Politika Dergisi Sayi 8

Page 1



Politika Dergisi

Sayı 8

Editörlerimiz > Emrah ÖZDEMĐR > Gökhan DAĞ Yazar Kadromuz > Ali Đhsan UĞUZ > Asaf ŞĐMŞEK > Bilgin TÜRK > Burak ĐNAN > Ceren YALDIZ > Cihat ERCOŞKUN > Emrah ÖZDEMĐR > Emre FĐDAN > Erbil DENĐZ > Erdal ALTUN > Evren YELKANAT > Fırat ÖZDEMĐR > Gamze G. KONA > Gökhan DAĞ > Kadir Levent BECĐT > Miraç ÇEVEN > Naile DUMAN > Osman ACAR > Osman BUDAK > Özcan NEVRES > Özgür Pınar IŞIK > Sevda EĞER > Taşkın YAYLA > Timur V. DOĞRUOK > Yamaç KONA Redaksiyon > Eren KARACA > Mehmet Mustafa KAKI Kapak Tasarım > Selda OGALAN Web Tasarım > Gökhan DAĞ > Metin TINAY Not: Bu tabloda alfabetik sıralama kullanılmıştır.

iletisim@politikadergisi.com

01.10.2008

Editörden... Merhaba yalnız ve güzel ülkemizin değerli okuyucuları… Nuri Bilge Ceylan’ın, ülkemiz hakkında yapmış olduğu nitelemeyi seçmiş olmamın tabii ki birçok nedeni var. Burada bunların tümünü sıralamak olanaksız görünüyor. Ülkemiz, kendi derdine düşmüş siyasetçilerle boğuşurken, ülkesini düşünen, vatanı için yaşayan kaç haysiyetli insan kaldı bunu bilebilmek imkansız. Bizi ancak sömürmek için düşünen bir dış dünyaya sahipken, bir de buna bizi sömürmek için uğraşan iç faktörler eklenince, bu güzel ülkenin yalnız olmadığını savunmak bugün kaç kişinin elinde? Politika Dergisi şu an okuduğunuz sekizinci sayısıyla ve daha önce okuduğunuzu umduğumuz diğer sayılarla hep bu ülkenin güzel ve yalnız olduğunu haykırdı. Güzel olması ve yalnız olmaması için mücadele etti. Apolitik bir nesle karşı durdu. Bugün vermiş olduğumuz mücadelenin meyvelerini alıyoruz. Dergimize birçok onurlu genç, birçok saygıdeğer insan başvuruda bulunuyor. “Ben de apolitik değilim, ben de bu tarz nesle karşıyım” diye. Biz, bir üniversite dersliğinde kurulmasına karar verdiğimiz dergimizin, bu tarz bir görevi misyon etmesiyle birçok kişiyi politik arenaya davet edebiliyorsak; elinde bu davet gücünü fazlasıyla bulunduran insanları nasıl anlamlandırabilir ki? Politik insanlar, politik insan olmayı hak eden hemen herkesten çekinirler; çünkü politik insan fazlalığı kendilerinin seçkin edebiyatı yapmasını tehlikeye düşürecek en büyük faktördür. En büyük faktördür; çünkü bizim siyasetçimiz yaptığı yanlışı umursamaz. Utanmadan görevine devam eder ve de haklılığını her yerde savunur. Apolitik bir nesilde oturur ve bu duruma

seyirci kalır; ama apolitik olmayan, politika ile ilgilenen insan, bu tarz siyasetçilerin en büyük rakibidir. Her türlü pisliğe karışan politikacı, politik bir neslin varlığı sayesinde bu tarz hareketlerden kaçınacaktır; çünkü bilecektir ki onun yerini alacak haysiyetli birçok insan vardır. Bu sebeple apolitik nitelikte bir topluma karşı duruş Politika Dergisi’nin gerçekleştirmeye çalıştığı birinci amaçtır. Bu sayımızda dergimizin genç yazarlarının yapmış olduğu faaliyetleri görmek, bizi, vermiş olduğumuz mücadelede daha da hırslandırmıştır. Dergimizin genç yazarlarından Osman ACAR, bu ayki sayımızda onur konuğumuz olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Eski Cumhurbaşkanı Sayın Rauf DENKTAŞ ile irtibata geçip dergimize çok güzel bir makale kazandırmıştır. Birkaç yıl sonra meslektaş olacağım değerli arkadaşıma ve Sayın Rauf DENKTAŞ’a teşekkürlerimi sunuyorum. Yine dergimizin genç yazarlarından Ceren YALDIZ bu ayki sayımızda SHP Genel Başkanı Sayın Murat KARAYALÇIN ile bir mülakat gerçekleştirerek apolitik bir fikre karşı durduğunu hepimize belli etmiştir. Peki, Yamaç KONA arkadaşımızın daha lise birinci sınıf öğrencisi olmasına rağmen apolitik bir neslin üyesi olmadığını yazılarıyla ve Turkuaz Hareket Lideri ve Đstanbul Büyükşehir Belediyesi Eski Başkanı Sayın Ali Müfit GÜRTUNA ile yaptığı mülakatla göstermesine ne demeli. Tüm bu örnekler bizim amacımıza ulaşmadaki başarımızı gösterdiği için gerçekten mutlu ve onurluyuz. Kasım ayında buluşmak üzere. Herkesin Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarım.

editor@politikadergisi.com


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

01.10.2008

Görümüz Politika Dergisi’nin görüsü; gençlerin ve genç düşüncelilerin kavga ile değil fikirlerle politik katılımını sağlamaktır. Politika Dergisi, Türkiye için demokrasiyi; sadece seçimlere özgülenmiş bir rejim olarak değil Türkiye Cumhuriyeti’nin temel esaslarına uyulmak şartıyla her kesimin katılımının sağlandığı bir rejim olarak tanımlar.

Đçindekiler

Onur Konuğumuz: Rauf DENKTAŞ

Görevimiz

1. Gençlerin ve genç beyinlilerin politik düşüncelerine yer vererek, depolitize olmalarını engellemek ve bu yolla ülkemiz politikasına bir ivme kazandırabilmek, 2. Cumhuriyetimizin, Türk devrimlerinin, insan haklarının, demokrasinin ve laikliğin özü korunmak kaydı ile fikir serbestîsi sunabilmek, 3. Geniş bir politik yelpazenin sunulması ile okuru çok yönlü düşünmeye sevk etmek, 4. Tüm bunların kazanımları ile düşünsel politizasyonu sağlayarak, gelecek için gerçek bir demokrasi oluşturmaya katkıda bulunmaktır.

“‘Kıbrıs’ dedikleri eli kanlı Rum idaresini üye yapmakla Kıbrıs Türklerine yapmakta oldukları haksızlık yetmezmiş gibi şimdi de Talat-Hristofyas görüşmelerine gölge etmek kararı aldılar.”

Murat KARAYALÇIN Röportajı “Eğer belediye başkan adaylığında sayı konusunda anlaşmaya varsalardı CHPDEHAP işbirliği olacaktı; ama anlaşmaya varamadılar. Ondan sonra döndüler, bunu eleştirdiler.”

KIBRIS MÜCADELĐMĐZĐN YAŞAYAN TARĐHĐ, KKTC ĐLK CUMHURBAŞKANI SAYIN RAUF DENKTAŞ’IN ‘AB YARDIMCI OLACAKMIŞ’ BAŞLIKLI YAZISI.

ESKĐ DIŞĐŞLERĐ BAKANI, ESKĐ BAŞBAKAN YARDIMCISI, ESKĐ ANKARA BÜYÜKŞEHĐR BELEDĐYE BAŞKANI VE SHP GENEL BAŞKANI MURAT KARAYALÇIN’LA HOŞ BĐR MÜLAKAT YAPTIK.

sy.14

sy.24 A. Müfit GÜRTUNA Röportajı “Turkuaz Hareket'in doğuşunu gerektiren sebepler Türk siyasetinin içinde bulunduğu şartlardır.” ESKĐ ĐSTANBUL BÜYÜKŞEHĐR BELEDĐYE BAŞKANI VE TURKUAZ HAREKETĐN ÖNDERĐ ALĐ MÜFĐT GÜRTUNA’YLA TURKUAZ HAREKET HAKKINDA UZUNCA KONUŞTUK.

sy.46


Politika Dergisi

Sayı 8

01.10.2008

iletisim@politikadergisi.com

Đçindekiler Gündeme Dair EMRAH ÖZDEMĐR’ĐN GÜNDEMDEKĐ KONULARLA ĐLGĐLĐ DEĞERLENDĐRMELERĐ sy.8

“Mahalle Baskısı” ve Kadınca Bir Yazı

Politika Dergisi Sayı 7

“Kadının, kendine biçtiği rolde bir sakatlık var, bence. Erkeklerin zaafını okşayan bir obje değiliz, hiç birimiz; toplumsal hayatta emeğimizle var olma mücadelesi veren insanlarız.”

CEREN YALDIZ

sy.23

Nutuk Attım Lütfen Tutun! “Bizim her daim Ata’mız, atalarımız vardı, kendimize örnek aldığımız; onlarınsa şeyhleri, şıhları, ağabeyleri, ablaları… Onlardan icazet almadan tuvalete gidebildiklerinden dahi emin değilim ki emperyalizme kafa tutabilsinler.”

NAĐLE DUMAN

Kafkasya’da Yeni Gelişmeler ve Türkiye “Bölgesel alanlarda mutlaka inisiyatif sahibi olunmalıdır. Zamanla genel havzalarda (Avrupa, Asya, Afrika) bayrak gösterecek hamleler yapılmalıdır.”

DR. GAMZE KONA

sy.15

12 Eylül’ün Ardından (1) “7 TĐP'li gencin öldürülmesi, Abdi Đpekçi cinayeti gibi olaylara karışan Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi sanıkların ise devletle işbirliği yaptığı ancak yıllar sonra ortaya çıktı.”

EVREN YELKANAT

sy.33

sy.35

Ayıbı Ayıp ile Örtmek

Ermenistan Ziyareti ve Sonrası...

“Đlk Ergenekoncuların tutuklamalarının üzerinden neredeyse bir yıl geçti; ama henüz ne yargıya çıkarılan var, ne de haklarında bir iddianame.”

“Đşte, emperyalizmin kucağına düşmüş bir ülke, katiller karşısında böyle acizliğe ve gerçekler karşısında böyle zırvalıklara mahkûm olur. Milli onur faşistlikle, tehlikeler paranoyaklıkla itham edilir.”

ÖZCAN NEVRES

BURAK ĐNAN

sy.41

sy.38


Politika Dergisi

Sayı 8

Hakkımızda Politika Dergisi, Uludağ Üniversitesi öğrencilerinin kurmuş olduğu bir politik gençlik hareketidir. Yaratılmış ve halen de yaratılmak istenen apolitik gençliğe bir karşı duruş fikrinden doğan Politika Dergisi, kanunlara uyulduğu ve okuyucusuna saygılı olduğu taktirde her türlü görüşe önem verir. Türkiye Cumhuriyeti'nin temel niteliklerini benimsemiş, cesaretini Mustafa Kemal Atatürk'ün Bursa Nutku'ndan almıştır.

01.10.2008

iletisim@politikadergisi.com

Đçindekiler Reja Ederim Uyu Rejep

Elizabeth Şeriatı

“Fakir ailelerin zeki çocuklarını Hoca Efendi’nin mekteplerinde okutacak, davamızı sürecek öğretmenler, doktorlar, savcılar yetiştireceğiz.”

“Orta Doğu’yu her zaman küçük gören, her fırsatta üstlerine gidip ellerindeki imkanları gasp eden kitleler nasıl oluyor da Orta Doğu’dan doğmuş olan bir yargılama sisteminin kendi ülkelerinde uygulanmasına izin veriyorlar?”

SEVDA EĞER

sy.42

Alevlenmesi Gereken Kemalist Đdeoloji “Şu zamana kadar olan tüm Atatürk ilke, devrim ve değerlerini yıpratmaya yönelik hareketlere seyirci kaldık. Pasif olduk, aktif tepki veremedik.”

YAMAÇ KONA

sy.60

A. Giddens ve Klasik Düşünürler “A. Giddens toplumsal değişme ve diğer birçok konuda açıklamalarda bulunurken salt kendi düşüncelerini vermekle kalmamış, diğer birçok teorisyenin görüşünü de eleştirel bakışla değerlendirmiştir.”

ASAF ŞĐMŞEK

sy.69

K. LEVENT BECĐT

sy.44

Cumhuriyet Şehitleri “Gericilere karşı direnç göstermenin portresidir Kubilay. Đnandı, dövüştü ve öldü. Siyasal, toplumsal ortama bir bakın; Kubilayların emanetlerine yeterince bekçilik yapabilmiş miyiz?”

EMRAH ÖZDEMĐR

sy.63

Er Mektubu Görülmüştür “Cebinde, bir fotoğrafın ucu görünüyordu. Elimi cebine attım ve fotoğrafı aldım. Fotoğraf, Ahmet ile kızın geçen sene Đzmir Fuarı’nda birlikte çekildikleri fotoğraftı. Anlamıştım her şeyi ve gözyaşlarımı tutamadım.”

ALĐ ĐHSAN UĞUZ

sy.70


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

01.10.2008

Đçindekiler Ortada Değil, Solda Durmak!

Kültür—Sanat P-Film: Mustafa

37

P—Kitap: Seçkiler

40

P—DVD: Elizabeth: Altın Çağ

45

P—Kitap: Đnceleme

88

“Temel referans kaynağı sınıfsallık olması gereken “sol”cularımızın, Ergenekon’un ve Ergenekon’u ortaya çıkaranların aynı sınıfın farklı öncelikleri olan temsilcileri olduğunu kavraması gerekirdi.”

EMRE FĐDAN

sy.72

Politik Đktisat ve Kaybetmemek “Avrupa'nın zengin ülkelerinin ABD'ye vereceği destek, Rusya'nın elini biraz zayıflatabilir. Bu düşünceyle ABD piyasalara hafif bir kalp krizi yaşatarak mesaj vermiş olabilir mi?”

ERBĐL DENĐZ

sy.77

Tabelası Düşmeyen; Ama Lideri Düşen Parti “Çiftçilerden birisi çatıya çıkarak AKP tabelasını indirmek istedi; ama polis müdahale ederek, çiftçiyi aşağı indirdi; ama artık çiftçilerden, işçilere kadar herkes AKP’yi, özellikle Erdoğan’ı istemiyor.”

BĐLGĐN TÜRK

sy.74

Dün, Cumhuriyet, Bugün “Bugün mevcut olan siyasi yapılanma Atatürk’ün oluşturduğu ulus bilincini kavratmada yeteneksiz. Vasıflı bir lider eksikliği açık şekilde göze çarpıyor.”

Özelleştirme ile Yüzleşmek (2) “1929–1939 yılları arasında dünya ekonomisi %19 büyürken, Kemalist Türkiye'nin %96 büyümesinin altında yatan temel sır da budur.”

OSMAN BUDAK

sy.82

Dinsel Đç Dökümler (1) “Dışsal çıkarlar söz konusu olunca millete kulaklar tıkanır, “hayır”lar duyulmaz. Đçsel çıkarlar söz konusu olunca yine millete kulaklar tıkanır, “evet”ler duyulmaz. Sonuç: elde var sıfır.”

NAĐLE DUMAN

sy.86

GÖKHAN DAĞ

sy.80

Türkiye’de Özelleştirme “1929–1939 yılları arasında dünya ekonomisi %19 büyürken, Kemalist Türkiye'nin %96 büyümesinin altında yatan temel sır da budur.”

TĐMUR V. DOĞRUOK

sy.84


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

01.10.2008

Gündeme Dair... Emrah ÖZDEMĐR Merhaba değerli okurlarımız. Bir aylık bir aralıktan sonra yeniden birlikteyiz. Çok değerli editör ve yazar arkadaşım Gökhan DAĞ’ın yaptığı gündemi irdeleme işini bu sayıda ben yürütmeye çalışacağım. Anımsayacağınız üzere; Gökhan Dağ, 3 ve 4’üncü sayılarımızda “Editörden” köşesinde, 5, 6 ve 7’inci sayılarımızda ise “Gündeme Dair” başlığı altında bu görevi yerine getirmişti. Hepimizin de takip ettiği -hatta bazen takip etmekte zorlandığı- üzere, Eylül ayında gündemimiz epeyce kabarık. Hem toplumsal belleğimizi tazelemek, hem de gündemdeki olayları kendimce irdelemek açısından önemli gördüğüm konuları değerlendirmeye başlayayım. Bu arada Ramazan veya Şeker biçiminde dillendirilen kutsal bayramımızı kutlarım. Başbakanımızın Şeker Bayramı sözünü şiddetle eleştirmesi üzerine birkaç kelam etmek isterim. Halkımızın kendi bayramına nasıl ad koyduğuna bir başbakan hangi hakla karışabilir? Sayın başbakanımızın tam bir cahil konuşması olarak nitelendirdiğim malum konuşmasını kınıyorum. Biçime takılmak bir aydına yakışmaz. Bu konuşmayı, ne amaç taşırsa taşısın, halkı kendince bölmeye götürecek bir söylem olarak görüyorum. Bayram trafiğinde ölen yurttaşlarımıza değinilse, bayramın eskisi gibi kardeşliğimize katkıda bulunmamasına değinilse daha yararlı olmaz mıydı? Amaç saptırıp, üsluba takılmanın ne gereği var? 22 Temmuz gecesi herkesi kucaklayacağını söyleyen başbakanımız, farkında olarak veya olmayarak, kardeşliğimize gölge düşürmektedir. Başbakanımızı sağduyuya davet ediyorum. Böyle devam ederse, gelecek yıl da “ne kutlu’su;

mübarek denilecek” derse şaşırmayın. Benden söylemesi… Cumhuriyetimizin 85. Yılı Öncelikle, Atatürk ve ekibi tarafından büyük bir özveriyle, kurulan cumhuriyetimizin 85. yılını içten duyduğum bir mutlulukla kutluyorum. Kutlamak için daha erken; ama bu sayımızın Ekim ayını kapsadığı düşünüldüğünde, uygun düşmediği söylenemez. Tüm milletimizin Cumhuriyet Bayramı’nı kutlarım. Cumhuriyetimizin 85. yılına erişimizi büyük bir mutlulukla kutladığımı söylemiştim. Peki, bu mutluluk içinde burukluklar da taşımıyor mu? Elbette taşıyor. Laikliğe ters davranışların sürmesi; yani dinin siyasal, iktisadi, toplumsal konum kazanmak için kötüye kullanılması, gözlerden kaçmayan bir sorunumuzdur. Bağımsızlık ve egemenlik üzerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde bugünlerdeki ‘aşırı bağımlılık’ durumu da üzüntü veren önemli bir konudur. Org. Başbuğ’un da belirttiği gibi, sosyal devletin çöküntüye uğraması cemaatleştirmeyi artıyor; bu da başka bir konu. Temsil sorunu ise üzerinde uzunca değinilmesi gereken, çok önemli bir konu. Toplumumuzdaki kadın oranı ve TBMM’deki kadın oranı karşılaştırıldığında; TBMM’de 30 yaş altında hiçbir vekilin bulunmamasına ve milletvekillerinin yaş ortalamasının 54 olmasına; barajın hâlâ yüzde 10 olmasına baktığımızda çok büyük bir temsil sorunumuzun olduğu kesindir. Đçten olanları ayırarak, demokratız diye gürültü koparanlara duyurulur. “Ey yükselen yeni kuşak! Gelecek sizsiniz. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

yaşatacak olan sizsiniz.” Atatürk’ün bu sözünden hareketle diyorum ki; gelin, cumhuriyetimizi bilimsel, toplumsal, hukuksal ve diğer tüm çalışmalarla yükseltelim. Sadece korumak yetmez. 12 Eylül Darbesi Geçtiğimiz günlerde 28. yılını dolduran, Türkiye’nin son eylemli askeri darbesi 12 Eylül darbesi için uzunca laflar etmek olanaklı. Depolitizasyon sürecinin ana kaynağı olan 12 Eylül darbesi, aldığı canlar, yaptığı işkencelerle insani yönden büyük bir zarar vermekle birlikte; sonraki yıllara da büyük etki yaptığı kanısındayım. Siyaseti bir korkuya dönüştürmede ve devamında insanların magazinsel konulara yönelmesinde kim önayaklık etti; sormak gerekir. 12 Eylül’e karşı davranıp, “faşist” gibi damgalar yapıştırmakta önü çeken grupların da artık bir şeyi anlamalarını diliyorum. Halkımız, her şeyi damgalayanlara değil; yerine bir şeyler koyanlara rağbet etmektedir. Đktidarda bulunma isteği olanlar buna dikkat etmelidir. 12 Eylül’e karşı olduğunu anıştıran ve onun anayasasının değişmesi gerektiğini savunanlar, neden sürekli başörtüsü ve Atatürk ilkelerine takılıyorlar? Bu biçimsel bir karşı olmak mıdır, yalnızca kendi çıkarını düşünmek midir; yoksa içtenlikli bir söylem midir; bunu sizin takdirinize bırakıyorum. Ergenekon Operasyonunda Son Dalgalar Dergimizi takip edenler, Ergenekon adı verilen operasyonla ilgili tavrımızı bilirler. Biz, demokratik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde çeteleşmeye, darbelere kesinlikle karşıyız. Bunu söylemekle birlikte, oraya bir ‘ancak’ eklemekte yarar var. Bu operasyonu destekleyenlerin, operasyonun arkasında siyasi irade bulunduranların tavırlarına bakarak bazı kuşkularımız var. Neoliberal ve/veya ılımlı Đslamî bir yapıya muhalif olanların susturulması ve muhalif herkese aynı yaftanın yapıştırılması gibi tavırlar beni rahatsız etmektedir. Özel olarak, Nurseli Đdiz, Seyhan Soylu, Tuncay Özkan, Gürbüz Çapan ve diğer isimlere değinmeyi gerekli görmüyorum. Son olarak, yargımızın en

01.10.2008

doğru kararı vereceği inancını taşıyorum. Ergenekon operasyonuna siyasi irade ortaya koyanların, darbeye niyetlendiği iddia edilen kişilerle uğraşırken, neden 12 Eylülcülere yönelik yaptırımlar uygulamadığını da anlamakta güçlük çekiyorum. Neyse, artık yargı sürecinin sağlıklı bir biçimde işlemesini beklemekten başka çıkar yolumuz yok. Deniz Feneri e.V Davası Gündemin en sıcak olayların biri; hatta birincisi, Deniz Feneri e.V davası ve davanın sonucunda ortaya çıkarılan büyük yolsuzluklar olduğunu hepimiz biliyoruz. Kanal 7’nin Avrupa uzantısı olan Euro 7 kanalının genel müdüründen başlayan, bağış paralarını amaç dışı kullanma eylemi, nerelere kadar uzanıyor, henüz bilmiyoruz. Bildiğim bir şey var; davranış ve söylemlere göre biz daha olayın Türkiye yönünü bilmiyoruz. Biliyorsunuz, Alman yargıç dava için; “yüzyılın dolandırıcılığı” demişti. Yüzyılın dolandırıcılığının göbekten bağı olan Türkiye’deki merkezlerine neden el atılmıyor; bilmiyoruz. Bir RTÜK Başkanı nasıl “başbakan arkamda” der; onu bilmiyoruz. Aslında, bilmek istemiyoruz; çünkü bu bizim için bir utanç kaynağıdır. 2002-07 yılları arasında toplanan 41 milyon avronun 17 milyon avrosunun Türkiye’ye aracılarla gönderildiği saptandı. Peki, bu 17 milyon avro neden araştırılmıyor? Biliyorsunuz, bu davadan çıkan sonuca göre; 17 milyon avro Türkiye’ye, 8 milyon avro Türkiye’deki Deniz Feneri’ne, 8 milyon avro da şirketlere aktarılmıştı. Alman yargısı, bu 8 milyonu buldu da yüce Türk yargısı neden bu işin Türkiye kanadına el atmıyor. Eğer suçsuzlarsa ancak bu biçimde aklanabilirler. Öyle Almanya Büyükelçisi ile konuşmakla bu süreçten aklanılarak çıkılamaz. Akın, karanın ortaya çıkması için yargı süreci, zorunludur. R. Tayyip Erdoğan-Aydın Doğan Tartışması Yukarıda değindiğim Deniz Feneri e.V davasıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ile Doğan Medya sahibi Aydın Doğan arasında gerilim oluştu. Hatta bu gerilim, hakaret


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

etme noktasına kadar ulaştı. Bu noktada alınan tavır net olmalıdır. Öncelikle şunu belirteyim; bu tartışmada kesinlikle bir tarafı tutmuyorum. Yalnızca doğru bildiğim noktadan gördüklerimi sizinle paylaşmaya çalışacağım. Tayyip Bey’in en önemli yanlışlıklarından birisi; şantajda bulunmasıdır. Başbakanımızın ‘açıklamazsan gününü gösteririm’ tarzındaki açıklamaları hiç hoş değil. Eğer açıklanacak bir şey varsa açıklamalıydı; böyle yaptığı için 1 hafta süreyi ‘ayağını denk al’ süresi olarak erdiği izlenimi oluştu. Aydın Doğan’ın yaptığı hukuksuz bir davranış varsa, bunu yargıyla ve kamuoyuyla paylaşmak en doğru olanıdır. Rafineri işinin doğruluğunu tam olarak bilmiyoruz. Aydın Bey, bu yüzden mi Tayyip Erdoğan’la arasını açtı; bunları bilmiyoruz. Aydın Doğan’ın elindeki basın gücünü şantaj aracı olarak kullanmasını asla ve asla hoş göremeyiz. Öte yandan, Erdoğan’ın bazı şirketlere “bizim” diye arka çıkması da kabullenilebilir değildir. Tabii bunlar kanıtlanmamış söylemler üzerinden, varsayımsal çıkarımlardır. Eklemekte yarar var. Geçmişlerini bilmiyormuş gibi davranayım; Deniz Feneri davasını gazetelere taşımanın iktidara ne gibi bir zararı olabilir? Başbakanımız neden bundan rahatsız olmaktadır? Bence, bunlar da araya sıkıştırılması gereken sorulardır. Bilişim teknolojisinin tanıdığı olanaklarla kitle iletişim aracı olan dergimiz, bir veya daha fazla basın kuruluşuna haber yaptığı için yaptırımda bulunulmasını kabul edemez. Bu, aklı başında her yurttaşımızın var-

01.10.2008

ması gereken sonuçtur. Madalyonun öteki yüzünde ise, muhalif basın kuruluşlarına baskı yaparken sesini çıkarmayan bir Doğan medyası var. Bu tablo, şu an susanlara ibret olmalıdır. Erdoğan’ın boykot çağrısına gelelim. Ben, kişisel olarak, bir medyaya boykot uygulanabileceği kanısındayım; fakat bu başbakanın ağzından dillendirilirse… Boykot zaten kitleler tarafından olağan bir biçimde gerçekleştirilir. Nasıl gerçekleştirilir? Hukuksuzluk övülürse yapılır. Terörizm özendirilirse boykot yapılabilir. Kutsal sayılan değerlere saygısızlık (eleştiri değil) yapılırsa o basın kuruluşuna boykot ilan edilebilir. Gel gelelim Tayyip Erdoğan birincisi, başbakan sıfatıyla arkasındaki yüzde 46,6’ya güvenerek bunu yapmaktadır. Bunu etik bulmuyorum. Đkincisi; gördüğümüz kadarıyla, kişisel ve siyasal nedenlerden ötürü böyle bir söylemde bulunuyor. Nereden baksan tutarsız! Sözün özü; siyasal kamplaşmaya gerek olmayan bir durum yaşanmaktadır. Đnsani değerler için şantaja hepimizin karşı olması gerekir. Demokrasi için hepimizin saydamlıktan yana olması gerekir. Etik olarak, hepimizin konumu kötüye kullanmaya karşı çıkması gerekir. Hukuk için geriye kalanları yargıya bırakmamız gerekir. Gerekenler bunlar. Artık iğne kime batıyorsa… Kemal Kılıçdaroğlu-Dengir Mir Mehmet Fırat Buluşması Düello adı verilen bu büyük buluşmayı tüm Türkiye gibi biz de dikkatle takip ettik. Kim haklı, sorusunun yanıtını her kesim farklı bir biçimde verdi. Takip ettiğim kadarıyla, halkımızın -ezici olmasa da- çoğunluğu Kılıçdaroğlu’nu daha inandırıcı bulmuş. Bu tarz iddiaların mahkemelerde sonuçlanması gerektiğini düşündüğüm için haklılık üzerine çok fazla yorum yapmayacağım. Net olan bir şey var ki; o da Dengir Fırat’ın yanıtlarının doyurucu olmamasıdır. Bunun nedenini ve sonucunu buradan söylemek yakışık almaz. Düello diye adlandırılan, TBMM çatısı altında gerçekleşen Kılıçdaroğlu-Fırat buluşmasına dair bana göre, en elle tutulur sonucu sizlerle paylaşmak istiyorum. Evet,


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

01.10.2008

lik ne Türk ulusunun ahlakına, ne de Đslam anlayışına uymaktadır. Toplumu da yanlış yönlendirmektedir.

Kılıçdaroğlu haklı veya haksız olabilir. Değinmek istediğim bu değil. Yukarıda söylediğim gibi, bu tarz savların mahkemelerde yer alması gerekiyor. Peki, bunun için ne gerekiyor? Tek yanıtı var; dokunulmazlıkların kaldırılması. Milletvekilliği, bakanlık, başbakanlık gibi makamlarda oturanlar en fazla hesap vermesi gerekenler iken, onlara yargı dokunamıyor. Eğer demokrasiden yana iseler, hesap vermekten de yana olmalılar. Yolsuzlukla mücadele ettiğini söyleyen bir yönetimin bu konuya el atmaması, dahası bu gündemden hep kaçması tutarlı değildir. AĐHM kararını eleştirecek noktaya varılması, daha da tutarsızdır. Bu arada bu buluşmanın TBMM’de olmaması gerektiğini savunan Köksal Toptan’a da şaşırdım doğrusu. TBMM’nin şanına leke mi sürüldü bu buluşmayla? Her ne kadar sonuçsuz kalacağı önceden belli olan bir buluşma olsa da seçim zamanında bile karşı karşıya gelmeyen siyasetçilerimizi kamuoyunun birlikte değerlendirme şansı bulması bir artı puandır. Bence, Köksal Toptan, Meclis’te bir vekile saldırırlarken neden bu tarz bir duyarlılığı göstermediğini de açıklamalıdır. Đftar Yemekleri Bir Ramazan ayını da geride bıraktık. Ramazan ayında vicdanımı rahatsız eden çok fazla manzarayla karşılaştım. Bunlardan ilki; aristokrat Đslamî yemek tertipleri. Başbakanından asgari ücretle çalışan emekçisine kadar herkesin aynı anda aç olması, içilen suyun değerinin anlaşılması gibi toplumsal mesajlar veren oruç tapınmasının yıllar sonra aristokratik gösterişlere alet edilmesi garipsenilecek bir durum. En iyi iftar sofrası kimindir, yarışına kadar giden bu gösterişçi-

Putlaştırılan Đslam adlı yazımda putları kırarak gelen Đslam’ın, Müslüman olduğunu söyleyenler yüzünden putları boynuna astığını söylemiştim. Oruç da boyna asılan bir put oluverdi. Dualarından tutun, iftar mönüsüne; açılış yemeklerinden tutun, gösteriş deliliğine kadar amacından sapıvermiştir oruç. Toplumsal ve kişisel bir huzur olması gerekirken, kendilerine benzemeyenleri dövmeye kadar gitmiştir kutsal Ramazan ayı. Vicdanımı rahatsız eden olgulardan birisi de bir takım parti/şirket/kişilerin reklâm yapmak amacıyla yoksullara iftar verme şölenleri. Đslamî anlayışta sağ el verirken sol elin görmemesi varken, yardımları reklâma çevirmenin yenilir, yutulur yanı olmadığı düşüncesindeyim. Diğer taraftan, sosyal devletin yıkılmasından yana olanların bu tarz şeyleri yapmaları da ilginç. Demek ki makyajın altındaki görüntü, yoksulları kollamak değil; üzerlerinden oy/toplumsal statü kazanılacaklara yemek yedirmektir. Akıllarınca; kaz gelecekten yerden tavuğu esirgemiyorlar. Türkiye’nin en borçlu belediyesi, yüksek faizlerle borç öderken hangi yoksula yardım etmektedir? Bir yandan sayımızı okuduğumuz saatlerde yürürlüğe girecek olan SSGSS’yi kabul edeceksiniz, bir yandan da yoksul dostu görüneceksiniz. Oruç bir anlamda da yoksulların durumunu daha yakından kavramak amacı taşıyorsa; onları sadece parti/şirket reklâmlarının yapıldığı iftar sofralarında değil, geri kalan 11 ayda da dikkate almalısınız. Tutarlı olan budur. Zeki Ergezen ve Muzaffer Eryılmaz Olayları Bu başlığa bakanlar ilk aşamada anlam veremeyebilirler. Birisi gerici bir konuşmada, diğeri ise yolsuzlukla ilgili bir konuşmada bulunmuştu. Burası doğru. Ana fikre gelmeden önce yeniden söylüyorum; kim ne suç işlemişse yargıda hesap vermelidir. Hesap vermek değil; hesap vermekten kaçmak ayıptır.


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

Gelelim ana fikre. Doğan Medya’nın nende yıllar sonra Zeki Ergezen kasedini sorgulamak lâzım. Ergezen bakan olurken neden çıt çıkarılmadı? Basının temiz olması gerektiğini söylüyorum ve Ergezen’in rejimi doğrudan hedef gösteren, en hafif deyimiyle, yakışıksız sözlerinin birden patlamasına şaşırıyorum. Çankaya Belediye Başkanı Muzaffer Eryılmaz olayı da farklı değil. Kanal 7’nin zamanlamasına ne demeli? Her ne olursa olsun, Zeki Ergezen’in konuşmalarının hesabını vermesi zorunludur. Belki yargıda zamanaşımı var; fakat tarihte böyle bir kavram söz konusu değil. Tarih önünde hesap vermelidir Ergezen. Bu arada, o zamanlar kukla olarak gördüğü milletvekili sıfatının şimdi üzerinde bulunması da oldukça ironik. Üstelik en güçlü partiden olması da ayrı bir soru işareti olarak kafamızda beliriyor. Muzaffer Eryılmaz’ın olayına geldiğimizde; kendisi kasetin kesilip biçildiğini ifade ediyor. Buna saygı duymak ve Kanal 7’nin iyi niyetinden kuşku duymakla beraber, Eryılmaz da kamuoyuna yargıya hesap vermelidir. Yolsuzluğun partisi olmaz. ‘Senin yolsuzun, benim yolsuzum’ anlayışının egemen olmaya başladığı bugünlerde CHP’nin bu olayın üzerine gideceğini söylemesi sevindirici. Umarım, doyurucu bir yanıt verirler. Bekleyip, göreceğiz. Şaban Dişli’nin Đstifası AKP’nin genel başkan yardımcılığı görevinde bulunurken, CHP’li Kılıçdaroğlu’nun büyük çabasıyla bu görevden istifa eden isim; Şaban Dişli. Şaban Dişli partiden değil, partideki görevlerinden istifa etti. Bunun üzerine, akıllarda soru işaretleri belirdi. Birbiriyle uyuşmayan açıklamalara imza atan Dişli, bu davranışıyla ne yapmak istemektedir? Kendini bir süre unutturmak mı istemektedir? Partinin yıpranmasından çekindiğinden mi böyle davranmıştır? Sessiz bir kabulleniş midir? Her yerde bu saydamlık meselesi karşımıza çıkıyor. Beyler neyse durum, açığa çıkmalıdır. Kaçamak davranışlar hiçbir anlam içermemektedir. “…tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemedik ve yedirmeyeceğiz, ha aksi varsa, yiyeni varsa onu da aramızda

01.10.2008

barındırmayacağız…” diyen Sayın Başbakanımızdan daha net bir tavır bekliyoruz. Söz değil yaptırım!.. Đşte Bu Ya! Hatırlarsınız; Genelkurmay Başkanı Org. Başbuğ, göreve başladıktan hemen sonra Doğu illeri gezisine çıkmıştı. Diyarbakır’da sivil toplum öncüleriyle, Van’da da halkla birlikte oldu. Bu ziyaretin başarılı bir çıkış olduğunu düşünüyorum. Benim takip ettiğim kadarıyla Org. Başbuğ, laf olsun diye böyle bir gezi yapmaz. Đlker Başbuğ, terörle psikolojik yönden de savaşılması gerektiğini savunuyor. Đşin ilginç yanı, bunu silahlı gücü temsil eden birisi söylüyor. Peki, siviller neden bu işe el atmıyor? Terörizmi destekleyen arka etkenleri neden saptayıp, buna göre hareket edilmiyor? Sivil yönetimin görevi bu değil midir? Đlker Başbuğ’a Van’da gösterilen yoğun ilgi beni sevindirdi. Kemalistleri Güneydoğu’yu unutmakla suçlayanlara da bir yanıt olmuş oldu. Bilgisi, birikimi, deneyimi ile Đlker Başbuğ döneminin Türkiye için bir fırsat olduğunu düşünüyorum.

Abdullah Gül’ün Ermenistan Ziyareti Cumhurbaşkanı Sayın Abdullah Gül’ün Sarkisyan’ın daveti üzerine, ErmenistanTürkiye ulusal futbol takımları arasındaki karşılaşmaya gidip gitmeyeceği çok tartışılan bir konuydu. Sonuçta Cumhurbaşkanımız bu davete icabet etti ve Ermenistan’a gitti. Türkiye Cumhuriyeti, kesinlikle barışçı olmalıdır diyoruz. Peşinden de ekliyoruz; kimin adına? Ermenistan, soykırım iddialarını geriye mi çekti? Soykırım anıtının ışıkları söndürülmüş o gecelik. Merak etmeyin, bir sonraki gece yine yandı o ışıklar. Sonuçta soykırım iddialarından vazgeçmek gibi bir durum yok ortada. Hatta Serj Sarkisyan, geçenlerde yine soykırım sözcüğünü kullandı. Peki, kar-


Politika Dergisi

Sayı 8

iletisim@politikadergisi.com

01.10.2008

deş ülkemiz Azerbaycan’ın işgal edilen topraklarından herhangi bir vazgeçiş oldu mu? Elbette, hayır. Bunlara yönelik herhangi bir vaatte bulunuldu mu? Hayır. Elde var; anıtların bir gecelik ışıklarının söndürülmesi. Đşte, bunların üzerine ben diyorum ki; Bayram değil seyran değil, eniştem beni niye öptü?

sındakinin inancına/inançsızlığına hoşgörü ile yaklaşmalı. Oruç tutmayanlar, oruç tutanı tahrik ettiği; oruç tutanların da bu tür zorbalıklara başvurduğu sürece toplumsal huzurumuzu koruyamayız. Herkesi ölçülü davranmaya çağırıyorum.

Öte yandan pek hatırlanılmadı; ancak bu konunun önem taşıdığını düşünüyorum. Sayın Gül, oturduğu Cumhurbaşkanlığı makamının forsunu incelemelidir. Bu forsun ne anlama geldiğini bilmelidir. Fazla yorum yapmak istemiyorum. Laf adresine gitti zaten.

Bu konuda sözü iktisatçılara bırakmakla birlikte, tek merkezli dünyanın bu büyük krizinin birilerine ders olmasını istiyorum. Bankaları bile küresel temsilcilik konumunda olan Türkiye nasıl çıkacak; merak ediyorum. Umarım, krizi fazla yaşamayız. Erdoğan’ın krizden kârlı çıkacağımızı belirtmesi de beni şaşırttı. Nasıl bir planı var, anlamak güç doğrusu. Krizin boyutlarını Gündeme Dair köşesinde anlatmak uygun olmaz. Kısaca anlatayım. Bazı yatırımlar riskli; fakat kârlılık oranı yüksel olan yatırımlardır. Eğer büyük yatırımcılar öngörülerinde yanılırlarsa, bu büyük bir kayba neden olur. ABD’nin bir zamanki ekonomik koşullarına göre yanılan büyük yatırımcılar, küçükleri de yönlendirdiğinden milyarlarca dolarlık fonlar buharlaşır. Her neyse, sonuç olarak; krediler batar. Yatırımcı ortada kalır. Sonra liberaller (!) de 700 milyar dolarlık bir paketle müşterilerin batık kredilerini karşılamak isterler. Sonuç olarak; sadece ABD’de değil, tüm dünyadan insanların kaynakları kesilmiştir, emekleri boşa gitmiştir. Kapitalizmin cilvesi! Umarım, krizi hasarsız atlatabiliriz.

Ankara’da Meydana Gelen Đkinci Dayak Olayı Her zaman söylemişimdir; bin yılda oluşturduğumuz hoşgörü ortamını gittikçe yitiriyoruz. Biliyorsunuz, Ankara Keçiören’de geçtiğimiz günlerde içki satan bir büfecisinin dövülmesini konuşmuştuk. Not: Keçiören’de tüm marketlerin, kuruyemişçilerin 23.00’de kapatılması gerekirken; yalnızca içki satanlara yaptırım uygulanıyor. Şimdi de Çankaya’da bir grup zorba, “Ramazan’da nasıl içki satarsın?” diyerek bir market sahibine saldırmışlar. Bak sen! Kur’an’da oruç tutun mu deniliyor; yoksa içki satanları dövün mü deniliyor? Bu güruh, Sivas’ta aydınları yaktı; akıllanmadı. Ne zaman akıllanacaklar, bilmiyorum. Birisi de sen neden namaz kılıyorsun diye bir yurttaşımıza saldırınca mı rahatlayacaklar? “Karar gereğince Konya'da Mevlana dergâhının da kapanmış olmasından üzgünüm; fakat istisna yapamam, buna çok üzülüyorum. Hey koca Sultan! (Mevlana Celaleddin Rumi) Evet, bütün tekkeleri kapattık; fakat senin kapın kapanmadı.” Bu söz Atatürk’e ait. Ulu önderimizin neden Mevlana’yı çok ayrı bir yere koyduğunu hoşgörüsüzlüğün tavan yaptığı son yıllarda daha iyi anlıyoruz. Eğer birlikte yaşayacaksak, herkesin karşı-

Amerika’daki Finansal Kriz

Kısaca değinmek suretiyle, gündemi bu şekilde irdeledik. Đlk defa yerine getirdiğim bu görevi, umarım layıkıyla yapabilmişimdir. Umarım gelecek ay ülkemiz ve insanlık adına ben veya başka bir arkadaşım, bu bölümde güzel şeylerden bahsederiz. Esen kalın.

emrah.ozdemir@politikadergisi.com


Sayfa 14

Politika Dergisi

AB Yardımcı Olacakmış Rauf DENKTAŞ

Eli kanlı, geçmişi insan haklarını, uluslararası antlaşmaları, ülkenin anayasasını çiğnemekle dolu Rum Đdaresini, ‘’Kıbrıs meselesi nedir?’’sorusunu sormaksızın AB üyesi yapanlar...

“‘Kıbrıs’ dedikleri eli kanlı Rum idaresini üye yapmakla Kıbrıs Türklerine yapmakta oldukları haksızlık yetmezmiş gibi şimdi de TalatHristofyas görüşmelerine gölge etmek kararı aldılar.”

Eli kanlı, geçmişi insan haklarını, uluslararası antlaşmaları, ülkenin anayasasını çiğnemekle dolu Rum Đdaresini, ‘’Kıbrıs meselesi nedir?’’sorusunu sormaksızın AB üyesi yapan, sonra da ‘’Hata yaptığımızı anladık ama bu kararı geri alamayız’’ diyerek Türk tarafı için hayati önemi olan bu meseleyi kendi hataları üzerine bina ederek halletmekte ısrar eden AB ses verdi: Mesele ile ilgiliymişler ve meselenin halli için yardımcı olmaya devam edeceklermiş. “Kıbrıs’’ dedikleri eli kanlı Rum idaresini üye yapmakla Kıbrıs Türklerine yapmakta oldukları haksızlık yetmezmiş gibi şimdi de Talat-Hristofyas görüşmelerine gölge etmek kararı aldılar. Türk tarafı olarak “Gölge etmekten vazgeçiniz, elinizi ayağınızı ve paranızı içimizden çekiniz, Rumlara sadece Rumların hükümeti olduklarını söyleyiniz başka ihsan istemeyiz’’ sözlerini her fırsatta haykırma zamanı gelmiştir. Cumhurbaşkanı Talat, AB’nin Kıbrıs meselesinde tarafsız olmadığını zaten açıklamış bul unm ak tad ı r . Türkiye’nin de AB’ye en açık bir dille “Ben 1960’da kurulmuş olan ORTAKLIK DEVLETĐNĐ ve Onun Ortaklık HÜKÜMETĐNĐ garantiledim. Bu ortaklığı soy kırımı teşebbüsü ile cinayetler işleyerek, Yunanistan’ın yardım ve desteği ile yıkmış olan sahtekâr bir Rum idaresini tanımak mecburiyetinde değilim; ikide birde beni bu eli kanlı, geçmişi bozuk Rum idaresini tanımam için zorlamaktan vazgeçiniz. 1960 Antlaşmaları ile var olan haklarımı yok farz edemezsiniz’’ diyecek duruma gelmeli, Kıbrıs’taki haklarından vazgeçse dahi AB’ye tam üye yapılmayacağı bilinci içinde hareket etmelidir.

9 Mayıs 2008’de Kadir Has Üniversitesinde ‘’AVRUPA BĐRLĐĞĐ’NĐN KIBRIS SORUNU’’ adı verilen panelde konuşan Cumhurbaşkanı Talat, AB’Avrupa Birliği Araştırma ve Uygulama Mernin Kıbrıs meselesinde tarafsız olmadığını zaten açıkla- kezi Müdürü ve Türk-Kuzey Kıbrıs Türk Ticaret Odası Başkanı Sn. Yrd. Doç. Dr. mış bulunmaktadır Uğur Özgöker’in yürekten katıldığımız şu teşhisine bakalım: “1963 yılından beri devam eden TürkiyeAB ilişkilerinin bugün tam üyelikle sonuçlanmamasının gerçek nedeni iktisadi bakım-

dan ülkemizin gelişmişlik seviyesinin AB ortalamasından geri olması, yüzölçümünün büyük, nüfusunun fazla olması dolayısıyla tam üyelik durumunda Türkiye’nin AB’ye ekonomik yük getirecek olmasıdır. Ayrıca sosyal bakımdan din ve kültür farkı olması, coğrafi bakımdan da Avrupa’dan ziyade Asya’ya yakın olması kimi Avrupalı siyasiler ve üst düzey yöneticiler tarafından Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı bir argüman olarak kapalı kapılar ardında dile getirilmektedir. Tüm bu nedenlere rağmen bu gerçekler kamuoyunun gündemine ya hiç getirilmemekte ya da AB’yi bağlamayan yetkisiz ağızlar tarafından ifade edilmektedir. AB karar alıcıları resmi ağızdan Türkiye –AB ilişkilerinin bir türlü tam üyelikle sonuçlanamaması ve müzakere sürecinin uzamasını Türkiye’nin 1974’e Kıbrıs’ın kuzeyine yaptığı müdahaleye bağlamaktadırlar. Türkiye’nin Kıbrıs’ta taviz vermeden (Güney Kıbrıs Rum Yönetimini Kıbrıs’ın bütününü temsil ettiğinin kabulü ve Türkiye tarafından Devlet olarak tanınması, Türk askerinin adadan çekilmesi gibi) AB’ye tam üye olamayacağını söylemektedirler. Türkiye-AB ilişkilerinde Kıbrıs sorunu 1 numaralı engel olarak ortaya çıkmaktadır ve problemin adı “TÜRKĐYE’NĐN AB ĐLE ĐLĐŞKĐLERĐNDE KIBRIS SORUNU’’ olarak belirtilmektedir. Biz bu sorunun Türkiye’nin değil Kıbrıs’ı haksız şekilde Birliğe alan AB’nin kendi sorunu olarak görüyoruz ve taviz vermesi gereken tarafında Türkiye ve KKTC değil AB ve Kıbrıs Rum Yönetimi olduğu kanaatindeyiz. Onun için sorunun adını da “AB’NĐN KIBRIS SORUNU’’ olarak belirtip, sorunu Türkiye açısından 1974’de 2 ayrı egemen devlet şeklinde çözülmüş olarak değerlendiriyoruz. Eğer AB’ye göre ortada hala bir sorun varsa bu AB’nin sorunudur ve AB kendi sorununu kendi çözmelidir. Yani Kıbrıs Rum Kesiminin AB Hukuk düzeni ve Müktesebatına aykırı olarak Birliğe üye olmasını telafi etmesi gereken Türkiye değil, AB’nin kendisidir. Türkiye’nin Kıbrıs’ta vereceği hiçbir taviz yoktur.’’

