Politika Dergisi Sayi 1

Page 1



Politika Dergisi Sayı 1

05.04.2008

Editörden... Editör > Gökhan DAĞ Yazar Kadromuz > Barış TINAY > Bilgin TÜRK > Burak ĐNAN > Burak SIRATAŞ > Deniz BĐLEN > Diren KÖSE > Emrah ÖZDEMĐR > Mücahit ÖNDER > Onur ÜMĐT > Özgür Pınar IŞIK

Yeniden merhaba değerli okuyucular. Politika Dergisi, tanıtım sayısından sonra, söz verdiği gibi ilk sayısıyla Nisan ayında karşınıza çıkıyor. Tanıtım sayımıza gösterdiğiniz ilgiden ötürü öncelikle siz değerli okuyucularımıza teşekkürü bir borç biliriz. Tanıtım sayımıza gösterilen bu destek, bize büyük bir özgüven aşılamış ve şu anda okumakta olduğunuz ilk sayımızı hazırlamakta da bize büyük bir moral vermiştir. Tüm yazar arkadaşlarım ve kendi adıma tekrardan teşekkür ediyorum. Bu ayki sayımızda yine birbirinden ilginç konulara değinmeye çalıştık. Ayrıca mümkün olduğunca gündemden uzak kalmamaya da. Biliyorsunuz ki Türkiye ve Dünya gündemi oldukça sıcak gelişmelere sahne oluyor. Ayrıca ilk sayımıza, oldukça ünlü iki ismi ağırladık. Onlarla mülakatlar yaptık. Bu isimlerden ilki CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Sayın Onur Öymen, ikincisi ise TBMM KĐT Komisyonu Üyesi ve Bursa Milletvekili Sayın Abdullah Özer. Bu iki büyük politika adamına gündeme dair iç ve dış politik sorular yönelttiğimiz gibi, Türkiye’nin geleceğine yönelik soruları da yöneltmeyi eksik etmedik. Kendilerine, değerli okuyucularımızın huzurunda tekrardan teşekkür ediyorum. Ayrıca bu mülakatların oluşması için büyük bir özveri örneği sergileyen değerli büyüklerimize ve mülakatta beni yalnız bırakmayan yazar arkadaşlarıma da teşekkürü bir borç bilirim. Bu isimleri dergimizin son sayfasındaki teşekkürler bölümünde görmeniz mümkün. Yalnız burada bahsetmem gereken biri daha var ki, o da CHP Bursa Đl Başkanlığı Genel Sekreteri Sayın Ali Küçüksarı. Kendisi bu mülakatların gerçekleştirilmesi için bize oldukça yardımcı oldu. Bu mülakatları okuyunca gerçekten birçok konuda fikir sahibi olacaksınız; ama ben kendimce edindiğim izlenimimi siz değerli okuyucularla paylaşmak istiyorum. Bu iki duayen politikacının, bize yaklaşımında gençliğe yönelik büyük bir ilgi vardı. Bizden öylesine umutlulardı ki, size bunu kelimelerle anlatamam. Mesela Sayın Onur Öymen, bizi yanına çağırmaktansa kendisi gelip masamıza oturdu, ki Sayın Onur Öymen, bizimle yaptığı mülakatın öncesinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Eski Cumhurbaşkanı Sayın Rauf Denktaş ile birlikte uzun bir konferans vermişti. Bu yorgunluğunu hiçe sayıp, bizimle mülakatını söz verdiği gibi gerçekleştirdi. Sayın Milletvekili Abdullah Özer de, yoğun programına rağmen, mülakat için gittiğimiz CHP Bursa Đl Başkanlığı’nda kendi odasında bizi ayakta karşıladı. Kısacası her iki milletvekili de bize büyük bir sıcaklıkla yaklaştı. Kendilerine çalışma hayatlarında başarılar diliyor, bu ülkenin onlar gibi politikacılara ihtiyacı olduğuna inanıyorum. Değerli Okuyucular, biliyorsunuz ki Politika Dergisi, üniversite öğrencilerinin hayata geçirdiği bir e-dergi projesi. Yazar arkadaşlarımız derslerinin ve işlerinin yoğunluğuna rağmen, bu sayımız için oldukça çalıştılar, yoruldular. Kendilerine bu yolda beraber yürüdüğümüz için teşekkür ediyorum. Tabii ki bize yazılarını yollayan değerli okurlarımıza da.

Tanıtım Sayımız

Son söz olarak şunu söylüyorum. Bu ülkenin aydınlık gençlerine, bu ülkenin dik duruşlu insanlarına lütfen her yerde destek verelim. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bölünmez bütünlüğünü ve katılımcı demokrasiyi her yerde savunalım. Sözü daha fazla uzatmadan sizi, ilk sayımızla baş başa bırakıyor, ikinci sayımızda tekrardan görüşmeyi umut ediyorum. Teşekkürlerimle...


Politika Dergisi Sayı 1

05.04.2008

Bu Sayıda ĐÇĐNDEKĐLER Editörden...

3

Yeni Hedef Sosyal Demokrasi—Emrah ÖZDEMĐR

5

Demokrasi mi, Fetokrasi mi? - Emrah ÖZDEMĐR

6

Kıyameti Çağırmak—Özgür Pınar IŞIK

8

P—Kitap: “Vurun Kahpe Kıbrıs’a” - Özgür Pınar IŞIK

9

Mülakat: Onur ÖYMEN—Gökhan DAĞ, Emrah ÖZDEMĐR, Deniz BĐLEN

10

Kapatılmanın Eşiğinde Yapılacaklar—Burak SIRATAŞ

14

Anayasalar—Deniz BĐLEN

15

Serbest Çağrışım—Onur ÜMĐT

16

Mülakat: Abdullah ÖZER—Gökhan DAĞ, Emrah ÖZDEMĐR, Deniz BĐLEN

18

Güven Ortamı—Barış TINAY

23

ABD Kürt Devletini Kabul Ettiriyor—Burak ĐNAN

24

P—DVD: Zincirbozan — Mücahit ÖNDER

25

Türkiye’nin Halk Tablosu—Diren KÖSE

26

Siyasi Varlığın Devamı Đçin Tanınma Şart mı ? (2) - Mücahit ÖNDER

27

Haldun ERTEM’den Seçmeler—Gökhan DAĞ

28

Ergenekon’da, Fehmi Koru’dan mı Đnciler, Ahmet Taşgetiren’den mi? - Bilgin TÜRK

29

Diyanet Đşleri Başkanlığı’na Farklı Bir Bakış—Gökhan DAĞ

31

Gündeme Diğer Bir Bakış—Miraç GÜMÜŞ

33

Đlkellik mi, Hukuk Mu? - Cihat ERCOŞKUN

34

P—Müzik: The Clash—Can Ozan KARAKULAK

36

Gençliğe Hitabe—Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

37

Bursa Nutku—Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

37


Sayı 1

Sayfa 5

Yeni Hedef Sosyal Devlet > Emrah ÖZDEMĐR

Türban, AKP’nin kapatılma davası gibi konular arasında kaynayan çok önemli bir konu var: “Sosyal Güvenlik ve Genel Sağlık Sigortası Yasa Tasarısı” Kısaca bu tasarıya göz atalım. Ne diyor bu tasarı? Emekli olabilmek için gereken prim ödeme zorunluluğu 7000 günden 9000 güne çıkarılacak diyor. Emekli maaşları %25-30 düşecek diyor.

Sosyal Devletten Sadaka Devletine

Emeklilik yaşı 65 diyor. Parasız sağlık hizmeti verilmeyecek diyor. Çiftçiye, üreticiye destek yok diyor. Açın bakın, internette hepsi mevcut. Burada maddeleri tek tek yazmaya lüzum yok. Neden yapılıyor tüm bunlar? IMF istedi diye… Nedenini bırakalım da şimdi… Asıl bunlar olunca ne olacak, ona bakalım. Memurumuz işini bilirdi ya, artık işçimiz de bilecek. Yurttaşın devlete karşı hiçbir güveni, devletten yana hiçbir güvencesi olmayacak. Đnsanlar dini olsun/olmasın cemaatlere sığınacak. Herkes iktidar yardakçılığı yapmak zorunda bırakılacak. Sadaka dağıtılır gibi yardım dağıtılacak. Kimse yumruğunu masaya vuramayacak. Sağlığın hiç önemsenmediği bir ülkede emeklilik yaşı 65 olur mu? Sen doğudan batıya, kuzeyden güneye insanlarına kusursuz sağlık hizmeti veriyor musun? Hayır. Peki, Türkiye de 65 yaşını gören şanslılar daha kaç yıl huzurlu emeklilik yaşayabilecek. Diyelim ki; vatandaşın sağlığı yerinde, 250 Lira ile ev kirası mı ödeyecek, çocuğunu mu okutacak, karnını mı doyuracak? Neymiş efendim, var olan haklar korunacakmış. Başbakanımız bize çocuklarınızı boş verin, diyor. Üstelik üç de çocuk yapın diyor. 200 küsur Lira… Üçüne de yeter evvel Allah!.. Çocuğu veren Allah, çocuğun rızkını da verir.

Şimdi gelelim, bunun karşısında ne yapılabilir? Buna benzer tasarılar Fransa’da ve Yunanistan’da da gündeme geldi ve ortalık ayağa kalktı. Đşçiler, emekçiler, memurlar ayağa kalkmalı. Ülkenin kaynakları sömürülürken alınan 435 YTL’lik asgari ücrete “şükür” denmemeli. Bu ülke sıfırdan -hatta sıfırın altından- bu günlere geldi. Nasıl geldi? Eller taşın altına sokuldu. Borçlar kapatıldı, sanayileşme gerçekleşti. Kimseye “ananı da al git” denmeyip, köylü efendimizdir dendi. Okullar açıldı köylerine. Kimse cebini doldurmak için uğraşmadı. O Büyük Atatürk’ün öldükten sonraki mal varlığına bak, göreceksin! Gazi, hiçbir işini mal hırsıyla yapmamış. Ama bugünkü yönetim, göz göre göre milletvekillerinin emeklilik aylığını arttırırken, sen 435 YTL’ye eyvallah diyorsun, emekçi kardeşim. Çocuklarına un, bal, pastörize yumurta akıtırlarken sana sadaka veriyorlar. Din diyerek, etnikçilik yaparak seni uyuturlarken sen “yaşıyoruz, çok şükür” diyorsun. Mart da serindir, eylül de… Ama martın ardı çiçeklerdir, bahardır. Bu gidişin sonu kara kıştır, güzel kardeşim. Fedakârlığın çocuklarına sahipsiz bir vatan bırakmak için mi? Hâlbuki dedelerin çocuklarına güven dolu bir ülke için fedakârlık yapmıştı. Sen cemaatlerin, vakıfların, Coca-Colaların seni biraz daha sömürmesi için mi fedakârlık yapıyorsun? Sendikasız kardeşim, şapkanı önüne koy ve düşün: “Biz kaç kişiyiz?” Onların işini yapan sensin. Oy veren sensin. Telefonlarını bağlayan sensin. Kırmızı halılarını seren sensin. Yedikleri balıkları tutan sensin. Sen hâlâ çocukların için sustuğunu söylüyorsun. Madenlerin sömürülüyor, çevren kirletiliyor, ülkeni iç savaşa sürüklüyorlar ve çocuklarına açlık vaat

“Mart da serindir, eylül de… Ama martın ardı çiçeklerdir, bahardır. Bu gidişin sonu kara kıştır, güzel kardeşim.”

Başbakan, hem SSGSS yasa tasarını savunuyor, hem de en az üç çocuk yapın diyor. Çocuğu veren Allah, rızkını da verir mi?


Sayfa 6

Politika Dergisi

ediyorlar. Bugüne kadar kendini düşünmedin. Yine düşünme! Çocuklarını düşün! Safsataları bırakıp sadece gerçeğe yönel. Paran mı yok? Atatürk’ün de yoktu. Ama o Çanakkale ve Đstiklal Harbi’nde yedi düvele baş kaldırdı. Sustururlar mı seni? Atatürk’e idam fermanı çıkmıştı. Ama o yılmadı, kime güvendi? Olması gerekene… Doğruya, vicdanına… Örneğin mi yok? Örneğin Atatürk! Atatürk’ün örneği yoktu, belki hiç kimsenin O’ndan umudu da yoktu. Senin var!

Atatürk o umutsuz dönemde, hakkında idam fermanları çıkarılmışken yılmadı, yedi düvele başkaldırdı. Örneğin Atatürk!

Derhal sendikalaş, partilere gir. CHP’ye gir. Sen sol partisin bana yardım et, de! Diğer partilere gir, baskı yap! Sendikana baskı yap! Başkasından bekleme, sen yap! 435 Lira ücretinden, hastane kuyruklarından, seçimden seçime evinin önüne atılan kömürden başka kaybedecek neyin var? Cumhuriyetine dokundurtma, saltanatlarına dönmesin bu devran! Laikliğe dokundurtma, kutsallarla seni ve çocuklarına sömürmesinler! Hukuka dokundurtma, keyiflerine göre her şeyi yapamasınlar! Sosyal devletine dokundurtma, çocuklarının geleceğini tarikatlara bırakma! Kazanacağın gelecek var. Geriye onurla bakabilmek için bir fırsatın var. Belki de son fırsat!

AKP cemaatler aracılığı ile sulandırarak laikliği, kafasına göre hareket ederek hukuku, demokratik (daha doğrusu seçimsel) krallıklara demokrasiyi ve şimdi de sosyal devleti siliyor. Cumhuriyet bir kez daha tehlikede!

Demokrasi Mi, Fetokrasi Mi ? > Emrah ÖZDEMĐR

Hasan Cemaller, New York’tan Pazar yazısı yazmakla olmuyor bu iş! Timsahın gözyaşlarına benzer ağıtlarınızla bu lekeyi temizleyemezsiniz. Đtiraf edin! Đlhan Selçuk’u gecenin en kör vaktinde, karga tulumba, faşistçe karakola aldıranlara o cesareti biz verdik deyin. Selçuk’a faşist dedik, darbeci dedik ve kamuoyu oluşturduk deyin. Sözde liberal takımı Đlhan Selçuk’a faşist dedi, darbeci dedi ve bu olaylar öncesinde bilerek veya bilmeyerek kamuoyu oluşturdu.

Ya da çok safmışız, demokrasiyi araç olarak kullandırdık deyin. Asker düşmanlığı yapacağız diye, mürtecilerin yolunu açtık deyin. Benim cumhuriyetimi, ilkelerimi savunabilmek için ara vermeksizin nöbet tutan 83 yaşındaki Đlhan Selçuk’a bu zulümler yapılıyorsa, elbette benim de söyleyeceklerim var. Liberal geçinenler ve tüm yurttaşlarım, gelin artık şu işin adını doğru koyalım! Gözaltına -daha doğrusu baskı altına- alınan kişilere bir bakın. Hepsinin ortak cephe aldığı zat kim? Amerikalı mücahit, gözyaşlarıyla duygu sömürüsü, kelamlarıyla din sömürüsü, kontrol ettiği sermayeyle başta öğrenciler olmak üzere insan sömürüsü yapan, ılımlı Humeyni’miz değil mi? Ilımlı Humeyni’nin marifetlerini zaten şahsını takdim ederken yazmış oldum. Tamam, darbeye karşıydınız da… Laiklik olmadan da demokrasi olmaz. Şu tarikatlara devlet son versin diyemez miydiniz? Đnsanların beyninin yıkandığı bir ortamda demokrasi olamaz diyemediniz mi? Hükümet bütün medyayı satın aldı, kadrolaştı, bu bir diktaya dönüşebilir diyemez miydiniz? Diyemezdiniz. Çünkü siz büyülü sözlerin etrafında tavaf ediyordunuz. Ha babam demok-


Sayı 1

Sayfa 7

rasi, ha babam demokrasi… Eh, bağımsızlık ve laiklik olmadan oluşacak demokrasi Irak’ın demokrasisinden farklı olamaz diyemez miydiniz? Ki cuk diye oturan bir soru oldu bu! Zaten laikliği aşındırmak için emperyalistlerle uzlaşıp, bağımsızlığı da devreden yönetimdekiler değil mi? Polis kadrolarını ele geçirmiş, medyanın en büyük güçlerinden biri olmuş bir şeyh varken Türkiye’de demokrasi olur mu? Ve kendisine ters giden herkesin defterini düren adamın beyin yıkama seansları nasıl bir demokrasiye hizmet edebilir? Utanmadan, sıkılmadan, gözümüzün içine baka baka demokrasi naraları atanlar bir tarikatın nesilleri değil mi?

Bağımsızlıktan ve laiklikten yoksun bir demokrasinin Irak demokrasisinden farkı olabilir mi?

Feto dediği için Başsavcı’dan tehdit alan gazeteci bu demokrasinin bir üyesi değil mi? Milli Eğitim kadrolarını sil baştan yapanlar, Talim Terbiye Kurulu’nun başındaki adama tahammül edemeyen bu zihniyet değil mi? Seçimlerde kaynağı belli olmayan paraları harcayan bunlar değil mi? Şeffaflık nerede, demokrasi nerede? Kendilerine ters giden yazarları, politikacıları paldır küldür içeri tıktıran kim? Demokrasiyi paçavra gibi kullanan kim?

“Polis kadrolarını ele geçirmiş,

Medya patronlarına vergi affı sağlayan kim? Đşlerine gelmeyen medyayı bacanağa, damada veren kim?

medyanın en

Asker üniforması olunca demokrasiye aykırı oldu da… Dindar cumhurbaşkanını dayatan kim?

büyük

Şu kavram karmaşasını bir yana bırakın artık! Demokrasi yürütmenin sınırsız gücü müdür?

güçlerinden biri olmuş bir

Şunun adını bir kez daha düşünüp, söyleyin: “Bu, demokrasi mi, fetokrasi mi?” Demokrasi… Eğer sorunun yanıtı demokrasiyse aşağıdaki soruların da evet olarak yanıtlanması gerekir.

şeyh varken Türkiye’de

Demos’un (halkın) iktidarı mı var?

demokrasi

Đstediğin gibi konuşabiliyor musun?

olur mu?”

Halkın hak talep etmesi mümkün mü, sendikalaşması kolay mı? Fırsat eşitliği var mı, hak edenler mi belli görevlere geliyor? Eğitim, sağlık gibi hizmetlerden halk rahatlıkla yararlanabiliyor mu? Eğer, sorunun cevabı demokrasi değil, fetokrasi ise şu soruların evet olarak yanıtlanması gerekir. Feto’nun (tarikatın) iktidarı mı var? Sadece bu anlayış yönünde mi konuşmak serbest? Fettullah’ın talepleri hemen yerine getiriliyor mu, örgütleşmesi kolay mı? Đhaleler FG’nin adamlarına mı veriliyor, bu çizgidekiler mi kadroları kapıyor? Eğitimi FG doğrultusuna yönlendirilmiş insanlar daha mı kolay alıyor? Her türlü destek arkalarında mı? Sosyal güvenlik ile ilgili konularda bir adım öndeler mi? Kararlar hukuk doğrultusunda mı, Fettullah doğrultusunda mı? Artık siz karar verin… Demokrasi mi, fetokrasi mi?

Şimdi siz karar verin… Demokrasi (halkın iktidarı) mi, fetokrasi (tarikatın iktidarı) mi?


Sayfa 8

Politika Dergisi

Kıyameti Çağırmak > Özgür Pınar IŞIK

14 Ocak'ta Madrid'de Başbakan, Velev ki... diye kıyameti çağırmaya başladı. Herkes şaşkındı. Đspanya'da türbanla ilgili böyle bir açıklama takdire! şayandı.Hemen ardından Anayasa Mahkemesi Başsavcısı bir uyarı yaptı.Çoğu gazete bunu "AKP'ye Kapatma Uyarısı" şeklinde verdi. 14 Ocak’ta Madrid’de Erdoğan, Velev ki.. diye başlayan sözüyle kıyameti çağırmaya başladı.

“ ..Cumhuriyet gazetesine bombalı saldırıyı Cumhuriyet başyazarına yüklemeyi mantıklı sorgulamasak bile dava hakkında ciddi bir açıklama almış değiliz henüz.”

