığı atom bombasının, Vietnam’daki direnişçi kıyımının, Domuzlar Körfezi Çıkarması’nın, Küba’ya uyguladığı ekonomik ve

Sayfa 25

Küreselleşmeci zihniyetin bize dayattığı TürkTürk-Đslâm sentezi tarih görüşleri AB’den fon alan tarih vakıfları aracılığıyla yapılmaktadır. Bu vakıfların kilit noktalarında görev alanlar ise Türk devrim tarihinden intikam alma duygusuyla yetiştirilen ve aydın geçinen neoneo-liberallerdir.

psikolojik baskının hesabını vermemektedir. Yunanistan Kıbrıs Rum kesimindeki Rumları ayaklandırıp oradaki Türkleri banyo küvetlerinde öldürdüklerini dile getirmemektedir. 1917–1918 yıllarında Fransızlar, Ermeni çetelerini toprak vaadiyle kandırıp Doğu bölgemizdeki suçsuz onca insanımızı hunharca katletmiştir. Yine Ermenilerin Hocalıdaki Türk katliamları uluslar arası arenaya taşınmamaktadır. Rus yönetiminin Doğu’daki Türk devletlerini yıllarca sömürdüğü ve onlara yaşattığı kültür erozyonuna kimse ses çıkarmamaktadır. Söz konusu Türk ulusu olunca önce bizim tarihimizi değiştirmeye çalışmaktadırlar. Modern çağın en temel öznesi olan ulusu dışlayan bir tarih bilimsel olabilir mi? Tarihi yapan insan iradesini dışlayan öznesiz bir tarih yazımı ile karşı karşıyayız. Burada emperyalizmin siyasi amaçları için kullanılan sahte bir tarihçilik çıkar. Pratiğe bakıldığında “toplumsal” ya da “mikro” tarihçilik yapanların, siyasi ya da ekonomik tarihin tamamlayıcısı ya da karşılıklı birbirini tamamlayan bir tarihçilikten bilinçli olarak kaçındıkları görülmektedir. Bunun da nedeni ulusal devletin ya da ulusun tarihsel siyasi koşullarının, bu gün olduğu gibi dün de olmadığını ya da tartışmalı olduğunu kanıtlama çabasıdır. Tarih Vakfı’nın bu yöndeki bütün “tarih çalışmaları”nın Rokefeller Vakfı (ABD), Körber Vakfı Friederich Ebert Vakfı, George Eckert Enstitüsü ve Goethe Enstitüsü (Alman), Soros Vakfı ve çoğu Alman diğer AB vakıflarının para desteğiyle gerçekleştirildiğini düşünürsek, asıl amacın tamamen siyasal olduğu, Avrupa’nın 1920’lerde uygulamayı başaramadığı Sevr’i yeniden uygulayarak Türkiye Cumhuriyeti’ni tasfiye etmekten başka bir şey olmadığı açıkça görülür. (17)


Sayfa 26

Politika Dergisi

Tarih Vakfı’nın AB talimatlı tarih yayınları AB’nin bu doğrultuda ısmarladığı ve ulusal tarih bilincimizi çökertme görevini üstlenen Tarih Vakfı’nın yayımladığı Tarih Öğretiminde Çoğulcu ve Hoşgörülü Bir Yaklaşıma Doğru (2003), Tarihin Kötüye Kullanımı (2003), Tarih Evi: Ders Kitaplarında 20. yy. Avrupası (2003), Türk Tarih Tezinden TürkĐslâm Sentezine (2000), Tarih Eğitimine Eleştirel Yaklaşımlar (2003), Tarih Öğretiminin Yeniden Yapılandırılması, Tarih Bilinci ve Gençlik: Karşılaştırmalı Avrupa ve Türkiye Araştırması: (Đlhan Tekeli, 1998) ve en son 2005’te yayımladığı 20. yy.da Dünya ve Türkiye başlıklı kitaplar, bu resmi Avrupa ve “sivil”/gayrı resmi Türkiye Tarihini oluşturmak için hazırlanmışlardır. Neoliberal tarih yazımının tamamlayıcı diğer ayağı ise, cumhuriyetin tarihsel meşruiyetini ortadan kaldırmayı amaçlayan “yerel tarih” ya da “mikro tarih” adı altında Osmanlı’dan kalmış etnik, dinsel yapıların özellikle “ötekiliklerini” öne çıkaran ayrılıkların meşruluğunu(!) vurgulayan kitaplardır.(18) 20. Yüzyıl Dünya ve Dünya ve Türkiye Tarihi kitabının amacı Tarih Vakfı’nın 90’lardan bu yana yürüttüğü çalışmanın en son ürünü, biri öğrenciler diğeri de öğretmenler için önerilen iki ciltlik ders kitabıdır.(19) Bu kitabında Tekeli, ulus devletlerin zaman aşımına uğradığını ve artık bunların aşılması gerektiğini savunmakta, ulusal devletleri ise küreselleşme önünde büyük tehlike olarak ifade etmektedir. Bu görüşleri savunmadaki amaç ise sözüm ona dünya barışını koruma görevini üstlenmektir. Emperyalizmin ulus devletleri yok etmesi için postmodernist anlayışta tarihin yeniden kaleme alınması gerekmektedir.

1940’larda başlayan, Menderes hükümeti ile devam eden ve 1980 darbesi ile doruğa çıkan küçük Amerika olma yarışında, Kemalist devrim ile kurulan ulus-devlet bütünlüğünü yıkmak için “resmi tarih” uydurmacası ile karşımıza çıkan liberal tarihçilik ile tutucu kesimin Türk-Đslam sentezli tarih anlayışı aynı şeritte koşmaktadır. Đki uydurma tarihçiliğin de mimarı emperyalist Batı’dır. Kemalist Devrimi Dışlayan Zihniyetin Tarihçiliği Tarih Vakfı’nın bir başka iddiası ise ulusal kurtuluş savaşının hayal kırıklığı yarattığıdır. Bağımsızlık mücadelesi sonunda ulus devlet olmamız ve Batı’ya karşı ulusalcı, halkçı ve devletçi politikalarla sömürüyü reddettiğimizi haykırmamız Cengiz Aktar’ın deyimiyle Türkiye’nin başına gelen en büyük felaket (!) olarak nitelendiriliyor. Tarih Vakfı her fırsatta Kemalist Devrimi hedef tahtası yaparak kendi görüş açısıyla hazırladı kitaplarda milli mücadele ve sonrası kafalarındaki düşünceye göre şekillenmektedir. Bunlardan birisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’nın kapatılmasıyla ilgilidir. Bu partilerin muhalefet yapmasına Mustafa Kemal’in dayanamadığı, oysa bu partileri kuranların zamanında Mustafa Kemal ile cephede omuz omuza mücadele verdiği ama onun ilk fırsatta partileri kapattığı iddiası yine sığ bir gerekçedir. Oysa Atatürk bu partileri, muhalefet nedenleri Osmanlıya geri dönüş olduğu için kapatılmalarını uygun görmüştür. Yine savunulan bir başka çarpık düşünce ise Atatürk döneminin tek partili bir diktatör yönetimi olduğudur. Atatürk sağlığında kendi kurduğu partiye muhalefet yapmaları ve partilerinin yaptığı etkinlikleri denetlemeleri için başka partilerin kurulmaları için direktif vermiştir. Hangi bir diktatör kendisine muhalefet yapması için böyle bir olaya aracılık etmiştir? Hitler mi, Mussuolini mi, Franko mu, Salazar mı, Stalin mi? Elbette ki ulusal ekonomiyi oturtmak, diğer uluslara bağımlı olmamak, liberal demokrasi anlayışını reddetmek, aydınlanmayı ülke geneline yaymak için birtakım ekonomik, siyasal, sosyal, hukuksal yaptırımların uygulanması gerekmekteydi. Bir milleti uyur halden uyandırmak için onu geri bırakan ko-


Sayı 21

şullardan kurtarmanın gereği antiemperyalist bir çizgi izlemek olacaktı. Tarih Vakfı’nın kitabında 1930’lardaki Türk devriminin büyük atılımları tarih ve dil alanlarında yapılan çalışmalar ırkçılıkla suçlanmaktadır. TDK ve TTK’nin Türk devrimine yaptığı katkılar görmezden gelinmektedir. Ayrıca Kemalist aydınlanmanın kilometre taşlarından olan Köy Enstitüleri ve Halk Evlerinden de bahsedilmemektedir. Sonuç olarak; Evrensel tarih gibi söylemlerin hepsi tarihin ulus devleti ve ulusal kimliği oluşturmadaki gücünü kırmak amaçlıdır. Başka bir deyişle Türk insanını kimliksizleştirmek amaçlanmaktadır. Avrupa kimliği verilmek istenmektedir. Ancak Avrupa kimliği verilmek istenilen toplumu Avrupa 50 yıldır Avrupalı saymak istememektedir. O halde kendi ulusal kimliğinizi yok edip Avrupa kimliği vermenin kimlere faydası olabilir? Ulusal bilinci yok edilmiş ancak Avrupa bilincine sahip ve Avrupa tarafından kabul edilmeyen bir toplumu küreselci tarihçiler acaba nereye koyacaklar. 2008’den itibaren dünyada yaşanan küresel ekonomik krizin çözüm önerileri ne ilginçtir ki hep ulusal bazda üretilmektedir. Açıkçası her ulus devlet kendi ülkesindeki krizi çözecek kendi ulusunu koruyacak ulusal tedbirler almaktadırlar. Bu durum bize açıkça şunu göstermektedir. Demek ki bir kriz anında her ülke öncelikle kendi ulusal sınırları içerisinde krizden çıkma çareleri arayacaktır. Bu durum bize ulus devletlerin mevcut yapılarını daha uzun süre koruyacağını göstermektedir.(20) Atatürk’ün ulus anlayışı bugün için de geçerlidir: “Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” birleştirici bir söylemdir. “Yurtta sulh, dünyada sulh.” barışçı bir söylemdir. Atatürk’ün tarih anlayışı ulusal barışçı ve ilmidir. Bizim için en doğru yol budur. Atatürk sevgisi bugün milleti millet yapan unsurlar arasına girmiştir. Atatürk’e ve onun fikirlerine yapılan saldırılar kimliksizleştirmenin bir parçası olarak görülmektedir.(21) Dipnotlar: 1) Ahmet Cemal, Cumhuriyet Gazetesi, 6 Ocak 1994 tarihli makalesi 2) Yaşar Çağlayan, “Tarih Öğretiminin Đlke ve Amaçları” 3) Dursun Dilek, “Tarih Derslerinde Öğrenme ve Düşünce Gelişimi”, Ankara, 2001, s.29. 4) Hale Şıvgın, “Ulusal Tarih Öğretiminin Kimlik Gelişimindeki Önemi”, Gazi Akademik Bakış, Cilt:2 Sayı:4 syf:35

Sayfa 27

5) Çağlayan, Yaşar, Tarih Öğretiminin Đlke ve Amaçları (makale) 6) Erdal Aslan, a.g.e. s.166. 7) Đlhan Tekeli, Tarih Yazımı Üzerinde Düşmek, Ankara, 1998, s.105. 8) Hale Şıvgın, “Ulusal Tarih Öğretiminin Kimlik Gelişimindeki Önemi”, Gazi Akademik Bakış, Cilt:2 Sayı:4 syf:40 9) Đlhan Tekeli, a.g.e. s.110. 10) a.g.e. s.111. 11) Hale Şıvgın, “Ulusal Tarih Öğretiminin Kimlik Gelişimindeki Önemi”, Gazi Akademik Bakış, Cilt:2 Sayı:4 syf:42 12) Yalçın Ölmez, “ Resmi Tarih ve Ötekiler Çerçevesinde Ulusal Bilinç” 13) Hale Şıvgın, “Ulusal Tarih Öğretiminin Kimlik Gelişimindeki Önemi”, Gazi Akademik Bakış, Cilt:2 Sayı:4 syf:45 14) Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Turkish Version, 21. Yüzyıl Avrupa’sında Tarih Öğretimi Üstüne Tavsiye Kararı, Rec (2001), 15. 15) T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, T.C. Đnkılâp Tarihi ve Atatürkçülük 8. Sınıf Ders Programı, Ankara, 2006, s.2. 16) T.C. Milli Eğitim Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Ortaöğretim Çağdaş Türk ve Dünya Tarihi Dersi Öğretim Programı, Ankara, 2008, s.4– 6. 17) Mehmet Ulusoy, “Neoliberal Tarihçilik Türk Devrimi’ne Karşı”, ABD (ve AB) güdümlü vakıfların finanse ettiği tarih çalışmaları, Teori Nisan 2009, sayı:-, syf:5 18) Mehmet Ulusoy, “Neoliberal Tarihçilik Türk Devrimi’ne Karşı”, ABD (ve AB) güdümlü vakıfların finanse ettiği tarih çalışmaları, Teori Nisan 2009, sayı:, syf:7 19) Mehmet Ulusoy, “Neoliberal Tarihçilik Türk Devrimi’ne Karşı”, ABD (ve AB) güdümlü vakıfların finanse ettiği tarih çalışmaları, Teori Nisan 2009, sayı:-, syf:7 20) Hale Şıvgın, Akademik Bakış, cilt:2, sayı:4, syf:51 21) Kadir Paksoy, a.g.e, Ankara, 2008, s.142 Selvihan.Cigdem@PolitikaDergisi.com


Sayfa 28

Politika Dergisi

Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmamak için...

Cumhuriyet Tarihine Kronolojik Bakış (II) Londra’ya götüren uçak düştü. 16 kişi öldü Adnan Menderes kurtuldu.

Sevda EĞER

“N

eler yapmadık şu vatan için Kimimiz öldük, kimimiz nutuk söyledik!” Orhan Veli

Kısım 2: 1959 - 1968

1959 02 Ocak Küba’yı oligarşik bir diktatörlükle yöneten Amerikan işbirlikçisi Batista’ya karşı savaşan, Fidel Castro önderliğindeki gerillalar Batista diktatörlüğünü devirdiler. 1959 21 Ocak CHP’nin yayın organı olan Ulus Gazetesi’nin ‘Nalıncı Keseri’ başlıklı yazının yayınlanması gerekçesi ile yazı işleri müdürü Ülkü Arman ve Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun birer yıl hapse mahkum olması. 1959 22 Ocak Đzmir Toplu Basın Mahkemesi, Demokrat Đzmir Gazetesi yazı işleri müdürü Şeref Balçık’a 15 gün, gazetenin sahibi Adnan Düvenci’ye 1 yıl mahkumiyet verdi. 1959 23 Ocak Vatan Partisi davası başladı. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile 47 kişi komünizm propagandası yapmakla suçlandı. Savcı 5 yıldan 15 yıla kadar hapis istedi. 1959 26 Ocak Ankara Telgraf Gazetesi sahibi Fethi Giray cezaevine girdi. 1959 17 Şubat başbakan Adnan Menderes’i

1959 11 Mart Ankara Toplu Basın Mahkemesinde, Vatan Gazetesi’nde çıkan bir yazıdan dolayı yargılanan Ulus Gazetesi yazı işleri müdürü Ülkü Arman 1 yıl 4 ay hapis, 4 bin lira ağır para cezasına mahkum oldu. 1959 12 Mart Haber Gazetesi’nin sahibi Vedat Refioğlu usulsüz tekzip yayınlamaktan hapis cezası aldı. Ulus Gazetesi’nde yayımlanan yabancı bir makale sebebiyle Ülkü Arman’a 16 ay hapis cezası verildi. Ulus Gazetesi 1 ay kapatıldı. 1959 20 Mart Akis Dergisi yazı işleri müdürü Yusuf Ziya Ademhan, Ankara Toplu Basın Mahkemesinde 1 yıl hapse mahkum edildi. Dergi 1 ay kapatıldı. 1959 23 Mart Ankara’da yayınlanan Öncü Gazetesi’nin süresiz olarak kapatılması 1959 25 Nisan CHP’li Kemal Satır’ın Đskenderun’da yaptığı konuşmayı yayınladığı gerekçesi ile dava açılan Ulus Gazetesi yazı işleri müdürü Beyhan Cenkçi’nin 10 ay hapse mahkum edilmesi. Gazetenin 1 ay kapatılması. 1959 11 Kasım Đran şahı Rıza Pehlevi’ye yayın yoluyla hakaret ettikleri gerekçesi ile Akis Dergisi’nden Kurtul Altuğ ve Doğan Avcıoğlu’nun 3 ay 15 gün hapse mahkum olması. 1959 19 Kasım Gazeteci Ülkü Arman’ın hapiste bulunduğu sırada, basın üzerindeki baskıları protesto etmek üzere 9 gün sürecek açlık grevine başlaması. 1959 17 Aralık 40 Kürt aydını ‘bölücülük’ iddiasıyla tutuklandı. ‘Kırk dokuzlar davası’ adıyla bilinen dava sonucunda 40 aydın değişik bölgelere sürüldü. 1959 19 Aralık Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Vatan Gazetesi sahibi Ahmet Emin Yalman’a yö-


Sayı 21

Sayfa 29

nelik cezaları eleştiren açıklaması yasaklandı. Yasağa uymayan Demokrat Đzmir Gazetesi toplatıldı. Matbaa kordon altına alındı. Gazete paketleri parçalandı. 1960 08 Nisan Đstanbul’da Beyazıt Mitingi’nin yapılması. Polisin müdahalesi sonucu polis kurşunuyla Turan Emeksiz ve Nedim Özpulat’ın vurularak öldürülmesi. 1960 28 Nisan Demokrat Partinin partizanca uygulam alarından dolayı Ankara’da üniversite gençlerinin eylemlerinin başlaması. 1960 27 Mayıs Orgeneral Cemal Gürsel komutasında askeri darbe yapılması. Anayasanın yürürlükten kaldırılması. Hükümetin görevden uzaklaştırılması. 1960 14 Kasım Yassıada duruşmalarında eski Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’yla ilgili döviz kaçakçılığı davasının başlaması. Aynı gün Adnan Menderes’in ‘bebek davası’nda delil olarak bebeğin kemiklerinin Ankara’dan getirtilmesi. 1960 29 Kasım Menderes hükümetinin devlet radyosunu parti yayın organı olarak kullanmakla suçlandığı davanın başlaması 1960 30 Aralık Uluslar arası Para Fonu, IMF ve Avrupa Đktisadi Đşbirliği Teşkilatı’nın Türkiye’ye kredi vermeyi kabul etmesi 1961 03 Ocak Bağımsız bir Kürt devleti kurmayı istemekle suçlanan 49 kişinin yargılanmasına başlandı 1961 04 Ocak Bakanlar Kurulu toplu olarak istifa etti 1961 05 Ocak 6-7 Eylül Olayları davası sonuçlandı. Adnan Menderes, Fatin R. Zorlu ve Đzmir eski valisi Kemal Hadımlı suçlu bulundu.

1961 22 Ocak Đstanbul’da 300 cam işçisi toplu iş sözleşmeli sendika kurma ve grev yapma hakkı için bir toplantı yaptı. 1961 24 Ocak Yassıada duruşmalarında Başsavcı Altay Ömer Egesel’in indirilmiş başbakan Adnan Menderes’in idamını istemesi. 1961 02 Mart Türkiye’nin demokratik hak ve özgürlükler konusunda Avrupa Konseyi’ne güvence vermesi. 1961 25 Mart Đdam cezalarının halka açık alanlarda değil de cezaevi bahçelerinde infaz edilmesine karar verilmesi 1961 10 Nisan Hamallar Cemiyeti, Đstanbul Belediyesi’nin emekli subayları hamal kahyası yapmasını protesto etti. 1961 16 Eylül Yassıada duruşmaları sonunda idama mahkum edilen Demokrat Parti yöneticilerinin infaz edilmesi 1961 13 Kasım Üniversiteye giremeyen öğrencilerin Đstanbul’da yaptığı gösteriye polis müdahale etti. 1961 27 Kasım Đstanbul polisinin bacağında Moskova yazan kargayı tutuklayarak gözetim altına alması. 1961 21 Aralık Ankara üzerinde patlayarak Ulus’a düşen Đngiliz uçağı 27 kişinin ölümüne neden oldu. 1962 22 Şubat Albay Talat Aydemir’in Harp Okulu öğrencilerinin desteğiyle Ankara’da hükümete karşı gerçekleştirmek istediği darbe girişiminin başarısız olması, Albay’ın yakalanıp idam edilmesine sebep olacaktı. 1962 24 Ekim Türkiye, ABD’nin Küba’yı denizden ablukaya alma kararını kayıtsız koşulsuz desteklediğini açıkladı. Türkiye ekonomik abluka kararını uygulayan ilk ülke oldu.


Sayfa 30

1964 29 Kasım - Adalet Partisi 2. Büyük Kongresi yapıldı. Genel Başkanlığa Amerikan Morison şirketinin Türkiye temsilcisi olan Devlet Su Đşleri eski genel müdürü ve Isparta Milletvekili Süleyman Demirel getirildi.

Politika Dergisi

1963 07 Kasım Bursa Belediyesi’nin 222 işçisi yasal olarak greve gitti. Đşçiler Motorlu Taşıt Đşçisi Sendikasına bağlıydı. 1963 13 Kasım Bir çok yerde grev uygulayan Lastik Đş Sendikası Başkanı Rıza Kuas tutuklandı. 1964 04 Şubat 20-21 Mayıs olayları sanıklarından Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz, Erol Dinçer’in idam cezaları TBMM’de onaylandı. 1964 01 Mart Coca Cola’nın dünya üzerindeki 1109’uncu fabrikasının 14 milyon Lira sermaye ile Đstanbul’da açılması. 1964 05 Kasım Türkiye-Sovyetler Birliği Kültür Anlaşması imzalandı.