DOĞRU SÖZE NE DENĐR?

iletisim@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 15

Kafkasya’da Yeni Gelişmeler ve Türkiye Dr. Gamze GÜNGÖRMÜŞ KONA

Türkiye, Kafkasya'daki nüfuz mücadelesinin katılımcılarından biridir. Tarihsel, etnik ve kültürel bağlarının bulunduğu bölge; Rusya ile arasında tampon bölge oluşturması, Rusya'nın güneye, sıcak denizlere inme politikasının engellenmesi, Orta Asya cumhuriyetleri ile köprü durumunda bulunması nedeniyle; Türkiye açısından da aynı stratejik öneme sahiptir. Ayrıca, Doğu Anadolu bölgesinin güvenliği, yer altı zenginliği ve petrol yatakları gibi konular açısından da hassas konuma sahiptir. Türkiye için, Azerbaycan; ortak dil, kültür ve tarihi paylaştığı önemli bir ülkedir. Türkiye'nin Orta Asya'daki diğer Türk Cumhuriyetleriyle temasını sağlaması ve zengin doğal kaynaklara sahip olması, Azerbaycan'ın önemini daha da arttırmaktadır. Dağlık Karabağ sorununda, Türk kamuoyu Azerbaycan'ın yanında yer almış, uluslararası alanda Azerbaycan'ı desteklemiş, Ermenistan'a uygulanan ambargoya katılmış, Ermenistan ile olan diplomatik ilişkilerine son vermiştir; fakat, diğer taraftan, Azerbaycan'a önemli silah yardımı yapmaktan ya da iki ülke arasındaki çatışmaya askeri açıdan dahil olmaktan kaçınmıştır. Bağımsızlığın ilk yıllarında, Türkiye ve Ermenistan ilişkilerinde yakınlaşma görülmektedir. O dönemde ekonomik güçlüklerle karşılaşan Ermenistan'a Türkiye tarafından insani yardımda bulunulmuş, hatta Karadeniz Ekonomik Đşbirliği Örgütü'ne Ermenistan, Türkiye tarafından, kurucu üye olarak davet edilmiştir. Başlangıçtaki bu yakınlaşmada, dönemin lideri Levon Ter Petrosyan'ın izlediği siyasetin de etkisi olmuştur. Petrosyan, Ermenistan'ın içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan kurtulması için Türkiye'nin tek çıkış kapısı olduğu gerçeğinden hareket etmiş, Türkiye ile yakınlaşma yollarını aramıştır; ancak, Ermenistan'ın Karabağ ihtilafındaki tutumu, Türkiye ile diplomatik ilişkilerin kurulmasını önlediği gibi, daha sonra fiilen askeri harekata dahil olması, geliştirilmek istenen ilişkileri tersine çevirmiştir. Ermenilerin Karabağ'dan sonra yapmış oldukları 'Hocalı Katliamı', Türkiye'nin tamamen Azeri yanlısı politika izlemesine neden olmuştur. Petrosyan döneminde Türkiye'yi Karabağ konusunda kışkırtmamak amacıyla sözde Ermeni soykırımını çok fazla gündeme getirmeyen Ermenistan, Koçaryan'ın başkan olmasıyla bu politikayı terk ederek, kendi tabiriyle 'soykırımın tanıtılmasını Ermenistan'ın dış politikasının öncelikleri arasına almıştır'. Böylece, Koçaryan döneminde,

Türkiye-Ermenistan ilişkileri tamamen kesilmiştir. Türkiye'nin Kafkasya politikası tanımı, genel bir ifade olmayı pek aşamamaktadır. Zira Kafkasya, bilindiği üzere, bir bölge olup; bu bölgeyi Kuzey ve Güney Kafkasya olarak ayırmak gerekmiştir. Kuzey Kafkasya kapsamındaki muhtar cumhuriyetler (Çeçenistan Cumhuriyeti, Đnguş Federe Cumhuriyeti, Kabarday - Balkar Federe Cumhuriyeti, Karaçay - Çerkes Federe Cumhuriyeti, Adigey Federe Cumhuriyeti, Alanya (Kuzey Ossetya) Federe Cumhuriyeti ve Dağıstan Federe Cumhuriyeti) ile birlikte RF iç bölümleri durumundadır. Bu itibarla, Türkiye'nin RF politikasını Türkiye'nin Kuzey Kafkasya politikasından fazla soyutlama imkanı yoktur. Kısaca, Türkiye'nin Kafkasya politikası Türkiye-RF ilişkilerinin bir bölümünü içerir. Zira, belirtildiği gibi, Kuzey Kafkasya RF'nin bir parçasıdır. Güney Kafkasya'ya gelince; bu bölge Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan gibi üç bağımsız devletten oluşmaktadır. Buradan hareketle denilebilir ki; Türkiye'nin Ortadoğu politikasını Đran, Arap ülkeleri, Đsrail gibi başlıklar altında ele alma zorunluluğu olduğu gibi; Türkiye'nin Güney Kafkasya politikasından değil, Güney Kafkasya ülkeleri politikalarından söz edilebilir. Bütün bu açıklamalara rağmen ifade edilebilir ki; Türkiye RF ile Gürcistan'ın düşmesi anlamında komşu olmak istemeyecektir; çünkü Türkiye bir tampon ülkenin arada olmasından yanadır. (Yaşar Kalafat, “Karadeniz ve Kafkasya’da Gelişen Dini ve Siyasi Olaylar Đtibariyle Türkiye’nin Güvenliği”, ASAM Kafkasya Araştırmaları Masası, www.asam.org) Türkiye kendi hesabına, bu bölgedeki Türkçe konuşan halklar için önder bir rol oynamayı arzu etmektedir. Bununla birlikte, bu ülkelerde iktisadi etkisini arttırmak için giriştiği çabalar, tarihi rekabet nedeniyle, Rusya ve Đran'ın ihtirasları ile çelişmektedir. Türkiye, Avrupa ile Kafkasya ve Orta Asya arasında alternatif ticaret ve iktisat güzergahları sunan ve böylece Rusya ve Đran üzerinden geçiş zorunluluğunu ortadan kaldıran bir köprüdür. Rusya Türkiye'yi jeopolitik bir rakip olarak görmekte ve Türkiye'yi batının veya Đslam’ın bir kale burcu olarak algılamaktadır. Aralarındaki rekabete rağmen, Rusya ile Türkiye, ayrılıkçı hareketleri desteklemek çıkarlarına uymadığı için, birbirlerinin Kürt ve Çeçen sorunları gibi iç işlerine müdahale etmekten uzak durmaktadırlar. Dahası; özel ekonomik çıkarlar, aralarında yeni bağların doğmasına yol açmaktadır. Türkiye, Rus silahları satın alan ilk NATO üyesidir. Türkiye ile

Türkiye'nin Ortadoğu politikasını Đran, Arap ülkeleri, Đsrail gibi başlıklar altında ele alma zorunluluğu olduğu gibi; Türkiye'nin Güney Kafkasya politikasından değil, Güney Kafkasya ülkeleri politikalarından söz edilebilir.

“Türkiye kendi hesabına, bu bölgedeki Türkçe konuşan halklar için önder bir rol oynamayı arzu etmektedir. Bununla birlikte, bu ülkelerde iktisadi etkisini arttırmak için giriştiği çabalar, tarihi rekabet nedeniyle, Rusya ve Đran'ın ihtirasları ile çelişmektedir.”

Ermenilerin Karabağ'dan sonra yapmış oldukları 'Hocalı Katliamı', Türkiye'nin tamamen Azeri yanlısı politika izlemesine neden olmuştur.


Sayfa 16

Gürcistan, Hazar Denizi'ni Batıya bağlayacak ortak boru hattının inşası projesi ile güçlendirilmiş olarak Türkiye ve Azerbaycan'la ittifakın lehine tavır almıştır.

“Azerbaycan kendi başına bir jeopolitik önem arz etmekten ziyade Kafkasya bölgesinin jeopolitik önemini oluşturan bir unsur olarak önem taşımaktadır.”

Politika Dergisi

"Hristiyan" Gürcistan arasındaki ilişkiler, fevkaladedir. Gerçekten, Irak'a uygulanan ambargodan beri, Türkiye kaybettiği pazarları telafi edecek yeni pazarlar peşindedir ve böylece Gürcistan'ın esas ticari ortağı olmuştur. Bununla birlikte, bölgede denge unsuru olmak için jeopolitik bir gücün ortaya çıkmasını çok arzulayan Gürcistan, Hazar Denizi'ni Batıya bağlayacak ortak boru hattının inşası projesi ile güçlendirilmiş olarak Türkiye ve Azerbaycan'la ittifakın lehine tavır almıştır. Birinci Dünya Savaşı'na kadar uzanan tarihi nedenlerden dolayı, Dağlık Karabağ sorunu nedeniyle Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki ilişkiler zayıf olduğundan, Azerbaycan Türkiye'nin resmi olmayan bir müttefiki olarak görünmektedir. Türkiye'nin, Hazar Denizi bölgesinin Türkçe konuşan halkları ile ilişkileri Sovyet döneminde tedricen azalmış olmakla birlikte, SSCB'nin çökmesinden beri bu ülkelerle ilişkilerini canlandırmak için gayret sarf etmektedir ve 1991'den beri bu ülkelerle bir dizi siyasi, iktisadi ve askeri anlaşma imzalamıştır. Açıkça Türkiye taraftarı Başkan Elçibey'in, bazı iddialara göre Azeri-Türk yakınlaşmasından korkan Rusya'nın el altından yönlendirmesiyle düşüşünden sonra, Türkiye Rusya'nın tutumuyla ilgilenmeye başlamış ve başta boru hatlarının güzergahı olmak üzere, bölge ülkelerinin Rusya'ya olan bağımlılıklarının azaltılması ihtiyacı üzerinde ısrarcı olmuştur. (KTÜ, a.g.e., ss.79-80)

A. Türkiye—Azerbaycan Đlişkileri

Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben Güney Kafkasya bölgesinde yer alan Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuşması bu devleti olumlu yönde olduğu kadar olumsuz yönde de etkilemiştir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takiben Güney Kafkasya bölgesinde yer alan Azerbaycan’ın bağımsızlığına kavuşması bu devleti olumlu yönde olduğu kadar olumsuz yönde de etkilemiştir. Bağımsız devlet, bağımsız toprak ve bağımsız parlamentosuna kavuşan Azerbaycan; bölgesel ve bazı Batılı aktörlerin güç mücadelesine maruz kalma, serbest piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarını geliştirememe, Rusya Federasyonu’nun etkinlik kurma isteğiyle karşılaşma, demokrasi kültürünü yeterince olgunlaştıramama, sahip olduğu petrolü istediği şekilde yönlendirememe türünden bir dizi sorunla yüzleşmek durumunda kalmıştır. Azerbaycan Cumhuriyeti bu sürecin hemen başında karşılaştığı bu türden zorlukları aşabilmek için dil, din, köken ve tarih gibi bir dizi ortak unsurları paylaştığı Türkiye’ye yönelmiştir. Ancak, özellikle 1993 sonrasın-

da gelişme gösteren ilişkiler yine de istenen düzeye ulaştırılamamış ve bu süreçte istenmeyen bazı duraksamalarla karşılaşılmıştır. Bu duraksamaların asıl nedeni; Azerbaycan Cumhuriyeti ile ilişkilerin geçmişte paylaşılan ortak kültürel unsurlar arka plana itilerek, siyasi temellere dayandırılması idi. Azerbaycan ile bugüne dek imzalanan 100’ün üzerindeki anlaşmanın büyük bir kısmını ekonomik nitelikteki anlaşmalar oluşturmaktadır. Bu süreçte göz ardı edilen; iki dost ve kardeş ülke arasındaki kültürel benzerlik ve ortaklıkların günümüzün jeopolitik unsurları ile birleştirilerek bu iki ülkenin jeopolitik birer güce dönüşmesini sağlamak için çaba sarf edilmesi gerektiği gerçeği olmuştur. Bu çalışma, iki ülke arasındaki mevcut ilişkilerde yaşanan sorunları giderebilmek ve siyasi, ekonomik ve kültürel ilişkileri istenen düzeylere ulaştırabilmek için geliştirilmesi gereken stratejileri tartışmak amacıyla kaleme alınmıştır.

Azerbaycan Coğrafyası ve Türkiye’nin Yakın Coğrafyadaki Güvenlik Algılaması Bağlamındaki Önemi Azerbaycan kendi başına bir jeopolitik önem arz etmekten ziyade Kafkasya bölgesinin jeopolitik önemini oluşturan bir unsur olarak önem taşımaktadır. Kafkaslar; Rusya-Orta Doğu, Rusya-Akdeniz ve RusyaAfrika arasında tek geçit konumundadır. Ayrıca Kafkasya, Anadolu ve Orta Asya arasında bir geçiş yolu özelliği taşımakta ve bu iki coğrafyanın kesişme yolu üzerinde bulunmaktadır. Kafkasya bu jeopolitik değerini sahip olduğu petrol ve diğer yer altı kaynakları ile pekiştirmektedir. Kafkasya bölgesinde yer alan Azerbaycan ise Soğuk Savaş döneminde Doğu Bloku için önemli bir savunma hattı oluşturuyor, Anadolu ve Orta Doğu’ya çıkış yolu üzerinde bulunması ile jeopolitik değer kazanıyordu. Ayrıca, Hazar Denizi, Kara Deniz ve Kafkas Dağları ile Doğu Avrupa için güney kanatta önemli bir güvence oluşturuyordu. Ermenistan ile birlikte güneye karşı tampon oluşturuyor ve gerektiğinde bir çıkış noktası olma özelliği taşıyordu. SSCB’nin dağılmasından sonra ise Azerbaycan Rusya Federasyonu’nun kontrolünde olduğu takdirde Kafkaslar yönünde bir tampon bölge olarak kullanılabilecek coğrafi konuma sahip durumdadır. Bu nedenlerle Rusya Federasyonu iki kutuplu


Sayı 8

Sayfa 17

gerekenden ve beklenen seviyeden oldukça aşağıda kalmıştır. Bu başlık altında, iki ülke arasındaki mevcut ilişkilerin gelişmesini sağlayabilecek bazı öneriler sunulmaktadır. Bu öneriler resmi düzeyde ele alınıp incelendikten sonra uygulama aşamasına geçildiğinde, ilişkilerin arzulanan düzeye yükseleceğine olan inancımız tamdır. Bu öneriler şu şekilde sıralanabilir.

a. Güney Kafkasya bölgesinde istikrarı tesis etmek dönemde kendisine bağlı olan ve yeni dönemde pek çok konuda bölgede yer alan diğer ülkelere bağımlı duruma gelen Azerbaycan ile ilişkilerini koparmamaya ve kendisine bağlı tutmaya çalışmaktadır. Mevcut düzende Azerbaycan; Rusya Federasyonu, Đran, Gürcistan ve Ermenistan ile komşudur. Azerbaycan’ın Rusya Federasyonu hududundaki komşularının çoğu ise Türk kökenli ve Müslamandırlar. Bu nedenle Rusya Federasyonu’nda demokratikleşme çabalarının artması Azerbaycan için güvenli bir ortam yaratacaktır. Komşuları arasında yer alan Ermeniler ile yoğun ikili sorunları, Rusya Federasyonu’nun kontrol çabaları, Đran’ın Şii propagandası, Gürcistan’ın geleceğinin belirsizliği Azerbaycan’ı sıkıntıya sokmaktadır. Azerbaycan’ın Türkiye için arz ettiği coğrafi önem ise Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ile Orta Asya bölgesi arasında bir bağlantı oluşturmasından kaynaklanmaktadır. SSCB döneminde Anadolu’nun Orta Asya’ya bağlanması bir önem teşkil etmez iken SSCB dağıldıktan sonra Orta Asya bölgesinde bağımsızlığını kazanan devletlerde yoğun bir Türk varlığının ortaya çıkması Kafkasya’yı Türkiye için son derece önemli bir coğrafya durumuna getirmiştir. Azerbaycan’ın çok partili demokratik sisteme geçmesi ve serbest pazar ekonomisine dönüşümü Türkiye-Azerbaycan, Türkiye-Orta Asya ve Azerbaycan-Orta Asya ilişkilerinin gelişimini sağlayarak bu bölgelerde ortak bir kültür çevresinin oluşturulmasına önemli bir katkıda bulunacaktır.

Türkiye ve Azerbaycan Arasındaki Đlişkilerin Geliştirilmesi Đçin Yapılması Gerekenler Hem Türk ve Azeri halkları hem de Türkiye ve Azerbaycan Cumhuriyetleri arasında işbirliğinin geliştirilmesini gerektiren ve bu işbirliğinin gelişmesini kolaylaştıracak siyasal, ekonomik ve kültürel pek çok unsur bulunmaktadır. Ancak, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılından günümüze dek iki ülke arasındaki ilişkiler olması

Azerbaycan-Türkiye ilişkilerini Azerbaycan’ın bulunduğu coğrafyada yer alan diğer devletleri göz ardı ederek değerlendirmek yanlış olacaktır. Güney Kafkasya’da Gürcistan ve Azerbaycan’ın sorunlarının bulunduğu Ermenistan devletlerine rağmen TürkiyeAzerbaycan ilişkilerinin gelişmesi mümkün değildir. Bu nedenle, öncelikle Azerbaycan ve Ermenistan ilişkilerinin normalleştirilmesi, Ermenistan’ın Azeri topraklarını işgale son vermesi ve Gürcistan-AzerbaycanErmenistan ilişkilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda, Türkiye’nin arabuluculuk girişimleri kaçınılmazdır. Güney Kafkasya’da sağlanacak istikrar hem bölge devletleri arasında işbirliğinin doğmasına neden olacak hem de bu barış ortamı Azerbaycan’ın bölge dışı diğer devletlerle ilişkilerini daha rahat ve çekinmeden geliştirmesini sağlayacaktır. Ayrıca, bu türden bir güç birliği Rusya’nın Güney Kafkasya’da tekrar güçlenmesini engelleyeceği gibi Türkiye’nin güvenliğine yönelik olası Rus yayılmacılığı karşısında Güney Kafkasya Türkiye için bir tampon bölge oluşturabilecektir.

Güney Kafkasya’da Gürcistan ve Azerbaycan’ın sorunlarının bulunduğu Ermenistan devletlerine rağmen Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin gelişmesi mümkün değildir.

“Azerbaycan’ın Türkiye için arz ettiği coğrafi önem ise Türkiye’nin bulunduğu coğrafya ile Orta Asya bölgesi arasında bir bağlantı oluşturmasından kaynaklanmakta-

b. Demokrasi ve liberal ekonominin kurum ve kurallarını yapılandırmak Azerbaycan’ın çok partili demokratik yapıya geçmesi ülke içindeki sosyal kutuplaşmanın büyük ölçüde giderilmesini ve Azerbaycan üzerinde emelleri olan bazı bölgesel ve uluslararası devletlerin bu arzularını dizginlemelerini sağlayacaktır. Ayrıca, Pazar ekonomisinin kurum ve kurallarının tam anlamıyla yapılandırılması ise Azerbaycan ile ekonomik ve ticari ilişkilerini geliştirmek isteyen bölgesel ve Batılı devletlerin tereddüt etmeden bu tür bir ilişki geliştirme isteklerini güçlendirecektir. Azerbaycan ekono-

dır.”

Ermeniler ile yoğun ikili sorunları, Rusya Federasyonu’nun kontrol çabaları, Đran’ın Şii propagandası, Gürcistan’ın geleceğinin belirsizliği Azerbaycan’ı sıkıntıya sokmaktadır.


Sayfa 18

Azerbaycan’ın çok partili demokratik yapıya geçebilmesini, demokratik sistemin ve Pazar ekonomisinin kurum ve kurallarını tam anlamıyla yapılandırabilmesini sağlamak amacıyla dost ve kardeş ülke Türkiye’nin özellikle maddi desteği kaçınılmazdır.

“Azerbaycan, Türkiye’ye yönelik Ermenilerin toprak talebi ve soykırım iddialarını etkinsizleştirmek için uluslararası platformlarda Türkiye’yi

Politika Dergisi

misi yoğunlukla petrol ve petrol ürünlerinin ihracından elde edilen gelir ve bu gelirin bu devletin ticari açıklarını kapatması üzerine yoğunlaşmıştır. Oysa, bir zaman diliminde dünyanın başka bir bölgesinde ortaya çıkarılacak petrol rezervleri neticesinde Batılı devletlerin Azerbaycan’a ilişkin ilgilerini petrolün bulunduğu başka bir bölge devletine yönlendirmeleri neticesinde Azerbaycan, ekonomisindeki tek rekabet unsurunu da kaybedecek ve ülke ekonomik krize girecektir. Tüm bu nedenlerle, Azerbaycan’ın çok partili demokratik yapıya geçebilmesini, demokratik sistemin ve Pazar ekonomisinin kurum ve kurallarını tam anlamıyla yapılandırabilmesini sağlamak amacıyla dost ve kardeş ülke Türkiye’nin özellikle maddi desteği kaçınılmazdır. Demokratik ve Pazar ekonomisine sahip bir Azerbaycan direkt olarak Türkiye’nin bu devletle çok yönlü ilişki geliştirmesini kolaylaştıracaktır.

c. Đkili ilişkilerde yakın coğrafya ve ortak kültürün önemini vurgulamak Azerbaycan—Türkiye ilişkilerinin geliştirilme aşamasında her iki devlet tarafından ön plana çıkarılması gereken unsur; siyasal ve ekonomik menfaatler değil, tarihi, kültürel ortaklıklar ve iki ülke arasında mevcut coğrafi yakınlığın yaratacağı olası avantajlar olmalıdır. Bu jeokültürel unsurlar her iki ülke tarafından öne plana çıkarılıp, geliştirilip, zenginleştirilmelidir. Bu jeokültürel temele dayanan ikili ilişkiler, Türkiye ve Azerbaycan ile aynı kültürel ortaklık ve coğrafi yakınlık gibi özelliklere sahip diğer ülkelere doğru genişletilmeli böylece Türkiye’den başlayan ve Kafkasya-Orta Asya coğrafyalarına uzanan bir jeokültürel havza yaratılmalıdır.

desteklemelidir.” d. Ermeni işgalinin sona erdirilmesi

Azerbaycan devletinin Türkiye ile birlikte hareket ettiği ve Türkiye’yi desteklediği ölçüde kendi bölgesinde güç mücadelesi ve ekonomik sorunlar karşısında güçleneceği kesindir.

Karabağ sorunu Azerbaycan ve Ermenistan devletleri arasında giderilemezse ya da bu süreçte Türkiye-Ermenistan diyaloğu sağlanamazsa uluslararası platform ve Batılı devletlerden bu sorunun halline ilişkin beklentiler bir süre askıya alınmalı ve iki devlet arasında değinilen bu sorunun çözümü için Türkiye-Azerbaycan-KırgızistanTürkmenistan-Özbekistan ve Kazakistan arasında bir işbirliği ve dostluk platformu oluşturulmalıdır. Bu platformun oluşturulması için Türkiye’nin öncülüğü kaçınılmazdır.

e. Çok yönlü faaliyet programlarının oluşturulması Azerbaycan-Türkiye arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi ve gelişen ilişkilerden verimli

netice alınması amacıyla hem Türkiye hem de Azerbaycan nezdinde kısa ve orta vadeli faaliyet programları hazırlanmalıdır. Programların; iki ülkenin karşılıklı beklentileri ve bugüne dek ilişkilerde durgunluk yaratan faktörler dikkate alınarak, Türkiye ve Azerbaycan’ı iyi bilen akademisyen, işadamları ve Sivil Toplum Kuruluşları’ndan seçilecek kişilerce hazırlanması programların verimliliğini artıracaktır.

f. Uluslararası platformlarda Türkiye’ye Azeri desteği Azerbaycan devletinin Türkiye ile birlikte hareket ettiği ve Türkiye’yi desteklediği ölçüde kendi bölgesinde güç mücadelesi ve ekonomik sorunlar karşısında güçleneceği kesindir. Bu nedenle, ülke üzerinde siyasal ve ekonomik nüfuz alanını çeşitli araçları kullanarak genişletmeyi planlayan Rusya Federasyonu ve Batıya karşı Azerbaycan Türkiye’ye ‘en çok kayırılan ülke’ önceliğini tereddütsüz vermelidir. Bu süreçte Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın Azerbaycan ile mevcut petrol anlaşmalarının sayısı artırılmalı, Azerbaycan Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattının inşa aşamasında hiçbir bölgesel ya da Batılı devletin etkisinde kalmamalı, Türkiye’ye yönelik Ermenilerin toprak talebi ve soykırım iddialarını etkinsizleştirmek için uluslararası platformlarda Türkiye’yi desteklemelidir. Türkiye’nin kendi bölgesinde siyasi ve ekonomik ağırlığının artmasını sağlayacak olan Azeri petrollerinin Türkiye üzerinden dünya pazarlarına aktarılması projesi Türkiye’nin enerji ihtiyacını garantili biçimde karşılamasını sağlayacak, Azerbaycan’ı ise Rusya’dan geçen, kullanılamaz durumdaki boru hatlarından ve Rus kontrolünden kurtaracaktır.

g. Türkiye-Azerbaycan arasında demiryolu bağlantısının sağlanması Bağımsızlığın ilanından hemen sonra Batıya yönelen Azerbaycan’ın açık denizlere çıkışı bulunmadığı gibi karayolu bağlantısı ile ilgili sıkıntıları da mevcuttur. Azerbaycan’ın Türkiye ile direkt karayolu bağlantısının olmaması ise iki ülke arasındaki ilişkile-


Sayı 8

rin istenen düzeye çıkmasını engelleyen önemli bir negatif faktör durumundadır. Mevcut durumda iki ülke arasındaki karayolu eksiğini giderebilecek tek alternatif olarak demiryolu bağlantısının kurulması ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle, uzun yıllardır planlamadan öteye geçemeyen Kars-TiflisBakü demiryolu inşaatının ivedilikle başlatılması gerekmektedir. Bu türden bir direkt demiryolu bağlantısı siyasal ve ekonomik açılardan her iki ülke için de avantajlar sağlayacaktır.

h. ABD’nin Azerbaycan üzerindeki olası kontrolünü engellemek 11 Eylül 2001 tarihinde maruz kaldığı terör olaylarının hemen akabinde düzenlediği Afganistan ve Irak operasyonları yeni ABD politikasının ilk ip uçlarını vermişti. Terörle mücadele kapsamında Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeye ve dünyada aksayan düzeni yeniden tesis etmeye başlayan ABD, Azerbaycan’da üs kurmuştur. Petrol üretim ve ihracat potansiyeline sahip olmanın stratejik bir önem arz ettiğinin bilincinde olan ABD yetkilileri herhangi bir bölgede var olan bu stratejik unsura sahip olabilmek için Irak’ta uyguladığı türden politikalar geliştirmektedir. Hazar bölgesinde ciddi petrol rezervlerine sahip bir ülke konumunda olan Azerbaycan’ın sadece ABD değil hiç bir ülkeye sahip olduğu bu yegane lüksünü teslim etmemesi gerekmektedir. Gelecek dönemlerde Azerbaycan devletinin siyasal ve ekonomik sorunlarını çözme aşamasında ve uluslararası piyasalarda rekabet gücüne sahip bir ülke olma durumunda bu devletin en önemli aracı, sahip olduğu petrol rezervleri ve petrolü ihracı olacaktır.

Sayfa 19

Đki ülke arasındaki ilişkileri tek yönlü (Bakü-Tiflis-Ceyhan petrol boru hattı projesi) olmaktan kurtarabilmek ve çok boyutlu özelliğe sahip kılabilmek amacıyla izlenmesi gereken stratejileri aktarmaya çalıştık. Bu stratejiler özveriyle uygulandığında iki ülke arasındaki ilişkiler hak ettiği düzeye ulaşacaktır. Bağımsızlık ilanını izleyen dönemde Azerbaycan bazı siyasal, sosyal ve iktisadi sorunlarla yüzleşmiştir. Yeterli bilgi birikimi, tecrübe ve mali güce sahip olmayan Azerbaycan devleti komşusu Türkiye’ye yönelmiştir. Ancak, petrol rezervlerinin tespiti, çıkarılması ve aktarılmasını sağlayacak güce sahip olmayan Azerbaycan, bu üç alanda Batılı devletlerin desteğini alabilmek için uluslararası petrol anlaşmaları yapmayı tercih etmiştir. Azerbaycan ekonomisine büyük katkı sağlayan bu girişim ne yazık ki Türkiye ile ilişkilerin yoğunlaşmasını engellemiştir. Ermenistan devletinin Azerbaycan topraklarını hukuksuz işgali, Rusya Federasyonu’nun Azerbaycan üzerinde bitmeyen kontrol arzusu, bölgesinde gelişen istikrarsızlık, bölgede ulusal ve uluslararası güç mücadelesi Türkiye-Azerbaycan ilişkilerinin olgunlaşmasını engelleyen diğer faktörler olarak belirmiştir. Ancak, Azerbaycan tüm bu olumsuz faktörlerin etkisini azaltabilmek ya da bu faktörleri tamamen ortadan kaldırabilmek için kendisi üzerinde emelleri olmayan, çıkar amaçlı değil, ortak tarihsel ve kültürel unsurlar zemininde ilişkileri geliştirmekten yana olan Türkiye ile ilişkilerini derinleştirme yolunu tercih etmelidir. Orta Asya ile bağlantı kurma bağlamında stratejik bir koridor oluşturan, tarihi ve kültürel ortaklıklar nedeniyle bir moral kaynağı olan, doğu-batı enerji koridorunda kilit ülke olmasını sağlayacak olan, Rusya’nın olası girişimleri karşısında adeta bir güvenlik duvarı oluşturacak özellikte bir coğrafi konumda yer alan Azerbaycan, Türkiye için vazgeçilmezliğini sürdürmektedir. Çok sayıda ortak nokta ve karşılıklı yardıma duyulan ihtiyaç göz önüne alındığında her iki ülke de çok yönlü ilişkilerin geliştirilmesi için azami gayret göstermek zorundadır. Đlişkilerin geliştirilmesi kendi bölgesinde Azerbaycan’a ve kendi coğrafyasında Türkiye’ye siyasal, ekonomik ve kültürel sayısız fırsat sunacaktır.

B. Türkiye—Ermenistan Đlişkileri

Ermenistan Ermeni tarihçi Gerard J. Libaridian “Ermenilerin Devletleşme Sınavı” (Libaridian, 2001, s.24) adlı eserinde

Hazar bölgesinde ciddi petrol rezervlerine sahip bir ülke konumunda olan Azerbaycan’ın sadece ABD değil hiç bir ülkeye sahip olduğu bu yegane lüksünü teslim etmemesi gerekmektedir.

“Đlişkilerin geliştirilmesi kendi bölgesinde Azerbaycan’a ve kendi coğrafyasında Türkiye’ye siyasal, ekonomik ve kültürel sayısız fırsat sunacaktır.”

Orta Doğu’yu yeniden şekillendirmeye ve dünyada aksayan düzeni yeniden tesis etmeye başlayan ABD, Azerbaycan’da üs kurmuştur.


Sayfa 20

Karabağ’ın, Ermenistan’ın bağımsız olma sürecinde tartışılmaz bir yeri vardır. Karabağ’ın isteğinin Erivan’ca desteklenmesiyle halk sokaklara dökülür.

“Erivan’da gezinen işsizleri unutturan, Karabağ, Ermeniler için kanı gözyaşını ve bir arada olmayı sembolize eder.”

Koçaryan ile Petrosyan arasıda ilginç benzerlikler ve farklılar bulunur. Đki liderin kaderlerindeki en temel benzerlik “Karabağ”dır.

Politika Dergisi

1991 yılında bağımsız olan olan Ermenistan’ın bu yola 1987’de Medzamor Nükleer santralini protesto etmek için 5 bin göstericinin sokaklara dökülmesiyle girildiğini ifade eder. Sovyet döneminin tek siyasi partisi olan Komünist Parti Ermenistan’a hakimdir. Buna karşı ilk muhalif unsur Paruyr Hayrikyan’ın ulusun kendi kaderini Tayin Birliği vardır. 1987 yılından sonra Kafkasya’nın en temel sorunlarından biri başlar; Karabağ sorunu. 20 Şubat 1988’de Yukarı Karabağ şehir meclisinin ErmeniAzeri sınırını değiştirerek Karabağ’ın Ermenistan’a bağlanması kararını Moskova’ya götürme isteği Karabağ Sorununu başlatır. Sovyetlere ait iki ülke arasındaki basit sınır değişikliği tanımlaması günümüze kadar süren bir problem olur. Karabağ’ın, Ermenistan’ın bağımsız olma sürecinde tartışılmaz bir yeri vardır. Karabağ’ın isteğinin Erivan’ca desteklenmesiyle halk sokaklara dökülür. Azerilerin tepkileriyle Karabağ’da ilk kan akmaya başlar. 1988 Mayısında Ermeniler Karabağ komitesini kurarak krizi iç politikaya malzeme yaparlar. Kriz çözülmeye çabalanır. Başarılı olunamaz. Komitede Dilbilimci, Tarihçi Levon Ter Petrosyan ve diğer Ermeni entelektüeller de bulunur. Sorun çözüleceğine giderek büyür. Moskova, Ermenistan ve Azerbaycan arasında Yukarı Karabağ’ı hariç tutarak nüfus değişimi düzenlemesine gider. Zorla iki unsur arasında karşılıklı nüfus değişimi ortalığı iyice karıştırır. Sorun içinden çıkılmaz bir hal alır. (Đsmayilov, 2001) Karabağ sorunun yanında 1988’de büyük Ermenistan depremi Moskova ile Erivan’ın arasını sözde açar. Karabağ komite üyeleri tutuklanır. Karabağ komitesi bir süre sonra Ermeni Ulusal Hareketi (EUH) adını alır. 1989 Mayıs ve Temmuz seçimleri EUH koalisyonunun başarısıyla sonuçlanır. EUH 1990 Ağustosu’nda Sovyet Ermenistanı’nda hükümet kurar. Ter-Petrosyan yüksek Sovyet Prezidyumu başkanlığına seçilir. Ermenistan 1990’larda Moskova’ya içişleri ve ekonomide yarı bağımlıdır. 1991 yılında Karabağ olayı katliam boyutlarına ulaşır. 1991 yılında yüksek Ermenistan Sovyeti bağımsızlığını referanduma götürür. Eylül 1991 yılında karşımıza bağımsız Ermenistan çıkar. Ter-Petrosyan 1991 yılında bağımsız Ermenistan’ın ilk cumhurbaşkanı olur. 1998 Şubatında istifa edene kadar Ermenistan’ın iç ve dış siyasetini yön veren kişi Petrosyan’dır.

Ermenistan Đç ve Dış Siyasetini Belirleyen Parametreler Ermenistan iç ve dış siyasetini iki unsur belirler. Bunlar Karabağlılar ve Diasporadır. Karabağ, Ermenistan iç politikasının en önemli figürüdür. Erivan’da gezinen işsizleri

unutturan, Karabağ, Ermeniler için kanı gözyaşını ve bir arada olmayı sembolize eder. Diyebiliriz ki Karabağ meselesinin çözülmesi demek Ermenistan’daki iç dinamiklerin çözülmesi demektir. 1991 yılından itibaren Ermenistan dışındaki Ermeni Diasporası (Rusya ve ABD’ deki Diasporalar) ülke içinde zamanla Petrosyan’a karşı cephe almaya başlarlar. Üç Diaspora partisi Ermenistan içinde şubeler açarlar. (Ermeni Devrimci Federasyonu, Ermeni Liberal Demokrat Partisi, Sosyal Demokrat Hınçak Partisi) Karabağ konusunda uzlaşmacı bir tavır sergileyen Petrosyan ateşle oynadığını geç fark eder. Petrosyan’ın Karabağ ateşkesini uluslararası barışa döndürme gayretleri Cumhuriyetçi bloka çarpar. Sonuçta Petrosyan istifa eder. 1997 yılında Karabağ’ın eski lideri Robert Koçaryan başbakanlığa atanır.1998 Nisanında yapılan seçimle Koçaryan iktidarı ele geçirir.

Karabağ Koçaryan ile Petrosyan arasıda ilginç benzerlikler ve farklılar bulunur. Đki liderin kaderlerindeki en temel benzerlik “Karabağ”dır. Petrosyon’ı Cumhurbaşkanlığına taşıyan süreçle Koçaryan’ı iktidara getiren yol Karabağ’dan geçer. Erivanlı Petrosyan’a karşılık Karabağlı Koçaryan daha radikal bir söylem taşır. Karabağ sorunu ne kadar canlı tutulursa Ermenistan iç politikasını yönetmek o kadar kolay olur. Tabii kontrollü siyaset izlemek lazımdır. Yoksa sorun elinizde patlar. Karabağ’dan gelen Koçaryan iktidarını buradaki anlaşmazlık üzerine kurar. Karabağ sorununun yakın bir zamanda çözülmesi Ermeni iç politikası için zor gibidir. Karabağ sorunu Ermenistan iç politikasının en temel sorunlarını unutturmaktadır. Ermenistan’daki en temel mesele işsizliktir. Ülke Đsrail’den sonra en fazla dış yardımı alan devlet görünümdedir. Karabağ sorunu Diasporayı da beslemektedir. Karabağ’la tehcir sonrası Diasporanın elindeki ikinci “ortak acı” geçmiştir. Diaspora bunu elinden geldiği kadar hem ülke içinde hem de ülke dışında kullanır. Ülke içinde hükümete karşı ülke dışında


Sayı 8

da Azerbaycan’a karşı bu silahı yönlendirir. Türkiye’ye karşı da sözde soykırımı kullanır. Karabağ sorunu, ABD iç politikasında da lobilerle kendine taraftar toplar. Rusya açısından Karabağ’a baktığımızda iki ucu keskin bıçak gibidir. Sorun çıkaran ülke olan Rusya, Karabağ meselesiyle Ermenistan’ı Azerbaycan, Azerbaycan’ı da Ermenistan üzerine yöneltir. Her iki ülkeye verilen mesaj sorunu çözücü tek merciinin kendisi olduğudur. Sorunun ikinci keskin tarafı; Kafkasya’da Çeçenistan’dan Abhazya’ya kadar bölgedeki güvensizlik atmosferini destekleyen en önemli etken olmasıdır. Karabağ sorunun yanında sözde soykırım iddialarıyla Rusya Türkiye’yi Ermenilerle uğraşır hale sokarak Kafkasya’da rahat manevra alanı oluşturur. Karabağ, Azerbaycan içinde hemen hemen Ermenilerle aynı manalar taşır. Bir milyona yakın kaçgın (göçmen) Bakü’deki siyasi kararları etkiler. Ermenistan’dan Kafkasya’ya bakınca dış politik sorun Karabağ gibi görünür. Aslında bölgedeki en temel sorun “Güvenlik”tir. Bölgede hiç kimse birbirine güvenmemektedir. Güvensiz ortam daima Rusya ve ABD’nin işine yarar. Diyebiliriz ki Rusya’nın bölgedeki silahı güvensiz ortamdır. Güvensizliği devam ettirecek Karabağ, Abhazya, Acaristan, Osetya, Dağıstan gibi sorunların önümüzdeki günlerde daha ağırlaşacağı umulmaktadır. Rusya, Kuzey Kafkasya’da barış, Güneyde Kafkasya’da ise huzursuzluk istemektedir. Buradaki savaş isteği ise bölgesel çaplı olmayan dar boyutludur. Bölgesel çaplı bir hareket “domino taşı” etkisi yapacağından ne Moskova, ne Ankara, ne de Tahran bunu istemez. Ermenistan’da Karabağ sorunu aynı zamanda bir iç meseledir. Karabağ partisi (mecazi manada) diye tanımlanan sorun ülkenin kaderine yön vermektedir. Karabağ sorunu olunca halk-

Sayfa 21

taki milliyetçi söylemler yükselmekte, halk ekonomik sorunları unutmaktadır. Petrosyan ve Koçaryan’ın iktidar oluşlarındaki temel figür hep Karabağ’dır. Bu sorun 21. yüzyılın ilk çeyreğinde de, Ermenistan içinde de sürecektir. Ermenistan’ın en büyük sorunu ekonomidir. Ülkedeki yıllık enflasyon %3730, işsizlik %10’dur. Halkın % 80’i fakir veya çok fakirdir. (Selvi, 2003) Petrosyan ülkeye yabancı sermayeyi çekerek bunları aşmayı düşünmüştür. Başta ABD, Fransa olmak üzere bazı batılı devletler yatırımda bulunmuşlardır. Yabancı sermayenin ülkedeki esas sorunu yaygın olan rüşvet ve Karabağ sorunuyla artan güvensizlik ortamıdır. Bu da ülkeden yabancı sermayeyi kaçırmaktadır. Ermenistan, Türkiye ve Azerbaycan tarafından ekonomik olarak sıkıştırıldığını düşünmektedir. Bunu aşmak için de Đran, Gürcistan, Rusya hatlarını kullanmaktadır. Tüm bunlara rağmen Gürcistan üzerinden Türk mallarını almaktadır. Ermenistan’ın güvensizlik ortamını aşıp denize ve ticari yollara ulaşmak zorunluğu vardır. Erivan Türk sınırını ticarete açtırmaya çalışacaktır. Azerbaycan’ın son girişimleriyle Türkiye, Karabağ sorunu çözülmeden kapıyı açmayacağı garantisini Azerbaycan’a vermiştir. Ermenistan değişen uluslararası konjonktürü bölgede kendi üzerine çeviremezse giderek ekonomik ve siyasi çöküntüyle karşı karşıya kalabilir. Ermeni Diasporası ülkenin iç siyasetinde hakim olmaya çalışmaktadır. Diaspora Ermenistan’ı değil Batı Ermenistan’ı tercih etmektedir. Diaspora Türkiye’ye karşı elde edeceği maddi veya manevi tazminatı ve bunun siyasi uzantılarını düşünmektedir. Ermeni Tehciri Diasporanın varlık sebebidir. Ermenistan’ın değildir. Bu ayrımı iyi kavramak lazımdır. Bunun doğal bir sonucudur ki Petrosyan’ın ‘Ermeni devleti var onu yaşatalım’ söylemi Ermenistan’ın dışındaki Ermenilerce pek destek görmemektedir. Tam tersine Diaspora ülke içinde daha hakim unsur haline gelerek sözde soykırımı ülke gündeminde daima canlı tutmak istemektedir. Hatta Tehciri, Ermeni anayasasında bir madde haline dönüştüren Diasporadır. Diaspora, Karabağ’la, sözde soykırımı eşleştirmeye çabalamaktadır. Karabağ ve Soykırım iddiaları Ermenistan’ın duygusal politikalar takip etmesine sebeb olmaktadır. Bu yaklaşım Rusya’nın işine gelmektedir. Ermeniler için Türkler tehdittir. Bu tehdide karşı silahlanmalı veya bir büyük silahlı gücün koruması altına girilmelidir. Đlk tercih Rusya, olmazsa ABD veya AB’dir.

Öneriler Ermenilere karşı iki tür strateji takip edilmelidir; 1. Diaspora’ya karşı, 2. Ermenistan’a karşı. Ermenistan’ın ekonomik sorunları

Diaspora Türkiye’ye karşı elde edeceği maddi veya manevi tazminatı ve bunun siyasi uzantılarını düşünmektedir. Ermeni Tehciri Diasporanın varlık sebebidir.

“Azerbaycan’ı n son girişimleriyle Türkiye, Karabağ sorunu çözülmeden kapıyı açmayacağı garantisini Azerbaycan’a vermiştir.”

Ermenistan’ın en büyük sorunu ekonomidir. Ülkedeki yıllık enflasyon % 3730, işsizlik %10’dur. Halkın %80’i fakir veya çok fakirdir.


Sayfa 22

Politika Dergisi

iyi kullanılmalıdır. Azerbaycan’ı kızdırmayacak ama Türkiye’nin de çıkarlarına zarar vermeyecek bir siyaset geliştirilmelidir. Baskın ülke rolüyle, Ermenistan iç politikasında rol alınmalıdır. Gerekirse Türkiye’deki Ermeni Kilisesi aktif kullanılmalıdır, Karabağ sorunu çözülmemiştir. Sadece dondurulmuştur. Havaların ısınmasıyla sorun tekrar alevlenecektir. Sorunu duygusal boyuta çekmeden realist atmosferde çözüm önerileri getirilmelidir, Ermenistan’a karşı sert ılımlı bir politika takip edilmelidir. Özal dönemindeki ılımlı politikalar işe yaramamıştır. Her iki ülke sert söylemlere dönmüştür.

“Bölgesel alanlarda mutlaka inisiyatif sahibi olunmalıdır. Zamanla genel havzalarda (Avrupa, Asya, Afrika) bayrak

Karabağ sorunu için hazır planlar şimdiden geliştirilmelidir, Azerbaycan’la olan ilişkiler halk bazında yaygınlaştırılmalıdır. Unutulmamalıdır ki Rusya Azerbaycan’da halen vardır. Đlhan Aliyev için Ankara’dan ziyade Moskova’nın ne dediği önemlidir. Buradaki öncelik derecesi değiştirilmelidir, Günlük değil asırlık stratejiler geliştirilmelidir, Ankara bölge için siyasi cazibe, Erzurum da ekonomik cazibe merkezi haline getirilmelidir, Ermenistan’a karşı sert ılımlı bir politika takip edilmelidir. Özal dönemindeki ılımlı politikalar işe yaramamıştır. Her iki ülke sert söylemlere dönmüştür. Türkiye, Ermenistan politikasını Erivan’a bakarak değil Moskova ve Washington ekseninde geliştirmelidir, Bölgesel alanlarda mutlaka inisiyatif sahibi olunmalıdır. Zamanla genel havzalarda (Avrupa, Asya, Afrika) bayrak gösterecek hamleler yapılmalıdır,

gösterecek hamleler yapılmalıdır.”

Karadeniz’de geliştirilecek bir medeniyetlerarası işbirliği ortak anlayışından en çok istifade edecek ülkelerin başında gelecek olan Gürcistan, aynı zamanda böyle bir anlayışa en çok katkı sağlayabilecek ülkelerden de biridir.