Ancak AKP ve kurmayları, frenleri patlamış bir kamyon gibi, son hızla gittikleri yöne gitmeye devam ettiler.Đkaz lambalarını, trafik polislerini umursamayarak... Ve haklarında kapatma davası açıldı. Ancak gelin görün ki trenleri patlamış kamyon, şoför ve muavinleri asla durmayıp, polislere el kol hareketleri yaparak, kimi zaman da küfürler tehditler savurarak, aynı yolda devam ediyor gibi görünüyor. Aradan tam bir hafta geçiyor. Ne olduğu belirsiz, henüz iddianamesi hazırlanmamış, ve bir efsane haline getirilmeye çalışılan Ergenekon Soruşturması adı altında Cumhuriyet Başyazarı, 83 yaşındaki, 2 kez kalp krizi geçirmiş Đlhan Selçuk, Türkiye'de Đşçi Partisinin Başkanı Doğu Perinçek, Türkiye'nin en önemli üniversitelerinden birinde senelerce rektörlük yapmış Kemal Alemdaroğlu, Türkiye'nin belki de Satılmamış ender kanallarından Ulusal Kanalın yöneticisinin de içinde bulunduğu 8 kişi, darbeleri hatırlatan bir gece yarısı baskınıyla evlerinden toplanıyor. Kapatılma davası hadisesinden tam bir hafta sonra. AKP yaptığı gece yarısı Sivil Darbesiyle, kendisine karşı yazılar yazan Selçuk’un, Kapatma davasıyla ilgili belgeler sunmak isteyen Perinçek’in de içinde bulunduğu kendilerine karşı duran 8 kişiyi çete soruşturması kapsamında topluyorlar. Kamer Genç gözaltılardan sonra yaptığı açıklamada, Ergenekon'un ne menem bir şey olduğunu kendisinin de bilmediğini bir zahmet anlatıvermelerini istedi. Açıkçası bu konuyla ilgili benim de kafam oldukça karışık. Ümraniye'de çöpten bomba toplayan subayları, Hrant Dink Cinayetine karıştırmak, Cumhuriyet Gazetesi’ne bombalı saldırıyı, Cumhuriyet Başyazarına itham etmek, ne kadar mantıklı sorgulamasak bile, bu Ergenekon Davasının ne olduğuna dair ciddi bir açıklama almış değiliz henüz. Đşin ilginç tarafı ise akepelilerin davranışlarını ve sözlerini alt alta koyduğunuzda, iktidar partisinin yapmaması gereken her şeyi yaptıklarını, hukuk devletinde söylememeleri gereken her sözü söylediklerini görüyoruz. Bununla ilgili aldıkları %47yi kaldıramadıkları ve kendilerine güvendikleri söylentiler arasında, ancak benim aklıma gelen bir olasılık daha var. Akepe kıyameti, zorla, alelacele ve heyecanla çağırıyor. Sınırları zorluyor, Demokratik bir hukuk devletinin, çoğunluk oyuyla iktidar olmuş siyasi partiye, yakışmayacak davranışlarda bulunuyor. Sanki burası Türkiye Cumhuriyeti değil de Ilımlı Akepe Devleti havasındalar. Surelerle tehditler, inatlaşmalar, küfürler,intikam oyunları ve ukalalıklar gırla gidiyor.

AKP, gelen ekonomik krizi ortalığı ateşleyerek bastırmaya çalışıyor.

Görünen odur ki akepe kapatılma davasında aklını başına alacağına, ateşe benzin döküp coşturmaya çalışıyor. Neden? Çünkü Gümbür gümbür gelen bir ekonomik kriz var. Ayak seslerini değil gümbürtüsünü duyuyoruz artık. Akepe anlattığı ekonomi masallarının, gerçeklerle karşılaşıldığında işe yaramayacağını, tek başına iktidar olmuş ve meydanı boş bulup at koşturmuş bir parti ve üyeleri olarak maz-


Sayı 1

Sayfa 9

lum rolüne yatamayacağını biliyor olmalı. Bu nedenle var gücüyle karıştırıyor ortalığı, dikleniyor ve gözünü budaktan sakınmıyor. Çünkü kaybedeceği bir şey kalmadı. Türbanı tek özgürlük, milli görüşü tek görüş, satışı, pazarlamayı, faizciliği ve dış borçsıcak parayla ayakta kalmayı tek ekonomik düstur benimseyen akepe üstüne gümbür gümbür çökecek bu çatıdan haberdar. Bu çatının kolonlarını teker teker zorlamışken, kendileri altında kalmak istemiyor olabilirler mi? Kim bilir?

Bu öfkeyle yaptıkları kıyameti çağırmaktır… Ya herro, ya merro!

Benim aklıma, onlar, kendi kıyametlerini, böyle yukarı perdeden çağırırken, başka bir şey gelmiyor. Ulusal değil, küresel düşünmekten kaynaklı, küresel ekonominin yaşadığı zorlukların da etkisiyle amma en başta akepenin yanlış yönetimiyle bir ekonomik kriz geliyor. Ve akepe kıyamet günü hesap defterlerini açıp hesap vermemek için ya kapatılma, ya askeri darbe hayali kuruyor olabilir. Zaten şu an yaptıkları da sivil darbedir. Yani madem kıyametin ucu göründü, Ya herro, ya merro.

P-Kitap: Vurun Kahpe Kıbrıs’a >Özgür Pınar IŞIK Kıbrıs’la ilgili ilk anılarım, komşusu olduğum Binbaşı Nihat Đlhan'dan ve ailesinin başına gelen vahim olaydan gelir. Ailemizin fotoğraf albümünün kapağında da 1974 yılı anısına Kıbrıs kabartması vardır. Bir zamanlar, Kıbrıs'ı Yavru Vatan olarak benimserdik. O zamanlar, "Kıbrıslılardan hoşlanmıyorum" demezdi insanlar. Onları bizden ayrı da düşünmezdik. O nedenle Emete Gözügüzelli'nin yazdığı "Vurun Kahpe Kıbrıs’a" kitabını bitirdiğinizde Kıbrıslı Türk'ün bakış açısından, Kıbrıs'ın tarihsel sürecini, Kıbrıslı Türklerin karşılaştıkları tüm zorlukları ve bizim birbirimiz için ne kadar önemli olduğumuzu tekrar fark edeceksiniz. Kıbrıs hakkında hiçbir fikriniz olmasa dahi, Kıbrıslı bir Türk olmaktan gurur duyan ve bizim de gurur duyduğumuz Emete Gözügüzelli’nin kitabını bitirdiğinizde, ilk aklınıza gelen çocuklarınıza da okutmak olacak. Kitabı yeni doğmuş bir çocukmuşçasına elime aldığımda, hiçbir fiziki katkısı olmayan bir teyzenin, içten gelen güçlü bağını duydum. Sevgili kardeşim Emete'nin kitabının çıkmasını heyecanla bekleyen ben, kitabı elime aldığım andan sonra, yalnız kalma fırsatı kollayarak, hamilelik süresinde, üstünde konuştuğumuz bu bebekle gönlümce eğlenmeyi kafaya koymuştum. O akşam eve gider gitmez başbaşa kaldığım bu yeğeni heyecanla karıştırmaya başladım. Emete sahip olduğu bilgi birikimini, aldığı eğitimi ve devlet görevlerini harmanlayarak, herkesin anlayabileceği, net ve açık bir kitap yazmış. Kitabın adına gelen tepkilere önceleri gülmüştük. Ancak etrafımdaki insanlara kitaptan bahsettiğimde, Türk Đnsanı’nda Kıbrıslı Türklere karşı olan bu tepkiyi daha net fark etme fırsatım oldu. Kıbrıs’ı Kahpe ilan edip, kendi elimizle vurmaya bu kadar eğilimli hale geldiğimize göre, bu kitabın tam zamanında çıktığını ve oluşan bir ihtiyaca doğru cevabı vereceğini düşünüyorum. Bu çocuğu hep birlikte sahiplenmemiz gerek. Ellerine Sağlık Emete…

Kitap Talebi Đçin Emete Gözügüzelli’nin Telefon Numaraları: 0533 865 04 57 (KKTC) 0505 829 34 09 (T.C.)


Sayfa 10

Politika Dergisi

Politika Dergisi—Onur ÖYMEN Mülakatı KKTC’nin Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ve Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Onur Öymen geçtiğimiz günlerde Uludağ Üniversitesi Uluslar arası Đlişkiler Topluluğu’nun tertip ettiği Hariciye Günleri için Uludağ Üniversitesi’ne geldiler. Rauf Denktaş ve Onur Öymen’in konuşmalarını üniversite ve üniversite dışından birçok ünlü ve yetkili kişi dinledi. Sayın Öymen’le yaptığımız mülâkattan önce konuşmalardan dikkat çekici birkaç not verelim istiyoruz. Rauf Denktaş Yapmış olduğu konuşma sonrası dakikalarca ayakta alkışlandı.

Rauf Denktaş: “Atatürk’ün izinden ayrılmayın. Nutuk’u okuyun, Şu Çılgın Türkleri okuyun, Dirilişi okuyun. Bir devlet nasıl sancıyla doğar görün ki o emanete sıkı sıkıya bağlanabilesiniz. ”

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Bursa Milletvekili Sayın Onur ÖYMEN Mülakatını; Editörümüz Gökhan DAĞ ve Yazarlarımız Emrah ÖZDEMĐR ile Deniz BĐLEN gerçekleştirdi.

Đşte Kıbrıs davasının yılmaz neferi ve önderi Rauf Denktaş’ın öne çıkan sözleri… “Uluslar arası ilişkilerde haklılık değil, menfaatler ön plandadır” “Atatürk’ün izinden ayrılmayın. Nutuk’u okuyun, Şu Çılgın Türkler’i okuyun, Diriliş’i okuyun. Bir devlet nasıl sancıyla doğar görün ki o emanete sıkı sıkıya bağlanabilesiniz.” “Hristofyas’ın gelmesiyle Kıbrıs’ta olumlu tablo var, deniliyor. Biz bu masalları çok dinledik. Ancak Rumların yıllardan beri ENOSIS’ten başka amaçları yok! Hep bu olumlu hava estirilir ama sonunda yine niyetleri ortaya çıkar.” “Kıbrıs için sunulan çözüm önerilerinin hiçbirinde bağımsız, egemen Türk Devleti geçmiyor. “Batı hep ikili oynuyor. Đkili anlaşmaya göre Türkiye ve Yunanistan’ın üye olmadığı bir birliğe Kıbrıs’taki devlet üye olamıyor. Ama GKRY Avrupa Birliği’ne alındı. Gerekirse hukuku bile deliyorlar. Çünkü Kıbrıs stratejik bir öneme sahip. Adeta doğal bir uçak gemisi ve Rumlar Batı’ya hep tavizkar görünüyor. Batı da Afrika, Asya, Akdeniz ülkelerine göre bir üs olan bu adayı elinde tutmak istiyor. KKTC’yi küçücük bir yere hapsedilmesini ve o yerde de 80.000 Rum’un bulunmasını sağlayacak olan Annan Planı’nı kabul ederseniz, ambargoları kaldıracağız dediler. Türk hükümeti ve dışarıdan gelen büyük paralarla Annan Planı’nı kabul ettik ve yine biz cezalandırdık. Adamlar buradan ”demek ki Türklerin bağımsız ve egemen bir devlet olma isteği yok” yorumunu çıkardı. Uyarmamıza rağmen, dış işleri de hiç müdahalede bulunmadı.” Denktaş bu ve bunlara benzer birçok açıklamada bulundu. Ve sonrasında Onur Öymen kürsüye geçti. Onur Öymen’in konuşmasından notlar... “Uluslar arası arenada güçlü olacaksınız. Hiç kimseye hiç kimseye sen haklısın, demez. Çıkarlarını korumalısın. Dünyada iki süper güç vardı, artık sadece ABD var deniliyor. Haklarını savunup, dünya kamuoyunu ikna edersen Amerika da boyun eğer. Vietnam’da neden başarısız oldular? Çünkü başta kendi kamuoylarının ve dünya kamuoyunun tepkisini çektiler. Irak’ta Onur Öymen konferans sonrası basın men- beş yıldır istedikleri egemenliği sağlayamadılar.” suplarının sorularını yanıtlıyor. Onur Öymen Atatürk’ün ihtimalleri göz önüne aldığını ve Nutuk’u ve bilhassa Gençliğe Hitabe’yi bunun için yazdığını söyledi. Öymen, Atatürk’ün bunun için iktidarların gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulanabileceklerini söylediğini belirtti. Ve gençlere her ne durumda olsun istiklal ve cumhuriyeti korumalarını ve bunların Atatürk’ten gençlere emanet olduğunu belirtti. Ayrıca Öymen, Gençliğe Hitabe yetmezse Bursa Nutku’nu okuyun diyerek, gençleri cumhuriyeti korumaya çağırdı. Öymen konuşmasında, Atatürk’ün “gericilere fırsat vermeyeceğiz” ve “hangi istiklal vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancı planlarıyla yükselebilsin? Tarih böyle bir hadiseyi kaydetmemiştir” sözlerini hatırlatarak laiklik düşmanlarına ve yabancılardan emir alan zihniyete Mustafa Kemal’in sözleri üzerinden cevap verdi.


Sayı 1

Sayfa 11

Onur ÖYMEN kimdir? Onur Başaran ÖYMEN… 1940 yılında Đstanbul’da doğan diplomat, politikacı. Başarılı bir kariyere sahip olan Öymen, CHP’den 2002 yılında Đstanbul, 2007 yılında da Bursa milletvekili olarak TBMM’ye girdi. Ayrıca CHP’nin Genel Başkan Yardımcılığı görevini de üstleniyor. Onur Öymen, bilge duruşuyla, Cumhuriyet anlayışını özümsemesi, dış politikadaki engin bilgisi ve diyaloga açık yapısıyla kendi kesimi haricinde birçok kesimin de takdirini kazanmış bir politikacıdır. Geçmişinde büyükelçilik, müsteşarlık gibi önemli görevlerin başında bulunmuştur. Ayrıca Öymen, Đngilizce, Đspanyolca, Fransızca ve Almanca bilmektedir. Onur Öymen’le daha önceden anlaştığımız gibi konferanstan sonra mülakatımızı gerçekleştiriyoruz. Đşte Onur Öymen mülakatı: Politika Dergisi Yazarları (PD): Đsterseniz güncelden başlayalım, Ergenekon adlı operasyon nedeniyle Đlhan Selçuk, Doğu Perinçek ve Kemal Alemdaroğlu’nun tutuklanması gündemde. Bu süreç hakkında ne düşünüyorsunuz?

Sayın Onur Öymen’in Resmi Web Sitesi www.onuroymen.com

Onur ÖYMEN: Öncelikle biz, yargıya intikal etmiş konulara yorum getirmek istemiyoruz. Yargıya güveniyoruz, sonunda yargıçların en doğru kararı vereceklerine inanıyoruz. Yalnız gözaltına alış biçimi diğer Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmayan bir biçimdir. Bunu araştırıyoruz. Savcı “Ben, gözaltına alın diye emir verdim ama sabaha karşı alın demedim” diyor. Savcının basına yansıyan sözleri doğruysa, kim bunun emrini verdi? Kolluk kuvvetleri kime bağlı? Kolluk kuvvetleri kademe kademe hükümete bağlıdır. Hükümetin emrinde olan bir kuruluş böyle bir uygulama yaptıysa ve savcılığın onayı yoksa bunun üzerinde durmak lazım. Bunun üzerine gideceğiz. Bunun dışında davanın içeriği konusunda biz yargıya güveniyoruz. PD: Gözaltına alınış biçimini Atatürkçüleri yıldırma olarak yorumlayanlar var. Onur ÖYMEN: Đşte, bunu göreceğiz. Hakikaten savcılar mı vermiş talimatı, bunun peşine düşeceğiz. Yıldırma mıdır, sindirme midir? Bunların hepsini göreceğiz. PD: Avrupa Birliği ülkeleri Orhan Pamuk, Elif Şafak’ın yargılanma sürecinde direkt tepkide bulunurken, neden bu olaylara kayıtsız kalıyor? Onur ÖYMEN: Tabii, bu da çok ciddi bir sorun. Şimdiye kadar bize demokrasi, insan hakları dersi vermeye çalışan bazı Avrupalı ve Amerikalı çevrelerin kendilerine yakın gördükleri insanlarla ilgili bir uygulama olduğunda tepki gösterdikleri, fakat bunun dışında kalanlar için tepkisiz kaldıkları görülüyor. Bu çifte standarttır. Kendilerine yakın gördükleri, himaye etmek istedikleri insanlarla ilgili en küçük bir gelişme olsa; bir dava açılsa dünyayı ayağa kaldırıyorlar. Onların destekledikleri grupların dışındaki aydınların başına daha kötüsü gelse bile hiç seslerini çıkarmıyorlar. Hatta tutuklananları “aşırı milliyetçi” olarak tanımlıyorlar. Mesela Van Üniversitesi Rektörü Aşkın gözaltına alınıyor, hiç tepki göstermiyorlar. Bu da gösteriyor ki; kendi görüşleri doğrultusunda Türkiye’yi yönlendirmektedirler ve kendi himaye ettikleri insanların menfaatlerini, haklarını korumaktadırlar. Mesela askerler hükümeti rahatsız edici bir demeç verdiklerinde, “asker siyasete karışmasın” deniyor. Asker muhalefeti eleştirdiği zaman hiç tepki yok! Bu neyi gösteriyor? Demek ki, insan hakları ve demokrasi söylemleri işin görüntüsüdür. Đşin esası farklıdır; bunlar belli bir görüşü Türkiye’ye kabul ettirebilmek için insan hakları ve demokrasiyi bir vasıta gibi kullanıyorlar. PD: Avrupa Birliği’nden devam edelim. Sarkozy Türkiye AB’yi bıraksın, Akdeniz Birliği’ne alalım diyor. Bu işin aslı nedir? Onur ÖYMEN: Sarkozy’nin Türkiye’ye bakış açısı bellidir. Türkiye’yi AB’ye üye olarak görmek istemiyor. Türkiye Asya ülkesidir, yüz milyonluk Müslüman ülkesini AB’ye alamayız, gibi beyanları var. Sarkozy sözü “Türkiye olsa olsa Akdeniz Birliği’ne girebilir” demeye getiriyor. Akdeniz Birliği de Avrupa Birliği’nden farklı bir kuruluş. Ne olacağı bile belli değil! Türkiye’yi böyle yöntemlere avutarak AB amacından saptırmaya çalışıyorlar. Bu son derece açıktır, burada oyuna gelmememiz gerekiyor.

“N.Sarkozy’ nin Türkiye’ye bakış açısı bellidir. Yüz milyonluk Müslüman ülkesini AB’ye alamayız gibi beyanları var.”


Sayfa 12

Politika Dergisi

PD: Türkiye bu tür yıldırmalara, avutmalara karşı yola devam mı etmeli, başka bir yol mu izlemeli? Onur ÖYMEN: Türkiye Avrupalı ülkelerin tutumunu doğru teşhis etmelidir. Şimdiden Avrupa Birliği ülkelerini şahsına ilişkin olarak, resmi pozisyon almaya zorlamalıdır. Türkiye bütün koşulları yerine getirirse siz bizi üye yapacak mısınız, yapmayacak mısınız? Bu sorunun cevabını bugün almak istiyoruz, diyeceğiz. Evet, alacağız; diğerlerinden de farklı muamele yapmayacağız, derlerse tavrımızı başka olur. Ne yaparsanız yapın sizi almayız derlerse tavrımız başka olur! Türkiye Avrupalı ülkelerin tutumunu doğru teşhis etmelidir. Şimdiden AB ülkelerini şahsına ilişkin olarak, resmi pozisyon almaya zorlamalıdır.

PD: Almanya’da şu an yükselen bir ırkçılık var. Siz de bu konuyla yakından ilgileniyorsunuz. Bu konudaki gelişmeler nelerdir? Hükümetin izlediği bir politika var mı? Onur ÖYMEN: Hükümet, bu konuda çok çekingen davranıyor. En son olarak, kundaklama olayında 9 vatandaşımız hayatını kaybetti. Üzerinden 2 ay geçti, hâlâ Alman makamından resmi açıklama yapılmadı. Bu olay nedir, münferit midir, bir açıklama yapılmadı. Buna mukabil Başbakan, olayla ilgili olarak kaza dedi. Başbakanın cenazeye gönderdiği Devlet Bakanı Hayati Yazıcı, yaptığı konuşmada altı kez “kaza” dedi. Hükümet, Almanların tepkisini çekmemek için böylesine ciddi bir olayı bile ört pas edilmesine aracılık ediyor. Hazin olan bu! PD: Başbakanımızın eşbaşkanı olduğunu söylediği Büyük Ortadoğu Projesi var. Bu projenin amacı nedir?

“Halkı Müslüman olan ülkelerde lâiklik yoksa demokrasi de olamaz!”

Avrupa Birliği’nin avantajı şu; tek tek ABD gibi ülkelere karşı direnç göstermek zor; ama AB çatısı altında ortak pozisyon alarak direnebilirsiniz.