1962 07 Kasım Uluslararası ‘evlilik oluru’, ‘en düşük evlilik yaşı’ ve ‘evliliklerin yazımı sözleşmesi’ kabul edildi. Türkiye sözleşmeyi onaylamadı. 1962 25 Aralık Cumhuriyet Gazetesi yazarı Kayhan Sağlamer’in ‘Sosyalizm mi Liberalizm mi’ başlıklı yazısından dolayı tutuklanması. 1963 03 Ocak Bir çevirisinden dolayı Adnan Bend ve Ataç Dergisi sahibi Afşar Timuçin’in tutuklanması. 1963 07 Ocak Cibali Tütün Fabrikası’nda 3500 işçinin yemek boykotu yapması. 1963 28 Ocak Kavel Kablo Fabrikası’nda 170 işçi çıkarılan 4 arkadaşlarının durumunu protesto etmek için oturma grevi yaptı. 1963 13 Şubat Ankara Valiliği taksilerde pikap çalınmasını yasakladı. Tüm pikaplar söküldü. 1963 14 Şubat Kayel’de eylem yapan işçilere polis müdahale etti. 9 işçi yaralandı. 1963 30 Mart Sağlık sorunları nedeniyle önce tahliye ettirilip gelen tepkiler üzerine cezası ertelenen Celal Bayar kararı protesto etmek için açlık grevine başladı. 1963 01 Kasım Grev yasasının çıkarılmasının ardından ilk büyük grev Triko Lastik Fabrikası’nda 1030 işçinin katılımıyla başladı.

1964 29 Kasım Adalet Partisi 2. Büyük Kongresi yapıldı. Genel Başkanlığa Amerikan Morison şirketinin Türkiye temsilcisi olan Devlet Su Đşleri eski genel müdürü ve Isparta Milletvekili Süleyman Demirel getirildi. 1965 31 Ocak Sağlık Bakanlığı açıkladı: Türkiye’de ortalama insan yaşamı 33 yıl. 1965 09 Mart Zonguldak Kömür Đşletmeleri direnişinde Satılmış Tepe ve Mehmet Çandar isimli işçilerin müdahale eden polisler tarafından öldürülmesi. 1965 10 Mart Zonguldak’ta 1500 maden işçisinin greve başlaması. 1965 28 Mart ABD’de Martin Lurher King önderliğinde 25 bin kişi ırk ayrımına karşı insan hakları için yürüdü. 1965 30 Mart Milli Birlik Komitesi eski üyeleri, darbeci 14’lerden Alpaslan Türkeş, Muzaffer Özdağ, Dündar Taşer, Rıfat Baykal, Ahmet Er Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne katıldı. 1965 15 Nisan Türk Tiyatrocular Sendikası’na bağlı tiyatrocuların greve gitmesi. 1965 17 Aralık Öğrenci gençliğinin örgütlenmesinde önemli yer edinmiş Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun kurulması


Sayı 21

1966 12 Ocak Fikir suçlarının (141. ve 142. maddeler) af kapsamına alınması talebi reddedildi. Vergi ve döviz kaçakçılığı suçları af kapsamına alınmıştı. 1966 31 Ocak Paşabahçe Şişe ve Cam Fabrikası’nda çalışan 2400 işçinin daha iyi yaşam ve çalışma koşulları için greve gitmesi. 1966 07 Şubat Đzmir Kula ve Yün Mensucat Fabrikası’nda 70 gündür süren greve polis müdahale etti. 25 işçi, 4 gazeteci, 8 er, 13 polis yaralandı. 1966 12 Şubat Milli Eğitim Bakanı Orhan Dengiz ‘Đmam-hatip okulları kalkınmamız için gereklidir’ dedi. 1966 12 Mart Ankara Atatürk Lisesi’nde 15 yaşında bir öğrenci, öğretmenin verdiği ‘bir dünya lideriyle Atatürk’ü kıyaslayınız’ ödevinde Mustafa Kemal Atatürk’ü Lenin’le kıyasladığı için tutuklandı. 1966 19 Mart Milli Türk talebe Birliği Đstanbul’da Komünizmi kınama mitingi yaptı. 1966 03 Nisan Başbakan Süleyman Demirel konuştu: Türkiye’de Amerikan üssü yoktur Amerikan tesisi vardır. 1966 21 Nisan Đstanbul Teknik Üniversitesi’nde Başbakan Süleyman Demirel’i yuhalayan öğrencilerin Adalet Partililer tarafından taşlanması. 1966 05 Kasım üniversiteye giremeyen 300 öğrencinin Đstanbul Üniversitesi’ni işgal etmesi.

Sayfa 31

1966 03 Nisan - Başbakan Süleyman Demirel konuştu: Türkiye’de Amerikan üssü yoktur Amerikan tesisi vardır. 1967 29 Ocak Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in Kızılırmak şiir kitabında Komünizm propagandası taptığı gerekçesi ile tutuklanması. 1967 06 Şubat Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın Batman Rafinerisi’nde 1900 işçi ile grev başladı. 1967 13 Şubat Türk-Đş’ten ayrılan Türkiye Maden-iş, Lastik-Đş, BasınĐş, Bağımsız Gıda-Đş sendikaları birleşip Devrimci Đşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu kurdu. 1967 17 Şubat Milli Eğitim Bakanlığı, Türkiye Öğretmenler Sendikası Genel Başkanı Feyzullah Ertuğrul’u Elazığ’ın bir köyüne öğretmen olarak atadı. 1967 06 Nisan New York’ta 200 bin kişi bir gösteri düzenleyerek Vietnam savaşını kınadı. 1967 07 Kasım Đstanbul Teknik Üniversitesi’ndeki sol görüşlü öğrenciler özel yüksekokulları protesto için boykota başladı. 1967 09 Aralık Ankara’da sol görüşlü üniversite öğrencileri NATO’ya karşı direniş mitingi düzenledi.


Sayfa 32

Politika Dergisi

Đçişleri Bakanı Faruk Sükan Türkiye Đşçi Partisi’nin Suriye Baas Partisi’yle bağlantısı oluğunu ileri sürdü ve ‘Bilimsel sosyalistlerin nefes alışlarını bile biliyoruz’ dedi.

1968 02 Nisan 308 akademisyenin NATO ile ilişkilerin yeniden ele alınmasını istemesi 1968 08 Nisan ODTÜ’de öğrencilerin rektörlük binasını işgal etmesi 1968 12 Nisan Nazım Hikmet’in ‘Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim’ adlı kitabını yayınladığı için tutuklanan Mehmet Ali Ermiş’in sorgu sırasında ölmesi. 1968 14 Nisan Seçim kampanyasını başlatan Đsmet Đnönü: Tek rakibimiz Đşçi Partisi’dir. 1968 24 Nisan ĐTÜ Makine Fakültesi Dekanı Saffet Müftüoğlu sağcı bir öğrencinin bıçaklaması sonucu öldü. 1968 30 Ekim Dev-Genç üyesi gençlerin Samsun’dan Ankara’ya ‘Tam bağımsızlık için Mustafa Kemal yürüyüşünü başlatması.

1968 20 Ocak Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrenci olayları nedeniyle süresiz olarak kapatıldı. 1968 05 Şubat Đçişleri Bak anı F aru k Sükan Türkiye Đşçi Partisi’nin Suriye Baas Partisi’yle bağlantısı oluğunu ileri sürdü ve ‘Bilimsel sosyalistlerin nefes alışlarını bile biliyoruz’ dedi.

1968 10 Kasım Tam bağımsızlık için Mustafa Kemal yürüyüşünü Samsun’dan başlatan DevGenç üyeleri Anıtkabir’e çelenk koyarak yürüyüşü tamamladı. (Sürecek…) Kaynaklar

1968 06 Şubat Kozlu’da 10 bin maden işçisi işbaşı yapmadı.

1. A. Timur ĐLGĐÇ; Tarihte Neler Olmadı ki- Dünya ve Türk Tarihi Kronolojisi (Pelikan Yayınları) Sevda.Eger@PolitikaDergisi.com

1968 07 Şub a t Zonguldak’da 7 bin işçinin Maden Đşleri Sendikası’nı basması. 1968 21 Şubat Milli Eğitim Bakanı Đlhami Ertem: Gayemiz her ilde bir imam-hatip okulu açmak. 1968 25 Şubat Taksim’de 2. Uyanış Mitingi’nin yapılması.


Sayı 21

Sayfa 33

Seçimi kazanamayıp en çok ses getiren adaylardan...

Politika Dergisi— Mansur Yavaş Mülakatı Röportajı yapan: Emrah ÖZDEMĐR

2

9 Mart 2009 yerel seçimlerinin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Bu seçimde ülke genelinde CHP’li Kemal Kılıçdaroğlu ve MHP’li Mansur YAVAŞ, seçilememesine rağmen kazanandan daha fazla ilgi gören, gündemde olan isimlerdi, diye düşünüyorum. Đşte bu isimlerden doğma büyüme kendi kentim olan Ankara’nın adayı Mansur Yavaş Bey ile mülakat yaptık bu sayımızda.

Kendisine ait yeni hukuk bürosunda bizi konuk eden Mansur Yavaş, ekranlarda görüldüğü gibi sakin, saygılı bir görüntü çizdi bize de. Seçim sürecinde kendisine mevcut başkan tarafından etik dışı propaganda yapılmasına rağmen, sonucu olgunlukla karşılıyordu Beypazarı mucizesinin mimarı. Ayrıca röportajda okurken göreceksiniz, rakip partili (CHP) Fethi Yaşar’ı içtenlikle övecek kadar da centilmen. Ankaralı olduğum için çok rahatlıkla söyleyebilirim ki gerçekten muhafazakâr seçmenler ve hatta birçok sosyal demokrat seçmen “bu kadar oy alacağını bilseydik, biz de ona oy verirdik” şeklinde konuşuyorlar Yavaş’ın hakkında. Elbette giden gitti, ama görünen o ki Melih Gökçek’i zor günler bekliyor… Mansur Yavaş’ın Özgeçmişi: 1955 yılında dünyaya gelmiştir. Đlk, orta, lise öğrenimini Beypazarı’nda yaptıktan sonra 1979 yılında Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanarak öğrenimine devam etmiştir. 1983 yılında Fakülte’den mezun olan Man-

sur Yavaş, askeri savcı olarak tamamladığı askerlik sonrası Beypazarı’nda 13 yıl süresince serbest avukatlık yapmıştır. Siyasete olan ilgisi gençlik yıllarında başlayan Yavaş, 1989-1994 yıllarında Belediye Meclis üyeliği, 1994 yılında Belediye Başkan adayı olmuştur. 18 Nisan 1999 seçimlerinde % 51 oy oranıyla 8 bin 500 oy alarak Belediye Başkanı olan Mansur Yavaş, beş yıl içerisinde yaptığı çalışmalarla Beypazarı’nı, Türkiye’nin en güzel on güzel ilçesinden biri yapmayı başarmıştır. Tarihi Beypazarı konaklarının restorasyonu ve binlerce yıllık Beypazarı tarihini koruma çalışmalarıyla “2001 Yılının En Đyi Yerel Yöneticisi”, Türk Dil Kurumu tarafından anadilimiz Türkçenin korunması nedeniyle verilen onur ödülü, Doğa Savaşçıları’nın “Çevre Ödülü” adlı ödülleri almış, 24 Eylül 2004 tarihinde TÜSĐAV tarafından “Yılın Belediye Başkanı” seçilmiştir. 29 Mart 2009 yerel seçimlerinde MHP Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak seçime katılmış ve 2004’te Ankara’da yüzde 4,5 oy alan MHP’den seçime girip yüzde 27 oranında oy alarak dikkatleri üzerine çekmiştir. *** Emrah ÖZDEMĐR (E.Ö): Sayın Yavaş; 29 Mart’taki yerel seçimlerin üzerinden yaklaşık bir yıl geçti. Türkiye’de seçimi kazanamamasına rağmen kamuoyu tarafından daha fazla konuşulan, hatta daha fazla itibar kazanan birkaç isimden birisiniz. Böyle bir konumdayken, daha sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? Mansur YAVAŞ: Benim tarzım farklı. Türkiye’de genellikle şöyle oluyor: Bir seçim yapılıyor, seçimin ertesi günü hemen diyelim ki bir hükümet geldi, hemen tartışmalar başlıyor. Bazen hemen erken seçim isteniyor hemen. Yani seçimin akabinde oluyor bunlar. Gelişmiş demokratik ülkelere baktığınız zaman, bunların çoğunda seçim olduğundan itibaren kim seçimi kazanmışsa, artık bu tartışmalar rafa kaldırılıyor ve “halk madem seçmiş, bekleyelim, ona göre eleştirilerimizi yapalım” diye düşünü-


Sayfa 34

lüyor. Ankara’da 29 Mart seçimlerinden birkaç gün sonra biz teşekkürlerimizi belirttik, sonuçta halkın tercihidir, saygı duymak lazım; bir de benim şahsi kanaatim, her aday alamadığı oyun hesabını kendinden sorması lazım, vatandaştan değil. Belli bir müddet eleştiri getirmemeye çalıştık. O zaman şöyle bir görüntü ortaya çıkıyor: Seçimin hemen ertesinde mevcut seçileni eleştirdiğiniz zaman bir hazımsızlık var gibi de anlaşılıyor; ancak aldığınız oyların da bir sorumluluğu var. Yani size oy veren insanların da bir beklentisi var. Bunu dengeli bir biçimde götürmeye çalıştık şimdiye kadar. Zaman zaman gazetelere demeç vermek suretiyle, birtakım önemli açıklamalar yaptık. Her gün ortaya çıkıp her icraatı eleştirmek, bence hem yönetimi hem de kendinizi yıpratıyor. Onun için, çok önemli olaylar haricinde pek ortaya çıkmamaya çalıştık. Zaten evimizi taşıdık, büromuzu kurduk; yeni bir düzene geçme aşaması nedeniyle de bir yoğunluğumuz oldu. Bu meyanda seçimde bizi destekleyenlere teşekkür ziyaretlerimiz de olunca, çok yoğun bir şekilde gidiyor. Ben seçimin ertesinde bir dahaki seçimlerde daha başarılı olmak için de çalışmalara başladım. Siyaset için ileriye yönelik planlar yapmak Türkiye’de zor işler; ancak aldığımız oyun sorumluluğu icabı, en azından “bir daha aday olabilirim” düşüncesiyle o halkın beklentisini ortada koymamak için çalışmalarıma devam ediyorum, ama önümüzdeki günler gösterecek ne olacağını. E.Ö: Yani milletvekilliği de olabilir mi? Mansur YAVAŞ: Olabilir. Şöyle düşünüyorum: Benim hedefim Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı. Benim başarılı olabilmem için, eğer milletvekilliği yapmam gerekiyorsa, parti o şekilde takdir ederse olmayı düşünürüm; gerek yok, denirse, olmayı düşünmüyorum. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı, malûm, gerek bütçesi itibariyle gerek hizmetlerin görülmesi açısından önemli bir mevki. Açıkçası, ben her zaman Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığını tercih ederim. E.Ö: Peki, yaklaşık bir yıl önceki seçim sürecine yeniden dönersek, -üzerinden zaman geçtiği için daha yansız değerlendirilebilir- sizden veya seçim atmosferinden

Politika Dergisi

kaynaklanan yanlışları, eksikleri değerlendirebilir misiniz? Mansur YAVAŞ: Ben zaten Ankara’da normal bir siyaset beklemiyordum. Aday olurken bunları göze alarak çıktık. Elektriklerin kesilmesi; Beypazarı ile ilgili olumsuz haberlerin yapılıp, bunların belediye araçlarıyla dağıtılması; belediye personelinin seçimlerde kullanılması gibi birçok şeyi, maalesef, gördük. Olmasını istemeyiz hiçbir zaman, ama Ankara’da siyaset böyle yapılıyor. Đnsanlar bunu göre göre sesini çıkarmıyor. Bunun olağanlaşması çok kötü; yani insanların rakiplerini projelerini eleştirerek değil de kişiselleştirmeleri son derece kötü. Ben asla bu tuzağa düşmedim, düşmek de istemiyorum. Ancak; kendi açımızdan baktığımız z a -


Sayı 21

man, eksiklerimizin hepsini tespit ettim ben kendimce. Bir daha aday olduğumuzda bu hataları tekrar etmemeye çalışacağız. Bunların başında; medyanın geç ilgi göstermesi nedeniyle halkın bizi çok geç tanıması. Đnsanlar, seçim yaklaştıkça seçimi gündemlerine alıyorlar, üç ay önce de çıksanız da bakmıyorlar; ancak bir ay öncesinde kızışıyor. Dolayısı ile diğer adaylarla karşılaştırdığınız zaman, öyle bir dezavantajımız vardı. Şu anda da tam tersine, bir dahaki seçim için avantaj olacağını düşünüyorum. Özellikle seçimden sonra, herhangi bir şekilde kalabalık bir ortama girdiğimde AKP’lisi, CHP’lisi, yani oy vermeyeni de ilgi gösteriyor şu anda. Birçok insan “bu kadar oy alacağınızı bilseydik, biz de size oy verirdik.” gibi söylemlerle çok karşılaşıyorum ve bir yıl geçti, çok şükür bir tek olumsuz hadiseyle karşılaşmadım. Yani oy vermeseler de insanların bir sempatisi oldu. Onun haricinde detaya çok girmek istemiyorum ama madde madde ben eksikliklerimizi tespit ettim. Yani neyi eksik yaptık, nerede acele davrandık, ne olsaydı seçim daha farklı olabilirdi; bunların tespitlerini yaptık tabii. Ama bu hataları bir daha tekrar etmemek lazım. E.Ö: Kamuoyunun fazla bilmediği, size karşı yapılan hilekâr davranışlar yok mu? Mansur YAVAŞ: Öyle değil de… Yapılan çok kanunsuz uygulamalar oldu; onlara müdahil olamadık. Örneğin, korsan pankartlar asıldı, bunlara derhal müdahale etmemiz lazımdı. Başka partilerin afişleri dururken geceleri -belediye zabıtasına verildi şimdi yetki- zabıta yasal afişlerimizi de ortadan kaldırdı. Partim tarafından parası ödenen billboardlar parçalandı. Seçim torbalarının belediye otobüsleriyle taşınması çok yanlış bir uygulama. Bilemiyorum; belediyenin bilgisayarları da seçim esnasında kullanıldı mı? Bu konuda da konuşulanlar var, ama elimde net bir şey yok. Örneğin, elektrikler kesildi. Ne seçim kurulundan, ne sorumlu bakandan “bu elektrikler neden -özellikle Mansur Yavaş ekrandayken- kesiliyor?” diye kimse merak edip üstüne gitmedi; ancak biz de müdahale edebilirdik, bunları Meclis’te bir soru önergesi ile sordurabilirdik. Yoğunluk içerisinde bunları yapamadık. Daha fazla organize olarak, bir dahaki seçimde yasal olmayan yolların kullanılmaması için elimizden geleni yapaca-

Sayfa 35

Partim tarafından parası ödenen billboardlar parçalandı. Seçim torbalarının belediye otobüsleriyle taşınması çok yanlış bir uygulama. Bilemiyorum; belediyenin bilgisayarları da seçim esnasında kullanıldı mı? ğız. E.Ö: Seçimlerde Gökçek’in sizin seçmeninize yönelik “Sol gelecek, Karayalçın gelecek” tarzındaki antipropagandası sizin seçilmemenizde ne kadar etkili oldu? Bu konuda neler söyle-


Sayfa 36

mek istersiniz? Mansur YAVAŞ: Sağ seçmeni yüzde 70 olan Ankara’da bu tabii ki çok etkili oldu. MHP tabanında ne kadar etkili oldu, bilmiyorum, ama seçimden önce yaptırdığımız ankette Melih Gökçek’e oy verecek seçmenlerin yüzde 36’sının tek gerekçesi vardı: Karayalçın seçilmesin! Bu ise Ankara genelinde yüzde 13 oy oranı demektir ki alacağı oy yüzde 25 olacaktı; çünkü Karayalçın’dan umudu kalmayanlardan da oy alabilecektim. Ben o korkuyu kırabilseydim en az yüzde 51 oy alacağıma inanıyorum. E.Ö: Şimdiye dönelim… 30 Mart sabahı siz Başkan olsaydınız, 1 yılda Ankara neler kazanırdı? Mansur YAVAŞ: Ben şunun sözünü vermiştim: Đlk yapacağım ihale, zaten Gerede suyunun ihalesiydi. Ancak; yağışların normal seyrinde gittiği gerekçesiyle maalesef mevcut yönetim bununla ilgili hiçbir şey yapmamıştır. Birkaç gün önce gazetelerde ASKĐ Genel Müdürü’nün “Ankara’nın iki yıllık suyu var” şeklinde bir demeci vardı. Ankara gibi büyük bir kentin, metropolün, başkentimizin böyle iki yıllık suya filan güvenme lüksü

Politika Dergisi

yok. Yarın da kuraklık olur; barajı yapayım dediğiniz zaman, baraj altı ayda bitecek bir proje değil. Kafamızda ikinci en önemli proje metroydu; yap – işlet – devret modeliyle metroyu başlatacaktık. Bu konuda da Sayın Başbakan’ın “hükümet olarak biz yapacağız” demesine rağmen, bir yıldır yapılmadığı gibi önümüzdeki yılın bütçesine de bu konuyla ilgili hiçbir ödenek konmadı. Ben hep iddia ediyorum; devlet de yapsa bizim cebimizden çıkacak. Hiç ısrarcı olmanın anlamı yok; yap – işlet – devret modeliyle bunu, hem daha kısa zamanda yapmak mümkün. Sonra -EGO’da görüyoruz- yaptığınız işletmelere zarar ediyoruz, diyorsunuz. Yarın metroyu yapsanız da hem büyük paraya mal olacak, hem zarar edeceksiniz. Bunu yapmadığınız zaman ne oluyor? Şu anki mevcut metronun bile günde 400 bin kişi taşıdığı söyleniyor. Öbür metroyu da tamamladığınız zaman, günlük 1-2 milyon kişi hemen ilk planda taşınacak. Bu ne demek; 150200 bin aracın trafiğe girmemesi demek, bu kadar araç sahibinin benzin paralarının cebinde kalması demek, otopark sıkıntısının olmaması demek, mevcut trafiğin çok daha rahatlaması demek ve dolayısı ile alt-üst geçitleri yapmak zorunda kalmamanız demek. Bütün çağdaş ülkeler, bunu böyle çözmüş; mucize aramanın, yeni formüller icat etmenin hiçbir anlamı yok.