C. Türkiye—Gürcistan Đlişkileri Gürcistan medeniyetlerin kesişme noktasında yer alır. Dünyanın en eski Hristiyan topluluklarından olan Gürcistan’da çok sayıda Hristiyan ve Müslüman topluluk bulunmaktadır. Abhazya, Osetya ve Acer sorunları bazı kesimlerce medeniyetlerarası bir sorun haline getirilmek istenmektedir. Özellikle Abhaz-Gürcü çatışmasını bir tür Hristiyan-Müslüman dinler savaşı gibi gösterme çabası gözlerden kaçmamaktadır. Bu noktada Türkiye’nin ve Gürcistan’ın tavrı son derece yapıcı olmuştur. Türkiye de nüfusunun çoğunluğu Müslüman bir ülke olmasına rağmen sorunu din merkezli görmemiş ve Gürcistan’ın toprak bütünlüğünden yana tavır almıştır. Her iki etnik grubu da barındıran bir ülke olarak Türkiye sorununun dinler ve kültürlerarası bir soruna dönüşmemesi için çabalarını sürdürmektedir. Aynı şekilde Gürcistan da bölgedeki en büyük Müslüman ülke olan Türkiye ile yakın ilişkiler geliştirmeyi tercih etmektedir. Bu da iki ülkenin dış ilişkilerinde dinin ayırıcı un-

surlarını değil, istikrarı arttırıcı evrensel bir bakış açısını benimsediklerini göstermektedir. Taraflar birbirlerinin dinlerini neredeyse hiç önemsemeksizin yakın bir ilişki kurabilmişlerdir. Üstelik bu ilişki son yılların bir ürünü değildir. Osmanlı Devleti döneminden bir mirastır. Karadeniz’de geliştirilecek bir medeniyetlerarası işbirliği ortak anlayışından en çok istifade edecek ülkelerin başında gelecek olan Gürcistan, aynı zamanda böyle bir anlayışa en çok katkı sağlayabilecek ülkelerden de biridir. Türkiye-Gürcistan örneğini diğer ikili ilişkilere de taşımak mümkündür. Böylece hem azınlıkların hakları güvence altına alınmış olacaktır, hem de ülkelerin istikrarı ve ülke bütünlüğü tehlikeye girmemiş olacaktır.

gamze.kona@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 23

“Mahalle Baskısı” ve Kadınca Bir Yazı Ceren YALDIZ

Geçtiğimiz günlerde, Siyaset Meydanı’nda çok özel konuklar vardı yine, ekranlarda. Açık yürekliliğiyle, kalemiyle, sözüyle, modern zamanların en kadın yazarlarından Ece Temelkuran ve türban mücadelesinin en ön saflarında yıllardır görmeye alıştığımız edebiyatçı Sibel Erarslan konuktu programa. Çok ilginç bir program olacağı başından belliydi ve gece saat 3’lere vurana kadar, mıhlanmışçasına, ekran başından kopamadım. Bir kere; bu iki farklı mücadele kadınını “Đslam ve kadın” temasında birleştirmeyi, uzlaştırmayı amaç edinen bir program vardı; ama beklendiği gibi olmadı. Elbette, iki farklı mücadele kadınının hiç bir sorun yokmuşçasına uzlaşması da beklenemezdi. Çok doğru bir minval üzerinde; önlerinde yazdıkları, düşündükleri, yürüdükleri farklı yollar olan iki kadın da tartışarak mücadele ettiler. Ancak tartışmanın en kritik sorusu şu yöndeydi: Sibel "Hanım" (kendisini “kadın” olarak değil, “hanım” olarak tarif ediyor), türbanlı kızların toplum tarafından bir terörist gibi algılandığından dem vurdu program boyunca; ama Ece Temelkuran, Sibel Hanım’ın rahatlıkla gezdiği sokakların kendisine kapalı olduğunu söyledi. Bu realite karşısında ürpermemek elde değil. Gerçekten, Temelkuran özelinde, kendini sıkıca kapatmamış tüm kadınlara Đstanbul'un, Ankara'nın arka sokaklarından geçme hakkı yoktu. Buna ister “mahalle baskısı” deyin, isterseniz (çok da safiyane bir tabirle) “kendini koruma iç güdüsü”; bu tam da günümüzün iz düşümü bir vaka. Giderek erkekleşen bir dünyada, erkeklerin tacizkar bakışlarına 3 metrelik bir kumaşı kalkan yapmayı anlayabilmem olanaklı değil. Kendini saklamayı, koşulsuz bir teslimiyet ve pasiflik olarak görüyorum. Bunu saygısızlık olarak algılamayın. Aksine; onu olduğu gibi kabul ediyorum, kendimi de bu sorunun bir parçası olarak görüyorum ki eleştirebiliyorum. Bu tacizkarlığın karşısında giderek örtünen kadınlar, erkeklere taciz etme cüretini ve meşruluğunu kendi elleriyle veriyorlar. Toplumsal baskının ana dinamiği de bundan ibarettir. Bu sorun, kendini bir şekilde erkekçe bakışlardan kurtarmakla, kendini kutsal göstermekle çözümlenemez ki daha da derinleştirir. Diğer bir sorun ise erkeklerin yalnızca ilkel benlikleriyle hareket eden sapık mahluklar olarak algılanmasındaki yanlışlık: Kadının saç telinden bile tahrik olacak kadar sapık. Hakikat, el-

bette böyle değildir. Kadın ve erkek arasındaki ilişki, sadece kadın bedeni üzerine kurgulanmamalı. Sosyal hayattaki her alanda, kadına ve erkeğe, ikisine birden ihtiyaç duyulur. Kadının, kendine biçtiği rolde bir sakatlık var, bence. Erkeklerin zaafını okşayan bir obje değiliz, hiç birimiz; toplumsal hayatta emeğimizle var olma mücadelesi veren insanlarız. Onun içindir ki Humeyni’nin değil, kendi memleketimin coğrafyasında yaşamak istiyorum. Olduğum gibi kabul görmek, saygı duyulmak istiyorum. Beni bu yazıyı yazmaya iten güdü de bir travmadan ibarettir. Kendimi savunmaya çalışmıyorum, sadece seni senin sözlerinle anlamaya çalışıyorum. Elbette, taciz, herkesi ettiği kadar beni de son derece rahatsız eden bir olgu. Okulda, işte, sokakta, parkta; yani sosyal hayatın her alanında taciz ediliyoruz. Edilmeyen kadın da yoktur; ama kendini diğerlerinden farklı bir kutsallıkla soyutlaman, diğerlerini “ötekileştirmen”; kendini korurken toplumu muhafazakarlaştırmaktan öteye gidemez. Bu dinamiklerden sen de kendine düşen rahatsızlığı almalı, sorumluluğunu bilmelisin. Sen “hanım” olurken, dünyada olup biteni görebilmelisin. Bilmem kaç bin dolara baş örtüsü satın alırken, modernizmin esintisi bile geçmeyen sokaklarda kızlar evlere kapatıldığında, zorla evlendirildiğinde, parası olmadığı için okula gidemediğinde de sesin gür çıkabilmeli. Eğer dünyada olup bitene bir de bu minvalden bakarsan, çok daha net görebilirsin olup biteni. Tahammülsüzlüğün, merhametsizliğin alıp başını gittiğinde bile; kadınların siyasal süreçlerin nesneleştirdiği simgeler olmasına direnebilmelisin. Toplumsal tabanın iki eşit kanadından biri olmayı istemeliyiz, kadınlar ve erkekler olarak. Dediğim gibi, ben seni, senin sözlerinle tanımaya çalışıyorum. Anlamak için dinlemeye çalışıyorum ve seni içindeki doğurganlıkla, yaratıcılığınla seviyorum. Sen de beni anlamaya çalışmalı ve bunun için dinlemelisin. Beni olduğum gibi sevebilmelisin. Sokaklarda beraber yürüyebilmeliyiz. Sen meyve suyu içerken ben şarap içebilmeliyim; kimseden korkmadan ve hesap vermeden. Ben elimden geleni yapıyorum; sıra sende, doğurganlığınla, merhametinle, sende sıra…

ceren.yaldiz@politikadergisi.com

Giderek erkekleşen bir d ün ya d a, er k e kle ri n tacizkar bakışlarına 3 metrelik bir kumaşı kalkan yapmayı anlayabilmem olanaklı değil.

Kadının, kendine biçtiği rolde bir sakatlık var, bence. Erkeklerin zaafını okşayan bir obje değiliz, hiç birimiz; toplumsal hayatta emeğimizle var olma mücadelesi veren insanlarız.

Toplumsal tabanın iki eşit kanadından biri olmayı istemeliyiz, kadınlar ve erkekler olarak.


Sayfa 24

Politika Dergisi

Politika Dergisi—Murat KARAYALÇIN Mülakatı Röportajı Gerçekleştirenler: Ceren YALDIZ, Emrah ÖZDEMĐR

Murat Karayalçın Kimdir?

Murat KARAYALÇIN: “Türkiye’de kendilerini solda görenler var, Türkiye’de kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlar var; ama eşzamanlı olarak, hem sosyal demokrat hem Atatürkçü olarak kendini tanımlayan ve bu doğrultuda çalışan tek parti SHP’dir.”

1943 yılında Samsun’da doğdu. ODTÜ’de 1963-1964 döneminde Đngilizce hazırlık okulunda eğitim gördü. 1964 yılında girdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Đktisat - Maliye Bölümü’nden 1968 yılında mezun oldu. Đngiltere’de kalkınma ekonomisi üzerine yüksek lisans yaptı. DPT’de uzman yardımcısı ve uzman olarak çalışan Karayalçın, 1978-1979 yıllarında Köy Đşleri Bakanlığı’nda müsteşar yardımcılığı görevini yürüttü. Kent Koop’un kurucuları arasında yer alan Murat Karayalçın, 1981 yılından 1991 yılına kadar bu örgütte Genel Başkanlık görevini üstlendi. Karayalçın, 1986-1987 yılları arasında Uluslararası Đskan Konseyi Yönetim Kurulu Üyeliği’nde bulundu. Kısa adı TÜRKKENT olan Türkiye Kent Kooperatifler Birliği Genel Başkanlığı’nı 19881993 yılları arasında yaptı. 1986 yılında Đngiltere’de Dünya Konut Yılı ödülünü alan Karayalçın, aynı yıl Nokta Dergisi tarafından yılın işadamı seçildi. 1978 ve 1991 yıllarında Türkiye’nin dış tanıtımına yaptığı katkılar nedeniyle TÜTAV ödülüne; 1993 yılında Fransız Hükümeti tarafından Legion D’Honneur (lejyondonör) Şövalye nişanına layık görüldü. 26 Mart 1989 tarihinde Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na seçildi. Karayalçın, SHP’nin 11-12 Eylül 1993 tarihinde yapılan 4. Olağan Kurultay’ında Genel Başkan seçildi ve TC 50. Hükümet’inde Başbakan Yardımcısı ve Devlet Bakanı olarak görev aldı. 1994 yılı Kasım’ında

Başbakan Yardımcılığı’nın yanı sıra Dışişleri Bakanlığı görevini üstlendi. Karayalçın, 6 Mart 1995 tarihinde Gümrük Birliği’ne giriş kararının alındığı Ortaklık Konseyi toplantısında Türkiye’yi temsil etti. Sosyal demokrat partilerin birleşmeleri için 18 Şubat 1995 tarihinde yapılan SHP 9. Olağanüstü Kurultayı’nda Genel Başkanlık’tan, 27 Mart 1995 tarihinde de Başbakan Yardımcılığı ve Dışişleri Bakanlığı görevlerinden ayrıldı. 24 Aralık 1995’de samsun’dan Milletvekili seçildi. Kasım 1997 tarihinden 18 Nisan 1999 tarihine kadar TBMM Dışişleri Komisyonu Başkanlığı görevini yürüttü. Đki dönem CHP, PM üyeliği yaptı. 2001 yılında CHP’den ayrıldı. 24 Mayıs 2002 tarihinde SHP’nin kurucuları arasında yer aldı ve Kurucu Genel Başkan olarak seçildi. 28 Eylül 2002’de yapılan 1.Olağan Kurultay’da SHP Genel Başkanlığı’na getirildi. Murat Karayalçın evli ve bir çocuk babasıdır. Karayalçın’ın nüfus kaydı Rize’dedir. Not: http://shp.org.tr adresinden alınmıştır.

SHP HEM ATATÜRKÇÜ, HEM SOSYAL DEMOKRAT Emrah ÖZDEMĐR (E.Ö): Öncelikle sizin partinizden söz etmek istiyoruz. Sosyaldemokrat Halk Partisi’nin, Türkiye’nin bulunduğu durum itibarıyla, izlediği genel politikası ve vizyonu nedir? Giriş olarak genel çizginizi almak istiyoruz? Murat KARAYALÇIN: Ben size Sosyaldemokrat Halk Partisi (SHP)’nin programına göz atmanızı öneririm. (http:// www.shp.org.tr/parti-programi/) SHP’nin programı, öteki siyasi partilerimizin programlarından çok ciddi olarak, ayrılmaktadır. Türkiye’de siyasi partiler kalın programlar hazırlarlar, büyük metinler yazarlar ve böylelikle programlarını yurttaşlara, seçmenlere daha doğru aktarabileceklerini düşünürler. Biz bunun yanlış olduğunu değerlendirdik. Bunun yerine; yalnızca “biz kimiz, kimin için siyaset yapıyoruz, ne için siyaset yapıyoruz” sorularını yanıtlayan bir kısa metnin hazırlanmasının daha uygun olacağını kararlaştırdık ve öyle yaptık. Sonra burada öngördüğümüz düşüncelerin her birini ayrıca projeler biçiminde açarak, gelişen koşulları göz önünde bulundurarak seçmenlere sunmak daha uygun ve yararlı olacaktır kanısına vardık; öyle yaptık. SHP, Türkiye’de iki kimliği gerçek anlamıyla eşzamanlı olarak taşıyan tek partidir. SHP solcudur, sosyal demokrattır; SHP’nin kimliğinin bir unsuru budur. SHP aynı za-


Sayı 8

manda Atatürkçüdür, cumhuriyetçi bir partidir; SHP’nin kimliğinin ikinci unsuru da odur. Her ikisi de eşzamanlı olarak değerlendirilmektedir, eşzamanlı olarak kullanılmaktadır. Türkiye’de kendilerini solda görenler var, Türkiye’de kendilerini Atatürkçü olarak tanımlayanlar var; ama eşzamanlı olarak, hem sosyal demokrat hem Atatürkçü olarak kendini tanımlayan ve bu doğrultuda çalışan tek parti SHP’dir. Bunu niçin söylüyorum? Kendilerinin solda olduğunu retorik olarak kullanıp da gerçekte sol düşüncenin seslendirmesi gerekenleri seslendirmeyen siyasi partiler de olabilmekte. Zaman zaman solda, bu iki kimliğin birlikte taşınmasının sorun ve sıkıntı yaratabileceği de iddia edilmiştir. Düşünülmüştür ki; ikisi bir arada olmaz; yani, hem sosyal demokrat hem Atatürkçü olunamaz, iki kimliği bir arada taşıyamazsınız. Ben bu iki kimliği bir arada taşımanın hiçbir olumsuzluğunu yaşamadım. Tam tersine; bu iki kimliğin birbirini beslediğini düşünüyorum. O nedenle, SHP’nin böyle özgün bir durumu bulunmaktadır. Sanırım bu tanımlama ya da konumlandırma, sizin sorunu bir ölçüde karşılamaktadır.

ATATÜRK MĐLLĐYETÇĐLĐĞĐ SOL DÜŞÜNCEYLE ÇELĐŞMEZ E.Ö: Efendim, hem sosyal demokrat, hem Atatürkçüyüz diyorsunuz. Sosyal demokrasinin klasik şablonu ile Kemalizm’in uyuşmadığı yerler olduğunu düşünmüyor musunuz?

Sayfa 25

huriyeti devletini kuran Anadolu halkı’ tanımı var. Bu, bence çok doğru bir tanım. Bu yaklaşımla sol düşünce arasında hiçbir fark olamaz.. Eğer ırk olsaydı, etnisite olsaydı, din-iman vs. olsaydı; o zaman haklısınız, ikisi arasında önemli çelişkiden söz edilebilirdi. Atatürk milliyetçiliği ile sol düşünce arasında bir çelişki olmadığını iddia ediyorum; ben bu sıkıntıyı hiçbir zaman yaşamadım. Biz, parti olarak yaşamadık.

Murat KARAYALÇIN: Düşünmüyorum.

KÜLTÜREL ÖZGÜRLÜKLER SAĞLANMALI

E.Ö: Mesela milliyetçilik ilkesinin sosyal demokrasi ile bağdaşabileceğini mi düşünüyorsunuz; yoksa kendinizi Atatürkçülüğün yorumlanmış biçimi olarak mı görüyorsunuz?

Ceren YALDIZ (C.Y): Efendim, yıllardır tartışılan Kürt/Güneydoğu sorunu var. Sizin de bunun üzerine demeçleriniz var ve bir kalkınma planı öngörüyorsunuz. Bunu biraz daha açıklayabilir misiniz?

Murat KARAYALÇIN: Atatürkçülüğün yorumlanmış şekliyle neden söz ediyorsunuz, bilmiyorum.

Murat KARAYALÇIN: Emrah arkadaşımızın sorduğu yerden devam ederek söyleyeyim; biz bir ulusuz; Atatürk milliyetçiliği dediğimiz düşünce etnik kökenimiz, ırkımız, dinimiz, mezhebimiz ne olursa olsun, bizim bir ulus olmamızı öngörüyor ve bu doğru bir yaklaşımdır. Bu topraklarda, bu ulusu birlikte tutmak ancak üniter devlet yapısıyla olur. Bu topraklarda (Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu) üniter devlet yapılanmasının dışındaki bir siyasi yapılanmanın nelere yol açtığını gördük. Şimdi biz bu değerlendirmeden hareketle, bir Anayasa Mahkemesi kararından bir alıntı yaparak programımızda dedik ki “ulusumuz tümdür, devletimiz tektir, yurdumuz bölünmez bir bütündür.” Bir mühendislik çalışmasına benzetmek gerekirse; ulusumuzun tüm olduğu, devletimizin üniter olduğu ve topraklarımızın bir bütün olduğu doğrusal programlama anlayışı çerçevesin-

E.Ö: Örneğin; bir milliyetçi de Atatürkçüyüm diyebiliyor, başka bir görüşte olan da. Murat KARAYALÇIN: Eğer milliyetçiliği tartışacaksak, Atatürk milliyetçiliği diye bir kavram var. Ben Atatürk milliyetçiliği tanımının sol düşünceyle hiçbir biçimde çelişmediğini iddia ediyorum; çünkü Atatürk milliyetçiği ırk, etnisite, din esasını reddeden ve bir kamusal alanda insanları yurttaşlık bağı ile bir araya getiren bir anlayıştır. Bunun sol düşünceyle çelişmesi mümkün olabilir mi? Atatürk milliyetçiliğinin tanımı bu. Bir milliyetçilik var, bir de Atatürk milliyetçiliği diye özel olarak altı çizilen bir anlayış var. Burada ırk yok, inanç yok, etnik farklılık yok. ‘Kurtuluş Savaşı’nı veren ve Türkiye Cum-

KARAYALÇIN: “Atatürk milliyetçiği ırk, etnisite, din esasını reddeden ve bir kamusal alanda insanları yurttaşlık bağı ile bir araya getiren bir anlayıştır. Bunun sol düşünceyle çelişmesi mümkün olabilir mi?”


Sayfa 26

KARAYALÇIN: “Biz, SHP olarak, kültürel özgürlüklerden yanayız; kültürel özgürlükler sağlanmalıdır, kimlik tanınmalıdır, dil konuşulabilmeli dir, yayın yapılabilmelidir, kitap basılabilmelidir, kültürlerinin araştırılmasıgeliştirilmesi için enstitüler kurulabilmelidir.”

Politika Dergisi

de; Kürt sorunu için bunun içinde her şeyi konuşabiliriz. Evet, bizim Kürt kökenli yurttaşlarımız var; bu yurttaşlarımız Kürtçe konuşuyorlar, bu anlayış içinde, bu yurttaşlarımızın kimliklerini tanımamız; dillerini konuşmasını sağlamamız, kültürünü geliştirmesine yardımcı olmamız gerekiyor. Bu kardeşlerimize adlarını taşımalarını sağlamamız gerekiyor. Bu kardeşlerimize sen bu dili konuşamazsın, sen bu adı taşıyamazsın dememiz gerekiyor. Biz, SHP olarak, kültürel özgürlüklerden yanayız; kültürel özgürlükler sağlanmalıdır, kimlik tanınmalıdır, dil konuşulabilmelidir, yayın yapılabilmelidir, kitap basılabilmelidir, kültürlerinin araştırılması-geliştirilmesi için enstitüler kurulabilmelidir. Bunların tümü özgürlükler bağlamında seslendirdiğimiz düşüncelerdir. Ayrıca bölge için, yani Kürt kökenli yurttaşlarımızın ağırlıklı olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu topraklarımız için iktisadi ve toplumsal önlemlerin alınmasını, kalkınma planlarının geliştirilmesini öngörüyoruz. Bu söylediklerimi üç şekilde kümelendireyim; bize göre PKK olayı, terör olayıdır, Kürt sorunu yurttaşlık sorunudur. Biraz önce ifade ettiğim gibi; bizim birliğimizin sorunudur. Ben Kürt sorununu Türk sorunu olarak da görüyorum; yani bizim ortak sorunumuz olarak değerlendiriyorum. Doğu ve Güneydoğu Anadolu sorununu da bir kalkınma sorunu olarak görüyorum. Bunlara göre yaklaşmak lazım; terör vardır, Kürt sorunu vardır ve bu bölgelerimizde kalkınma sorunu vardır. Var olan kalkınma planlarından GAP’ı biz bu bağlamda son derece önemsiyoruz. Ben bir unsuru hatırlatayım; GAP bölgede 1 milyon 700 bin hektarlık alanın sulanmasını öngörmektedir. 1 milyon 700 bin hektarlık alanın sulanmasıyla tasavvur edin; 3 milyon 800 bin kişiye istihdam olanağı sağlanacaktır. Çok kabaca Türkiye’de işsiz sayısı 2,5 milyondur. Ve bu alanda da

maalesef, ulusal bir proje olarak çok kıvanç duyduğumuz GAP’ın şu ana kadar sadece 200 bin hektarını sulayabildik. Bizim bununla ilgili şöyle bir duyarlılığımız var; SHP’nin ‘proje demokrasisi’ diye adlandırdığı bir kavramı var. Đnsanlar sonuçta yarar edecekleri projelerin sahibi olmalıdırlar. Đster kentsel, ister kırsal projeler olsun; proje sahipliliği diye bir kavramı biz sol düşüncemiz uyarınca son derecede önemsiyoruz. O projenin toplumsal hinterlandında yer alacak insanların örgütlenmelerini o projenin güvencesi olarak görüyoruz. Hatta ben çoğu konuşmamda ‘proje muhafızlığı’ kavramını bile kullanmışımdır. Güneydoğu Anadolu Projesi, 1970’lerden taşıyageldiğimiz, hep birlikte kıvanç duyduğumuz bir proje. GAP kapsamında bugüne kadar 30 yıldan daha fazla zamandır, topu topu 200 bin hektar alan sulayabilmişsek burada bir sakatlık var. Hükümete, kamuoyuna toprağına su bekleyen üreticilerin örgütlenmesini öneriyoruz. Toprağına su bekleyen üreticiler örgütlenirlerse, o projenin uygulanmasını da sağlarlar diye iddia ediyoruz. Ben bu konuda hükümete bir mektup da yazdım. Türk Silahlı Kuvvetleri bölgedeki güvenlik önlemlerinin dışında iktisadi ve toplumsal önlemlerin önemini sürekli olarak ifade etmekte. Bizler, siyasetçiler olarak, bunlar yalnızca güvenlik önlemleri ile olmaz demekteyiz. Đktisadi ve toplumsal önlemlerin alınmasını gerekli gördüğümüzü dile getirmekteyiz; fakat hep birbirimize söylüyoruz ama bir şey yapılmıyor, hiçbir gelişme sağlanamıyor. Onun için bunu bir fırsat olarak addettik ve bu konuda dikkatleri çekmek için GAP’ı ön plana çıkarttık. Onun dışında bizim ayrıca bölge için özel bir projemiz yok.

ULUSUN DĐLĐ TÜRKÇEDĐR E.Ö: Kültürel özgürlükler sağlanmalı dediniz. Bunlar kültürel özgürlük sınırında mı olacak; yoksa o cepheden zaman zaman dillendirilen Kürtçenin Türkçeden sonra ikinci resmi dil olmasına kadar varır mı? Murat KARAYALÇIN: Burası çok önemli; üniter devlet, ulusun tümlüğü diyorum. Arkadaşlarla yaptığımız toplantılarda Kürt kökenli siyasetçiler, DTP’li siyasetçiler, mesela diyorlar ki “Murat Bey, devletin üniterliğine tamam, yurdun bölünmez bütünlüğüne de tamam; ama ulusun tümlüğü tamam değil.” Yani diyorlar ki neden iki yapılı bir ulus olmayalım? Ben iki yapılı bir ulusun son derece yanlış ve tehlikeli olacağı düşüncesindeyim. Đngilizcede bir söz var; take it or leave it. Bu üçü bir pakettir; ya üçlü olur, ya da hiç olmaz. Đki parçalı bir ulus üniter kalamaz. Kültürel özgürlükler için; biz Kürtçe öğrenim yapılsın diyoruz;


Sayı 8

ama devletin eğitim dili ancak ve yalnızca Türkçedir; çünkü ulusun dili Türkçedir. Anadilde eğitim deniyor; anadil öğrenilsin, anadil geliştirilsin, bu konuda kültürel özgürlükler sağlansın ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin dili Türkçedir, başka dil olamaz. Aslında bana sorarsanız, Đngilizce eğitim de olmaz. Yani üniversite ya da ortaöğretimde Đngilizce eğitim de doğru değil. Yurttaşlarımız Đngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı öğrensinler; ama eğitim anadilde olmalıdır. Ben burada başka bir seçeneğin düşünülemeyeceği kanısındayım. Bu söylediklerim Atatürkçü ve solcu düşünce arasında bir ayrım yapılmasını gerektirmez. Solcu ve Atatürkçü bakışla en doğru görüşü geliştirdiğimizi söylüyoruz. Söylediklerimizin solcu düşünceye de Atatürkçü düşünceye de aykırı bir yanı yoktur. Sosyalist Enternasyonal’in değerlendirmeleri de bu doğrultudadır. Tabiî değişik sesler gelir, ama Sosyalist Enternasyonal’in değerlendirmelerine baktığımızda, ana hatlarıyla böyle yaklaşıldığını düşünüyorum.

CHP, DEHAP’LA ĐKĐ KEZ GÖRÜŞTÜ E.Ö: Efendim, tartışılan bir konuya değinmek istiyorum. Merhum Erdal Đnönü zamanında HEP’liler partinizden milletvekili olmuşlardı. Son yerel seçimlerde de DEHAP’ı da içine alan bir sol ittifakın öncülüğünü yaptınız. Bu konudaki tepkilere nasıl yaklaşıyorsunuz ve burada da Atatürkçülüğün solculuk ile eşzamanlı yürüdüğünü söyleyebilir misiniz? Atatürkçü olduğunu söyleyen, bu kimliği ön planda tutan kesimler genellikle bunun kabullenilemez olduğunu düşünüyorlar. Sizi bu noktada eleştiriyorlar. Ne düşünüyorsunuz? Murat KARAYALÇIN: Atatürkçülüğü ön planda tutan kesimler, hangi kesimlerdir; bilmiyorum. Hangi kesim daha Atatürkçüdür; onu da bilmiyorum. Yani, kimsenin elinde Atatürkçülük standardını vermek yetkisinin olduğunu da sanmıyorum. Bizim yaptığımız bu uygulamanın sosyal demokrat ve Atatürkçü kimliğe tam anlamıyla uyduğu kanısındayım. Evet, eleştirildiğimizi biliyorum. Örneğin; Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) bizi eleştirmişti. CHP’de bizi eleştirenler, sizin dediğiniz gibi, 1991 seçimlerinde Rahmetli Erdal Đnönü başkanlığı döneminde HEP’ten gelen milletvekilleri ile milletvekili seçilenlerdir. Kötü bir şey idiyse; seçilmeseydin kardeşim, listeden çekilseydin, istifa etseydin! Hem listede yer alıyorsun, hatta o tarihte Erdal Đnönü’ye mutlaka HEP’le işbirliği yapalım diye talepte de bulunuyorsun, (gazetelerde de çıktı) seçiliyorsun; burada hiçbir sorun yok ama koşullar böyle konuşmanı gerektiren bir aşamaya geldiğinde geriye dönüp bunu eleştiriyor-

Sayfa 28

sun. Bu söylediklerim 1991 seçimleri için. Gelelim 2004 yerel seçimleri için yapılan ittifaka. Yine CHP için söylüyorum; bunu her yerde iddia ettim, sizinle yaptığımız söyleşide de iddia edeyim, 2004 seçimleri öncesi CHP, DEHAP’la iki kez görüştü. Kim kiminle görüştü, kimler katıldı; bunu biliyoruz. Eğer belediye başkan adaylığında sayı konusunda anlaşmaya varsalardı CHP-DEHAP işbirliği olacaktı; ama anlaşmaya varamadılar. Ondan sonra döndüler, bunu eleştirdiler.

BURADA SÖYLEDĐKLERĐMĐ DĐYARBAKIR’DA DA SÖYLEDĐM Ben size biraz önce söylediklerimi, bu işbirliği sürecinde iki platformda dile getirdim. DEHAP ile SHP’nin özel bir açıklaması oldu. Hayretle karşılıyorum; basın çok yer vermedi buna. O açıklamada; “Ulusun tümlüğü, devletin tekliği ve yurdun bölünmez bütünlüğü tartışılamaz.” ifadesi yer almaktaydı. Ben bunun bölücü olduğu iddia edilen ya da tartışılan DEHAP yöneticileri tarafından imzalanmış olmasını, olağanüstü bir siyasi kazanım olarak değerlendiriyorum. Bu belki basına yansımadı ama ben, bizzat 15 Mart 2004 tarihinde Diyarbakır Đstasyon Meydanı’nda yapmış olduğum konuşmamda bunu dile getirdim. Birkaç yüzbin kişi vardı orada. Evet, oraya PKK’lılar da yerleşmişlerdi ama bir yığın sade yurttaşımız vardı. Ben bunu dile getirdim, Diyarbakır il başkanım Dr. Seyfettin Kızılkan da bunu dile getirdi. Ben de, il başkanım da alkışlandık. Emrah Bey, ben bunun da çok büyük bir kazanım olduğunu düşünüyorum. Bölücülerle bilmem ne yaptılar, yerine bu tür bir yaklaşımın bu düşüncelere daha fazla katkıda bulunduğunu sanıyorum. O yüzden, bu tür eleştirileri önemsemiyorum, ciddiye alınır bir yanını görmüyorum. Türkiye’de bir siyasi partinin başka bir siyasi partiyle işbirliği içine girmesi böyle bir çerçevede değerlendirilebilir mi? Đşbirliğine mazhar ya da buna mazhar olmayan partiler diye bir ayrım yapılabilir mi? Đşin bir de bu yönü var. Đşin bu yönünün de çok daha önem taşıdığını düşünüyorum. Çok ayrıntıya girmeye gerek yok ama ben bu partilerin çoğunun genel başkanları ile zaten görüşmüştüm. Bu arkadaşlarımız da bana, o görüşmelerimizde; böyle bir düşüncenin dikkate alınabileceğini belirtmişlerdi. Sonuç olarak; o işbirliğinin biraz önce anlattığım düşünce açısından bir sakınca yaratmadığı kanısındayım.

DENĐZ FENERĐ OLAYI, TAM BĐR FACĐA C.Y: Efendim, ben gündemdeki konulardan birine değinmek istiyorum. Son dönemde en fazla basına yansıyan olayların başında Deniz Feneri skandalı geliyor. Bunun

Murat KARAYALÇIN: “Anadilde eğitim deniyor; anadil öğrenilsin, anadil geliştirilsin, bu konuda kültürel özgürlükler sağlansın ama Türkiye Cumhuriyeti devletinin dili Türkçedir, başka dil olamaz.”

Eğer belediye başkan adaylığında sayı konusunda anlaşmaya varsalardı CHPDEHAP işbirliği olacaktı; ama anlaşmaya varamadılar. Ondan sonra döndüler, bunu eleştirdiler.

KARAYALÇIN: “Đşbirliğine mazhar ya da buna mazhar olmayan partiler diye bir ayrım yapılabilir mi?”


Sayfa 28

Politika Dergisi

dışında Aydın Doğan ile Tayyip Erdoğan’ın polemikleri de gündemde. Yargı-iktidar ve iktidar-basın ilişkileri değişiyor. Son süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

KARAYALÇIN: “Deniz Feneri olayını tam anlamıyla bir facia olarak değerlendiriyorum . Türkiye’de siyaset, halkın iyi niyetini ve kentlerin topraklarını istismar anlayışına göre yapılıyor.”

Murat KARAYALÇIN: Deniz Feneri olayını tam anlamıyla bir facia olarak değerlendiriyorum. Türkiye’de siyaset, halkın iyi niyetini ve kentlerin topraklarını istismar anlayışına göre yapılıyor. Đyi niyetli insanların, yardımsever yurttaşlarımızın Türkiye’de ve yurtdışında vermiş oldukları bağışlardan sağlanan kaynaklar amaç dışında kullanılmış. Đş bu kadar basit, bu kadar açık! Amaç dışında kullanılmış da nereye gitmiş, kimler tarafından değerlendirilmiş? Bir gemi alımı var; nedir bu gemi alımı? Bu gemi alımının, günün birinde, yapılacak yardımların taşınması gibi bir amacı mı var; yoksa başka bir amacı mı var? Kimin gemisi, kim yapmış bu ödemeyi? Dün (19.09.2008) Milliyet gazetesinde, bana göre, çok çarpıcı ve bütün bu süreci çok basit bir şekilde özetleyen bir şema vardı. Kullanılan paralar, giden yerler, buharlaşan miktarlar; Türkiye’de ve yurtdışında diye… Bu, nasıl oluyor da buharlaşıyor? Bütün bunlar ortaya konulmalıdır. Konu; “ispat edemeyen şerefsizdir” şeklinde tartışılmasının derhal dışına çıkarılmalıdır. Aslında Türk yargısı, niye şimdiye kadar bu konuda dava açılmadığını da kendi içinde tartışmalıdır. Niye Alman yargısı çok hızlı bir biçimde araştırıp, sonuçlandırıyor da Türk yargısı ağır kalıyor? Ben bunun çok uyarıcı bir durum olduğunu düşünüyorum. Biz, SHP olarak, Đstanbul’da Fatih Adliyesi’ne başvurup, Deniz Feneri olayıyla ilgili suç duyurusunda bulunduk. Đçten dileğim; bu davanın hemen başlatılmasıdır; bu kaynakların kime gittiğinin, nereye gittiğinin, nasıl kullanıldığının ortaya çıkmasıdır. Türkiye bunu bekliyor; doğrusu da budur.

Aydın Doğan ile R. Tayyip Erdoğan tartışmasına girmeye gerek yok; ama Sayın Başbakan’ın bu açıklamalarını çok ibret verici buluyorum. Gazete boykotlarının, kişilerin adlarını anarak yapılan eleştirilerin; bunun başbakan ağzından seslendirilmesinin Türkiye demokrasisi açısından çok büyük bir yanlışlık olduğunu düşünüyorum.

AKP DEVLETĐN TOPLUMSALLIĞINDAN YANA DEĞĐL E.Ö: Efendim, Deniz Feneri gibi birçok derneğin her gün çoğaldığını görüyoruz. Televizyon programlarına çıkıyorlar, değişik etkinlikler yapıyorlar vs. Bu, sosyal devletin / devletin sosyal yönünün çöktüğünün göstergesi olabilir mi? Murat KARAYALÇIN: Bilemiyorum; öyle bilimsel bir değerlendirme yapamam, ama Türkiye’de devletin toplumsallığının çökmekte ve gerilemekte olduğunu çok açık olarak görüyorum. AKP hükümeti, adeta kamu alanını terk etmeye çalışmaktadır. Sadece AKP için değil; Türkiye’de başka kesimlerin de devletin sosyalliğinin noktalanmasını arzuladığını biliyorum. Geçenlerde, kentlerin içme suyu şebekelerinin özel sektör tarafından işletilmesini öngören art arda açıklamalar yapıldı. TÜSĐAD’ın bu yönde bir açıklaması oldu, Çevre ve Orman Bakanı buna katıldı. Bundan bir süre önce Milli Eğitim Bakanı’nın, özel okulları biz yapmayalım; kaç paraysa birilerine verelim yaptıralım, diye açıklamaları oldu. Eğitim, sağlık, transfer niteliğindeki kamu harcamaları bu bağlamda çok önem taşıyor. Tabiî yardımın da bu çerçeve içinde değerlendirilmesi olanaklıdır. Doğru olan gereksinmesi olan yoksul yurttaşlarımıza bir takım dernekler aracılığıyla yardım edilmesi midir? Yoksa yoksul yurttaşlarımızın gereksinmelerini bir kamu kuruluşu aracılığıyla karşılanması mıdır doğru olan? Bu da tartışılabilmelidir. Biz -Deniz Feneri’nden ayrı olarak söylüyorum- Ramazan ayında yaşadığımız çok sayıda olay bunun yanlışlığını ortaya koymuştur, diye düşünüyoruz. Ramazan’ı da aşan bir genişlikte söyleyeyim; Đstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2007 yılında 500 bin yardım paketi dağıtmış. 2008 yılında bu rakam 1 milyon 600 bine çıkmış. Eminim, 2009 yılında belediye seçimleri yapılacağı için daha da büyük artış olacaktır. Ankara Büyükşehir Belediyesi 2007 yılında 235 bin yardım paketi dağıtmış. 2008 yılında bu, 400 bine çıkmış. Nedir bunun ölçüsü? Yani bunlar neye göre veriliyor, neye göre dağıtılıyor? Geçenlerde Ankara B. Belediye Başkanı, 500 ton da kavun-karpuz dağıtın, diyerek bir lütufta bulunmuş. Devletin toplumsallığının bu tür yanlış uygulamalarla törpülendiğini düşünüyorum. Gereksinmesi olan


Sayı 8

yurttaşlarımıza mutlaka yardım edilmelidir. Hatta biz, SHP olarak, 29 Mart 2009 tarihinde yapılacak yerel seçimler için bir kurum öngördük; hemşehrilik geliri diye. 4 kişilik bir aileye, 2008 fiyatlarıyla, her ay toplamda 600 YTL’lik bir desteğin verilmesini öngörüyoruz. SHP’li adayların seçilmesi durumunda, böyle bir taahhütte bulunuyoruz. Gereksinmesi olan, 4 kişilik her hemşehri aileye, farklı adlar altında- her ay verilecek desteğin tutarı 600 YTL olacaktır. Konuya ciddi yaklaşılmalıdır. Yardımda bulunmak isteyen yurttaşların bağışları, ciddi bir şekilde kullanılmalı, istismar edilmemeli. Çok uzun oldu; bunu tek başına devletin toplumsallığının gerilediğinin göstergesi olarak almak doğru olmayabilir. Eğitimde yaşananlar, sağlıkta yaşananlar var. Türkiye’de devletin toplumsallık niteliği geriletilmektedir; oysa Türkiye’nin gereksinmesi devletin toplumsallığının daha genişletilmesidir. Bana sorarsanız, konut desteği mutlaka devletin toplumsallığı anlayışı içinde değerlendirilmelidir. Yani eğitim, sağlık toplumsallığı yansıtan bir hizmet. Đş konuta gelince; bu toplumsallığın dışında tutuluyor. Oysa Anayasanın, konutun hak olarak görüldüğü 57. maddesi var. AKP’nin böyle bir derdi yok; AKP, devletin toplumsallığından yana değil.

SHP’DE ADAYLARI GENEL BAŞKAN SAPTAMIYOR C.Y: Normal şartlar altında, 29 Mart 2009’da bir yerel seçim olacak. Bu seçimde adaylığınızı koymayı düşünüyor musunuz? Murat KARAYALÇIN: Bizim partimizde, adayları genel başkan saptamıyor. Bizim partimizde adaylar, farklı bir takım mekanizmalarla -ön seçim, demokratik işleyiş vs.belirleniyor. Benim herhangi bir yerden aday olup, olmayacağım da o çerçevede değerlendirilmelidir. Potansiyel olarak genel başkanından, en yeni üyesine kadar bütün SHP’liler adaydır. Bunu, Ekim ayında yapacağımız bir Parti Meclisi toplantısıyla bir zamanlamaya oturtacağız. Ondan sonra bu sorunuzu yanıtlayabilirim. Bu aşamada evet, aday olacağım; şuradan olacağım diyemem. Bu, örgütün vereceği bir karardır. Belediye seçimleri yalnızca adaylar seçimi değildir. Yerel yönetim yalnızca belediye meselesi de değil. Đl özel idareleri var, muhtarlıklar var. Maalesef kamuoyunda yerel yönetimler deyince, herkesin aklına belediyeler geliyor. Đnsanlar il özel idarelerini devletin uzantısı olarak, muhtarlıkları da ‘ikametgâh ilmühaberi’ makamı olarak görüyorlar. Onların yerine hep belediyeyi düşünüyorlar. Belediyeyi de düşündüklerinden ‘kim aday olacak?’ sorusu akıllara geliyor. Oysa yerel yönetimleri ilgilendiren birçok konunun tıkanıklık noktasına geldiğini düşü-

Sayfa 29

nüyorum. Siyasi partilerin konutla, kentleşmeyle, planlamayla, rantların toplumsallaştırılmasıyla ilgili olarak görüşlerini ortaya koymaları gerekmektedir. Biz bunu yaptık. Bu konuya geldiğimizden, ‘Yerel Yaşam’ başlıklı projemize de göz atarsanız memnun olurum.* *Yerel Yaşam Programı’nın tam metni için; http://www.shp.org.tr/gundem/yenikentsel-duzen-cerceve-programi-mart2008/, özeti için; http://www.shp.org.tr/ yayinlarimiz/shp%e2%80%99nin-yerelyasam-programi-ozet-agustos-2008/ bağlantılarını kullanabilirsiniz.

SOL ĐTTĐFAK OLURSA MUHTAR ADAYI DA OLURUM C.Y: Yerel seçimlerde, sizin CHP ile bir ittifak yapıp yapmayacağınız son dönemlerde tartışılıyor. CHP’den aday olup olmayacağınız ya da SHP’den aday olacağınız tartışıldı. Bu konuşulanlar hakkında bilgi verebilir misiniz? Murat KARAYALÇIN: Ben yıllardan bu yana Türkiye sol’unun seçim ittifakı yapması gerektiği düşüncesini savunuyorum. 1995 yılında birleşme gündemdeydi. Yurttaşlar 1994 seçimlerinin ardından sosyal demokratların tek parti çatısı altında toplanmalarını arzulamaktaydı. Ben, Türkiye siyasi tarihinde ilk kez görülen bir uygulamayla; Dışişleri Bakanlığını, Başbakan Yardımcılığını ve SHP Genel Başkanlığını birleşmenin sağlanması için bıraktım. Birleşmeye en büyük katkıda bulundum. Maalesef, birleşme için bunları bırakmam gerekiyordu. Keşke olmasaydı; ama sırf birleşme için bunları bıraktım. 1995 Şubat’ındaki birleşmeden sonra gittiğimiz 1995 seçimlerinde oyumuz yarı yarıya geriledi. SHP ve CHP’nin oyları-

M. KARAYALÇIN: “Eğitimde yaşananlar, sağlıkta yaşananlar var. Türkiye’de devletin toplumsallık niteliği geriletilmektedir; oysa Türkiye’nin gereksinmesi devletin toplumsallığının daha genişletilmesidir.”


Sayfa 30

“Ben, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra da kendi partimde ve tabanımda bu konuda herhangi bir girişimimizin olmayacağını söyledim. Yerel seçimler için de bu söylediğim geçerlidir.”

Politika Dergisi

nın toplamı yüzde 19’dan fazlaydı; o seçimde oylar yüzde 10,7’ye indi. Yani birleşmenin bir çözüm olmadığı görüldü. O tarihten sonra da ben, birleşme yerine birlikteliği savunmaya başladım. Yani ‘ittihat değil ittifak’ olmalı dedim. Her seçimde bu konuda girişimin olmuştur. Rahmetli Ecevit’le, Deniz Bey’le, sivil toplum örgütleriyle; emek platformunun önderleriyle bir araya gelmişimdir. 2002, 2004, 2007 seçimlerinde ittifakın olması -sol partilerin bir araya gelip, mutabakat sağlanacak adaylarla seçime girmesi- için çok girişimlerim oldu. Ben, ayrıca bunu da projelendirdim. Prof. Romano Prodi’den randevu aldım ve kendisiyle Đtalya Başbakanlık Sarayı’nda bir saat görüşme yaptım. Đtalyan sol’unun “zeytin ağacı” olarak adlandırdıkları ittifak programını Türkçeye çevirttim. 17 sol parti; solun aklınıza gelebilecek bütün renkleri bir araya gelip, o ittifakı kurdular ve bu programı yazdılar. Ben de birbirinden bu kadar farklı siyasi partiler bir araya gelip, ne yazmışlar; bir görülsün diye Türkçeye çevrilmesi için arkadaşlara verdim. Prodi’yle görüşmemden sonra, Türkiye’ye dönüp sol partilerle görüştüm; fakat bunların hiçbirisi olmadı. Ben, 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra da kendi partimde ve tabanımda bu konuda herhangi bir girişimimizin olmayacağını söyledim. Yerel seçimler için de bu söylediğim geçerlidir. Geçen ay bir gazeteyle yaptığım söyleşide, tüm solun bir araya gelmesi gerektiğini söyledim; fakat bunun olacağına inanmadığımı ve bu konuda girişimimin olmadığını ekledim. Siz Ankara Büyükşehir Belediye Başkan Adayı olur musunuz, dediler. Vallahi bu olursa, ben muhtar adayı da olurum, dedim. Yeter ki bu sağlanabilsin. Ben bunu yapamadım, sağlayamadım; başkaları sağlar mı, bilmiyorum. Bu partiler bir araya gelebilirler mi, onu bilmiyorum.

ANKARA’DA BECERĐKSĐZ BĐR BELEDĐYE YÖNETĐMĐ VAR C.Y: Siz bir dönem Ankara Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinde bulundunuz. Çok büyük de projelere imza attınız. Bu projelerin finansmanını da kredilerle sağladınız; bugün bakıyoruz, Türkiye’nin en borçlu belediyelerinden birisi Ankara Büyükşehir Belediyesi. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Murat KARAYALÇIN: Ankara’da, maalesef, beceriksiz ve yeteneksiz bir belediye yönetimi var. Dünyada en kolay bulunabilecek kredi, bana göre, metro kredisidir. Dünyanın büyük şirketlerine, o şirketlerin ülke yönetimleri; şirketlerinin bir metro projesi alabilmesi için, akıl almaz derecede destek vermektedirler. Çok uzun vadeli, hatta bağış niteliğinde krediler vermektedirler. 30 yıl, 50 yıl kredi olmaz. 0,75 faizle 30 yıllık bir kredi olmaz. Yani onun adı bağıştır; ama hemen hemen bütün ülkeler -aklınıza hangi büyük ülke geliyorsa, ayrıca Rusya Federasyonu’nu da ekleyin- kendi şirketlerinin metro ihalesi alabilmesi için çok cömert davranıyorlar. Tabiî alabilene… Ankara Büyükşehir Belediyesi, 15 yıldır metro kredisi bulamadı. Sosyaldemokrat Halkçı Partili belediye yönetimi olarak, yaklaşık 1 milyar dolarlık bir krediyle, Ankara’da 20 küsur kilometrelik bir metro şebekesinin yapımını sağladık. 15 yıldır yönetimdeler; daha 1 metre ray döşeyebilmiş değiller. Bu yönetimin böyle bir yeteneği yok. Ankara’da doğalgaz özelleştirildi. Bu, düşülebilecek en büyük yanlışlıklardan biridir. Özelleştirilmesinin nedeni; Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 1996 yılından itibaren Ankaralılardan ‘peşin’ olarak toplamış olduğu doğalgaz parasını BOTAŞ’a ödememesi ve BOTAŞ’a 1 milyon 200 bin dolaylarında biriken borcu ödeyebilmek içindir. Doğalgaz Ankara’nın en kritik enerji kaynağıdır. Ankara’nın topografyası, bu kentte ısınmanın doğalgazla veya çok özel bir kömürle ısınmayı gerektirmektedir. Ankara’da sıcaklık terselmesi diye adlandırılan Đngilizcesi heat (temperature) inversionolay yaşanmaktadır. 12 ayın 3-4 ayı bu meteorolojik olayla geçer Ankara’da. Onun için; Ankara çanağında o dönemde çıkan bütün gazlar, dumanlar havada birikir. O nedenle doğalgazın kullanılması çok önemlidir. Yani doğalgaz ticari bir meta olmamalıdır, bir kamu hizmeti olmalıdır. Doğalgaz satıldı; hâlâ borcu da ödenmedi, onu da ekleyeyim. Benim bu projeler paketi nedeniyle kullanmış olduğum kredi, bizim ödediklerimizin dışında, 1 milyar 900 milyon dolar dolaylarındaydı Bunu Belediye Başkanı ‘Karayalçın’dan aldığım borç’ diye ses-


Sayı 8

Sayfa 31

lendirdi. Yurttaşlarımızın, hemşehrilerimizin borç ve kredi arasındaki bir duyarlılık sergilemesini bekleyerek belediye yönetimi böyle bir açıklamada bulunmuştu. Hani, kredi işe yarayan bir şey de borç çok da zorunlu işlere kullanılmayan bir para izlenimi yaratılmaya çalıştı. 1,9 milyar dolardı şimdi okuyoruz, 4-5 milyar dolara çıkan; 1,2 milyar doları da BOTAŞ’a olan bir borç paketi ile maalesef, Ankara karşı karşıya bulunmakta. Ve bunun karşılığında Ankara trafiğini gittikçe arapsaçına dönüştüren, alt ve üst geçidin dışında da Ankara’ya ciddi bir hizmet sunulmuş değil. Su konusunda Ankara çok ağır bir sorun yaşıyor. Devlet Su Đşleri’nin hazırlamış olduğu su ana planı uygulanmamıştır. Işıklı Barajı’nın 2003 yılında devreye sokulması gerekli görülmüşken, maalesef, bu belediye yönetimi Işıklı Baraj’ını yapmamıştır. 2020’lerde Kızılırmak’a atık su bırakan tesislerin arıtmalarının tamamlanmasından sonra kullanılması öngörülen Kızılırmak suyu, daha şimdiden 2007-2008 tarihlerinden itibaren, Ankara’ya getirilmeye başlanmıştır. ‘Merak etmeyin paçal yapacağız’ denmiştir. Đvedik Arıtma Tesislerini ben açtım; Đvedik Arıtma Tesisleri aygıtlarının Kızılırmak’ın suyunu arıtması olanaklı değildir. Benim bunu söylememin çok anlamı yok, ama Tabipler Odası, Kimya Mühendisleri bunu söylüyor. 1 yılda 150-200 milyon dolar dolaylarında bir maliyetle arıtma tesisi yapılabilecekken, maalesef, geçen yıl Temmuz ayında Kızılırmak’tan su getirilmesi başlandığı hâlde arıtma tesisi yapılmamıştır. Kızılırmak’ın ağır metalleri arıtılmadan Ankara’ya sunulmaktadır. Belediye yönetimi konuyu bir “ishal” vakası anlayışı çerçevesinde değerlendirmektedir; ‘çaktırmadan

verdik (suyu), kimse de ishal olmadı’ türü komik açıklamalar yapmaktadır. Oysa bu suda ağır metaller bulunmaktadır. Hekimlerin, mühendislerin etkilerinin 15-20 yıl sonra görülebileceğini söyledikleri türden ağır metaller, doğrudan doğruya halka sunulmaktadır. Nasıl değerlendirmek gerekir, neyini değerlendirmek gerekir; bilemiyorum, ama Ankara’da çok yanlış bir yönetimin olduğunu ifade etmek gerekir.