Onur ÖYMEN: Amerikan Başkanı Büyük Ortadoğu Projesi’ni açıklarken, bölgeye demokrasi getireceğini ve bu yolla terörizmi önleyeceğini söyledi. Hâlbuki bu yolla demokrasi getirmeye imkân yok! Çünkü bölge ülkelerinin çoğunluğu şeriatla yönetilen ülkeler ve halkı Müslüman olan ülkelerde laiklik yoksa demokrasi de olamaz! Laiklik; kadın-erkek eşitliğini getirir, devlet idaresine günlük olarak gelişme getirir. Amerika’nın projesinde laiklik yok. Görünen, Amerika’nın gerçek amacı bölgeye demokrasi getirmek değildir. Bu bölgede etki alanını genişletmektir. Buna paralel olarak, bu bölge civarında üsler kurmak istiyor. Askeri olarak bu petrol zengini ülkeleri denetlemek istiyor. Bu tablo karşısında, BOP’u sadece bölgeye demokrasi getirmeye amaçlayan, iyi niyetli bir girişim gibi göstermek zordur. PD: Avrupa Güvenlik Stratejisi (ESS)’nin “kırılgan devlet” tanımı var. Kırılgan devlet; halkının güvenlik, sağlık, kamu yönetimi gibi temel fonksiyonlarını karşılayamayan devleti tanımlıyor. Türkiye de kırılgan devlet statüsünde gösteriliyor. Buna rağmen AB süreci olumlu mu sizce? Onur ÖYMEN: Bizde kırılgan olan devlet değil, yönetimdir. Türk Devleti, sağlam esaslara dayalı olarak kurulmuştur. 1923’de bağımsızlık ağırlıklı bir çizgide ilerlemiştir. Zamanla yönetim biçiminde bozulmalar olmuştur ve sonunda tam bağımsızlık esaslarına göre kurulan bir devlet, teslimiyetçi bir ülke olmaya doğru yönelmiştir. Sakıncalı olan budur! Şimdi bu ortamda AB üyesi olabilir miyiz? Şimdi, koşulları yerine getirsek bile üye yapmayacaklar. Üye olmak ya da olmamak gibi bir durum yok ki! Avrupa Birliği üyesi olursak ne olur? O zaman, AB’nin karar mekanizmalarına katılırsınız. Onun için isteriz. Sadece kendimiz ile ilgili değil, başka konularda da söz sahibi oluruz. Birçok karar oybirliği ile alınır, nüfusa göre temsil edildiğine göre… Avrupa Birliği’nin avantajı şu; tek tek ABD gibi ülkelere karşı direnç göstermek zor ama AB çatısı altında ortak pozisyon alarak direnebilirsiniz. Ne yapalım, Avrupa’nın kararı bu, denilebiliyor. Ticari savaşlar var, uçak üretimi ile ilgili savaşlar filan var. Avrupa Birliği’ni bir şemsiye gibi kullanabilirsiniz. AB dışında kalan ülkenin böyle bir şansı yok. En küçük bir konuda bile baskı altında kalıyorsunuz. Mesela hükümet, Bursa’da Amerikan tarım firmasının yasalara, planlara aykırı bir yatırımını engellemeyi başaramıyor. Fabrikayı 3 km öteye kur diyemiyorlar. Diyemedikleri için de bu konudaki mahkemelerin aksi yöndeki kararlarını etkisiz kılmak için beş kere yasa çıkarıyorlar. Bu neyi gösteriyor? Dış baskılara karşı dirençsiz olunduğunu gösteriyor. AB üyesi olduğunuz zaman daha dirençli olabilirsiniz. Gerçi, bu hükümetin de dirençsizliğinden de kaynaklanıyor, ama… Demek ki hükümet dış baskılara karşı kendini yeterince dirençli hissetmiyor. Avrupa Birliği’nin içinde olduğunuz zaman bu direnci gösterebilirsiniz. AB’de öyle bir mekanizma kuruldu ki; hem ülkelerin oyuna göre hem de kaç ülkenin oy verdiğine göre değerlendiriliyor olaylar. Böylelikle 1-2 büyük ülkenin iradesini diğer ülkelere kabul ettirmesini önlemiş oluyorlar. Böyle mekanizmalar var, bunun için sizi almak istemiyorlar. Mesele girersek bizi ezerler meselesi değil, sizin orda etkili olmanıza mani olmak için girmenizi engellemek. PD: Đmtiyazlı ortaklık da gündemdeydi.


Sayı 1

Sayfa 13

Onur ÖYMEN: Đkinci sınıf üye yapamazlar, tek sınıf var. Ya üye yaparsınız, ya yapmazsınız. Özel statü diye bir kavram yok. PD: Peki, Avrupa Birliği’ne girersek, diğer ülkelere mesela Avrasya’ya sırt çevirmiş olmaz mıyız? Onur ÖYMEN: Hayır, AB’ye girmek diğer ilişkilere mani değil. Đngiltere’nin, Fransa’nın, Đspanya’nın hep ilişkileri devam ediyor. Đngiltere’nin Commonwealth ülkeleri ile, Fransa’nın Fransızca Konuşan Ülkeler Topluluğu (La Communaute) ile, Đspanya’nın Latin Amerika ülkeleri ile çok yakın ilişkileri var. Bilakis hinterlandı olan ülkeler Avrupa Birliği’nde daha güçlü. Türkiye AB’ye girerse bilhassa hinterlandı olan bir ülke olarak girecek. PD: Geçtiğimiz günlerde BM Kalkınma Programı, Đnsani Kalkınma Raporu’nu yayınlandı. Bu raporda Türkiye 177 ülke arasında 84. Sırada yer aldı. Bu durum karşısında söyleyebilecekleriniz neler? Onur ÖYMEN: Son derece utanç verici bir tablo. Biz bunu defalarca söyledik. Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH), eğitim endeksi, sağlık endeksi gibi endeksleri bir arada değerlendiren bu raporda Türkiye dünyada 84. sırada yer alıyor. Bu, utanç tablosudur. Bu, Türkiye’nin çok kötü yönetildiğini gösterir. Başka izahı yoktur, bunun. Kendi kendimize istediğimiz kadar övünelim, BM insani gelişme endeksinde 84. sırada bulunan bir ülkenin övünmeye hakkı yoktur. PD: Amerika’dan bize stratejik ortak olur mu? Onur ÖYMEN: Amerika’dan stratejik ortak olamaz! Amerika’nın dünyadaki stratejik ortakları sadece Đngiltere ve Đsrail’dir. Onlara bile Süveyş meselesinde olduğu gibi ABD’nin baskı yaptığı görülebiliyor. Amerika’yla stratejik ortak olsak, bizim hayati meselelerimizde Amerika bizim karşımızda vaziyet almaz. Kıbrıs meselesi gibi, Kuzey Irak gibi, PKK’yla mücadele gibi, çuval geçirme ve buna benzer olaylarda Türkiye’ye karşı vaziyet alan ülkeden stratejik ortak olmaz. Böyle bir stratejik ortak, böyle bir müttefik olamaz! PD: Amerika’dan söz açılmışken, Amerika’nın Afganistan’a yollamak için Türkiye’den asker talebi var. Bugünlerde temsilci Türkiye’ye geldi. Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Sayın Onur ÖYMEN sorularımızı büyük bir içtenlikle yanıtladı. Ayrıca gençlere verdiği değeri bir kez daha gözler önüne serdi.

“Amerika ile stratejik ortak olsak, bizim hayati meselelerimiz de Amerika bizim karşımızda vaziyet almaz.”

Onur ÖYMEN: Evet, buna direnmek lazım. Genelkurmay Başkanlığı buna direneceğini söyledi ama Amerikalıların baskı yapacağı düşünülüyor. Orada bizim askerimiz var ama Kabil’in havaalanını korumakla görevli. Şimdi sizden istenen, gidip güneyde Kandehar’da teröristlerle çarpışmak. Hem Türkiye’nin kendine yönelik teröristlerle çarpışmasına karşı çıkacaksınız, size yönelik terörizmi bertaraf etmek için Türk askerlerini feda edeceksiniz. Bu doğru değil! PD: Kuzey Irak’tan bahsetmişken, ABD ile Türkiye kendi arasında belli bir hibe veya kredi karşılığında Kuzey Irak’a girmeme konusunda anlaşmıştı. Bunu CHP ortaya çıkarmıştı. Türkiye Kuzey Irak’a girdi ve bu anlaşmanın durumu ne oldu? Onur ÖYMEN: Bu anlaşmayı onaylayamadılar ki… Biz buna tepki gösterince onay için TBMM’ye getiremediler ve anlaşma kadük oldu, geçersiz kılındı. ABD buna rağmen geçen aya kadar Türkiye’nin askeri müdahalesine karşı çıktı. Baktılar ki, terörist saldırılar artıyor ve Türk halkında büyük bir tepki var. Çok sınırlı bir operasyon için izin verdiler. Amerika hiçbir aşamada Türkiye’nin askerî güç kullanarak Kuzey Irak’tan PKK’nın tasfiyesine izin vermemiştir. Mesele o! Türkiye’nin kendine yönelik terörist saldırıları bertaraf etmesi için gerekli askeri operasyonuna izin verilmiyor. Onur ÖYMEN Ankara’ya gitmek için yola çıkıyor ve bizde bu yoğunluğunda bize zaman ayırdığı için Sayın Onur Öymen’e çok teşekkür ediyoruz.

Değerli Politikacı Sayın Onur ÖYMEN’e bizi kırmadığı için teşekkür ediyoruz.


Sayfa 14

Politika Dergisi

Kapatılmanın Eşiğinde Yapılacaklar > Burak SIRATAŞ

Gündemi yakalamaya çalışmak bile bu ülkede insanı yorar oldu. Türban, laiklik, Sosyal Güvenlik Yasa Tasarısı derken Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AKP hakkında Anayasa Mahkemesi’nde açtığı kapatma davası gündeme bomba gibi düştü. Bülent Arınç birilerine Başsavcıyı hedef gösterir gibi “Ölüm en büyük gerçek” gibi laflar söylüyor.

Konu parti kapatma olunca “demokrasi ve hukuk” kavramlarının yine didik didik edilmesi kaçınılmaz oldu. Partisi kapatma tehlikesi ile karşı karşıya gelenler konuşmaya başladı. Demokraside parti kapatmak demokrasinin içeriğine ve tanımına uymazmış. Seçimden %47 oy alarak çıkmış ve ülkeyi yöneten bir partinin kapatılmaya çalışılması da ne oluyormuş, bu ne biçim demokrasi ne biçim hukuk anlayışıymış?

“Konu parti kapatma olunca ‘demokrasi ve hukuk’ kavramlarının yine didik didik edilmesi kaçınılmaz oldu. Partisi kapatma tehlikesi ile karşı karşıya gelenler konuşmaya başladı.”

Suç, hukukun ve hukukçunun mu, anayasayı ve laikliği sindirememiş olanların mı?

Ey sizi aymazlar; demokrasilerde hatalar yapar. %47’nin oyunu almanız sizin bundan sonra yapacaklarınızın doğru olduğunu ve size bu lüksü yaşatanların size destek vermeye devam edecekleri anlamına gelmez. Yapacaklarınızı bir kenara bırakacak olursak umarım yaptıklarınızın sizi ve bu ülkeyi nereye götürdüğüne de gözlerinizi kapatmayacaksınızdır. Oldu ki kapattınız siz de kapanırsınız değil mi? Demek ki harekete geçme zamanınız gelmiş. Vurun hukuka vurun size kapatma davası açan hukukçuya. Ya da koşun Meclise tek başınıza parti kapatmayı imkansız hale getiren hukuksal değişiklikler yapın. Yok yok bu kadar sade olamaz. Bir önceki dönemde TBMM Başkanlığı bile yapmış şu an sadece Milletvekili olan Bülent ARINÇ da çıkıp Başsavcıyı birilerine hedef gösterir gibi “Ölüm en büyük gerçek. Bunu Başsavcı da görmeli” demeli. Bu arada sakın DTP’ye kapatma davası açıldığındaki gibi “Türkiye bir hukuk devletidir. Anayasa Mahkemesi’nin en doğru kararı vereceğine inanıyoruz, herkes hukuka güvensin, müsterih olsun” şeklinde içeriğine inanmadığınız beyanatlarda bulunmayın. Bu sefer kapatma davası bize açıldı diyerek bütün partiyi ve basındaki kalemşörleriniz ile TV’lerdeki söz birliği etmişçesine aynı şeyleri söyleyen kuklalarınızı uyarmayı unutmayın. Hakaretler edin. Rejimi korumakla görevli olan Başsavcı da yargılanmalı demelisiniz. Rejimi korumakta ne oluyor ki? Biz onu değiştirmeye çalışırken bak yine o aynı kelime karşımızı çıktı demeyin. Hatırlayın az yıpratmadınız ki zaten rejimi. Yalnız böyle talihsiz bir şeyi sakın sesli dile getirmeyin kapanırsınız maazallah. Yok yok yine yetmez karşı saldırıya geçin sırf size karşı olduğunu için 80 yaşlarında oldukça aydın ve bu ülkenin daha önce çokça cefasını çekmiş Đlhan SELÇUK’u sabahı bile beklemeden üstelik yanında sürekli beraber gezdiği devletçe tahsis edilmiş korumaları varken gözaltına alın olur mu? Đftiralarla süsleyin yaptıklarınızı ama dikkat edin aciz olduğunuzu kimse anlamasın. Ey milli görüş kimliğini üzerinden atamamış, Anayasa’nın sürekli önüne gelmesinden rahatsız, laiklikten tiksinen, vatandaşı anasıyla kovan çaresizler çaresizi olduğunu bugün yaptıkları itibarıyla kanıtlayan adam. Yahu her şeyi anlattın da demokrasiyi mi anlatamadın o kurmaylarına. Ya da sen de mi bilmiyorsun (?) anlamadım ki. Demokrasinin seni başa getirdiğini ama yine o demokrasinin kendisini korumak zorunda olduğunu ve bunu beğenmediğin hukuk yasaları ve hukukçularıyla ile yapacağını öğrenmedin mi yoksa öğrenmene rağmen öğretmedin mi? Ama senin daha önemli işlerin vardı. Bunlarla uğraşırken devletin en önemli mevkii ve kadrolarına senden olanları nasıl yerleştirebilir veya seçtirebilirdin ki. En alttan en üste kadar sen varsın artık değil mi? Ama bu böyle devam etmiyor işte gördün mü? Neyse uzatmayalım. Bir gün tarih demokrasi az daha bir faşizm daha doğuruyordu yazacak. Ama o kadar ömrüm olacağını sanmıyorum. Bu ülkeyi bugünlere getiren insanlar; ne demokrasiden anlamadan ondan nasiplenmeye çalışın ne de hukuka ve hukukçulara saldırın. Oturun ve yaptıklarınız karşısında kendinizi savunma hakkıyla kaderinize razı olmasını bilin. Çünkü size hak etmediğiniz bir şey değil hak ettiğiniz verilecektir. Kendinizi savunurken ülkeyi, insanı ve ilkeleri yıpratmaktan vazgeçin. Bu arada son bir söz söylemeliyim. Bu ekonominin pabucu dama atıla atıla damdan hiç ineceğe benzemiyor. Umarım o pabuç damdan kafamıza inmez.


Sayı 1

Sayfa 15

Anayasalar > Deniz BĐLEN

Yazımıza başlarken geniş bir çerçeve çizelim önce. Çerçevenin içine yer küremizi koyalım ve bakalım dünyada neler oluyor. Bardağın dolu tarafından yazalım önce. Bilim ve teknikte inanılmaz bir ivme ile ilerleme yaşanıyor. Her gün yeni şeyler icat ediliyor. Sağlık alanında yaşanan gelişmeler, biraz iddialı olmakla beraber uzmanlara göre ortalama insan ömrünü 140 yıla çıkarabilecek kadar ilerlemiş. Kültürler arasında büyük bir kaynaşma varlığı, küresel barış adına umut verici olabilir. G-8 karşıtlığı hemen hemen dünyanın her bölgesinde var. Bu bağlamda gitgide küresel bir kardeşlikten bahsedebiliriz. Đletişim olanaklarının gelişmesinin bu kardeşliği doğurduğu ve pekiştirdiği su götürmez bir gerçektir. Gelişen iletişim imkanları, kuzeyden güneye doğudan batıya tüm dünyayı birbirine bağlıyor. Sınırların kalkmasından bahsediliyor. Bütün Avrupa kıtası aynı anayasayı kabul etmeye hazırlanıyor. Bu süreçte bazı aksamalar yaşanmaklar beraber süreç işliyor. AB üyesi her ülke öyle yada böyle ortak bir anayasada buluşacaklardır. Ortak anayasa için sorun çıkaran ülkeleri anlayışla karşılamak gerekir... Anayasa(lar), hüküm sürdükleri topraklarda tüm insanları aynı yasaya bağlı yaşamakla yükümlü kılar. Başka bir anlatımla, anayasalar insanların yaşama biçimlerine direkt olarak tesir eder. Đnsanlara bir yaşama biçimi sunar, eğer bu anayasa metinine aykırı hareket eden olursa, devlet otoritesi, yasadan aldığı güçle aykırı hareketi meşru bir şekilde bastırırcezalandırır. Anayasa denilen metin dünyanın her yerinde aynı işlevi görür. Yöneteni sınırlandırdığı gibi yönetileni de sınırlandırır. Metin bazı sınırlar çeker ve yöneten de yönetilende bu sınırlara göre hareket eder. Anayasalar ekonomik, bilimsel, sosyal ve insan hayatına ilişkin her şey (mi) düzenleme gücüne sahip meşru metinlerdir. Anayasadaki oynamalar aslında insan hayatına ilişkin oynamalardır. Geçmişten günümüze bütün yerleşik toplumların bazı yaşama kuralları olmuştur. Bu kuralları kimi zaman din elitleri koymuştur, kimi zaman kralların inisiyatifleri kimi zamanda kurucu iktidarların diktatöryel güçleri belirlemiştir. Gelelim bugüne, Türkiye’ye... 1921’den 2008’e pek çok anayasa değiştirmişiz. Ancak anayasalarımızda hep bir Kemalist ruh olmuş. En azından Atatürk’ün ilkeleri başlangıçta hep yer almış. Atatürk’ün çizdiği çerçeveden anayasa oluşturulmaya çalışılmış. Bunun anlamı içeriği değiştirilse de dayandığı temel ilkeler hep aynı olmuştur. Bugün içeriği boşaltılsa da tasarlanan cumhuriyet insanı Atatürk’ün temel ilkesinin eksininde yer almaktadır. Gençlerimiz, kavramsal anlamlarını tam olarak bilmese de “cumhuriyet” kelimesini duyduklarında aslan kesiliyorlar. “Laiklik” elden gitmesin diye uğraş veriyorlar. Gerçekten umut verici. Bu gençler Anayasa ve onun altındaki diğer yasaların uygulandığı bölgelerde yetişiyor. Burası çok önemli. Ülkemizde bazı bölgeler var ki oralarda T.C. yaslar bütünü olacak. Bundan da hiç şüpheniz olmasın. Mevcut iktidarında nasıl bir “yönetilen modeli” istediği her konuşmalarında, her açıklamalarında belli oluyor. Talep etmeyen, biat eden, kolay güdülen, sadık, dini ile bütünleşmiş, dine körü körüne bağlı, yabancı bir dilde ibadet edebilecek kadar bilinçsiz, çabuk unutan yani kısacası kolay yönetilen bir toplum aları ne yazık ki uygulanamıyor. Đstanbul’un nice semtleri vardır ki biz oralara “Đslami gettolar” deriz orada şerri kanunlar uygulanır. Büyükşehirlerimizin bir çok mahallesinde Đslami gettolar mevcuttur. Ve orada yaşananlar şeriata göre şekillenir. Şeriat yasalarının tasarladığı insanlar yetişir. Daha sonra burada yetişen gençler, üniversiteye türbanla da girmek ister, sarıkla da... Doğuda ağır bir biçimde yaşanan töre hukuku. Töreyi Anayasa delemez. Töre karşısında Anayasa da neymiş ki ? Anayasada suç sayılan faaliyetler, töreye göre suç değilse yapılır. Evet, gün gelir, anayasaya bağlı güvenlik birimleri suçu tespit eder ve suçluyu cezalandırır. Ancak uygulamada “töre” denilen kanunlar bütünü yürürlükten kalkmaz. Ve “töre”nin hüküm sürdüğü yerlerde de tabiî ki “töre”nin tasarladığı insan tipleri yetişir. Anayasa namusu bacak arasında aramaz ama “töre” öyle söylemez. Anayasa adam öldürmek her ne şart altında olursa olsun suçtur der ama “töre” öyle söylemez. Anayasalar bu kadar önemliyken, bazıları zaten kuşa çevrilmiş olan Anayasamızı bu sefer toptan değiştirme amacı içindedirler. Bu değiştirme hevesi içinde olanlar, yukarıda anlattıklarımın farkındalar. Bundan hiç şüpheniz olmasın. Yeni Anayasa bir bakıma iktidarın görmek istediği insan tipini yansıtan bir kanun isteği... Sivil Anayasa güzeldir. Ancak iktidar sahipleri tarafından yaptırılmazlarsa..

An a y a s a l a r ı m ı z d a Kemalizm’in kurucu unsur olması az veya çok hep yer almıştır.

“Yeni Anayasa bir bakıma iktidarın görmek istediği insan tipini yansıtan bir kanun isteği... Sivil Anayasa güzeldir. Ancak iktidar sahipleri tarafından yaptırılmazlarsa...”

Đslamî gettolar dediğimiz yerlerde de anayasanın değil şerri kuralların uygulandığını görebiliriz.


Sayfa 16

Politika Dergisi

Serbest Çağrışım > Onur Ümit

Psikolojide birbiri ardına; birbirini çağrıştıran kelimeleri sıralamaya "Serbest Çağrışım" denir. Đşte ben de bu yazıyı gündemdeki haber başlıklarından serbest çağrışım yapmaya ayırdım. Cumhuriyet düşmanını serbest bıraktıranlar, Cumhuriyete hizmet eden bir çınarı terörle mücadele şubelerinde 10 saat yargılamaktan utanmıyorlar.

“Gündeme bu kadar yoğun dalınca insanın Yusuf Hayaloğlu’nun unutulmaz şiirindeki dizeleri hatırlamaması mümkün değil:” “Nerden baksan tutarsızlık...”

Maliye durduk yere Karamehmet’in medyasına da el attı. Ve alıcı tabiî ki hazır!..