Sayı 21

Kaldı ki zarardan bahsediliyorlar. Toplu taşıma her yerde, gelişmiş ülkelerde de sübvanse ediliyor. Ben bunu San Francisco’da gördüm, raylı sistemi zarar ediyor. Niye zarar ediyorsunuz, diye sorduğumda; bu kamu hizmetidir, hem insanların araçlarıyla trafiğe çıkmamaları hem de arabası olmayan fakir insanların da ucuz taşınmaları için teşvik amacıyla biz bu zararlar karşılıyoruz, diyorlar. Bu konuda olumlu bir hadise duydum; benim Mamak – Sincan arası hatta Yenikent’e uzatarak, banliyöyü hafif raylı sisteme dönüştürmeyi düşünüyorduk. Bizim bu iddiamızı Ulaştırma Bakanlığı da proje olarak ele alıyor, bunun açıklamalarını duydum; son derece memnun oldum. Ulaşımla ilgili ilk yapacağımız şeylerden birisi, Keçiören Fatih Köprüsü’ne bir alternatif bulmaktı; Keçiören, yukarıdan aşağıya hâlâ zulüm çekiyor, verilen sözlerden hiçbirisi tutulmadı. Toplu taşımaya zam yapmayı bırakın; ben toplu taşıma ücretlerini ucuzlatacaktım. Kesinlikle biletler daha ucuz olacaktı. E.Ö: EGO’ya gelmişken, son dönemdeki olayları da irdelersek… Mansur YAVAŞ: Eskiden ASKĐ’ye 50 gün geç ödeme nedeniyle insanların cebinden 60-70 Lira fazla para alınıyordu, kademeli uygulama nedeniyle. Bu süre 30 güne çekilince, vatandaşın parası cebinde kalmaya başladı, ama suya hemen zam yapıldı; çünkü Ankara’nın altyapı harcamalarını Belediye, ASKĐ’den karşılıyordu. Halbuki su ve ulaşım, bir

Sayfa 37

“Benim duyumuma göre, bu rakamlarla, EGO’nun zarar etme imkanı hiç yok. EGO’nun doğalgaz bölümü özelleştirildiği için, Belediye’nin çoğu harcamasının EGO’ya fatura edildiğini duyuyorum.” kamu hizmetidir; bu hizmetlerin en ucuz şekilde verilmesi lazım. Hava, yemek gibi zorunlu ihtiyaç olan suyu fahiş fiyata verip, Belediye’yi buradan finanse ederseniz, bu uygun bir yaklaşım olmaz; çünkü Ankara halkı müşteri değil. Bunları kamu hizmeti olarak göreceksiniz; dolayısı ile ne sudan ne EGO’dan (ulaşım) aşırı kâr yapıp belediyeyi buradan sübvanse edemezsiniz. Benim duyumuma göre, bu rakamlarla, EGO’nun zarar etme imkanı hiç yok. EGO’nun doğalgaz bölümü özelleştirildiği için, Belediye’nin çoğu harcamasının EGO’ya fatura edildiğini duyuyorum. Tabii bunları şu anda tespit etme / kanıtlama imkanı yok. Yarın iş başına geldiğimizde, inşallah bunları ortaya çıkaracağız. Bu kadar yolcu taşıyarak EGO’nun zarar etme imkanı yok; burada kötü yönetim var. Kaldı ki “Mahkeme” bir karar vermiş, hükmü veren halk değil; mahkemeye kızıp halkı cezalandıramazsın. Tam tersine araç sayısını artırmanız lazım. Araç sayısını azaltıyor, hizmet vermeyen özel minibüslere hiçbir yaptırımda bulunmuyorsunuz. Halkın canı çıksın! Peki, halkın kabahati ne Allah aşkına? Böyle bir yönetim anla-


Sayfa 38

Belediye zarar ederse kapıya mühür vurulur, deniyor. E, Sağlık Bakanlığı da zarar ediyor! Sağlıktaki harcamalarda 30 milyar açık var; o zaman ya zam yapalım ya da Bakanlığı kapatalım. yışı olamaz. Ben şimdi bu soruyu –Sayın Başbakan’a da– soruyorum: Belediye zarar ederse kapıya mühür vurulur, deniyor; e, Sağlık Bakanlığı da zarar ediyor! Sağlıktaki harcamalarda 30 milyar açık var; o zaman ya zam yapalım ya da Bakanlığı kapatalım. Milli Eğitim Bakanlığı da sürekli yatırım yapıyor, kâr etmiyor; o zaman okulları da paralı yapalım veya okul yapmayalım bundan sonra, millet ne yaparsa yapsın! Milli Savunma Bakanlığı… Biz 74 Kıbrıs Harekâtı’ndan beri hiçbir büyük harbe girmediğimiz için büyük bir harcamamız yok. Aldığımız silahların hepsi boşa gidiyor; o zaman harcama yapmayalım. Yani bu gözle bakılmaz. Ulaşım, tam bir kamu hizmetidir. Zarar da edeceksin; ancak halkı ucuza taşıyacaksın. Ama; ben iyi bir yönetimle 2003 fiyatlarıyla dahi zarar edilmeyeceğini düşünüyorum. Bunların en büyük örnekleri; Đzmir, Adana, Đstanbul büyükşehir belediyeleri. Ankara hepsinden daha pahalı; Ankaralının suçu, kabahati ne? Suda ve ulaşımda çok büyük ucuzluk yapıp; metro, Fatih Köprüsü ve su ihaleleri ile işe başlayacaktım. Bunların yanında Hacıbayram, Ulus projelerini de hemen gündeme getirecektim. Hepsine aynı anda başlayacağım diye bir şey yok; Çıkrıkçılar Yokuşu, Hacıbayram, Altındağ, Kale çevresi için bir girişim yapılsaydı, bir senede çok farklı bir görüntü ortaya çıkardı. Adım gibi eminim ki ben bunu yapardım; ama öyle şeyler yapılıyor ki bugün… Stadyumun (19 Mayıs)

Politika Dergisi

hemen yanına kapalı spor salonu yapılıyor bir tane. Zaten trafik yoğun; şehirdeki en güzel – downtown denilen– tarih-kent dokusunu ortaya çıkarabileceğiniz, insanların nefes alabileceği yere gidip spor salonu yapıyorsunuz. Oraya gidip gelecek aracı, o trafiği düşünebiliyor musunuz? Gelecek yok ediliyor, tarih yok ediliyor Ankara’da; birinin buna muhakkak dur demesi gerekiyor. E.Ö: Bugün sizi desteklemeyenler olsa dahi “Beypazarı mucizesi”ni hemen herkes kabul ediyor. Sizin tarihe, kentlerin tarihî dokularına özel ilginiz var… Mansur YAVAŞ: Bu bir vicdani borçtur. En azından kendi tarihimize saygı açısından ve bir de gelecek kuşaklara bu tarihi aktarmanın başka çaresi yok. Ankara’da tarih mi var, deniyor; Ankara’da öyle bir tarih var ki, ama gören göz lazım. Dünyanın bütün başkentlerinde –özellikle gelişmiş ülkelerde– geçmişleri bizim kadar eski olmamasına rağmen, yüzyıllık bir yapıyı bile koruyorlar. Ben bunu birçok yerde gördüm; ama Ankara’da böyle bir çaba hiç yok. Sanki tarih yokmuş gibi… Dünyada başka başkent var mı turist gelmeyen? Sadece turizm için değil tabii. Siz kendi kültürünüzü koruduğunuz zaman, turizm bunun doğal sonucu olacak. Daha çok turizm daha çok istihdam, esnafın para kazanması demek. Ama siz bakkallar nasıl olsa yok olacak, başlarının çaresine baksınlar, derseniz; 100.000 esnafı daha belediye kapısından paket bekler hale getirirsiniz. Yani amacımız sadece kültür ve turizm değil, aynı zamanda yaşayan insanların onurlu bir şekilde para kazanacağı iş alanları açmaktır. Beypazarı’nın nüfusu 35.000, 400.000 turist geliyorsa; Ankara’nın nüfusu 4,5 milyonsa siz –tamam, benim dönemimde olmayabilir– 50-60 milyon turist hedeflemeniz lazım. 10 milyon, 20 mil-


Sayı 21

yon insan gelse, bunun Ankaralıya sağlayacağı istihdamı, işi düşünebiliyor musunuz? Böyle bir düşünce hiç olmadı Ankara’da! E.Ö: Partinizin Belediye Meclis Üyeleri var. Birlikte çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz, hem denetleme hem proje sunma açısından? Mansur YAVAŞ: Malûm, bir proje sunup da sizin projenizin gerçekleşmesi diye bir hadisenin olması pek mümkün değil Ankara B. Belediyesi’nde. Bu da mevcut Başkan’ın yönetim tarzından kaynaklanıyor; ancak Belediye Meclis Üyelerimiz özellikle Büyükşehir Belediyesi’nin bütün çalışmalarını toparlayıp rapor halinde sunuyorlar bana her ay. Đmarla ilgili neler olmuş, suya ne kadar zam yapılmış, Belediye’den ne kadar çıkmış vs. bütün kararlar düzenli bir şekilde rapor halinde bize geliyor. E.Ö: Peki, bu çalışmalarınıza halka nasıl duyurabiliyorsunuz? Mansur YAVAŞ: Ancak medya yoluyla oluyor. Bir de dediğim gibi bir opsiyon da tanıdık; “Büyükşehir Belediyesi bu seçimden sonra eleştirileri duyar da yönetim anlayışında bir farklılık olur mu? En azından bazı projeleri değerlendirir mi?” diye bekledik açıkçası. Böyle bir şey artık görünmüyor… E.Ö: Artık daha etkin mi görüneceksiniz yani? Mansur YAVAŞ: Evet, bundan sonra daha etkin olacağız. Yapılan her şeyi gözetleyip doğruya doğru deyip yanlışa yanlış diyeceğiz ve neden hatalı olduğunu söyleyip nasıl olması gerektiğini ayrıntılı olarak medyada dile getireceğiz. Benim Ankara’da yapmayı düşündüğüm projelerimden bir tanesi yardımlarla ilgilidir. Ankara’da 1.200.000 üzerinde aile bulunmaktadır. Bunlardan yaklaşık 400 bin aile yardım almaktadır. Bu yardımlar alanları memnun ettiği gibi yardım almayan ailelerden de bu konuda rahatsızlık duyanlar bulunmaktadır. Toplumsal dayanışmaya zarar vermektedir. Bunun da

Sayfa 39

“Malûm, bir proje sunup da sizin projenizin gerçekleşmesi diye bir hadisenin olması pek mümkün değil Ankara B. Belediyesi’nde. Bu da mevcut Başkan’ın yönetim tarzından kaynaklanıyor...” nedeni adil dağıtılmaması, doğalgazlı evlere kömür yardımı verilmesi gibi bir sürü iddiaların bulunmasıdır. Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ne dağıtırsa onu almak zorundasınız. Bunun yanlış olduğu fikrini ortaya koyduk. Ankaralıya “hemşehri kartı” çıkartmayı düşündük. Đhtiyaç sahiplerine ihtiyacını belirleyip kimine 100 TL kimine 400 TL yükleyip mahalle bakkalından istediğini almasını düşündük. Aynı zamanda sağlık yardımından faydalandırıp ulaşım ve su ücretini daha ucuz hale getirerek ilave avantajlar da sağlayacaktık. Amacımız Ankara’da yaşayan herkesin onurlu ve insanca yaşamasını ve kendi ihtiyacını kendinin almasını istiyorduk. Aynı zamanda bu sistemle mahalle esnafı ayakta kalacaktır. Mahalle esnafının ayakta kalmasını ben çok önemsiyorum. Mahalle esnafı ayakta kalmaz-


Sayfa 40

Politika Dergisi

Đnancımıza göre de göstere göstere yardım yapılmaz. Đnsan onuru da hiçbir zaman kırılmaz. Dolayısı ile en güzel dayanışmanın bu şekilde sağlanacağını düşünüyoruz. sa emlak vergisi ödeyemeyecek, su parası ödeyemeyecek ve onlar da paket alır hale gelecekler. Yapılacak ufak bir düzenleme ile onlar da ayakta kalacak. Belki birçok bakkal yanında bir iki işçi çalıştırıyor, istihdam sağlıyor; siz bunların yok olmasını bekliyor ve Belediye’nin kapısına onların da gelmesini sağlıyorsunuz ve yanlış yapıyorsunuz. Bu uygulamayı Yenimahalle Belediyesi başlattı. Yenimahalle Belediye Başkanı’na sizin aracılığınız ile teşekkür etmek istiyorum. Kendilerini takdir ediyorum ve kendileri ile yakın zamanda görüşmek istiyorum. Uygulamanın nasıl gittiğini öğrenmek istiyorum. Ben de bazı önerilerde bulunmak istiyorum. Bunu parti politikası olarak özellikle büyük kentlerde MHP’nin kazandığı belediyelerde bu sistemi hayata geçirmeye çalışacağız, olgunlaştıracağız. Đnsan onuruna en yakışır şekilde yardım etmeye çalışıyoruz. Seçim çalışmalarında da hep örnek verdiğim bir olayı anlatmak istiyorum. Beypazarı’nda yaşayan

kültür müzemiz var. Tarihî ve çok zengin bir ailenin evi. Merdivenden çıktığınız zaman evin kapısı kapalı, ama evin kapısına gelmeden sağda bir dolap kapağı var mutfağa bakan. Onun içerisinde yemekleri koyuyorlar, dışarıdan ihtiyacı olanlar yemeği alıyor. Ne alan görüyor ne de veren alanı görüyor. Alan da mahcup olmuyor ve daha sonra boşunu getirip bırakıyor. Biz böyle bir ecdadın torunlarıyız. Đnancımıza göre de göstere göstere yardım yapılmaz. Đnsan onuru da hiçbir zaman kırılmaz. Dolayısı ile en güzel dayanışmanın bu şekilde sağlanacağını düşünüyoruz. E.Ö: Yardımlara yapılan eleştirilerde muhtarların da seçilme kaygısı bulunduğundan istenen belgeleri vermese oy alamayacağını düşünebiliyor birçoğu. Bu konuda neler söylemek istersiniz? Mansur YAVAŞ: Haklısınız. Ben Belediye Başkanlığı yaptığım için bunu yaşadım. Muhtarlardan isim istediğimde bazı muhtarların sadece kendi yakınlarının isimleri verdiği yönünde şikayetler aldım. Đstemeyi bilenler var, birkaç yerden yardım alabiliyor; utananlar ise hiçbir yerden bir şey isteyemiyor. Bu tespiti 5 kişilik komisyonlarla yapmayı planladık. Çok da çabuk tespit edilebilir zaten. Kaymakamlık Sosyal Dayanışma fonundan mükerrer yardım almaması için kaymakamlıktan, belediyeden birer yetkili, mahalle muhtarı, bir sosyal hizmet uzmanı ve o mahallede yaşayanlardan 2-3 sokağı yıllardır tanıyan ve herkesin itibar ettiği bir kişiyi katarak adil bir şekilde tespit etmeyi düşünüyoruz. Bugün herkesin aldığı geliri kamudaki veri paylaşım sistemi sayesinde tespit edebiliyorsunuz. Bu nedenle ailede kaç kişi çalışıyor, SGK’lı kaç kişi var bulabilirsiniz. Umarım Yenimahalle Belediyesi bu konuda başarılı olur. Bazı konularda benim düşündüklerimi daha da geliştirmişler, tabii bazı gördüğümüz eksiklikler de var. Kredi kartlarından yapılan alışverişlere verilen bonuslar var yapılan alışverişlerle ilgili. Belki ileride başka bankalar daha fazlasını verecek ve zaman içerisinde yük olmadan çarkı çevirir hale gelecekler. E.Ö: Mansur Bey, bize zaman ayırdığınız için teşekkür ediyor, başarılar diliyoruz. Mansur YAVAŞ: Ben teşekkür ediyorum.

iletisim@PolitikaDergisi.com Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com


Sayı 21

Sayfa 41

Tıkır Tıkır Çalışan Makineler ve Ekonomik Ulusalcılık:

Otomobil Sanayii Üzerinden Dersler Prof. Dr. Alkan SOYAK (Marmara Üniversitesi)

K

onuya giriş yapma adına nasıl bir cümle kurmam gerektiğini düşünürken imdadıma yine TV yetişti. Birçok ünlü Türk işadamı ve kadını bir tanıtım filminde bir araya gelmişler; “Tıkır tıkır tıkırdıyorlar”. “Sanayinin devleri Türkiye’nin makinelerine güveniyor; çünkü Türkiye’nin makineleri Türkiye için tıkır tıkır çalışıyor” mesajını veriyorlar. “Türkiye’nin makineleri” tıkır tıkır çalışıyormuş, hem de Türkiye için! Bugünkü Milliyet gazetesinde yer alan bir haber ise, ekonomi ağırlıklı Fransız “La Tribune” gazetesinin Renault’nun dördüncü nesil Clio modelini 2011’den itibaren sadece Bursa’da üreteceğini yazması üzerine Fransa’nın ayağa kalktığını, Renault’nun Fransa’daki sözcüsü haberi şimdilik doğrulamasa da, hükümet kanadından böyle bir durumun kabul edilemeyeceği tepkisinin geldiğini aktarıyor. Diyeceksiniz ki Türkiye’nin makinelerinin “tıkır tıkır” çalışmasıyla Fransız Renault ile ilgili bu haber arasında ne alaka var? Çok alaka var, biraz sabır… Bu alakayı ortaya koyabilmek için önce Türkiye’nin yatırım malları ve makine sektöründeki teknolojik bağımlılığını ortaya koymak gerekiyor. OECD’nin yapmış olduğu bir çalışmada Türkiye’de 1980 ve 1990’lı yıllarda yabancılarla yapılan lisans anlaşmalarının yaklaşık % 65’nin teknolojik gelişmelerin ana gerçekleşme alanı olan “yatırım malları üreten” sektörler ve makine sektöründe olduğu tespiti yapılıyor. Peki, bu yapının oluşumu hangi dönemin sanayileşme politikalarının ürünü? Hiç şüphe yok ki 1960– 1980 dönemi ithal ikameci sanayileşme politikaları bu yapının oluşumunda ciddi bir role sahip. Ve aynı dönemde bebek sanayi muamelesi gören otomotiv sektörü ve bazı büyük otomobil şirketlerinin gelişme dinamikleri, iki olay arasındaki alakayı anlamamız için ciddi bilgiler sunuyor bize. Türkiye’de planlı dönem boyunca (1960–80) yaşanan ithal ikameci sanayileşme politikaları ve sonunda gerçekleşen krizle ilgili olarak 1999 yılında

yayınlanmış olan bir makalemden nakledeceğim aşağıdaki alıntı, meselenin özünü ortaya koyuyor. “…Devlet, sanayileşme politikası gereği yerel sermayeyi dış rekabete karşı korumada bir şemsiye vazifesi görmenin yanı sıra, sanayide yapılacak yatırımlara çeşitli biçimlerde teşvik ve özendirmeler vermiş ve gelirler politikasıyla pompalanan iç pazar yerel sermaye ve uluslararası ortaklarının egemenliğine bırakılmıştır. Đthal ikameci sanayileşmenin dayanıklı tüketim mallarının yerel üretimi aşamasında yaşanan talep kayması olgusu sonucunda yerli üretimin kârlı hale gelmesiyle birlikte bu malların üretimi ülke içinde yaygınlaşmış ve bu süreç döviz tasarrufu sağlayacağı öngörüsüyle devlet tarafından da desteklenmiş ve hatta özel sermayeye destek olması amacıyla kamu sanayi kuruluşları aramalı üretimine yönlendirilmiştir. Fakat bu süreçte özellikle teknoloji sorunu göz ardı edildiği; üretim teknolojisi, ürünün niteliği, üretim ölçeği ve verimlilik gibi konulara önem verilmediği için, plan döneminde sınaî üretimde önemli artışlar sağlanmışsa da ara ve yatırım mallarının yerli üretiminde ithal ikamesi gerektiği gibi başarılamamıştır. Dolayısıyla planlı dönemde arzu edilen yapısal değişim sağlanamadığından, sanayinin dışa bağımlılığı azalmak yerine artmış; girdi yoluyla ve teknolojik bağımlılık sanayinin krizinde temel rol oynamıştır… Devletin korumacı politikaları neticesinde iç pazarı hedefleyen, rekabetten uzak piyasa yapıları içinde, yüksek maliyetli üretim yapan, verimlilik, teknolojik değişim, ürün niteliği ve optimum ölçek gibi sorunlara duyarsız bir dayanıklı tüketim malları sektörünün varlığı, planlı dönem boyunca imalat sanayisinin bu yapısal özelliklerini sürdürmesinde önemli rol oynamıştır. Bu süreçte küçük ölçekli işletmeler, sektörün parça gereksiniminin bir kısmını sağlama yoluyla varlığını devam ettirmiş, kamu kesimi de sektöre aramalı temin etme işlevini sürdürmüştür. Ancak sektörün yaygınlaşması ve gelişmesiyle birlikte ara ve yatırım mallarında tam anlamıyla ithal ikamesi gerçekleşmediğinden, girdi ve teknolojik bağımlılık oluşmuştur.” Bu alıntıda dayanıklı tüketim malları olarak anılan sektörü büyük ölçüde “otomobil sanayi” olarak


Sayfa 42

Türk otomotiv sanayinin montaj tipi üretimi, yabancının teknolojik bilgisi ve lisansına, yabancıdan alınan makinenin tıkır tıkır çalışmasına bağlı durumdadır. okumak mümkündür. Bu alıntının anlamı şudur: 1960–1980 döneminde otomotiv sanayi ve belli başlı büyük otomobil şirketleri kârlı olan iç piyasaya üretim yapma adına daha önce ticari partnerleri olan çokuluslu otomobil şirketlerinden lisans almak suretiyle montaj tipi üretimi ülkede yaygınlaştırmışlardır. Türk otomotiv sanayinin başlangıç aşamasındaki bu sağlıksız yapılanması, Gümrük Birliği sürecinde belli başlı Türk otomobil şirketlerinin yabancı partnerlerinin yönetimi ve denetimi altına geçmesiyle birleşmiş, sektör bugün itibariyle büyük ölçüde “küresel çokuluslu dev otomobil şirketlerinin manevra alanı” haline gelmiştir. Yani Türk otomotiv sanayinin montaj tipi üretimi, yabancının teknolojik bilgisi ve lisansına, yabancıdan alınan makinenin tıkır tıkır çalışmasına bağlı durumdadır. Peki, başlangıç öyküsü Türkiye’ye çok benzeyen Güney Kore’de nasıl bir gelişme stratejisi izlenmiştir? Bu sorunun yanıtını 1 Temmuz 2000 tarihli “Cumhuriyet Bilim ve Teknik Dergisi”nde yayımlanmış olan N. Kemal Pak ve Ergun Türkcan’ın kaleme aldığı “Türkiye-Güney Kore Kalkınma ve Teknoloji Politikaları” başlıklı makalede bulmak mümkündür. Makalede iki ülkenin otomotiv sanayisinde başlangıç aşamasındaki paralelliklerine dikkat çekilmektedir. Hyundai ve Koç’un her ikisi de