SOLDAKĐ BÖLÜNMEYLE BAŞKANLIK, GÖKÇEK’E ARMAĞAN EDĐLDĐ E.Ö: Efendim, 1989 yerel seçimlerinde Sosyaldemokrat Halkçı Partili adaylar, tüm Türkiye’de olduğu gibi, Ankara Belediyesi’ni, bugün sol partilerin kazanması imkânsız gibi görünen Keçiören Belediye’sini kazanmışlardı. O dönem ile bugünü karşılaştırdığımızda, bu büyük kaybın nedeni nedir sizce? Murat KARAYALÇIN: Bölünme. Aslında son seçimi ne biz kaybettik, ne Melih Gökçek kazandı. Bu bölünmeyle armağan edildi. Nedeni budur. (E.Ö: Özellikle 1999 seçimlerinde…) 1994 de öyle. 1999 seçimlerinde 512 bin oy almıştım. Doğan (Taşdelen) Bey 160 bin oy almıştı. Birkaç bin oy ile seçim gitmişti. Birlikte olunsaydı, yüz binden fazla farkla seçim kazanılacaktı. 2004’te de, 1994’te de öyle; hep bölünmüşlük.

ODTÜ’YE TACĐZ ATIŞI YAPILMAKTADIR C.Y: Siz de ODTÜ’de bir yıl okudunuz. Melih Gökçek’le ODTÜ arasındaki kriz hak-

KARAYALÇIN: “2020’lerde Kızılırmak’a atık su bırakan tesislerin arıtmalarının tamamlanmasından sonra kullanılması öngörülen Kızılırmak suyu, daha şimdiden 2007-2008 tarihlerinden itibaren, Ankara’ya getirilmeye başlanmıştır.”


Sayfa 32

Politika Dergisi

kında ne düşünüyorsunuz?

Murat KARAYALÇIN: “Bir belediye yönetiminin haksız yere, üniversiteyle böyle bir tartışmaya girmesinin hiçbir anlamı olamaz. Burada olsa olsa taciz atışı yapılmaktadır.

Murat KARAYALÇIN: Gerçekten çok üzülüyorum. Bir kenti ayakta tutan kurumlar vardır. Eğitim kurumları da bunların başında gelmektedir. Bir kentin kimliğini oluşturan, o kenti ayakta tutan kurumların tümünü eğitim kurumları olarak tanımlamak eğiliminde değilim; ama eğitim kurumlarının o kentin kimliğinde çok büyük payı olduğunu biliyorum. Ankara’nın Atatürk Lisesi, Ayşeabla Okulu, Benim mezun olduğum Gazi Lisesi, Ankara Koleji, Ankara Üniversitesi, Mülkiye Mektebi gibi kurumları, önemli kurumlardır. Ortadoğu Teknik Üniversitesi bu kurumların en başlarında gelmektedir. Bir belediye yönetiminin haksız yere, üniversiteyle böyle bir tartışmaya girmesinin hiçbir anlamı olamaz. Burada olsa olsa taciz atışı yapılmaktadır. Rahatsızlık verilmektedir. Düşman gösterilmektedir. Sonuçta; Ankara’ya karşı çok büyük bir yanlışlık sergilenmektedir.

GENÇLERDE TERCĐH KAYMASI OLDU E.Ö: Efendim, biz üniversiteli gençlerin kurduğu bir e-dergiyiz. Bana kalırsa, dayatılan, apolitikliğe karşı durmaya çalışıyoruz. Bu bağlamda gençlere son söz olarak neler söylemek istersiniz?

Murat KARAYALÇIN: “Ben politikliğin de apolitikliğin de dayatılabileceği kanısında değilim. Yani öyle toplum mühendisliğinin uygulanamayacağını düşünüyorum. Ben bir tercih kayması olduğu kanısındayım.”

Murat KARAYALÇIN: Ben politikliğin de apolitikliğin de dayatılabileceği kanısında değilim. Yani öyle toplum mühendisliğinin uygulanamayacağını düşünüyorum. Ben bir tercih kayması olduğu kanısındayım. 196468 yılları arasında Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okudum. Türkiye’de gençlerin, üniversitelilerin kendilerini “politik” olarak tanımladıkları bir dönemde öğrenim gördüm. O dönemin tercihleri ile bu dönemin tercihleri arasında farklılıklar var. O dönemde biz, örneğin, imalat sanayini çok önemserdik. Bacalar, fabrikalar, istihdam vs. Şimdi bakıyorum; imalat sanayi, makine, duman çok tercih edilmiyor. Çevre, organik tarım, yeşil alan gibi haklı tercihler öne çıkıyor. Bu bir tercih kaymasıdır. O zaman çevre duyarlılığı yoktu, doğrusu. SBF’nin kantinine birisi gelip Dalyan’da Caretta caretta’lar ölüyor deseydi, nasıl karşılanırdı tahmin edemiyorum. Şimdi bu önemsenen bir konu. Benim öğrencilik dönemimde belli olmayan bir günde mutluluğu bekleme eğilimimiz vardı. Günün birinde güzel günlerin geleceği bekleniliyordu, ne zaman geleceği de belli değildi. Sonsuza dek de beklenebilecek bir şeydi. Şimdi ise; mümkünse bugün deniliyor, değilse yarın vs. Farklılıklar var; ama filanca yönetimin dayattığı apolitiklik değil. Eskiden sigara dumanlı bir salonda öğrenciler, birilerinin nutuklarını dinlerken; şimdi yine aynı iletiyi çayırda, çimende, açık havada, müzisyenlerin bestelerinde almayı

tercih ediyor, sanıyorum. 1964-68 arasında öğrencilik yapmış birisi olarak, geriye dönüp; vay anasını demiyorum. Her dönemim tercihi, farklılığı görülmelidir. Yaşamla birlikte sorunlar da sürüyor. Eşitlik, özgürlük dayanışma arayışı bugün de en az o günde olduğu kadar önemli. Hatta, bana sorarsanız, 64-68 döneminden daha da önemli; ama bugünün gençleri bu konuda duyarlılık göstermeleri için, mutlaka 68 döneminin söylemlerini kullanmaları gerekmiyor. Kendi eylemleri, söylemleri, tercihleri olmalıdır diye düşünüyorum. (E.Ö: 12 Eylül’ün etkisi olduğunu düşünmüyor musunuz?) Bence o işin kolayı. O faşist darbe o kadar güçlü bir şey miydi, Allah aşkına? Aradan o kadar yıl geçmiş, hâlâ insanları depolitize ediyorsa, o zaman dönüp 12 Eylül’ü tekrar değerlendirmek gerekir. Bence o bir bahane. Bir de farklılığın görülmemesi var. 12 Eylül her şeyi depolitize etmek istedi. 12 Eylül bir kere yaşamı depolitize etti; çünkü siyasi partileri kapattı. Bundan daha büyük depolitizasyon olur mu? Dikine hiyerarşik bir yapıyla Türkiye’yi şekillendirmeyi öngördü. Üniversitelere genel müdürlük yapısı diyebileceğimiz YÖK’Ü getirdi. Siyasi partilere, devlet nasıl örgütleniyorsa öyle örgütleneceksin dendi. Genel merkez, il, ilçe… Ben bir bölge örgütü kursam… Yok, kuramazsın! Ama bunların hepsi değişiyor, atılıyor. Tüm bunlar değişirken gençlerin depolitize edilmesi hâlâ öyle kalamaz. O nedenle onu yalnızca 12 Eylül’ün üzerinden değerlendirmeyi doğru bulmuyorum. Tabiî onun da etkisi var. Onun etkisinin o kadar sürdüğünü sanmıyorum.

Yazarlarımız: Teşekkür ederiz. Murat KARAYALÇIN: Rica ederim.

iletisim@politikadergisi.com

Sayın Karayalçın’a ve SHP Genel Merkezi’ne röportaj teklifimizi kabul ettiklerinden ve gösterdikleri içtenlikten ötürü teşekkür ediyoruz.


Sayı 8

Sayfa 33

12 Eylül’ün Ardından (1) Evren YELKANAT

12 Eylül darbesi, günümüzde farklı ideolojilere mensup insanlar tarafından da eleştirilmekte, ordunun yönetime el koyması anti-demokratik bir hareket olduğundan işkencelerin ve katliamların olması doğal karşılanmakta, tüm darbeler “işkencekatliam” getirir tezi basında uzun zamandır işlenmektedir. Elbette bu fikirlerin büyük kısmı doğrudur ama eksiktir. Ordunun yönetime el koymasına paralel olarak işkence ve katliamların yaşanması doğal bir olgudur. Ancak bu katliamlar kimlere yöneliktir, darbecilerin siyasi duruşu nedir, kimlerle işbirliği yapmışlardır, 12 Eylül'de asılanların düşünceleri nelerdir gibi sorular cevaplanmadan 12 Eylül süreci derinlemesine tahlil edilemez. 12 Eylül'ü derinlemesine bilmeyenler ise bugün palazlandırılan “Askeri darbeye hayır, sivil darbeye evet!” söylemlerinin sahiplerini yeterince tanıyamaz.

1) 12 Eylül ile birlikte gözaltına alınanların, öldürülenlerin çoğunluğu hangi ideolojinin mensuplarıdır ve darbe belirli bir ideolojiye yönelik sistematik bir hareket midir? 12 Eylül darbesiyle birlikte gözaltına alınan kişi sayısı yaklaşık 650 bindir. 98 bin kişi örgüt üyesi olmak suçundan yargılanmış, 30 bin kişi sakıncalı olduğu gerekçesiyle işten çıkarılmıştır. 160 kişi cezaevinde öldürülmüş, 43 kişi cezaevinde intihar etmiş, 14 kişi ise cezaevi koşulları nedeniyle başladıkları açlık grevlerinde ölmüştür. Şimdi, demin yukarıda sorduğum soruları cevaplamaya başlayalım. “12 Eylül’le birlikte gözaltına alınanlar hangi ideolojinin mensuplarıdır?” sorusuna vereceğim cevabı elbette siz de biliyorsunuz. Töb-Der, Disk, Türk-Đş, Pol-Der, Dev-Sol, Dev-Yol, Halkın Kurtuluşu hareketlerinin mensupları ve ismini yazsam sayfalar tutabilecek dernek ve örgüt üyeleri çeşitli suçlar nedeniyle gözaltına alındı. 1982 yılına kadar olan süreçte asılan 14 siyasi suçlunun 10’u sol görüşlüydü. 17 yaşında asılan Erdal Eren, bir askeri vurmak suçundan yargılandı ve idama mahkûm oldu. Yaşı derhal büyütülen Erdal Eren, işlemediği bir suçtan dolayı idam edildi. ‘Sol’ isminin bile geçtiği tüm kitaplar yasaklandı. Sol Yayınları sahibi Đlhan Erdost, Mamak Askeri Cezaevi’nde abisi Muzaffer Erdost ile birlikte öldüresiye dövüldü. Đlhan Erdost

abisinin gözleri önünde öldü. Đlhan Erdost’un gözaltına alınmasının nedeni ise Engels’in “Doğa’nın Diyalektiği” kitabını basmasıydı. Bu tarz katliamlarla sindirilmeye çalışılan sol, Mustafa Balbay’ın deyimiyle sol-kırıma uğradı. 12 Eylül’ün amacı belli olmuştu. Zira, Kenan Evren darbe ilanını yaptığı ilk konuşmasında işçi ücretlerinin yüksekliğinden şikayet etmişti. Grev ise süresiz yasaklandı. (12 Eylül’ün Türkiye ekonomisi üzerindeki etkilerini ayrıntılı olarak başka bir yazımda irdeleyeceğim.)

2) Öldürenler nasıl bir düzen kurmak istiyorlardı? 12 Eylül darbesiyle öldürülen ülkücülerin (1980-1982 arası, 4 kişi) Türkçü-Đslamcı bir nizam beklentisi vardı. Komünizmle Mücadele Dernekleri yoluyla solculara karşı vatanlarını savunduklarına inanmışlar, Alparslan Türkeş'i “Başbuğ” olarak görmüşlerdi. Zira, 12 Eylül'den sonra "Ülkücüler içeride, fikirleri iktidarda!" sözleri bizzat ülkücüler tarafından dile getirilmiştir. 1980 sonrası asılan ilk ülkücü Mustafa Pehlivanoğlu'nun son sözleri şunlardır: “Şunu hiçbir zaman unutmasınlar ki, Mustafa'lar ölür, Allah davası ölmez, milliyetçilik yaşar. Kellemi verdiğim bu yolun zaferi yakındır. Zafer, her zaman Allah'a inananlarındır. Tanrı Türk’ü korusun ve yüceltsin.” Mustafa Pehlivanoğlu bugünleri belki göremedi ama kendisini asanların da kendisi gibi düşündüğünün farkında değildi. 7 TĐP'li gencin öldürülmesi, Abdi Đpekçi cinayeti gibi olaylara karışan Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi sanıkların ise devletle işbirliği yaptığı ancak yıllar sonra ortaya çıktı. 1992 yılında firardayken evlenen Haluk Kırcı'nın nikah şahidi ise dönemin Erzurum Valisi Mehmet Ağar'dı. 12 Eylül darbesiyle birlikte ilk katledilen sol görüşlü sanık ise Necdet Adalı'dır. 22 yaşında öldürülen Necdet Adalı, ülkücülerin çoğunlukta olduğu bir kahvehanenin taranması olayı ile ilgili olarak suçlandı ve tutuklandı. Mahkum bulunduğu Ulucanlar Cezaevi’nden kaçma girişimi olduğu halde olaya katılmadığını, suçsuz olduğunu ve suçsuzluğunun anlaşılacağını söyledi. Yargılandığı mahkemenin başkanı Albay Hamdi Sevinç, Necdet Adalı'nın suçsuz olduğuna kanaat getirmesine rağmen, Mahkeme Heyeti Ada-

12 Eylül’ün amacı belli olmuştu. Zira, Kenan Evren darbe ilanını yaptığı ilk konuşmasında işçi ücretlerinin yüksekliğinden şikayet etmişti.

“7 TĐP'li gencin öldürülmesi, Abdi Đpekçi cinayeti gibi olaylara karışan Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı gibi sanıkların ise devletle işbirliği yaptığı ancak yıllar sonra ortaya çıktı.”

12 Eylül darbesiyle birlikte ilk katledilen sol görüşlü sanık ise Necdet Adalı'dır


Sayfa 34

Politika Dergisi

“12 Eylül'den önce

lı için idam cezası verdi. Karara şerh koyan Hamdi Sevinç, ordudan istifa etti.

varlık

Necdet Adalı’nın ise son sözleri şu oldu:

gösteremeyen,

“Yaşasın halkların kardeşliği! Yaşasın anti-oligarşik , anti-emperyalist demokratik halk devrimi!"

zenginleşemeyen, medya üzerinde etkisi olmayan,

Necdet Adalı'nın sınıfsız ve eşit yaşam hayali, 12 Eylül cuntasının “Bir onlardan bir sizden asacağız.” eşitliğiyle yok edilmişti.

cemaatlere olan mensubiyetlerini

3) 12 Eylül hangi kesimin palazlandırılmasına yol açtı?

bile açıklamaktan

12 Eylül darbesiyle birlikte, darbeden zarar görmeyen burjuvazinin ‘Đslamcı’ kanadı yıllar geçtikçe güçlenmiş ve nihayetinde Türkiye'yi yönetir duruma gelmiştir. Günümüzde medyanın %50'sinden fazlasını ele geçiren, yıllarca Đslam'ın ‘bir lokma bir hırka’ felsefesini savunurken, daha sonra son model otomobillerle, hediyelerin oluk gibi aktığı, trilyonların harcandığı gösterişli sünnet düğünleriyle çevresine caka satan burjuvazinin ‘Đslamcı’ kanadı, kendi bünyesinden imam-hatip okulu mezunu bir başbakan bile çıkarabilmiştir.

çekinen burjuvazinin ‘Đslamcı’ kanadı, bugün Türkiye'de kendi diktatörlüğünü kurma yolunda ilerliyorsa, bunu 12 Eylül'e borçludur.”

12 Eylül'den önce varlık gösteremeyen, zenginleşemeyen, medya üzerinde etkisi olmayan, cemaatlere olan mensubiyetlerini

bile açıklamaktan çekinen burjuvazinin ‘Đslamcı’ kanadı, bugün Türkiye'de kendi diktatörlüğünü kurma yolunda ilerliyorsa, bunu 12 Eylül'e borçludur. 12 Eylül’den faydalanan ikinci kesim, Marksizm- Leninizm'de tahrifat yapan, kendini solcu diye nitelendiren fakat ‘oligarşi’, ‘emperyalizm’ gibi kelimeleri ağzına almaktan çekinen revizyonistlerdir. (Basınımızın bazı yazarları revizyonistlere, ‘liberal solcu’ da demektedir.) Basının başköşelerini kapan revizyonistler, sadece Marksist-Leninist teoride tahrifat yaparak medyadaki yerlerini sağlamlaştırmaya çalışmaktadırlar. 12 Eylül'den sonra solcuların yok edilmesi operasyonuyla birlikte ortaya çıkan revizyonistlerin fikirleri, aslında büyük ölçüde 12 Eylül cuntacıları ile uzlaşı halindedir. (Devam edecek.)

evren.yelkanat@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 35

Nutuk Attım Lütfen Tutun! Naile DUMAN

Zor olduğuna inanamıyordum. Anlamak zor olabilirdi; ama anlamaya çalışmak zor olmamalıydı. Neleri anlamıyorduk ki! Abuk sabuk siyaset kavgalarını, sanatçı diyaloglarını, yabancı medyayı, hayvanları, bebekleri, insanları anlamıyorduk; ama Arapçayı anlıyorduk. Anlamak zor olmamalıydı. Türkçeyi okumak, anlamak ve anlatmak zor olmamalıydı. Zor olduğuna inanamıyordum. Okumak zor olabilirdi; ama almak zor olmamalıydı. Neleri almıyorduk ki! Son model cep telefonları, diz üstü bilgisayarlar, arabalar, evler, kıyafetler, ayakkabılar… Almak zor olmamalıydı. Varsa, okumak ya da okutmak zor olmamalıydı. Zor olduğuna inanamıyordum. Hatırlamak zor olabilirdi; ama unutmak bu kadar kolay olmamalıydı. Neleri hatırlamıyorduk ki! Eski sevgilileri, eski aşkları, eski kazıkları, eski yalanları, eski kıyafetleri, eski anıları; kısacası, geçmişi -işimize geldiğince- çok iyi hatırlıyorduk. Hatırlamak zor olmamalıydı. Yakın tarihi hatırlamak, zor olmamalıydı. Zor olduğuna inanamıyordum. Atatürk’ü sevmenin ve O’nu anlamanın… Nutuk’u almanın ve onu okumanın… Kanlı ve genç tarihi hatırda tutmanın… Bu kadar zor olduğuna inanamıyordum. Bu yüzden, yüreğimin sesini dinledim yine 29 Ekim yaklaşırken. Atatürk kadınıydım, Atatürk’ün ülkeyi emanet ettiği çağdaş, modern. Sıkma baş yalanına kanmayacak kadar özgürlüğü bilen ve içine sindiren Atatürk kadınıydım. Üstelik çoğu Müslüman’dan daha Müslüman, çoğu dindardan daha dindar, çoğu insandan daha insan, çoğu kadından da daha kadındım ve hiç utanmadım aklım erip onlar sürekli sahneye çıkıp, artistik hareketleri ile ülkeyi talan edene kadar, vatanımdan. Utanmak bu kadar kolay olmamalıydı; ama utanıyordum. Đnsan olmaktan, kadın olmaktan, Müslüman olmaktan. Öyle cılkını çıkardık ki Ata’m medeniyetin, seni dahi çıkarmayı kitaplardan, indirmeyi duvarlardan marifet saydık. Etrafımızı “Ne yaptı ki?” diye ahkam kesen; kendi adına karar veremeyen; ne ne olduğunu, ne de nereden geldiğini bilen; kim nereye çekse oraya giden bir gençlik sardı. Dinle bozdular kafayı. Oysa “ey Türk gençliği” diye başlıyordu

en son nasihatin bize miras kalan ve Nutuk bu mirasla sona eriyordu. Ben şimdi haddim olmayarak, Gençliğe Hitabe’ni hani o “Arapçayı anlayanlar Türkçeyi anlayamıyordur” düşüncesi ile öz Türkçe hali ile bu yazımda paylaşıyorum ve sanıyorum vicdanıma su serpiyorum sadece. Bizim her daim Ata’mız, atalarımız vardı, kendimize örnek aldığımız; onlarınsa şeyhleri, şıhları, ağabeyleri, ablaları… Onlardan icazet almadan tuvalete gidebildiklerinden dahi emin değilim ki emperyalizme kafa tutabilsinler. Çok şükür ki 85. yılında cumhuriyetimin; o sarıklılara, o cüppelilere, o örümcek beyinlilere inat; özgürce yaşıyorum. Ata’m; keşke seni hak ettiğinden fazla yüceltebilse idik, keşke sana hürmetimizi layıkıyla sunabilse idik. Keşke senin yolundan sapmasa idik, millet olarak; ama Türk milleti bu, ne sağı belli, ne solu. Nereye çeksen orada. Döner aslına, döner özüne elbet; ama bakmışız ki iş işten geçmiş. Yine de sen rahat uyu Ata’m. “Đz”indeyiz! “Đzin”de olanlar da pek yakında başlayacaklar cumhuriyet mesaisine. Ha, bu sefer kanlı mı olur, canlı mı; kolay mı olur, zor mu; bilinmez! Yaşayarak öğreneceğiz; çünkü sen ve sana inanıp bir ülkeyi yoktan var edenleri anlayamadık. Anladığımız şey ise: “Anlamak için önce yok etmek gerek.” “Var olanı korumak” diye bir kavram yok belleğimizde. Nutuk’tan son söz… Senin sözlerin, biz gençlerin kulağında her daim küpe! “Sayın baylar, sizi, günlerce işlerinizden alıkoyan uzun ve ayrıntılı sözlerim, en sonu tarihe mal olmuş bir çağın öyküsüdür. Bunda, ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtebilmiş isem kendimi mutlu sayacağım. Baylar, bu söylevimle, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun, bağımsızlığını nasıl kazandığını; bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalıştım.

Keşke senin yolundan sapmasa idik, millet olarak; ama Türk milleti bu, ne sağı belli, ne solu. Nereye çeksen orada. Döner aslına, döner özüne elbet; ama bakmışız ki iş işten geçmiş.

Bizim her daim Ata’mız, atalarımız vardı, kendimize örnek aldığımız; onlarınsa şeyhleri, şıhları, ağabeyleri, ablaları… Onlardan icazet almadan tuvalete gidebildiklerinden dahi emin değilim ki emperyalizme kafa tutabilsinler.

Bugün ulaştığımız sonuç, yüzyıllardan beri çekilen ulusal yıkımların yarattığı uygarlığın ve bu sevgili yurdun her köşesini sulayan kanların karşılığıdır. Bu sonucu, Türk gençliğine kutsal bir armağan olarak bırakıyorum. Ey Türk gençliği! Birinci ödevin; Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, sonsuzluğa değin korumak ve savunmaktır. Varlığının ve geleceğinin biricik temeli budur. Bu temel, senin en değerli güven kaynağındır. Gelecekte de, yurt içinde ve dışında, seni bu kaynaktan yoksun etmek

Utanmak bu kadar kolay olmamalıydı; ama utanıyordum. Đnsan olmaktan, kadın olmaktan, Müslüman olmaktan.


Sayfa 36

“Bu Cumhuriyet Bayramı’nda bir güzellik yap. Kendine, sevdiklerine bir adet Nutuk hediye et. Đnan, sevaba girersin…”

Politika Dergisi

isteyen kötücüller bulunacaktır. Bir gün, bağımsızlığını ve cumhuriyetini savunmak zorunda kalırsan; ödeve atılmak için, içinde bulunacağın durumun olanaklarını ve koşullarını düşünmeyeceksin! Bu olanaklar ve koşullar çok elverişsiz olabilir. Bağımsızlığına ve cumhuriyetine kıymak isteyecek düşmanlar, bütün dünyada benzeri görülmedik bir utku kazanmış olabilirler. Zorla ve aldatıcı düzenlerle sevgili yurdunun bütün kaleleri alınmış, bütün gemilikleri ele geçirilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve yurdun her köşesine düşman girmiş olabilir. Bütün bu koşullardan daha acıklı ve daha korkunç olmak üzere, yurdunda, iş başında bulunanlar, aymazlık ve sapkınlık içinde olabilirler. Üstelik hainlik de yapabilirler. Daha kötüsü, iş başında bulunan kişiler, kendi çıkarlarını, yurduna girmiş olan düşmanların siyasal erekleriyle birleştirebilirler. Ulus, yoksulluk ve sıkıntı içinde ezgin ve bitkin düşmüş olabilir. Ey Türk geleceğinin gençliği! Đşte, bu ortam ve koşullar içinde bile ödevin, Türk bağımsızlığını ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Bunun için gereken güç, damarlarındaki soylu kanda vardır! Mustafa Kemal ATATÜRK Söylev'den, 20 Ekim 1927

Yazarından son not: Okuyucu, oku; ama önce Nutuk’u oku. Ahkamı sonra da kesersin! “Kur’an’ın iyisi Fatih’te” diye etiket fiyatından %25 indirimli almaya gidebilirsin; ama Nutuk her semtte, her kitapçıda… Yeter ki elin uzansın. Bu Cumhuriyet Bayramı’nda bir güzellik yap. Kendine, sevdiklerine bir adet Nutuk hediye et. Đnan, sevaba girersin… Ben, bugün “almak zor mu ger-

çekten?” merakı ile girdim bir kitapçıya; aldım, pahalı da değildi. Üstelik ikinci Nutuk’umu aldım ve bayramda hediye edeceğim Atatürkçü genç kuzenime! Bundan iyisi, Malatya’da kayısı.

naile.duman@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 37


Sayfa 38

Politika Dergisi

Ermenistan Ziyareti ve Sonrası... Burak ĐNAN

Kimileri, Kafkaslardaki barış sürecinde rol oynandığını; k imile ri is e bu iş e “diaspora”nın çok kızdığını yazdı, çizdi. E tabi yersen!

“Medya’da bir takım “taraflar” ve “taraftarlar” vasıtası ile yıllardır sürdürülen bir Ermeni propagandası var; ilişkilerin normalleşmesi lazımmış, sınır açılmalıymış…”

6 Eylül’de, Türk milli takımı ile Ermenistan arasında, Erivan’da bir futbol müsabakası oynandı; ama yaşananlar, bir futbol maçının çok ötesine geçti. Maçtan önce, Gürcistan’da yaşananlar dolayısıyla ilişkiler gerginleşmiş; Türkiye sözde- “arabuluculuk” iddiası ile birtakım gezi ve temaslar yapmıştı. Gündeme, maç dolayısıyla, Cumhurbaşkanı’nın ziyareti birdenbire düşüverdi. Şaşırdık mı? Bakın, geçen sayıda yayımlanan “Kafkasya’da neler oluyor?” başlıklı yazımda ne demişim: “…Türkiye ise komik ve “güdümlü” bir projenin peşine düştü. Komik; çünkü değil birlik kurmak, aynı semte uğramayacak taraflara “barış elçiliği” yapılacak. Burada Türkiye -maalesef- ABD elçiliği yapmaktadır; çünkü hazırlanan proje, Türkiye’nin lehine değil. Aksine, BOP bağlamında, bölgenin geleceği için son derece vahim bir projedir. …Dolayısıyla; ABD, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Türkiye ve Đsrail “sözde” istikrar için bir masaya oturtulacak. Tabii bunun için Türkiye Ermenilerle uzlaşmak zorunda! Azeriler de Karabağ’ı bırakacak. Ermenistan, bir iki kenti bırakacak. Barış ilan edilecek. Bugün için Rusya yanlısı gözüken Ermenistan, böylelikle ABD saflarında olacak. ... Bu projede Azerbaycan’da “turuncu devrim” denemesi yapan ABD başarılı olamadı, şimdi olası bir Đran saldırısı öncesi Azerilerle de “uzlaşmaya” varılmak isteniyor.” Hayır, kendimize pay çıkarmak için, övünmek için belirtmiyorum; ama yaşananlar bizi -maalesef- doğruluyor.

Sarkisyan’ın davetini, Gül elbette geri çevirmeyecekti, bundan iyi fırsat olamazdı! Eleştirilere ve tepkilere karşı sunulan argümanlar ise çeşitli oldu. Kimileri, artık ilişkileTürkiye ile Ermenistan ara- rin normalleşmesi gerektiğini; kimileri, açılasındaki sorun, Dağlık cak sınırlar ile ticaretin artacağını; kimileri, Karabağ’ın işgali ve Hocalı Kafkaslardaki barış sürecinde rol oynandıkatliamı ile sınırlı değil- ğını; kimileri ise bu işe “diaspora”nın çok dir.Yıllardır büyük bir propa- kızdığını yazdı, çizdi. ganda ile sürdürülen “Ermeni Soykırımı” yalanı, Türk topraklarına “göndermeler”, ASAL A terörü bu sorunun arka planını oluşturan diğer faktörler.

E tabi yersen!

Sarkisyan Kimdir? Sarkisyan, 1954'te Dağlık Karabağ’da

dünyaya geldi. 1979’da Erivan Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesi’nden mezun oldu. 1980’lerin sonunda Azerbaycan’a karşı Dağlık Karabağ’da yürütülen silahlı mücadeleler içerisinde öne çıktı. Sarkisyan’ın Ermenistan’daki politik kariyerini, güvenlik meseleleri belirledi. 1993’te Petrosyan başkanken Savunma Bakanı olan Sarkisyan, 1995-1999 arasında da Milli Güvenlik Konseyi başkanlığı yaptı. 2000-2007 arasındaysa, kendisi gibi Karabağlı olan Robert Koçaryan’ın başkanlığı altında, yeniden Savunma Bakanı oldu. Sarkisyan, Mart 2007’de dönemin başbakanı Andranik Margaryan bir kalp krizi sonucu ölünce, ondan hem başbakanlığı hem de Ermenistan Cumhuriyetçi Partisi (ECP) liderliğini devraldı. 2008 Şubat’ındaki başkanlık seçimlerinde, %52.9 oy oranı ile başkan seçildi. Dağlık Karabağ doğumlu olan Sarkisyan, bu bölgede Komsomol teşkilatlarından yetişmiştir. Azerbaycan Türkçesi’ne de vakıftır. Dağlık Karabağ Savaşı’nın ve Hocalı katliamının ana mimarlarından birisidir. Gül’ün davetini çevirmediği ve elini sıktığı adamı tanımış olduk böylece. Acizlik ve Zırvalar Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorun, Dağlık Karabağ’ın işgali ve Hocalı katliamı ile sınırlı değildir.Yıllardır büyük bir propaganda ile sürdürülen “Ermeni Soykırımı” yalanı, Türk topraklarına “göndermeler”, ASALA terörü bu sorunun arka planını oluşturan diğer faktörler. Medya’da bir takım “taraflar” ve “taraftarlar” vasıtası ile yıllardır sürdürülen bir Ermeni propagandası var; ilişkilerin normalleşmesi lazımmış, sınır açılmalıymış… Birtakım liberaller televizyonda sınırların açılmasıyla ticaretin gelişeceğini ve özellikle Kars, Iğdır gibi illerin kalkınacağını dahi söylediler. Pes!


Sayı 8

Sayfa 39

“Đşte, emperyalizmin kucağına düşmüş bir ülke, katiller karşısında böyle acizliğe ve gerçekler karşısında böyle zırvalıklara Ermenistan’ın ekonomik göstergelerine bakmakta fayda var; 2006 yılı itibariyle GSYĐH 16 milyar dolar, ihracat tutarı 1,056 milyar dolar, ithalat tutarı ise 1,648 milyar dolar. Şimdi şöyle düşünelim; sınırlar açılınca Ermenistan bütün alışverişini bizimle yapsın, sadece bizimle, ortadaki rakam 1,5 milyar dolar! Ne büyük rakam ama! Peki, bunları söyleyenlerin gözleri görmüyor mu? Elbette görüyor. Tüm bunlar, geçen sayıda bahsettiğimiz planın rötuşlarıdır. Emperyalizm bir yandan askeri, siyasi ve ekonomik baskı ve şiddetini gösterirken; bir yandan da kamuoyunu etkilemek, bilinçleri bulandırmak ve toplumsal muhalefeti törpülemek adına bu “beşinci kol” faaliyetlerini sürdürüyor, üstelik “taraftarı” da bir hayli fazla, medyamızda!

ABD, bölgede yeni değişimlerin yaşanacağı haberlerini verirken, Kuzey Irak’taki Kürt faaliyetleri ana haberlerde bile tartışılmıyor. Toprak, altımızdan kayıyor. Rusya, Abhazya ve Osetya’yı tanıdı, Gürcistan’ın NATO’ya dahil olması halinde saldıracağını açıkladı. Rice: “Cevap veririz.” dedi. Şimdi Türkiye, bölgedeki diğer piyonlarla beraber, bu “hattın içine” hapsedilmek isteniyor.Bu planın kademeleri, birer birer geçiliyor. Đran, hedeflerden biri ve daha sonra Orta Asya…

Yeni direnç noktaları lazım; yoksa bu plan işler, tarih bizi siler.

Kıbrıs’ta, Ermenistan’da, Musul’da, Kerkük’te susan; yarın Đzmir’de, Ankara’da susmak zorunda kalır!

burak.inan@politikadergisi.com

Plan işliyor… Geçtiğimiz sayıda dilim döndüğünce anlatmaya çalıştığım plan, tabiri caizse tıkır tıkır işliyor; ama “su akar Türk bakar” misali, bakıyoruz.

Milli onur faşistlikle, tehlikeler paranoyaklıkla itham edilir.”

Sömürgecilik, en vahşi ve insanlık dışı haliyle devam ediyor.Gerek fiziksel, gerekse psikolojik saldırılar kesilmiyor. Türkiye’deki direnç noktaları kırıldı; AKP ile beraber faşizme bir adım uzaktayız.

Đşte, emperyalizmin kucağına düşmüş bir ülke, katiller karşısında böyle acizliğe ve gerçekler karşısında böyle zırvalıklara mahkûm olur. Milli onur faşistlikle, tehlikeler paranoyaklıkla itham edilir.

Bizler Akdamar Kilisesi’ni yaranmak için restore ederken, oradaki Türk eserlerinin hesabını niye soramıyoruz, mesela? Ermeni soykırımı iddiaları ile uğraşırken, Hocalı katliamı ve Karabağ işgali neden gündemimizde öncelikli bir yer almıyor?

mahkûm olur.

Aydınlık yarınlar… Emperyalizm bir yandan askeri, siyasi ve ekonomik baskı ve şiddetini gösterirken; bir yandan da kamuoyunu etkilemek, bilinçleri bulandırmak ve toplumsal muhalefeti törpülemek adına bu “beşinci kol” faaliyetlerini s ü r d ü r ü yo r , üstelik “taraftarı” da bir hayli fazla, medyamızda!


Sayfa 40

Politika Dergisi

P—Kitap: Seçkiler Mustafa Kemal ATATÜRK: “Ben çocukken fakirdim. Đki kuruş elime geçince bunun

Gamze Güngörmüş Kona Batı’da Aydınlanma Doğu’da Batılılaşma

Ece Temelkuran ‘Ağrı’nın Derinliği

Barış Doster Kuşatma Altındaki Türkiye

Tuncay Özkan Yaraya Tuz Bastım: “Ermeni Soykırımı”

Osman Pamukğlu Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey Yok

Cüneyt Arcayürek Atatürk’ten Sonra Bugünlere Nasıl Geldik?

Yevgenly Primakov Politikanın Mayınlı Tarlası

Hikmet Çetinkaya Amerikan Mızıkacıları

Hikmet Bilâ CHP 1919—1999

Erol Murat Manisalı Paker Psiko-politik Soğuk SavaşYüzleşSonrasında meler Türkiye’nin Seçenekleri

Mahmood Mamdani Đyi Müslüman, Kötü Müslüman: Amerika, Soğuk Savaş ve Terörün Kökenleri

Mustafa Balbay Đran Raporu

bir kuruşunu kitaba verirdim. Eğer böyle olmasaydım, bu yaptıklarımın hiçbirisini yapamazdım.”

Bu Bölüme Đlişkin Önerileriniz Đçin: kultursanat@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 41

Ayıbı Ayıp ile Örtmek Özcan NEVRES

Deniz Feneri rezaleti ayyuka çıktığı halde, bunu gözlerden uzak tutmak için yeni rezaletler halen ortaya saçılıyor. Đnsana “haydaa” dedirtecek kadar çok yeni tutuklama var. Nurseli Đdiz ve Sisi, Ergenekoncu imişler. Đlk Ergenekoncuların tutuklamalarının üzerinden neredeyse bir yıl geçti; ama henüz ne yargıya çıkarılan var, ne de haklarında bir iddianame. Bu davalar sonuçlandığı gün, mağdur edilmiş olanlar, soluğu Đnsan Hakları Mahkemesi’nde alırlar. Yıllardır, Bergama’daki altın madeni arama rezaletiyle ilgili yazılar yazdım. Bergamalı kadınlar için, “yürekten alkışlanacak kadınlar” dedim. Yazdıklarıma, çok ağır tepkiler aldım. Ben, ülke yararına olan altın madeni çıkarılmasına karşı olduğum için cehalet ile suçlandım. Bana; satılmış, sözde bilim adamlarının olumlu raporlarını gönderdiler; oku da cehaletten kurtul, diye. Yalnızca ben miydim cehalet ile suçlanan? Altın madeni işletilmesine karşı çıkan tüm yürekli insanlar da -onlara göre- olabildiğine cahilmişler. Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar, bu ithamları yapanların suratlarında bir tokat gibi patladı. Bakalım bundan sonrası ne olacak? Ülkeyi yönetenlere ağır bir ders olacak mı? Olması gerekir. Zira Bergama’nın aydın insanları, hak edecekleri tazminatı devletten değil; o altın madenine izin veren devlet yöneticilerinden, altın madeni işletilmesine olumlu rapor verenlerden ve yürütmeyi durdurma kararını uygulamayan bürokratlardan almak istiyorlar. Bunu başardıklarında ise Türkiye’de yepyeni bir dönem başlayacaktır. Bergamalıların yıllardır sürdürdükleri altın madenine karşı eylemlerini büyük bir başarı ile noktalamış olmaları, bana da yol gösterici oldu. Bayram sonrası Menemen’e gidip kanserojen etkili ve çevresine zarar verici, sözüm ona- ÇED raporlu Organize Plastik Sanayisine karşı mücadele başlatacağım. Đlk işim olarak, yürütmeyi durdurma kararı almak için mahkemeye başvuruda bulunacağım. Daha sonra da Menemen halkının desteğini almak için bildiri yayınlayacağım. Yöneticilerin, Menemenli işsizlere iş kapısı açılacağı yalanına karşı halkımızı uyaracağım. Zira bu sanayi, Menemen’de yeni kurulmuyor. Yeni kuruluyor olsaydı, Menemenliler için iş olanağı sağlardı. Bu organize sanayi sitesi; Đzmir’i kirleten, Đzmirlilere sağlık sorunları yaşatan ve bu nedenle Đzmir’den kovulacak olan Đzmirli plastik sana-

yicileri için kuruluyor. Bu nedenle, o sanayiciler, Đzmir’den taslarını taraklarını toplayıp işçileri ile gelip Menemen’e postlarını serecekler. Bu nedenle, Menemenlilere iş kapısı açmalarından söz bile edilemez. Bu durumda, bu tesislerin Menemenlilere vereceği, kanser hastalığından ve kirlilikten başka bir şey olamaz. Bu nedenle, değerli Menemen halkının bu organize sanayi sitesine şiddetle karşı çıkmaları ve Bergama’nın aydın insanlarını örnek almaları gerekir.

Bu davalar sonuçlandığı gün, mağdur edilmiş olanlar, soluğu Đnsan Hakları Mahkemesi’nde alırlar.

***

Değerli okurlarım, alın size “haydaa” dedirtecek bir olay daha: Bir film çekimi için, Kayseri kalesine, olmayan devlet Bizans’ın bayrağı çekilince kızılca kıyamet kopmuş. Kayserililer, büyük bir kahramanlık örneği göstererek, bayrağı kaleden indirtmişler. Şimdi akla bir soru geliyor: Kayseri’nin güzide evladı olan Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, var olan ve halen ülkemize karşı yontulmamış kini olan Ermenistan’a futbol maçını izlemeye gittiğinde Sayın Gül’ü neden alkışladınız da tepki göstermediniz? Bu ziyaretin Bizans bayrağı kadar önemi yok muydu? Vardı ve hem de çok daha fazlasıyla. O Ermenistan ki halen vatan topraklarımızdan hak talep etmektedir. O Ermenistan ki halen Ermeni soykırımı safsatasını dünyaya gerçekmiş gibi kabul ettirmeye çalışmaktadır. O Ermenistan ki hiçbir günahı olmayan nice diplomatımızı katlettirmişti. Ne yazık ki dünya, bu vahşeti kınamaktansa, Ermeni yalanı soykırım iddialarına destek vermektedir. Đşte, Sayın Abdullah Gül’ün maç izlemek için gittiği ülke, bu Ermenistan’dır. Sayın Gül’ün Ermenistan ziyareti, alkışlanacak bir ziyaret değildir; ama siz Kayserililer yürekten alkışladınız. Ben de sizi yürekten alkışlıyorum…. Anlarsınız ya….

“Đlk Ergenekoncuların tutuklamalarının üzerinden neredeyse bir yıl geçti; ama henüz ne yargıya çıkarılan var, ne de haklarında bir iddianame.”

ozcan.nevres@politikadergisi.com

Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül, var olan ve halen ülkemize karşı yontulmamış kini olan Ermenistan’a futbol maçını izlemeye gittiğinde Sayın Gül’ü neden alkışladınız da tepki göstermediniz?


Sayfa 42

Politika Dergisi

Reja Ederim Uyu Rejep Sevda EĞER

Aşkta gurur yoktur Yeşilçam’a esefle sunulur

Bir süre sonra kimse hakarete veya vurguna ses çıkarmayacak; hatta ses çıkaranları da bizzat kendileri bizim adımıza paylayacak.

Bölüm-1 / Sahne-5

- Nen var kuzum, yoksa mesut değil misin? (Soran gözlerle bakınız.) - Ne münasebet? (Çenenizi titretiniz.)

Ve tabi hanımlar… Đkinci sınıf insan olmaları için ne gerekiyorsa yapacağız. Karınlarından üç sıpayı, sırtlarından şeriat sopasını eksik ettirmeyeceğiz evelallah.

Elbette

mesudum.

- Yoksa fakir bir şoför olmam gururuna mı dokunuyor? Futbolda da kariyer yapamadık, biliyorsun. Fek’at bu mutlu olamayacağız manasına gelmez. Her şey değişecek yavrum. Daha bu gün hükümet maaşlara yüzde beş zam yapacağının müjdesini verdi. Ama asıl şahane haber bu değil? - Neler söylüyorsun? Bundan daha müjdeli haber ne olabilir? - Politikaya girmeye karar verdim sevgilim. Geçen gün pek muhterem bir beyle tanıştım. Görsen öyle tonton, öyle şeker ki; kızarmış kadayıf gibi! Yüzüne bakınca bir refah, bir huzur buluyor insan. Bir an “Baba” demek geldi içimden, fekat ileride olabilecekleri kestiremediğim için o anlık kendime hakim oldum.

Memlekette kamu malı bırakmayacağız, ne varsa satacağız. Öyle ya para gerek, kupkuru toprağı kim ne yapsın? Torpilden kadroları şişmiş, yenilenmediğinden ıskartaya çıkmış şirketleri kim ne yapsın? Kurtulacağız ümmetçe bu angaryalardan. Bu hususta, Avrupa’dan destek alacağız. Kim bilir, belki bir gün Büyük Ortadoğu Projesi’nin Türkiye karakol zabiti bile olurum. (Sevinçle zıplayınız.)

Mektepten dava arkadaşlarım vesile oldular. Birbirimizi görür görmez seviştik. Katileşmeden sana söylemek istemedim. Bugün partinin ilçe reisliğine seçildim, kelebeğim. Bende bir ışık olduğunu söylediler. Đleride mebus bile olabilirmişim.

Ve tabi hanımlar… Đkinci sınıf insan olmaları için ne gerekiyorsa yapacağız. Karınlarından üç sıpayı, sırtlarından şeriat sopasını eksik ettirmeyeceğiz evelallah. (Odanın içinde heyecanla sağa sola koşunuz.)

- Tanrım, duyduklarıma inanamıyorum. Ne saadet! Eğleniyor musun yoksa benlen! Rica ederim hislerimle oynama, böyle latifeleri sevmem, bilirsin. (Gözleri nemlendiriniz.)

Memlekette kamu malı bırakmayacağız, ne varsa satacağız. Öyle ya para gerek, kupkuru toprağı kim ne yapsın?

ği gibi davranacak, ben de onlara. Açık ve samimi olacağız. Fikrimiz, zikrimiz bir olacak. Bir vatandaşa sövmek mi istedik, anında lafı gediğine koyacağız. Bir başkasını kayırmak mı istedik, aleni olarak çifte standart uygulayacağız. Evvela cesaretimiz şaşkınlık yaratsa da, duruma çabuk alışacaklar; hatta hayranlık duyacaklar ve her şeyi doğallığıyla kabul edecekler. Bir süre sonra kimse hakarete veya vurguna ses çıkarmayacak; hatta ses çıkaranları da bizzat kendileri bizim adımıza paylayacak.

- Nayır sevgilim hakikat bunlar; göreceksin ziyadesiyle mesut olacağız. Bütün ülkeleri gezeceğiz. Çocuklarımız ecnebi memleketlerde okuyacak. Misal, oğlumuz oyuncak gemi mi istedi, hakikisini temin edeceğim. Asker olmayı ret mi etti, o vakit gidip oralarda yan gelip yatmasına müsaade etmeyeceğim. Büyük bir aile olacağız. Muhteşem bir ekibim olacak. Özellikle zengin fakat niteliksiz, hitabeti zayıf, umum kültürü felaket zat-ı muhteremlerden oluşacak benim takımım. Onlar vatandaşa istedi-

-Yalvarırım yeter! Başım döndü, ne biçim lakırdılar bunlar? Unutma ki ben de bir kadınım. Nasıl olur bu dediğin? (Ekseninizde dönünüz.) - Elbette yardımlarınla yavrum; hem de bir kadın olarak… Seni de bu küçük oyunumuza dahil ettim. Beraber yürüyeceğiz bu yollarda. Göreceksin çok eğleneceğiz. Sana bir hediyem var, aç bakalım beğenecek misin? (Pis pis sırıtınız.) - Ah, bir armağan ha? Bunlar da ne kuzum? - Anlatayım sevgilim. Önce başındaki yazmayı çıkarıyoruz. Şu örtü ve eşarpla kafanı iyice sıkarak bağlıyoruz. Dur bir dakika, oluyor. Olacak, debelenme bir dakika. - Ighh, hııkk hııık! (Debeleniniz.)