Doğu Perinçek tutuklandı. 24 Mart 2008 günü sabah saatlerinde Ergenekon Operasyonu kapsamında gözaltına alınmış olan Đşçi Partisi Genel Başkanı ve Türkiye sol hareketinin önemli isimlerinden Doğu Perinçek tutuklandı. Ergenekon Operasyonu terörle mücadele amacıyla yürütülen tarihimizin gördüğü en kapsamlı operasyonlardan biri fakat gözaltına alınan isimler oldukça dikkat çekici. Cumhuriyet Gazetesi'nin 82 yaşındaki köşe yazarı Đlhan Selçuk örneğinde olduğu gibi... Çok ciddi sağlık problemleri olan ve bütün yazın hayatını Cumhuriyet (burada adı geçen Cumhuriyet; gazetenin değil Türkiye'nin neredeyse Đlhan Selçuk ile yaşıt yönetim biçiminin adıdır.) için, ona hizmet ederek geçiren Selçuk; şimdi aynı rejimin bazı yasal boşluklarını istediği ölçüde kullanan AKP iktidarının hedefi haline geliyor. Cumhuriyet düşmanı Fettullah Gülen'i serbest bıraktıran AKP, Cumhuriyet'e hizmet eden 82 yıllık bir çınarı terörle mücadele şubelerinde 10 saat süresince yargılatmaktan ar duymuyor. Aynı konu başlığı için daha ilginç bir örnek ise Đlhan Selçuk'un gözaltı sürecinde hem Adalet Bakanı hem de Cumhurbaşkanı tarafından aranarak kontrol edilmesi ve bu isimlerin Selçuk'un sağlık durumu ile ilgilenmesi... Bunda ilginç olan kısım elbette ki Selçuk'un merak edilmesi değil eski Sosyal Demokrat Kültür Bakanı Ertuğrul Günay tarafından aranmamış olması. Bilindiği gibi yıllarını Doğu Perinçek'le sırt sırta geçiren Sayın Günay operasyonla ilgili en ufak bir yorumda bulunmadı. Sanırım kendisi hazırlanmakla meşguldü; çünkü Sayın Bakan 23 Mart tarihinde Ankara da düzenlenen bir film festivalinin ödül törenine katıldı. Sahneye ödülünü almak için çıkanlardan biri yılların oyuncusu ve sosyalisti aynı zamanda da Ertuğrul Günay'ın yakın dostu Tuncel Kurtiz'di. Kurtiz ödül konuşmasında bol bol devletten şikayet etti ve kurumların tutarsız politikaları yüzünden uğradığı haksızlıkları sıraladı ve bunlarla alay etti. Hatta bir Can Yücel şiiriyle sonlandırdığı konuşmasında Sayın Günay'a da birkaç ufak laf etmekten çekinmedi ve herkesin aksine sahneden inerken tam merdiven ağzında oturan Bakan'ın elini bile sıkmadı. Törenin ilerleyen saatlerinde sahneye çıkan Ertuğrul Günay ise bir Nazım Hikmet şiiri okudu ama sözgelimi kırk yıldır mezarından korkulduğu için sürgünde olan memleket şairimizin en azından mezarı ve naaş'ı için yapılması gereken son görevi yani kendisini şiirinde de vasiyet ettiği gibi "memleketinde bir ağaç altına gömülmesini" sağlamak adına en ufak bir girişimde bulunmuş değil henüz Sayın Bakan; kendisi şu an orman vasfını yitiren arazilerin satışa sunulması ve piknik tipli bakanımız Kemal Unakıtan'ın kasasını daha fazla doldurma projeleriyle fazlasıyla meşgul çünkü... Peki bütün bunlar yaşanırken medya neyle meşgul. Geçtiğimiz günlerde resmi satışı gerçekleşen ATV grubu beklenenin aksine Doğan Holding'in değil medyaya yeni el atan ve Başbakan'a yakınlığı ile bilinen Çalık Holding'in oldu. Dahası Maliye'nin durduk yere yaptığı inceleme sonucunda Digitürk ve Show TV'nin sahibi ve FORBES dergisinin yaptığı araştırmaya göre Türkiye'nin şahsi serveti en yüksek olan adamı Mehmet Emin Karamehmet'in yaklaşık 3 yıllık ve şahsi servetinin % 70'ini kapsayan bir vergi borcu olduğu ortaya çıktı ki borç eski olduğu için kısa zamanında ödenmezse Show TV ve Digiturk'ün satışı gündeme gelecek, üstelik alıcı da hazır durumda; medyaya yeni el atan ve ilk icraat olarak bir zamanların en kaliteli ve en muhalif gazetesi olan Sabah Gazetesi’ni bir iktidar yalakaları mezarlığı haline getiren Çalık Holding. Buna karşılık geçtiğimiz günlerde Vatan Gazetesi'ni de bünyesine katan ama birden bire önce Başbakan'ın sert eleştirilerine maruz kalan ardından da karşısında giderek güçlenen bir rakip bulan Doğan Holding'e bağlı yayın kuruluşları politika değiştirerek muhalefet gütmeye başladılar. Bunun ilk örneği AKP aleyhine açılan en kapsamlı kapatma davasını gündeme taşımaları ve Recep Tayyip Erdoğan'ın iktidara gelmeden önce yaptığı bütün Cumhuriyet ve laiklik karşıtı konuşmaları ve görüntüleri arşivlerden çıkartarak yayınlamaya başlamaları oldu, üstelik Đlhan Selçuk'un gözaltı süreciyle en çok ilgilenen yine bu kurumlardı.


Sayı 1

Sayfa 17

Medya'dan bahsetmişken; Osmanlı Đmparatorluğu'nun son yıllarında ortaya çıkan jurnal yani birilerini suçlama ve rapor etme rahatsızlığı; Ergenekon Operasyonu ile tekrar hortladı ve herkes birbirini Ergenekoncu olmakla suçlamaya başladı. Bunun son kurbanı; Cumhuriyet Mitinglerinin düzenleyicisi ve Kanaltürk'ün sahibi Tuncay Özkan... Özkan iktidara yakın bütün köşe yazarları tarafından hem eleştiriliyor hem de teröre destek olmakla suçlanıyor ama yine de hem kendi kanalından yaptığı yayınlarla hem de bu yazarlara karşı açtığı davalarla suçlamaların yersiz olduğunu ispatlama gücüne sahip olduğunu gösteriyor. En ilginç nokta ise Tuncay Özkan'ın bu zor durumundaki en büyük destekçisi Türkiye'nin en çok satan gazetesi ve bir Doğan Holding kuruluşu; Hürriyet... Gazetenin internet sitesinde sık sık Özkan’ın yazı ve yorumlarına yer veriliyor. Hakkında defalarca kapatma davası açılan ama ilk defa bir dava da bilerek ya da bilmeden gündeme taşınan AKP, bunu da kâra çevirmeyi bildi. Ülkenin karşı karşıya olduğu büyük ekonomik krizi ve Sosyal Güvenlik Reformu rezaletini bu kapatma davasıyla örttü ve bunu da gündemden kazımış oldu. Ama benim merak ettiğim Güneydoğu gezisinde ağzından bir saniye olsun “Demokrasi, Laiklik” laflarını düşürmeyen Başbakan temellerini attığı dine dayalı cumhuriyet hayalini nasıl gerçekleştirecek; yani bu kadar laiklikten bahsettikten sonra nasıl geriye dönüp tabanını hiç değişmediğine ikna edebilecek? Peki Başbakan il il dolaşarak kendisini savunurken Ana Muhalefet Partisi Başkanı Deniz Baykal bu durumdan faydalanarak rakibi hakkında yaptığı suçlamalar adalet tarafından dava sürecine taşınmışken; bu sürece katkı sağlayacak bir adım ya da tekrar eski gücüne dönerek Cumhuriyet’i iyileştirmek adına herhangi bir oluşumda bulunuyor mu? Cevap; Hayır… Sayın Baykal sadece Aşık Veysel’i anma gününde kürsüden şiirler okuyor. Bizlere de sadece politika ya da muhalefet konusunda değil şiir konusunda da beceriksiz olduğunu ispatlamış oluyor. Gündeme bu kadar yoğun dalınca insanın Yusuf Hayaloğlu’nun unutulmaz şiirindeki dizeleri hatırlamaması mümkün değil:

Sayın Baykal da bu süreçte Cumhuriyet adına hiçbir şey yapmıyor. Sadece Aşık Veysel’i anma gününde şiir okuyor.

“AKP ekonomik kriz ve Sosyal Güvenlik Reformu rezaletini bu

“Nerden baksan tutarsızlık

kapatma

Nerden baksan tutarsızlık

davasıyla

Nerden baksan Ahmakça…”

Bu Alana Reklam Verebilirsiniz.

ÜCRETSİZ Bu Alana Reklam Verebilmeniz İçin Ufak Bir Şartımız Var. İletişim İçin: politikadergisi@gmail.com

örttü.”


Sayfa 18

Politika Dergisi

Politika Dergisi—Abdullah ÖZER Mülakatı > Mülakatı Gerçekleştirenler: Gökhan DAĞ, Emrah ÖZDEMĐR, Deniz BĐLEN

Politika Dergisi ilk sayısı için, kamuoyuna bürokratik-kapalı bir parti izlenimi veren Cumhuriyet Halk Partisi’nin Bursa Đl Başkanlığı’na gittik. Birçoklarına göre ulaşılması güç bir parti olan CHP’nin o kadar da halka kapalı olmadığını gördük. Rahatlıkla yetkililerle görüştük ve kısa bir sürede Bursa Milletvekili Abdullah Özer’le mülakat yapma fırsatı bulduk. Đsterseniz öncelikle Milletvekilimiz Sayın Abdullah ÖZER’i tanıyalım. Abdullah ÖZER kimdir? Abdullah ÖZER, 1950 Balıkesir doğumlu Cumhuriyet Halk Partisi Bursa Milletvekili’dir. Kendisi Kıbrıs Gazisi ve bir ekonomist’tir. Ayrıca milletvekilliğinden önce CHP’nin Bursa Đl Başkanlığı görevini de yapmıştır. > CHP Bursa Milletvekili > Ekonomist ve Sanayici > Kıbrıs Gazisi > Eski CHP Bursa Đl Başkanı

Abdullah ÖZER’le uzmanlık alanı olan ekonomi üzerinden konuştuğumuz gibi Türkiye’deki gündem yoğunluğundan dolayı birçok konu üzerine de konuşma şansımız oldu. Bu gündem yoğunluğu, mülakatımızın planladığımızdan daha uzun sürmesine neden oldu. Sayın Özer, söyleşimizde klasik açıklamalar dışında gündem yaratacak birçok konuya değindi ve dikkat çekici açıklamalarda bulundu. Đşte ilk sayımız için yaptığımız Abdullah ÖZER mülakatı:

“Đthalat ve ihracatı eşit hale getirmeliyiz. Hatta ihracatı fazlalaştırırsak artı değere geçeriz. Türkiye’de bunun gerçekleştirilebilmesi için hiçbir politika üretilmiyor.”

Politika Dergisi (PD): Sayın vekilim, KĐT komisyonu üyesiniz. Buradan giriş yaparsak, KĐT’ler ve özelleştirme konusunda partinizin ve sizin tutumunuz nedir? Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz? Abdullah ÖZER: Öncelikle şunu belirteyim; biz özelleştirmelere karşı değiliz. Ancak stratejik kurumların satılmasına tamamen karşıyız. ABD’de bir petrol şirketi satılacak oldu, herkes ayağa kalktı. Keza, Türk Telekom gibi bir kurumun satılmasına da karşıyız. Avrupa’daki devlete ait telekomünikasyon şirketlerinin satılmasına bakınız. Yüzde 50’sinden fazlasını satan yok! Fazlasını satan da bizim gibi blok satış yapmıyor. Gelelim Tekel’e… Đnanın yürekler acısı!.. Hükümetin Tekel’e dört yıldan beri uyguladığı politika yüzünden, Tekel’in sigara piyasasındaki payı yüzde 70’den yüzde 30lara geriledi. Sırf ucuz fiyata özelleştirilsin diye… Çıkarılan kararnameler var: Yerli tütünden imal edilen yerli sigaralara Özel Tüketim Vergisi konmuş, yabancılara bu vergi konmamış; yabancılara imtiyaz tanınmış. Đşte, CHP olarak biz bu tip özelleştirmelere karşıyız. Bunları kamuoyuna mümkün olduğunca duyurmaya çalışıyoruz. PD: Peki, dış ticaret açığı hakkında ne düşünüyorsunuz? Abdullah ÖZER: Dış ticaret açığı geçen yıl(2007) 68 milyar dolar civarında gerçekleşti. Bu yıl 80 milyar dolar civarında olacak gibi görünüyor. 38 milyar dolar cari açık vardı. Bu, Türkiye’nin her yıl 38 milyar dolar borçlanması demektir. Yani, bu açığı kapatmak için borçlanmak mecburiyetindeyiz. Bu, izlenen politikaların neticesidir. Türkiye’de üretime değil, faiz ve tüketime dayalı bir politika yürütüldüğü için bu tip açıklarla karşı karşıya kaldık. Düşük döviz kuru, ithalatın patlamasına neden oldu. Đthalatın artması da dış ticaret açığını fazlalaştırdı. Türkiye kurtuluşu için mutlaka üretmeli. Üretip, dışarıya mal satması gerekiyor. En azından dış ticareti dengelemeliyiz. Yani ithalat ile ihracatı eşit hale getirmeliyiz. Hatta ihracatı fazlalaştırırsak artı değere geçeriz. Türkiye’de bunun gerçekleşebilmesi için hiçbir politika üretilmiyor. Bizim seçim propagandamızda yer almıştı: Sektör bazında sanayiye destek verilmeli. Önemli sektörleri seçip, o sektörlere hükümet desteği verip sektörleri dünyada söz sahibi hale getirmeliyiz. Seçilen sektörlerin ihracatını teşvik etmeliyiz. Ancak maalesef ülkemizde bu doğrultuda bir politika izlenmiyor. Sanayide ihracat yapan firmalar ya kapanıyor, ya yabancıların eline geçiyor. Neden? Çünkü üretim maliyetleri yüksek. Bugün Avrupa’da sanayiye konutların yarı fiyatına elektrik verilirken, bizde eşit fiyatla elektrik veriliyor. Doğalgazda da aynı durum söz konusu… Bütün bunlar bizim dışarıyla rekabet etmemizi önlüyor. PD: Peki, üretim yapılamıyor dediniz. Bu, sıkıntılara neden olmaz mı? Đstihdam gibi… Abdullah ÖZER: Zaten mesele o… Kalkınma hızı 2004 yılında yüzde 9,9’du, 2005 yılında


Sayı 1

Sayfa 19

yüzde 7,2’ye düştü. 2006 yılında yüzde 6’ya düştü. 2007 yılı sonu itibariyle de yüzde 3,8’e düştü. Özellikle 2007’nin son çeyreğinde yüzde 1,8’e düştü. Bu demektir ki; izlenen ekonomik politikalar Türkiye’nin kalkınmasını sağlamıyor. Kalkınma hızı periyodik bir şekilde “sıfır” a doğru geliyor. Kalkınma hızının düşmesi demek, işsizlik demektir. Nitekim hükümet rakamları çarpıtarak vermesine rağmen, son rakamlar (yüzde 9,9) işsizliğin arttığını gösteriyor. Gerçek işsizlik oranı Türkiye’de yüzde 20’dir. Đşsizliği önlemek için de mutlaka üretim!.. Üretimin dışında hiçbir şey Türkiye’nin kurtarılmasını sağlamaz. Yer altı kaynaklarımızı iyi kullanmamız gerekiyor. Onu da yabancılara peşkeş çekiyoruz. Yani, böyle devam ederse bu işin sonu çok kötü… Zaten dünyada bir ekonomik kriz yavaş yavaş kendini göstermeye başladı. Amerika’daki mortgage krizinin etkileri buraya doğru gelmeye başladı. Avrupa ve Amerikan finans dünyasında bu krizin etkisi şu an 500 milyar dolar. Bundan Türkiye de mutlaka etkilenecektir. Umarız az etkilenir ama bu ekonomik politikayla Avrupa devletlerinden çok daha fazla etkileniriz. Çünkü üretimimiz yok. Onların üretimi var, onları ayakta tutacak başka imkanları var, bizde o da yok.

Tekstil, iş—emek yoğun bir sektördür. Avrupa tekstili tamamen bıraktı. Biz istersek Avrupa’yı geçebiliriz.

PD: Sizce kalkınmak için destek verilmesi gereken sektörler hangileri? Abdullah ÖZER: Öncelikle tekstil sektöründe devlet desteği gerekiyor. Tekstil, iş-emek yoğun bir sektördür. Avrupa tekstili tamamen bıraktı. Biz istersek Avrupa’yı geçebiliriz. Mesela Đtalya tasarım konusunda çok ileri bir ülkedir. Đtalya’dan tasarımcı getirerek yeni ürünler tasarlayıp piyasaya açılırsak tekstilde ilerleyebiliriz. Bunun için AR-GE çalıştırmalarının ileri düzeyde olması gerekiyor. Takip ediyorsanız, AR-GE Kanunu TBMM’den yeni geçti. Daha uygulanmaya sokulmadı bile… Araştırma-geliştirmeye kaynak ayırmadığımız sürece, biz hiçbir sektörde başarılı olamayız. Mutlaka devlet desteği gerekli. Bilhassa tekstilde… Yeni tasarlanan ürünlerle dünyada söz sahibi olabiliriz. Bir zamanlar biz Güney Kore modeli demiştik, herkes gülüp karşı çıkmıştı. Güney Kore belli sektörlerde ihtisaslaşmış durumda. Birçok sektörde Güney Kore dünyada egemen durumda. Şu anda dış ticareti muazzam ölçüde fazla veriyor. Güney Kore kendini kurtarmış durumdadır. Ekonomisi en sağlam ülkelerden birisi oldu. PD: Peki, bu politika tarımla da bütünleştirilmeli mi? Abdullah ÖZER: Zaten tekstil sektörü büyük ölçüde tarıma dayanıyor. Yün için hayvancılığın gelişmesi gerekir. Pamuklu ürünler için pamuk yetiştirilmesine destek verilmeli. Bu iki önemli konuda tarımla iç içe… Bunların dışında tarımla ilgili daha önemli şeyler yapılabilir. Mesela dünyada bio-dizele büyük ağırlık veriliyor. Birçok ülkede pancardan bio-dizel üretiliyor. Biz de pancar üretimini kısıtladık. Neden? Sadece şeker üretiyoruz. Ayrıca yabancılar şeker, nişasta satsın diye bizim çiftçimizin ürettiği pancara kota koyduk. Öyle çarpık politikalar izleniyor ki; tamamen Türkiye’nin tarımı aleyhine, üretimi aleyhine… Neden? Avrupa Birliği ve başka güçler bu şekilde dikte ediyor. Bunu böyle yapacaksın, şunu şu şekilde yapacaksın diye… PD: Avrupa’dan söz açılmışken AB’ye girdiğimizde sanayimiz gelişecek mi, onların tarım ülkesi mi olacağız? Abdullah ÖZER: Önce ben şunu ortaya koymak istiyorum. AB’ye biz girer miyiz, giremez miyiz? Bizi kesinlikle Avrupa Birliği’ne almayacaklar. Dünyada bilhassa SSCB’nin yıkılmasından sonra sol ve sağ ideolojiler geri planda kaldı. Şimdi bütün dünyada dine dayalı bir ideoloji ön plana çıkarılmaya çalışılıyor. Türkiye’de yapılan da bu, Avrupa’da yapılan da bu… Adamlar açıkça “Avrupa Birliği Hıristiyan Birliği’dir” diyorlar. Yeni oluşumlar peşindeler. Almanya ve Fransa kafa kafaya verdi, sizi Akdeniz Birliği’ne alalım diyorlar. Akdeniz Birliği’nin amacı ne? Ne yapacak? Ortada hiçbir şey yok. Bize böyle bir şey diyorlar. Dediğim gibi, dünyada genel olarak sağ ve sol geri planda kalmaya başladı. Mutlaka sol ve sağ ön plana çıkarılmalı. Eğer dine dayalı ideolojiyi ön plana çıkarmaya çalışanlar başarılı olursa, dünyada din savaşları olur. Bu çok tehlikeli bir gidiş… Avrupa Birliği bize demokratikleşme adına her şeyi yaptırıyor. Örneğin 301. madde… Bugün birçok AB üyesi ülkede 301’e benzer yasalar var. Ama onlar sen kaldıracaksın diyor. Çünkü Türkiye’de etnisiteye, dine-mezhebe dayalı bir ayrışmacılığı yerleştirmek istiyor-

“Akdeniz Birliği’nin amacı ne, ne yapacak? Ortada hiçbir şey yok.”


Sayfa 20

“Demokrasilerde halk her zaman doğru kararı vermez. Bunu bir yere yazın! Avusturya da aşırı milliyetçi bir parti iktidar oldu. Avrupa ayağa kalktı, bu partinin iktidar olmasını engellediler.”