Politika Dergisi

1967'de ilk otomobillerini üretmişlerdir. Đki şirket de otomobillerini Ford’dan alınan parçalarla “yarı monte ürün” (SKD üretimi=semi-knocked-down) olarak üretmişlerdir. Koç’un Anadol isimli bu otomobili bir süre sonra yerini Bursa'da FIAT ile ortaklaşa kurduğu fabrikada “FIAT lisansı” altında üretime bırakarak, kuş adları verdikleri 124 ve 131 serisi otomobillerle sürmüştür. Benzer gelişmenin dönemin ikinci büyük otomobil şirketi olan OYAK Renault için yaşandığının altını çizmek gerekir. Netice itibariyle bu dönemde ne TOFAŞ, ne de OYAK-Renault özgün arabasını ortaya koyma ihtiyacı ve çabası göstermemiş; gümrük duvarları altında ve çok yüksek kârlarla iç pazara çalışma yolunu tercih etmişlerdir. Ancak Hyundai ise 1970’lerin başında yarı monte ürün biçimini aşarak, kendi modeline yönelmiş ve günümüzde dünya otomotiv sanayinin önde gelen şirketlerinden birisi olma yolundaki temelleri bu dönemde atmıştır. “Başkasının otomobilini lisansla üretmek yerine, kendi otomobilini kendisi üretmek” gibi çok kolay olmayan; öğrenme ve maliyet gerektiren bir süreci başarıyla geçen Hyundai’nin bu başarı öyküsünün altında ise G. Kore devletinin uyguladığı “sanayi ve teknoloji politikaları” bulunmaktadır. Bu öyküyü makaleden olduğu gibi nakledelim: “Kore Hükümeti, 1973'te, ‘Otomobil Sanayisinin Teşviki Đçin Uzun Dönemli Plan’ı formüle ederek, mevcut 4 otomobil firmasına, parçalar halinde gelen arabaları ülkede monte etmeye son vererek, tamamen ülkede tasarlanmış "Kore malı" aile arabası geliştirmeleri için ayrıntılı planlar hazırlamalarını emretti. Hükümetin isteği çok spesifikti: Yerli Model, orijinal, 1500 cc motor hacminden daha küçük ve yerli parça oranı en az %95 olmalıydı. Üretim maliyeti 2000 USD'den az olacak bu araba 1975'te piyasaya verilmeliydi. Hükümet, Kore'nin toplam üretim kapasitesinin 12.751 olduğu bir zamanda tesis kapasitesini yılda en az 50 bin ünite olarak saptamıştı. Hyundai, 1973'te, yılda 80 bin kapasiteli ‘Kore’ otomobili için mastır planını sundu; o yıl gerçek üretimi 5.426 otomobildi. Plan firmanın mühendisleri için gerçek bir kriz yaratmıştı çünkü montajdan başka oto üretimi için bir bilgileri yoktu. Önce, ithal ettikleri teknolojileri hızla absorbe etmeye çalışırlarken, beri taraftan literatürden oto tasarımı ve üretimi ile ilgili her türlü bilgiyi öğrenmeye çalıştılar. Hyundai 5 ülkedeki 26 firmaya çeşitli teknolojileri transfer etmek için başvurdu; tamamen bir firmaya bağlı kalmak istemiyordu. Hyundai 1985'e kadar 54 lisans anlaşmasıyla tüm Kore otomobil firmalarının önüne geçmişti. Ama önemli olan araba tasarımıydı. Firma 5 tasarım mühendisini 1,5 yıllığına, Đtalya'da "Italdesign" firmasına gövde çizim ve stilasyonu öğrenmek için gönderdi; gece-gündüz, en küçük ayrıntıları birbirine naklederek, her bilgiyi kaydederek çalışan bu


Sayı 21

teknisyenler Hyundai'nin çizim bölümünün çekirdeğini oluşturdular. Bu bilgileri birleştirip araba tasarlamak sanıldığı kadar basit bir iş değildir. Hataları minimize etmek için British Leyland'dan 3 yıllığına, başta eski genel müdür ve 6 uzman mühendis kiralandı. Đngilizler gidince, gizlice bazı Japonlardan yararlanıldı. Sonunda, 1975'te, Kore'yi, Japonya'dan sona Asya'nın ikinci bağımsız üreticisi yapan Hyundai'nin yerli üretim, ilk orijinal modeli "Pony" piyasaya çıktı. Bu model petrol krizinin yarattığı küçük araba ihtiyacından yararlanarak Ortadoğu, Avrupa ve Asya'da 62.592 adet satmıştır. Böylece, Hyundai dünya firması olarak ortaya çıkmış oluyordu” Đşte şu anda dünya otomobil endüstrisinin devlerinden birisi olan Hyundai’nin, gelişmesindeki en kritik dönemde “teknolojik öğrenme” adına yaptıkları ve devletin teknoloji üretimi konusunda şirketler üzerinde uyguladığı teşvik edici ve zorlayıcı politikaların ne denli önemli sonuçlar verebileceği üzerine yaşanmış bir öykü. Türkiye gibi teknolojik öğrenme ve teknoloji üretimi meselesini tamamen “serbest piyasa mekanizmasının görünmez eline” bırakmış ülkelerin ise makûs talihi, kendi modelini üretememiş, büyük ölçüde yabancı otomobil firmalarının denetimi altına girmiş, teknoloji transferine ve yatırım malı (makine) ithalatına bağımlı bir otomotiv sektörünün varlığı. Đşte tam da bu noktada Milliyet gazetesinde bir haber: “Clio Ayaklanması”…Evet haberin başlığı bu, altında ise şu tespit; “Renault’un Clio IV modelinin Bursa’da üretilme olasılığının ortaya çıkması Fransız politikacıları ve sendikacılarını ayaklandırdı. Fransızlar Vatandaşların vergileriyle ayakta tutulan otomotiv üretiminin ağırlığının başka ülkeye kayması kabul edilemez’ diyor.” Yani sizin otomobil sektörünüzün geleceği yabancıların iki dudağı arasındaki kararlar tarafından belirleniyor. Bizim büyük sanayicimiz ise makinelerin “tıkır tıkır tıkırdadığından” söz ediyor. Özellikle otomotiv gibi kritik sektörlerde “Kimin makineleri, kimin için çalışıyor?” sorusu gizlenip, gözlerimizin içine baka baka yanılsama yaratılıyor. Hükümet mi? Güldürmeyin insanı. Ulusal ve kamusal varlıklar adına ne var, ne yok satmanın pe-

Sayfa 43

Türkiye gibi teknolojik öğrenme ve teknoloji üretimi meselesini tamamen “serbest piyasa mekanizmasının görünmez eline” bırakmış ülkelerin ise makûs talihi, kendi modelini üretememiş, büyük ölçüde yabancı otomobil firmalarının denetimi altına girmiş, teknoloji transferine ve yatırım malı (makine) ithalatına bağımlı bir otomotiv sektörünün varlığı.

şinde olan bir hükümet. Stratejik sektörmüş, öncü sektörmüş kimin umurunda? Sanayi ve teknoloji politikası mı? O ne ola ki? Ulusalcı olan her şeye karşı olunduğu gibi ekonomik ulusalcılığa da alerjisi olan Türk Hükümeti’ne karşın, (hazır söz açılmışken) Fransa’da meseleye nasıl bakılıyor, merak ediyor musunuz? Aynı haberin son satırlarında yapılan tespit şu; “Fransa ekonomik milliyetçi olarak tanınıyor”. Nasıl yani? Aynen naklediyorum bu haberden. “Fransa, sembol markalarını ve stratejik sektörlerini korumaya büyük önem veriyor. Fransız hükümeti ve toplumu ünlü markalarının yabancılara satılmasına ve enerji gibi stratejik sektörlerin yabancıların eline geçme olasılığına karşı her zaman büyük tepki gösteriyor. Bu tutum ‘ekonomik milliyetçilik’ olarak da adlandırılıyor”. Hem de öylesine bir tutum ki haberin devamından öğrendiğimize göre Fransız Hükümeti 2005 yılı ortalarında ABD’li Pepsi’nin Fransız Danone’yi satın almaya hazırlandığı söylentileri üzerine harekete geçerek bir yasa çıkarıyor. “Danone Yasası” olarak anılan bu yasa şirket yöneticilerine satın alma girişimlerine karşı hissedarlara danışmadan karar hakkı tanıyor. 2006 yılında ise Fransız enerji firması olan “Suez”i Đtalyan “Enel” firması almasın diye devlet şirketi olan “Gaz de France” harekete geçiyor ve 2008 yılında bu şirketi satın alıyor. Gerekçe olarak da enerji güvenliğinin yabancılara kaptırılmaması isteğinden söz ediliyor. Aynı haberde örnekler sürdürülüyor, lakin Türkiye için sonuç değişmiyor; her nedense makineler “tıkır tıkır tıkırdarken”, kritik sektörlerimiz “çatır çatır yabancılara satılıyor”. ASoyak@Marmara.edu.tr


Sayfa 44

Politika Dergisi

Hangi “millî”?

“Millî Đrade” Zaptiyeliği ve Millî Đradeye Karşı Demokratik Halk Devrimi Evren YELKANAT

“Millî irade” sözünün sihirsel bir içeriği vardır. Đktidar ve oligarşi tarafından kabul görüp anayasada yer alan her madde veya dile getirilen her söylem “millî irade”dir.

M

illî irade nedir? Önce bu söylemin içeriğini ve nasıl ortaya çıktığını ortaya koyalım.

Millî irade sözcüğü; “Demokrat Parti” döneminde tefeci-bezirgân sermayenin iktidar olmasını mutlaklaştıracak bir sloganla türemiştir: “Yeter, Söz Milletin”… Millet dediğimize siz bakmayın, milletten kasıt tefeci-bezirgân sermaye, feodal mütegallibe ve tarım burjuvazinin sınıfsal olarak tüm Türkiye’ye hâkim olmasının adıdır. Bu slogan zamanla, Demokrat Parti’nin işçi sınıfına karşı baskılarını ve sol siyasete karşı tahammülsüzlüğünü perdeleyecek yeni bir kavrama dönüşmüştür. Bu yeni kavram ise “millî irade”dir. “Millî irade” sözünün sihirsel bir içeriği vardır. Đktidar ve oligarşi tarafından kabul görüp anayasada yer alan her madde veya dile getirilen her söylem “millî irade”dir. Dolayısıyla bu iradeye karşı çıkan herkes totaliterdir, statükocudur ve keza demokrat değildir. AKP hükümetinin “millî irade” dediği o sihirli sözcüğün ne anlama geldiğini ancak AKP’nin sınıfsal kökenine inerek anlayabiliriz. Bugünkü AKP hükümetinin sınıfsal olarak dayandığı taban, tefecitüccar sermayesi ve orta burjuvazinin dinci-gerici ayağıdır. Son dönemlerde dinci-gerici “orta burjuvazinin” iyice palazlandığını ve tekelci burjuvazinin yerini almak için “tekelci burjuvazi” ile çarpıştığını da görmekteyiz. Bu tahlili baz alarak çok açık ve net olarak söyleyebiliriz ki; Türkiye’de çift başlı bir oligarşik yönetim söz konusudur. Bir tarafta; uluslararası finans kapitalin sözcüsü “tekelci sermaye” diğer tarafta AKP hükümetinin desteklediği dinci-gerici orta burjuvazi - tefeci tüccar ittifakı… Çift başlı oligarşinin güçlenen ayağı günümüzde AKP hükümetinin destekle-


Sayı 21

Sayfa 45

diği dinci - gerici orta burjuvazi - tefeci tüccar ittifakıdır. Bu ittifak güçlendikçe ülkemizde kökleşmiş “tekelci sermayenin” uluslararası ağını da kontrol altına alacaktır ve kısmen de bunu başarmıştır. Gelelim AKP’nin kullandığı o sihirli ve faşizan kavrama: “Millî irade”… Millî irade; millîliği olmayan sınıfların ve bu sınıfların sözcülerinin; feodal üretim ilişkilerine sahip bölgelerde “iradesi elinden alınmış” tabakalar tarafından iktidara taşınmasıdır. Türkiye’de millî irade denince anlaşılan sadece “halkoyudur”. Bir parti tek başına iktidarda ise o millî iradedir. %35 de oy alsa, %47 ile de iktidar olsa hiçbir şey değişmez. Đktidar olamayan partilere oy verenler veya düzenin tümüne cephe alıp sandığa gitmeyenler, bu iradeye karşı itaat etmeye zorunludur. % 35-47 oy alan bir partiye oy verenler millî iradeyi belirlerler. Geride kalanların yapacağı şey biat etmektir. Millî irade; çoğulculuğun yerini çoğunluğun almasıdır. Çoğunluk yerini sağlamlaştırırken “azınlık” haline getirilen veya marjinalleştirilen diğer unsurlar arasından bağ kurulabilecek olanlara bir parmak bal çalınır. (Örneğin Türkiye’de Roman Açılımı, Kürt Açılımı, Alevi Açılımı) Millî irade, Türkiye’de çift başlı oligarşinin ve bunun sözcüsü hükümetin, halkın ve emekçilerin üzerinde kurduğu baskının adıdır. Millî irade; statükoyu ve totaliterliği meşrulaştıran faşizan bir kavramdır. Şimdi Millî irade zaptiyeliği yapan kişileri de buradan deşifre edelim ve ikiyüzlülüklerini ortaya koyalım: Kenan Evren: “Halkın” seçtiği bir hükümeti devirip “darbe” ile yönetimi ele geçiren Kenan Evren bakın neler diyor: “12 Eylül yönetimini bir türlü

“12 Eylül yönetimini bir türlü içlerine sindirememiş olan içimizdeki bazı mihrak ve kişilerin de geçmişi geride bırakarak, milletin ittifakı olan millî iradeye hürmetkâr olarak ve milletin emrine uyarak Anayasa’ya sadakat ve bağlılık mecburiyetini gönüllerinde duymalarını temenni ediyorum…” (K. Evren) içlerine sindirememiş olan içimizdeki bazı mihrak ve kişilerin de geçmişi geride bırakarak, milletin ittifakı olan millî iradeye hürmetkâr olarak ve milletin emrine uyarak Anayasa’ya sadakat ve bağlılık mecburiyetini gönüllerinde duymalarını temenni ediyorum…”

TBMM Başkanı Mehmet Ali Şahin: “Milletvekillerine, 1982 Anayasası’nın şu anda numarasını hatırlayamadığım maddesine dayanılarak maaş ödeniyor. 1982 Anayasası biliyorsunuz halkoyuna sunuldu ve yüzde % 90 oyla kabul edildi.


Sayfa 46

Politika Dergisi

‘Milletvekillerimiz neden yüksek maaş alıyor’ diye soracaksanız, bunun kararını yüzde %90 oyla halkımız verdi.”

Demokratik halk devrimi “halkın çıkarlarını mutlaklaştıran” bir barış silahıdır. “Demokratik halk devrimi” şunları öngörür:

12 Eylül Anayasasını ortadan kaldıracağım diyen AKP, yeri geldiğinde 12 Eylül Anayasasına nasıl da atıf yapıyor. Yüzde 90 oyla kabul edilmiş bir anayasa da yine AKP’lilerin ölçütlerine göre “millî irade”dir.

Millî iradeden dem vuranlar halkın varlıklarını peşkeş çekerken, özelleştirmeler ile emekçileri işsizliğe mahkum edip, özlük haklarını ellerinden alırlarken ve pragmatik kapitalist görüşleri savunurken, “demokratik halk devrimi”ni savunanlar ise “yağmaya son”; özelleştirilen tüm kamu kurumları, yeniden kamulaştırılarak gerçek sahiplerine yani halka iade edilmelidir, şiarını benimser.

Bu iki örneği burada sayısız hale getirmek; Tayyip Erdoğan sayesinde sağlanabilir. Fakat buna gerek de yok. Mehmet Ali Şahin her şeyi birkaç cümleyle aktarmış. Günümüzde iktidar partisinin tüm kadroları ve yandaş basın; “millî irade zaptiyeliği” yaparak Türkiye halkını baskı altında tutmaktadır. “Sağ”ın “faşist bir baskı aracı” olarak başvurduğu “millî irade” tezine, devrimciler “demokratik halk devrimi” teziyle karşı duracaktır.

(YASAMA)

Millî iradeyi baş tacı yapanlar halkın nabzını borsa düştü - borsa çıktı ile tuttuğunu sanırken “demokratik halk devrimi”ni savunanlar Đ.M.K.B’nin kapatılmasını, halkı sömüren finans kapitalin malvarlığına el konulmalısını talep eder.

(YÜRÜTME)

(YARGI)


Sayı 21

Millî irade zaptiyeliği yapanlar; sırtlarını sınıfsal olarak tefeci - bezirgan sermaye ve feodal mütegallibeye dayamış iken; “demokratik halk devrimi”ni savunanlar Türkiye’deki yerleşik feodal ilişkilerin tasfiye edilmesinin ve geniş bir toprak reformunun, halkın beklentilerine cevap verebilecek gerçekçi bir uygulama olduğu doğrultusunda birleşirler. Millî irade zaptiyeleri; Amerikan işbirlikçiliği yapmaktan onur duyarken ve kendilerini Büyük Ortadoğu Projesi’nin eşbaşkanı ilan ederken, “demokratik halk devrimi”ni savunanlar Đncirlik Üssü’nün derhal kapatılmasını, emperyalist ülkelere karşı “Dünya’daki antiemperyalist başkaldırı” hareketlerinin desteklenmesini isterler. “Tam bağımsız Türkiye” şiarını benimser. Millî irade zaptiyelerine göre; sermaye sahibi yoksa işçi de yoktur. Sermaye sahibi keramet sahibidir, zekidir, yaratıcıdır, fırsatçıdır. Đstihdam sorunu da ona kalmıştır. “Demokratik halk devrimi”ni savunanlar ise emeğin olmadığı yerde sermaye durmaz; tüm sermaye imparatorlukları işçi sınıfının ve tüm emekçilerin omuzlarına basarak yükselir; Herkes “emeğine göre“ yarattığı değerden pay almalıdır, olgusunun üstünde dururlar. Millî irade zaptiyelerine göre, önce plan değil pilav gelir. “Demokratik halk devrimi”ni savunanlara göre ise plan olmadan herkes pilav yiyemez. Plansız bir ekonomiden çıkacak pilavı sadece sermaye sahipleri yer, emekçiler o tabaktan artan kalan pirinç taneleri ile doymaya çalışır. Önce plan, sonra herkese emeğine göre pilav… Merkezî ve bölgesel planlama birbirinin ardılı olarak sürdürülmeli, halktan hükümetin başına kadar “ileri bir iletişim ağı” yürürlüğe konmalıdır. Millî irade zaptiyelerine göre laiklik bu ülkeye fazladır. “Demokratik halk devrimi”ni savunanlara göre ise dinci - ümmetçi yapılanmaların kesin olarak ve geriye dönülmez biçimde tasfiyesi yapılmalı, imam hatipler kapatılmalıdır. Millî irade zaptiyelerine göre memur, hükümetin memurudur. Kayıtsız şartsız itaat etmelidir. “Demokratik halk devrimi”ni savunanlara göre ise memurlara grev hakkı verilmesi ve siyaset yapmalarının önündeki engellerinin kaldırılması elzem ve şarttır.

Sayfa 47

Millî irade zaptiyelerine göre, önce plan değil pilav gelir. “Demokratik halk devrimi”ni savunanlara göre ise plan olmadan herkes pilav yiyemez. Millî irade zaptiyelerine göre; eğitimin iyisi özel okullarda verilir. Sağlık kuruluşları ise belirli ellerde tekelleştirilmelidir. “Demokratik halk devrimi”ni savunanlara göre ise herkese eğitim ve sağlık ücretsiz olmalıdır. “Demokratik halk devrimi”ni savunanlar, asgari ücretin yüzde 100 arttırılmasını talep etmektedir. Demokratik devlet, üniversite öğrencilerine “karşılıksız” burs verilmeli ve YURT-KUR asli görevine dönerek yurt kurmalı ve yurtlardaki standartları iyileştirmelidir. 12 Eylül’ün bir ürünü olarak YÖK ortadan kalkmalıdır. Burada bahsedebildiğim sadece “demokratik halk devrimi”nin yalnızca ana hatlarıdır. Demokratik halk devrimini ilk anda, halkın bütünü mü yoksa belirli bir bölümü mü benimseyecektir, bu mevcut konjonktürde henüz belli değildir. Belli olan tek şey “halkımız bu programı benimseyene kadar” devrimci öncülerin, aydınların ve gençlerin; halk ile olan bağlantısını her vasıtayla arttırması gerekliliğidir. Bundan böyle “millî irade” “demokratik halk devrimi” vardır…

yoktur

Evren.Yelkanat@PolitikaDergisi.com


Sayfa 48

Politika Dergisi

Türkiye’nin “Cadı Avı” ve McCarthyler...

Cadı Avı ile Cumhuriyetin Tasfiyesi (1) de yanlış bir benzetme değildir. Çünkü, nasıl ki, zaman içerisinde kadınların cadı olmadığı insanlık tarafından anlaşılmış ise, o dönemde de yaşananların hiçbir gerçekliğe dayanmadığı anlaşılmıştır.

Saadet TOKSÖZ

Nasıl ki, zaman içerisinde kadınların cadı olmadığı insanlık tarafından anlaşılmış ise, o dönemde de yaşananların hiçbir gerçekliğe dayanmadığı anlaşılmıştır.

“G

ünümüz dünyasında ve Türkiye’sinde olan bitenleri anlamak için modellere, örneklere gereksinmemiz vardır. Tarih ve toplumbilim bize böyle

modeller sağlar.”