Sayı 8

- Affet! Fazla sıktık galiba gevşetelim biraz. Evet. Sonra şu pardösüyü giyiyorsun. Đşte oldu! Muntazam bir şey. Sen ve kızlarımızın tek vazifesi bu üniformalarla dolaşmak… Ne vakit üç beş kişi bir arada yakaladınız, basacaksınız feryadı. Bu kılıkla okuyamamaktan çalışamamaktan yakınıp, bedbaht perişan bir vaziyette haykıracaksınız. Ben de bu arada nakit meselesini çözeceğim. Bahsettiğim tonton beyefendinin yakınları ile ticarete gireceğim. Dini bütün sosyeteye de gereksinmemiz olduğu bir hakikat. (Bir gözünüzü kıstığınız halde, bir yumruğunuzu sıkarak kadının burnunun dibine kadar yaklaşınız.) Ancak yetmez! Milletimizin doğasında vardır merhamet. Gözyaşına ivedilikle teslim olur. Kullanacağız. Salya sümük ağlayıp, yerlerde sürünüp, Allah adını dilden düşürmeyip, durmaksızın mağdur edebiyatı yapacağız. Milletimizin doğasında vardır romantizm. Kullanacağız. Hep el ele gezeceğiz. Yol arkadaşlarımın hepsine birer ikişer şiir ezberleteceğiz. Milletimizin doğasında vardır gülmece. Fıkralar anlatıp gerekirse halkın önünde tepe taklak yuvarlanacağız. Đcabında sayıp söveceğiz. Zira halkımız samimiyeti de ziyadesiyle sever. Nabza göre şerbet vereceğiz lafın kısası. Para, mevkii… Ne gerekirse... Arz talep meselesi yani… - Peki bunları yapacak parayı nereden temin edeceksin, kuzum? (Kendinize ve hanımefendiye birer kadeh gazoz doldurup ilk yudumu alınız ve...) -O işin en kolay tarafı yavrum. Halktan alıp Hakk’ın emrettiği kullara taksim edeceğiz. Gece vakti denizde kaybolmuş teknelere yol gösteren fenerler gibi ümmete istikamet belirleyeceğiz. Ve hatta... Şey... Hatta... Hımmm, bir dakika! Fen, feee... Den,deni… (Boş bakışlarla kekeleyiniz.) - Neler oluyor kuzum? Hasta olacaksın. (Dehşete kapılınız.) Yoksa, yoksa? Sen? Hayır, evet, yok, hayır… Yoksa kör mü oluyorsun? - Hayır hayatım, görüyorum. (Çılgıncasına gülünüz.) - Oh, tanrıya şükür! Ama, ama şu halde yürüyemeyeceksin. Tanrım, çok bedbahtım. Neden biz, neden, neden? (Ağlayınız, dövününüz, saçı başı dağıtınız; hatta rahatlatacaksa masanın üstündeki gazoz dolu bardağı kırınız ama şimdilik gerek yok.)

Sayfa 43

-Telaşlanma güzel kanaryam. Bak üç dakikada saçların bembeyaz oldu. Yürüyor ve görüyorum. Verem ya da kanser de olmadım henüz. Muhtemelen kardeş çıkma ihtimali ise hayli zayıf. Diyebilirim ki, her zamankinden daha sağlıklıyım. Anlattıklarımın bir an önce gerçekleşmesi için sabırsızlanıyorum.Sanki şimdiden görür gibiyim. - Rüya görüyorsun kuzum. Bence kendini bu hülyalara fazla kaptırma ve bu bahsi derhal kapat. Sözlerin rejime kastediyor. Unutma ki her şeyi halletsen bile ‘O’ var. Đlkeleri, ilkelerini canı pahasına kollayan yurttaşları var. -Đşte onun için sabırlı olacağız. Şimdiki nesle yutturamayız zokayı. Bizi bir kaşık suda boğarlar. Küçükleri yetiştireceğiz. Fakir ailelerin zeki çocuklarını Hoca Efendi’nin mekteplerinde okutacak, davamızı sürecek öğretmenler, doktorlar, savcılar yetiştireceğiz. Bu arada Hoca Efendi olayını şimdilik benim tonton duymasa iyi olur. Kendisi gelenekçidir ne de olsa. Her neyse, 15 bilemedin 20 sene dişimizi sıkacağız. Sizler evlerde, kurslarda, mahalle aralarında temellerimizi sağlamlaştırırken, bizler de kurtlar sofrasında pazarlıklara oturacağız. Geleneğin modası çoktan geçti; biz yenilikçi olacağız. Ne pahasına olursa olsun amaçlarımıza ulaşmak için gerekeni kullanacağız. Göreceksin. (Birbirinize sarılıp, nemli gözlerle uzaklara bakınız.) -Aman Allah’ım inanamıyorum! Ağlamak istiyorum. Tanrım, ne saadet! Yoksa bütün bunlar rüya mı?

Bahsettiğim tonton beyefendinin yakınları ile ticarete gireceğim. Dini bütün sosyeteye de gereksinmemiz olduğu bir hakikat.

“Fakir ailelerin zeki çocuklarını Hoca Efendi’nin mekteplerinde okutacak, davamızı sürecek öğretmenler, doktorlar, savcılar yetiştireceğiz.”

(Sana soruyor! Cevap vermeden önce son iki yılın hükümet haberlerinin başlıklarını hatırlamaya çalış. Dur, dur kaçma. Seyirci selamı için sahnede yerini al. Olanlarda herkes kadar payın var.)

sevda.eger@politikadergisi.com

Gece vakti denizde kaybolmuş teknelere yol gösteren fenerler gibi ümmete istikamet belirleyeceğiz. Ve hatta... Şey... Hatta... Hımmm, bir dakika! Fen, feee... Den,deni…


Sayfa 44

Politika Dergisi

Elizabeth Şeriatı Kadir Levent BECĐT

Şeriat mahkemeleri, Đslam tarihi ile ortaya çıkmış ve pozitif hukukun gelişimi ile birlikte yaygınlığını yitirmiş, artık töresel bir yapıya bürünmüş bir yargılama birimidir.

“Orta Doğu’yu her zaman küçük gören, her fırsatta üstlerine gidip ellerindeki imkanları gasp eden kitleler nasıl oluyor da Orta Doğu’dan doğmuş olan bir yargılama sisteminin kendi ülkelerinde uygulanmasına izin veriyorlar?”

Avrupa’nın göbeğinde şeriat mahkemeleri kurulması için çalışmalar yapılmakta. Bu konu, bakıldığında bizi direkt olarak ilgilendirmese de uzun vadede ülkemiz üzerinde pek çok hak istenmesine neden olabilecek bir düzenlemedir. Şeriat mahkemeleri, Đslam tarihi ile ortaya çıkmış ve pozitif hukukun gelişimi ile birlikte yaygınlığını yitirmiş, artık töresel bir yapıya bürünmüş bir yargılama birimidir. Bir coğrafya üzerinde yaşayan bireyler arasında hukuksal alanda ayrıcalık yapmak, demokrasi bakımından bir tutarsızlıktır. Sen önce ortaya çıkıp demokrasi mavraları atacaksın, ardından da ülke içerisinde hukuk ayrılığı yaratacaksın. Bu, tam anlamıyla ülke yönetiminin içerisinde bulunduğu karmaşanın göstergesidir.

Şimdi, Đngiltere’deki bu olaylar neden bizi ilgilendiriyor, bunu irdeleyelim. “Kötü örnek, emsal teşkil etmez” şeklinde bir atasözümüz vardır; ancak siyaset ve hukuk konusunda kötü örnekler de ne yazık ki emsal teşkil etmektedir. Bu olayın üzerine, bir grup bölücü kitle, ülkemiz coğrafyasında kendi yargılama birimlerinin oluşturulması talebinde bulunabileceklerdir. Bunu yaparken de “Bakın, Đngiltere’de buna benzer uygulama mevcut” diyecekler. Ülkemiz yöneticileri de -ne yazık ki- pek çok konuda fikirleri Avrupalı ülkelerden aldıklarından ötürü bu konuda da oturup düşüneceklerdir.

Tüm dünyanın gözü önünde, ülke içerisinde hukuksal ayrılığa doğru giden bir ülke olmasına karşı, dünyanın demokrasi jandarmaları buna karşı tek bir söylemde bile bulunmamışlardır.

Sözde Ermeni Soykırımı yalanı ile savrulan dünyada ve ülkemizde kendilerine bu yalana kaptırmış Ermeni kökenli vatandaşlarımızın böyle bir talepte bulunamayacağının bir garantisi -ne yazık ki- kimse tarafından verilemez.

AB ülkeleri, Türkiye’de demokrasinin oturmamasından ötürü “Türkiye’nin AB üyeliğine” karşı çıkarken; AB üyesi olan bir ülkede iki başlı yargılama sistemine neden karşı çıkmamıştır?

PKK Terör Örgütü ve onların siyasi uzantısı olduğunu belirten DTP’liler, böyle bir uygulamanın kendileri için de oluşturulması talebinde bulunursa; buna karşı nasıl bir yanıt verilecektir?

Dini inanış, insanın kişisel bir olgusudur. Kişisel olgulara göre yargı talep etmek ise doğru bir yaklaşım değildir. Oy kaygılarından ötürü insanların dini inançları üzerinden uygulama yapmak, demek ki yalnız ülkemize özgü değilmiş, bunu da görmekteyiz.

Bunlardan farklı olarak, ülkemizdeki Hristiyan vatandaşlarımız kendi dinlerine uygun bir yargılama modeli isterse bu teklif kabul edilecek midir?

Şimdi, Đngiltere’nin yetkililerine buradan iki soru sormakta fayda vardır:

Geçmişten günümüze kadar ülkemiz üzerinde pek çok ülkenin, grubun pek çok talebi bulunmaktadır. Bu taleplere en sert yanıt, şüphesiz ki Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde Bağımsızlık Savaşı’nda verilmiştir. Bu savaş sonucunda, tüm mazlum uluslar, ülkemizi ve Mustafa Kemal’i örnek alarak bir mücadele içine girmiş ve -buradan mutlulukla görerek şunu söyleyebilirim kibu mücadelelerin pek çoğu başarıya ulaşmıştır. Bu haklı mutluluğu da benim gibi pek çok insanın içerisinde taşıdığından da şüphe duymamaktayım.

Đngiltere’de yaşayan, Hristiyan olmayan diğer toplumlar kendi inançları doğrultusunda yargılanma talebinde bulunurlarsa bu da kabul edilecek midir? Đngiltere’de yaşayan farklı uluslara mensup kişiler, kendi uluslarından gelen yargılanma modellerini isterlerse bu kabul edilecek midir? Dini inanış, insanın kişisel bir olgusudur. Kişisel olgulara göre yargı talep etmek ise doğru bir yaklaşım değildir.

ren, her fırsatta üstlerine gidip ellerindeki imkanları gasp eden kitleler nasıl oluyor da Orta Doğu’dan doğmuş olan bir yargılama sisteminin kendi ülkelerinde uygulanmasına izin veriyorlar? Hem de kendi yargı sistemlerine muhalif bir şekilde…

Bu sorulara yanıt gelmesini beklemek belki garip olacaktır; ancak yanıt verecek birileri olursa da bunu dinlemeyi çok isterim. Đslam coğrafyasına yıllarca Haçlı Seferleri düzenleyen bir ülkenin bu şekilde bir uygulamaya gitmesi, pek çok açıdan düşündürücüdür. Orta Doğu’yu her zaman küçük gö-

Bunlardan ziyade, Đngiltere böyle bir talep karşısında nasıl bir tutum sergileyecektir?

Bu haklı mücadelenin sonucunda elde ettiğimiz zaferin üzerine, sömürgeci zihniyet pek çok şekilde ülkemize kıskaca almıştır. Ekonomik olsun, siyasi olsun, ülkemizdeki etnik ve dini gruplar olsun; bu kıskaç sürekli


Sayı 8

bir şekilde kullanılmış ve kıskacın ucundaki maşalar da pek çok kez bu yapılanlara alet olmuştur. Đngiltere’deki yetkililer bu uygulamayı yaparken oturup “Đleride biz bunları Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne koyarız” diye düşündüler mi acaba?

Sayfa 45

mümkün değildir. Pek çok kez tekrarladığım ve yine altını çizerek söylemek istediğim son sözüm şudur: Kendilerini müttefikimiz olarak belirten ülkeler, ileride ülkemiz zararına pek çok olaya neden olacak bu tür eylemlere nasıl dahil oluyor ve de bunlara karşı sessiz kalıyorlar? Artık görelim…

Hepinizin malumudur ki Đngiltere Lozan’da kaybettiklerinin acısını cebine koyan Lord Curzon’un torunlarıyla doludur.

Bizim bizden başka dostumuz yoktur…

Đngiltere’deki yetkililer bu uygulamayı yaparken oturup “Đleride biz bunları Türkiye Cumhuriyeti’nin önüne koyarız” diye düşündüler mi acaba?

Esen kalın…

kadirlevent.becit@politikadergisi.com

Ülkemiz üzerinde bu denli oyunlar oynanırken, ülkemizdeki her bireyin her zamankinden daha uyanık olması gerekmektedir. Dünya siyasetini takip etmeden kendi ülkemiz için oynanan oyunları görebilmemiz

P—DVD: Elizabeth: Altın Çağ Gökhan DAĞ

1998 yılında çekilen Elizabeth’in devamı niteliğini taşıyan Elizabeth: Altın Çağüstün oyuncu performansları olan Cate Blanchett (Elizabeth) ve Geofrfrey Rush’ı (Walsingham) tekrar bir araya getiriyor. Ayrıca serinin ikinci filminin kadrosuna Clive Owen’da (Raleigh) dahil oluyor. Filmin Konusu: O dönemin en güçlü devleti olan Đspanya ile Đngiltere filmde din eksenli bir savaş içerisindedir. Bu savaş Đngiltere Kraliçesi 1. Elizabeth’in hayatının en karmaşık evresinde başlar. Elizabeth halkının kendisine kuşku ile baktığı bir dönemde; yine kendisine yönelik komplolarla uğraşmaktadır. Yalnızlık hissinden kurtulamayan Elizabeth’in en büyük destekçisi ise koloni kurmak için O’na yakınlaşan Raleigh ve yardımcısı Sir Francis Walsingham’dır.

Derlemecinin Notu: Cate Blanchett’in üstün bir oyunculuk gösterdiği film yine de Đngiltere propagandası yapmaktan kendisini alamıyorum. Đspanya Kralının, Đngiltere’nin Protestan olduğu gerekçesiyle açmış olduğu sözde din savaşını çok güzel bir şekilde anlatan film dinin politikaya alet edilmesini çarpıcı bir şekilde işliyor. Nitekim film de dini politikaya alet edenlerin yalvarışlarıyla sona eriyor. Bir yöneticinin özel hayatının, politik zorluklar sebebiyle nasıl yok olduğunu izleyeceğimiz bu film ayrıca bazı tarihsel yanlışlıklar da içeriyor. Örneğin Osmanlı Đmparatorluğu film de Türkiye olarak anılıyor. Her şeye rağmen izlenmesi gereken bir film olduğuna inanıyorum.

kultursanat@politikadergisi.com


Sayfa 46

Politika Dergisi

Politika Dergisi—Ali Müfit GÜRTUNA Mülakatı Mülakatı Gerçekleştiren: Yamaç KONA Fotoğraflar: Gökhan DAĞ

Ali Müfit GÜRTUNA Kimdir? Gürtuna, eski Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı ve şu an Turkuaz Hareket’Đn başında bulunuyor.

Eskiden Konya'ya, şimdi ise Karaman'a bağlı Ermenek ilçesinde doğdu. Đlkokulu ve ortaokulu Karaman'da bitirdi. Daha sonra Đstanbul'a yerleşen Gürtun'a, Đstanbul Pendik Lisesi'nden mezun oldu. Lise sonrası, ODTÜ (Ortadoğu Teknik Üniversitesi) Đngilizce bölümünü bitirdikten sonra Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ne devam etti ve buradan mezun oldu. Çalışma hayatına daha öğrencilik yıllarında başlayan Ali Müfit Gürtuna, önce gazetecilik yaptı. Bu kariyerine TRT Haber Dairesi'nde devam etti. TRT Parlamento muhabirliği görevinde bulundu. Bir müddet sonra TRT ve Ankara'dan ayrılarak tekrar Đstanbul'a yerleşen Gürtuna, tekstil ve inşaat alanlarında aile şirketlerini kurarak ticari hayatta yoğunlaştı. Bir hukuk bürosu kurdu. Ayrıca bir çok özel kuruluşların yanında, Türkiye Denizcilik Đşletmeleri (TDĐ) Türkiye Çimento Sanayi, Kıbrıs Türk Petrolleri Ortaklığı'nda yönetim kurulu üyeliği ve danışmanlık yaptı. 1970'li yıllarda kültür, sanat ve sosyal alanda yoğun çalışmalar yapan ve çeşitli kuruluşlarda başkanlıklar yürüten Gürtuna, siyasi çalışmalara 1983'te ANAP'ın kuruluşu ile başladı. Merhum Turgut Özal'ın davetiyle, siyasi çalışmalara dahil olan Ali Müfit Gürtuna, 1984'de Đstanbul Büyükşehir Bele-

diye Meclis üyesi seçildi. Meclis hukuk komisyonu ve meclis başkanlığı gibi görevlerde bulundu. Bir yandan da ANAP Kartal ilçe başkanlığı görevini sürdürdü. 1992-1993 yıllarında siyasi çalışmalara ara veren Gürtuna, 1994 seçimlerinde yeniden Đstanbul Büyükşehir Meclis üyeliğine seçildi. Meclis başkanlığı ve belediye başkan vekilliği görevini sürdüren Gürtuna, 1998 Kasım ayında belediye meclisinde Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'na seçildi. 18 Nisan 1999'da yapılan yerel seçimlerde bu kez halk tarafından yeniden aynı göreve seçildi. Đstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı döneminde, Đstanbul'un alt yapı sorunu çözüldü. Su, atık su ve doğal gaz ihtiyacı tamamen giderildi. Büyük çevre projeleri hayata geçirilerek Đstanbul, çevre sorunlarından arındırıldı. Dereler ıslah edildi, Haliç ve Marmara Deniz'i temizlendi. Çöpten geri dönüşüm sağlayan, dünyanın en büyük tesisi açıldı. Yine çöpten elektrik üreten, dünyanın ikinci büyük tesisi hizmete girdi. Çok büyük bir yeşillendirme hamlesi yapıldı. Ulaşımda kalıcı sistemler ve projeler üretilerek önemli rahtlık sağlanmıştı. Metro tamamlandı, havaalanına metro götürüldü. Raylı sistem atağı ile birlikte, 100 kavşak ve 500 kilometre yol yapıldı. Đstanbul'un her yerinde kültür merkezleri, spor tesisleri, parklar, Minia Türk gibi ilginç eserler, bu dönemde Đstanbul'a kazandırıldı. 50 günde 100 eser ve Fetih'in 550. yılında 550 eser gibi hamleler ve kampanyalar asla unutulmayacaktır. Yine bu dönemde Sosyal Doku Projesi hamleleri hayata geçirildi. Öğrencilere katkılar, Kadın Koordinasyon Merkezi'nin destansı çalışmaları, fakir ailelere destekler, yaşlılara, kadınlara, gençlere yönelik çalışmalar gönüllerde yer etti. Đstanbullu Olmak- Ben Đstanbulluyum, Binalarımızı Giydirelim, Binalarımız Đstanbul gibi güzel olsun kampanyaları Đstanbul'un tarihine geçecektir. Đstanbul Metropol Alan Plan çalışmaları ve Tarihi Yarımada Plan çalışmaları tamamlandı. Deprem ve afetle ilgili çok büyük ve önemli hamleler yapıldı. Dünyanın en modern ve ileri afet yönetim sistemi AKOM (Afet Koordinasyon Merkezi) kuruldu. Zemin Etüdleri ve Deprem Master Planı tamamlandı. Bilişime, teknolojiye büyük önem verildi. Đstanbul'da düzenlenmekte olan Bilişim Fuarı'na, uluslararası nitelik ve etkinlik kazandırılarak, Avrupa'nın en büyük fuarcılık


Sayı 8

Sayfa 47

şirketi Hannover Messe AG'nin CEBĐT zincirine dönüştürüldü. 2023 vizyonu ve eylem planı üretilerek yöneten şehir - lider şehir Đstanbul konsepti ve iddiası ortaya kondu. Birçok kültür, sanat derneklerinde sosyal içerikli vakıf ve derneklerde spor kulüplerinde yöneticilik ve başkanlık yaptı. Siyasi, sosyolojik ve çevresel konularda araştırmalar yaptı, makaleleri yayınlandı. Çalışmalarında sayısız ödül alan Gürtuna, Türkiye'de ve dünyada bir çok kuruluş tarafından yılın belediye başkanı seçildi. 2002 yılında Dünya Büyükşehirler Teşkilatı Metropolis'in düzenlediği bir yarışmada, bir çok ülke ve şehirlerin değerlendirilmesi sonucu Haliç Projesi ile dünyada Yılın Çevre Ödülü'nü kazandı. 2003 yılında Paris Sorbonne Üniversitesi tarafından şehircilik dalında, dünyada yılın belediye başkanı unvanına layık görüldü. Yine 2003 yılında Đstanbul'un alt yapısı için hazırlanan gelişmiş bir coğrafi bilgi sistemi (ĐSKABĐS) ile Washington'da yapılan ve dünyanın önemli şehirlerinin katıldığı bir değerlendirmede teknoloji dalında birincilik ödülü aldı. 2003 yılında, Atina ve Roma belediye başkanlarıyla birlikte "Şehir diplomasisi" kavramını hayata geçiren önemli bir girişim olarak Dünya Şehirlerarası Diplomasi Enstitüsü'nü kurdu. Türk—Yunan ilişkilerinin kötü durumda olduğu, hatta 1999 Temmuz'unda Ege'de iki ülke savaş gemilerinin gerilimli biçimde karşı karşıya geldiği bir atmosferde Atina Belediye Başkanı Avramapulos'la birlikte gerginliğin giderilmesine katkı sundu. Okumayı ve sanatı çok seven Gürtuna, Ayvazovski resimleri, hat, ebru, tesbih ve cep saati koleksiyoncusudur. Evli ve 3 çocuk babasıdır.

Not: www.turkuazhareket.org alınmıştır.

setindeki çarpıklık vardır. Dolayısıyla eksikliğini gördüğümüz çerçevede iki temel yaklaşımla, yani, (1) Bilgiye, felsefeye, projeye ve programa dayalı siyaset, (2) Ayrıştırmayan, birleştiren siyasetle yeni bir siyaset kültürü oluşturmaya çalışıyoruz. Birleştirici, pozitif milliyetçiliği benimsiyoruz. Yani insanını, ülkesini seven, tarihine sahip çıkan, milletini, toplumunu seven bir anlayış. Turkuaz Hareket; “Güçlü ve Mutlu Türkiye” hedefine yönelmiş, güçlü programları yönetmeyi hedefleyen bir çözüm hareketidir. Özgürlükçü demokrasiye inanan, sosyal devleti ve liberalizmi “Aktif Sosyal Devlet” kavramıyla örtüştüren bir yapı formülü üretiyoruz. Hedefimiz; yenilikçi, gelişmeci, bilgiye dayalı, değerlere bağlı siyasettir. Bilgi toplumu ve bilgi ekonomisi hedefimizdir. Birlik esaslı bir çabanın içerisindeyiz. Ruhunda birliği hisseden herkese ve her kesime açık bir yapı üretiyoruz. Bizim bütün çabamız ve kurgumuz hizmete odaklı bir siyaset hazırlığı içerisindeyiz.

Yamaç KONA: Turkuaz Hareket’ten başlayalım. Turkuaz Hareket’in siyasi hedefi nedir? Ali Müfit GÜRTUNA: Turkuaz uzun soluklu bir inovasyon hareketidir. Turkuaz sürdürülebilir bir hareket; bir ihtiyaç, bir proje, bir çözüm hareketidir. Bugünkü problemlerin özünde, Türk siya-

“Turkuaz Hareket'in doğuşunu gerektiren sebepler Türk siyasetinin içinde bulunduğu şartlardır.”

adresinden

Ali Müfit GÜRTUNA Mülakatı

GÜRTUNA:

Yamaç KONA: Burada merak ettiğim şu; Turkuaz Hareket nasıl bir ortamda filizlendi, nasıl kuruldu ve kimlerle yola çıktınız? Ali Müfit GÜRTUNA: Turkuaz Hareket'in doğuşunu gerektiren sebepler Türk siyasetinin içinde bulunduğu şartlardır. Öteden beri süregelen yapıya baktığımız zaman sonsuz bir siyaset mantalitesini görmekteyiz. Yani şöyle diyebiliriz; bir tavuğu kuluçkaya yatırıyorsunuz, ama altına yumurta koymuyorsunuz; yıllar geçse de bekleseniz civcivler çıkmıyor. Yahut Mevlana'nın güzel bir sözü var; der ki; “Eğer siz bardağınızı


Sayfa 48

Ali Müfit GÜRTUNA: “Türkiye'de eğer madem her şey çok iyi gidiyorsa, Türkiye'nin bu halinin sebebi ne? Tarım bitmiş. Bizzat AKP'nin kendi partilisi feryat ediyor.”

Politika Dergisi

çeşmeye uzatmamışsanız bin yıl dolası değil.”. Yani sonuç alacak bir eylemi, bir hareketi üretmemişseniz sonuç doğmaz. Bugünkü Türk siyasetinin yapısına baktığımızda da bilgiye dayalı bir siyaset değil, değerler zemininde bir siyaset değil; yani etik değerlerin kaybolduğu bir yapı var ne yazık ki. Siyasetin içindeki herkes böyledir diye suçlamıyorum ama dominant olan vâkıf olan iklim bu üzülerek ifade etmek istiyorum. Oysa çok kıymetli insanlar var; hakikaten sevgiyle, saygıyla takdir ettiğimiz çok değerler var. Ama bu değerlere baktığımız zaman iklimini bulup hizmet fırsatını ele geçiremiyorlar. Niye? Hakim olan yapı bir dar çevre kadro yapısı. Bugünkü iktidar yapısına da baktığımız zaman bir dar çerçeve, bir yakın çevre çalışmasını görüyoruz. Sonuçta 10 yıl da geçse, 20 yıl da geçse, 50 yıl da geçse Türkiye'nin hayrına, Türkiye'nin faydasına bir şey üretmesi mümkün değil. Bir sonucun çıkması için, sebebin olması gerekir. Sebebin de pozitif olması halinde pozitif sonuç çıkar. Onun da yolu liderlik üretmektir. Türkiye'deki siyaset liderlik üretmiyor. Yani bir gelecek vizyonu, gelecek hayali üretip, o gelecek hayalini bir stratejik akla, o stratejik aklı da bir tatbikat projesine çevirecek bir yönetim erki, bir liderlik gücü oluşmuyor. Oluşmadığı için de o gelecek geldiğinde Türkiye yine eli boş şekilde karşılıyor onu. Gelecek mutlaka geliyor, gelecek bir gün gelecek, ama o geleceğe şimdiden hazırlıklı olmak lazım. Ben gelecek bilimi ile de biraz ilgiliyim şu açıdan; toplumsal anlamda ifade ediyorum, dünya 10 yıl sonra nerede olacak, 30 yıl sonra nerede olacak, 50 yıl sonra nerede olacak? Hangi ülkenin hangi vizyonu, hangi hedefleri var? Bunları ortaya koyuyoruz ki kıyaslama yoluyla nerede olduğumuzu anlayabilelim. Benchmarking denen bir kavram var. Nedir o? Kıyaslayarak değerlendirme yapmak. Şimdi bizim siyasetçilerimize baktığımız zaman, müthiş kahramanlık öyküleri dinliyoruz, çok büyük işler yapılmış gibi bir hikâye ortamını görüyoruz. Ama realiteye bakıyoruz; tam tersi. Peki, ne oluyor? Boksörün hikâyesi var. Antrenör ringde boksöre moral veriyor. Çok iyi gidiyorsun, süpersin; sen galip geleceksin diye. Tabii o da çok zor durumdaymış, demiş ki hocasına: “Đyi ama bu kadar yumruğu bana kim atıyor?” Şimdi Türkiye'de eğer madem her şey çok iyi gidiyorsa, Türkiye'nin bu halinin sebebi ne? Tarım bitmiş. Bizzat AKP'nin kendi partilisi feryat ediyor. Ama buna rağmen adam azarlamayla karşı karşıya kalıyor. Ey vatandaş sen çiftçisin, yaşını başını almış bir adamsın, bir şeyler demek istiyorsun. “Gel, ne diyeceksen anlat” yaklaşımını sergilemek varken. Đtham etme, karalama, bağırıp çağırma, azarlama... Demek ki siyaset alttan gelen etkileşime de

kapalı. Hem istiyor ki; benim dediğim olsun, herkes bana tâbi olsun, kimse itiraz etmesin, tenkit müessesi olmasın, kritik müessesi olmasın, istişare danışma gibi bir kavram olmasın. Ee, o zaman bu sistemin adına demokrasi dememiz mümkün değil ki. Yani; birinci olarak, bilgiye dayalı siyaset yapılanması olmadığı için, iki: demokratik, katılımcı gerçekten özgürlükçü insan varlığına saygı duyan bir yapı olmadığı için ve etik değerler zeminde bir siyaset yapılmadığı için... Türkiye'de şu an var olan yapı, değer odaklı siyaset olmaktan çıkmış, çıkar odaklı siyaset ortamına dönüşmüştür. Bunun için özü itibarıyla biz sonuç üretecek, gelecek üretecek, bilgi toplumu kavramı çerçevesinde yeni yetişen tüm gençliği ayırt etmeksizin bu heyecan içine alacak bir siyasal çıkışa ihtiyaç var. Đster Van’da doğsun, ister Edirne’de, ister Akdeniz, ister Karadeniz; biz doğan her çocuğumuzu bu ülkede, bu gelecek vizyonunun içine almak durumundayız. Bilgi toplumunun temeli odur. Herkese ihtiyaç vardır. Kimseyi dışlayamayız. Artık ilk çağ toplumu değiliz. Bir tane adam çıksın hepimize emir versin, buyurgan bir yapı vs. Đşte her şey öyle gitsin. Bu mümkün değil. Muazzam bir yarış var dünyada; çünkü bu yarışta ya var olacak, ya yok; orta yolu yok. Đlk Çağ’da, Orta Çağ’da; çağdan geri kaldığınız zaman, bunu telafi imkânınız olurdu. Đşte biri tekerleği icat etmiş, siz bunu almışsınız. 500 sene de geçse sonra o tekerleği alıp hayata monte edip yürümeniz mümkündür. Ama şimdi ise o kadar muazzam bilgi hamlesi var ki 15 saniyede bilgi eskiyor. Artık bir buluş yapabilmeniz için 2500 alt buluşa ihtiyacınız var ki siz 2501 buluşu bulabilesiniz. Đşte bu yüzden biz bilgi toplumuna önem veriyoruz. Ve toplumdaki yetişen her gencin bu kavramın içinde olması gerektiğini vurguluyoruz. Her doğan çocuk Türkiye için bir değerdir. Bu gözle bakarsak ona sahip çıkarız. Ama bana oy verdi, vermedi; şuralı, buralı; şu inançtan, bu inançtan gibi ayrımlarla halkımızı ayırır, çok az bir kesimi yanımızda tutarsak Türkiyemizin muazzam dinamizmini dışlamış oluruz. Onun için bugünkü yapının bir eksikliği de ayrıştıran, bölen bir yapı olmasıdır. E, bu da hoş değil. Dolayısıyla bunun bir adım ötesi, kavgaya dayalı bir yapısı vardır. Yani Türk siyasetinin negatif yapısı var. Şimdi negatif yapıdan pozitif sonuç doğmaz. Onun için diyoruz ki bu negatif yapının temizlenmesi yerine pozitif bir kurgunun hâkim olması gerekir. Đşte Turkuaz bu ihtiyaçtan yola çıkarak kuruldu. Bu dediğimiz gibi bir kişinin, tek adam hareketi olarak ortaya çıkan bir şey değil. Bilgi toplumu hedefi varsa, siyasette de bilgiye dayanan bir yapılanmayı esas alıyorsa; var olan bütün toplum bu hareketin parçasıdır. O gözle görüyoruz. Onun için Turkuaz Hareket'in siyaset zemini


Sayı 8

3B esasına göre oluşmuştur. 1; Barıştır, barışın olmadığı yerde hiçbir şey olmaz. 2; Birliktir, birliği çok önemsiyoruz. Çünkü küresel yarışta milletimizin insan gücü en büyük rekabet kaynağıdır. Bunu çok iyi görmemiz lazım. 3; Bilgidir, bilgiye dayalı olmayan ne bir devlet yapısı liderlik üretir. Ne bilgiye dayalı olmayan ekonomi katma değer üretebilir. Onun için bunları ortaya koyan bir siyasi aksiyon, çözüm hareketi olsun istiyoruz.

Yamaç KONA: Anlıyorum, peki siz planlı bir insansınız. 2023 yılı vizyonunuz var, okuduğum kadarıyla. Turkuaz Hareket kurulduğunda planladığınız şeylerin ne kadarına ulaşabildiniz? Ne kadar yol kat ettiniz? Hangi evrelerden geçti Turkuaz Hareket ve ne zaman partileşme evresine geçeceksiniz? Ali Müfit GÜRTUNA: Türkiye’de ilk defa 2023 kavramını biz ortaya atmıştık. Belediye başkanı olduğumda 1998 sonu. Ben hep şunu gördüm; birçok kişi belediye başkanı oldu, birçok kişi Đstanbul’a bir şeyler yapmaya çalıştı. Ama Đstanbul buna rağmen kötü. Bunun bir sebebi olmalı. Benden beklenen ne, başkan olarak; onu düşündüm. Yollar, kavşaklar yapmak mı? Günlerce hatta aylarca üzerinde çalıştım. En son geldiğim nokta şu oldu, Đstanbul’un bir gelecek projesi yok. Đstanbul’da gördüğüm temel eksiklik, bir sahipsizlik, bir itilmişlik. Yapmamız gereken Đstanbul'a gelecekte iddia sahibi olacak bir yapıyı, bir gelecek projeksiyonunu oluşturmaktı. Bunu biz 25 yıllık bir periyoda bağladık. 2005 yılına kadar yaşanan şehir Đstanbul hedefi. 2010'a kadar yöneten şehir Đstanbul hedefi ve Avrupa Kültür Başkenti hedefi. 2023 yılında Avrasya Coğrafyasının lider şehri. 2023 yılına kadar olacak şehirleşmeden sonra zaten Dünya ile yarışacak bir Đstanbul'u hedefledik biz. Ve demin de söylediğim gibi benchmarking kavramı bir yarışmayı ifade eder. Yarışmayan yapıların gelişmesi de azdır. Niye her olimpiyatta rekorlar kırılıyor? Çünkü onu kırmak isteyen, geçmek isteyen insanlar var. Dünya hayatı da böyle. Yarışmıyorsanız, ne kadar geliştiğinizin farkına varamazsınız. Aslında dünyada bir yarış var; tüm mesele bu yarışta var olup olmamaktır. Bir Afrika atasözü var, der ki; her sabah Afrika'da bir aslan uyanır. O aslan bilir ki; ceylandan, antiloptan daha hızlı koşamazsa aç kalır, ölür. Ama Afrika'da her sabah bir ceylan uyanır. O ceylan da bilir ki; en hızlı aslandan daha hızlı koşamazsa, canından olur. Bugün dünyadaki yarış da bu, şehirlerin yarışı. Varsınız veya yoksunuz. O noktaya gelmiştir bu yarış. Dolayısıyla ben yarışmıyorum deme hakkınız yok, yarışta olmak zorundasınız. Dolayısıyla onun şartlarını yerine

Sayfa 49

getirmek mecburiyetindesiniz toplum olarak. Đşte biz de bu iklimi hazırlayarak, toplumu yarışacağı bir ortama taşımak amacındayız. Bizden sonra maalesef bizim uyguladığımız planlar ters yüz oldu. Biz Đstanbul'da nüfusu azaltıp hayat standardını yükseltmek isterken, şimdi hayat standardını düşüren her tarafı yapılarla doldurarak rant üretip nüfusu arttıran bir yapı ortaya çıktı. Sonra deniliyor ki; problem oluyor. Yani şu temel kuraldır, bunu bilmeyen şehirleri ve ülkeleri yönetemez, yönetiyorum diyorsa yalan söylüyordur. Nüfus arttıkça problem artar. Nüfus arttıkça kişi başına düşen iyi şeyler azalır, kötü şeyler artar. Olayın özü bu. Ve bir şehirde nüfusun artışı aritmetiktir, problemin artışı geometriktir. Onun için şehirlerde nüfusu arttırmamak, yaşam kalitesini arttırmamak bir vizyonel hedeftir. Ne yazık ki bundan da vazgeçildi ve tam tersi uygulanıyor. Ondan sonra da trafik oluyor; olacaktır, su problemi oluyor, çevre problemi oluyor; olacaktır. Her türlü problem olacaktır. Onun için ülke yönetimine de bakarken böyle bakıyoruz. Siyasetin 3 aşaması var, 1; hazırlık aşamasıdır. 2; iktidara gelme aşamasıdır. 3; iktidara geldikten sonra ülkeyi düzgün biçimde yönetme aşamasıdır. Ama Türkiye'deki siyaset anlayışı tek aşamalı: Ne yaparım da iktidara gelirim? Bütün kafalar iktidara gelme üzerine kurgulanmıştır. Dolayısıyla hazırlık aşaması yoktur ve önemsizdir. Hazırlık aşamasına masraf iktidara nasıl gelirimin hazırlığıdır. Dolayısıyla iktidara gelince Türkiye'yi, toplumu, devleti yönetirimin hazırlığı olmadığı için, günlük ya da başkalarının etkisi altında, o günkü esen rüzgara göre bir yönetim anlayışı şekillenir. Bu asla vizyonel değildir. Asla liderlik vasfında bir yönetim değildir. Sadece günü kurtarmaya yöneliktir. Onun da Türkiye'ye ve hele büyük ülkelere verebileceği bir şey yoktur. Aksine büyük gemilerin dalgalı okyanusta kayalıklar arasında parçalanıp gitmesine sebebiyet verdiği gibi Türkiye gibi büyük bir ülkenin kaptansız, yönetimsiz tarihin kayalıkları içerisinde gidebilmesi asla mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye bugün bu ciddi sıkıntıyı yaşıyor. Gemimiz bir o tarafa bi bu tarafa sallanıyor. Su almaya başladı. O bakımdan biz de Turkuaz Hareket olarak sadece siyaseti iktidara gelme projesi olarak değil, asıl sorumluluk bilincimizin gereği iktidara geldikten sonra en iyi şekilde nasıl yönetiriz’i düşündüğümüz için şimdiden bunun hazırlıklarını yapıyoruz. Bu önemli bir aşamadır. Bizde genelde bu tür hazırlıklar önemsenmez. Toplum hayatımızda da plan proje ön hazırlık önemsenmez. Đşe başlayalım da arkası gelir şeklinde gider ama o iş hiç verimli olmaz. Sebebi de kendimizde aramayız, başkalarında ararız. Biz bu çerçeve bir fikri zemini oluşturacak çalışmalar yapıyo-

GÜRTUNA: “Türkiye gibi büyük bir ülkenin kaptansız, yönetimsiz tarihin kayalıkları içerisinde gidebilmesi asla mümkün değildir.”


Sayfa 50

GÜRTUNA: “Din, bugün ne yazık ki rencide edildi, dini istismar edenler en büyük zararı dine veriyor. Zaman zaman Atatürk de bundan nasibini alıyor”

Politika Dergisi

ruz. Bir hareketin fikri zemini olması lazım. Fikir öldü filan deniyor, ben bunu insanoğlu öldü gibi anlıyorum. Yani fikir ölmüşse, insanlıkta ölmüştür. Onun için fikri, felsefeyi, genel entelektüel birikimi, entelektüel sermaye kavramını önemsiyoruz. Bundan hareketle de Türkiye'nin geleceğinin var olan problemlerin nasıl çözüleceği üzerine proje yoğunlaştırıyoruz. Artı; gelecekte dünyayla nasıl yarışacak? Yani önümüzdeki 25 yılını Türkiye'nin 100 yıllık bir hamle şeklinde gerçekleştirmek üzere plan yapıyoruz. Çünkü zaten bir geri kalmışlık var. Önümüzde 25 sene var, hem o 25 seneyi hem de aradaki farkı kapatmak için bu 25 yıla 100 yıllık hamleyi sığdırmamız lazım. Bu da çok iyi bir hazırlık gerektirir. Eğer biz olimpiyat rekoru kıracaksak, insanlık tarihine yeniden çıkıp yarışta var olacaksak, çok iyi hazırlanmamız lazım. Yoksa bugünkü gibi sadece sloganlarla, sadece kandırmayla aldatmayla ne liderlik üretebiliriz ne de Türkiye'ye bir fayda. Onun için fikri çalışmayı, proje hazırlığı çok önemsiyoruz. Bir yandan da Türkiye'nin her yerinde kitleler oluşuyor. Bize gelen davetler oluyor konuşmalar, iş dünyasından, sivil toplum dünyasından, üniversitelerden çok sayıda davetler alıyoruz, konuşmalar yapıyoruz, sohbetler yapıyoruz. Bir şeyler anlatmak isteyen varsa dinliyoruz. Dolayısıyla yeni bir siyaset tarzını topluma aktarmaya çalışıyoruz. Yani; artık bu Orta Çağ tipi, kavgaya, hakarete dayalı siyaset anlayışı terk edilmeli. Yeni siyaset tarzı dediğimiz; bilgiye dayalı, üslubu güzel, ayrıştırmayan, toplumu birliğe çağıran, gücünü bilgisinden alan bir siyaset anlayışını biz toplumun önüne koymak istiyoruz. Onun için çalışmalarımız bu yönde gidiyor, hedefler ciddi olduğu için ve istismara dayalı, tahrike dayalı olmadığı için belki mesafe almak zaman isteyebilir ama kalıcı olan da budur diye düşünüyoruz. Öbür türlü siyasetin kalıcılığı da yoktur. Đşte bir dönem iktida-

ra geliyor, başarısız oluyor. Ayakta kalmak için kavga oluşturarak kaos ortamı yaratıyor. E, bu da Türkiye'yi bitiriyor zaten. Bu anlayışla gidersek ileride üzerinde siyaset yapacağımız bir Türkiye kalmayacaktır, Allah korusun.

Yamaç KONA: değinmediniz.

Partileşme

konusuna

Ali Müfit GÜRTUNA: Đşte partileşme kavramı da bu aşamaların arkasından, yani Türkiye'de fikri liderliğin üretilmesi arkasından, toplumsal liderliğin üretilmesi, topluma aktarılması ve bunun üzerine siyasal liderliğin üretilmesini düşünüyoruz. Fikri içeriği yok, toplumsal bir karşılığı yoksa bunun kalıcılığı da olmaz. Sonuç üreten bir siyaset de olmaz. Đşte şartların da oluşmasıyla birlikte siyasal hazırlıklarımız devam ediyor.

Yamaç KONA : Sayın Gürtuna benim merak ettiğim bir şey var burada, 2 yıl önce bir röportajınızda 6 ay sonra siyasi partimiz faaliyete geçecek demiştiniz. Ne oldu da bu, hazırlıkların yeteri kadar ilerlediğini düşünmediniz mi fikrinizden vaz mı geçtiniz, Ne oldu da o süreçte bu gerçekleşmedi? Ali Müfit GÜRTUNA: Birkaç sebebi var. Birincisi tabi erken seçim kavramı devreye girdi. Çünkü bir hazırlık dönemine ihtiyaç var. Cumhurbaşkanlığı seçimi veya hemen akabinde bir erken seçim gündeme girince, artı olarak, çıkıp seçime girmek söz konusu olacak. Đkincisi toplumsal yapının biraz daha olgunlaşmasının gerektiğini de doğrusu gördük. Toplumun yeni bir partiye her şeyin ötesinde yeni bir çözüm hareketine ihtiyaç duyması lazım. Parti çok, 50 küsur parti var; 55. parti olmak değil mesele. Bugünkü düzene alternatif üretmemiz lazım. Bugünkü, tabir yerindeyse; bozuk düzene, sonuç üretmeyen, bilgi üretmeyen, güç üretmeyen, birlik üretmeyen düzene bizim alternatif üretmemiz gerekiyor. Mesele bu; yoksa sadece bir partilerden bir parti olmak değil. Ve bunun için de ciddi çalışmak gerekiyor.

Yamaç KONA: Anlıyorum. Peki yakın zamanda bir yerel seçim var. o zamana kadar, Turkuaz Hareket olarak partileşip siyasete atılmayı, seçimlere katılmayı düşünüyor musunuz? Ali Müfit GÜRTUNA: Tabi seçime girmek için biliyorsunuz, ya parti olmanız ya da bağımsız girmek lazım. Biz bu yerel seçimleri de önemsiyoruz. Çünkü Türkiye'nin bu kötü gidişi içerisinde toplumsal bir umut ışığı doğabilir; çünkü gittikçe toplumdaki umutsuzluk artıyor. Bunu görüyorum Türki-


Sayı 8

ye'de. Türkiye öldü bitti, işte artık bir şey yapamayız gibi bir yaklaşım var; bu doğru değil. Ne olursa olsun, umudumuzu kaybetmememiz gerekiyor. Bunun için de gerekli çabayı göstermemiz gerekiyor. Ama toplum önderlerinin, siyasilerin, aklı başında olan herkesin önümüzdeki yerel seçimi birleşmenin, bir arada hareket edebilmenin bir vesilesi görmeliler. Bu yaklaşımı gösterilmelidirler. Önümüzdeki seçimlerin de bu anlamda değerlendirilmesini istiyoruz. Bu çerçevede de çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Gelişmelere göre de bir takım kararlarımız oluşacak.