Politika Dergisi

lar. 301’i engel olarak görüyorlar. Sen önce kendi ülkende kaldır, sonra bana dayat! Hep böyle ikiyüzlü davranıyorlar. AKP’ye dediğimiz gibi takıyye yapıyorlar, açıkçası. Kendileri için istediklerini bizim için istemiyorlar. Bu konuda çok dikkatli olmamız gerekiyor. Avrupa Birliği’nde daha neler oluyor? 17 Aralık 2004’de Brüksel’de imzalanan protokolde ne maddeler var, akıllara zarar! Türkiye’nin bağımsızlığını, ulusal bütünlüğünü ayaklar altına alan maddeler var. Mesela maddenin birisinde diyor ki; “Fırat ve Dicle havzası AB tarafından tayin edilen bir komisyon tarafından yönetilir.” Başbakan da bunun altına imza atıyor! Bunun dışında ilerleme raporlarında bir sürü Türkiye aleyhine ifadeler kullanıldı. Onun için Türkiye çok dikkatli olmak zorunda, AB konusunda da. PD: Dini ideolojilerin ön plana çıktığını söylediniz. Türkiye’de de dini ideolojiler yükselişte olmalı ki; laiklik tehlike altında deniyor. Bu bağlamda Yargıtay Başsavcısı’nın açtığı kapatma davası var. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz. Abdullah ÖZER: Dava yargı aşamasında olduğu için bu konuda çok fazla yorum yapmak istemiyorum. Sadece şunu söyleyebilirim; Türkiye’de tek başına iktidara gelen bir partinin bu duruma düşmesi, kapatılma davası açılması çok vahim. Demek ki; söylemlerinde, uygulamalarında anayasal düzeni değiştirmeye yönelik bir takım şeyler var. Kafaların arkasında zaman zaman bunu ortaya koydukları düşünceler var demektir. Dava durup dururken açılmıyor. Mutlaka süreç takip ediliyor. Ne demişler, ne yapmışlar ona göre dosyalar hazırlanıyor. Süreci bekleyeceğiz. Şunu da ekleyeyim: Demokrasilerde halk her zaman doğru karar vermez. Bunu bir yere yazın! Avusturya’da aşırı milliyetçi bir parti iktidar oldu. Avrupa ayağa kalktı, bu partinin iktidar olmasını engellediler. Neden? Avrupa ve Avusturya’nın menfaatleri ön plana çıktı. Bu, Avusturya halkı doğru kararı vermedi demektir. Türkiye’de de aynı şey var. Seçim sonuçlarını irdelediğimiz zaman, neden böyle olduğunu çok güzel ortaya çıkarabiliriz. Seçim uzun bir mevzu… Birçok etken var. Birincisi, en önemlisi para… Seçimde kullandıkları para 20 milyar dolar. O parayla her şeyi satın aldılar. Hukuku bile satın aldılar. Bursa’da yaşadık bazı olumsuzlukları. Müracaat etmemize rağmen, hukuk harekete geçmedi. Para çok önemli bir güç!.. Bu para nerden geldi? Belediyelerde kurdukları büyük bir havuz var. Örneğin ihalelerde 10 liraysa 20 liraya ihaleye çıkardılar. Kalan parayı havuzda biriktirdiler. Yeşil sermayenin katkıları var. Suudi Arabistan’ın katkıları var. Suudi Arabistan’ın yıllardır Türkiye’nin üzerinde emeli var. Türkiye’yi Araplaştırmak… Arap kültürünün etkisi altına almak… Đslâmiyeti kullanarak Arap emperyalizminin, Arap kültürünün etkisi altına almak... Bütün amaçları bu!.. Bunun için çok para harcadılar, tarihte görülmüştür. Đşte böyle bir fırsat geçti ellerine, çok büyük destek sağlıyorlar. Diyetini de ödedik. Kral Türkiye’ye geldi, Cumhurbaşkanı ve Başbakan Kral’ın ayağına gitti. Suudi Bayrağı altında, Kral fotoğrafı önünde poz verdiler. 10 Kasım sürecinde… Parasal faktör çok önemli. Muhtarlar aracılığı ile seçmen listeleriyle oynadılar. Daha önce anketlerde “kesinlikle AK Parti’ye oy vermeyi düşünmüyorum diyen seçmenler üzerinde oyun oynadılar. Listeden çıkarttırdılar. PD: Kirli de olsa, bu bir politika değil mi? Siz buna karşılık bir şey yapmadınız mı?

S a yı n Ab d u l l a h ÖZER, TBMM’ye CHP 3. Sıradan Milletvekili Adaylığından seçilerek girdi.

Abdullah ÖZER: Literatürde böyle bir politika yok. Siyasi partiler kanunu var, seçim kanunu var. Bütün siyasi partiler harcadıkları parayı ispat etmek zorunda. Nasıl ispat edeceksin? Mahkemeye başvuruyorsun, kale almıyorlar; savsaklıyorlar. Birçok cumhuriyet başsavcısı tarikatın adamı… Böyle olursa, nasıl hukuka güvenirsin? Kanun, Seçim Kurulunun tespit ettiği billboardları siyasi partiler eşit olarak kullanır diyor. Kurulun tespit etmediği billboardları da siyasi partiler para gücünü kullanarak kullanamazlar, deniyor. Bütün tespit edilmiş veya edilmemiş billboardlar AKP afişleriyle kapladılar. Đtiraz ettik, ses çıkmadı. Bir kez daha itiraz ettik, yine ses-seda çıkmadı. Sonunda telefon ettik kurula... Nedir bu diye… Biz itirazınızı Başsavcılığa gönderiyoruz, onlar harekete geçmiyor, dediler. Çok güç şartlar altında seçim geçirdik. Para gücü yok, elde edecek gücün yok. Hukuk da onların ellerinde… Tayinlerle köşe başlarını ele geçirdiler. Tarikatları kullandılar. Ben tari-


Sayı 1

Sayfa 21

katları kullanamam ki… Benim ilkelerim var. Ben onları kullansaydım 50 kere iktidar olurdum. Benim Atatürk’ten beri uyguladığım ilkelerim var. Para hortumlayamam ben. Sadece ĐSKĐ olayı... Nurettin Sözen zamanında yaşanan ĐSKĐ skandalı… O da partiyle alakalı değildi. Onu yapan bürokrattı. Günlerce, aylarca manşetlerde kaldı bu olay. Mahkeme 1999’da sonuçlandı ve CHP 1999 seçimlerinde baraj altında kaldı. Bugün belediyelerde binlerce ĐSKĐ olayı var. Ama basın görevini yapmıyor, üzerine gitmiyor. Basın çok büyük bir güç haline geldi. Basın, şu an Türkiye’de yabancıların güdümü altında. Yabancı toplum mühendisleri var. Onlar basını yönetiyorlar. Yazılı veya görsel… PD: Peki bu çark nasıl kırılacak, bizim sormak istediğimiz bu… Abdullah ÖZER: Biz gittiğimiz her yerde anlatıyoruz. Onlara da bunları herkese anlatın diyoruz. Herkes Türkiye’nin gerçeklerini iş ortamında, arkadaş ortamında, aile ortamında anlatacak. Başka çaremiz var mı? Söyleyin, yapalım. Yok! Maalesef durum böyle. Ayrıca etnik kökeni çok iyi kullandılar. Türkiye’deki Kürt olgusunu o kadar iyi kullandılar ki… Dört buçuk yıllık iktidarları döneminde PKK ile ilgili hiç ciddi önlem almadılar. Dikkat edin, sürece. Hiçbir mücadeleleri yok. Irak’taki PKK yuvaları ile ilgili Irak hükümetine hiçbir baskıları yok. Ne yaptı daha önceki hükümetler? Biliyorsunuz, PKK kampları Suriye’de Beka Vadisi’ndeydi. Abdullah Öcalan da Suriye’deydi. O zamanki hükümet kararlı tutum sergiledi. Suriye sınırına asker yığıldı. Kampları boşaltıp, Öcalan’ı sınır dışına edeceksin, dediler. Ne oldu? Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek Türkiye’ye gelmişti. Mübarek, yolunu çevirip Suriye’ye gitti ve Türkiye çok kararlı, gereğini yap dedi. Onlar da kamplarını dışarı çıkarıp, Abdullah Öcalan’ı dışarı attılar. Bu kararlı politika sayesinde terör sıfıra indi. Meclis de bütçe görüşmeleri bittiğinde Cemil Çiçek konuşma yaptı. Aynen şunu söyledi: “Güneydoğu’ya 9 katrilyon para aktarıldı.” 9 katrilyon para ne oldu? Nereye gitti bu para? Güneydoğu’nun kalkınmasına mı gitti? Hayır. GAP’a da 5 kuruş para harcanmadı. Nereye gitti? Aşiretlere gitti. Oradaki tarikat şeyhlerine gitti. Dolaylı yoldan da PKK’ya gitti. Böyle bir ortam içinde seçime gittik. Bakın oradaki sonuçlara, oylar ya AKP’ye gitti ya bağımsızlara gitti. Yani bunu da kendilerine oy olarak döndürmesini bildiler. Ben bunu yapabilir miyim? Ben yapamam. Orada insanlar şehit olurken ben bunu yapamam. Bu hükümet etnik yapıyı seçimlerde kullanmak için daha önceki hükümetin Suriye’ye yaptığını Irak’a yapmadı. Hatta seçimden 3 ay evvel Genelkurmay Başkanı; karar alın, biz sınır ötesi harekât için hazırız dedi. Hiç açıklama bile yapmadılar. Neden? Sırf oy için, orada Türk askeri şehit olurken ses çıkarılmadı. Seçimden sonra karar alındı. Düne kadar da çok şehit verdik. Neden o zaman karar almadınız? Hatta Başbakan, 70 milyonluk bir ülkede 6-7 şehit vermek normaldir, dedi. Barzani, AKP Türkiye’de yeniden iktidar olmalıdır, dedi. Bu kadar gücün karşısında biz seçimden başarılı çıktık. Yüzde 20 oy, küçümsenecek bir oy değil. Onlar yüzde 47 aldılar ama ne şartlar altında aldıkları belli… Biz seçimde kullandıkları güçleri kullanamayız. Bizim ilkelerimize terstir. Bizim seçim beyannamemizde tarımla ilgili, sanayi ile ilgili, eğitim ile ilgili, Güneydoğu ile ilgili neler yapacağımız açıkladık. Seçim bildirgemizde ne yapacağımız vardı. Bunları halka anlatmamız gerekiyor. Bunun için de medyayı kullanmamız gerekiyor. Medya bize kapalı! O zaman bu işe gönül verenlerin çıkıp, her yerde bunları anlatması gerekiyor. Genel başkanımız Salı günleri TBMM TV’de 1 saat gerçekleri ortaya koyuyor. Onu da kaç kişi izliyor, bilmiyorum.

Ab d u l l a h Ö ZE R: “Meclis de Cemil Çiçek konuşma yaptı. Güneydoğu’ya 9 katrilyon akıtıldığını söyledi. Bu para oradaki aşiretlere, tarikat şeyhlerine gitti. Dol a yl ı yol d an PKK’ya gitti.

“Türban bizim milletimize ve Đslamiyet’e has bir giysi değil.”

Türk insanının çoğunluğu cahil ve yoksul bırakıldı. Cahil bıraktıkları insanları da istedikleri gibi yönlendirebiliyorlar. Esasında Türkiye için vahim bir durum. Türkiye hak etmediği bir yönetime sahip. Biraz evvel dediğim gibi, demokrasilerde halk doğru kararı vermeyebilir. PD: Sendikalar iş bırakma eylemi yaptılar, sosyal güvenlik yasa tasarısı ile ilgili. Bu sizin ölçütlerinize göre halkın biraz daha bilinçlenmiş olduğunu gösteriyor mu? Abdullah ÖZER: Evet, gösteriyor ama seçimlerden önce Cumhuriyet mitingleri de halkın bilinçlendiğini gösteriyordu ama seçimlerde tam tersi bir tablo çizdi. Üçüne de gittim, müthiş bir olay yaşandı. Halkın korkunç bir tepkisi vardı ama sandığa yansımadı. PD: Ama o zaman e-muhtıra süreci yaşandı. Şu an öyle bir durum yok. Sendikalarla da arası bozuldu AKP’nin… Ne düşünüyorsunuz? Abdullah ÖZER: Evet, sendikalarla da bozuldu. Ama Ordu’nun Anayasa Mahkemesi’nin kararından önce Cumhurbaşkanlığı seçimine müdahale etmesi mağduriyet rolünü oynamalarını sağladı. Bu da onlara artı oy olarak döndü. Netice’de MHP’nin tavrını yadırgadık biz. Cumhurbaşkanlığı ve türban konusunda AKP’ye açıkça destek verdiler. Türban konusuna gelelim. Türban diye bir olay yok zaten. Türban bizim milletimize ve Đslamiyet’e has bir giysi değil. Ben Đslamî olarak bilgiye sahibim. Bakmayın, CHP’liyiz, dinsiz derler bize ama ben o dindarım diyenleri bu konuda yere sererim. Ben Đmam-

Ab d u l l a h Ö ZE R: “Basın şu an Türkiye de yabancıların güdümü altında.”


Sayfa 22

“Yüzde 20 işsiz var, onlar için hiçbir şey yapılmıyor. Yabancılara her şey peşkeş çekiliyor. Ancak yüzde 1,5 için anayasa değiştiriliyor.”

Politika Dergisi

Hatip okumadım ama kendim araştırdım, okudum. Eski yazıyı da bilirim. Ama ben bunu siyasette kullanmam. Çünkü bu benim kişisel alanım. Kuran’da da yok türban. Yabancıların dikte ettiği bir kıyafet. Bilhassa Yahudilerin kıyafetidir. PD: Sizin demek istediğiniz, aslı olmayan bir simge yüzünden üniversitelerin kargaşaya sürüklendiği mi? Abdullah ÖZER: Bakın, türban yüzünden üniversitelere giremeyenlerin oranı yüzde 1,5. Yüzde 1,5 için ülkede anayasa değiştiriliyor. Yüzde 20 işsiz var, onlar için hiçbir şey yapılmıyor. Yabancılara her şey peşkeş çekiliyor. Ancak yüzde 1,5 için anayasa değiştiriliyor. Kafalarının arkasındaki düşünceyi açıkça gösteriyorlar. Şu an Türkiye’de 80 milyar dolar sıcak para var. Bu paranın Türkiye’den elde ettiği kazanca hiç vergi yok. Bir Türk vatandaşı borsaya para yatırdığında anında yüzde 10 kesinti yapılıyor. Ama yabancıya vergi yok. Düşük kur politikası ve faiz yüzünden Türkiye’den her yıl uçurulan para 35 milyar dolar. Üstelik sıfır vergi ile… Türkiye’nin sömürülmesinin en büyük göstergesi. Bundan daha büyük sömürü var mı? Birkaç milyar dolar kredi almak için bizim canımız çıkıyor, 35 milyar doları heba ediyoruz. Ama türbanla uğraşılıyor. Dünyanın en pahalı borçlanan ülkesi biziz. Yüzde 17,1 ortalama borçlanma rakamı… Yunanistan yüzde 4.4 ile, Pakistan yüzde 9,9 ile borçlanıyor, Mısır yüzde 7 ile borçlanıyor. Neden bu kadar yüksek? Yabancıların ekonomiye güveni yok. Aynen yüksek faiz veren bankalar vardı, ona benziyor. Risk alıyorlar, çünkü. Sağlam bir ekonomimiz olmadığı için bize batar ihtimali ile yüksek faizle borç veriyorlar. PD: Özelleştirme yapılıyor, yabancı sermaye geliyor. Güvenleri yok deniyor ama geliyorlar. Siz ne düşünüyorsunuz? Abdullah ÖZER: Öncelikle biz yabancı sermaye karşıtı değiliz ama gelip kazma vursunlar. Đstihdam açsınlar. Buna kapımız açık. Gelip hazıra konuyorlar, hazıra konmasınlar. Zora düşen sanayi kuruluşlarımız yabancıya satılıyor. Bu çok kötü bir durum. Düşük döviz politikası da bunların işine geliyor. PD: Bu yoğunluğunuzda vaktinizi ayırdığınız için teşekkür ederiz. Abdullah ÖZER: Gündem çok yoğun, kusura bakmayın. Daha sonra daha ayrıntılı konuşabiliriz. Teşekkür ederim. (Çıkışta il sekreteri Sayın Ali KÜÇÜKSARI, ki kendisi bu mülakatın yapılması için bize büyük bir destek vermiştir, burada öcü olmadığını söyleyin diyerek, şaka yoluyla insanları partiye çağırıyor.)

Çok Yakında Yeni Sitemizle Karşınızdayız. Değerli okuyucular, çok yakında yeni sitemizle karşınızda olacağız. Yeni sitemizin adresi:

www.politikadergisi.com


Sayı 1

Sayfa 23

Güven Ortamı > Barış TINAY

“Güven Avrupa Birliği (AB) ilişkileri üzerine konuşmak için ülkemize gelen diplomat Christopher Patten’ın “siz önce kendi aranızda güven ortamı yaratın” sözleri tartışmaların üst noktada olduğu şu günlerde bizler için fazlaca anlamlıdır. Bu sözler ne yazık ki Avrupa Birliği’nden uzaklaştığımız bir döneme denk gelmiştir. Her ne kadar AB bize karşı diğer ülkelere yaklaştığı gibi tarafsız yanaşmayıp çifte standart uygulasa da, bizim için hayati önem taşıyan bir projedir. Türkiye yapısı itibariyle iç dinamikleri çok yavaş işleyen ve çok hızlı bir şekilde kayabilen bir ülkedir. AB projesi bu dinamikleri harekete geçirip, kontrol altında tutan bir mekanizmadır. Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) ikinci dönem iktidarında laiklik tartışmalarının bu kadar ön plana çıkmasının bir sebebi de AB projesinden bir şekilde uzaklaşmış olmamızdır. Reform hareketlerinin iyice yavaşlaması, Sayın Başbakanımızın devamlı biz değil, AB kaybeder sözünü tekrar etmesi ilk dönem iktidar politikalarının bir değişikliğe uğradığının göstergesidir.

ortamının sarsıldığı bir zamanda AKP Ekonomik Christopher Patten: “Siz AB için önce kendi aranızda güven ortamı yaratın.”

Bu kadar siyasi iç çekişmenin yaşandığı bir dönemde önce AKP’nin kapatma davası, sonrasında Ergenekon olayı, AB’nin “AKP damgalı” Türkiye’nin geleceğine güvenle bakması mümkün mü? Bir Futbol takımı ekonomik olarak ne kadar başarılı olursa olsun, sportif olarak herhangi bir başarı elde edemezse taraftar tarafından başarısız bulunur ve taraftar zamanla isyan eder. Bunu devlet için düşünürsek, halk için siyasi olaylardan çok ekonomik başarı önemlidir. AKP’nin ikinci dönem iktidar olmasının en büyük sebebi seçim meydanlarında ilkel söylemlerden çok, ekonomik göstergeleri ön plana almasıdır. Fakat bu koşullarda, güven ortamının sarsıldığı bir zamanda Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ekonomik olarak istikrarını ne kadar sürdürebilir?

Đstikrarını ne kadar sürdürebilir?”

Türkiye’nin özellikle son beş yılda dış dünyanın ve özellikle finans piyasalarının gözünde itibar kazanmasında ve büyük miktarda dış kaynak çekebilmesinde önemli faktörler nelerdi?

· AB müzakere süreci · IMF stand- by anlaşmalarıyla oluşan güven ortamı · Kronik enflasyon sorunun aşılması · Siyasi olarak yıllardır özlenen istikrarın oluşması · Küresel Likitidenin oldukça büyümesi

Bugünkü olaylara baktığımızda bunlardan hangisi hala geçerliliğini korumaktadır? Dış dünyada hala devam eden likitide bolluğu haricinde geri kalan tüm faktörler ne yazık ki sarsıntıda ve ne yazık ki uzun bir zamanda tekrar sağlamlaşacak gibi gözükmüyor. Bu noktada artık herkes kendi üstüne düşen görevi yerine getirmelidir. Önce kendi içimizde güven ortamı yaratmak zorundayız. Hükümet, muhalefet, medya, sivil toplum kuruluşları bir an önce aralarındaki husumetleri asgari düzeye indirerek, sükuneti sağlamalıdırlar. Çünkü siyasi çekişmelerle kaybedecek daha fazla vaktimiz yok…

Saygılar…

AKP’nin ikinci dönem iktidar olmasının en büyük sebebi seçim meydanlarında ilkel söylemlerden çok, ekonomik göstergeleri ön plana almasıdır.


Sayfa 24

Politika Dergisi

ABD Kürt Devletini Kabul Ettiriyor > Burak ĐNAN

ABD, Irak’a işgal harekâtını başlatalı 5 yıl oluyor. Bu 5 yılı değerlendirdiğimizde, Saddam’ın devrilmesinden sonra, önümüzde duran tablo, maalesef ki pek iç açıcı değil. Neden işgal etmişti ABD ve “koalisyon güçleri” Irak’ı? Đlk akla gelen sebeplerin başında petrol geliyor; doğrudur. Saddam’ın kamucu düzeni, küresel sermayenin Irak’tan nemalanmasına pek müsaade etmiyor; doğrudur. Orta Doğu’da küresel sermayenin ve emperyalizmin dostu bir maşa gerekli.

“5 yıl öncesiyle günümüzü karşılaştırdığımızda, Kürt devletinin artık bir fiili durum olarak bütün Ortadoğu’ya dayatıldığını görüyoruz. Đşgal edilen Irak’ın başına getirilen kukla yönetimin başında bugün bir Kürt aşiret ağası, Talabani var.”