Bugün yaşadıklarımızı daha iyi anlayabilmemiz ve analiz edebilmemiz için Emre Kongar’ın bir makalesinden alıntı yaparak konuya başlamak istiyorum. MCCARTHY KĐMDĐR? MCCARTHYĐZM NEDĐR? McCarthy, 1950’li yıllarda Amerika’da yaşanan cadı avının sorumlusu olan, kendi kirli siyaseti için, FBI’ın ve medyanın yardımıyla, masum insanları karalamış, ülkenin aydınlarını komünistlikle suçlamış, pek çok kişinin hayatını karartmış, birçok profesörün ve sanatçının hayatını karartmış ve hatta intiharlara neden olmuş bir politikacıdır. McCarthyizm ise, demokratik bir ülkede siyaseti, devlet mekanizmasını ve medyayı kullanarak çamur atan, karalama yoluyla insanları haksız yere itham eden ve suçsuzları cezalandıran, toplumun temel hak ve özgürlüklerini zedeleyen, demokrasiyi istismar ederek bütün toplumu baskı altına alan antidemokratik bir uygulamanın adıdır. J. McCarthy

(Emre KONGAR) Emre Kongar’ın bu sözü bana, yaşadığımız bu Ergenekon kâbusu ile ilgili olarak, 1950 Amerika’sında komünistlere karşı başlatılmış “cadı avı”nı hatırlattı. Bu konunun “cadı avı” olarak nitelendirilmesi, ortaçağ döneminde papazların, evlilik dışı ilişkiye giren kadınları cadı diye halka öldürtmesinden esinlenmiş, yani karalama yoluyla insanlığın katledilmesinin, yine tarihsel bir olgunun başka versiyonuyla yaşanmış olmasından ötürüdür. Hiç


Sayı 21

Sayfa 49

McCarthyizm’in önemi, demokratik bir toplumda yaşanmasından gelir. Demokratik bir toplumda, devletin gücünün, istihbaratın, siyasetin ve medyanın gücünün nasıl kötüye kullanıldığını ve bu kötüye kullanmanın ne kadar korkunç sonuçlar doğurduğunu gösterir. Uygulamaya baktığımız zaman, olayın merkezinde üç isim geçmektedir: Kişiliği bozuk MCCARTYH,

kirli

bir

politikacı;

Joseph

FBI’in antikomünist kişiliğiyle tanınan; J. Edgar HOOVER, Politikacılarla ANDERSON.

içe

bir

gazeteci;

Jack

Görüldüğü gibi bu cadı avının, demokratik bir ülkedeki bu antidemokratik uygulamanın itici gücü senatör - FBI Başkanı - gazeteci üçlüsüdür. Zaten uygulamanın bu denli etkili olmasının, bütün toplumu boyunduruk altına almasının ve pek çok kişinin hayatının söndürebilmesinin ardındaki güç de bu üçlünün ittifak ederek yarattığı kamuoyu ortamından gelmektedir: Siyaset, istihbarat ve medya! Hele bunlara bir de yargıyı eklerseniz… (Emre Kongar, Cumhuriyet Yazıları) Kısacası o dönemde yaşananlar, Ortaçağ döneminde yaşananların değişik bir versiyonudur. SĐYASET - ĐSTĐHBARAT - MEDYA Son yıllarda, bu üçlünün ülkemizdeki yapılanmasını ve işleyişine bir göz atalım. AKP iktidara geldikten sonra ilk yıllarda fazla sivri çıkışlar yapmadan devlet içinde kadrolaşma çalışmalarını başlattı. Bu, birinci adımdı. O dönemde gazeteci - yazar Emin Çölaşan köşesinde, yapılan bu kadrolaşma çalışmaları ile halkı bilgilendirerek, yaklaşan tehlikeyi haber veriyordu. Tabii ki, aynı zamanda birçok liberal yazarlar tarafından komploculukla suçlanıyordu. Daha sonra Çölaşan’ın akıbetini hepiniz biliyorsunuz.

Milli Đstihbarat Teşkilatı içinde de aynı kadrolaşmayı gerçekleştirdikten sonra “Ergenekon planı”nı devreye sokmak için gerekli hazırlıklar başladı. Aynı, FBI Başkanı J. Edgar Hoover’in ülkedeki sol görüşlü kişileri fişleyip, bunları listeler halinde Joseph McCarty’ye sunması gibi, burada da laik rejimi savunan, Kemalist görüşlü kişiler de fişlenmiş ve listeler oluşturulmuştu.

Milli Đstihbarat Teşkilatı içinde de aynı kadrolaşmayı gerçekleştirdikten sonra “Ergenekon planı”nı devreye sokmak için gerekli hazırlıklar başladı. Aynı, FBI Başkanı J. Edgar Hoover’in ülkedeki sol görüşlü kişileri fişleyip, bunları listeler halinde Joseph McCarty’ye sunması gibi, burada da laik rejimi savunan, Kemalist görüşlü kişiler de fişlenmiş ve listeler oluşturulmuştu. Bunu sadece sivil kesim için değil, aynı zamanda TSK mensupları kişilerini de listeye dahil ederek yapmışlardı. Yalnız, buradaki listeleri hazırlayanlar henüz tam olarak bilinmemektedir. Çünkü MĐT de bu olayı, kendilerine gelen ihbar ve bilgileri Başbakan’a ilettikleri şeklinde ifade etti. Ancak tarih, bu kişileri veya kurumları ortaya çıkaracaktır muhakkak. Bu süreç içinde yurtdışından getirilen özel dinleme cihazları


Sayfa 50

Politika Dergisi

ağını oluşturdular ve sonradan öğrendiğimiz şekilde binlerce kişiyi dinleme ve delil oluşturma operasyonları başlatmışlardı. Tabii, bütün bunlar olurken, gündemi türban konusuyla ya da PKK saldırılarıyla meşgul ediyorlardı. Aynı zamanda Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda yapılan çalışmaları da gündemde tutarak, halktan puan almaya devam ediyorlardı. Bu listelerde bulunan kişiler için dinleme operasyonundan sonra, bunların delillendirilip, dava açılmasına karar verildi. Bu davayı başlattıkları zaman da stratejik açıdan önemli, çünkü ülkede Cumhuriyet Mitingleri ile halkın, hükümetin icraatlarını protesto eden yürüyüşlerin yapıldığı ve AKP’nin Anayasa Mahkemesi’nde kapatılma davasıyla yargılandıkları dönemde başlattılar. Cumhuriyet Mitinglerini düzenleyen ne kadar kişi ya da kurum varsa, herkesi Ergenekon davasında yargılamak üzere toplayıp, içeri tıktılar. Ancak, delillendirme hadisesini bir türlü gerçekleştiremedikleri için ortaya bir iddianame koyamıyorlardı. Biliyorsunuz; iddianameyi insanları içeri attıktan bir sene sonra hazırlanmaya başladılar. Çünkü suç unsuru oluşturulacak sahte belgelerin hazırlanması gerekiyordu. Bütün bunlar olurken aynı zamanda bu planın medya ayağını da oluşturmak gerekiyordu. Her ne kadar Gülen cemaatine bağlı yayın organları olsa da, insanları ikna edecek ve sadece bu plana hizmet edecek, “psikolojik harekatı” güçlendirecek ve Ergenekon davasının savcılarını yönlendirecek bir yayın organı olmalıydı. Bunun için Taraf gazetesini kurgulayarak; siyaset, istihbarat ve medya şeytan üçlüsünü oluşturmuş oldular. Alkım Gazetecilik tarafından çıkarılan Taraf gazetesi 15 Kasım 2007’de yayına başladı. Taraf gazetesi, kendisine verilen görevi yerine getirmek üzere kolları sıvadı. Gazetenin sahibi, aynı zamanda Alkım Yayınevi’nin de sahibi olan Başar Arslan, gazetenin nasıl finanse edildiği sorusuna, yayınevinin gelirlerinden ve de sıkıştıkları zaman da, işadamı Mehmet Betil’den destek aldıklarını söylüyor. Masrafların, Fethullah Gülen ve AKP bağlantılı Albaraka Türk çekleriyle karşılandığı biliniyor veya bir kısım basın kuruluşları vergi kozu ile baskı altına alınırken, Taraf’ın kuruluşunda Hazine teşvik veriyor. Gazeteci - yazar Fatih Altaylı, Taraf’ın finansman kaynağını bir yazısında şöyle açıkladı:

“Taraf gazetesinin masraflarının büyük bir bölümü, Çalık grubu daha doğrusu, Vakıf Bank ve Halk Bankası tarafından finanse edilen Turkuaz Medya tarafından karşılanıyor. Taraf gazetesi Çalık’a ait Sabah gazetesinin matbaalarında basılıyor ve dağıtımı da yine aynı grup tarafından yapılıyor.” Çalık grubunun AKP ile bağını bilmeyen yok sanırım. Alkım Yayınevi’nin sahipleri aynı zamanda Brüksel’de de bir büro açıp, AB ile ilişkiye geçtiler. Taraf


Sayı 21

gazetesinin çevirisi yapılıp, gazeteyi Avrupa’da da yayımlıyorlar. Gazeteyi finanse edenlerden Ahmet Betil, Avrupa fonlarından faydalanmak için çalışma yaptıklarını söyleyerek, dış mihraklar tarafından desteklenmelerine kılıf aradıklarını bir şekilde itiraf etmiş oluyor. Aynı zamanda Ahmet Altan’ın Alkım Yayınevi’nden çıkan kitapları da yurtdışından elde edilen fonlar tarafından desteklendiği belirtiliyor. Kısacası, gerçekte yurtdışından ve Fethullah Gülen tarafından finanse edilen bu gazete, cadı avının medya ayağını oluşturmak üzere kurgulanmış olduğunu anlamak için bu grupların birbirleriyle olan rabıtası ve yakın bağı yeterli oluyor. Gelelim Ergenekon davası ile ilgili belgelerin Taraf gazetesi tarafından ortaya çıkarılmasına. Gazetenin sahibi Başar Arslan kendisiyle yapıla bir röportajda bu durumu şöyle açıklıyor: “Eğer cesaret gösterip, yayınlayacak başka gazeteler ve yazarlar varsa, biz elimizdeki belgeleri paylaşmaya hazırız. Eğer Taraf çıkmamış olsaydı, halk bu haberlerden haberdar olmayacaktı.” Bu bilgilerin kendilerine nasıl ulaştığı sorusuna ise, “Kim getirirse getirsin, belgeli olan her bilgiyi yayınlarız,” şeklinde cevap veriyor. Bu açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, bu belgelerin kendilerine nasıl servis edildiğine ya da kimler tarafından servis edildiğine dair en ufak bir açıklama yapmadan böyle kaçamak cevaplarla psikolojik harekat görevlerini kusursuzca yerine getirdiklerini anlıyoruz. Çünkü yayınladıkları her bilgiyi, Ergenekon savcıları dikkate alarak bu doğrulu ispatlanmamış belgeler üzerinden tutuklamalar yaparak, kamuoyunu tutukladıkları insanların suçlu olduklarını ikna ederek, laik rejimi savunmanın suç oluşturduğunu ispat etmeye çalışıyor. Ben asıl bu belgelerin hazırlanmasında Türkiye’ye gelen 35 CIA ajanının bir parmağı olup olmadığını merak ediyorum. CHP Mersin milletvekili Ali Rıza Öztürk 4 Şubat 2010’da TBMM genel kurulunda Đçişleri Bakanı Beşir Atalay’a Ankara’ya gelen üst düzey ABD subay ya da istihbaratçıları üç aylığına Türkiye’ye gelmiş oldukları iddia edildiği halde, bunlar geriye dönmüşler midir; dönmemişlerse niye

Sayfa 51

dönmemişlerdir, diye soru yöneltmişti. Beşir Atalay da bu soruya cevap vermekten kaçınarak, “Bilmiyorum.” şeklinde olaydan sıyrılmaya çalışmıştır. Atalay’ın “bilmiyorum, haberim yok” dediği bu konuyu Aydınlık dergisi şöyle duyurmuştu: “Tayyip Erdoğan’ın Amerikan Başkanı Bush ile 5 Kasım 2007’deki görüşmesinden sonra Ankara’ya sessiz sedasız bir heyet gizlilik koşulları altında geldi. Peki, niçin gelmişlerdi? Ekip, Türkiye’deki en üst düzey olan Amerika askeri temsilciliği olan, başın bir Tümgeneralin bulunduğu ODC ile irtibat içinde çalışıyor. ODC’nin, (Office of Defence Cooperation) Türkiye’deki resmi görevi Türk - Amerikan savunma işbirliği. Ama ODC, başından beri bir operasyon merkezi olarak işlev görüyor. Bütün tertipler bu merkez tarafından planlanıyor, Türkiye’deki uzantıları aracılığıyla işleme geçiliyor. Heyet doğrudan altında Atalay’ın da imzası bulunan “Teröre karşı işbirliği” adı altında Emniyet Đstihbaratı içinde çalışıyor. Çalışmalarını sürdürdüğü yer ise, Emniyet Đstihbarat Dairesinin Ankara Yıldız’daki merkezi.” Dikkat ederseniz, bu heyetin gelmesi ve Taraf gazetesinin yayına başlaması aynı döneme denk geliyor ve bir süre sonra Ergenekon davası başlatılıyor. Ne tesadüf, değil mi? Bundan sonraki gelişmeleri de ikinci bölümde anlatmaya devam edeceğim. Saadet.Toksoz@PolitikaDergisi.com


Sayfa 52

Politika Dergisi

Seçilmiş krallar rejimine doğru...

AKP Anayasası Nuran TALAY

Yüksek yargının yetkilerinin kısıtlanması ve siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması bugün iktidar sahibi olan AKP için olumlu şeyler ifade etse de geleceğin Türkiye’sini olumsuz yönde etkileyecektir.

H

ükümet, kendisine muhalif olan her alanda reform çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor. Yüksek yargının yetkilerinin kısıtlanması ve siyasi partilerin kapatılmasının zorlaştırılması bugün iktidar sahibi olan AKP için olumlu şeyler ifade etse de geleceğin Türkiye’sini olumsuz yönde etkileyecektir. 2002 yılından bu yana iktidarın sahibi AKP kapatılmaktan son anda kurtulmuştu. O gün bugün Anayasa reformu için çok daha titiz ve hızlı çalışıldı. AKP tekrar aynı durum ile karşılaşmamak için kapatılması güç olsun hatta imkânsız olsun diye reformu gün yüzüne çıkardı.

Anayasa değişikliği, yargı reformu, askerin sivil yargıda yargılanması ile birçok yenilik, AKP Anayasası paketinde yer alıyor. Uzun ve titiz çalışmayı gelin birlikte inceleyelim. Teklif Metni; X.Kanun önünde eşitlik Madde 10- Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesinin sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz. Çocuklar, yaşlılar ve engelliler gibi özel surette korunması gerekenler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz. A.Özel hayatın gizliliği Madde 20- Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz. Milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve ahlakın korunması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz ve bunlara el konulamaz. Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de


Sayı 21

kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızası ile işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir. V. Yerleşme ve seyahat hürriyeti Madde 23- Herkes, yerleşme ve seyahat hürriyetine sahiptir. Vatandaşın yurt dışına çıkma hürriyeti, ancak suç soruşturması veya kovuşturması sebebiyle hâkim kararına bağlı olarak sınırlanabilir. I.Ailenin korunması ve çocuk hakları Madde 41- Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır teşkilatı kurar. Her çocuk, yeterli himaye ve bakımdan yararlanma, yüksek yararına açıkça aykırı olmadıkça, ana ve babasıyla kişisel ve doğrudan ilişki kurma ve sürdürme hakkına sahiptir. Devlet, çocuk istismarı, cinsellik ve şiddete karşı çocukları koruyucu tedbirler alır. A. Toplu iş sözleşmesi ve toplu sözleşme hakkı Madde 53- Đşçiler ve işverenler, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma şartlarını düzenlemek amacıyla toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptir. Memurlar ve diğer kamu görevlileri, toplu sözleşme yapma hakkına sahiptirler. Toplu sözleşme yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Uzlaştırma Kuruluna başvurabilir. Uzlaştırma Kurulu kararlar kesindir ve sözleşme hükmündedir. Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlülüğü, Uzlaştırma Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer kanunla düzenlenir. B. Siyasi Partilerin Uyacakları Esaslar Madde 69- Siyasi partilerin faaliyetleri, parti içi düzenlemeleri ve çalışmaları de-

Sayfa 53

Siyasi partilerin mali denetimi Sayıştay tarafından yapılır. Denetimler sonrası Sayıştay’ın vereceği kararlar kesindir.

mokrasi ilkelerine uygun olur. Bu ilkelerin uygulanması kanunla düzenlenir. Siyasi partiler, ticari faaliyetlere girişemezler. Siyasi partilerin mali denetimi Anayasa Mahkemesince takip edilir. Siyasi partilerin mali denetimi Sayıştay tarafından yapılır. Denetimler sonrası Sayıştay’ın vereceği kararlar kesindir. Siyasi patilerin kapatılması, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının açacağı dava üzerine Anayasa Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısının talebi üzerine, TBMM ‘de grubu bulunan her bir siyasi partinin beşer üye ile temsil edildiği ve Meclis Başkanının başkanlığında oluşturulacak Komisyonun


Sayfa 54

Partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona erer. TBMMM Başkanlığı bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi sunar. (Yürürlülükten kaldırılmaktadır) üye tam sayısının üçte iki çoğunluğu ve gizli oyla vereceği izin üzerine açılacak dava, Anayasa Mahkemesince kesin olarak karara bağlanır. Komisyonun bu kararı, yargı denetimi dışındadır. Reddedilen izin başvurusunda ileri sürülen sebepler, hiçbir şekilde yeni bir başvuruya konu olamaz. Siyasi parti gruplarında ve TBMM’de izin konusunda görüşme yapılamaz ve karar alınamaz. Meclis çalışmalarındaki oy ve sözler, Mecliste ileri sürülen düşünceler ve Meclisçe başka karar bir karar alınmadıkça bunların Meclis dışında tekrarı veya açığa vurulması ile idarenin eylem ve işlemleri, odaklaşmanın tespitinde gözetilemez. Devlet yardımından yoksun bırakılma, bağlı olduğu kapatma davasının ve kararının usulüne tabi olup tek başına dava konusu kılınamaz. Temelli kapatılan bir parti bir başka ad altında kurulamaz. (kaldırılmaktadır) Temelli kapatma. (kaldırılmaktadır) Anayasa Mahkemesi’nin kapatmaya ilişkin kesin kararının Resmi gazetede gerekçeli olarak yayımlamasından başlayarak beş yıl süreyle

Politika Dergisi

değil üç yıl süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi ve denetçisi olamazlar. 5. Milletvekilliliğinin düşmesi Madde 84- Đstifa eden milletvekilinin milletvekilliğinin düşmesi, istifanın geçerli olduğu TBMM Başbakanlık Divanınca tespit edilip kararlaştırılır. Hüküm giyme veya kısıtlama halinde düşmesi, bu husustaki kesin mahkeme kararının Genel Kurula bildirilmesiyle olur. Partisinin temelli kapatılmasına beyan ve eylemleriyle sebep olduğu Anayasa Mahkemesinin temelli kapatmaya ilişkin kesin kararında belirtilen milletvekilinin milletvekilliği, bu kararın Resmi Gazetede gerekçeli olarak yayımlandığı tarihte sona erer. TBMMM Başkanlığı bu kararın gereğini derhal yerine getirip Genel Kurula bilgi sunar. (Yürürlülükten kaldırılmaktadır) B. Başkanlık Divanı Madde 94- Türkiye Büyük Millet Meclisi Başbakanlık Divanı için, bir yasama döneminde iki seçim yapılır. Đlk seçimlerin görev süresi iki yıldır, ikinci devre için seçilenlerin görev süresi üç yıldan o yasama döneminin sonuna kadar devam eder, şeklinde değişmiştir. B. Yargı Yolu Cumhurbaşkanının tek başına yapacağı işlemler ile Yüksek Askeri Şuranın kararları yargı denetimi dışındadır. Ancak, Yüksek Askeri Şuranın Silahlı Kuvvetlerden her türlü ilişik kesme kararlarına karşı yargı yolu açıktır. Yargı yetkisi, idari eylem ve işlemlerin hukuka uygunluğunun denetimi ile sınırlı (dır.) olup, hiçbir surette yerindelik denetimi kullanılamaz. 1.Genel ilkeler Madde 128- Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir. Ancak, mali ve sosyal haklara ilişkin toplu sözleşme saklıdır. 2. Görev ve Sorumlulukları, Disiplin Kovuşturulmasında Güvence


Sayı 21

Madde 129- Uyarma ve kınama cezalarıyla ilgili olanlar hariç (kaldırılmaktadır), disiplin kararları yargı denetimi dışında bırakılamaz. G- Hakim ve Savcıların denetimi yerine; Adalet hizmetlerinin denetimi Madde 144- Hakim ve savcıların görevlerini; kanun, tüzük, yönetmeliklere ve genelgelere uygun olarak yapıp yapmadıklarını denetleme; görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini, hal ve eylemlerin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırma ve gerektiğinde haklarında inceleme ve soruşturma, Adalet Bakanlığının izni ile adalet müfettişleri tarafından yapılır. Adalet Bakanı soruşturma ve inceleme işlemlerini, hakkında soruşturma ve inceleme yapılacak olandan daha kıdemli hâkim veya savcı eliyle de yaptırabilir. (Yürürlülükten kaldırılmaktadır). Adalet hizmetleri ile savcıların idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığınca denetimi, adalet müfettişleri eliyle yapılır. Buna ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.