Yamaç KONA: Burada bize vermiş olduğunuz sorularımızın kısaca cevaplandırıldığı kağıtta, birleştirici pozitif milliyetçiliği benimsediğinizi söylüyorsunuz. Pozitif milliyetçiliği incelediğimizde, çoğu şeylerin hatta neredeyse tamamının Atatürk Milliyetçiliğiyle örtüştüğünü görüyoruz. Neredeyse aynı diyebiliriz. Neden pozitif milliyetçilik demeyi seçtiniz? Ve pozitif milliyetçilik sizin kendi görüşünüzce nedir? Ali Müfit GÜRTUNA: Çok güzel bir soru. Türkiye'de ne yazık ki çok güzel kavramların içi boşaltıldı. Toplumu birleştirmesi gereken kavramalar neredeyse ayrıştırır hale geldi. Bu çok üzücü bir şey. Bir müddet sonra bizi birleştirecek bir şey bulamayacağız. Bu bakımdan ben belediye başkanlığı yaparken de öncesinde de sonrasında da yapılan güzel işleri, iyi kavramlarla, iyi değerlerle buluşturmaya çaba gösterdim. Başarıyı, sonucu. Onun için 2023 vizyonu derken, cumhuriyet gibi güzel bir kavramın 100. yılına vardığımızda nasıl bir Đstanbul ortaya koyacağımızı düşünerek o şekilde hareket ettik. Yani Haliç lağım içinde mi olsun, derelerinden pislik mi aksın, yeşile hasret, trafik berbat, her şey kötü bir Đstanbul mu? Su problemleri var filan. Yoksa bütün rutin problemlerini çözmüş, aksine karar merkezi olmuş, diplomasi merkezi olmuş, dünya, Avrasya coğrafyası gibi büyük bir coğrafyanın lider şehir olmuş. Yani şimdi hayranlıkla takip edilen bir şehir olarak mı 100. yıla taşıyalım? Đşte biz ikinciyi tercih ettiğimiz için cumhuriyetin yüzüncü yılıyla buluşturmak için böyle bir Đstanbul'u geliştirme yoluna gittik. Din, bugün ne yazık ki rencide edildi, dini istismar edenler en büyük zararı dine veriyor. Zaman zaman Atatürk de bundan nasibini alıyor, ortaya çıkıp yanlış yunluş hareket edip istismar edenler rencide ediyor. Vatan, millet, bayrak dediğimiz kavramlar bile artık dalga geçilir konuma getirildi. Onun için, biz milliyetçi kavramını da ele alırken ayrıştıran milliyetçilik, mikro milliyetçilikten ayırmak için bunu özel olarak uyguladık. Bugün zaten bizim ortaya koyduğumuz örneklerden

Sayfa 51

birisi de Mustafa Kemal Paşa'nın Samsun'a çıkışına itibaren ortaya koyduğu o zaman istiklali tam dediği bugün tam bağımsızlık diyebileceğimiz bir yapının oluşmasıdır. Ve o dönem bütün Anadolu'da var olan parçaları birleştirme hareketidir. Bu çok önemlidir. Kendisine daha Samsun'a hareket etmeden hemen önce Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığı teklif edilir. O da der ki; vatanın her yanında buna ihtiyaç var, ben bunları birleştirmek durumundayım, sadece bir tanesinin başkanı olma anlamında değil yani kendisine bir birleştirme misyonu da ortaya koyar ve o duygularla Samsun'a çıkar. Daha o tarihlerden itibaren Mustafa Kemal Paşa'nın hareketine baktığımızda her kesimden insanı bir araya getirir; askeri de vardır, çiftçisi de vardır, memuru da vardır, esnafı da vardır ama ortak payda nedir? Ülkenin geleceğidir, ülke ateş altındadır ve dolayısıyla bu ateşten ülke kurtarılmalıdır. Bu bilgiyi sağlamıştır, bu çok önemli. Cumhuriyet kurulurken de aynı yaklaşım devam etmiştir. Cumhuriyet bir kafatası milliyetçiliği anlayışı üzerine kurulmamıştır. Bir etnisite milliyetçiliği üzerine kurulmamıştır. O gün yaşayan toplumun birliğini ifade edecek şekilde ele almıştır ve yine geldiği noktadan daha ileriye taşıyacak o muazzam veciz ifade ile de toplumun geleceğini ortaya koymuştur. “Muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkmak” demiştir. Bakın ulaşmak demiyor. Genelde hep ulaşmak şeklinde kullanılır cümle. Ben ısrarla vurgu yapıyorum; üzerine çıkmaktır diyorum. Đddia bu, liderlik bu işte. Arkadan gitmek değil, önder olabilme. Onun için bugünkü nesle Atatürk'ü çok iyi anlatmak lazım, yeteri kadar anlatamıyoruz. Atatürk'ü kronolojiden ibaret anlatıyoruz. Bu yanlış. Atatürk'ün dine bakışına bakın; ne kadar saygılı. Asla din düşmanı değil. Bugün ne yazık ki Atatürk'ü din düşmanı göstermek isteyenler de var. Bu iki taraftan, birincisi dine karşı olanların bir kısmı Atatürk'ü din düşmanı gibi gösteriyor. Bundan istifadeyle dini çerçevede olan veya bir kısım din istismarcısı gibi olanların bir kısmı da din düşmanı gibi gösterme noktasına gidiyor. Bunun için artık doğrulara bilimsel yaklaşmalıyız. Atatürk'ün gerek cumhuriyeti kurarken, öncesindeki süreci, esnasında ve sonrasındaki süreçlerin iyi irdelenmesi lazım. Dine bakışı, askere bakışı, devlete bakışı, millete bakışı, topluma bakışı. Topluma, köylüye, muhtara duyduğu saygı. Bunlar çok önemli örneklerdir. Toplumun hiçbir kesimini ayırt etmemiştir, hiçbir yöresini ayırt etmemiştir. Onun için iyi örnek önümüzdedir. Motomot o günü alacağız değildir mesele. O bir yaklaşım tarzıdır. Öyle algılamalıyız. O günün dünyasına olup bugüne olmayan şeyler de vardır. Ekonomide onda bunda, mesele o değildir, o bir kabuk değildir. O bir yaklaşım tarzıdır.

A. Müfit GÜRTUNA: “Cumhuriyet bir kafatası milliyetçiliği anlayışı üzerine kurulmamıştır. Bir etnisite milliyetçiliği üzerine kurulmamıştır. “


Sayfa 52

Politika Dergisi

Öyle alıp bugüne taşımak durumundayız. Onun için örnek olması gereken çok şeyler var diye düşünüyorum. Bunun için sonuç olarak da pozitif milliyetçilik kavramı buradan çıkıyor. Yani etnisite, kafatası yaklaşımı asla değil, yörecilik asla değil. Bugün üzerinde yaşadığımız ülke imkanını milleti topyekun olarak çağın ilerisine nasıl taşırız, çağ ile nasıl yarışır hale getiririz ve fakir fukarası olmayan bilgi zenginliği olan, her türlü zenginliği olan onurlu bir ülkeyi; pasaportuyla taşıdığımız, kimliğiyle onur duyduğumuz bir ülkeyi nasıl üretiriz’i gerçekleştirmenin adıdır diye pozitif milliyetçiliği ortaya koyuyoruz.

Yamaç KONA: Turkuaz Hareket, partileştiği takdirde ve sizin iddia ettiğiniz gibi ilk seçimlerde iktidara geldiği takdirde ekonomi politikası ne olacaktır?

Ali Müfit GÜRTUNA: “Bizim ekonomideki temel düşüncemiz; üretim, üretim, üretimdir.”

Ali Müfit GÜRTUNA: Bugüne kadara değinmek istiyorum, ne yazık ki sadece bugün değil yıllardır Türkiye'ye biçilmiş bir rol var; üretme, tüket. Ne yazık ki Türkiye'nin ekonomik yapısı üreten yapı olmaktan çıkarılmış, bağımlı bir yapıya dönmüştür. Borç batağındaki yapıya sokulmuştur. Şunu unutmamak lazım; üretmeden asla zenginlik olmaz. Bugün Türkiye başkasının kazandığı parayla yaşıyor. Bu borçtur. Başkasının ürettiği malla yaşıyor. Türkiye ithalat cenneti oldu. Atatürk neden yerli malı haftaları düzenleyerek yerli malını destekliyordu? Ve ilginçtir Atatürk'ün çok anlatılacak tarafı var ama yeri gelmişken vurgulamak istiyorum; bakınız 1923'ten 1938'e kadar 15 sene savaşmış bir ülkeden üretim yapan bir toplum çıkarmaya çalıştı Atatürk. 1923'te Đzmir Đktisat Kongresi'nde hedefler çizildi, o hedeflere doğru bir yol alındı. Devletin gücüyle bir şeyler yapılmaya gayret edildi. Bugün tenkit edenler oluyor. Đşte devletçilik filan diye; ama o gün zaten vatandaşın gücü yoktu ki. Devlet öncülük yaparak ekonomik hayatı canlandırmaya gayret etti ve her sektörün karşılığında finans sistemini de oluşturdu. O dönemde de gelmek istediğim önemli nokta, çok kişi geldi dışarıdan borç verelim diye. Atatürk hiç borç kabul etmedi. Bir tek kuruş borçlanmadı ülke o zamanlar. Bunu herkes çok iyi bilmeli; aksine Osmanlı'dan kalan borçlar ödenmeye devam edildi. O Yavuz ve Midilli zırhlılarının borçları bile o dönem ödendi. Dolayısıyla borç almayan, başkasının malına bağımlı olmayan, bağımsız olur. Şimdi ise ne yazık ki tam tersi; işte, geldiğimiz nokta açık. Başkasının kazandığı parayla yaşıyoruz. Bunun adı borç. Başkasının ürettiği malla yaşıyoruz. Onun adı ithalat. Başkasının ürettiği bilgiyi alıp bir şeyler yapmaya gayret ediyoruz. Bilgi bağımlılığı. Başkasının ürettiği silahla kendimizi korumaya çalışıyoruz. Bu

mümkün değil. Bir başka şey daha açık; başkalarının gönderdiği adamlarla bu ülkeye çeki düzen vermeye çalışıyoruz. Dolayısıyla bu yapıyı bizim kabullenmemiz mümkün değil. Bu yapı ters bir yapıdır. Biz bunu düze çevireceğiz. Birincisi; ekonomideki temel yaklaşımımız; üretim, üretim, üretim. Her şey üretim üzerine kuruludur. Đkincisi; katma değer üretmek. Zenginlik ancak katma değer üretmekle olur. Nedir o? Bizdeki bir araziden dönüm başına 1 ton hububat alıyorsak, bu Amerika'da 10 ton. Biz bir kovan baldan 25 kg yılda bal alırız, Çinliler 100 kg alır, Amerika 150 kg alır. Bizim nüfusumuzda 6 milyon kişi tarımda çalışır, ihracat 9 milyar civarındadır. Hollanda'da 600 bin kişi çalışır, ihracat 90 milyar civarındadır. Yani 100 katı verimlidir. Bu şartlarda rekabet imkanı var mı? Asla yok. O zaman yaşama imkanın yok. Üçüncüsü; Türkiye bugün ne yazık ki birkaç kanaldan soyulan bir ülke. Bir; finans sistemiyle soyuluyor, faiz, sıcak para geliyor diyorlar ya. Dev sülükler düşünün, vücudumuza yapışan. Japonya'daki faizin 100 katı faiz var Türkiye'de. Bu bir soygun. Onun için Türkiye finans yoluyla soyuluyor. Đki; ithalat yoluyla soyuluyor. Đşe yaramaz, çürük çarık mallar geliyor doluyor Türkiye'ye. Hem yerli üretimi öldürüyor. Hem bizim paramız gidiyor. Đthalat şu demektir; siz çalışıp kazanırsanız başkasının ülkesine para aktarırsınız. Üç; Türkiye savunma giderleri adıyla ütülüyor. Yüz milyarlarca dolar. Dört; teknolojik ürünler vasıtasıyla ütülüyor. Şimdi baktığımız zaman teknolojide dört ana yapı var. Bir; high-tech dediğimiz yüksek teknoloji alanı. Türkiye daha hiç bu alanlara girmiş değil. Đki; gen-tech denilen genetik teknolojileri. Türkiye bu alanlardan iyice soyutlanıyor. Üç; nano teknoloji, Türkiye'de zaman zaman şöyle bir bahsedilir ama ne olduğu hiç malumunuz bile değildir. Dört; uzay teknolojisi, biz kim uzay teknolojisi kim der bizim insanımız duyduğu zaman. Yani ne kadar teknolojiden uzağız! E, teknolojiden, bilgiden uzaksak katma değer üretmemiz mümkün değildir. O zaman olay nedir? Biz hizmet sektörüyle başkalarına kölelik yaparak, emekle bir şeyler üretmeye çalışıp, az buçuk ürettiğimiz bir değeri de teknoloji ürünü almak için, bakınız teknoloji demiyorum, teknoloji alsak harcayalım, bilgi alsak harcayalım. Ama teknoloji ürünü almak için neyimiz var, neyimiz yok seferber ediyoruz. Ve bugün teknoloji ürünleri, soygunun en belli başlı alanlarından birisi haline gelmiştir. En basiti, misal vereceğim, herkesin elinde 2-3 tane cep telefonu var. E, cep telefonu dediğimiz uyduruk bir şey. Türkiye 80 milyona yakın cep telefonu tüketmiş, ama 80 tane üretmemiş. Böyle bir şey olabilir mi? Bir tıp cihazı alırız, ufacık bir şey, 1 milyon dolar para veririz. Yani birim başı


Sayı 8

değerlendirdiğimiz zaman; bizim bu Orta Çağ'dan kalma sanayi anlayışı, ekonomi anlayışıyla ürettiğimiz mallara bakalım, bir de aldığımız mallara. Makine üretiriz kilogramı 1 dolardır. Tarım ürünü üretiriz kilogramı yarım dolar, tekstile çevirsek kilogramı 2 dolar. Otomotiv ürettik diye övünüyoruz, aslında otomotivde yüzde 80 dışarıdan geliyor. Biz sadece emek, yoğun çevre kirleten kısımlarına bakıyoruz. Ürettiğimiz kısmın katma değeri yok denecek kadar az. Tamamını biz üretsek bile kilogram başına 10 dolar, ki biz üretmiyoruz. Ama alırken, bir mikroçip alıyorsunuz; kiloya vursanız yüz binlerce dolar. Bir tıp cihazı alsanız, kilogramı 1 milyon dolar. Bir uzay cihazı için, işte Türksat gönderdik bir ton ağırlığında; ödediğimiz para 1 milyar dolar, kilogramı 1 milyon dolara denk geliyor. Yani kilogramı 1 dolara mal satıp, 1 milyon dolara mal almak, asla yarışılabilir bir olay değildir. Đşte onun için mutlaka ve mutlaka bu verimsiz ortamdan çıkılmalıdır. Bilgiye dayalı yapı oluşturulmalıdır. Bizim ekonomideki temel düşüncemiz; üretim, üretim, üretimdir. Biz bunu 4 ana ayakla destekliyoruz. Birincisi; eğitim, yüksek kalifikasyonda üretim yapacak insanların oluşması lazım. Đkincisi; ar-ge, eğitimle iç içe ama üretimle de iç içe. Türkiye bugün ar-ge sıralamasında 181.'dir. Yani en diptedir. Bizde APK diye kurumlar vardır devlette. Açılımı Araştırma Planlama Koordinasyon'dur. Fakat devlette burası sürgün yeridir. Başka görevlerden alınanlar buraya sürgün edilir. Yani araştırma planlama üretmesi gereken kurum APK; olmuştur “Al paranı karışma”. Arge olayı ne yazık ki ülkemizde hiç yok. Türkiye bilgi üretmeyi bırakın, bilgiyi taklit edip kullanan ülkeler arasında bile yoktur, 3. dünya ülkeleri arasında vardır. Üçüncüsü; finans. Bugün finans sistemi ekonomiyi yok eden, üretimi yok eden bir yapıya dönüşmüştür. Bu, yüzde bir milyon değişmelidir. Finans sisteminin üretimi destekleyen, bilgiyi destekleyen bir yapıya dönüşmesi gerekmektedir. Üreten ve katma değer üreten desteklenmelidir. Türkiye'de tam tersi, üretmeyene para dağıtıyoruz biz. Üreten şehirlerimize yardım verilmez, sen 1500 dolar kişi başına geçtin diye. Halbuki üretmiş diye ona teknoloji yardımı yapmak lazım. Üretmeden ithal ederseniz destek görürsünüz. Ama üretip bir şey satmaya kalkarsanız burnunuzdan gelmedik kalmaz Türkiye'de. Onun için bu, kesinlikle değişecek; dolayısıyla finans sistemi dünyadan alacağımız para, para gelsin biz paranın gelmesine karşı değiliz. Para bize can vermeye gelsin, sömürmeye değil. Dördüncüsü; pazarlama sistemi. Global pazar ağı kurulacak. Küresel pazar. Küçük çaplı bir kobi dünya çapında pazarlama yapma imkanına sahip değil, ama güzel şey üretiyor. Dolayısıyla onun

Sayfa 53

ürettiği mal Arjantin'de satılabilmeli, Afrika'da, Avrupa'da satılabilmeli. O nasıl olacak, işte devlet destek verecek, özel sektörlerin öncülüğünde küresel pazarlama ağı kurulacak. Dolayısıyla üreten bir iyi üretici olacak. Eğitimle o sağlanacak. Eğitim ve ar-ge üretim alanlarının hemen yanında olacak. Ne üretiliyorsa eğitimi alan yapacak. Tarım mı? Organize tarım bölgeleri oluşacak. Organize hayvancılık bölgeleri. Madencilik bölgeleri. Ve eğitim hemen onun yanında, ar-ge onun yanında iç içe. Finans onun yanında iç içe. Hiç başka yolu yok. Bakın o günün şartlarında Atatürk bu konuyu cidden güzel yapmış. Ben işin bu tarafına da kafa yorduğum için, işte madencilik demiş; bir yandan arama teşkilatı kurmuş, bir yandan bankacılık, Etibank'ı kurmuş. Đşi geliştirmek için Đş Bankası. Ziraat Bankası, ziraat için geliştirilmiş. Esnaf için Halkbank. Bakın bunlar çok önemli. Yani bizim insanımız başkasına muhtaç hale gelirse başkası kendi menfaatine göre karar verir. Bugün Türkiye öyle bir noktaya geldi ki, kredi istese kimden alacak? Bankalar yabancılaştı. Adam para verir mi? Teminat mektubu isteyecek ihalelere girmek için bankadan, banka da bakacak bu şirket şuna şuna şuna rakip olabilir. Ben bunu niye destekleyeyim diyecek. Bu tabii bir şey ben onları kınamıyorum. O menfaatini düşünüyor. Ben Türkiye'yi bu kadar kolay soyulur hale getiren yöneticileri kınıyorum. Kendi kendimize özeleştiri yapmalıyız. Đyi yönetici seçemiyorsak kötü idareye razıyız demektir. Đşin özü bu. O zaman herkes siyasetle ilgilenecek. Özü bu. Ve ekonomide verimlilik esastır, devletin yapacağı iş buna destek olmaktır, köstek olmamaktır. Ve yarışan ekonomi sistemi olacak.

“Dini çevreler diyor ki; ben dinimi yaşayamıyoru m diyor. Kürt diyor ki; ben Kürt olduğum için eziliyorum diyor. Hepsinin ortak paydasını görüyor musunuz?”

Yamaç KONA: Turkuaz Hareket partileştiği takdirde terör politikası ne olacaktır? Siz kendinizi çözümcü ve birleştirici olarak niteliyorsunuz. Şu an Türkiye'deki terör olaylarının temel sebebi ayrılıkçılık, birliğin sağlanamaması, etnik farklılıkların vurulması, bu yaralar. Siz buna ne gibi bir çözüm getiriyorsunuz? Ali Müfit GÜRTUNA: Şimdi terörün üç temel sebebi var. Birincisi; kötü yönetimler. Đkincisi; fakirlik, işsizlik. Üçüncüsü; dış faktörler. Kötü yönetim nedir? Türkiye kötü yönetilince sonuçları da kötü oluyor. Sonuçlar ne? Eğitimsizlik, işsizlik, fakirlik, kültürel yönden geri kalma. Şimdi 10 YTL'lik mercimek dağıtılacak, binlerce insan birbirini eziyor. Şu ülkede yaşayan herkes için yüz karasıdır. Ama ülke yönetenler için milyon kere yüz karasıdır. Bu çok açıktır. Bu ortamda siz insanlara neyi tavsiye edeceksiniz? Fakir diyor ki; ben fakirim, fukarayım eziliyorum diyor. Dini çevreler diyor ki; ben


Sayfa 54

Sayın GÜRTUNA: “Türkiye Malezya olsa yine iyi; çünkü Malezya zengin bir ülke, bağımsız bir ülke. Türkiye Nijer olma yolunda.”

Politika Dergisi

dinimi yaşayamıyorum diyor. Kürt diyor ki; ben Kürt olduğum için eziliyorum diyor. Hepsinin ortak paydasını görüyor musunuz? Kötü yönetim. Asla bu ülkede hedef olarak kimseye bir şey yapılmıyor. Đşte ben şu zümreyi hedef seçeyim de onu yok edeyim ona baskı yapayım yok aslında, ama kötü yönetildiği için ülke bu sonuçlar itibariyle herkese yansıyor. Herkes hassas olduğu noktadan algıladığı için onu ifade ediyor. Dolayısıyla devletle halk arasında bir mesafe oluşuyor. Đyi yönetimlerin yapması gereken iş, devletle halk arasında iyi köprü olmaktır. Devlet başka bir ülkenin devleti değil ki; bu bizim devletimiz. Devlet denilen şey topluma hizmet için oluşturulmuş bir organizmadır. Özü bu. Yerel ölçekteki yerel yönetimdir, genel ölçekteki genel yönetimdir. Ve bu ülke insanının ürettiği bir şeydir ve bu ülke insanına hizmet etmesi gerekir. Yanlış işleyiş varsa o da yine bu ülke insanının sorunudur. Onun için burada iyi yönetim sergileyerek herkesi iyi eğitmek zorundayız. Biz diyoruz ki bizim demokrasi anlayışımızda alabildiğine özgürlük olacak. Ama 3 şeyin özgürlüğü olmayacak. Birincisi; eğitimsiz kalma özgürlüğü yok. Ben cahil kalmak istiyorum, yok kusura bakma. Herkes iyi eğitim alacak. Đkincisi; hasta olma özgürlüğü yok. Herkes turp gibi olacak. Üçüncüsü; fakir kalma özgürlüğü yok. Herkes zengin olacak. Ha bu şu değil, gidip herkesin cebine açıktan para koyma anlamında değil. Đşte her birey iyi eğitileceği için o iyi üretim yapacak zaten, kendi emeğiyle para kazanacak. Bu ülke insanı para kazanır hale getirilecek. Đşin özü o. Dolayısıyla kazandığı için kendisiyle, ülkesiyle onur duyacak, güvenecek. Đş problemi, aş problemi olmayacak. Đşsizlik, gerilik toplumun her yerine kötü yansıyor. Kültürel hayatı erozyona uğratıyor. Agresiflikler çıkıyor ortaya, toplum huzursuzlaşıyor. Örneğin; Hakkari'yi araştırdım, yüzde 80 resmi işsizlik var. Sonuçlara bakarsak temelde iyi yönetim şarttır, ki iş, aş olacak, iyi eğitim olacak. Şunu demek istiyorum; genel dağılımda adalet olacak. Türkiye'de dağılımda adalet kaybolmuş durumda. Uyduruk büyüme rakamlarıyla toplum uyutuluyor. Kardeşim sen bin ailenin, bilemedin on bin ailenin zenginliğini bölüyorsun topluma dağıtıyorsun. On bin aile lüks içinde yaşasa ne olur? On beş milyon aile var bu ülkede. Onun için gelir dağılımındaki adaleti sağlamanın en pratik yolu da; bir, herkesin işi olması. Zengin bir insan çocuğuna bir araba alabiliyorsa, orta halli fakir bir aile de çocuğuna oyuncak bir araba alıp götürebilmelidir. Đki; kalkınma kavramı terkedilmiştir bugün Türkiye'de. Biz kalkınma gelişme kavramını da ortaya koyacağız. O nedir? Türkiye'de üretilen vergiler hazinede toplanıyor. Đki yere gidiyor bu para. Bir; faiz olarak gidiyor bir

yerlere. Küresel sermaye, içerideki sermaye, neyse. 2; bir de maaşlar ödeniyor. E yatırım diye bir şey kalmadı. Nasıl gelişeceksin? Onun için kalkınma ve gelişme kavramında şu vardır; asla soyulmak yoktur, yüksek anlamda toplanmış olan hazinedeki meblağ bütün yörelere göre dağıtılacaktır. Her tarafa şehir altyapısı, ekonomi altyapısı. Sektörlere göre dağıtılacaktır, çeşitli alanlara göre dağıtılacaktır. Dolayısıyla vücudun her yerine kan pompalanması sağlanmış olacaktır. Bugün Türkiye'de bu yapılmıyor, Türkiye'de tüm kaynaklar dar bir çevrede toplanıyor. O zaman fakirlik gittikçe büyüyor, son rakamlara baktığımız zaman Türkiye'de 10 milyon adam açlık sınırının altında. Bir müddet sonra bu daha da artacak. 2 sene önce Türkiye Malezya mı olacak tartışmaları vardı. Ben de bir beyanat vermiştim, Türkiye Malezya olsa yine iyi; çünkü Malezya zengin bir ülke, bağımsız bir ülke. Türkiye Nijer olma yolunda. Hastalık, yoksulluk, açlık, sefalet, bütün kitle ölümleri yaşanıyor. Türkiye o hale gidiyor. Dolayısıyla, bir; Türkiye zengin ülke olur onu dağıtırsa herkesin işi, eşi, aşı olur. Đki; Türkiye zengin ülke olursa, güçlü ülke olursa, o dışarıdan etki eden adam var ya, haa dur bakalım karışırsan ben de senin canını okurum diyebilir. Bugün Türkiye'yi yönetenlerin kimseye gık diyecek hali olmadığı için Türkiye içeriden de dışarıdan da çok kolay oynanır bir ülke haline gelmiştir. Dolayısıyla bu yapının terörü çözme imkanı asla mümkün değildir. Diğer problemleri çözemediği gibi.

Yamaç KONA: Yani terörün diğer sorunlardan kaynaklandığını mı söylüyorsunuz? Ali Müfit GÜRTUNA: Yani iç etkiler var dış etkiler var. Bu etkileri kaldırmadığınız sürece terör vardır. Bataklığı kurutmalıyız. Yamaç KONA: Peki, dış sorunlar çözümlenmeli diyorsunuz. Turkuaz Hareket iktidara geldiği takdirde dış politikada nasıl bir yöntem izleyecek? Ali Müfit GÜRTUNA: Şimdi bizim iç politikadaki yaklaşımımız, yöneten Türkiye'dir. Yöneten demokrasi, yöneten Türkiye; ki ekonomide de üreten Türkiye dedik. Dış politikada da saygın Türkiye. Şimdi Türkiye'nin muazzam bir gücü var. 75 milyon nüfusun yüzde 60'ı 30 yaşın altı, bu hem avantaj hem de dezavantaj. Kullanılışına göre değişir. Ve muazzam doğal kaynakları var, toprak üstü kaynakları var. Yani Türkiye'deki yapı şu; biz bir define sandığının üstünde oturuyoruz ama açlık yokluk ve sıkıntı çekiyoruz. Çünkü ekonomik faaliyet demek nimeti servete dönüştürme faaliyeti demektir. Türkiye'nin nimetleri çok, Allah vermiş. Dünyanın hiçbir yerinde olmayan


Sayı 8

bütün nimetler Türkiye'de toplanmış. Yerin altı maden dolu. Her alanda, petrol dahil. Tarım dört mevsim yaşıyor, üretemediğimiz bir şey yok Türkiye'de. Finlandiya Türkiye'nin onda biri, bizim on katımız kadar ormandan para kazanıyor. Đspanya sadece bir bitkiden yılda 20 milyar dolar para kazanıyor. Türkiye bu bitkinin yatağı. Türkiye en güzel çayı üretebilecekken dışarıdan getiriyor. En güzel bademi, cevizi üretebilecekken artık dışarıdan geliyor. Tütünü yasaklamışız, üç yüz bin ton üretirken yüz bin tona düşürmüşüz. Şimdi Çinliler bize adam gönderiyor, nasıl Türkiye iyi tütün yetiştiriyor diye bizden öğreniyor. Şimdi kendisi gidip tütün yetiştirecek. Bir milyon ton pamuk yetiştirirken yılda, şimdi yüz bin tona inmiştir. Bakın değerli kardeşlerim, biz onları karasaban devrinde yapıyorduk. O dönemde Türkiye kendi kendine yetiyor ve ihracat yapıyordu. Şimdi teknoloji bu kadar gelişmiş olmasına rağmen Türkiye tarımda ithalat yapıyor. Bunu anlamak mümkün değil, bunu iyi niyetle anlamak mümkün değil. Şu Yunanistan, Türkiye'nin onda biri kadar, yıllık deniz ticaretinden yüz milyar dolar para kazanıyor. Biz üç milyar dolar kazanıyoruz. Bu nasıl izah edilebilir? Nereyi ele alırsak alalım bu böyle. Bu sebeple Türkiye önce içeride zenginlik ürettiği zaman, güçlü ülke olduğu zaman, her şeyi ile kendisine yeten ülke olduğu zaman; zaten tarihten, coğrafyadan gelen hinterlandı, etki alanı var, Türkiye’nin muazzam bir kültür atlası var. Atlas Okyanusu’ndan tutunda Büyük Okyanusu’na ve Güney Kutbu’na kadar Türkiye’nin etki alanıdır, kültür atlasıdır. Nereye gitseniz Afrika, Asya ve Avrupa’nın birçok yerinde bu milletin izi vardır, bu milletin iyi intibaları vardır. Onun için Türkiye bu çapta siyaset yapmalıdır. Zaten siz bu çapta siyaset yaptığınız zaman birileri gelip sizin içinizi karıştıramaz. Türkiye gidip şimdi Amerika’nın içini karıştırabiliyor mu? Nerde, nasıl karıştırsın! Bu sebeple biz ülkemizi yönetemezsek ve çevremizde de etki alanı oluşturamazsak gelir başkaları bizi yönetmeye kalkar. Đşin özü bu.

Yamaç KONA: Đsterseniz biraz da gündemden bahsedelim. Gündemi meşgul eden AKP – Medya ilişkisi hakkında sizin kişisel görüşünüz nedir? Ali Müfit GÜRTUNA: Şimdi siyaset fikirleriyle, projeleriyle, sloganlarıyla ve dolayısıyla ürettiği sonuçlarla var olmalıdır. Halk niye oy verir? Bir parti, bir siyasetçi iş başına gelsin, işsizliği ortadan kaldırsın, zenginlik üretsin, güç üretsin, saygın bir Türkiye üretsin ve dünyada da saygın bir ülke olayım diye oy verir. Siyasetçi bunu yapamayınca

Sayfa 55

da oyunu çeker. Türkiye’de siyasetçi, halk oyunu çekmemesi için kural diye kural dışı yollara başvuruyor. Kavga üretiyor, kamplaşma üretiyor. Kamplaşarak düşman üretiyor. Düşman yaratınca da korku üretiyor. Korkuyla oy toplar hale getiriliyor. Bunun enstrümanları olarak da medyada bir takım ideolojik yapılanmalar oluşuyor. Bu anlamda gidişin pekiyi olmadığını görüyoruz. Gittikçe totaliter bir yapıya doğru sanki yol alınıyor. Biliyorsunuz; bu tür organizasyonlarda elinizin altında medyanın olması iyi bir propaganda aracı oluyor. Medya iyi bir propaganda aracı ve ne yazık ki kavgaların özünde de bunlar yatıyor. Medyanın objektif olması bakımından Türkiye’de kesinlikle mevzuatın değişmesi lazım, devletin kontrolünden çıkması lazım. Medya, medya gibi olmalıdır. Kâr ve başka işler için de kullanılmamalıdır. Ne siyasetçi, ne de özel sektör tarafından kullanılmalıdır. Objektif ve hür bir medya bu ülke için kazanımdır. Bunun kaybı ise çok büyük bir kayıptır.

A. Müfit GÜRTUNA: “Medyanın objektif olması bakımından Türkiye’de

Yamaç KONA: Peki, AKP ile medya arasında gerileme sebep olan Deniz Feneri Davasını bir hukukçu olarak siz nasıl yorumluyorsunuz? Ali Müfit GÜRTUNA: Ortaya çıkan her olay değerlendirilmelidir. Almanya’da bu vaka değerlendirilmiş, mahkemeye intikal etmiş ve belli sonuçlar oluşmuştur. Türkiye’de de takibat yapılmış istenmiş; ama yeterli bir mesafe alınamamış. O bakımdan ciddi bir iddia ortada varsa Deniz Feneri ya da başka bir şey, hukuka düşen, resmi mercilere düşen bunun araştırılmasıdır. Mahkeme kararını yanlış veya doğru verir ve biz buna saygılı olmak durumundayız. Türkiye’de bu yıpratıcı sürecin ucunun bürokraside ve/ veya siyasette belli kişilere ulaşacağı endişesi ciddi olarak artıyor olunca biraz örtbas etmek gibi yaklaşımın olacağını endişeyle gördük. Temenni ederiz ki bunlar giderilir. Suçu varsa insanlar çeker, yoksa beraat eder aklanır ve her şey net bir şekilde ortaya çıkar.

Yamaç KONA: Zamanında milli görüşün içerisinde yer aldınız. Şu anki AKP’yi yazılarınız ve söylemlerinizle eleştiriyorsunuz. AKP’yi Türkiye’nin yönetimindeki bir parti ve bir milli görüş partisi olarak nasıl yorumluyorsunuz? Ali Müfit GÜRTUNA: AKP belki Milli Görüş yapısının üzerine oturdu. O mirası kullanarak iktidara geldi; ama oradaki ilkeleri uygulama ve savunma pozisyonunda değil. Şimdi tam tersini savunuyor. Zaman zaman

kesinlikle mevzuatın değişmesi lazım, devletin kontrolünden çıkması lazım.”


Sayfa 56

“Demokrasinin paradigması, temeli, dayandığı nokta farklılıklara

Politika Dergisi

gazetelerde çıkıyor. Mesela Sayın Abdullah Gül on yıl önce ne konuşmuştu, şimdi ne konuşuyor; tam tersi. ABD ile ilgili, Ermeni meselesiyle ilgili. Sayın Erdoğan ve başka AKP yetkilileri için de durum böyle. Dolayısıyla olayı bence bir milli görüş tarzında izah etmek ve onun uzantısı şeklinde ele almak doğru olmaz. AKP olayı, Türkiye’de içerde 28 Şubat süreci sürerken, dışarıda da 11 Eylül sürecinin oluştuğu bir ortamda, dünyada değişimler yaşanıyordu, Ortadoğu’ya da önceden hazırlanmış, Ortadoğu Projesi adında bir proje dile getirildi. Bu Büyük Ortadoğu Projesi’nin, Ortadoğu’ya yansıması olurken bunun Türkiye üzerinden olması gerekiyordu. Buna ayak uyduranlar kaldı, uyduramayanlar gitti. Yani o dönem Ecevit Hükümeti bu sürece ayak uyduramadı. Biz burada Irak’a yapılan operasyonda Amerika’nın partneri olamayız dedi; ama o dönemde kurulan bazı partiler bu sürece çok iyi ayak uyduracaklarını ifade ettikleri için çok hızlı bir şekilde güçlendiler. Kısacası olayı, milli görüş çizgisi veya süreci şeklinde ele almak doğru olmaz. Küresel gidişteki bir sürecin sonucu olarak ele almakta fayda var.

saygı ve hoşgörüdür. Yoksa herkesin, herkes gibi olması mecburiyeti değildir.”

Yamaç KONA: Turkuaz Hareket ideolojiye mensup değildir, birleştirici bir politika gütmektedir; ama sizin bir politik geçmişiniz var ve Turkuaz Hareket siz merkezli olmasa da sizin lideri olmanız dolayısıyla sizden mutlaka etkilenmiştir. Sormak istediğim Turkuaz Hareket milli görüşten ne kadar etkilendi? Ali Müfit GÜRTUNA: Benim çizgim aslında ana çizgi olarak değişmedi. Siyasete aktif olarak ilk kez 1983 yılında Anavatan Partisi’nde başladım. O dönem ANAP’ın yaklaşımı birleştirme adına olumluydu. Đlerici, gelişmeci bir yapısı vardı ve biz de o dönemde bu sebepten Anavatan Partisi’nde yer aldık. Yine bizim yaklaşımımız orada birleştirici, asla ayrıştırmayan ve dünya ile rekabet edebilir bir Türkiye yaratmaktı. Anavatan değişti, Özal sonrası değişen Anavatan Partisi oldu. Daha statükocu, daha içe dönük bir yapıya girdi. Dolayısıyla biz ayrıştık. Refah Partisi benim iştirak ettiğim dönemde uzlaşma, birleşme adına bir takım görüşler sergiliyordu. Türkiye’nin gelişmesi adına bir takım görüşler sergiliyordu. Ben orada da yine kendi çizgimi devam ettirerek var oldum. Daha sonra Fazilet Partisi’nden belediye başkanı seçildim; ama hiçbir zaman ben, belediyeyi siyasetin içerisine taşımadım. Asla bir tarafgirlik yaptırmadım. Her kesime; ama her kesime karşı eşit bir duruş sergiledim. Bunu için yaşadığım birçok olay oldu. Bir samimi, dürüst, düzgün yaklaşım sergiliyorsak halkta onun karşılığı olacağına

ben inanıyorum; ama sahte bir duruş sergilersek halk bunu anlıyor ve bunun etkisi olmuyor. Ama ben asla çifte standart olmadım. Her zaman inandığım bu doğruları hayata geçirmek için gayret ettim. Mesela Alevi camiası çok uzaktı o dönemde Fazilet Partisi’ne. Tabii Alevi vatandaşlarımızın da bir takım ihtiyaçları var. Onlar da aralarında toplanıp demişler ki bu Başkan fena adama benzemiyor, gidip onunla görüşüp dertlerimizi anlatalım. Hatta aralarında tartışmışlar gitsek mi gitmesek mi diye ve nihayet gelmişler. Tabii ben işin bu tarafını daha sonradan öğrendim. Gayet tabii ki kucak açtık. Neyse ihtiyaçları karşıladık. Benim bunu yapmam için Alevi olmam şart değil ki. Sonuçta onlar da bu ülkenin insanı. Benim Diyarbakır’ın meselesini düşünmem için Diyarbakırlı olmam şart değil ki. Edirne’nin meselelerini düşünmem için Edirneli olmam şart değil ki. Bu ülkeyi düşünüyorsam bir bütün olarak ele almak durumundayım. Yine bir gün, bir dernekten davet aldım. Harbiye Açık Hava Tiyatrosu’nda bir gece vardı. Bazı arkadaşlarım bu geceye gitmeme aşırı sol bir dernek olması sebebiyle karşı çıktı. Buraya gidersem tatsız şeyler olabileceğini söylediler. Ben de baktım bana davetiye göndermişler. Hiç unutmuyorum gece, Âşık Mahzuni Gecesiydi. E, davetiye geldiğine göre demek ki beni aralarında görmek istiyorlar. Ben de kalktım gittim. Sonuçta benim insanım. Đnanın o geceyi hayatımda hiç unutmadım. Bize de bir konuşma yaptırdılar, plaket verdiler. O gece çok alkışlandım. Onlara da biz otobüs desteği gibi yardımlar yaptık. Demişler ki bu Başkan adil birisi, adaletli birisi. Đlla benim oraya gitmem için onlarla aynı görüşleri mi sergilemem lazım. Onlarla aynı olmam gerekmiyor ki. Đşte barış denilen şey bu zaten. Barış kavramı, birlik kavramı herkesin aynı olmasını gerektirmiyor. Herkesin benim gibi olmasını istersem, herkesin kurşun asker olması lazım. Ben bunu istemiyorum. Đstersem gelişen bir Türkiye olmaz ki. Tek tip adam, kurşun asker. Bunu yaratmak zor bir şey değil. Onun için zaten biz sonuna kadar özgürlük diyoruz. Nasıl ben en tabii hakkım olarak kendime saygı gösterilmesini istiyorsam, o zaman ben de herkese saygı göstermek zorundayım. Herkes saygındır, herkes önemlidir. Bir yanlış varsa oturup konuşalım. Kimin fikri üstün gelirse, öbürü onu kabul eder. Bağnaz olmaya gerek yok. Zaten hakikatler, gelişmeler fikirlerin karşılıklı tartışmasından ortaya çıkar. Demokrasinin paradigması, temeli, dayandığı nokta farklılıklara saygı ve hoşgörüdür. Yoksa herkesin, herkes gibi olması mecburiyeti değildir. Onun için siyasetçinin, hepimizin demokrasiyi, özgürlüğü, farklılığa saygıyı içinde sürdürmesi gerekiyor. Bunlar olsa zaten geri kalan her şey çözülür. Bizim toplumumuz-


Sayı 8

Sayfa 57

da, bizim tarihimizde bu var. Biz son bu elli yılda bozduk Türkiye’deki bütün dengeleri. Yani onun için mesele şurada veya burada olmak değil, insanın taşıdığı değerleri yaşatıyor olmak. Yoksa herkes bir yerde. Önemli olan karşıyı kamplaştırmamak, düşman görmemek, farklı olanı düşman gibi algılamamak, farklı olana saygı duymak, farklı olanın zenginlik olduğunu görmektir. Bunu gördüğünüzde gerisi önemli değil ve ben buradaki, Türkiye’deki farklılıkları bir ebru olarak görüyorum. Birbirini tamamlaya ama ayrışmayan renkler. Bizi de birbirimizden ayıramazsınız, biz bir bütünüz. Birbirimizden ayrılamayız. Bu noktada genç kardeşlerime bir mesaj daha vermek istiyorum: yöneticilere düşen bu farklılıkları en iyi şekilde yönetmektir. Bu farklılıkları bir enerji olarak Türkiye’nin geleceğine katmaktır. En iyi ressam kimdir, renkleri en iyi kullanandır. Aynı renkleri bir sürü adama verin, bir de iyi bir ressama verin. Aynı renkler, aynı boyalar iyi bir ressamın elinde sanat eseri olurken, acemi birinin elinde sadece bir renk cümbüşü oluşturur. Đşte yönetici, lider, liderlik de iyi bir ressam olmak gibidir. Farklı renkleri en iyi şekilde kullanarak iyi bir sanat eseri oluşturabilendir.

Yamaç KONA: Zamanında Türkiye gündemini oldukça meşgul etmiş halen de meşgul etmeye devam eden bir mesele var. O mesele de Türkiye’de türban meselesi. Bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz ve bu konu AKP’nin başka bir çıkar aracı mı? Ali Müfit GÜRTUNA: AKP burada da çifte standart oynuyor. Bu mesele, Avrupa Đnsan Hakları Mahkemesi’ne gittiği zaman AKP, başörtüsünün aleyhine, hükümet olarak görüş bildirdi. Dava başörtüsünün aleyhine sonuçlandı; ama onlar kalkıp başörtüsünü savunmaya başladılar. Niye çifte standart yapıyorsunuz? Bir yerlere başka görünmek, başka bir yere başka görünmek yanlıştır. Yine sadece taraftar görünmek, sadece oy kaygısıyla hareket etmek doğru değil. Onun için hepimiz standardı teke indirmeliyiz. Taraftarsak taraftarız, taraftar değilsek taraftar değiliz. Onun için özellikle insani değerleri, dini değerleri, dini simgeleri istismar aracı olmaktan çıkarmalıyız. Bunun çaresi Türkiye’de alabildiğine özgürlüğün yaşanmasıdır. Alabildiğine özgürlüğün yaşanabilmesi için de bu değerleri birilerinin istismar etmemesi, kaşımaması lazım. Bu sefer karşıtlıklar oluşuyor. Onun için herkese görev düşüyor. Yamaç KONA: Özgürlüklerin de kısıtlanması gerçekleşiyor bir müddet sonra.

Ali Müfit GÜRTUNA: Tabii. Đstismar edince, militanlaştırınca bir konuyu, ideolojik bir değer haline getirince, bir siyasi değer haline getirince bu sefer karşıtlığı oluşturuyor. Dini bir değer, herkesin kabul eder, etmez ortak değeridir. Milli bir değer herkesin ortak değeridir. Mesela bayrak, bayrağı nasıl tartışırsınız? Beğenip beğenmemekte serbestsiniz; fakat bunun üzerinden tartışmaya devam etmek doğru değildir.

Yamaç KONA: Daha önceki röportajlarınızda Turkuaz Hareket’in sponsorlar yardımıyla reklam kampanyaları vs. yaptığınızı söylemiştiniz. Bu sponsorları yaşamınız ve belediye başkanlığınız zamanında yarattığınız çevreden oluşturduğunuzu söylediniz. Peki, sponsorların bu destekleri Turkuaz Hareket’in siyasi görüşüne ufak da olsa etki etmiş olabilir mi? Ali Müfit GÜRTUNA: Aslında biz onlara sponsorlar demeyelim de destekleyenler diyelim. Yani sponsor tabiri biraz ekonomik bir tabir. Birincisi zaten bu hareketi destekleyenler bu harekete gönül veren insanlar. Đkincisi; bir hareketi tamamen kontrol altına alacak, hegemonyasına alacak bir şeyi zaten istemiyor ve arzu etmiyoruz. Bu sebeple halk desteği anlamında biz bunu önemsiyoruz. Herkes az veya çok bir destekle çeşitli çalışmalara katılıyor. Anadolu’daki faaliyetlerde de herkes, o yöredeki insanlar yemek veriyorlar. Zaten çok büyük giderler söz konusu değil. Çalışmalarımız, mütevazı çalışmalar. Onlar da oradaki insanlar tarafından karşılanıyor.

Yamaç KONA: Turkuaz Hareket şu anda hangi organizasyonlarla, hangi çevreye, hangi insanlara, nasıl tanıtılıyor? Ali Müfit GÜRTUNA: Bizim öngördüğümüz

GÜRTUNA: “Milli bir değer herkesin ortak değeridir. Mesela bayrak, bayrağı nasıl tartışırsınız?”


Sayfa 58

Ali Müfit GÜRTUNA: “Hepimiz kendi yüreğimizin

Politika Dergisi

yaklaşım, siyasi çizgi olarak Toplumsal Merkezdir. Toplumsal Merkez tabiri ideolojik bir merkezliğini ifade etmez. Toplumsal Merkez, devletin resmi merkez tarifini içermez. Toplumsal Merkez, yüzyıllar içerisinde aka gelen bu toplumun ana akış durumlarını ifade eder ve herkesi etrafında tutmak ister. Birlik ruhu ile hareket eden bir hareket olarak, Turkuaz Hareket için bütün millet bir kere hedef kitlesidir. Bu çerçevede üniversitelerde, iş dünyasında, sivil toplum örgütleri, vakıflar, dernekler, çeşitli camialarda birçok toplantı düzenleniyor, görüşler anlatılıyor. Çok sayıda davet alıyoruz. Buralarda, medyada çeşitli faaliyetler sebebiyle yer alıyoruz ve bu şekilde bir tanıtım oluyor.

ateşini yakalım ve bu ateşleri birleştirerek bir Türkiye meşalesi üretelim.”

Yamaç KONA: Đktidar partisi milletvekillerinin size bakış açısı ve ilgisi hangi yöndedir? Bir röportajınızda AKP ve diğer parti üyelerinden ilgi duyduğunuzu söylemiştiniz. Bu ne yönde ve ne derecededir? Ali Müfit GÜRTUNA: Zaten milletvekillerinin birçoğunu tanıyorum ve hangi parti olursa olsun onlarla bir yakınlığımız da var. Burada şu parti ya da öbür parti diye bir ayrıştırmaya gerek yok. Bu tanışıklığıma iktidar partisi milletvekilleri de dâhil. Birçok tanıdığım insan var ve onlarla da görüşüyoruz. Bireysel ilişkilerimiz ve dostluklarımız var. Türkiye üzerine tartışmalarımız var. Görüş olarak bizi destekleyenler var. Anlattıklarımıza çoğu destek veriyor; ama zaman zaman farklı görüşler gösterenler de var. Dostluklar ve bireysel ilişkiler ayrı, siyasal yaklaşımlar ayrı. Şu anda Türkiye’de gördüğüm hangi konumda olursa olsun, samimi insanların büyük çoğunluğu bizim anlattığımız fikirlere destek veriyor.

Yamaç KONA: Turkuaz Hareket partileştiği takdirde, ilk seçimde iktidar olacağınızı iddia ediyorsunuz. Bunu halkı kucaklayabildiğiniz için, bir birlik beraberlik ortamı oluşturabileceğiniz için iddia etmiştiniz. Açıkçası ilk seçimde iktidar olmak biraz zor bir şey gibi görünüyor, özellikle AKP gibi arkanızda büyük güçler yoksa. Neler söylemek istersiniz? Ali Müfit GÜRTUNA: Bu hiç belli olmaz. Mustafa Kemal Paşa, milli mücadeleye başlarken bir toplantıda birisi çıkmış demiş ki “durum umutsuz paşam”. Mustafa Kemal Paşa da şöyle karşılık vermiş: “Umutsuz durum yok, umutsuz insanlar vardır.” Şimdi biz Türkiye adına bir hedef ortaya koyuyoruz. Bu yolda halkın desteği ve Hakk’ın yardımı esastır. Birey olarak, vatandaş olarak, bir insan olarak, önemli olan bizim üzerinize düşen görevi yerine getir-

memizdir.