Peki ya Kürdistan’ın inşası? Emperyalizm her zaman kullandığı kartlarını, etnik ve mezhepsel bölücülük kartlarını yine kullandı. Üç parçaya ayrılmış bir Irak isteniyor, her ne kadar gerek bölge ülkelerinin, çekinerek verdiği tepkiler, gerekse ABD’li yetkililerin “toprak bütünlüğü korunmuş Irak” demeçleri gerçeği yansıtmıyor. Orta Doğu’da bir ajan devlet, Đsrail’i rahatlatacak, küresel sermayenin ve emperyalizmin dostu, bir “maşa” gerekli. Đsrail, bilindiği üzere, yapay bir devlettir. Filistin topraklarını işgal etmiş, yayılmacı ve Siyonist fikirler üzerinde kurulmuş, emperyalizmin ve zorbalığın, Orta Doğu’daki telaffuzudur. Buradaki sorunu iyi anlamak gereklidir. Sorun Đsrail’in Yahudi olması değildir, Đsrail’in emperyalist olmasıdır, küresel sermayenin, ÇUŞ’ların Orta Doğu’da egemen olma kavgasıdır. Konuyu böyle ele almadan, dinsel içerikli irdelemeler bize asla doğru yolu göstermeyecek; aksine kör karanlığa doğru daha fazla itecektir. Bugün direniş mevzilerinin bir kısmının ve şu anda güçlü görünen tek kısmının radikal Đslami örgütlenmeler tarafından geldiği açıktır. Ancak bu sonuca ulaşmayacak bir çabadır. Çünkü Şeriat isteyenler, Şeriatın tahsisi ile yükümlüdürler. Onların anti-emperyalistliği bu noktaya kadardır, nitekim Hamas’ın son operasyonlar üzerine Đsrail ile görüşme talep etmesi, bu gerçekçiliği tekrar gözümüzün önüne getirmiştir. Bu noktada Đsrail’in karşısında belli başlı Arap ülkeleri mevcuttu; bunlar pasifize olmamış ve en ciddi güç olanları Irak ve Đran’dır. Artık böyle bir Irak yok! Bölünmüş, iç savaşa sürüklenmiş, kargaşa ve katliamın hüküm sürdüğü bir Irak var; milyonlarca insanın öldüğü ve her geçen gün ölmeye devam ettiği bir Irak gerçeği… Ve taşeron Kürt aşiretleri!! 5 yıl öncesiyle günümüzü karşılaştırdığımızda, Kürt devletinin artık bir fiili durum olarak bütün Ortadoğu’ya dayatıldığını görüyoruz. Đşgal edilen Irak’ın başına getirilen kukla yönetimin başında bugün bir Kürt aşiret ağası, Talabani var. Bu Talabani geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye resmi bir ziyarette bulundu, hatırlayalım bu zamanlarda ABD’li birtakım yetkililerin ilginç açıklamaları oldu. Mesela Savunma bakanı Gates, mesela Korgeneral Ray Odierno, ne dediler : “Kuzey Irak’taki uzun vadeli çözüm askeri değil, terörist unsurlarla konuşmaya ve müzakere etmeye başlayın.” ABD’nin talimatları bu yönde, masaya oturun. Bu talepler sırasında Talabani Çankaya’da “Kürdistan” lafını telaffuz etti, PKK’nın askeri varlığını yok edemeyeceğimizi söyledi. Barzani operasyondan sonra eskisi kadar sert çıkışlar yapmıyor, ama beylerimizin arkasında ABD var, Đsrail var, ne de olsa, eski ağa şimdi “Cumhur” oldu ya, eserler de gürlerlerde. Bu kadar basit mi? Değil!

Đsrail yapay bir devletti ve şimdi Kürtleri suni olarak tüm Orta Doğu’ya dayatıyorlar.

Bunlar kurmalı saat gibidir; kuruldukları saatte öterler. Kuranlar kim onlar görmek lazım. Ve niye kuruyor? Bölgede istenen Kürt devletinin sınırları Türkiye’nin Güneydoğu ve Doğu Anadolu’nun çok büyük kısmını da içerisine alıyor; bu zaten artık sokaktaki çocuğun bile bildiği bir gerçek. Herkesin bildiğini kimden saklamaya çalışıyorlar? En işbirlikçi yönetimle, en zayıf haliyle bile Türkiye Cumhuriyeti -bakın Cumhuriyeti diyo-


Sayı 1

Sayfa 25

rum- emperyalizmin bölgedeki çıkarları için bir engel, aşılması, bertaraf edilmesi gereken bir sorun. Bu sebeptendir ki, “yeşiller, turuncular” birlik olmuşlardır ve gözünü kan bürümüş teröristlerin kuyruklarında “demokrasicilik ve özgürlükçülük” oynamaktadırlar. Türkiye Kürt devletini kabul ettiği zaman, sonun başlangıcını kabul etmiş demektir. Cumhuriyet her zamankinden fazla tehdit altında demektir. Ve beklide en acısı, dünyanın en büyük ihanetine uğruyor demektir. Tarihin görüp görebileceği en büyük ihanetlerden birine… Medya yoluyla, kimi entelektüel (!) çevrelerin yoluyla halka bu kabullenme aşılanmak isteniyor, normalleştirme tıpkı “ dincileştirmedeki” gibi durumu kanıksayan ve tepkisiz kalan halk isteniyor. ABD sizden geleceğinizi istiyor.

Sözün özü, ABD sizden geleceğinizi istiyor.

Geçmişinizi istiyor.

Geçmişinizi istiyor.

Verecek misiniz?

Verecek misiniz?

P—DVD: Zincirbozan “Zincirbozan > Mücahit ÖNDER

Kısa Özet Bir Tarih... 12 Eylül. Ve Bir Tarihin Đç Yüzü Türkiye'nin 1980 yılında içine çekildiği tuzağın hikâyesi olan Zincirbozan ile siyasi tarihimizin karanlık bir dönemi ilk kez mercek altına alınıyor! Senaryosunu Türk Basını'nın güçlü kalemlerinden Avni Özgürel'in yazdığı, yönetmenliğini genç kuşağın başarılı temsilcilerinden Atıl Đnaç'ın, görüntü yönetmenliğini Gökhan Tiryaki'nin yaptığı Zincirbozan 12 Eylül 1980 döneminin iç yüzünü tüm çarpıcılığı ve gerçekçiliği ile gözler önüne seriyor. Çok geniş bir oyuncu kadrosunun yer aldığı filmde, dönemin siyasi karakterleri olan Bülent Ecevit'i Bülent Emin Yarar, Süleyman Demirel'i Haldun Boysan, Kenan Evren'i Suavi Eren, Nazmiye Demirel'i Ayşe Tunaboylu, Rahşan Ecevit'i Suna Selen ve Turgut Özal'ı Đsmail Đncekara canlandırıyor. Filmde, ayrıca Ege Aydan, Mehmet Ali Nuroğlu, Emre Karayel, Türkü Hazer, Volga Sorgu, Ahmet Saraçoğlu, Erdem Akakçe, Ken Dakan diğer rollerde yer alıyorlar.

Derlemeci Notu: 1980 darbesi, genciyle yaşlısıyla, zengini fakiriyle, politiği apolitiğiyle tüm ulusu etkilemiş acı bir hadisedir. Zincirbozan filmi belli bir perspektife sahip olmakla birlikte olaylara mümkün olduğunca yansız bakmaya çalışıyor. Filmi izlerken yöneticilerin ne kadar çaresiz kaldıklarını, Soğuk Savaşın gerginliğindeki sağ-sol kavgasını, büyük devletlerin Türkiye üzerindeki çıkar çatışmalarını görebiliyoruz. Ayrıca basitleştirilmiş bir şekilde de olsa o çatışmaları, akan kanı, kargaşa ortamını ve askerin yaklaşan bot seslerini de yaşıyoruz filmde. 1980 öncesi dönem yaşananları alışılagelmişin ötesinde bir gerçeklik ve çarpıcılıkla anlatan film, yakın tarihimizde gençlerin bakıp ders çıkarabilecekleri başarılı bir siyasi dram örneği.

filmi belli bir perspektife sahip olmakla birlikte olaylara mümkün olduğunca yansız bakmaya çalışıyor.”

1980 öncesi dönem yaşananları alışılagelmişin ötesinde bir gerçeklik ve çarpıcılıkla anlatan film, yakın tarihimizde gençlerin bakıp ders çıkarabilecekleri başarılı bir siyasi dram örneği.


Sayfa 26

Politika Dergisi

Türkiye’nin Halk Tablosu > Diren KÖSE

“Diğer taraftan sosyal güvenlik reformuyla kendine oy veren halkının boynuna ipi geçiren bir parti profili çizdiği halde, hala şükreden; aza değil yoka bile kanaat eden bir halk görmekteyiz.”

Türkiye öyle eşsiz bir tablo ki bütün ressamların fırça darbeleriyle resmedilmiş bir hikâyeye benziyor. Henüz adı konmamış renklerin bile yer aldığı bu tabloda halk figürünü öne çıkarırsak; çoğu insanın karanlıklarda rüya gördüğünü fark edebiliriz. Dünü çabucak unutan halkımız rüyalarda gezer gibi yaşıyor bugünü ve yarını hiç düşünmüyor. Bazen de küçük bir çocuk gibi sadece söylenenlere inanıyor; kaybettiklerinin farkına varmadan yaşıyor. Yoktan var olan bir ülke bugün soyut bir toplumla ilerlemeye çalışıyor. Atatürk’ün ülkeyi emanet ettiği gençlerin torunları bugün ülke gerçeklerinden çok uzaktalar. Resme yöneten-yönetilen ilişkisi açısından bakıldığında, sürekli birbirini tekrarlayan bir döngünün var olduğu gözüküyor. Politik iktidarlar apolitik bir toplum yaratıyor ve demokrasiyi sadece seçimler üzerinden yaşayan halkımız da kendine öğretildiği gibi siyasal bilinçten uzak kararlarla birbirinin benzeri partilere oy veriyorlar. Bu yüzden halkımızı eleştirirken ilk kırılma noktasına çok dikkat etmek gerekir. 1980 öncesi halk profili daha ortaokul çağlarındayken siyasetten bahsediyordu, Aristo’nun da söylediği gibi “insan politik bir hayvandır” sözünü gerçekleştiriyordu. Ancak dünyadaki küresel ve emperyalist kasırga çok geçmeden Türkiye’yi de rüzgârına kattı. Siyasi iktidarların yönetimine ekonomik elitlerin karışması yetmemiş bir de askerin darbesiyle tadı tuzu kaçmış bir politikanın sadece ağız yakan sıcaklığı kalmıştır. Özgürlüğün kelime anlamını yitirdiği, ağızdan çıkan her sözcüğün yargılandığı sindirilmiş bir tolum kalmıştır o süreçten geriye. Kendine yurttaş tasarlayan devlet, müfredatlardaki değişimiyle, magazin kültürüyle, futboluyla, kadını aşağılayan kadın programlarıyla sürü psikolojisine sahip bir millet yaratmıştır. 1980 döneminde harcı apolitiklikle yoğrulmuş halk inşaatımız bodrum kata aydınları ve gözleri hala umudu, gerçeği görenleri kilitlemiş; üstüne ise sadece günlerde dedikodu yapan bir komşu ordusu oturtmuştur.

1980 ve sonraları halk, yönetimler tarafından magazinci ve apolitik yönde değiştirildi.

Bugün üniversite mezunlarının iş bulamadığı, özelleştirilen kurumlardan atılanların var olduğu, kayıt dışı üç kuruşa çalıştırılıp sonra kapının önüne konan ve sigortasız çalıştırılan halkımız hala yaşadığı sefaleti görmeyip, iktidarın anlattığı bir fıkra olan işsizlik azalmıştır sözüne inanabiliyor. Diğer taraftan sosyal güvenlik reformuyla kendine oy veren halkının boynuna ipi geçiren bir parti profili çizdiği halde, hala şükreden; aza değil yoka bile kanaat eden bir halk görmekteyiz.

Karanlık rüyalardayız ve buz tutmuş bir nehrin üzerinde yürüyoruz. Güneşin sıcaklığıyla buzu eriteceği günler de gelecek. Ve aydınlanacak olan politika...

Aynı zamanda yurtseverliğin ırkçılığa dönüştürülmeye çalışıldığı bir senaryoyu safça okuyabiliyoruz. Ülke politikaları Amerika Birleşik Devletleri (ABD) tarafından yönetilen iktidarın ve yancılarının kardeşi kardeşe kırdırtma propagandalarına kanmamalıyız. Her gün değişen siyasal başlıkların bulunduğu bir ülkedeyiz ama bu başlıkları sadece okuyup ne anlama geldiklerini bilmeyen, magazin kültürüyle yoğrulmuş içinde politik gerçekliğe dizilerden yer kalmamış beyinlere sahip bir toplum olduk. Ormanları yok edilip yerine termik veya nükleer santraller kurulması hedeflenen bir ülkede gönüllü kanser olmak isteyenler büyük bir hevesle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) politikalarını destekliyor. PKK sorununa çözüm yerine yıllarca ve binlerce askerimizin ölümüyle cevap veren ve hala aynı çözümsüzlükle binlerce gencin bu yersiz ve zamansız ölümlerine neden olan hükümetlerin politikalarına dur diyebilmeli halkımız. Bir Ortadoğu Đslam projesinin ülkemize aşılanmaya çalışıldığı bu dönemde; özgürlüğün, laikliğin ve cumhuriyetin ne büyük zenginlik olduğunu anlamadan dinin kafeslerine girmeye çalışıyoruz. Gerçekliğin üstünün örtüldüğü buz tutmuş bir nehrin üstünde yürüyoruz ama buzun altında hayat akmaya devam ediyor. Güneşin tüm buzu eriteceği ve karanlık rüyalardan sıçrayarak uyanacağımız bir gün de gelecek çünkü halkımızın içinde bulunduğu tablo sadece siyah ve beyazdan oluşmuyor. Sıcak renklerin ateşiyle kocaman bir yangınla halkımızı karartan iktidarları ve onların karanlık politikalarını aydınlatacağımız bir gün de gelecek elbette!


Sayı 1

Sayfa 27

Siyasi Varlığın Devamı Đçin Tanınma Şartı Mı? -2> Mücahit ÖNDER

Tanıtım sayımızda çıkan ilkyazımda “Siyasi Varlığın Devamı için Tanınma Şart mı” demiştim. Çeşitli örneklerle de devletlerin varlıklarının kendiliklerinden, kendi güçlerinden olduğunu; ufak devletçiklerin KKTC gibi uluslararası hukukta “nevi şahsına münhasır” durumlu siyasi varlıkları tanıyıp tanımamalarının reel manada iyi niyet beyanından ve büyük devletlerin çıkarlarına uygun politika izlemelerinden başka bir şey olmadığını ifade etmiştim. Tezimi 1949’da Sosyalist (ya da Komünist) lider Mao’nun kurduğu Çin Halk Cumhuriyeti’nin (ÇHC) Birleşmiş Milletler (BM) ve ABD’nin liderliğindeki batı dünyası tarafından geç tanınmasından yola çıkarak desteklemiştim. Son olarak da KKTC’nin bunca yıldır –Türkiye desteğine dayanarak da olsa- ayakta durduğunu ve kötü bir çözümün yerine Kuzey’e sağlanacak iyileştirmelerle birlikte “çözümsüzlüğün” Rum tezleri doğrultusunda bir çözümden iyi olduğunu vurgulamıştım. Her ne kadar devletlerin varlıklarını kendilerinden aldıklarını, varlıklarının öz kaynak ve politikalarına bağlı olduğu görüşümde sebat etsem de bu yazımda yaptığım bazı hataları, eksiklikleri ve üstün körü anlatımı düzeltmek istiyorum. Tanınma her şey değildir; ama çok şeydir. Bunu bugün düzenlenmesinde şahsen kayrat körsetüvüm (Kazak Lehçesi: çaba gösterdiğim), Kıbrıslı genç yazar Ayşe Kocatürk’ün (Emete Gözügüzelli) de katıldığı Bilkent Evrenkent’inde yaptığımız seminerde anladım. Türkiye, Atatürk iktidarının yäşämáğın idràk etmàktan songrä (Özbek Lehçesi: Yaşayacağını idrak etikten sonra), dünya tarafından 1930’lu yıllara kadar tanınmıştır. Türkiye her ne kadar varlığını kendi ordusuna, tabi kaynaklarına ve halkına borçluysa da diğer devletlerin tanınması olmasaydı varlığını kendi içine kapalı şekilde ne kadar sürdürebilecekti şüphelidir. 15 devletin birleşmesi/birleştirilmesi yoluyla oluşan ve kendini özgür dünya olarak niteleyen Batı’ya kapalı yaşayan Sovyetler Birliği (1917–1991) bile 70 küsur yıllık bir dönemden sonra çökmüştü. Artık herkesin kendi bacağından asıldığı dönemler kaldıysa; Sezar’ın Roma’sında, ya da Eski Yunan’da kalmıştır. Düşünün ki tüm kurumlarıyla bir devlet olsun; halkı, toprağı, bayrağı, meclisi, yargısı, polisi, bütçesi ve bilumum idari kurumu bulunsun. Bu organizma vatandaşlarına, diğer devletler onu tanımadığı için geçerli pasaport veremiyorsa; kimlik sağlayamıyorsa; öğrencileri, tüccarları, sanatçıları, sporcuları, kısacası vatandaşları dış ülkelerde haklarını müdafaa edemiyorsa işte o zaman tanınmanın ne demek olduğunu anlarsınız. Bir halk sırf milli kimliğinden ötürü sistematik olarak kırılırsa buna soykırım denir, mezalim denir, insanlıktan nasibini almamışlık denir. Bir de bu halka, siz önerilerimizi kabul edin, “Evet” deyin üzerinizdeki tecridi kaldıracağız, artık sizinde göğsünüzü gere gere gösterebileceğiniz geçerli kimlikleriniz, pasaportlarınız olacak. Artık fakirlikten kurtulacaksınız; insanlara sihirli değnekle dokunup tüm sorunlarınızı çözeceğiz vaadinde bulunup AB’nin içerisinde müreffeh bir yaşam süreceksiniz dendi. Varlıklarının teminatı, 1960 Garanti ve Đttifak Antlaşmaları’nın zemininde adada bulunan Türk askerini işgalci, Rum’u meşru mal sahibi, sizi de Türk’ten öte Kıbrıslı gösterirse bunun adına “kara mizah”, “adi propaganda”, “sinsi pazarlık” diyebilirsiniz. Verdiğiniz %65 oyluk kabulün ardından 15 gün sonra, reddeden tarafın aleyhteki tüm tehdit ve teminatlara rağmen sizi ve tüm adayı temsil ederek AB’ye girmesine Batının “ikiyüzlülüğü”, “yardakçıların satılmışlığı” ve daha nice burada kullanmayı doğru bulmadığım nadide sıfatı da sıralayabilirsiniz. Bu siz Kıbrıslıların hakkınızdır, emin olunki hakkınızdır!! Đşte sevgili okurlar tanınma bu noktada önemlidir. Bunlar olmaksızın dünya önünde boynunuz eğik duracaksınızdır. Haklı davanızda haksız duruma düşeceksiniz. Diğer devletler kendi çıkarları doğrultusunda Uluslararası Hukuk’u evirecek çevirecek, sakız yapıp sündürecek, sizin aleyhinizde kullanacaktır. Sizin üniversitelerinizi, okullarınızı kimse tanımayacak; tapularınız aleyhine (Güney ne kadar mal mülk bırakmış olmanıza bakılmaksızın ki adanın Osmanlı döneminde büyük bir kısmı vakıf toprağıydı) davalar açılacak. Spor takımlarınız, müzik gruplarınız uluslararası temsilde hak bulamayacak, Anavatanınızla özel bir maç dahi yapamayacaksınız. Ama atanızın, ninenizin katilleri; ikiyüzlü Rumların şiddetinden uzak kalacaksınız. 60’larda adada 3 devlet garantörlük yaparken onca katliam yapıldı, Türkler kantonlara sıkıştırıldı. Peki, hür dünya, insan hakları savunucuları, demokrasi havarileri, özgürlükçüler neredeydi? Söyleyeyim; tıpkı dün Karabağ’da, Darfur’da, Kenya’da,

“Türkiye her ne kadar varlığını kendi ordusuna, tabi kaynaklarına ve halkına borçluysa da diğer devletlerin tanıması olmasaydı varlığını kendi içine kapalı şekilde ne kadar sürdürebilecekti şüphelidir.”


Sayfa 28

“Böyle bir antlaşma olacağına, böyle bir tanıma olacağına, Türk’ü müdafaasız bırakacağına varsın antlaşma olmasın.”

Politika Dergisi

Kongo’da insanlık dramları yaşanırken neredelerse o gün de ordaydılar. Tıpkı açgözlü akbabalar, toplaşmış sırtlan kümesi gibi “bize de bir pay düşer mi ?” diye bakıyorlar; işlerine gelmezse de yüzlerini çeviriyorlardı. Böyle bir antlaşma olacağına, böyle bir tanıma olacağına, Türk’ü müdafaasız bırakacağına varsın antlaşma olmasın. Türkiye herkese vatandır! Rum tarafının ve destekçilerinin fikri değişmedikçe, Kuzey’in eşit haklarını kabul etmedikçe, karşı tarafın azınlık olmadığı görüşünü hazmetmedikçe; değil “Lokmacı Kapısı” , Adn’ Cenneti’nin Kapılarını bile açsanız onurlu bir antlaşma olmaz. Tanrı Türk’ü Uyuşukluktan Korusun! Saygılarımla…

Haldun ERTEM’den Seçmeler Haldun Ertem kimdir? Hemen tanıtalım. Kendisi Milliyet Gazetesi’nin değerli yazarı Melih Aşık’ın köşesinde, her gün, görüşlerini güzel nüktelerle dile getiren bir okurdur. Biz de siz değerli okurlarımıza Haldun Ertem’in o güzel nüktelerinden seçmeler sunduk. Umarız beğenirsiniz. > YÖK Başkanı Özcan, "Ben hükümetin emir eri değilim" demiş. Sıkıysa demesin…

Melih Aşık, her gün köşesinde Haldun Ertem’e yer veriyor. Haldun Ertem’de tespitleriyle okuyucuyu etkilemeyi oldukça iyi başarıyor.