Sayfa 55

nı; üç üyeyi Yargıtay, iki üyeyi Danıştay, bir üyeyi Askeri Yüksek Đdare Mahkemesi genel kurularınca kendi başkan ve üyeleri arasından her boş yer için gösterecekleri üçer aday içinden, üç üyeyi Yükseköğretim Kurulunun kendi üyesi olmayan yükseköğretim kurumları üyeleri arasından göstereceği üçer aday içinden; beş üyeyi üst kademe yöneticileri, serbest avukatlar veya Anayasa Mahkemesi raportörleri arasından, iki üyeyi ise yüksek öğrenim görmüş TC vatandaşları arasından seçer. 2. Üyeliğin sona ermesi yerine; Üyelerin görev süresi ve üyeliğin sona ermesi Madde 147- Anayasa Mahkemesi üyeleri on iki yıl için seçilirler. Bir kimse iki defa Anaysa Mahkemesi üyesi seçilemez. Anayasa Mahkemesi üyeleri altmış beş yaşını doldurunca emekliye ayrılır. Zorunlu emeklilik yaşından önce görev süresi dolan üyelerin başka bir görevde çalışmaları ve özlük işleri kanunla düzenlenir. 3. Görev ve yetkileri

H. Askeri yargı Madde 145- Askeri yargı, askeri mahkemeler ve disiplin mahkemeleri tarafından yürütülür. Bu mahkemeler; asker kişilerin, sadece askerlik hizmet ve görevleriyle ilgili olarak işledikleri askeri suçlara ait davalara bakmakla görevlidirler. Devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlara ait davalar her halde adliye mahkemelerinde görülür. Savaş hali haricinde, asker olmayan kişiler askeri mahkemelerde yargılanamaz. (Askere sivil mahkeme yolu) A. Anayasa Mahkemesi 1.Kuruluşu Madde 146- Anayasa Mahkemesi on bir asıl ve dört yedek üyeden kurulurudur hükmü, on dokuz üyeden kuruludur şeklinde değişmektedir. TBMM; iki üyeyi Yargıtay’dan değil Sayıştay Genel Kurulunun kendi başkan ve üyeleri arasından, her boş yer içi gösterecekleri üçer aday içinden, bir üyeyi ise baro başkanlarının avukatlar arasında gösterecekleri üçer aday içinden yapacağı gizli oylamayla seçer. Cumhurbaşka-

Madde 148- Anayasa Mahkemesi, kanunların, kanun hükmünde kararnamelerin ve TBMM içtüzüğünün Anayasaya şekil ve esas bakımlarından uygunluğunu denetler ve anaysa şikâyeti başvurularını karara bağlar. Herkes, Avrupa Đnsan Hakları Sözleşmesi kapsamındaki anayasal hak ve özgürlüklerin birinin kamu gücü tarafından ihlal edildiği iddiasıyla ve kanun yollarının tüketilmiş olması şartıyla Anayasa Mahkemesine başvurabilir. Yüce Divanda, savcılık görevini Cumhuriyet Başsavcısı veya Cumhuriyet Başsavcı vekili yapar. Yüce divan kararları kesindir. (kesin hükmü kaldırılmaktadır) Yüce Divan kararlarına karşı yeniden inceleme başvurusu yapılabilir. Genel kurulun bu başvurusu üzerine verdiği kararlar kesindir. 4. Çalışma ve yargılama usulü Anayasa Mahkemesi; Başkan ve on üye ile toplanır, salt çoğunluk ile karar verir. Anayasa değişikliklerinde iptale ve siyasi parti davalarında kapatmaya karar verebilmesi için beşte üç oy çoğunluğu şarttır. Anayasa Mahkemesi, üç daire ve Genel Kurul halinde çalışır. Daireler, daire başkanlı-


Sayfa 56

Politika Dergisi

Çağdaş medeniyetler seviyesine kutuplaşmış, kuşatılmış, sivil darbenin nefesini ensesinde hisseden milli irade ile mi ulaşılacaktır?

miş değil. Ancak, hükümetin bu konuda ısrarlı olacağı kesin. Siyasi Partilerin kapatılmadığı, Darbe girişimlerinin sivil mahkemeye yönlendirildiği, TBMM’nin görev süresinin 4 yılda bir iken 2 yıla düşürüldüğü, HSYK’nın yapısının tümden değiştiği, T.C. vatandaşı olup üniversite mezunu olana Anayasa Mahkemesi üyeliği fırsatının olduğu, Milletvekilliğinin düşmediği,

ğından dört üyenin katılımıyla toplanır. Genel Kurul, Mahkeme Başkanının başkanlığında en az dört üye ile toplanır. Daireler ve Genel Kurul kararlarını salt çoğunlukla alır. Anaysa şikâyetlerinin kabul edilebilirlilik incelemesi için komisyon oluşturulabilir. Anayasa değişikliğinde iptale, siyasi partilerin kapatılmasına ya da Devlet yardımından yoksun bırakılmasına karar verilebilmesi için üye tamsayısının üçte iki oy çoğunluğu şarttır. D. Askeri Yargıtay Madde 156- Askeri Yargıtay’ın kuruluşu, işleyişi, mensuplarının disiplin ve özlük işleri, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir. III. Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Madde 159- Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yirmi bir asıl ve on yedek üyeden oluşur; üç daire halinde çalışır. Not: Bu maddede yapılanlar değişim değil HSK’nın yetkilerinin tümden yenilenmesi, başkalaşması ve görev sorumluluk alanlarının kalıplaştırılması anlamını taşımaktadır. HSK’nın neredeyse tüm kadrosu Đktidardaki Siyasi parti tarafından seçileceğinden, eli kolu bağlama niteliğini de taşıyan bu uzun teklif metnini özetlemiş olalım. Sonuç olarak; Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının bazı maddelerinde değişiklik yapılmasında hakkında hazırlanan taslak metni henüz kabul edil-

12 Eylül’e yargı yolunun açıldığı, Anayasa Mahkemesi üyelerinin çoğaldığı, Haşim Kılıç’ın kendisi istemeyene kadar başkan olduğu, Yüce Divan kararlarına yargı yolunun açıldığı, Ve tüm bu önerilen maddelerin muhalefet tarafından kabul görmeyen maddelerini “halkoylamasına” götürmeyi de düşündüren bir Anayasadan bahsediyoruz. Erdoğan’a göre değişen Türkiye’ye ayak uydurması gerekiyormuş Anayasanın. Bu da yeni taslak ile mümkün olabilirmiş ancak. Kabuğunu değiştirmiş bir ülkeden mi, içteki sorunlarını dahi çözemeyen bir partinin yürüttüğü iktidarın rüyasından mı, yoksa kuşatma altına alınmış bir ülkenin değişimimidir bahse konu olan değişen Türkiye? Çağdaş medeniyetler seviyesine kutuplaşmış, kuşatılmış, sivil darbenin nefesini ensesinde hisseden milli irade ile mi ulaşılacaktır? Tüm bu soruların ve yeni taslağın getireceği yükümlülüklerin, vereceği sıkıntıların sonuçlarını hep birlikte göreceğiz.

Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com


Sayı 21

Sayfa 57

Ulu önderimize karşı yalan kampanya başlıyor...

Atatürk Katil mi? Cem Osman TAMTÜRK

nsan, bazen düşünme ve analiz yeteneği olduğu için kendine kahredebiliyor. Tıpkı şu an benim gibi ve benim gibi düşünen birçokları gibi. Oysa düşünme yeteneğini yitirmiş bizim “deli” dediğimiz insanlar gibi olmak, hayatı anlık yaşamak belki de, bazen daha güzel. Bazen diyorum, zira o “bazen” çok zora düştüğümüz anlar. Tıpkı şu günler gibi.

Đ

24 Nisan’da ABD senatosunda sözde Ermeni soykırım yasa tasarısı oylanacak. Kimse telaş etmesin; şimdilik kabul edilmeyecek. Neden, anlatalım. Bu sefer dış ilişkiler komisyonunun önüne gelen tasarıda her yıl olduğu gibi, tehcirin ve sözde katliamların yapılış tarihleri 1915-1919 arası değil, 1915- 1923 arası olarak belirtildi. Açıkça görülüyor ki amaç, Đstiklal Savaşı sürecini de olayların içine almak, dolayısı ile “sözde Ermeni soykırımının” en azından bir kısmını Atatürk yönetimindeki Türk ordusunun yaptığını iddia etmek, bu konuda Atatürk’e suç atmaktır. Tarih değişikliği hakkında tereddüdü olanlar http://frwebgate.access.gpo.gov/cgi-bin/ g

e

t

d

o

c

.

c

g

i

?

Açıkça görülüyor ki amaç, Đstiklal Savaşı sürecini de olayların içine almak, dolayısı ile “sözde Ermeni soykırımının” en azından bir kısmını Atatürk yönetimindeki Türk ordusunun yaptığını iddia etmek, bu konuda Atatürk’e suç atmaktır. dbname=110_cong_bills&docid=f:hr106ih.txt.pdf

adresine girerek, belgeyi orijinalinden inceleyebilir. Bu değişikliği Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Cumhurbaşkanı veya diğer hükümet yetkilileri görmedi mi? Onların kesin olarak gördüklerinden emin olabiliriz. Ama bu konuda ne yaptıkları da ortada, koskoca bir hiç. Türkiye Cumhuriyeti’ne böyle bir leke sürmek isteyenlere cevap vermemek, bu suça iştirak etmek demektir ki büyük bir ihtimalle sorumlular bunun hesabını verecektir. Büyük bir ihtimalle diyoruz; çünkü o zamana kadar iç ve dış işbirlikçiler başarıya ulaşır da Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırırlarsa hesap vermekten kurtulacaklardır. Türkiye’de sık sık anketler yapılıp halkın Ordu’ya olan güveni araştırılıyor. Bu anketler kimin için yapılır, parasını kim öder; belli değil. Ancak iç ve dış


Sayfa 58

En ufacık bir delil bulsalar, yalan yanlış bilgileri bile doğru şeylermiş gibi haftalarca halkın zihnine sokmaya çalışan yandaş medya, yeri göğü oynatacak; “Tük ordusu masum Kürt vatandaşları öldürdü” diye. işbirlikçilerin istedikleri rötuşlar yapılıp medyada yayımlandığı kesin. Üç yıldır yapılan aşırı çalışmaya ve medya manipülasyonlarına rağmen orduya destek %70’lerin altına düşmüyor. Bu yüzden de ABD senatosu şimdilik sözde Ermeni soykırım tasarısını kabul etmez. ABD’nin Türk hükümeti açısından bir sorunu yoktur. Đş oraya kalsa, bir dakika bile beklemeden istedikleri her şeyi uygulayacaklar. Ama Türk halkını hazırlamak lazımdır; çünkü tarih denen olguyu bilenler Türk halkına rağmen bir şey yapmanın pek de mümkün olmadığını bilirler. Türk halkı demek Türk ordusu demektir. Her Türk erkeği o ocağa gururla gider. Peygamber ocağı

Politika Dergisi

denmesi boşuna değildir. O yüzden ne yapıp edip ordusunu Türk halkının gözünden düşürmek lazımdır. Tabii bu kolaylıkla olacak bir şey değildir. Başbakan’ın dediği gibi bazı şeyler “hazmettire hazmettire” yapılmalıdır. Ergenekon davasına bir bakınız. Dava iki yılı aşkın bir zamandır devam ediyor, herhangi bir ceza alan yok. Meseleyi biraz bilenler biliyor ki kimsenin herhangi bir ceza alacağı da yoktur. Zira davalar her yönü ile yanlış, hatalı, karar aşamasında düşecek niteliktedir. Sanık sıfatı ile içeride bulunanlar da olayı anlamış, artık işi eğlenceye dökmüşlerdir. O zaman nedir bütün bunlar? Senaryo görüldüğü kadarı ile şöyle işliyor: Son derece normal plan tatbikat senaryoları biraz değiştirilip, malum gazete vasıtası ile servis ediliyor. Savcılık da olayın üzerine atlıyor. Hadi bakalım, Türk ordusunun medarı iftiharı olan paşalar tutuklanıyor. Dikkat ederseniz bunların çoğu emekli. Yani iddia edilen şeyleri yapma imkânları yok. Ama olsun, maksat başka. Halkın zihnine Türk askerini katil olarak işlemek. Basına sızan sorgulamalara bakarsanız askere sordukları en sık soru “Kürtleri öldürdünüz mü, kaç kişi öldürdünüz?” En ufacık bir delil bulsalar, yalan yanlış bilgileri bile doğru şeylermiş gibi haftalarca halkın zihnine sokmaya çalışan yandaş medya, yeri göğü oynatacak; “Tük ordusu masum Kürt vatandaşları öldürdü” diye. Özellikle iç düşmana da böylece gün doğacak. Dış desteğini alıp Ermenilere “kusura bakmayın, bizim Ordu bu gün Kürtleri öldürüyor, dün de sizi öldürdü tabii ki” diyeceklerdir. Yapılan bütün organizasyonlar normal yoldan asla esir edemeyeceklerini çok iyi bildikleri Türk halkını ordusuna karşı getirip içten çökertmek içindir. Hele bir de insanların kafasına “baş katil Atatürk’tür"ü soktunuz mu, gerisi kolay olacaktır, diye düşünüyorlar.


Sayı 21

Đşte sözde Ermeni soykırım tasarısındaki tarih değişikliğinin nedeni budur. Bakın size bir ilginç olay sunalım: Türkiye Cumhurbaşkanı Ermenistan’a gitmiştir. Orada görüşmeler sürerken Ermenistan Devlet Başkanı çok akıllıca bir cümle kullanmıştır. Şöyle demiştir Sarkisyan: “Türkiye, Ermeni soykırımını kabul ederse Türkiye’de laik sistem yıkılır”. Açın bakın işte, aynen böyle demiştir. Bu cümle, çok üstün bir zekânın ve son derece güzel bir analizin damıtılmış öz sözüdür. Sarkisyan, Türkiye’de olan olayları son derece güzel analiz etmiş, bundan faydalanmış ve iki ülke tarihinde görülmemiş bir yakınlaşmanın temeli suçu Atatürk’ün üstüne yıkmak kaydıyla oluşmuş ve ilk defa iki ülke Amerika’nın güdümünde ortak bir paydada buluşmuş ve yol haritasını çizmiştir. Bu arada Aliyev; “Türkiye, Azerbaycan arasındaki ilişki Atatürk’ün bir mirasıdır” gibilerinden demeçler vermektedir. Tamam işte. Tam da bu yüzden Türkiye Azerbaycan ilişkileri kötüleşmektedir Sayın Aliyev. Bir de hatırlatmaya gerek var mı Azerbaycan ünlü Fethullah okullarını ülkesinden çıkaran tek Türkî cumhuriyettir. E, tabii yaptığının cezasını çekmelidir Aliyev. Görülen o ki, ortaçağ karanlığında birkaç karıyı çevresine toplayıp Batı’nın hizmetkârı olarak Orta Anadolu'da ufak bir bölgede yaşamayı içine sindirmiş olanlar (Bkz. Sevr haritası) bugün de aynı dü-

Sayfa 59

Sarkisyan: “Türkiye, Ermeni soykırımını kabul ederse Türkiye’de laik sistem yıkılır”. Açın bakın işte, aynen böyle demiştir. Bu cümle, çok üstün bir zekânın ve son derece güzel bir analizin damıtılmış öz sözüdür. şünceler içindeler ve atalarının gittiği yoldan gidiyorlar. Peki, bütün bunlar olurken yurdum insanı ne yapıyor? Ekonomik krizle boğuşuyor. Đş sadece bir yudum ekmek olsa mesele değil. Nasıl olsa bulunur. Halkın büyük bir bölümü yüksek oranda borçlu durumda. “Ahmet Bey bir yandan ekonomik krizle boğuşurken, bir yandan bu hükümete bir şey olursa acaba arabamın taklidini ödeyebilir miyim”, Ayşe Hanım “üç yaşına gelmiş arabamı yenisi ile değiştirebilir miyim”in derdinde. Bunlar gibiler ve sözcülerini bloglarda da görüyoruz. Türk Ordusu’nun ne kadar kötülük yaptığını anlata anlata bitiremiyorlar. Hani sanki Ordu bir lağvedilse her şey düzene girecek. Vah zavallılar. O camilere kadınlarımızı ve çocuklarımızı doldurup tecavüz eden Batı uşaklarını kovan sanki başka ordu idi. Eğer ilk seçimlerde onurlu, gücünü Türk halkından alan bir hükümet başa getirmez isek, sanırım kısa bir süre sonra Atatürk’ün, Öcalan’dan beter biri olduğunu duymaya başlayacağız.


Sayfa 60

Politika Dergisi

Filmler, siyasi partiler, ticari mallar vs.

Atatürk’ten Nemalanmak... Ahmet Mümtaz ĐDĐL

Daha derinden ve daha yere basan savunmalarla Mustafa Kemal’i anmak ve anlatmak gerek. Bayrağını, CD’lerini, portrelerini satarak değil.

B

ir konu dikkat çekiyor mu, gerçekten merak ediyorum.

Yurtsever (milliyetçi veya ırkçı olan kesimden söz etmiyorum) düşünceleri savunan ve Atatürk ilkelerine bağlı olduğunu her fırsatta yineleyen ART, Ulusal Kanal ve Halk TV gibi yayın organlarında sürekli Atatürk ile ilgili bazı

CD ve kitap satışları yapılıyor. Bunlara ek olarak da bayrak, rozet gibi aksesuarlar da promosyon olarak veriliyor. Bunun adı açıkça Atatürk adının suiistimal edilmesidir. Bedava dağıtılmadığına göre, bu bir ticari satışa dönüşmekte ve bunda da Mustafa Kemal açıkça “metalaştırılmaktadır”. Sonuçta, bu kadar çok tekrar edilen ve “alınsın” diye bastırılan “metalar”, bir çeşit nefret uyandırmaktan öteye gitmiyor. Bunun en hafif deyimiyle “oportünizm” olduğunu söylemek her halde yanlış olmaz. Birdenbire, 87 yıl sonra ardı ardına Atatürk filmlerinin çekilmesi ve hemen hepsinin de tartışmaya açık büyük yanlışlıklar ve basitlikler içeren filmlerden oluşması gibi yanlış bir “baskı ve nefret” unsuruna dönüşmekte yapılanlar.


Sayı 21

Sayfa 61

C a n D ü n d a r ’ ı n ya p t ı ğ ı “Mustafa” oldukça eleştiri aldı, ama seyirci kitlesi de topladı. Ardından Zülfü Livaneli”nin “Veda”sı, kadın konusuna takıldı kaldı. Atatürk yerine Latife gündeme geldi. Dersimiz: Atatürk ise, ilkokul öğrencilerinin bile sıkıldığı bir film olmaktan öteye gitmedi. Üstelik de okullar akın akın bu filme götürülmeye başlandı. Đstiklal Marşı’nın ne anlama geldiğini ancak üniversite yıllarına geldiğinde öğrenebilen gençliğin, yarım seslerle okuduğu Đstiklal Marşı’nı ezberden ve istemeden okuduğu konum neyse; bugün zorla izlettirilmeye çalışılan ve büyük önderin tüm dünyayı etkileyen fikirleri yerine özel hayatını irdelemeye yönelen bu tür filmlerin de “amaçlı” çekimler olduğunu düşünmek, hiç de “komplo teorisi” değildir. Bir bakıma şunu vurgulamak istiyorum: Çocukluğumuzda hepimizin aklına, Mustafa Kemal’in karga kovalaması kalmıştır. Uzun yıllar da “karga kovalayan bir çocuğun Türkiye’yi nasıl kurtardığı” düşüncesi hep yer etmiştir. Kim bilir, bazılarımız ona benzemek için karga bile taşlamışızdır. Oysa unutturulmak istenen binlerce, evet abartısız binlerce düşünce ve eylemi hep gözden uzak tutulmak istenmiştir. Atatürkçü Düşünce Derneği bile, ne gibi bir düşünceyi kendine zemin aldığı bilinmez, partileşme sürecine girmeye kalkışmıştır bu ülkede. Yüzde iki buçuk oy alsalardı ki mümkündü, bu ülkede Atatürk’ü sevenler yüzde iki buçuk mu olacaktı? Atatürk’ü bir markaya çevirmek kadar korkunç bir eylem olamaz. Đşin acıklı yanı, bunu Atatürk’ü unutturmamak, ona olan bağlılığını her daim belirtmek uğruna yapılmış olması. Ucuz atışmalarda da kullanılması ayrı bir sıkıntı yaratıyor Mustafa Kemal’i. “Eğer o ol-

masaydı, şimdi oturduğun koltukta oturabilir miydin,” diye. Kimsenin onu “iplediği” yok açıkçası. Olmuş, bitmiş ve burada oturuyorum, savunması ile her şey allak bullak oluveriyor bir anda. Tarihi geriye döndürmek, yaşananların bedelini bugün farklı biçimde ödemeye çalışmak gibi şeylerle düşüncelerin savunulması imkansız. Ucuz övgü ve sahiplenmelerle savunma yapılamaz. Daha derinden ve daha yere basan savunmalarla Mustafa Kemal’i anmak ve anlatmak gerek. Bayrağını, CD’lerini, portrelerini satarak değil. Bunlar, Atatürk düşmanlarının ekmeğine yağ sürüyor, o kadar.

iletisim@PolitikaDergisi.com


Sayfa 62

Politika Dergisi

Amaca ulaşmak için her şey mubah mıdır?

Din ve Siyaset Celal ŞEKERCĐ

Bir kimsenin hükümranlığını ilan edebilmesi için, buna kamuoyu nazarında meşruiyet kazandırması, siyasetin en temel meselesidir. Đşte çözülmesi gereken nokta burasıdır.