Yamaç KONA: Peki, Turkuaz Hareket bunu söylerken nelerden güç alıyor? Ali Müfit GÜRTUNA: Az önce de belirttim. Halktan, Hak’tan ve kendimizden. Bir kere insan olmak güçlü olmak demektir. Yeter ki gerçekten insan olalım. Eğer biz pusula olarak menfaati önümüze koymamışsak, mevki makamı önümüze koymamışsak; insan olmanın erdemini, değerlerini, yüceliğini önümüze koymuşsak zaten yeterince güçlüyüz demektir. Onun için burada bir insan olmak, iki bu ülkeyi seviyoruz. Pozitif milliyetçilik derken ülke insanını bir bütün olarak seviyoruz ve bu ülke insanımızın her bir kişisinin, dünyada, kendi alanında en iyisi olmasını istiyoruz. Đş adamıysa, dünyanın en iyi iş adamı olsun. Sanatçıysa dünyanın en iyi sanatçıları, en iyi bilim adamları, en iyi sporcuları bizde olmalı. Buna engel bir şey yok. Biz bunu tarihte yapmışız. Düşüm ve hayalim o ki, inşallah bunu başarıcağız. Đleride dünyada insanlar uyandığı zaman, her sabah bugün Türkiye’de ne problem oldu diye uyanmamalı. Bugün Türk insanı yeni ne üretti, yeni ne icat etti acaba diye merakla uyanmalı. Biz bunu sağlayabiliriz. Bu yetenek bizde var; ama bütün mesele bu yeteneğin farkında olmamızın sağlanması. Ben bunu bir kıssa ile anlatıyorum. Özellikle genç kardeşlerim kendilerini iyi tanısınlar, iyi görsünler. Tavuk kuluçkaya yatırılırken, tavuk yumurtalarının arasına bir tane kartal yumurtası konmuş. Civcivler çıkmış ve bunlar biraz büyüyünce tavuk almış bunları dışarıya gezmeye çıkarmış. Oynarlarken yukarıda hareketler görmüşler. Kartal yumurtasından çıkan civciv sormuş tavuğa. Anne yukarıda neler olup bitiyor diye. Tavuk yukarıya bakmış ve onlar kartal yavrum demiş. Yavru da o ne, biz ne diye karşılık vermiş. Tavuk onlar kartaldır gökte uçarlar, biz tavuğuz biz uçamayız yerde gezeriz. Tabii yaratılışın da var ya, o kartal yumurtasından çıkan civciv diyor ki; Allah’ım ne olur beni de kartal yaratsaydın, be de onlar gibi gökte uçabilseydim. Aslında onun uçmasını engelleyen tek duygu kendisini tavuk zannetmesi, kartal olduğunun farkına varsa hemen uçup gidecek. Onun için bu milletin evlatları, yiğit delikanlıları kartal olduklarını hiçbir zaman unutmasınlar. Biz o cevheri ortaya çıkartırsak bu ülkenin önünde kimse duramaz. Onun için izcilikte güzel bir söz var: “ilk yakacağınız ateş kendi yüreğinizin ateşi olmalıdır” der. Onun için buradan bütün insanlarımıza, gençlerimize bu çağrıyı yapıyorum: “Hepimiz kendi yüreğimizin ateşini yakalım ve bu ateşleri birleştirerek bir Türkiye meşalesi üretelim.” Bunu başaracağız inşallah.


Sayı 8

Yamaç KONA: Türkiye’de ABD karşıtlığı yükselirken neden Turkuaz Hareket ABD’ye karşı olumlu bir bakış açısına sahip? Ali Müfit GÜRTUNA: Şimdi bazıları Türkiye’nin milli siyasetine vurgu yapan konuşmalarım olduğundan dolayı Turkuaz Hareket’i ABD karşıtı olarak nitelendiriyor. Bazıları da ABD’ye karşı olumlu bir bakışım olduğunu söylüyor. Đşin özü bizim üreteceğimiz siyaset anlayışının milli siyaset anlayışı olduğudur. Ulusaldır. Yani bu ülkenin menfaatini önceleyen bir anlayıştır. Bu çerçevede dünya ile ilişkilerimizde esas olan ne alıp, ne verdiğimizdir. Uluslararası ilişkilerde duygu diye bir şey olmaz. Bugün bizim tenkit ettiğimiz ne aldığımıza bakmadan sürekli vermemiz. Biz neden verelim? Bizim üretmemizi istemiyorlar. Đstememelerinin nedenlerinden biri de üretenlerin kendi mallarını satmak için pazar aramalarıdır. Benim zaten üreten ve zenginleşen bir Türkiye idealim başlı başına bir tavır. Amerika ile ilişkilerimin iyi olmasını isterim; ama dostluk çerçevesinde. Bugün dostluk çerçevesinde bir ilişki yok, efendi – köle çerçevesinde bir ilişki var. Ben buna karşıyım. Avrupa ile ilişkilerin iyi olmasına da karşı değilim. Almanya, Fransa, Đtalya hatta bırakın onları Avusturya nasıl üye olduysa Avrupa Birliği’ne Türkiye’de onuruyla üye olabilsin. Yok, bizi kapıda bekletip, iteleyip kakalayacaksanız, o bize hiç uymaz. Bizim milletimiz onuruna son derece düşkündür. Dolayısıyla eşit ilişkilere varız. Eşit alışverişe varız; ama teslim olmaya yokuz. Temsil etmekle teslim etmek farklı şeydir. Dünyanın bütün ülkeleriyle iyi ilişkilere, karşılıklı işbirliğine ve dünya barışını gerçekleştirmek için çaba göstermeye varız. Dünya ile işbirliği yapmazsanız dünya barışını nasıl gerçekleştirebilirsiniz ki? Đşin özü bu.

Yamaç KONA: Ortadoğu Politikası ile de örtüşen bir şey mi bu? Yani Türkiye’nin bulunduğu konumda Amerika olmazsa olmaz mı? Ali Müfit GÜRTUNA: Türkiye olmazsa da olmaz. Mesele Türkiye’yi olmazsa olmaz konuma getirmektir. Bizim işimiz bu. Evvela Türkiye’yi olmazsa olmaz hale getirelim, ondan sonra biz kimin olup olmayacağına karar verelim. Amerika’ya karşı düşmanlığımız olmadığı gibi sempatimiz de yok. Hiçbir ülkeye karşı düşmanlığımız yok. Buna gerek de yok. Türkiye her ülke ile bilimsel, siyasal, ticari ilişkiler kurmalıdır. Her ülke bizim için önemlidir. Sonuçta Türkiye NATO içerisinde

Sayfa 59

olan bir ülke, zaten bu yüzden Amerika’ya düşman olmamız beklenemez. Bu izah edilebilir bir durum değil. Bakın, Atatürk ölçüyü muhteşem koymuş. Eksene Türkiye’yi koymuş. Biz de onu uyguluyoruz. Türkiye’yi eksene koyuyoruz; ama bugünkü siyasette Türkiye kanat ülke. Yani başkaları kanat çırpacak ve siz de ondan etkileneceksiniz. Benim kendi oluşturduğum bir etki alanım yok ki. Bu sebeple Türkiye merkez ülke olmalıdır. Kendi etki alanını oluşturmalıdır ve bu çerçevede herkesle işbirliği yapmalıdır. Đşbirliği yapmak için her zaman menfaatiniz uymayabilir. Ha uyabilirde ne alıp ne verdik bu önemli.

Yamaç KONA: Politika Dergisi gençlerin kurduğu bir dergi. Hedef kitlesinde de gençlerin ağırlığı var. Gençlere bu doğrultuda çağrılarınız, tavsiyeleriniz nelerdir? Ali Müfit GÜRTUNA: Dünya ile yarışan bir nesil olma hedefini ortaya koymak lazım. Yönetime öncelikle kendimizden başlamalıyız. Birincisi; mesleki kariyer yönetimini çok iyi yapmalıyız. Kafanızı iyi şekillendirin, doğru kararlar verin, doğru planlar verin. Bu çok önemli. Đkincisi; entelektüel altyapı oluşturmaya şimdiden başlayın. Ne iş yapacaksanız yapın, mutlaka bir entelektüel birikime ihtiyacınız var. Üçüncüsü; imaj yönetimi. Ona da şimdiden başlayın. Ne olarak görülmek ve görünmek istersiniz? Dürüst, düzgün, birikimli, doğru, güvenilir bir insan imajını ancak şimdiden inşa ederek kazanabilirsiniz. Mutlaka ülke sorunlarına ilgi duyun. Bu ülke hepimizin. Sen, ben yok biz varız. Sahip çıkmazsak ülke bizim olmaz. Özel eşyalarımıza bir şey olurken nasıl ki sahip çıkıyorsak, ülkemize de o şekilde, canımız gibi sahip çıkmalıyız. Güzel dostluklar oluşturmak da çok önemli. Gelecekte bu dostlara çok ihtiyacımız olacak. Đyiliğin emsali olun, kötü olmaya bu dünya değmez. Đyiliğin misyonunu üstlenmek ve iyilerin dayanışmasını sağlamak temel hedefiniz olsun.

Yamaç KONA: Çok teşekkür ederiz. Ali Müfit GÜRTUNA: Biz teşekkür ederiz.

iletisim@politikadergisi.com www.politikadergisi.com

“Mutlaka ülke sorunlarına ilgi duyun. Bu ülke hepimizin. Sen, ben yok biz varız. Sahip çıkmazsak ülke bizim olmaz.”


Sayfa 60

Politika Dergisi

Alevlenmesi Gereken Kemalist Đdeoloji Yamaç KONA

“Türk genci, ...’Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.” (Bursa Nutku)

“Şu zamana kadar olan tüm Atatürk ilke, devrim ve değerlerini yıpratmaya yönelik hareketlere seyirci kaldık. Pasif olduk, aktif tepki veremedik.”

Türkiye'de her türlü ideoloji boy gösteriyor. Faşizm, sosyalizm, kapitalizm, Đslamcılık… Bazen yolda yürürken elimize tutuşturulan bir broşürde, bazen yolda satılan politik dergilerde, bazen her sabah önünden geçtiğimiz gazete bayiinin içinde, bazen de televizyonda halka seslenirken… Her yerde karşılaşıyoruz bu ideolojilerle. Çoğu, ne yaptığını bilmeyen insanlar topluluğu ama kimi de bilinçli. Hepsi organize, sistematik… Hepsi kendi düşüncesindeki insanları toplamış. Hepsi örgütlü. Çalışıyorlar! Dergi çıkarıyor, yazı yazıyor, kitap basıyor, insanlara seslerini duyuruyor, olaylara somut tepkiler veriyorlar. En önemlisi, gerçek hayatta eylemdeler. Somut şeyler gerçekleştiriyorlar. Gerçekçi, küçük amaçları var. Yolu çizmişler, ilerliyorlar. Adım adım tırmanıyorlar. Bir şeyler yapmaya çalışıyorlar. Kendileri için, ideolojileri için. Peki ya Kemalizm? Atatürk'ün emanetine en çok sahip çıkması gerekenler nerede? Biz neredeyiz? Ne yapıyoruz? Diğerleri yol alıyor; hızlı veya yavaş… Fark etmez! Medyada yüksek sese sahip miyiz? Binlerce kişinin oluşturduğu, gerçek hayatta her göreve hazır örgütlerimiz var mı? Đnsanlara ulaşıyor muyuz? Đnsanlar Kemalizm'i öğreniyor mu? Bizi tanıyor mu? Gerçeği görüyor mu? Hayır... Ama başkaları buna çabalıyor. Çalışıyor. Biz de örgütlenmeli, biz de hükümetin üzerine yürümeli, korkutmalıyız. Sadece yazı yazarak, miting düzenleyerek, ne hükümet tarafından ciddiye alınırsınız, ne de örgütlenip kendinize yeni yandaşlar bulabilirsiniz.

Basın bilgi iletiminde çok önemli role sahiptir.

Hükümetin korktuğu bir medyamız, hükümetin korktuğu muazzam bir örgütlenmemiz, hükümetin korktuğu bir gücümüz olmalı. Gerektiğinde binlerce insanı hükümete karşı yürütebilmeliyiz! Artık güzellik devri bitmiştir. Artık yazmakla, çizmekle geri dönüş olmaz. Bu karşı

devrime bir devrimle cevap vermeliyiz! Yazıp çizmeye, eğitime hırsla asılmalı ama bir yandan da halk gücünü toplamalıyız. Tekrar, Atatürk ilke ve inkılaplarına tam bağlı, bu ilkelerden sapmamış bir devlet için güçlenmeliyiz. Gerekirse Atatürk devrimleri için savaşmalıyız! Bursa Nutku bize bunu işaret eder: “Türk genci, ...’Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır.’ demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla, nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.” Şu zamana kadar olan tüm Atatürk ilke, devrim ve değerlerini yıpratmaya yönelik hareketlere seyirci kaldık. Pasif olduk, aktif tepki veremedik. Bunun sebebi gayet nettir, bunun sebebi maalesef örgütsüzlük ve plansızlıktır. Hiçbir şeye göz yummamalıyız. Atatürk'ün kurduğu cumhuriyetimize ve değerlerimize gelecek en ufak bir saldırıda karşı tepki vermeliyiz. Bunun için de en doğru yol örgütlenmedir, bilgi paylaşımıdır, halk gücüdür. Örgütlenmeden kastım şudur: Halk gücünü arkaya toplayıp, organize bir şekilde halk geneline gerçekleri yaymak ve bir bilgi iletimi sağlamaktır. Gerçekleri insanların görmesini sağlamak temel amaç olmalıdır. Bir diğer amaç ise, savunduğumuz ‘Atatürk Türkiyesi’ne gelecek saldırılara genel ve sert tepkiler vermek olmalıdır. Basın bilgi iletiminde çok önemli role sahiptir. Ata'mız basın hakkında şu sözleri söylemiştir: “Basın, ulusun genel sesidir. Bir ulusu aydınlatma ve doğru yolu göstermede, bir


Sayı 8

ulusa ihtiyaç duyduğu düşünceyi vermekte, özetle bir ulusun mutluluk amacı olan ortak yönde yürümesini sağlamada, basın başlı başına bir güç, bir okul, bir rehberdir.” Basın rehberdir, halkı yönlendirir, doğruyu göstermekle yükümlüdür ve özellikle zamanımızda muazzam bir güçtür. Zamanımızda basın ne idüğü belirsiz, satılmış patronların elindedir. Aslında medya patronları satın alınmaz, medya patronları kendilerini pazarlarlar; çünkü güçlü olan onlardır. Kötü medya patronları kendi menfaatine en uygun yolda ilerlerler. Ülkesine hainlik etmekten çekinmezler. Bunlar kapitalist dünyanın yuttuğu, kendi sistemi içinde yönetici bir görev verdiği insanlardır. Bu nedenle de, elbette büyük kapitalist devletlerin güdümündedirler. Başta, Amerika olmak üzere... Birlik ve beraberlik içinde bunu başarabilir, emperyalist dünyanın içimize sızıp kalbimize doğru yol alan köpeklerine dur diyebiliriz. Kemalist çevrede tam işe yarayan oluşumlar çok sınırlıdır. Kayda değer olarak sayabileceklerimiz, Cumhuriyet Gazetesi, Cumhuriyet Halk Partisi ve Atatürkçü Düşünce Derneği'dir. Bu kuruluşlar da, bir topluluğun örgütlenmesini sağlamak amacına hizmet eden bir şey yapmamaktadır. Biz Kemalistlerin en büyük sorunu ise mütemadiyen daha küçük parçalara bölünmemiz. Hep bir liderlik savaşımı içinde olmamız, büyük kitlelere hitap eden toplumsal bir oluşum yaratmamızı engelleyen faktörlerden biri. Eşitliği, paylaşımı bilmiyoruz. Bunu aştığımız takdirde birçok kapının bize açılacağına, daha fazla insana ulaşacağımıza inanıyorum. Eğer birlik içinde yola çıkar ve halkın kılcal damarlarına nüfuz edebilirsek ülkemizi aydınlık yarınlara taşıyabilir, bu sonsuz karanlıktan kurtarabiliriz. Şu an Türkiye'yi yönetmekte olan satılmışların bu örgütlenme başarısının sebebi malumdur. Bu örgütlenmeyi büyük ekonomik ve stratejik desteklerle dış mihraklar gerçekleştirmiştir. Amerika ve geçmişi sindiremeyen Avrupa... Bu örgütlenmeyi gerçekleştirdikten sonra -aslında hâlâ devam ediyor-, halkın zaaflarından yararlanıp, içine sızmış ve halkı kendilerine çekmişlerdir. Cumhuriyet sistemiyle yönetilen ülkemizde halkı arkaya almak şarttır. Çünkü, halk kendi temsilcilerini seçer. Bu nedenle de kötü niyetli kimseler halkı kandırma yoluna giderek, ülkeyi yönetmeye talip olmaktadırlar. Dış mihraklar bir yandan bu örgütlenme-

Sayfa 61

leri gerçekleştirirken, diğer yandan da Türkiye'de öne sürdükleri yem partinin ideolojisiyle en zıt olan, ülkenin kuruluş ideolojisi olan Kemalizm'i yıpratma çalışmalarına girişmişlerdir. Geniş bir ‘Atatürkçüleri karalama’ kampanyasına girişilmiş ve bir nebze başarılmıştır. Kemalizm halk geneline yüksek medya gücüyle yanlış tanıtılmış, asılsız tanımlamalar yapılmıştır. Satılmış medya, Atatürkçülerin dinsiz olduğu imajını yaratmaya çalışmıştır. Kemalist kurumları karalama kampanyaları yürütülmüştür. Cumhuriyet Gazetesi, ADD ve CHP bu kampanyalardan fazlasıyla nasibini almıştır. Cumhuriyet Gazetesi ve ADD, Ergenekon kapsamında karalanmaya çalışılmış ve halen çalışılmaktadır. CHP'ye yönelik saldırılar ise asılsız yolsuzluk iddialarıdır. Bu ve benzeri tüm faaliyetler ile halk, Kemalist ideolojiden, ülkemizin kuruluş ideolojisinden soğutulmaya çalışılmıştır. Halk her zamanki gibi kandırılmaya çalışılmış ve bir nebze olsun başarılmıştır. Đslamcılık, bir ülkeyi yok etmek için ABD ve Avrupa tarafından kullanılabilecek en etkili araçtır. Özellikle Türkiye coğrafyasında din, yüksek önem arz etmektedir. Đslami ideolojiyi kötülemek Đslam'ı kötülemek değildir. Laiklik ilkesi uyarınca, Đslam dini insanların vicdanlarında hürdür, istedikleri gibi dinlerini yaşayabilirler. Ancak Đslamcılık yani Đslami ideoloji farklı bir şeydir. Bu, Đslam kurallarına göre devletin yönetilmesi demektir. Halkın din baskısı altına alınması demektir. Bağnaz düşüncenin ülkede sonsuz hakimiyetinin olması demektir. Mantık olarak, düşünemeyen, üretemeyen, bilgisiz, Đslam baskısı altında ezilmiş, tutsak, yasaklar içinde boğulmuş bir devlet yaratmaktır Đslamcılık. Đnsanların dinini özgürce yaşayamadığı bir toplum demektir Đslamcılık. Đslamcı yapıya sahip bir devletin, eğer Đslamcılık o ülkeye başkalarının güdümüyle getirildiyse, ömrü kısadır. Çünkü Đslamcılığın bağnaz düşünce yapısı bir ülkenin tüm savunma kanallarını kapatmaktadır. Özellikle bu bağnaz düşünce halka yansıdığında durum vahimleşir. Đşte bu nedenlerle ABD ve Avrupa'nın ülkemize karşı silahı, bağnaz düşünce yapısıyla birlikte Đslami ideolojidir. Ancak bunun için Kemalizm'e gönül vermiş insanları yok etmeleri gerekmektedir. Kemalist ideolojiyi karalama kampanyasının amacı da bir karşı direnişi engellemektir. Gaflet, dalalet ve hıyanet içinde bulunan kimseler iktidarda bulunduğu süre boyunca ülkemiz birçok kulvarda medeni devletler-

Kemalist kurumları karalama kampanyaları yürütülmüştür. Cumhuriyet Gazetesi, ADD ve CHP bu kampanyalardan fazlasıyla nasibini almıştır.

“Kemalizm halk geneline yüksek medya gücüyle yanlış tanıtılmış, asılsız tanımlamalar yapılmıştır. Satılmış medya, Atatürkçülerin dinsiz olduğu imajını yaratmaya çalışmıştır.”

ABD ve Avrupa'nın ülkemize karşı silahı, bağnaz düşünce yapısıyla birlikte Đslami ideolojidir. Ancak bunun için Kemalizm'e gönül vermiş insanları yok etmeleri gerekmektedir.


Sayfa 62

Politika Dergisi

netmesine daha fazla izin vermemeliyiz. Sahip oldukları bağnaz ve anti-seküler düşünce ülkeyi geriye çekmekte, Atatürk'ün getirmiş olduğu ilke ve devrimleri çökertme amacına girişmektedir. Buna engel olmanın tek yolu örgütlenmektir. Örgütlenip halka yayılmaktır, ses duyurmaktır, çalışmak ve çabalamaktır, halkı bilgilendirmektir. Anlayacağınız, tek yol halkın kılcal damarlarına yayılmak, halkı kazanmaktır. Halk bu devletin her şeyidir, Türk halkı yücedir. Türk halkının bu yükün altından kalkacağına güvenim tamdır.

AB, milli egemenliğe, halk iradesine, cumhuriyet değerlerine yaraşmayacak taleplerde bulunmuştur. Đktidarda olan emperyalist devletlerin uşağı AKP ise her şeye “Hay, hay!” demiştir.

Bu yazım tüm cumhuriyet şehitlerine armağan olsun!

yamac.kona@politikadergisi.com

“Buna engel olmanın tek yolu örgütlenmektir. Örgütlenip halka yayılmaktır, ses duyurmaktır, çalışmak ve çabalamaktır, halkı bilgilendirmektir.”

den geride kalmış, ayrıca var olan değerlerinden ödün vermiştir. Saygınlığını, AB kapısında verdiği büyük ödünler nedeniyle büyük ölçüde yitirmiştir. Zaten çökmeye yüz tutmuş olan Hristiyanlar Birliği olarak niteleyebileceğimiz AB, milli egemenliğe, halk iradesine, cumhuriyet değerlerine yaraşmayacak taleplerde bulunmuştur. Đktidarda olan emperyalist devletlerin uşağı AKP ise her şeye “Hay, hay!” demiştir. Bu da Türkiye'nin bölgedeki saygınlığını düşürmüştür. Şu an iktidarda olan emperyalist güçlerin güdümündeki Đslamcı maskelilerin orada olması, Ata'mızın akıl ve bilim olan manevi mirasına sahip çıkamadığımızı gösterir. Bu bağnaz düşünceli kuklaların ülkeyi yö-

Politika Dergisi, hayata geçirmeyi planladığı “Kitap Projesi” ile amaçları doğrultusunda ilerlemeye devam ediyor. Politika Dergisi yazarlarının; araştırmalarıyla, derlemeleriyle oluşturulacak söz konusu kitabın konusunu ise okuyucuları belirliyor. (1) Efsanevi Politik Liderler, (2) Cumhuriyetten Günümüze Türk Siyasi Tarihi ve (3) Politik Đdeolojiler Sözlüğü adlı konu başlıkları arasından okuyucuların oylarıyla belirlenecek kitabımızın çok yakında çalışmaları başlıyor. Konu başlıklarından seçinizi oylamak için;

www.politikadergisi.com veya

iletisim@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 63

Cumhuriyet Şehitleri Emrah ÖZDEMĐR

“Çoğunluk seyrettikçe, mücadele etmek yerine mücadele eder gibi yaptıkça, faraza Fethullah Gülen’den, Müslüm Gündüz’den, Metin Kaplan’dan daha çok cesur ve namuslu olmadıkça, bilelim daha çok Asteğmen Kubilaylar, Uğur Mumcular, Ahmet Taner Kışlalılar, Bahriye Üçoklar, Muammer Aksoylar, aramızdan yitip gidecekler. Cumhuriyete bağlı olduğunu söyleyen bizler de, utanmadan ve sıkılmadan “devrim şehitlerimizi” sadece ölüm yıldönümlerinde hatırlamaya devam edeceğiz; neye can verdiklerinin nedenini sorgulamadan, hesabını sormadan...” (Necip Hablemitoğlu – Köstebek) Necip Hoca’nın uyarısını dikkate alarak, ‘Cumhuriyetimizin şehitlerini’ ölüm yıldönümlerinde göstermelik anmak yerine, yaşamlarına kısaca değinerek uğrunda can verdikleri Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünde; düşün çerçevesinde ve Cumhuriyet ülküsü bağlamında bu konuyu irdelemeyi uygun görüyorum. Kutladığımız Cumhuriyet Bayramı’ndan fazla şehit verdiğimizi de unutmayalım. Aksoylar, Kışlalılar, Üçoklar, Mumcular, Hablemitoğlular, Özbilginler, Kubilayların ve laik, demokratik, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti uğrunda savaşım veren tüm aydınlarımızın aziz hatıralarına…

Asteğmen Kubilay… Gericilere karşı direnç göstermenin portresidir Kubilay. Đnandı, dövüştü ve öldü. Siyasal, toplumsal ortama bir bakın; Kubilayların emanetlerine yeterince bekçilik yapabilmiş miyiz?

Mustafa Kemal ATATÜRK’ün bu korkunç olay üzerine Ordu’ya gönderdiği taziyetnamenin -tarafımdan günümüz Türkçesine çevrilen- son tümcesi: “…Büyük ordunun yiğit genç asteğmeni ve Cumhuriyetin ülkücü (idealist) öğretmen topluluğunun değerli üyesi Kubilay Bey, temiz kanı ile cumhuriyetin canlılığını taze- Bugün Derviş Mehmed’in lemiş ve güçlendirmiş olacaktır.” kör bıçağını elinden düşürBugün gericilere karşı yiğitçe göğüs geriliyorsa bu Asteğmen Kubilay’ın kahramanlığından ileri gelmektedir. Menemen’deki korkunç olaya yol açanlar kâh Sivas’ta, kâh suikastlarda başka bedenlere bürünerek kendilerini göstermişlerdir. Onlara karşılık Kubilaylar da hiçbir zaman tükenmemişlerdir ve tükenmeyeceklerdir. Bugün Derviş Mehmed’in kör bıçağını elinden düşürmeyen gerici, yobaz ve gözü dönmüş insanlara (!) karşı göğsümüzde Kubilay’ınki gibi bir inanç olmalı. Kışlalı’da, Hablemitoğlu’da, Mumcu’da, Üçok’ta olduğu gibi… “Yalancı Mehdi Derviş Mehmet, Yürümüş Manisa'dan bir sarı su gibi, Beş on adamıyla Menemen'e varmak üzere Yılan uykusu gibi. Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi, Bir çınar dalı gibi yere. Sarktı yakasından anasından gelmiş Mavi çiçek mor çiçek bir çevre. Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi Bir söğüt dalı gibi yere, Aydınlık aydınlığa yaklaşır iken, Sonsuzluğa ere ere. Düştü Kubilay'ın başsız gövdesi, Bir zeytin dalı gibi yere, Düştü cebinden bir kitap, Açıldı göklere…” (Fazıl Hüsnü Dağlarca – Kubilay Destanı) Ve… Yıllar geçti; darbeler, krizler, suikastlar, kargaşalar yaşanan memleketimizde 1980’deki darbeden sonra, özellikle 1990’larda, ardı ardına Atatürkçülere yönelik katliamlar yaşandı. “Uygarlık, bağışlama ve hoşgörü demektir. Bağışlama nedir bilmeyen uygarlık, uygarlık değil, zorbalıktır ki; çöker.” (Mustafa Kemal Atatürk)

Muammer Aksoy… O, devrimciydi. 1961 anayasasının mimarlarından biriydi. Halkçıydı; yolsuzluğa

meyen gerici, yobaz ve gözü dönmüş insanlara (!) karşı göğsümüzde Kubilay’ınki gibi bir inanç olmalı. Kışlalı’da, Hablemitoğlu’da, Mumcu’da, Üçok’ta olduğu gibi…

“Gericilere karşı direnç göstermenin portresidir Kubilay. Đnandı, dövüştü ve öldü. Siyasal, toplumsal ortama bir bakın; Kubilayların emanetlerine yeterince bekçilik yapabilmiş miyiz?”

“Uygarlık, bağışlama ve hoşgörü demektir. Bağışlama nedir bilmeyen uygarlık, uygarlık değil, zorbalıktır ki; çöker.”


Sayfa 64

Politika Dergisi

karşı büyük savaşımlar veriyordu. Bağımsızlıkçı ve ulusçuydu; ulusal sorun olarak gördüğü maden ve petrol olaylarının üzerine gitti. Yılmaz bir öğretmen ve hukukçuydu. “Sizler, yani yeni Türkiye'nin genç kuşakları! Yorulsanız da benim izimden gideceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar. Türk Gençliği amaca, bizim yüksek ülkümüze durmadan, yorulmadan yürüyecektir.” (M. Kemal Atatürk) Muammer Aksoy’u özlemle anıyor ve bugün yolunu izlemiş olduğunu bildirenlerden daha fazla duyarlık ve direnç bekliyoruz; çünkü “dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar.”

“Bizi yanlış yola sürükleyen alçaklar, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Đyi niyetli ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki bizi yok eden, tutsak eden, yıkan kötülükler, hep din örtüsü altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir.” (Atatürk)

“Bugün Amerikanın vesayetini savundukları halde bağımsızlığımızın da hiçbir suretle zedelenmeyeceğini (hatta gölgelenmeyeceğini) iddia eden (bağımsızlığımızı zedelemeğe razı olmanın vatana ihanet olduğunu teslim etikleri halde, tuttukları sakat yolu kusursuz sayan) bazı kelime oyuncuları vardır ki, bunların “çelişme şaheseri olan açıklamaları”nı dinlediğimiz zaman, Sivas Kongresindeki görüşmeleri dinler gibi oluyoruz.” (Muammer Aksoy – Atatürk ve Tam Bağımsızlık) Prof. Dr. Muammer Aksoy, işte bu savaşımı verirken, uğradığı silahlı saldırı sonucu 31 Ocak 1990 tarihinde yaşamını yitirdi. 1990’ların Kemalist kıyımı da başlamış oldu. Muammer Aksoy’u özlemle anıyor ve bugün yolunu izlemiş olduğunu bildirenlerden daha fazla duyarlık ve direnç bekliyoruz; çünkü “dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler, asla ve asla yorulmazlar.” Muammer Aksoy cinayetinin hemen ardından (7 Mart 1990) Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Çetin Emeç suikastı gerçekleşti. Sadece Atatürk için büyük (O) harfini kullanan bu aydınımızı da rahmetle anıyoruz. O’nu unutmadık. 4 Eylül 1990 tarihinde ise; bir başka aydın Turan Dursun öldürüldü. Cihatçılar yine bir faili meçhul cinayete imza atmışlardı. Hem faili meçhul, hem cihatçılar diyorsun demeyin. Burası Türkiye!

Bahriye Üçok…

Ülkenin siyasetini 60 yıldır tekellerine almış olanların en önemli korkularından birisi Đslâm dinini kullanmalarını engelleyenlerdir.

Ülkenin siyasetini 60 yıldır tekellerine almış olanların en önemli korkularından birisi Đslâm dinini kullanmalarını engelleyenlerdir. Gerçek anlamdaki Đslâm’ı öğreterek, kendi çarklarına çomak sokanları Hz. Muhammed’e hakaret edenlerden daha fazla önemserler. Düşünsenize; siyasal, iktisadi ve toplumsal konum kazanmak için en fazla kullandıkları gereç olan din, aslında onlara birçok konuda karşı çıkıyor. Din adına desteklenenler Hz. Hüseyin’i öldüren Yezitler olmasın! Đşte bunları ortaya çıkaran ve

Mustafa Kemal’in din düşmanı olmak şöyle dursun; gerçek Đslam’ın ortaya çıkması için çalıştığını gösteren yürekli bir öğretmendi Bahriye Üçok.

“Bizi yanlış yola sürükleyen alçaklar, biliniz ki çok kere din perdesine bürünmüşlerdir. Đyi niyetli ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldatagelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz, görürsünüz ki bizi yok eden, tutsak eden, yıkan kötülükler, hep din örtüsü altındaki küfür ve alçaklıktan gelmiştir. Onlar her iyi davranışı dinle karşılarlar, hâlbuki hamdolsun hepimiz dindarız, artık bizim dinin gereklerini, dinin yasaklarını öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına gereksinme duymuyoruz.” (M. Kemal Atatürk) Bahriye Üçok öldürülünce Merhum Uğur Mumcu ne diyordu: “Bahriye Üçok niçin öldürüldü? Bu sorunun yanıtı bellidir. Atatürk ilkelerini savunduğu için! Evet bunun için. Üniversite ve yüksekokullarda kız öğrencilerin başörtüsü takmalarının Đslam dini ile ilgisinin bulunmadığını, türban ve başörtünün bir takım tarikatların bayrağı gibi kullanıldığını kanıtladığı için.” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 9 Ekim 1990) Özlemle andığımız Doç. Dr. Bahriye Üçok da işte bu kavganın peşinde bir takım güçler tarafından şehit edildi. Tarih 6 Ekim 1990. Ruhu şad olsun. Bahriye Üçok’un cinayetinde parmağı olan ‘kargocu kız’ın sonradan DTP yönetimine girdiğini de bir bilgi olarak ekleyeyim. “‘Ezilen uluslar bir gün ezen ulusları yok edeceklerdir’ diyen Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ü, yeniden ezilen ulusların, Asya ve


Sayı 8

Afrika halklarının bayrağı yapmak, biz Atatürkçülerin, biz devrimcilerin namus borçlarıdır.” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 6 Ocak 1981) Takvimler 24 Ocak 1993’ü gösterirken öldürülen yürekli gazeteci;

Uğur Mumcu… Cesaretin resmidir O. Türk halkından, devletinden, yurdundan başka hiçbir yere bağımlı değildi ve bunlara düşman herkesin üzerine gitti. Sahte milliyetçilerin üzerine gitti. “Egemen s ınıfların y ü zlerindeki "milliyetçilik makyajını" silip atmak, başta işçi sınıfı olmak üzere, yurdunu ve ulusunu seven herkesin görevidir.” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 13 Nisan 1979) Tabiî ki işbirlikçi ‘dinci’ takım da bu cesur kalemden nasibini alacaktı. “'Dinsel ticaret 12 Eylül 1980 müdahalesinden sonra parasal kaynağa da kavuşarak devlet içinde de köşe başlarını tuttu. Ellerinde yayın organları, yayınevleri, televizyon kanalları ve arkalarında da Suudi kökenli Đslam bankerleri var. 1983 yılında Milli Eğitim Temel Yasası'nı değiştirdiler, bugün Harp Okulu yasasını.'' (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 22 Ocak 1993) “‘Türban’ aslında yalnızca genç kızlarımızın başlarını örtmüyor; bu çokuluslu Đslamcı düzenin apaçık görülmesini engellemek için

Sayfa 65

-belki de- kimilerinin gözlerini örtmeye yarıyor!” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 6 Ocak 1987) Yerel güçler olarak dayatılan Kürtçülere geliyor bu kez sivri kalemin ucu. “Kürtler sömürgeciliğe karşı bağımsızlık savaşı yapıyorlarsa ne işi var CIA ve MOSSAD’ın Kürtler arasında? Yoksa CIA ve MOSSAD, antiemperyalist savaş veriyorlar da dünya bu savaşın farkında değil mi?” (Uğur Mumcu – Cumhuriyet, 7 Ocak 1993) Görev bilinci olan bir Cumhuriyetçi, kesinlikle köşeye çekilmemelidir. Uğur Mumcu diyor ki "Đnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar." “Ben Atatürkçüyüm, ben cumhuriyetçiyim, ben laikim, ben anti-emperyalistim, ben tam bağımsız Türkiye’den yanayım, ben özgürlükçüyüm, ben insan haklarının savunucusuyum, ben teröre karşıyım, ben hırsızların, yobazların, vurguncuların, çıkarcıların düşmanıyım! Öyleyse vurun, parçalayın! Her parçamdan benim gibiler, beni aşacaklar çıkacaktır.” Kalpaksız Kuvvacı’ya vefa borcumuzu ödemek için çıktığı yolda, kaldığı yerden devam etmeliyiz. Hiç olmazsa kalan sağlarımıza güvenebilmeliyiz, bu zor günlerde. Unutma halkım!

Görev bilinci olan bir Cumhuriyetçi, kesinlikle köşeye çekilmemelidir. Uğur Mumcu diyor ki "Đnsanlar sadece konuştuklarından değil sustuklarından da sorumludurlar."

“‘Türban’ aslında yalnızca genç kızlarımızın başlarını örtmüyor; bu çokuluslu Đslamcı düzenin apaçık görülmesini engellemek için -

Ahmet Taner Kışlalı… “Tarihi yaşadığımız gibi yazdık; fakat geleceği cumhuriyete inananlara, onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek gerekir.” (M. Kemal Atatürk) O, yazılarımda da sıkça yararlandığım bir düşün adamıydı. Yılmaz ve inançlı bir Kemalist’ti. Temel ilkeler çerçevesinde, tarihsel çıkarsamalar ve yaptığı açılımlar ile gösterdiği üzere, 21. yüzyılın Kemalist kuramcısı idi. Hem kuramcı idi, hem uygulayıcı idi, hem dava adamı idi. Hem siyasetçi, hem gazeteci, hem öğretim üyesiydi. Son yılların yetiştirdiği en önemli aydınlardandı. Bu sayfayı duygusal sözcüklerle donatmak yerine ondan alıntılarla, büyük Kemalist’i anmayı yeğ tutuyorum. “Biz, asıl suçluyu bir kenara bırakıp suçsuzlarla uğraşıyoruz! Evet... Bugünkü ortamın tek suçlusu Atatürk'tür!.. Eğer bugün 60 milyon insanımız, Batı Trakya'daki Türkün durumunda değilse, bunun suçlusu odur!

belki de- kimilerinin gözlerini örtmeye yarıyor!” (Uğur Mumcu)

Temel ilkeler çerçevesinde, tarihsel çıkarsamalar ve yaptığı açılımlar ile gösterdiği üzere, 21. yüzyılın Kemalist kuramcısı idi. Hem kuramcı idi, hem uygulayıcı idi, hem dava adamı idi.


Sayfa 66

Politika Dergisi

Eğer 1923'te, kişi başına düşen ulusal geliri 70 dolar olan bir toplum, şimdi 2700 dolara ulaşmışsa; bunun suçlusu odur! Eğer 1929 - 39 yılları arasında, bütün dünyada sanayi üretimi yüzde 19 artarken, Türkiye'de yüzde 96 artmışsa; bunun suçlusu odur!

Kemalizm’in tarihsel kimliğini yarına taşıyacak büyük bir aydındı O.

“Günümüz siyasal ve toplumsal ortamını göz önüne aldığımızda Ahmet Taner Kışlalı’ya özel bir yer ayırmalıyız. Günümüzde Kemalist Sol’un ve Sosyal Demokratların hangi sıkıntıları çektiğini görüyorsanız, biliniz ki orada Kışlalı’nın eksikliğini hissediyoruz.”

Eğer Türk işçisi, Batı'daki gibi, çocuk yaşta yeraltında günde 14 - 16 saat çalıştığı dönemler yaşamamışsa; bir oy hakkı için bile, Fransız işçisi gibi, 59 yıl kanlı bir savaşım vermek zorunda kalmamışsa; bunun suçlusu odur! Eğer Türk kadını; yasal olarak erkeğine eşitse; "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını, Fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer 1923'te Darülfünun'daki öğrenci sayısı 2100 olan bir Türkiye'de, bugün yüz binlerce genç üniversitelerde okuyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer açık havadaki klasik müzik konserlerini on binlerce genç izliyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer şeyhülislamlar "fetva" verip Kuran'ın Türkçe basımını engelliyorsa; ezanlar düşman bayraklarının gölgesinde okunmuyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer bugün, Köy Enstitülü binlerce köylü çocuğu, kültür yaşamımıza damgalarını vurabiliyorsa; bunun suçlusu odur! Eğer 1923'lerde Ortaçağ karanlığında yaşayan bir toplum, bugün 21. yüzyılın aydınlığında bir ölçüde yaşayabilmişse; bunun suçlusu elbette ki odur!

*** Atatürk'ün suçları saymakla bitmez. Bir zamanlar kralların, şahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların Ankara'yı ziyaret için kuyruk olmalarının sorumluluğu da Atatürk'e aittir... Baskı rejimlerinden kaçan yüz binlerce Batılı bilim adamının bir zamanlar Kemalist Türkiye'yi seçmesinin sorumluluğu da... Faşist Mussolini'nin bile Türkiye'yi "Avrupalı" saymasının günahı da... Eğer Türk kadını; yasal olarak erkeğine eşitse; "köle" değilse, seçme ve seçilme hakkını, Fransız kadınından bile önce elde etmişse; kadınlar bugün Türkiye'de vali, bakan, başbakan bile olabiliyorsa; bunun suçlusu odur!

Ama suçlunun suçlarının iyi anlaşılabilmesi için, suçsuzların suçsuzluklarının da unutulmaması gerekir. Sokaktaki adamın bile "miras hakkı"na dokunulmaz iken... Atatürk'ün vasiyetini çiğneyerek, Türk Dil ve Tarih Kurumlarını devletleştiren, Atatürk'ün miras gelirlerini,

devletin aldığı memurlara dağıtan "beş general" suçsuzdur! "Ben Atatürkçüyüm ve laikim" diyerek, din derslerinin zorunlu olması hükmünü anayasaya koydurtan, Alevi'nin, Hristiyan'ın, Yahudi'nin, "Sünni inancı"nı öğrenmesini zorunlu hale getiren, Marmaris'teki emekli adam suçsuzdur! Köy Enstitülerini kapatırken imam-hatip liseleri açanlar... Laik liselerde eğitim görenlerin sayısı son 20 yılda 3 kat artarken, imam-hatip okullarını bitirenlerin sayısının 14 kat artmasını sağlayanlar... Menderes'ten, Demirel'e, Özal'dan Yılmaz'a, tüm "Atatürkçü laik" başbakanlar suçsuzdur! Milli Eğitim Bakanlığı'nı şeriat yanlılarının işgaline terk edenler... Sağlık ve Tarım Bakanlıklarını şeriatçılara peşkeş çekenler... Đçişleri Bakanlığı'nın yapısını bozup valilerin, kaymakamların, emniyet müdürlerinin şeriatçı olması için kollarını sıvayanlar... Hepsi, hepsi suçsuzdur! Asıl suç, Harp Okulu'nu şeriatçılara açmamakta direnen Kemalistlerdir!.. Sokaktaki adama küfreden suçludur; ama Atatürk'e küfreden suçsuzdur!..” (A. Taner Kışlalı – Cumhuriyet, 2 Mart 1994) Şu satırların üzerine söz söylemek haddimize midir? Günümüz siyasal ve toplumsal ortamını göz önüne aldığımızda Ahmet Taner Kışlalı’ya özel bir yer ayırmalıyız. Günümüzde Kemalist Sol’un ve Sosyal Demokratların hangi sıkıntıları çektiğini görüyorsanız, biliniz ki orada Kışlalı’nın eksikliğini hissediyoruz. Burada tüm makalelerini paylaşamayacağım için; tek tek kanıtlayamayacağım bunları. Kısaca başlıklar hâlinde vermek gerekirse Kışlalı; Kürt / Güneydoğu sorunu, Avrupa Birliği, Kemalizm, CHP ve CHP’deki önderlik, küreselleşme, eğitim, türban, numaralı cumhuriyet gibi birçok tartışma konusunda son noktayı koymak için yetkinliğe sahip büyük devrimciydi. Kemalizm’in tarihsel kimliğini yarına taşıyacak büyük bir aydındı O. 21 Ekim 1999’daki bombalı saldırıda Kışlalı’nın kalımsız bedeni toprağa düşmüş olabilir; ancak yeni kuşakların O’nu okudukça ve anladıkça, O’nun yeni Türk aydınlanmasının bayraklarından birisi olacağına inanıyorum. Mustafa Kemal’in yanı başında… “Bir millet irfan ordusuna sahip olmadıkça, muharebe meydanlarında ne kadar parlak zaferler elde ederse etsin, o zaferlerin kalıcı sonuçlar vermesi ancak irfan ordusuna bağlıdır.” (M. Kemal Atatürk)


Sayı 8

Sayfa 67

mek gerekir. Bağımsızlığı sadece Türk Bağımsızlık Savaşı’na özgüleyen anlayışa, Mustafa Kemal Paşa şu sözüyle karşı çıkmaktadır: "Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasal, parasal, iktisadi, yasal, askeri, kültürel vb. her konuda tam bağımsızlık ve tam serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan yoksunluk, ulus ve ülkenin, gerçek anlamıyla bağımsızlığından yoksunluk demektir."

Necip Hablemitoğlu… Onu anlatmak için şu son cümlelerinin kilidi açacağını düşünüyorum: “...Almanlardan Fethullahçılara, Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter ve laik yapısına göz diken tüm unsurlara karşı bunca zahmete ve mihnete değer mi, diyorsanız; Atatürk’ün manevi mirasçısı olarak evet değer, diyorum; çünkü Türküm ve başka Türkiye yok!..” (Necip Hablemitoğlu – Köstebek) O da tıpkı Uğur Mumcu gibi yürekliliğin simgesi bir aydınımızdı. Maalesef; yazıya başlarken aktardığım satırlarda yer alan yüce adların yanına kendi adı da eklenmişti. Tarih; 18 Aralık 2002… Karanlıklarla dolu bir suikast. Bu konuya geçmiş zamanlarda kısaca değinmiştim ve peşinin bırakılmaması gereken bir cinayettir; diğerleri gibi. Necip Hocamızın ruhu şad olsun. Cumhuriyetimizin şehitlerini özetleyerek bu biçimde sizlere anımsatmaya çalıştım. Şimdi kendi derlemem ile Atatürk’ten, aydınlarımızdan yararlanarak sizlere nasıl bir ‘Cumhuriyet’ istediğimizi kısaca sunmaya ve bu arada aydınlarımızın hangi yolda can verdiklerini de sezdirmeye çalışacağım.

Nasıl Bir Türkiye Cumhuriyeti Đstiyoruz? Çok zor bir ortamda bize bu Cumhuriyet’i armağan eden başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, tüm Kemalist devrimcilerin sevgili hatıralarına…

Tam Bağımsız… Tam bağımsızlığın tanımı konusunda bazen bilinen sıkıntılar yaşanmakta. “Tam bağımsızlık, dünyadan kopmak mıdır, birliklere karşı mı olmaktır?” gibi sorularla sıkça karşılaşmaktayız. Öncelikle şunu ifade etmeliyim ki Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihsel duruşunu ve Atatürkçü düşünceyi iyice anlayabilmek için aradaki ayırtılara dikkat et-

Yani toprağın üzerindeki bağımsızlık, gökyüzünde dalgalanan bayrağımız kadar önemlidir. Bu, gerçekçi ve gereksiz duygusallıklara yer bırakmayan bir bakıştır. Siyasası AB ve ABD’ye; ekonomisi IMF’ye ve ulusötesi ortaklıklara; askeriyesi NATO’ya bağımlı (işbirliğinden bahsetmiyorum) bir ülkede gerçek anlamıyla bir bağımsızlıktan söz edilebilir mi? Kemalizm; ortaklıklara, işbirliklerine karşı değildir. Kemalizm; küreselleşme adında kullanılmaya, liberalizm adı altında kaynak sömürüsüne karşıdır. Lafebeliği yaparak olayı başka yerlere çekmesinler.

O da tıpkı Uğur Mumcu gibi yürekliliğin simgesi bir aydınımızdı. Maalesef; yazıya başlarken aktardığım satırlarda yer alan yüce adların yanına kendi adı da eklenmişti. Tarih; 18 Aralık 2002…

Ulusun ve bireyin ekonomik bağımsızlığının olmadığı, kadının ikinci sınıf yurttaş

Demokratik… Bir yerde demokrasiden söz edilecekse; her türlü bağımsızlıktan, saydamlıktan, laiklikten, yetişmiş yurttaşlardan da söz edilebilmelidir. Đşte, karmaşa buradan çıkıyor. ‘Efendim demokrasi, seçim vesaire tamam ama şu laiklik biraz inceltilse…’ tarzında düşünceleri çok fazla duyuyoruz. Mehmet Altan Efendi, bir defasında ‘altı ok’tan devletçiliği kaldırıp, yerine demokrasiyi koymayı önermişti. Ne cin fikir ama! Bu biçimdeki sözcük oyunlarıyla bir yere gelinemez. Devletçilik, devletin kutsanması mıdır, Allah aşkına? Mehmet Altan devletçiliğin ne demek olduğunu bilmiyor mu; yoksa bilip de laf cambazlığı mı yapıyor? Halkçılığın yerine de bir şey düşündüyseniz çekinmeyin Mehmet Bey. Tarikatçılık mesela…

olduğu, din ve devlet işlerinin ikisine de zarar verecek biçimde, el ele sürdüğü, eğitimin yetersiz olduğu bir yerde nasıl bir demokrasi işletmeyi düşünüyorlar acaba?

“Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile devlet şekli demektir.” (Kemal Atatürk) Ulusun ve bireyin ekonomik bağımsızlığının olmadığı, kadının ikinci sınıf yurttaş olduğu, din ve devlet işlerinin ikisine de zarar verecek biçimde, el ele sürdüğü, eğitimin yetersiz olduğu bir yerde nasıl bir demokrasi işletmeyi düşünüyorlar acaba? Örgütsüzlüğe söz yok, tarikatlara söz yok, baraja söz yok; fakat anayasal bazı yaptırımlara karşı demokrasi kahramanlığı yapmak moda. Üstelik o anayasanın pek demokratik olmayan seçim sistemi ile yapılan bir oylamaya dayanarak… Vah, vah!