> Türkiye’de şarap kültürünü yaygınlaştırmak amacıyla “Şarap Akademisi” kurulmuş. Alın size türbanın giremeyeceği bir Akademi… > Avrupa’nın en büyük cezaevi Silivri’de açılıyormuş. En büyük kütüphanesi açılacak değildi ya… > Abdullah Gül’ün, Baykal ve Bahçeli’yle yaptığı görüşmelerde memleket meseleleri konuşulmamış... O meseleler içkisiz masalarda konuşulamaz ki… > AKP’de milletvekili adayı olup kazanamayanlar çeşitli kamu kurumlarına müdür oluyormuş. Đnsanların şansı adaylıkta bile dönüyorsa bakan olunca kim bilir neler oluyordur… > Siyasi partiler demokrasinin vazgeçilmez unsurlarıdır... Ama ne var ki, bazıları iktidara gelince demokrasiden vazgeçmek istiyor… > Hasan Pulur üstadın zaman zaman yazdığı “Biz demokrasiyi severiz, ama bizim parti kazanırsa” sözünün günümüze uyarlaması: “Biz hukuka bağlıyız, ama bizim partiyi kapatmazsa.” > Şimdi de ilk ve ortaöğretim okullarında “zorunlu din dersi” tartışması başladı. Dikkat edilirse laik ülkenin siyasi gündemini sürekli dinsel konular oluşturuyor…

Derleyen Gökhan DAĞ

> Bu yıl Hacca gidecek vatandaşlarımız kura ile belirlenecekmiş Şans oyunlarına düşkün bir toplum için ilahi adalet... > Soru: Irak’taki Güneş operasyonunun en belirgin sonucu nedir? Yanıt: Ordumuzun oradan çıktıktan sonra siyasete girmesi… > Milletvekilleri aynen gaziler gibi sağlık masraflarına katkı payı ödemeyeceklermiş. Kıyak emeklilikte yara aldıkları için gazi olduklarını düşünmüşlerdir belki… > Memurlar “Eski ve Yeni” diye ikiye ayrılacakmış. Biz bunu “Bizden olanlar - Bizden olmayanlar diye anlarız...


Sayı 1

Sayfa 29

Ergenekon’da; Fehmi KORU’dan mı Đnciler, Ahmet TAŞGETĐREN’den mi ? > Bilgin TÜRK

Fehmi Koru 24 Mart 2008 tarihli köşe yazısın da yine bazı isimler verdi; Bu isimlerden biri Şener Eruygur'du. Şener Eruygur bilindiği gibi Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD) başkanıdır. 28 Şubatçı olmakla suçlanan, AKP yandaşı basın yayın kuruluşları tarafından 2004'te Jandarma Genel Komutanıyken; "Sarıkız" planıyla AKP hükümetine darbe yapacağı iddia edilmişti... Bir diğer isimlerden biri de Aytaç Yalman. Aytaç Yalman Cumhuriyet Gazetesi Vakfının yönetiminde bulunmuş bir isim, Ecevit koalisyonunda Kıvrıkoğlu'nun süresi uzayınca Genelkurmay başkanlığına gelecek isimdi. Ama Mesut Yılmaz ve Bahçeli karşı çıkınca AKP hükümetine yakın Hilmi Özkök Genelkurmay başkanı oldu. Yalman, 1998 yılında Suriye ile yaşanan krizi müteakip 20 Ekim1998 tarihinden itibaren Adana Mutabakatı gereği, Türkiye adına Türkiye-Suriye güvenlik ilişkilerini yürütmüştür. TSK Üstün Hizmet Madalyası, Üstün Cesaret Madalyası, Altın Şeref Madalyası sahibidir. Başka bir isim ise Doğu Silahçıoğlu; Doğu Silahçıoğlu da Cumhuriyet Gazetesi’nde ve Hâkimiyeti Milliye de yazarlık yapan bir isim... Refah Partili belediye başkanının görev yaptığı dönemde; Sultanbeyli'de, meydana Atatürk heykeli diktirdi. 28 Şubat sürecinin etkin isimlerinden Silahçıoğlu, Silahlı Kuvvetler Akademisi Komutanlığı'ndan Ağustos 2005'te; tümgenerallikten, emekli oldu. Fehmi Koru şimdi bu üç ismi gösteriyor, Ama bu plan yeni değil, Bunu söyleyelim... Fehmi Koru çok önceden hedef gösterilmiş kişileri,Bu sefer bir eksikle tekrardan hedef gösteriyor... 15.05.2006 tarihli aksiyon dergisi yazarlarından Ahmet Taşgetiren "Cumhuriyet'in serüveni" başlıklı yazında; "Şimdi Doğu Silahçıoğlu yanına Đlhan Selçuk'u alsın çıksın ortaya, meydan okusun, sağı - solu çağırsın, dilediği çığlığı atsın, ama yeter ki meşruiyet zemininde kalsın, nasıl bir akıbetle buluşur dersiniz? Arkasına düşen insanlar kaç mangayı doldurur ve onunla Türkiye savaşı verilir mi?

Fehmi Koru ve Taşgetiren.. Ergenekon’u onlar şekillendiriyor sanki.

“Verilen isimler Karşıdevrimcilere sorun yaratmış kişiler. Ergenekon soruşturması adı altında, Laik Cumhuriyet'i savunanların yok edilmesi, hızla devam edeceği ortada.”

12 Mart'ın Đlhan Selçuk'u ile 12 Mart'ın Süleyman Demirel'inin 35 yıl sonra aynı iklimde buluştuğu bir siyaset anaforunda Doğu Silahçıoğlu'nun ortak cephe çağrıları garip kaçmıyor. Yazı da en dikkat çeken kısım kuşkusuz ki; "12 Mart'ın Đlhan Selçuk'u ile 12 Mart'ın Süleyman Demirel'inin 35 yıl sonra aynı iklimde buluştuğu bir siyaset anaforunda". Đster istemez aklıma takılıyor. Đlhan Selçuk 12 Mart'ta gözaltına alındı, 15 Mayıs 2006 tarihli bu yazıda 12 Mart'ta bir gönderme yapılıyor. Sanki Đlhan Selçuk'un 12 Mart'ta böyle bir soruşturmadan içeri alınacağını biliniyor gibiydi... Bitmedi yazıda daha da dikkat çeken kısım; "Dindar, dinci, Đlhan Selçuk, Demirel, birliktelik... Bunlar nasıl absürt bir halita oluşturur, orası ayrı, ama Đlhan Selçuk, bir eylemi geliştirmekte kararlı olmalıydı. Sonra bir gün Cumhuriyet'te, bir başyazı yayınlandı. Önce şöyle bir felaket tablosu çiziliyordu: “2007'ye doğru Türkiye Cumhuriyeti büyük bir sınav yaşayacak ve gerilimden geçecek gibi görünüyor. Çünkü Başbakan ve Meclis Başkanı, takıyyeyi bir yana bırakarak geleceğe dönük programlarını ilan etmişlerdir.” Ardından da şöyle bir son paragraf geliyordu:

Eruygur’un Sarıkız planıyla AKP’ye darbe yapacağı iddia edilmişti.


Sayfa 30

“10 aydır bir tek iddianame hazırlanmıyor, ele avuca alınacak bir dava açılmıyor, ama

Politika Dergisi

"Bu yolda yürürlerse, Sayın Cumhurbaşkanı ister istemez Anayasal görevinin gereğini yerine getirmek zorunda kalacaktır ki; Çankaya'nın bu tutumunu 'taraf tutmak' diye nitelendirmeye çalışmak hukuk devleti mantığına aykırı davranmaktan gayrı bir içerik taşımaz." 'Sayın Cumhurbaşkanı', 'Anayasal görevi yerine getirmek' vs... Neydi bunlar? Bu ifadeleri değerlendiren Hürriyet Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök, "Cumhurbaşkanı Sezer'le çok özel ilişki kurabilmiş az sayıda gazeteciden biri" olarak nitelediği Đlhan Selçuk'un bu yazının yayınlanmasından birkaç gün önce, Sezer'le bir görüşme yaptığını yazdı. Ortaya şu soru çıkıyordu: Acaba Sezer bir şey yapmayı mı planlıyordu ve ne yapabilirdi?"

hapisler

O zamanlar Cumhurbaşkanı olan Ahmet Necdet Sezer'in hükümeti devirmeye çalışmak ve devirmeye çalışanlara yardımcı olmakla suçlanıyor... Fehmi Koru ise basında önceden "Sıra Sezer de mi?" sözlerinden ürkmüş olacak ki 10.Cumhurbaşkanımızın ismini vermekten kaçınıp;

birbirini

O yazıda adı geçen diğer isim olan Doğu Silahçıoğluyla birlikte yeni iki isim ekleyerek; Aytaç Yalman ve Şener Eruygur'u gösteriyor...

izliyor...

Verilen isimler karşı-devrimcilere sorun yaratmış kişiler, Ergenekon soruşturması adı altında Laik Cumhuriyet'i savunanların yok edilmesi hızla devam edeceği ortada;

gözaltılar ve

Sürekli yeni isimler bu soruşturma için söyleniyor…”

10 aydır bir tek iddianame hazırlanmıyor, Bir ele avuca alınacak dava açılmıyor, Ama gözaltılar ve hapisler birbirini izliyor... Sürekli yeni isimler bu soruşturma için söyleniyor... Ergenekon soruşturması, AKP'ye karşı olanları yok etmeye çalışmak olduğu Apakçık ortada değil mi?


Sayı 1

Sayfa 31

Diyanet Đşleri Başkanlığı’na Farklı Bir Bakış > Gökhan DAĞ

Geçen günlerde elime oldukça ilginç bir yayın geçti. Yayını siz değerli okuyuculara tanıtacak olursam kısaca şu bilgileri verebilirim. Yayının adı: Sivil, Şeffaf ve Demokratik Bir Diyanet Đşleri Başkanlığı Mümkün mü? Yayını Hazırlayanlar: Ruşen Çakır ve Đrfan Bozan Yayını Yayınlayan: TESEV Bu kısa bilgileri verdikten sonra, yayında ortaya konan sonuçları değerlendirmenin oldukça değişik perspektifler kazandıracağı sonucuna vardım. Kendimizce bazı konuları değerlendirmeyi uygun gördüğümü söylemiştim. Alt başlıklarla ilerlemenin daha faydalı olacağı görüşündeyim.

Sivil, Şeffaf e Demokratik Bir Diyanet Đşleri Başkanlığı Mümkün mü ?

Diyanet Nedir ve neden sadece Müslümanlık? Diyanet Türk Dil Kurumu sözlüğünde yer alan açıklamasına göre din işleri demektir. Nüfusunu %99 Müslüman kabul eden bir ülke olarak, Diyanet Đşlerini Müslümanlıkla alakalı saymak doğru bir yaklaşım olabilir; fakat diyanet eğer din işleri demek ise, bu kurumun sadece Müslümanlıkla alakalı işler yapması, Başkanının Müslüman din adamlarına özgü kıyafetler giyinmesi büyük bir tezat oluşturabilir. Bu ilginç olan ilk noktadır. Bu doğrultuda sanırız ki kurumun adını Müslümanlık işleri olarak değiştirmek, zaten anayasaya (laiklik açısından) aykırı olduğu iddiaları gündemden düşmeyen bir kurum için, açıkça anayasaya aykırılık teşkil edecektir. Kısacası Müslümanlık işleri adındaki bir kurum, anayasanın değiştirilmez hükümlerine karşı değiştirilebilirliğin bir adımı olacaktır. Camilerin Sayısı ve Cehalet TESEV Raporuna göre 2005 yılı itibariyle, Türkiye'deki camii sayısı 76.445. Bu camilerden 23.542'sinde herhangi bir görevli bulunmuyor. Diyanet Đşleri Başkanı Sayın Ali Bardakoğlu'nun bu duruma yorumu ise oldukça ilginç: "Din görevlisi olmayan camileri halk açıyor ve yoldan din görevlisine benzer bir kişiyi alıp mihraba geçiriyor. Neler anlattığını bilmiyoruz. Bu sayede birçok farklı oluşum oluyor ve sorunlarla boğuşmak durumunda kalıyoruz." Yekta Güngör Özden'in bir araştırmasına göre de Türkiye'deki camii sayısı, Türkiye hariç tüm dünyadaki camii sayısından fazla. Bense şimdi soruyorum. Çok camii açmaktansa bu camileri işlevsel noktalara kurup, kadrolu bir şekilde hizmet vermesini sağlamak daha mantıklı değil midir? Peki, kadrolu olan diyanet işleri görevlilerinin laiklikle alakaları nedir, din görevlisine benzer kişinin verdiği bilgi ile kadrolu imamın verdiği bilgiler örtüşebilir mi? Aşağıdaki başlık bize bazı fikirler veriyor gibi.

“2005 yılı itibariyle Türkiye’deki camii sayısı 76.445. Bu camilerden 23.542’sinde herhangi bir görevli bulunmuyor.”

Din Görevlilerinin Laiklik Konusundaki Görüşleri ve Genel Durum > Laiklik, din ve vicdan hürriyetinin teminatıdır, o olmadan dini yaşama imkanı yoktur (% 2.6) > Laiklik herkesin inancına saygı göstermektir, ancak ülkemizde yanlış uygulanmaktadır (%64.6) > Laiklik, hiçbir dini kabul etmemek, yani dinsizliktir. (% 22) > Laiklik din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. (% 9.3) > Cevap yok (% 4) > Diğer (% 1.3) Bu ankette adayların birden fazla şıkkı söylediğini de belirtmek yerinde olacaktır. Şimdi bu din görevlilerinin % 86.6'sı laikliğin ya dinsizlik ya da ülkemizde yanlış uygulanan bir uygulama olduğunu söylemesi oldukça ilgi çekici bir noktadır.

Diyanet Đşleri Başkanlığı’nda bulunan din görevlilerinin %22’si laikliği dinsizlik olarak görüyor.


Sayfa 32

Politika Dergisi

Bir diğer ilgi çekici nokta ise, din görevlilerinin meslektaşlarının % 34.7'sini ahlak ve bilgi yönünden eksik görmesidir. Bu yönden yeterli olarak nitelenenlerin yüzdesi 30.7'dir. Diğer kısım ise ahlak ve bilgi yönlerinden sadece birinde yoksunluk göstermektedir. Çok dikkat çekici bir istatistiği daha paylaşmak istiyorum. Din ile siyaseti ayrı gören Diyanet Đşleri çalışanı oranı sadece %20. Geri kalan kısım ise, din ile siyasetin ayrılmaması gerektiğini (%30) ve siyasetin din için yapıldığını savunmaktadır (%27.3). Diyanetin Alevilerin Taleplerine Bakışı Diyanet Đşleri Başkanı Sayın Prof. Dr. Ali Bardakoğlu: “Aleviler temsil edilire Aczimendiler de hak talep eder.”

“Evet Diyanet Đşleri Başkanlığı’nın kadro açığının kapatılması gerekir; fakat doldurulan kadrolarında, laik, ahlaklı ve bilgili kişilerden oluşturulmasına özenle dikkat edilmelidir.”

Diyanet, rapora göre Aleviliği bugüne kadar (2005) hep yok saydı. Milli mücadeleye tam destek veren Aleviler, daha sonraları Diyanet tarafından unutuldu. Şu anki Başkan Sayın Ali Bardakoğlu ise, Alevilik ve Sünnilik arası ayrımın dini olmaktan ziyade siyasi olduğunu savunmaktadır. Diyanet çevresinin ayrıca Alevilerin Cem evlerini tanımanın tekke ve zaviyeleri tanımak olacağı ve bunun inkılaplara ters düşeceğini belirttiklerini de belirtmek isteriz. Laiklik konusunda dinsizlik olarak açıklamalar yapan belli kısım çevrelerin laikliği nasıl da savunduklarına bakın (!). Ayrıca Sayın Bardakoğlu, Aleviler temsil edilirse Aczimendiler de hak talep eder demekle Alevilerin, Sünniler hak talep ederse biz de ederiz söylemlerini başka yönlere taşımaktadır. Araştırmalar Alevilerin Diyanet'te temsil önerisinin, neredeyse Diyanet'in lağvı kadar büyük ve sert tepkiler topladığını gösteriyor. Sonuç ve Öneriler Bu önemli çalışmadan, bazı kesitler sunmaya çalıştığımız yazımızda, yine bu kesitlerden bazı sonuçlar elde etmeye çalışırsak, şunlar söylenebilir: Kadro Açığı Sorunu: Evet Diyanet Đşleri Başkanlığı'nın kadro açığının kapatılması gerekir; fakat doldurulan kadrolarında, laik, ahlaklı ve bilgili kimselerden oluşturulmasına özenle dikkat edilmelidir. Yapılan camii sayısına Diyanet'in müdahale etmesi, halkın bu işle alakalı olmayan, din görevlisine benzer kişilere yönelmesini engellemek için faaliyetlere girişmesi gerekmektedir. Önemli olan çok camii ile dine yanlış yönelim değil, yeterli sayıda camii ile doğru yönelimdir. Diyanet'in Sadece Müslümanlıkla Đlgilenmesi Sorunu: Diyanet din işleri anlamına geliyorsa, Diyanet'in sadece Müslümanlara hizmet eder bir pozisyondan sıyrılması, tüm dinlere eşit mesafede durması gerekmektedir. Bu şekilde işleyiş gösteren bir kurum, işlevsel bir kurum niteliğine haiz olamaz. Diyanet Đşleri ve Alevilik: Diyanet'in Sünni-Hanefi anlayışını terk etmesi, dinlere olduğu kadar mezheplere de yakın durması gerekir. Aleviliği Aczimendilik, tekke ve zaviyelere yönelik bir mezhep kabul etmek gibi ön yargıların aşılması gerekmektedir. Aleviliğin Müslümanlığın bir yorumlanışı olduğu unutulmamalı, bu mezhep siyasi bir oluşum diye köşeye atılmamalıdır. Aleviliğin laiklikle olan bağı mutlaka hesaba katılmalıdır. Değerli okuyucular benim bu yazıda aktaracaklarım bunlardan ibaret; fakat size yararlandığım bu eseri okumanızı tavsiye ediyor, yararlı bir yazı yazdığımı umarak iyi günler diliyorum. Saygılarımla…

Not: Ruşen Çakır ve Đrfan Bozan’ın araştırmasını üstlendiği, “Sivil, Şeffaf ve Demokratik Bir Diyanet Đşleri Başkanlığı Mümkün mü?” adlı esere ulaşmak istiyorsanız, eserin tam metnini, pdf formatında http://www.tesev.org.tr/projeler/proje_rcakir_ibozan_2005.php adresinde bulabilirsiniz.