D

in ve siyaset insan yaşamının en önemli iki kavramıdır. Bilindiği gibi siyasetin en önemli meselesi “meşruiyet”tir. Konumuzun önemi, işte bu noktada ortaya çıkmaktadır. Çünkü din, bu çerçevede çok istismar edilmiş ve çağlar boyunca siyasi meşruiyet için kullanılmıştır. Hâlâ da kullanılmaktadır. Bu durum da çarpık anlayışlar doğurmakta ve adaletsizliği getirmektedir. Din ve siyaset arasındaki ilişki; insanlık hayatında nasıl rol üstlenmiş, önce bunu psikolojik temelli olarak ele almak gerekir. Đnsanın içsel dünyasında ilginç bir hükmetme güdüsü vardır. Yani, kendisinden başkasına otoritesini kabul ettirmek ve onları istediği gibi yönlendirmek; böylece egosunu tatmin etmek. Tamam, toplumsal hayatın sürdürülebilmesi ve bir

düzen sağlanabilmesi için insanları, kanunlar ve yasalar dahilinde gayet insani bir orijinle yönetmek gerekir. Zira siyaset bilimciler tarafından da siyaset; “insanları yönetme sanatı” olarak tarif edilmektedir. Egoyu tatminle bu durum kastedilmemektedir. Aksine bununla, hiçbir sınır tanımayan ve gayri ahlaki kuruntular altında vuku bulan durumlar ifade edilmek istenmektedir. Zira bu zihni yapılanım ilahlık iddia etmeye kadar varabilmektedir. Öyle ki bu anlayışı, kendi ontolojisini kendisinin yaratma gayretinde olduğu iddiasında bulunan; batı dünyasındaki pozitivizm gibi akımların ve eski Mısır firavunlarının yapısal karakterinde biraz inceledikten sonra çok rahatlıkla görebiliriz. Bunu siyaset alanına uyguladığımız zaman şunu görürüz; insanları, kendi menfaatleri doğrultusunda kullanmak ve hegemonyası altına sokmak için elinden gelen her şeyi yapmak. Çünkü bu, artık onun amacı olmuştur. Bu anlayışı güzel bir şekilde Đtalyan Machiavelli özetlemiştir: “Amaca ulaşmak için her şey mubahtır.” Buna siyaset literatüründe ‘Arivizm’ denir. Bir kimsenin hükümranlığını ilan edebilmesi için, buna kamuoyu nazarında meşruiyet kazandırması, siyasetin en temel meselesidir. Đşte çözülmesi gereken nokta burasıdır. Bu yüzden din ve siyaset arasındaki ilişki burada vücuda bulmaya başlamaktadır. Bu noktada, siyasetçinin meşru-


Sayı 21

iyetini kabul ettirme açısından sıkça kullandığı argüman dindir. Dünyanın her ülkesinde ve özellikle Avrupa da devlete egemen olan güçler arasında din ön plana çıkmış ve yüzyıllardır Avrupa’da kiliseler devlet yönetimi ve politikası üzerinde etkin rol oynamışlardır. Örneğin Haçlı Seferleri Avrupa’da Hıristiyanlığın yayılması ve muhafazası adı altında devletleri birleştirerek bu amaç uğruna Müslüman ve diğer dine mensup toplumların oluşturduğu devletlere karşı acımasızca bir seferberlik ilan etmişlerdir. Din uğruna yüz binlerce insan can vermiş, birçok devlet mahvolmuştur. Geçen zaman içerisinde dinin siyaset ve devlet yönetimine verdiği tahribatı fark eden yöneticiler bu günkü anlamda laikliği benimseyen bir yönetim tarzı göstermişlerdir. Yani devletin bir hükmü şahıs olduğu ve devletin dininin olamayacağının anlaşılması gerekmektedir. Dinin şahısları ilgilendirdiği, dolayısıyla din işleriyle devlet işlerinin birbirine karıştırılmaması da çıkan sonuçlar arasındadır. Siyasetin ya da yönetimin devlet idaresinde, insanların dini duygularını sömürerek ve dini siyasete alet ederek bir yönetim tarzından uzaklaş-

Sayfa 63

Dini siyasete alet eden ve şeriat kanunlarının geçerli olduğu Ortadoğu ülkelerinin bugünkü halleri gözümüzün önünde canlı örnek olarak durmaktadır. Đran, Irak, Afganistan, Filistin ve benzerlerinde her gün yüzlerce insan öyle veya böyle öldürülüyor.

ması sonucunda “Laik Devlet” ilkesi ortaya çıkmıştır. Yüzyıllardır kiliselerin ve dolayısıyla dinin etkisinde kalan Avrupa Devletleri bunun faturasını çok acı olarak ödemişlerdir. 200–300 yıldır bugünkü Avrupa devletleri laik bir yönetim tarzını benimsemişler ve kiliselerin siyaset üzerindeki baskısını kaldırmış ve onların siyasete etkin kılan imkan ve olanaklara son vermişlerdir. Dini siyasete alet eden ve şeriat kanunlarının geçerli olduğu Ortadoğu ülkelerinin bugünkü halleri gözümüzün önünde canlı örnek olarak durmaktadır. Đran, Irak, Afganistan, Filistin ve benzerlerinde her gün yüzlerce insan öyle veya böyle öldürülüyor. Mezhep kavgaları nedeniyle kendi ülke vatandaşları birbirlerini düşman farz edip savaşıyorlar. Büyük önder Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı sonrası kurduğu yeni Türk Cumhuriyetini “Laik, demokratik bir hukuk devleti” olarak nitelendirmiştir ve nitekim bu hükümler Anayasada da belirtilerek işlerlik kazandırılmıştır. Bizlere düşen sorumluluk ise din ile siyasetin ayrı olarak düşünülmesi ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin laik bir devlet olduğunu anlamak ve anlatmaktır. Celal.Sekerci@PolitikaDergisi.com


Sayfa 64

Politika Dergisi

Demokrasi mi demiştiniz?

Cehenneme mi, Demokrasiye mi Giden Yollar? Oğuz Kemal ÖZKAN

Demokrasi bizim için bir araçtır diyen, şeriat devletine özlem duyan zihniyetin sahipleri, saltanatı ve halifeliği kaldıran, yani yönetimin babadan oğla değil, halkın içinden bireylere yönetme hakkı veren sistemi getirenler karşısında daha demokrat olabiliyorlar, bu sistemi getiren ve bu sistemin koruyucusu konumundaki askeri, faşistlikle ve okyanus ötesi hazırlanan planlarla darbecilikle suçlayabiliyor ve hapsedebiliyor.

S

on yıllarda, gerek Avrupa Birliği baskısı, gerekse emperyalist devletler ve iktidarın güç birliği yapması sonucu, ülkeyi kendi emelleri doğrultusunda yönetme ve ele geçirme anlayışı doğrultusunda, demokrasi ve devletin demokratik olması yolundaki sözde çabalar, ülke gündeminin birinci sorunu durumuna getirildi.

Cumhuriyetin kuruluş felsefesine ve gösterdiği hedef düşüncesine sahip insanlar, bu güç birliği karşısında, Kuvayi Milliye anlayışını halkla birlikte oluşturamamış ve bu devleti bölmeye, yıkmaya çalışan zihniyete karşı birleşme inancını sergileyememektedir. Bu tabloda, devleti ele geçirmek isteyenlerin işini kolaylaştırmakta ve sözde demokrasi çığırtkanlıklarıyla, kendi emellerine doğru adım adım, hazmettire hazmettire ilerlemektedirler. Demokrasi bizim için bir araçtır diyen, şeriat devletine özlem duyan zihniyetin sahipleri, saltanatı ve halifeliği kaldıran, yani yönetimin babadan oğla değil, halkın içinden bireylere yönetme hakkı veren sistemi getirenler karşısında daha demokrat olabiliyorlar, bu sistemi getiren ve bu sistemin koruyucusu konumundaki askeri, faşistlikle ve okyanus ötesi hazırlanan planlarla darbecilikle suçlayabiliyor ve hapsedebiliyor. Hatta bu ordunun lağvedilmesinin zamanı geldiğini büyük bir vefasızlık ve Ali Kemal’ler mantığıyla söyleyebiliyorlar. (Bunu söylerken umarım Ali Kemal’e bile haksızlık etmiyoruzdur.) Ulu Önder’in Büyük Nutku’nda anlattığı gibi, Samsun’a çıktığında, Osmanlı Devleti; 1. Dünya Savaşı’nda yenilmiş, şartları ağır bir antlaşma imzalamış, uzun yıllar savaşlar sonucu halk, bitkin, yorgun ve fakir bir durumda idi. Ordunun elinden silâhları ve cephanesi alınmış ve alınmaktaydı. Đtilaf Devletleri, ateşkes anlaşmasının hükümlerine uymayı gerekli bulmuyorlar. Birer bahane ile Đtilaf donanmaları ve askerleri Đstanbul' a girebiliyorlardı. Adana ili Fransızlar; Urfa, Maraş, Antep Đngilizler tarafından işgal edilmişti. Antalya ve Konya'da Đtalyan askeri birlikleri, Merzifon ve Samsun'da Đngiliz askerleri bulunuyordu. Her tarafta yabancı subay ve memurlar ile özel ajanlar faaliyettelerdi. 15 Mayıs 1919'da, Đtilaf Devletlerinin uygun bulması ile Yunan Ordusu da Đzmir’e çıkartılıyordu. Bundan başka, memleke-


Sayı 21

tin her tarafında, Hristiyan azınlıklar gizli veya açıktan açığa kendi özel emel ve maksatlarını gerçekleştirmeye, devleti bir an önce çökertmeye çalışıyorlardı. Ülkede genel durum ve görünüş böyle iken, Ulu Önder’in ilk hedefi bir Millet Meclisi kurmak oluyor. Böyle bir ortamda halkın iradesine ve egemenliğine sığınıyordu. Acaba dünyada başka herhangi biri var mıdır ki, düşmana karşı böyle bir Millet Meclisi kursun, onun yasalarıyla ve direktifleriyle düşmanla savaşsın ve kazansın. Yine acaba başka herhangi bir ülke var mıdır ki, o ülkede demokrasiyi amaçları doğrultusunda kullananlar, kanlı ya da kansız kurulacak bir şeriat devletine özlem duyanlar demokrat olsun, böyle bir anlayışla yeni bir devlet kuran biri, yaptıklarını diktatör anlayışıyla yaptı denilsin, onca devrimine rağmen düşünceleri statükoculukla tanımlansın, O’nun izinden gidenler ve emanetine sahip çıkanlar anti demokratlıkla ve faşistlikle suçlansın. Tek amacı halkının, çağdaş, refah düzeyi yüksek, ilme ve sanata önem veren bir yaşam anlayışına sahip olmasını isteyen bir lider, gün gelecek ki bugünkü sorunların sebebi olarak gösterilecek, düşüncelerinin travmalara neden olduğu, O’nun anlayışının ve ilkelerinin anayasadan çıkarılmasının zamanının geldiği söylenecek ve demokrasinin önündeki engelmiş gibi yansıtılacaktı. Buna rağmen, farklı dünya görüşlerine sahip kişiler, gruplar, güç birliği yapabilirlerken, O’nun izinden gidenler bu güç birliği karşısında cılız sesler çıkartmakta, bireysel özgürlüklerin toplumsal özgürlüğün ve birlikteliğin sağlanmasından geçtiğini unutmuş, halk sınıflarından ve sivil toplum örgütlerinden uzak bir görüntü sergilemektedir. Bugünkü bu tablo, bu ülkenin gerçek sahiplerine Osmanlı’nın o son yıllarındaki durumdan daha fazla acı verse de, kuruluş felsefesine yapılan bu saldırılara ve psikolojik savaşa karşı, Atatürk’ün önermiş olduğu en önemli güç silah gücünden ziyade, moral, bilim ve ahlak gücü idi. Atatürkçülerin bugün ihtiyacı olan güçte bu güçtü. Çok partili siyasal yaşama geçildikten sonra, demokrasinin nimetleri ve temel ilkeleri, geçmişe özlem duyanlar ve kendi çıkarları doğrultusunda politika yapanlar tarafından,

Sayfa 65

Tek amacı halkının, çağdaş, refah düzeyi yüksek, ilme ve sanata önem veren bir yaşam anlayışına sahip olmasını isteyen bir lider, gün gelecek ki bugünkü sorunların sebebi olarak gösterilecek, düşüncelerinin travmalara neden olduğu, O’nun anlayışının ve ilkelerinin anayasadan çıkarılmasının zamanının geldiği söylenecek ve demokrasinin önündeki engelmiş gibi yansıtılacaktı.

her dönemde ve güç ellerine geçtiklerinde sömürüldü. Ecnebilerin nasihatleri ve planlarıyla hareket etmek demokratlık, bağımsızlık ruhu ve bilinciyle hareket etmek ya komünistlik ya da faşistlik olarak


Sayfa 66

Gerçek demokratik ülkelerde ve toplumlarda, halkın yönetime katılımı sadece seçimlerden seçimlere olmadığı gibi, demokratik bilince sahip toplumlarda oy verme kriterleri de bizim ülkemizden çok farklıdır. Vatandaş olma bilincine henüz erişememiş olan bizim halkımızın büyük çoğunluğunun oy verme kriterleri,ya dini eksende ya etnik köken ve hemşehricilik ya da kişisel çıkarlar etrafında şekillenmektedir. nitelendirildi.1950’den günümüze, 60 yıllık çok partili yaşamın yaklaşık 55 yılı, sağ partilerin kurduğu hükümetlerden ve tek parti iktidarlarından oluşmasına rağmen, en ufak sorunlarda ve sıkıştıklarında bu hükümetler, geçmişi ve kuruluş felsefesini suçlamışlar, hilafete ve saltanata olan özlemlerine dile getirmişler fakat bu söylemleri kullanırken en ileri demokrat olduklarını da belirtmekten geri kalmamışlardır. Ayrıca bu çelişkili siyasetlerini dayandırdıkları en önemli etken olarak, dini kullanmayı bir siyaset yapma biçimi haline getirmişler, bunun neticesinde de iktidar olmayı her dönemde başarmışlardır. Din eksenli siyaset maalesef günümüzde de devam etmektedir. Cemaatlerin ve tarikatların gelmiş geçmiş bütün sağ iktidarlar tarafından kollanması ve güçlendirilmesi, bunun yanı sıra Đmam Hatip Liselerinin ve Kur’an kurslarının sayısının, amaçları dışında arttırılması sonucunda, din ve dini unsurlar, muhafazakar partiler için oy depoları olarak görülmüştür. Bir toplumda demokratik bilincin ve yaşamın sağlanması, fikri hür, vicdanı hür özgür bireylerle olacağı temel ilkesi göz ardı edilmiş fakat bu ilkeyi önemsemeyen ve çiğneyen sağ partiler,

Politika Dergisi

her dönemde demokrasi savaşçıları olduklarını iddia etmişlerdir. Gerçek demokratik ülkelerde ve toplumlarda, halkın yönetime katılımı sadece seçimlerden seçimlere olmadığı gibi, demokratik bilince sahip toplumlarda oy verme kriterleri de bizim ülkemizden çok farklıdır. Vatandaş olma bilincine henüz erişememiş olan bizim halkımızın büyük çoğunluğunun oy verme kriterleri, ya dini eksende ya etnik köken ve hemşehricilik ya da kişisel çıkarlar etrafında şekillenmektedir. Bu durumda, şeffaflıktan uzak, yolsuzlukların hırsızlıkların, devletin tüm kademelerine bulaştığı,kamu görevlerinde liyakatin değil, ahbap çavuş ilişkilerinin ön planda olduğu, bir siyasal partiler diktalığına dayalı yönetim anlayışı doğurmaktadır.Siyasi partiler yasası ve siyasi partilerin anti demokratik yapısı da bu düzenin değirmenine su taşımaktadır. Demokratik düzenin temel unsurlarından biri olan, seçme ve seçilme hakkının kullanıldığı, halkın iradesinin yönetime gelmesini sağlayacak olan ve uygulanan seçim sistemlerinin de, demokratik bir yönetim oluşturup oluşturmadığı, ülkemizde tartışmalı bir konudur. Çok partili yaşam başladıktan sonra yapılan, 1946’daki ilk seçimlerde, oylar açık verilmiş, sayım ise gizli yapılmıştı. Bu seçim, sadece çok partili bir demokrasiye geçişte, bir denemeydi. 1950’de yapılan seçimde, gizli oy ve açık sayıma dayalı, demokratik tercihlerin sandığa yansıdığı, fakat ‘çoğunluk sistemi’ dolayısıyla yönetime yansımadığı bir seçim olmuştur. Çünkü, “çoğunluk sistemi”ne göre, bir seçim bölgesinde bir oy bile fazla alan parti, bütün milletvekillerini kazanabiliyordu. Bu seçim sisteminin doğal sonucu olarak, Demokrat Parti Meclis’te ezici bir çoğunluk elde etmiş ve bu ezici çoğunluğun verdiği iktidar gücü, bir süre sonra muhalefet üzerinde baskıların artmasına sebep olmuş, hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasına kadar gitmiştir. Sonrasında yaşanan askeri müdahale ve 1961 anayasasıyla, seçim sisteminde değişikliğe gidilerek daha demokratik bir yapıya kavuşturulması sağlandı. ‘Nispi Temsil’ seçim sistemine geçilmesiyle, oyların ve meclisteki sandalyelerin, çok sayıda parti arasında dağılması yoluyla seçmen oylarının meclise daha doğru bir biçimde yansıması sağlandı. Bugün de uyguladığımız bu seçim sistemi her ne kadar demokratik gözükse de, konulan seçim barajı


Sayı 21

dolayısıyla, halkın oy verme tercihlerini etkilemekte ve yine çok önemli bir oy çoğunluğunun meclise yansımasını engellemektedir. Hem ülke düzeyinde, yüzde 10 barajını geçemeyen partiler, hiçbir yerde milletvekili çıkaramamakta hem de bu barajı aşsalar bile, seçim bölgelerinde de yerel barajları aşmak zorundalar. Bu yerel barajda, bir seçim bölgesinde verilen geçerli oyların, seçilecek milletvekili sayısına bölünmesiyle elde edilen rakamdır. Yaşadığımız seçimlerin sonuçlarına baktığımızda, her ne kadar ‘Nispi Temsil’ sistemi uygulanıyorsa da bu baraj uygulamaları dolayısıyla, ’çoğunluk’ sisteminin benzeri sonuçlar, meclise parti ve sandalye sayısı dağılımı olarak yansımaktadır. Sürekli, hâkimiyetin milletin olduğu vurgulandığı ve sözde demokratik taleplere dayanak oluşturduğu bu siyasi ortamda, öncelikle devletin ve yönetimin demokratik bir irade ve idare altına girmesinin yolunun en önemli adımlarından biri olacak, seçim sistemi değişikliği göz ardı edilerek, takkiyeci siyaset anlayışına devam edilmektedir. Demokrasinin ve halkçılığın yani sınıfsal ayrılıkların ve ayrımcılıkların olmadığı, yasalar karşısında, tüm yurttaşların eşitliği ilkesi de milletvekillerine verilen dokunulmazlık zırhı dolayısıyla çiğnenmektedir. Bu konular gündeme gelmezken ya da verilen sözlere rağmen tartışılmazken, demokrasi adına tartışılan konulara baktığımızda, samimiyetten uzak ve takkiyeci anlayışın hâkim olduğu bir yönetimin ve anlayışın olduğunu görmemek için ya çok fazla iyi niyetli olmak ya da at gözlüklerini takmış olmak gerekiyor. Ülkemizde demokrasi tartışmaları, evrensel hukuk, insan hakları ve özgürlükler çerçevesinde değil, her zaman siyasetçilerin ve siyasal grupların çıkarları doğrultusunda yapılmaktadır. Özgür birey

Sayfa 67

Demokrasinin ve halkçılığın yani sınıfsal ayrılıkların ve ayrımcılıkların olmadığı, yasalar karşısında, tüm yurttaşların eşitliği ilkesi de milletvekillerine verilen dokunulmazlık zırhı dolayısıyla çiğnenmektedir. ve yurttaş yaratılamaması, insanların haklarını nasıl arayacağını ve insanca bir yaşamın ne olduğunu, ilkelerinin nasıl kazanılacağı, bunun mücadelesinin nasıl yapılacağının idrakinden yoksunluk sonucunu doğurmaktadır. Bu konuya ve nasıl bir ülkede bugün demokrasi tartışmaları yaptığımıza örnekler vermek gerekirse; -Bir Kur’an kursunda, LPG tankının kurulumunda ve kullanımındaki hatalardan kaynaklanan,gaz sızıntısından dolayı, 18 çocuğun can vermesine rağmen bir tek şikayetçi olmadığını görebiliyoruz. Hatta Kur’an kursunun bir anda Đngilizce kursuna dönüştüğünü de.. -Bir uyuşturucu kaçakçısı Emniyet Müdürlüğü’ne götürülüyor ve bu Emniyet Müdürlüğü 20-30 kişilik bir grup tarafından basılıp, gözaltına alınan uyuşturucu kaçakçısı kaçırılabiliyor. Hatta bir bakan, bu uyuşturucu kaçakçısının babasını arayıp ‘geçmiş olsun’ dileyebiliyor. -Bir iktidar milletvekili, bir doğumevi ihalesinin kimlere verilmesini istediğini, sözlü ve yazılı notlarla rahatça ifade edebiliyor, seçim bölgesindeki bütün ihaleleri kimlerin alacağını, oluşturduğu komisyondan yönlendirebiliyor. Hatta bu kişi, çok demokrat olduğunu iddia eden bir partinin yönettiği ülkede, Adalet Bakanı olabiliyor.


Sayfa 68

Suudi Arabistan’da bile yaşanan 120 kişinin ölümüne neden olan bir selde onlarca kişi, sorumlusu olarak gözaltına alınabiliyor fakat kendisinin, bölge lideri olduğunu iddia eden ülkeyi yöneten ‘8 yıllık iktidar partisi’ suçu geçmişte bulabiliyor. -Maliye Bakanlığı kendilerinden olmayan medyaya, tarihi cezalar kesebiliyor fakat Meclis çoğunluğuna sahip iktidar partisi, naylon faturacılıktan hakkında dosyaları bulunan bakan için af çıkartabiliyor. Vergi toplama işini, bir siyasi tehdit unsuru haline getirebiliyor. Hatta işin dozu kaçırılarak,4 yaşındaki çocuklara bile vergi borcu gelebiliyor. -Tren kazalarında, doğal afet ve sellerde ölen insanların sorumluları, k ol tuk la r ı n da rahatça oturabiliyor. Mısır’da olan bir tren kazasında bakan istifa edebiliyor, Suudi Arabistan’da bile yaşanan 120 kişinin ölümüne neden olan bir selde onlarca kişi,

Politika Dergisi

sorumlusu olarak gözaltına alınabiliyor fakat kendisinin, bölge lideri olduğunu iddia eden ülkeyi yöneten ‘8 yıllık iktidar partisi’ suçu geçmişte bulabiliyor. Hatta böyle demokratik bir ülkede, sorumluları tekrar seçilebiliyor ya da ödüllendirilebiliyor. -Habur’dan, örgüt kıyafetleriyle gelenleri törenlerle karşılamak ve onları koşulsuz, şartsız serbest bırakmak demokratlık, bunların taraftarı olduğu iddia edilen, eğitime muhtaç, maddi durumları olmayan kızları, okullu yapmak, topluma kazandırmaya çalışmak teröriste yandaşlık etmek olabiliyor. Hatta bu gönüllü hizmet yolunda ömrünü adayan kişiye, hasta yatağında iftiralar ve hakaretler fütursuzca yapılabiliyor. -Muhalif siyasetçilerin, grupların, gazetecilerin ve yargı mensuplarının dinlenmesi, yasal olduğu ve demokrasiyle bağdaştığı kabul edilebiliyor. Onların dinleme kayıtları medyada, internette yayınlanınca özgür habercilik olabiliyor. Ama Başbakan’ın kimler tarafından dinlendiği belli olmayan kayıtlarını yayınlayanlar anında hapsedilebiliyor. Hatta bu dinleme kayıtlarındaki usulsüzlükler hakkında en ufak ne etik, ne yasal bir tartışma yapılamıyor. -Ülkede ana kimliği kullanmak, antidemokratlık ve faşistlik olarak nitelendirilebiliyor, yıllarca, binlerce insanı katledenler ve ülkeye milyarlarca dolar zarar verenler, demokrasi savaşçısı ilan edilebiliyor. Hatta işin dozu yine kaçırılarak, içinde müzik olmayan filmlere dahi, en iyi müzik ödülleri verilebiliyor. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ne acıdır ki, onca çelişkilerin yaşandığı, insan haklarının çiğnendiği, demokrasinin ve özgürlüklerin sadece güçlüler tarafından kullanılabildiği, demokratik hakların, hiyerarşik düzenle sınırlandırıldığı, hiyerarşik düzenin yalakalık ve çıkar ilişkilerine dayalı olduğu bir ülkede demokratik tartışmalar, iyi niyetli yapılıyormuş gibi gerçek amaçlarını saklamak için yapılıyor. Ancak Marx’ın söylediği gibi, artık cehenneme giden yollar değil,sözde demokrasiye giden yollar iyi niyet taşlarıyla döşeliydi. Bu taşları döşeme işinin ihaleleri, paylaştırılmadan önce, yandaş medya,işadamları ve şirketleri oluşturma çalışmaları ve altyapısı zaten tamamlanmıştı. OguzKemal.Ozkan@PolitikaDergisi.com


Say覺 21

Sayfa 69


Sayfa 70

Politika Dergisi

P—Kitap: Seçkiler

Onur Öymen, Çıkış Yolu

Feroz Ahmad, Đttihatçılıktan Kemalizme

Bolhovitinov (Hazr. Mehmet Perinçek) Ermeni Raporu

Erinç Yeldan, Küreselleşme Sürecinde Türkiye Ekonomisi

Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri

Faik Bulut, Dersim Raporları

Gustave Le Bon, Kitleler Psikolojisi

Altan Öymen, Öfkeli Yıllar

Saygı Öztürk, Taşeron Mesih

Bilâl N. Şimşir, Türk Yahudiler

Merry E. Wiesner Erken Modern Dönemde Avrupa (1450-1789)

Doğu Perinçek, Toprak Ağalığı ve Kürt Sorunu

Haluk Yurtsever, Yükseliş ve Düşüş (Türkiye Solu 19601980)

Mustafa Kemal ATATÜRK: “Ben çocukken fakirdim. Đki kuruş elime geçince bunun bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım.”

Hazırlayan Emrah ÖZDEMĐR Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com

Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: kultursanat@politikadergisi.com


Sayı 21

Sayfa 71

7’den 70’e herkes için;

P—Film: Dersimiz: Atatürk *** Nuran TALAY

Đzlediğim bu film neleri anlatıyor: Atatürk’ün doğumunu,

S

on dönemlerde çekilen Atatürk filmlerinden kendini ayrı tutabilen, Turgut Özakman’ın tarihî bilgi birikimi ile yoğrulmuş nadide bir film; “Dersimiz: Atatürk”.

Ülkemizde yabancı dil ile eğitim veren okullarda okumak, okutmak kendi tarihimizi kendi tarihçilerimizden öğrenmek yerine yabancı eğitimcilerden öğrenmek gibi bir hevesin yaygın olduğu bir gerçek. Çocuklarımıza, gençlerimize “Ulusal Kurtuluş Savaşımız”ı gerektiği gibi öğretemedik ve halen verilen eğitim ile öğretemediğimiz görülüyor. Film hakkında filmi izlemeden kulaktan dolma bilgilerle kişisel fikirlerini öne sürenler birçok kişinin maruz kaldığı kulaktan dolma bilgi yanlışlığına düşüyor. Tarihimizi gerektiği gibi öğrenmemenin nedeni kitap okumayı sevmemekten kaynaklanıyor. Okumak izlemek yerine kulaktan dolma bilgilerle yetinmeyi yeğlemek tembelliğine birçok kişinin düştüğünü her defasında görmek üzüntü verici. Dersimiz: Atatürk ile kulaktan dolma bilgilerin değişeceğini umut ediyorum.

Ailesini, Atatürk’ün adının matematik öğretmenin Kemal adını vermesiyle Mustafa Kemal oluşunu, Eline geçen iki kuruştan biriye kitap aldığını, Kitaplarını ders çalışır gibi notlar alarak okuduğunu ve dikkatle okuduğu kitaplarını sayısının 3997 olduğunu; okumaya ne kadar önem verdiğini, Vals dersleri aldığını, Dünyaya kapalı, yoksul, durgun bir Doğu bir toplumun yurttaşlarını özgürlüğe, çağdaşlığa açmaya, yaşama sevince çağırması ve bu çabası ile yurttaşlarının ve dünyanın saygısını kazandığı ve bu saygı sevgi ile Anıtkabir’in her gün dolup taştığını, UNESCO’nun 1981 yılını yurduna ve insanlığa yaptığı hizmetler için tüm dünyada Atatürk yılı olarak ilan ettiği, 18 yaşında liseyi bitirip Harp Okulu’nda okuması, kurmay yüzbaşı olarak mezun oluşu, Đtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmesi ile savaşmak için oraya gittiği, Atatürk’ün ailesinin Selanik’ten kaçışını, 20. yüzyıla girildiğinde hazinenin boşluğu, kapitülasyonların baskısını, Bilgisizliğin, bağnazlığın, geriliğin ve yoksulluğun yaşandığı ortaçağı, Ülkenin ortaçağdan bütünüyle kurtulması için bir öndere ihtiyacı olduğu ve bu liderin Çanakkale zaferinde ortaya çıktığı…


Sayfa 72

Çanakkale zaferini, Çanakkale’nin geçilmezliği ve kazanılan özgüveni… Savaş koşulları içinde insanın sertleşmesiyle sanat ve müzik sohbetlerinin tadına varamayacağından sanat kitaplarına olan ihtiyacını ve o koşullara rağmen okuması, bilgilerini yenilmesi ve sanata önem verişini… Mustafa Kemal’in kazandığı zaferler nedeni ile madalyalar ile ödüllendirilmesini, önce albaylığa sonra paşalığa yükselişini…

Politika Dergisi

Doğu Anadolu’ya ataması yapılan Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı için atamayı iyi bir fırsat olarak değerlendirdiği… 19 Mayıs 1919 yılında Samsun’a ayak basışını… Elde mücadele için hiçbir şey olamamasına rağmen, amacını halka açıkça anlatarak benimsetmesi, hayale kapılmadan yapacağını söylediğini yaparak, milletine verdiği moralle canlanan Türkiye’yi, Erzurum Kongresi’ni, sade vatandaşlığını, Sivas Kongresi’ni ve “ya bağımsızlık ya ölüm” anlayışını…

Türkiye’nin galiplere teslim oluşu… Galiplerin Çanakkale boğazından geçerek Đstanbul’u işgal edişi, düşman zırhlarını gören yaverine “Geldikleri gibi giderler,” söylemiyle kendine, milletine ve Türkiye’nin geleceğine ne kadar güvendiğini… Galipler ve fırsatçılar Türkiye’yi dört bir yandan işgal edişiyle ordunun dağıtılmasını, silahların toplatılmasını; postanelere, demiryollarına el konulmasını; basınının denetim altına alınışını; hükümetin ümitsizliğini ve halkın bitik oluşunu, karamsarlığını…

Ankara’da efelerinin yani seğmenlerin bağırışları “Atam seni görmeye geldik, uğrunda ölmeye geldik” sözleri ile uyanışın gerçekliği… Uyanışı ve milli coşkuyu durduramayacağını düşünen galiplerin Đstanbul’un kesin olarak işgal edişini, yurtseverlerin tutuklanışını, Đstanbul yönetiminin düşman elinde kukla bir hükümet oluşunu… 23 Nisan 1920 gününde toplanan Meclis’i; tam bağımsız, çağdaş özgür Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerinin o mecliste atıldığını… Düşmanların uçakları, topları silahları ve paralarına rağmen bizim hiçbir şeyimizin olmayışının zorluğu… Kadınlarımızın savaşa karda tipide uçurum yollarını aşarak kağnılarla cephane taşıyışlarını ve zafer ortak oluşlarını… Düşmanı ana bağrımızda yeneceğini söyleyerek güven tazelemesini… Atatürk’ün parası biten kız kardeşine ve annesine bankada olan az miktarda parasını kullanmalarını yeterli gelmez ise evdeki halıları satmalarını, milleti gibi yoksul olmasına rağmen dünyaya meydan okuyacak kadar yürekliliğini… Sakarya Savaşı’nda geçirdiği kaza nedeni ile kaburgasını kırmasına rağmen “Müdafaa çizgisi (hattı müdafaa) yoktur, müdafaa alanı (sathı müdafaa) vardır…” anlayışıyla ülkemizi nokta nokta savunduğunu… Abdurrahim adındaki evlat edindiği gençle çalıştığı dersleri…


Sayı 21

Ordunun taarruza hazır oluşu… Düşmanlarca, Türk ordusunun aşamayacağı, geçemeyeceği söylenen Kocatepe’yi yarışını… Neyimiz varsa, bağımsızlığımızı, vatanımızı, şerefimizi her şeyi 30 Ağustos zaferine borçlu oluşumuzu… Đşgalcilerin, sömürücülerin denize dökülüşünü; bayram yerine dönen ülkemizin yaşadığı haklı gururu… Başka milletlerin bayraklarını çiğneyen komutanlar gibi, merdivenlere serilen Yunan bayrağının çiğnenmemesi için kaldırtarak saygı göstererek evine girmesini. Çağdaşlığı, uygarlığı ile büyüklüğünü gösterdiğini… Atatürk bir milletin geleceği için, öğretmen hanımlar ve beylere seslenişinde gerçek kurtuluşa ancak uygar, çağdaş bilime fenne, insanlığa saygılı, bağımsızlığın değerini ve şerefini bilen, hurafelerden arınmış fikri ve vicdanı hür bir millet olduğumuz zaman ulaşabileceğimizi söylemesini… Çocuklara olan sevgisini…

Sayfa 73

bugünkü kudretine şanına, onların kudretini şerefini de ekle, tahtınla, sarayınla, hazinenle, hareminle keyfince yaşa” sözleri üzerine, “Hoca, bazıları bana düşman kesilecek ama halkın önüne düşen bir adam artık kendine değil halkın özlem ve ihtiyaçlarını temsil eder, bu nedenle ben bunu kabul edemem benim için dua ediniz” deyişini… Milletin bu soylu davranışını, sevgisini anlamış bir milletin Atatürk öldüğü zaman kardeşi, anası babası ölmüş gibi üzüldüğünü… Lozan Antlaşması ile ülkemizin tapusunu aldığımızı… Yurt sevgisiyle yapılan mücadelede, eğitime bilime verilen önemi, kadın erkek eşitliğini, müzik sanat okullarının açılışını, kütüphanelerin, halk evlerinin kuruluşunu, Türk milletinin milli birlik ve beraberlikle neleri kazandığını… Cumhuriyet’in kuruluşunu ve dönemini… Atatürk’ün içkiyi uygarca içtiğini cephede ve önemli günlerde içmeyişini… Atatürk’ün özenli düzenli sofrasının bir düşünce bahçesi olarak nitelendirildiği…

Eğitime öğretime verdiği önemi… Đstanbul hükümetinden bir milletvekilinin saltanatın kaldırılacağını anlamaları üzerine ziyaretinde, Atatürk’e “paşam yüzyıllık düzeni bozma, bunları halkın iyiliği için yaptığını biliyoruz gel bu işten vazgeç, padişahlığı da, halifeliği de kendi üstüne al

Ömrünü milletine adamış adam gibi adam Atatürk’ü eleştirenlerin çağdaşlığı istemeyenlerin, tarihimizi araştırıp öğrenmek yerine kulaktan dolma bilgilerle tanıdığını… Kadınların Meclis’e milletvekili olarak girmesini sağlamasını… Bugün Atatürk Orman Çiftliği olarak bulunan yeri satın aldığında çorak kurak bu topraktan hiçbir şey olmaz diyenleri, sevgiyle ilgiyle işlenen toprağın nasıl yeşerdiğini göstererek hayal diye nitelendirilen olayı nasıl gerçekleştirdiğini… Yeni Türk harflerini öğretmek için şehir şehir gezişini… Đlk kadın pilotumuz olan Sabiha Gökçen’i evlat edişini… Daha birçok çocuğu evlat edinerek onları okuttuğunu ve daha binlerce çocuğun okumasını sağladığını…


Sayfa 74

Politika Dergisi

Cumhuriyet yönetimi ile öğretmenlere verilen değeri… Çağdaşlığın, uygarlığın köy köy kasaba kasaba ulaşarak aydınlığa ulaştığını… Uzak ve yakın tarihimizle gerçek tarihimizi genel hatları ile anlatıyor. *** 19 Mart 2010 tarihinde gösterime giren filmin gişesi ne kadar oldu, bilemiyorum; filmi izlemiş olmaktan tarihimizi doğru bir şekilde anlatılmasından dolayı mutlu oldum. Atatürk’e ve silah arkadaşlarına başımız dik, onurlu ve gurulu bir yaşam sağladıkları için şükranla minnetle anıyorum. “Şu Çılgın Türkler”, “Diriliş”, “Cumhuriyet” kitaplarının yazarı Turgut Özakman, “Ben Atatürk hakkında tek satır yazmadan, mütevazi bir iddiada bile bulunmadan önce, bütün görgü tanıklarının, yerli-yabancı, Atatürk hakkındaki söylediklerini topladım. Kendime kalın bir dosya hazırladım. Ondan sonra Atatürk hakkında yazmaya,

k onuşm aya cesaret ettim. Keşke herkes böyle yapsa. Yanlışa düşmese, yanlışta ısrar etmese. Gerçeği sulandırmasa, sıkışınca uydurmasa” diyor yapılan haksız eleştirilere… Değerli tarihçi Turgut Özakman’a sonsuz sevgi ve saygıyla… Not: Turgut Özakman’ın NTV Tarih’teki eleştirilere verdiği yanıt için http://www.dersimizataturk.com/ aciklama linkini kullanabilirsiniz.

Nuran.Talay@PolitikaDergisi.com


Sayı 21

Sayfa 75

Tiyatro mevsimi tamamlanırken...

P—Tiyatro: Ankara DT Oyunları Emrah ÖZDEMĐR

Z

amanım yettiğince tiyatroya gitmeye çalışan sıradan bir izleyiciyimdir. Beğendiğim oyunları sizlere buradan tanıtmak istedim; fakat çoğu kez zamanım yetmedi. 2009-10 tiyatro mevsimi bitmeden gittiğim ve gitmenizi salık verdiğim oyunları sizlere kısaca tanıtmaya çalışacağım. > AÇ SINIFIN LANETĐ Geçen yıl izleme fırsatı bulduğum Sam Shepard’ın “Curse of the S t a r v i n g Class” (1978) adlı oyunundan Pınar Kür tarafından Türkçeye çevrilen Aç Sınıfın Laneti; bankalar, krediler, borçlar içinde yok olan bir ailenin gerçekliğini, trajedisini bizlere sunuyor. Sahne başarımı oldukça iyi olan oyunun yönetmeni Cem Emüler. > GĐZLER ÇARŞISI Đlginç ve eski simge ve çağrışımların kullanıldığı oyunu buradan anlatmam biraz zor gibi görünüyor. Turgay Nar’ın yazıp Laçin Ceylan’ın yönettiği oyunun konusu insanın kendine yabancılaşması.

> ISLIKÇI Çetin Altan’ın 34 yıl önce yazdığı, Yunus Emre Bozdoğan’ın yönettiği “Islıkçı”; köle, ticari araç, makine zanneden modernkapitalist düzene mizahi bir eleştiri getiriyor. Ayrıca, Islıkçı’da bir “Vatan Haini”ni, bir “Ergenekoncu”yu, bir “Gominist”i görebilirsiniz…

> KAHRAMANLAR ÖLDÜ MÜ? “Karanlıklar içinde bir kibritseniz etrafı aydınlatmak için kendinizi yakar mıydınız?” sloganıyla çıkan oyunda; medya, iş dünyası, siyasetin namusluları bile ne hale getirebildiği işlenirken; eğer Nâzım gibi, Taner Kışlalı gibi, Mumcu gibi namuslu ve yürekli olmaya çalışıyorsanız, azalmaya başlasanız bile tükenmediğinizi hissedebilir; bu dünyada neden böylesi bir kavga verdiğinizi daha iyi anlayabilirsiniz. Oyunun yazarı Refik Erduran; yönetmeni ise Tansu Aytar.


Sayfa 76

Politika Dergisi

> KERBELA

Asıl; şiddetle, önemle, heyecanla izlemenizi salık vereceğim oyunu en sona sakladım: Kerbela. Bu oyunda, sahne olanaklarının neredeyse sonuna kadar kullanıldığını görecek; oyunculuklara, semahlara ve orkestraya (hem THM hem klasik) hayranlığınızı gizleyemeyeceksiniz. Hz. Muhammed’in ölümünden ve sonra, özellikle Muaviye - Hz. Ali çekişmesinin tarihsel arka planındaki; Đslam’ı istismar etmenin, ırkçılığın, hoşgörüsüzlüğün, saltanatçılığın nerelerden kaynaklandığını görebileceksiniz. Bugün din perdesi altında bütün fenalıkları yapanların hangi gelenekten geldikleri ve nerelerden beslendiklerini daha net anlayacaksınız. Ve tüm bunlara karşı; Hz. Hüseyin’in ne adına direniş gösterdiğini ve birçok Yezitçinin aslında nasıl çıkar bağımlısı ve korku yüzünden Hüseyin’e kıydıklarını göreceksiniz… Yüzyıllar önceki bu olayların günümüzdeki yansımalarını bulmak da size düşüyor. Ali Berktay’ın yazdığı oyunu, Ayşe Emel Mesci yönetiyor. Emrah.Ozdemir@PolitikaDergisi.com


Sayı 21

Sayfa 77

ÇIZIKTIRMAK IRMAK / Söz Uçar, Çizgi Kalır. Irmak.Ataberk@PolitikaDergisi.com

Turhan Selçuk’tan... 23.04.1968

31.07.1964


Sayfa 78

Politika Dergisi

P—Film: Girdap olan Umut; siyasal bir kimlik altında kin, nefret ve öç alma duygularıyla kaplanır ve daha saldırgan bir kişiliğe bürünür.

Bilgin TÜRK

stanbul Üniversitesi’ni kazanan Umut (Ozan Bilen) Antalya’dan gelerek okula kayıt olur. Daha sonra kantindeki ilanlar yoluyla kiralık bir ev ve iki ev arkadaşı bulur. Đki arkadaşın birlikte paylaştığı öğrenci evinde yaşadığı bazı mistik, doğaüstü olaylar üzerine Umut ve arkadaşları dini bilgisine güvendikleri kişilerden yardım alır. Bu esnada Umut, Umut’un görüşü ve arkadaş çevresi değişmeye başlar.

Đ

Umut evde yaşadıklarından dolayı hem korkar hem de bunla baş etmeye çalışır. Sonunda ibadet ve ritüellerden oluşan dinî bir hayat tarzı seçer. Bu durum ilk başlarda iyi gitmektedir. Umut daha muhafazakar bir yaşamla birlikte bilgilenme kaynakları “Siyasal ümmetçi” çevre içinde ibadetleri daha siyasal bir görüş gibi ifa etmekte ve bu, onu bir “fundamentalist” yapmaktadır. Bu değişim yavaş yavaş Umut’u arkadaşlarından, kız arkadaşından ve en sonunda ailesinden uzaklaştırır ve koparır. Đlk başlarda sevgi, hayat dolu ve mutlu

Sonunda bu siyasal kimlik Umut’u “intihar bombacısı” olmaya kadar sürükler… Bu film, “Allah ile kandırılmaya çalışanların” çok olduğu ülkemizde bütün yurttaşlarımızın ibretle izlemesi gereken çok güzel ve etkileyici bir başyapıt olarak karşımıza çıkıyor. Girdap; Ali SÜRMELĐ, Selçuk YÖTEM, Ozan BĐLEN, Fuat SAKA, Teoman KUMBARACIBAŞI, Eda ÖZERKAN, Emre CANPOLAT, Đbrahim ĐRĐS ve Ahmet YENĐLMEZ’in güzel oyunculuklarıyla izlenmesi gereken filmler arasında yer alıyor. Yönetmen

: Talip Karamahmutoğlu

Senaryo

: Onur Aydın

Oyuncular : Ozan Bilen, Fuat Saka, Eda Özerkan, Teoman Kumbaracıbaşı, Ali Sürmeli Orijinal Adı

: Girdap

Yapımcı Firma : Kuzey Yapım Yapım Yılı

: 2008

Yapım Ülkesi

: Türkiye

Orijinal Dili

: Türkçe

Vizyon Tarihi

: 21.03.2008

Bilgin.Turk@PolitikaDergisi.com


www.politikadergisi.com — iletisim@politikadergisi.com

Gençliğe Hitabe Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

> Değerli hocamız Sertaç Serdar’a,

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

> Hocamız Baştaymaz’a,

Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

Teşekkür: > Uludağ Üniversitesi’nin eskimez rektörü Mustafa Yurtkuran’a,

Tahir

> YeniÇağ yazarı Arslan Bulut’a,

20 Ekim 1927

> Banu Avar’a, > Cumhuriyet yazarı Emre Kongar’a, > Soner Yalçın’a odatv.com’a,

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

ve

> Milliyet gazetesi yazarı Melih Aşık’a ve elbette Haldun Ertem’e, > UMED Başkanı Erdinç Dündar’a > Metin Tınay ve Verim Hosing’e, > Tüm emeği geçenlere > Ve tabii ki desteğini esirgemeyen tüm okurlarımıza Dergimize verdikleri destekten ötürü teşekkür etmeye borç biliriz.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.