Sayı 1

Sayfa 33

Gündeme Diğer Bir Bakış > Miraç GÜMÜŞ

Cumhuriyet tarihinin en karışık zamanlarından birisini yaşayamaya başladık. Bu karışıklığın temelini anlayabilmek için aslında anlamamız ve düşünmemiz gereken ülkemiz değil, batıdır. Atatürk Modern Cumhuriyet’i inşa ederken, “onların teknolojilerini ve tekniklerini alalım” derken, bir yandan onların yanlı tarih anlayışından kurtulabilmek için Türk Tarih Kurumu’nu kurmuştur. Ama ne yazık ki, Atatürk öldükten sonra bu kurum Atatürk’ün hayal ettiği bir şekilde etkin bir şekilde bizlerin tarihini anlayıp anlatamamıştır. En eskilere gidelim: Bizde tarih anlatıcılığı, ne kadar efsanelerle, doğaüstü olaylar ve mitlerle karışsa da, belirli bir resmi tarih tezi taşımaz ve belirli kişileri övmezdi. Bizim tarih anlayışımız, geçmişte olan olayları anlatıp, aynı şeylerin başımıza gelmemesi için niçin bir arada olmamız gerektiğini genç nesillere anlatmak için kullanılan bir araçtı ve içinde yaptığımız hataları da barındırırdı. Halbuki, Avrupa da (Batı Avrupa ve Katolik dünyasında) tarih bizzat papazlar ve hükümdarlar tarafından yazılmaktadır. Bunu Marks, “hakim güç, hakim kültürü yönlendirir” diye özetler. Özellikle Katolik kilisesi etkisi altındaki Avrupalılar için, tarih kendi resmi tarih tezleri için kullanılabilecek bir araçtır, değiştirilebilir ve değiştirilir. Bu onların hakim din görüşünün de etkisinde olan bir şeydir, çünkü onlar asla tehlikenin kendi içlerinden geldiğini kabul etmezler, onlara göre şeytan hep dışarıdadır. Bütün kötülüğün kaynağı odur ve kendilerinden olmayan her şey ona tabiidir. O yüzden tarih tezleri de “heretik” avına dönüşür. Bu görüş törpülense de modern felsefe yazımına bile geçmiştir. O yüzden tarihe inanmazlar. Eğer Hegel olmasaydı tarihi bir bilim olarak bile kabul etmeyeceklerdi. Ama bu büyük gelecek kurgusuna ve açık görüşlülüğüne rağmen Hegel bile bir Avrupalı bilinçaltını taşıyordu. En kısa tanımla, iyi vardır, kötü vardır, ikisi kavga eder ve birisi kazanır, yani bir tez vardır, bir antitez vardır, tez antiteze düşmandır ve bu ikisinin kavgasını kazanan kişi de sentezi oluşturur. Hegel’in öğrencisi Marks, aynı mantığı daha da keskinleştirmiştir. Ona göre, emekçi ve kapitalist birbirine düşmandır. Birbirine benzemez, birbirinin tam zıttıdır. Sentez de yine, siyah ve beyazdır, gri değildir. Marks’ın bu tarih tezi, yaşadığı vahşi kapitalizm döneminde ve Avrupa şartlarında kesinlikle doğrudur. Çünkü işçiler ve emekçiler en kötü şartlarda günde saatlerce çalıştırılmışlardır. Belki bir köleden bile daha kötü şartlarda çalıştırılmışlardır. Aynı şartlarda o dönemki Ortadoğu’ya ve Osmanlı’ya bakalım. O dönemde, Osmanlı’da ve Orta Doğuda Avrupa da olduğu kadar büyük bir kapital birikimi ve vahşice çalışma ortamı oluşturulmamıştır. Modernleşme hareketlerinin olduğu dönemde bile, modernleştirilmek istenen topraklara gönderilen insanlar kendi ceplerinden paralarını harcamışlardır. Peygamberin “amelenin (işçinin) teri kurumadan karşılığını veriniz, yediğiniz yemekten yediriniz ve giydiğiniz giysiden giydiriniz” anlayışı kimi dönemlerde iyi bir şekilde kimi dönemlerde az bile olsa uygulanmaya çalışılmıştır. Yani kültür gereği vahşi kapitalizm Osmanlı’da olamazdı ve olmadı. Ermeni, Müslüman, Yahudi, aynı topraklarda yaşadı. Birbirlerinin bayramlarını kutladı. Yaptıkları bir tas çorbanın bir kabını komşularıyla paylaştı. Görüşleri ve çıkarları ne kadar farklı olsa da, tez ve antitez olmadılar. Ta ki büyük güçler kendi çıkarları için bunları o hale getirene kadar. Tarihin geri kalan kısmını reddedip, Osmanlı’nın sadece Đttihat ve Terakki ve sonraki dönemini göz önüne alırsak belki, Hegel’in ve Marks’ın öngördüğü şekilde bir tarihi kanıtlamış olabiliriz. Tabii ki ayrıntıya girmezsek. Avrupa’nın yönetim kurallarında, tarih kitaplarında geçtikleri şekilde, güç sahibi ya da Machiavelli’nin dediği gibi Prens devlet adına iyinin ve kötünün üzerinde her şeyi yapabilir. Bu Leviathancı görüşte de, hatta hatta Marksist Devlet Kuramı’nda bile etkileri görünen bir şeydir. Bizde ise, “büyüklenme sultanım, senden büyük Allah var” görüşü hakimdir. Bizler sıkıntılı zamanlar atlatsak da, asla Avrupa ile çıkarımız için, resmi tarih tezimizi kanıtlamak için soykırımlar yapmamışızdır. Bu düşünceden yola çıkarsak, eğer Türk Tarih Kurumu görevini yerine getirseydi, biz doğulu gibi yaşayıp, batılı gibi düşünen insanlar haline gelmeyecektik. Şu an yaşanılan şey, Avrupalı bir prensin başa geçtiği zaman yapacağı şeylerin aynısıdır. Şu anda yapmakta oldukları şey, yıllarca aynı topraklarda yaşamış, yaptıkları çorbaları birbiriyle paylaşmış ve bayramlarını beraber kutlamış insanları taraf haline getirip, birbirine kırdırmaya çalış-

Marks’ın “hakim güç, hakim kültürü yönlendirir” şeklindeki tarih tezi yaşadığı çağ ve Avrupa için kesinlikle doğrudur.

“Yani kültür gereği vahşi kapitalizm Osmanlı’da olamazdı ve olmadı. Ermeni, Müslüman, Yahudi aynı topraklarda yaşadı. Birbirlerinin bayramlarını kutladı. Yaptıkları bir tas çorbanın bir kabını komşularıyla paylaştı.”

Bizde ‘büyüklenme sultanım, senden büyük Allah var.’ görüşü hakimdir.


Sayfa 34

Politika Dergisi

mak ve kendi resmi tarih tezlerini yazmaktır. Bir taraf emperyalist ülkelerin karşıtı olacağım diyerek, söylemlerinin ana merkezini başörtüsüne karşı çıkarak göstermeye çalışmış ve işin dozunu kaçırarak, işi inanç düşmanlığına kadar götürmüşlerdir. Diğer taraf da, yaşadığımız tarihi, kültürü ve inancı hiçe sayarak, aynı bir Avrupalı gibi, düşmanı dışarıda görmüş kendilerini kör eden tarih tezlerini oluşturmak için, inancı, tarihi ve devletin belirli güçlerini kendilerine tapulamaya kalkmışlardır.

Toplumun değerlerini çatıştırmayan rahmetli Attilâ Đlhan gibi insanların bu toplumda seslerinin çıkması gerekiyor.

“Artık birbirimizden nefret etmeye, küçücük çıkarlar için kamplaşmaya, … bir safta yer almaya son vermek gerekir. Yoksa ne istiklal olacak ne de

Açık açık söylemeliyim ki, toplumun çok büyük bir kısmı, iki gruptan da değildir. Bu ülke hem inançlı hem vatanını seven insanların çoğunlukta yaşadığı bir ülkedir. Yıllardır süren bu kamplaşma, insanları yanlış bilgilendirme (disinformation), cahilleştirme, resmi tarih tezi oluşturma yöntemleriyle ne doğulu ne batılı hale getirilmemize rağmen böyledir. Đnançlı insanlar, inançlı olduklarını söyleyememekte, vatansever insanlar vatanseverliklerini dile getirememeye başlamaktadırlar. Çünkü bunları söylerlerse, belirli kamplar ya da düşünce gruplarının içine dahil edilmiş olacaklardır ve bu insanların bu taraflarda sevmedikleri noktalar ve görüşler vardır. Bu yüzden, son günlerde olan olaylar, çok şaşırtıcı ve üzücüdür. Arkadan yürütülen bir çeşit güç ve denge savaşının son halkasıdır. Avrupalı ülkelerin çıkarları için, oluşturdukları istihbarat örgütlerinin yaptığı işlerin belirli insanların üzerine yıkılma çabasıdır. Burada direk olarak söylemek istiyorum ki, Cumhuriyet Gazetesi Baş Yazarı’nın bu şekilde göz altına alınması, bu tez ve antitez kavgasının tam karşılığıdır. Söylediği şeylerin büyük bir kısmı doğru olsa da, söylem şekilleri ve aldıkları tavır, onları bir taraf haline getirmiştir. Karşı taraf da AKP’nin yöneticileri olmuştur. Bu savaşta en olmaması gereken, hep tarih boyunca olduğu gibi, geçmişteki ve bugünkü tehlikeleri anlatmaya çalışan ve halkın büyük çoğunluğunu temsil eden insanların başına kötü bir şey gelmesidir. Ne olursa olsun, bu ülkede, Nihat Genç, Yaşar Nuri Öztürk, rahmetli Attila Đlhan ve Cemal Kutay gibi insanların susturulmaması gerekir. Çünkü toplumumuzun kalbini bunlar yansıtmaktadır. Bunlar susturulursa, Türk toplumuna ait hiçbir şey kalmayacaktır. Çünkü, günümüz dünyasını, ne bir Avrupalı gibi, ne de 1945’ten sonrasında yazılan yeni resmi tarih tezine göre yorumlamaktadırlar. Batıyı da doğuyu da bilerek, düşünerek, anlayarak, özümseyerek anlatan insanlara ihtiyacımız her şeyden daha fazladır. Kavga etmeden sentez oluşturabiliriz. Kavgamız kendimizle değil, 1919’da Atatürk’ün savaştığı, düşünce ve ideolojilerle olmalıdır. Yani müstemlekecilerle olmalıdır. Artık birbirimizden nefret etmeye, küçücük çıkarlar için kamplaşmaya, gruplaşmaya, takım tutar gibi okumadan, düşünmeden ve araştırmadan bir safta yer almaya son vermek gerekir. Yoksa ne istiklal olacak ne de ölüm...

ölüm…”

Đlkellik mi, Hukuk Mu? > Cihat ERCOŞKUN

Her şeyden önce belirtmek gerekir ki; halkın, rejimi ve devrimleri özümseyip özümsemediği üzerinden geliştirilecek bir tartışmanın bizi götüreceği yer, çok bilinmeyenli ve çözümsüz bir denklem olacaktır. Zira, bu tespiti yapabilmek için elimizde yeteri kadar veri bulunmamaktadır.

Halkın, rejimi ve devrimleri özümseyip özümsemediği üzerinden geliştirilecek bir tartışmanın bizi götüreceği yer, çok bilinmeyenli ve çözümsüz bir denklem olacaktır. Zira, bu tespiti yapabilmek için elimizde yeteri kadar veri bulunmamaktadır.

AKP isimli partinin aldığı oy oranının bu benimseyiş ya da özümseyiş ile ilgili bize bir bilgi verdiği savlanabilirse de, daha önceki seçimde bu partinin aldığı oy oranı da, bu partinin öncelleri olan MNP, MSP, Refah, Fazilet türünden partilerin aldıkları oy oranları da bellidir. Bu anlamda AKP'nin son seçimde aldığı %46.6'lık oy oranı ve bu oyların sisteme ve rejime yönelik bir "kabul" yahut "ret" oyu olarak görülmesinin hem mantıksal olarak doğru bir çıkarım olmadığını, hem de uluslararası konjonktürde yükselen muhafazakarlık ile bir arada düşünüldüğünde çok da anormal bir veri olmadığını görmek gerekir diye düşünüyorum. Aksi halde son beş yıllık süreç içerisinde %34'ten %46,6'ya çıkan oy düşünüldüğünde, neredeyse %13'lük bir halk kesiminin rejime muhalif hale geldiğini düşünmek gerekecektir ki; bu durumun da açılan kapatma davası için en geçerli delili oluşturacağı muhakkaktır. Zira bu durumda; "iktidardaki parti yaklaşık beş yıllık icraatıyla halkı, kendisini iktidar yapan rejime düşman hale getirmiştir" şeklinde ilginç bir sonuca ulaşmak gerekecektir ki; biz ne halkımıza ne de adı geçen siyasi partiye bu tür bir haksızlık yapılmaması gerektiği düşüncesindeyiz. Netice olarak bu yüzde kırk yedi oy "rejime muhalif misiniz?", "rejimi özümseyebildiniz


Sayı 1

Sayfa 35

mi?" sorularının cevabı değildir. Aksine "hali hazır rejime uyacağı konusunda güvence vermiş bir siyasi parti olan AKP’ye" verilen oylardır. Üstelik AKP yöneticileri halkı ikna edebilmek için onlarca değil yüzlerce defa "değiştik" diyerek halka güvence verdikleri gibi mevcut anayasaya bağlı kalacakları konusunda da "namusları ve şerefleri "üzerine yemin de etmişlerdir. Öyleyse halkın verdiği oya başkaca anlamlar yüklemek kimsenin haddi olmamalıdır. Peki bu verilere dayanamıyorsak dahi halkın devrimleri ve rejimi özümseyip özümsemediği konusunda hiçbir şey söyleyemez miyiz? Elbette ki, bu konu ile ilgili, halk olarak söyleyecek çok şeyimiz vardır ve olacaktır. Hatta olmalıdır da... Ancak haklı çıkmak uğruna elimizdeki verilere olmadık anlamlar yüklemenin etik bir davranış olmadığını, olamayacağını da dile getirelim. Bence halkın devrimleri ve rejimi özümsemesi konusunda son iki yıl içerisinde halkın kimi konularda geliştirdiği refleksif tepkiler önemli yol göstericiler, ipuçlarıdır (cumhuriyet mitingleri, şehit cenazeleri, kimi aydınların gözaltı süreçlerindeki tepkisel eylemler vs.). Ancak benim bu konudaki kişisel görüşüm bir yana, 1982 anayasasının, yapılan halk oylaması ile %92 oy ile kabul edildiği gerçekliğini hatırlatmakta yarar görüyorum. Her ne kadar yapılan halk oylamasının pek de demokratik bir şekilde yapılmadığını biliyor olsak da, % 8'lik bir kesim bu anayasaya "hayır" diyebildiyse söyleyecek çok şey de olmadığını düşünmek zorunda kalıyoruz (bunu, ilgili anayasa ile ilgili kendi şikayetlerimiz ve sorunlarımız açısından bakarak, söylemek zorunda kaldığımız için buraya yazıyoruz. bu metnin yazarı da mevcut anayasadan memnun değildir ancak herkes gibi onunla bağlıdır.).

(…) Halkın verdiği oya başkaca anlamlar yüklemek kimsenin haddi olmamalıdır.

“Özetle anayasalar,

Özetle anayasalar, Rousseau'nun da belirttiği şekilde, özde birer "toplumsal sözleşme"dir. Bizim toplumsal sözleşmemiz de bellidir.

Rousseau’nun

Bu toplumsal sözleşmeyi değiştirmek, tamamen yenisini yapmak gibi seçeneklerimiz vardır ve bunun yolu da hukuk düzenimizde, evrensel hukukun kuralları içerisinde ve tarihsel deneyimlerimizde mevcuttur; ama toplumun % 47'sine dayanarak tüm topluma ait olan ortak sözleşmeyi tek başınıza değiştiremezsiniz. En kaba söyleyişle, hukuk değilse bile geriye kalan % 53 size karşı koyar. Bunda da anlaşılmayacak herhangi bir yan yoktur.

da belirttiği

Önemli olan, toplumun bir sürelik yönetimine talip olanların, bu yetki ile yola çıkıp yetkisini aşacak şekilde ve devletin kuruluş felsefesine aykırı olarak ellerindeki gücü, anti demokratik ve hukuk dışı yollarla kullanma eğilimleri söz konusu olduğunda, buna hakları olmadığını onlara hatırlatabilecek hukuki mekanizmaların var olup olmadığıdır. Ve ne mutlu ki; bu mekanizma vardır ve şu an işlemektedir. Bu bağlamda asıl üzerinde durulması gereken; toplumumuzun tüm bireylerinin, öncelikle "hukukun üstünlüğü"ne inanmalarıdır. Đnanmayanlara da bu ilke öğretilmeli ve inanmaları sağlanmalıdır. Aksi taktirde, istenirse %90 oy alınsın, mevcut iktidarın hali hazır yönetim yöntemlerini demokratik olarak nitelemek mümkün değildir ve bu gidişle de ol(a)mayacaktır. O cenahtan bir büyüğümüzün söylemine öykünerek şöyle soruyoruz: bu öğretim süreci tatlı mı olacaktır?.. Biz tatlı olmasından yani demokrasi içindeki çözümlerden yanayız. O nedenle mevcut kapatma davasının açılmış olması sistemin işlerliği açısından çok önemlidir. Hakkında dava açılan partinin kendisini savunabilmesinin tüm yolları açıktır. Kendilerini, hukuk içinde kalarak savunmalarını hazırlamaya ve haklarında oluşan şüphe ve iddiaları boşa çıkarmaya davet ediyoruz. Edemedikleri takdirde ise kapatılma kararının sonuçlarına katlanmaktan başka bir yol yoktur ve dahi olmamalıdır! Unutulmamalıdır ki; hukukun kestiği parmak acımaz!

Sizinde Politika Dergisi’nde yazılarınız yayınlansın istiyorsanız bize e-posta ile yazılarınızı ulaştırın.

politikadergisi@gmail.com

şekilde, özde birer ‘toplumsal sözleşme’ dir. Bizim toplumsal sözleşmemiz ise bellidir.


Sayfa 35

Politika Dergisi

P—Müzik: The Clash > Can Ozan KARAKULAK

Kim ne derse desin, politik ve aktivist gruplarından bahsederken akla ilk gelen, ünlü Đngiliz Punk Rock grubu The Clash’tir.

Kim ne derse desin, politik ve aktivist gruplardan bahsederken akla ilk gelen, ünlü Đngiliz Punk Rock grubu The Clash’tir. The Clash Ankara doğumlu Joe Strummer, gitarist Mick Jones ve Paul Simonon tarafından kuruldu. 1976-1977 yılında bir saman alevi gibi parlayıp sönen punk rock akımının içerisinden çıkan The Clash, gençlere müzik yolu ile politikayı sevdiren belki de ilk gruptur. 1970’lerin Đngiltere’sindeki ekonomik buhran, işsizlik ve hayal kırıklığından doğan yıkıcı, sert, toplum değerleri ile kafa bulan nihilist punk gruplarının aksine The Clash, her şeyin sona erdiği dipsiz bir çukurdan ziyade insanlara, karanlık tünelin ucundaki ışığı gösteriyordu. Politik ve umut vaat eden grup solcu bir söyleme sahiptir. Grubun ismi The Clash yani “Çatışma”, Marx’ın Sınıf Çatışmasına gönderme yapıyordu. Çoğu zaman şarkı sözleri ve tavırları ile Đngiliz Aristokrasisini ve Kraliyeti yerin dibine sokuyor, sistemi acımasızca eleştiryor, Spanish Bombs (ispanyol bombaları) ile Đspanyol iç Savaşı’ndan dem vuruyor, Career Opportunities ( Kariyer Fırsatları) ile işsizliğe ve devletin sunduğu berbat iş olanaklarına sövüyor, Complete Control ile müzik şirketlerine giydiriyor, London’s Burning (Londra Yanıyor) ile sıkıcı şehir hayatından bahsediyor, Lost in The Supermarket’te (Süpermarket’te Kayıp) ne kadar harcama yaparsan o kadar azalacağını söylüyor, I’m so bored with The USA (Amerika’dan çok sıkıldım) ile Amerika Birleşik Devletleri ile kafa buluyordu.

ile politikayı

Đlk Single’ları White Riot belki de punk rock tarihinin en önemli şarkılarından biridir. Daha sonra punk rock özelliği taşıyan The Clash ve Give ‘em Enough Rope geldi. 1979’da çıkan London Calling ise hem punk hem de rock tarihi açısından bir dönüm noktasıdır. Bu albüm daha çok pop rock özelliği taşırken, tarihin en önemli rock’n roll albümlerinden biri olarak gösterilmektedir. Değişik müzik türlerini bir araya getirmekten hoşlanan The Clash daha sonra punk rock, reggae, rock’n roll ve ska etkilenimli Sandinista!’yı çıkardı. Bu albümle Nikaragua’daki Sandinista hareketine de selam gönderen Strummer ve yol arkadaşları, Combat Rock ile daha basit bir müziğe yönelirken albümden çıkan “Shoul I Stay or Should I Go” ve “Rock The Casbah” ortalığı sallıyordu. Bu albüm ile beraber ayrışmalar başlar ve 1985 yılında Cut the Crap albümü ile deneyselliğin son noktasına varıp!, bir disco albümü yapan grup 1986’da dağılır. The Clash hala pek çok insan ve müzisyen için bir ilham kaynağı olmaya devam ediyor.

sevdiren

Şimdi de siz Politika Dergisi okuyucularına Amerika için 24 ayar niteliğinde bir The Clash şarkısını armağan etmeyi bir borç biliyorum.

“The Clash, gençlere müzik yolu

belki de ilk gruptur.”

Amerika’dan Çok Sıkıldım Yanki Askeri Uyuşturucu çekmek ister Aradığını Kamboçya’da bulur Ama bir paket almaya gücü yetmez Yanki Doları konuşur Dünya’nın diktatörleri için Aslında emirler verir Ve bir kelimesine bile uymamaya güçleri yetmez Amerika’dan çok sıkıldım Ama ne yapabilirim ki? (Nakarat)

The Clash, yani çatışma Marx’ın Sınıf Çatışması fikrine gönderme yapıyordu.

Yanki Dedektifleri Sürekli Televizyondadır Çünkü Amerika’da katiller Haftanın yedi günü mesaiye kalır Yıldızları ve çizgileri boş verin Haydi, Watergate kayıt bantlarını basalım Yeni akımı selamlarım Ve umarım hiç kimse kaçmaz (Nakarat)


http://politikadergisi.blogspot.com — politikadergisi@gmail.com

Gençliğe Hitabe Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Teşekkürler… >YeniÇağ Gazetesi Yazarı, Sayın Arslan Bulut’a >Değerli Yazar, Sayın Emete Gözgüzelli’ye >Değerli Eğitimci, Yorum Farkı Programı Sunucusu ve Yazar Sayın Emre Kongar’a

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

>Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e >Ayrıca Sayın Onur ÖYMEN ve Sayın Abdullah ÖZER mülakatları için bize desteğini esirgemeyen başta Ali KÜÇÜKSARI olmak üzere tüm CHP Bursa Đl Teşkilatın’a >Politika Dergisi’ne destek veren, vermeyen tüm Uludağ Üniversitesi Kadrosu’na >Ve tabii ki Tüm Okurlarımıza Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 20 Ekim 1927

Bursa Nutku Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.” Đşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK 5 Şubat 1933



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.