Yani toprağın üzerindeki bağımsızlık, gökyüzünde dalgalanan bayrağımız kadar önemlidir. Bu, gerçekçi ve gereksiz duygusallıklara yer bırakmayan bir bakıştır.


Sayfa 68

Politika Dergisi

Umarım, derdimi anlatabilmişimdir. Sandık mücahitlerinin (yalnızca dincileri kastetmiyorum) demokrasi imgesi, bir makyajdan ileri gelmektedir. Đşin aslı başkadır. Laiklik ve demokrasinin birbirinden ayrılamayacağını düşündüğümden, laikliğe ayrı bir başlık açmayı gerekli görmüyorum.

Toplumsal… “Cumhuriyet, kimsesizlerin dir.” (Kemal Atatürk) Zaten kentsoylu sınıfının bulunmadığı ülkemizde, devrimi halk, asker ve aydın ortak tarihsel bloğu gerçekleştirmiş ve seçkinci Osmanlı’ya karşı; halkçı bir anlayış benimsenmiştir.

“Hukukun olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Örgütleşmenin, sendikalaşmanın daha kolay olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Çağdaş, özgürlükçü bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz.”

Ulusaldan evrensele doğru genişleyen bir doğrultuda sorumlu bir eğitim verilmelidir. Eğitimin kökeni ulusal olmalıdır ve elbette eğitim sistemi evrenselliği de yakalayabilmelidir.

kimsesi-

Atatürk döneminde, anayasada sosyal devlet ilkesinin bulunmaması, tersini kanıtlamaya yetmez. Mustafa Kemal Atatürk’ün her fırsatta halkçılığa dem vurması, köylüyü efendi olarak kabul etmesi; cumhuriyetimizin bu yönünü belirginleştirmiştir. Ekonomik olduğu kadar, tüm yönlerde de halkçılık bizim vazgeçilmez ilkemizdir. Dilde, kültürde, eğitimde vs. tüm alanlarda halkçılık, toplumsallığımızın kanıtıdır. Ayrıcalığa karşı halkçı bir harekettir Türk devrimi. Zaten kentsoylu sınıfının bulunmadığı ülkemizde, devrimi halk, asker ve aydın ortak tarihsel bloğu gerçekleştirmiş ve seçkinci Osmanlı’ya karşı; halkçı bir anlayış benimsenmiştir. Kim ne derse desin! Bunun olmadığını savunanlar Evet, Atatürk Suçludur!.. başlıklı yazıya bir kez daha göz atabilirler. Dahası mı? Hukukun olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Örgütleşmenin, sendikalaşmanın daha kolay olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Çağdaş, özgürlükçü bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Uluslararası alanda önemli bir aktör olarak, barışçı bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Millet meclisinde nüfustaki oranına yakın bir oranda kadın temsilin olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Hiçbir yöne bağlanmamış; ama hiçbir yönden de kopmamış hinterlandı büyük bir Türkiye Cumhuriyeti istiyoruz. Eğitim-öğretimi bu çizgide belirlenmiş; yurtsever, bağımsızlığına düşkün ve barışçı eğitimle, sosyal ve fen bilimlerini, tekniği her zaman ileriye taşıyacak bir öğretimi istiyoruz. Ulusaldan evrensele doğru genişleyen bir doğrultuda sorumlu bir eğitim verilmelidir. Eğitimin kökeni ulusal olmalıdır ve elbette eğitim sistemi evrenselliği de yakalayabilmelidir. Hem sorumlu bir dünya vatandaşı, hem de sorumlu bir Türk olmak için eğitim: "Eğer sürekli bir barış isteniyorsa, insan topluluklarının durumlarını iyileştirecek uluslararası önlemler alınmalıdır. Đnsanlığın tümünün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir. Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak biçimde eğitilmelidir.” (M. Kemal Atatürk) Bunlar olanaksız değildir. Zaman zaman

ve parça parça bunlar karışık zamanlarda uygulanmıştır. Tümden bir Cumhuriyet ülküsünün canlanması cumhuriyet gönüllülerinin işidir. 100. yılına hızla koşarken hem bağımsız, hem çağdaş hem barışçı; hem ulusal kaynaklı, hem de evrensel ölçekli; hem demokratik hem laik hem sosyal bir Cumhuriyet için, işte bu tarihsel konumumuzu geleceğe taşıyacak gücü kendimizde görmeliyiz. “Kemalizm geçmişin bekçiliği değil; geleceğin öncülüğüdür.” Mustafa Kemal Atatürk’ün gençliğine de bu yakışır! Büyük bir üzüntüyle, yitirdiklerimizi anımsatmaya çalışarak başladığım yazımı, bu umut tümceleri ile bitiriyorum. Yıllar geçtikçe olgunlaşan ve ileriye giden bir Türkiye Cumhuriyeti görmek dileğiyle, nice 85 yıllara…

emrah.ozdemir@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 69

A. Giddens ve Klasik Düşünürler (Sosyal Değişme Açısından) Asaf ŞĐMŞEK

A. Giddens, toplumsal değişme görüşünü ortaya koymadan önce kendisine bir hareket noktası belirlemek ister. Hareket ettiği nokta, bir toplumsal değişme kuramı aramanın başarısız ve anlamsız olduğudur. Böyle bir çaba, toplum bilimlerinin insan davranışının genel, evrensel yasalarını ortaya çıkarabileceği varsayımındaki aynı mantıksal yetersizlikler yüzünden hatalıdır. (Giddens, 1999:32) Đnsanların kendi tarihleri hakkındaki anlayış ya da bilgi biçimleri, kısmen bu tarihin ne olduğunun, kısmen de tarihi değiştiren etkenlerin temel parçasıdır. Bununla birlikte, eleştirel bakımdan evrimciliğe özel bir dikkat göstermek gerekir; çünkü evrimciliğin şu ya da bu biçimi, toplum bilimlerinin pek çok değişik alanında son derece etkili olmuştur. Toplum bilimlerine uygulanan biçimiyle “evrimcilik” terimi ile toplumsal değişimin aşağıdaki özellikleri taşıyan şemalar yoluyla açıklanmasını kastediyorum: Tek tek bütün toplumların daha yüksek aşamalara ulaşması için her bir tekil aşamadan geçmesinin zorunlu olduğu varsayılmasa bile, toplumların devindiği, tersine çevrilemez aşamaların oluşturduğu bir dizi; biyolojik evrim kuramları ile kavramsal bir bağlantı; giderek artan karmaşıklık ya da üretici güçlerin genişlemesi gibi verili bir ölçüt ya da ölçütlere göre aşamaların doğrultusunun belirlenmesi söz konusudur. Hem öze ilişkin eksiklikleri bakımından, hem de evrimciliğin, mantıksal olarak zorunlu olmasalar da, hemen hemen kaçınılmazcasına ortaya çıkarma eğiliminde olduğu ikincil önermeler bakımından, bu düşüncelere değişik biçimlerde karşı çıkılabilir. Bence bu ölçütlere göre “tarihsel maddecilik”, en azından bu tartışmalı terimin anlaşıldığı biçimlerden birinde, evrimciliğin bir türüdür. (A. Giddens,1999:32) A. Giddens, tarihi genel olarak evrimcili-

ğin ya da özelde tarihsel maddeciliğin benimsediği şemalara sıkıştırmanın olanaklı olmadığını düşündüğünden, bunları yeniden kurmak yerine çözmekten yanadır. Görüldüğü gibi, A. Giddens’ın toplumsal değişme görüşünün temelinde “evrim” anlayışı vardır; fakat bütün bir tarihi ya da bütün olarak toplumsal değişmeyi sadece “evrim” çizgisi altında birleştirmeye çalışmak da yanılgı olacaktır. Giddens ve birçok düşünür (Parsons, Steward, Huxley, White, vs.) “evrimci” terimiyle ne anlatmak istediklerini ortaya koymaya çalışmışlardır. Comte, Parsons ve birçok sosyologun ortak görüşlerine göre evrim; toplum türlerinin, “süreklilik içinde” düzeni ilerletecek biçimde değişiklik göstermeleri, farklılaşmaları ve bireşimleridir. (A. Giddens, 1999:295) A. Giddens toplumsal değişme ve diğer birçok konuda açıklamalarda bulunurken salt kendi düşüncelerini vermekle kalmamış, diğer birçok teorisyenin görüşünü de eleştirel bakışla değerlendirmiştir. Bir sonraki yazımda, Giddens’ın eleştiri ve yorumlarıyla bazı klasik teorisyenlerin toplumsal değişmeye ilişkin görüşlerini aktarmaya çalışacağım.

Đnsanların kendi tarihleri hakkındaki anlayış ya da bilgi biçimleri, kısmen bu tarihin ne olduğunun, kısmen de tarihi değiştiren etkenlerin temel parçasıdır.

“A. Giddens toplumsal değişme ve diğer birçok konuda açıklamalarda

asaf.simsek@politikadergisi.com

bulunurken salt kendi düşüncelerini vermekle kalmamış, diğer birçok teorisyenin görüşünü de eleştirel bakışla değerlendirmiştir.”


Sayfa 70

Politika Dergisi

Er Mektubu Görülmüştür şacak gücü bulamıyorum kendimde.”

Vurulmuşum,

Ali Đhsan UĞUZ

dağların kuytuluk bir boğazında Vakitlerden, bir sabah namazında Vurulmuşum yatarım, kanlı, upuzun Kirvem hallarımı

Mektup 1 Er Mektubu Görülmüştür

Er Ali’nin sevgilisine yazdığı mektup. Yer: Hakkari Sınır Karakolu. Zaman: Akşamüzeri, gün batımı. Tarih: Bilinmiyor. Okuyucu tarihi kendi gönlüne göre versin.

böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil bu, dom dom kurşunu Paramparça ağzımdaki Vurulmuşum

Ayşe’m, canım; Kömür karası, buğulu gözlerinde gençliğimi yaşadığım bir tanem benim. Son mektubunda diyorsun ki sen orda, ben burada hasretlik rüzgarı kavuruyor bedenimi. Sen Hakkari dağlarında, ben Đstanbul’un keşmekeş sokaklarında, ne zaman bitecek bu özlem?

düşüm

Biter be sevdiğim, biter elbet bir gün; sayılı gündür, çabuk geçer. Bir biz değiliz ki hasretlik çeken. Dışarıda, karşı yamaçta 6– 8 nöbetindeki Sivaslı Kemal’in öyle özlem dolu ki yüreği; gün batımında Zeynep’ine türkü yakmış, o heybetli sesi dağlarda yankılanıyor:

gecelerden de

“Zeynep’im, Zeynep’im şanlı Zeynep’im

kara

Beş köyün içinde güzel Zeynep’im.”

dağların kuytuluk bir boğazında Vurulmuşum,

Bizim buralar bir acayip güzel, sevdiceğim; hele gün batımlarında daha bir güzel oluyor. Mis gibi dağ çiçekleri her taraflarda. Aşağıdaki pınarın sesi buralara kadar geliyor. Dağlar, o görkemli dağlar, bu saatlerde sanki senin gözlerin. Karanlık; ama bir yanı aydınlık, sanki umut dolu, sevda dolu, yüzyıllara meydan okuyacak kadar mağrur ve gururlu. Gözlerin dedim de aklıma geldi. Hani hatırlar mısın, bir pazar günü seni ekip FBGS maçına gitmiştim de ertesi günü bana yapmadığını bırakmamıştın. O gün gözlerinde olan öfkeyi hiç unutmam. Kıskanmıştın beni, ilk sevgilimden. Sonra demiştin ki: “Madem onu o kadar çok seviyorsun, bundan sonra beraber gideceğiz. Onunla yarı-

Haklıydın, bir tanem. Ben onu tanıdığımda henüz 5 yaşındaydım. Takımımın renkleri esir etmişti beni. Yıllardır onun peşinden koştum. Bu yüzden, adımız mahallede bile “serseri”ye çıkmadı mı? Sonra, seninle ilk gittiğimiz maç… Hakem son dakikalarda uyduruk bir penaltı verince, sen kendini kaybetmiş, maraton tribününü inletiyordun; “i… hakem” diye. Arkasından, bizimkiler bir gol daha atınca, sevinçle yerinden fırlamış ve boynuma sarılarak dudaklarımdan ilk kez öpmüştün beni ve ben hayret içersindeydim, senin o halini görünce. Elli bin kişi sanki bize bakıyor sanıp saç tellerimin köküne kadar kızarmıştım. Dudaklarının izi dudaklarımdan silinmesin diye, üç gün yüzümü bile yıkamamıştım. Sen bana: “Đyi ki beni buraya getirdin, gerçekten haklıymışsın. Bu sevgi bambaşka bir şey.” demiştin. Đnan, o gün seni bir başka sevdim; sana olan sevgim bir kat daha büyüdü. Hey gidi hey, ne günlerdi o günler! Biz burada ölümle yoldaşlık yapıyoruz her daim. Biraz sonra Đzmirli Ahmet başlar şiirine, gün batımı karanlığa teslim olanda, o davudi ve tok sesi ile. Vurulmuşum, dağların kuytuluk bir boğazında Vakitlerden, bir sabah namazında Vurulmuşum yatarım, kanlı, upuzun Kirvem hallarımı böyle yaz Rivayet sanılır belki Gül memeler değil bu, dom dom kurşunu Paramparça ağzımdaki Vurulmuşum dağların kuytuluk bir boğazında Vurulmuşum, düşüm gecelerden de kara Đşte, gün batımının sonu geldi, bir tanem. Dağların batı tarafı hâlâ sarı renkte. Gün doğumu ise koyu lacivert. Sarı, sapsarı dağ çiçekleri, son bir kez daha güneşi görebilmek için uzatmışlar boyunlarını. Sanki tren istasyonunda sevgiliye uzanmış, vedalaşmaya çalışan eller gibi. Son bir dokunuş, son bir temas… Bir tanem, Mektubumu burada bitirirken; seni özlemle kucaklıyor, anama ve mahalledeki çocuklara selamlarımı gönderiyorum. Sağlıcakla kalın. Hakkari Sınır Karakolu’ndan, Asker Ali


Sayı 8

Sayfa 71

Mektup 2 Er Mektubu Görülmüştür Burası Hakkâri sınır karakolu Ayşe’m, sevgilim, al yazmalım, bir tanem; Bu mektubu sana uykulu ve yorgun gözlerle, gecenin 3’ünde yazıyorum. Sabahı edemedim bir türlü. Derdim büyük, sevdiceğim. Hani anımsar mısın, bundan önceki mektubumda Đzmirli Ahmet’ten bahsetmiştim sana. Gür ve dokunaklı sesiyle şiirler okuyan, her gece bizi hayallerimizde bir yerlere götüren Ahmet’i. Can dostum, can arkadaşım Ahmet’i dün gece ölüme yoldaş verdik. Ölürken mutlu öldü. Dudaklarındaki gülümseme, gözlerimin önünden gitmiyor be sevdiğim. Ahmet dertli bir delikanlı; ama yaman delikanlı. Üniversiteyi bitirememiş, bir aşk hikayesi yüzünden. 4 yıl önce, üniversitede bir kızla tanışmışlar ve yaklaşık 3 yıl birlikte olmuşlar. Sonra ne olduysa olmuş, kız bunu terk edip ortalıktan kaybolmuş. Bizim Ahmet günlerce kızı aramış, yemeden içmeden kesilmiş garibim. O kızgınlıkla, okulu da bırakıp askere gelmiş. Yiğit delikanlıydı Ahmet. Karakoldaki bütün arkadaşlar, özü sözü bir bu arkadaşı çok severdik. Komutanlar bile bazı akşamlar bizim yatakhaneye gelir, onun söylediği şiirleri, türküleri dinlerdi. Đki gece önce, bir ihbar üzerine, gece yarısı yataklarımızdan kalkıp yollara düştük. Şafağa doğru, seher vakti çatışma başladı. Onlar tepenin üstünü tutmuşlar, biz aşağıda kaldık biraz. Tepenin hemen altında, tepeye 20–30 metre mesafede, bir kayanın arkasından birisi ateş ediyor durmaksızın. Ahmet birden fırladı, ben de arkasından fırlamak istedim; ama komutan bırakmadı. Ahmet, G3 otomatiğe bağlamış, göz açtırmadan ateş ediyor. Hızla kayalığa yanaştı. Güneş de ucundan ucundan yeryüzüne yüzünü göstermeye başlamıştı. Ahmet’i net

olarak görebiliyordum. 50 metre önümdeydi. Bir anda, nasıl olduysa oldu, kayanın arkasındaki ile yüz yüze geldiler. Đkisi de silahlarını birbirine çevirmişti. Sonra yukardan bir silah sesi duyuldu, düşman Ahmet’e doğru atıldı ve yere yığıldı. Arkasından bir silah sesi daha geldi ve Ahmet’in yıkıldığını gördüm. Daha fazla dayanamadım, fırladım birden. Ne komutanın sesini, ne de kulaklarımda yankılanan kurşun seslerini duyuyordum artık. Kendimi kayalığın arkasına attığımda, Ahmet kanlar içinde yerde yatıyordu; fakat dudaklarında rahata ermenin ve huzura kavuşmanın gülümsemesi vardı. Yanı başında yüzükoyun yatan düşmanının ellerini tutmuştu Ahmet. Ben, “Ahmet” diye üstüne kapaklandım. Ahmet, zorlukla gözlerini açtı ve “o” dedi. “Çok mutluyum Ali, hakkını helal et.” Ben şaşkın, ne yapacağını bilmez halde, yanında yatanı hızla çevirdim. Başındaki şapkası düşmüş, uzun simsiyah saçları ortaya saçılmıştı. Kaşları hilal gibiydi ve doğu insanına özgü bir güzellikti, karşımda duran. Cebinde, bir fotoğrafın ucu görünüyordu. Elimi cebine attım ve fotoğrafı aldım. Fotoğraf, Ahmet ile kızın geçen sene Đzmir Fuarı’nda birlikte çekildikleri fotoğraftı. Anlamıştım her şeyi ve gözyaşlarımı tutamadım. Son bir kez, Ahmet’in açık olan gözlerine baktım. Bu gözlerde ne bir pişmanlık, ne de endişe vardı. Sadece mutluluk okunuyordu. Đşte böyle Ayşe’m. Bugün memleketine gönderdik onu. Doğduğu topraklarda, ölüm anında bile olsa sevdiğine kavuşan Ahmet, gömülecek artık. Sabahtan bu yana seni düşünüyorum ve sana kavuşmak için sabırsızlanıyorum. Bekle beni sevdiceğim. Asker ocağından bu sana son mektubum. Gözlerinden öperim. Asker Ali Hakkari Sınır Karakolu

ali.uguz@politikadergisi.com

“Cebinde, bir fotoğrafın ucu görünüyordu. Elimi cebine attım ve fotoğrafı aldım. Fotoğraf, Ahmet ile kızın geçen sene Đzmir Fuarı’nda birlikte çekildikleri fotoğraftı. Anlamıştım her şeyi ve gözyaşlarımı tutamadım.”


Sayfa 72

Politika Dergisi

Ortada Değil, Solda Durmak! Emre FĐDAN

Sol, tarihi ve toplumu algılayışı gereği; olaylara sınıf çerçevesinden bakmak, bu şekilde “somut koşulların somut analizini” yapmak zorundadır.

“Temel referans kaynağı sınıfsallık olması gereken “sol”cularımızın, Ergenekon’un ve Ergenekon’u ortaya çıkaranların aynı sınıfın farklı öncelikleri olan temsilcileri olduğunu kavraması gerekirdi.”

Sol, tarihi ve toplumu algılayışı gereği; olaylara sınıf çerçevesinden bakmak, bu şekilde “somut koşulların somut analizini” yapmak zorundadır. Bu sınıfsal referansı kabul etmeyen, gizlemeye kalkan bir sol hareket olamaz. Sol hareket, aksine, burjuva siyasetçilerinin yaptığı kayıkçı dövüşünü teşhir etmeli ve gerçeği olanca gücüyle söylemelidir. Bu konu açıldığında sıkça kullandığım bir örnek var; Tuzla tersanelerindeki işçi ölümleri… Günümüz siyasetinde karşıt iki kutbu temsil ettiğini söyleyen kayıkçıların dövüşü Tuzla tersaneleri sınırında bitiyor mu, bitmiyor mu? Alın size 21.06.2008 tarihli bir haber: ‘’Tuzla tersanelerinde ölümlü iş kazalarını protesto etmek amacıyla düzenlenen grevin düzenleme komitesinde yer aldığı için işten çıkarıldığını söyleyen Niyazi Tepeli isimli işçinin iddiaları, firma tarafından kendisine gönderilen belgeyle kanıtlandı. Umut Gemi adlı taşeron şirketin sahibi CHP Tuzla Đlçe Başkanı Hasan Uzunyayla'nın “sendikal gerekçelerle değil, 'huzursuzluk' nedeniyle çıkartıldı” sözlerinin aksine; belgedeki işten çıkarma gerekçeleri, işçiler arasında “örgütlenme” yapmak, 16 Haziran'daki “yasal olmayan” eyleme katılmak olarak açıklandı.’’(1) “Allah’ı olana sendika mı lazım?” diyen zihniyete ne kadar benziyor, değil mi? Demek ki bize iki ayrı kutup olarak gösterilen kesimler arasında bazı konularda dayanışma var. Evet, doğrudur, sermaye sınıfı ve onun temsilcileri yekpare bir bütün değildir; yeşili, mavisi karası ile farklı eğilim ve öncelikleri temsil eden parçalardan oluşur; ancak unutulmamalı ki bu parçaları birleştiren harç, sömürü ve baskıdır. Bu harcın altını oymaya kalkan tüm girişimlere, sermaye sınıfının tüm bileşenleri, ortak bir çabayla karşı koyar.

Sermaye sınıfı ve onun temsilcileri yekpare bir bütün değildir; yeşili, mavisi karası ile farklı eğilim ve öncelikleri temsil eden parçalardan oluşur; ancak unutulmamalı ki bu parçaları birleştiren harç, sömürü ve baskıdır.

Tarihimizde sıkça görülmüştür ki geç kapitalistleşen ülkemizin genç kapitalistlerinin yön duyuları zayıfladığında, yardımlarına hep bir dış dinamik -Hızır gibi- yetişmiştir. Onları sevip okşamıştır, ellerinden tutmuş ve gitmeleri gereken yolları göstermiştir. Uğursuz dış dinamik, onları bu yolda yalnız bırakmamıştır ve tabii, işine geldiği gibi,

sermaye sınıfının kendisine en iyi yol arkadaşlığı yapacak parçasını (eskiden mavi, şimdi yeşil) seçmiştir ve beraber yürümüşlerdir bu yollarda, beraber ıslanmışlardır yağan yağmurda; ancak ne mutlu çiftimizin, ne de geride kalanların yolu Tuzla’dan geçecektir, o başka… Sermayenin, sözlüğünden “durmak” sözcüğünü çıkarıp, “yola devam” edenleriyle yerinde sayanları; hep bir çekişme içinde olmuştur ve bu çekişmede halka iki taraftan birini seçtirmek için ideolojik baskı uygulamıştır; ancak gidilen, gidilmek istenip de gidilemeyen o yol, halkın hiç de çıkarına değildir. “Đşçi ve emekçilerin tarafı ise her iki sermaye grubunun tam karşısındadır; çünkü sermaye sınıfının çıkarları ile işçi ve emekçilerin çıkarları taban tabana zıttır. Đşçi sınıfının çıkarı, devrimci iktidar mücadelesindedir. Sermaye sınıfının kendi içindeki çıkar çatışmaları, işçi ve emekçilerin gerçek çıkarını gölgelememelidir.’’(2) Yani sermaye sınıfının farklı renkleri, domino taşı edasıyla art arda dizilmişlerdir. Daha ileriye götürüp, domino taşlarının birliğinden ortaya çıkan yazının ‘sömürü’ olduğunu da söyleyelim; ama asıl önemli olan nokta, solun kuşbakışı baktığında yazıyı oluşturanların sermayenin tüm renkleri olduğunu bilmesinin yanında, “sömürü”yü yıkmak için inisiyatif ve güç sahibi olanı dürtmesi gerektiğini bilmesidir. Yani, en öndeki domino taşını… Hepsi sırayla, art arda düşecektir. Aksi halde, sömürü var olmaya devam edecektir. “Aç ık ç as ı, teoride ve pratik te “ortalama”nın da çoğu kez sapma olduğu düşüncesindeyim. Marksist yöntem, biraz da öncelikleri belirlemek, ağırlık noktalarına vurgu yapmaktır. Uçları işaret ederek devrimcilik yapamayabilirsiniz; çünkü bazen, hatta sıklıkla, devrimcilik uçları zorlamak, uçları sivriltmektir.’’(3) Kısacası sol siyasetin, öncelikleri (dürteceği taşı) belirlemesi gerekmekte. Bu ihtiyaç, en yakıcı şekliyle, kendisini Ergenekon sürecinde göstermiştir. Bazı “sol”cularımız AKP demokrasisinden dem vururken, bazıları da Ergenekon’dan yana tavır aldı. Oysa, temel referans kaynağı sınıfsallık olması gereken “sol”cularımızın, Ergenekon’un ve Ergenekon’u ortaya çıkaranların aynı sınıfın farklı öncelikleri olan temsilcileri olduğunu kavraması gerekirdi. “Solda çoğunluk, her tür sınıfsal referansı kaybettiğinden; AKP’ye destek veriyor, akıl dışı bir kirlenme yaratarak. Ufuk Uras, elin-


Sayı 8

Sayfa 73

olmuştur: Đki üç daha fazla Ergenekon!”(5) Buna karşın, emin olduğum bir konu var; o da işçi ve emekçi kitlelere yaslanan devrimci öznenin amacı, bizzat darbe ve çete çocuğu olan ABD kıbleli sermaye uşaklarından demokrasi dilenmek değil; sosyalizm davasını onların gözüne sokmak olmalı. Gelecek sayımızda görüşmek üzere…

Kaynaklar

de dilekçe, imza topluyor; Türkiye tarihinin “gerçekleşmemiş” bir darbe girişiminin aydınlatılması için CHP’den, MHP’den yardım istiyor. Varlığını Türkiye tarihinin “gerçekleşmiş” en acımasız ve etkili darbesine borçlu bir hükümet partisinin kapısını çalıyor. ‘’(4) Emperyalizmin, ülkeleri işgalle değil “demokrasiyle” sömürgeleştirdiği çağda, ABD destekli sivil darbenin de demokrasi sosuyla önümüze sunulacağı belliydi. Bu darbenin, devlet egemenliğini ele geçiren sermaye kesiminin kendi önceliklerini devlet kadrolarına kabul ettirme darbesi olduğunu, önceki yazımda da vurgulamıştım. Kabul etmeyenlerle yollar ayrıldı, merak etmeyin, yenileri bulunur; ancak -ilginçtir- solda bile bu yorumu yapamayan aymazlar varken, devlet yapılanması içinde bir yenilenme ve temizlenme hareketine girişildiğini Bülent Arınç bile belirtiyor: “Bu sıkıntılar, Türkiye'nin bağırsaklarını temizlemesidir. Türkiye ilk defa bu sancılarla karşılaşmadı.’’ Yanlış olmayan; ancak konumu gereği normal saydığım ters bir değerlendirmedir. “Bağırsakların temizlenme” süreci iyiye değil, kötüye; hatta uçurumun eşiğine getirecek Türkiye’yi; çünkü “bağırsakları temizleyenler”, emperyalizmle yola çıkmış olan, hatta yağan yağmurda beraber ıslananlardır. Solun, bugün gelinen noktada, kelime oyunu oynayıp ortada durma şansı yoktur. Taraf olmayan, bertaraf olur. Đki taraf vardır; emperyalizm ve işbirlikçisi sermaye sınıfı, diğeri ise işçi sınıfı ve emekçi kitleler. Sosyalist solda “çetelere ve darbelere” karşı mücadele ettiklerini söyleyenlerin Ergenekon operasyonlarına destek verdiği açıktır; ancak ben, operasyonların çete tasfiye amaçlı olmadığını, ılımlı Đslam’ın devlet kadrolarındaki egemenliğine karşı çıkanların ya da bu projeyi yürütemeyecek olanların tasfiyesini (en azından itibarsızlaştırılmasını) amaçladığını düşünüyorum. “Formül işe yarıyor, o halde ulus ötesi sermayenin başka ülkelerdeki hedefi belli

(1) http://www.radikal.com.tr/Default.aspx? aType=Detay&ArticleID=884566&Date=21. 06.2008&CategoryID=77

Emperyalizmin,

ülkeleri

d e ğ i l (2) http://www.kizilbayrak.org/2003/sykb27/ i ş g a l l e “demokrasiyle” sömürgesayfa_18.html leştirdiği

çağda,

ABD

(3) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/1472.html destekli sivil darbenin de (4) http://haber.sol.org.tr/yazarlar/880.html

demokrasi sosuyla önümüze sunulacağı belliydi.

(5) http://www.sendika.org/yazi.php? yazi_no=18061

emre.fidan@politikadergisi.com

“’Bağırsakların temizlenme’ süreci iyiye değil, kötüye; hatta uçurumun eşiğine getirecek Türkiye’yi; çünkü “bağırsakları temizleyenler”, emperyalizmle yola çıkmış olan, hatta yağan yağmurda beraber ıslananlardır.”


Sayfa 74

Politika Dergisi

Tabelası Düşmeyen; Ama Lideri Düşen Parti Bilgin TÜRK

Bizde, tarikatlarla zenginler savaşır. Seçimlerde seçilecek ve kurulacak hükümette olan siyasetçileri de bu güçlerin hangisi kazanırsa onun seçtikleri belirler.

“Mayıs ayındaki Cumhurbaşkanlığı

Siyasetle ilgilenen hemen herkes; hele ki Atatürkçü düşüncede olan herkes, bugünkü AKP hükümetinden büyük kaygı duyuyor. AB ve ABD’yle olan ilişkileri kaygı ve dikkatle izliyor. Yine içteki yobaz tayfaya karşı AKP hükümetinin yumuşak tavrından büyük rahatsızlık duyuyor. Yine 90’ların sonunda artık yok denecek bir seviyeye gelen terörün Başbakan Erdoğan’ın Tunceli de ‘Kürt sorunu vardır’ demesiyle tekrardan zirve yapması, AKP’yi desteklemeyen kesimde kaygıları büyütüyor. Ve siyasetle ilgilenen hemen herkese aynı soruyu sordurtuyor. Tabii bana da sıkça sorulan sorulardan birisi; hatta bugün bu yazıyı yazarken Yiğit adında sevdiğim bir arkadaşım bu soruları yine bana yöneltti;

seçimindeki gibi; şimdi ilerideki başbakanın kim olacağını da bu tarikatlar belirliyor.”

MHP’li gençlerle solcu gençler birbirini kırdığı dönemde bu tarikatlara ait gençler kendilerini gizlediler ve daha da palazlanıp güçlendiler.

1) Bir sonraki seçimlerde bu AKP iktidar olur mu? 2) Ve olursa bu adama kim ne zaman dur der? Aslında çok önemli 2 soru ve bugün hemen hemen bütün siyasetçilerin, yazarların, seçmenlerin ve siyasetle ilgilenen herkesin sorduğu ve cevabını aradığı iki soru. Ama cevabı da bir o kadar eskiye dayanan sorular bunlar; çünkü siyaset ve politika dediğimiz şey birbirine zıt güçlerin savaşıdır. Bir ülkenin yönetimini, hükümetini belirleyen, bu güçler savaşının galibidir. Mesela Fransa’da Jakobenlerle Müslümanlar, Đngiltere’de Hür Masonlarla Lordlar veya aristokratlar, Türkiye’de ise, yani bizde, tarikatlarla zenginler savaşır. Seçimlerde seçilecek ve kurulacak hükümette olan siyasetçileri de bu güçlerin hangisi kazanırsa onun seçtikleri belirler. Türkiye’de son 15–20 yıldır tarikatlar dini duyguları kullanma dışında paranın da gücünü fark ettiler ve özellikle, 80 darbesi dediğimiz; 12 Eylül 1980’deki darbeden sonra bu tarikatlar dini duyguları kullanma dışında paraya da öncelik verdiler. Neredeyse her tarikat, ya bir cami yaptırdı ya da bir camiyi sahiplendi. Daha sonra cami cemaatlerinden toplanan, sözüm ona, yardım paralarıyla tarikatlarını güçlendirdiler. Ve kendilerine yeni bir koz olarak parayı da öne sürdüler. 80’de; MHP’li gençlerle solcu gençler birbirini kırdığı dönemde bu tarikatlara ait gençler kendilerini gizlediler ve daha da

palazlanıp güçlendiler. O dönemde özellikle Erbakan’ın koruduğu bu gençler şimdi bildiğiniz gibi Türkiye’yi yöneten kadroları oluşturuyor. Bu kadrolardaki her biri, o zaman g üç l en en ta rik at la rı n t em s ilc ile ri durumundalardı. Mayıs ayındaki Cumhurbaşkanlığı seçimindeki gibi; şimdi ilerideki başbakanın kim olacağını da bu tarikatlar belirliyor. Tabii bu tarikatlar da kendi aralarında güllük gülistanlık değiller. Onlar da kendi aralarında savaş halindeler. Tabi o savaşın da şu anki galibi zaten tarikatlar arasında parasal olarak en güçlü olanı ve yönetici kadroyu da bu tarikat belirliyor gibi. Đşte AKP’nin başta kalıp kalamayacağını ve Erdoğan’ın daha ne kadar başbakan olacağının cevabı burada yatıyor. Bu soruların cevaplarını öğrenebilmek için bu dengeleri izlemek ve onların izlediği görüşe göre sorunun cevabına varmak gerekir. Bugün özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra bu dengeler, artık Erdoğan’ın istenmediği, AKP’nin başına yeni bir isim geçmesi gerektiğini düşündüklerini görülüyor. Hatta çok saygı duyduğum, yazılarını büyük bir zevkle okuduğum Hürriyet Gazetesi yazarlarından Yalçın Bayer 14 Mayıs 2008’de Đngiltere Kraliçesi 2. Elizabeth’in ülkemize ani ziyareti ve geliş üzerine yazdığı yazıda bu konuya da değinmişti. Bildiğiniz gibi, Mayıs ayında ülkemizi ziyaret eden Đngiltere Kraliçesi Elizabeth, Đngiltere’den yıl içerisinde sadece 2 kez ayrılabilir. Birini bize yapması ve geliş nedenin açıklanmaması o dönem kafalarda birçok soruya neden olmuştu. Sevgili Yalçın Bayer de 14 Mayıs 2008 tarihli ‘Kraliçe Elizabeth bizi niye öpüyor’ başlıklı yazısında aynı


Sayı 8

zamanda benim de o tarihlerde dergimizin 4. sayısında Avrasya Doğalgaz Savaşların ve Türkiye başlıklı yazımda Kraliçe Elizabeth’in o dönem ülkemizi iki sebeple ziyaret ettiğini; 1- Sıkışan ve bugün Rusya Gürcistan savaşıyla göz önüne çıkan Hazar bölgesi savaşlarında Türkiye’nin hangi eksende yer alacağını, 2- Bu kısmı Yalçın Bayer’in 14 Mayıs 2008 tarihli yazısından hiçbir şekilde yazıya dokunmadan alıyorum; ‘Türkiye'deki iç politikayı elle yoklamak. Erdoğan'dan sonra Ali Babacan mı? Başkası mı başbakan olacak? Ama Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 'toprağım' muamelesi yaptığı Beşir Atalay'ı başbakan yapabilir. Mir Dengir Fırat'a karşı Beşir Atalay bölgesel güneydoğu temsilciliği üstünlüğünü kazanabilir. Bunlar konuşulacak; ama Kraliçe ile değil 'gölgedeki' isimler ile... Bir parça anlatabildim mi? Kraliçe bizi niye öpüyor diye?’(1) Sevgili Yalçın Bayer’in de o zaman çok güzel şekilde değindiği AKP içinde sorulan bu iki soru, Erdoğan yerine Ali Babacan’ın mı; Mir Dengir Fırat yerine Beşir Atalay’ın mı getirileceği. Yazımızın başında da değindiğimiz gibi bugün siyasetçiler seçim gücünü artık tarikatlardan alıyor. Bugün bunun en güçlü kanıtı da AKP olarak karşımıza çıkıyor. AKP’de Nakşibendîci bilinen Erdoğan’a karşı Fethullah Gülenci Ali Babacan. Yine aynı görüşe yakın Beşir Atalay’ın da aşiret ağası olarak bilinen Mir Dengir Fırat’a karşı seçileceği ufak ufak dile getiriliyor. Tabii ki her şeye karşın, bunlar ortalıkta dolaşan veya bizim kulağımıza gelen ve gazetelerde; kıyıda, köşede okuduğumuz iddialar. Ama yine de göz ardı edilemeyecek iddialar; hele ki son zamanlarda Erdoğan’ın daha da sertleşen duruşu, Erdoğan’ın kurmay kadrosu hakkında her gün yeni bir yolsuzluk iddialarının ortaya çıkması; 1 milyon dolarlık yolsuzluk yaptığı iddiası ile Şaban

Sayfa 75

Dişli’nin istifasıyla sonuçlanan süreç… Almanya’da görüşülen Deniz Feneri davasında özellikle Doğan medya grubu tarafından Erdoğan’a yüklenilmesi ve Almanya’daki savcıların asıl suçluların Türkiye’de demesinin ardından o kişiler arasına Erdoğan’ın konulması; Aydın Doğan’la, Erdoğan’ın karşılıklı düellolaşmaya varan söz tartışmaları ve biri yandaşlarını zengin etmeye çalıştığını, diğeri devlete rüşvet vermeye ve devletin bazı organları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çalıştığı iddiaları; Doğan’ın Deniz Feneri davası hakkında Erdoğan’a yüklenmesi, Erdoğan’ın Hilton konusunda Doğan’a karşılık vermesi; Yine son günlerde Kemal Kılıçdaroğlu’yla Mir Dengir Fırat’ın karşılıklı iddialar ve ithamlara varan tartışmaları. Bu tartışmada Erdoğan’ın bile çıkıp Mir Dengir Fırat’ı korumaması, Mir Dengir Fırat’ın keza neredeyse sokakta bile ağza alınmayacak sözler etmesi; AKP’de Erdoğan açısından işlerin çok karışık olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Meclis’te bütün basın mensupları karşısında Kılıçdaroğlu’yla Fırat’ın resmen bir düello yapması ve Fırat’ın ne kadar yuvarlak laflarla Kılıçdaroğlu’nun iddialarını cevaplasa da hem Fırat hem de AKP, Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP karşısında düelloya çevirdiği tartışmayı kaybetti. Burada bir ilginç nokta da Mir Dengir Fırat’ın tartışma sıras ında Kem al Kılıçdaroğlu’na dönerek ‘bu belgeleri sana kimin ulaştırdığını biliyorum’ şeklinde sözü de çok dikkat çekiciydi. Belki birçok kişi ilk başta bu sözle Deniz Baykal’ı kast ettiğini düşünse de Mir Dengir Fırat’ın dikkatle dinlersek daha başka bir şeyi kast ediği belli oluyor. Sanki onu gözden çıkaran kişilerin bu belgeleri Kemal Kılıçdaroğlu’na ulaştırmış imasında o sözü ediyor ve bence hepimizin yazımızın temel iki sorusuna cevap ararken göz ardı etmemesi gereken bir söz bu. Bülent Arınç’ın AKP Turgutlu ilçe kongresinde bir çiftçinin “Çiftçi mağdur, haline bakın, piyasanın haline bakın. Bir Ak Partili olarak teessüf ediyorum” demesi üzerine Bülent Arınç ‘kalk ayağa’ diyerek çiftçiyi azarladıktan sonra- çiftçiye CHP yandaşı olduğunu, gidip o parti için çalışmasını söyleyerek sözlerine devam etti. Ardından salondan çıkarılan çiftçiden Turgutlu Belediye Başkanı AKP'li Serhat Orhan, Manisa Đl Genel Meclisi Üyesi AKP'li Cemal Ölmez, AKP'li Mustafa Muharrem Aksoy Arınç adına özür dilemeleri artık AKP kurmaylarının kendi eleştirmeye kalkan partililerini bile tahammül edemediğini gösteriyor. Tabii ki parti genel başkanları ve Başba-

AKP’de Nakşibendîci bilinen Erdoğan’a karşı Fethullah Gülenci Ali Babacan. Yine aynı görüşe yakın Beşir Atalay’ın da aşiret ağası olarak bilinen Mir Dengir Fırat’a karşı seçileceği ufak ufak dile getiriliyor.

Fırat’ın ne kadar yuvarlak laflarla Kılıçdaroğlu’nun iddialarını cevaplasa da hem Fırat hem de AKP, Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP karşısında düelloya çevirdiği tartışmayı kaybetti.”

Mir Dengir Fırat’ın tartışma sırasında Kemal Kılıçdaroğlu’na dönerek ‘bu belgeleri sana kimin ulaştırdığını biliyorum’ şeklinde sözü de çok dikkat çekiciydi.


Sayfa 76

Politika Dergisi

“Çiftçilerden birisi çatıya çıkarak AKP tabelasını indirmek istedi; ama polis müdahale ederek, çiftçiyi aşağı indirdi; ama artık çiftçilerden, işçilere kadar herkes AKP’yi, özellikle Erdoğan’ı istemiyor.”

kanları Erdoğan’ın nasıl beğendikleri gibi yazı yazmadıkları için gazetecilere kızıp azarlıyorsa, nasıl halka bile demediği lafı bırakmıyorsa; kurmayları da 6 yıldır bunu alışkanlık haline getirdi. Keza Bülent Arınç Meclis Başkanlığı sırasında 11 Temmuz 2007’de Manisa da 70 yaşında yaşlı bir çiftçiği daha azarlamıştı. Azarlamak insanlara hakaret etmeği artık sıradan hale getiren AKP ‘gerilim siyasetinin yanında değiliz’ demesine karşın gerilim en çok yaratan parti oluyor. Özellikle çiftçiyle her zaman arası açık olan AKP; 31 Temmuz 2006’da Ordu’da miting yapan fındıkçılara karşı o zaman sert tutumuyla tepki çekmişti. Yine 11 Şubat 2006 yılında Erdoğan’ın neredeyse meşhur hale gelen sözü ‘ananı da al git’ diye Mersinli çiftçiği azarlamıştı. Çiftçinin hiçbir şekilde ses çıkarmamasını isteyen ve ses çıkardığında rahatsızlık duyan AKP; ya çiftçileri

azarlıyor ya da çok sert müdahalede bulunuyor. Son olarak 3 Eylül 2008’de Sakarya‘da fındık alımına başlayan TMO’nun fındık taban fiyatını duyan fındıkçılar, öfkelenerek Sakarya Kocaali ilçesindeki AKP ilçe binasına saldırdı. Öfkelerini binanın camlarını kırarak çıkaran çiftçiler, tepkilerini dile getirdi. Çiftçilerden birisi çatıya çıkarak AKP tabelasını indirmek istedi; ama polis müdahale ederek, çiftçiyi aşağı indirdi; ama artık çiftçilerden, işçilere kadar herkes AKP’yi, özellikle Erdoğan’ı istemiyor. Bu isteklerini daha yüksek sesle dile getiriyorlar; ancak yazının başında da bahsettiğim gibi, arkasında tarikatlarla, AB ve ABD olan AKP; önümüzdeki seçimlerde yine başa gelebilir; ama sevgili Yalçın Bayer’in de değindiği gibi AKP’de yeni Başbakan ve yeni liderler olabilir. Lideri değişebilir, değişiyor gibi. AKP tabelası değil; ama lideri düşen bir parti profili çizmeye devam ediyor. ‘AKP bir sonraki seçimi alır mı?’ sorusuna en azından yerel seçimlere kadar ibrenin AKP’den yana olduğu, yine ‘Erdoğan daha ne kadar başbakan olur?’ sorusuna da yerel seçimlere kadar yani 2009 kadar AKP’nin başında olacağı cevabı kesinlikle verilebilinir.

bilgin.turk@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 77

Politik Đktisat ve Kaybetmemek Erbil DENĐZ

ABD'nin dördüncü büyük yatırım bankası olan Lehman Brothers'ın iflas haberi bütün piyasaları tedirgin etti, ilk bakışta; ancak hemen ardından ABD oynayabileceği tek koz olan 'Piyasaya nakit şırınga etmek' hamlesini uyguladı ve piyasalar birden; ama geçici olarak, yükselişe geçti. Kafa karıştıran birçok soru da peşinden geldi tabii olarak. Đlk akla gelen sorulardan biri: ABD Lehman Brothers'ın kötüye gidişine neden göz yumdu? Diğer bir deyişle neden diğer büyük kurumlara verdiği desteği Lehman Brothers'a vermedi? Birçok cevap var dolaşan, hatta o kadar çok ki, bu cevaplardan bazıları insana kendini inkar ettirecek türden. Đşin komplo teorisi kısmını bir kenara bırakırsak, mantıklı tahminler bulabiliriz; ancak sadece tahmin edebiliriz. Gerçekleri belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Bu durumu Rusya—ABD gerginliği çerçevesine oturtabilir miyiz? Bakalım... ABD kısmi olarak Avrupa'nın önde gelen ülkelerinden destek alıyor Rusya konusunda. Ancak ABD'yi korkutan askeri tarafından çok, maddi sonuçları. Bu yüzden özellikle Avrupa'nın zengin ülkelerinin ABD'ye vereceği destek, Rusya'nın elini biraz zayıflatabilir. Bu düşünceyle ABD piyasalara hafif bir kalp krizi yaşatarak mesaj vermiş olabilir mi; ki nitekim bu iflas, Avrupa piyasalarını yeterince tedirgin etti. Bu tedirginlik bazı Avrupa ülkelerinin ABD'ye biraz daha yaklaşmasına neden olabilir mi, zaman içinde göreceğiz. Kendi ülkemize gelelim. Biz zaten her koşulda ve her dönemde ABD'nin yanında olmaya alıştık. Bu yüzden ABD'nin yaşadığı ya da yaşattığı krizlerden biz başka ülkelere göre daha farklı etkilenebiliyoruz, borsamızın yüzde yetmişi yabancı güdümünde olsa da. Düz mantığın kavrayacağı şey şudur; eğer bir ülke ekonomik bir durgunluk yaşı-

yorsa o ülkenin milli parası değer kaybeder; fakat ABD'nin parası çoğu ülkede değer kaybederken, tersine bizde yükseliyor. Bu yükselişin zamanları da ilginç. Düzenli toparlanma ya da geçici rahatlamalarda değil, tam aksine sert çalkantılarda yükseliyor bizim piyasalarımızda dolar. Peki neden? Tabii ki ilk olarak insanımızın olaya bakışı, psikolojik davranışı öne çıkıyor. Ortalama her 10 yılda bir yaşanan krizler hem bağışıklık kazanmamıza, hem yeni davranışlar geliştirmemize neden oluyor. Halk geçmişe bakıyor, önceki krizleri düşünüyor ve kararını veriyor. Halkın gözünde kriz anlamı tektir. Krizin nasıl veya nereden geldiğinin, sebeplerinin bir önemi yoktur. Đşte bu düşünce yüzünden, tek taraflı bakış yüzünden yanlış hamleler de yapılabiliyor. Şimdiye kadarki krizlerde döviz olağanüstü artmış çoğunlukla. Halkımız da bunu göz önünde bulundurarak her sallantıda dövizi kurtarıcı olarak görüyor. Bu yüzden döviz alımı arttığı için doğal olarak ülkemizde döviz artıyor. Bir süre tırmanan dövize güvenen herkes daha da yükseleceğini düşünerek yatırımını dövize yapıyor. Ama zamanla döviz kendini çekiyor ve kaybeden yine halk oluyor. Dövizin yükselmesi ülkemiz için kötü bir durum mu? Hayır. Türk Lirası diğer para birimleri karşısında olması gerekenden yaklaşık yüzde altmış daha değerli. Bu dengesizlik de, ithalatı arttırıyor, üretimi azaltıyor; ancak Türk Lirası’nı olması gerektiği yere getirmek için düzenli bir politika izlenirse, dövizin yükselmesi fayda sağlar. Günlük iniş çıkışlarla sadece halk biraz daha parasız kalır. Kısaca her şey usulünce yapılırsa anlam kazanır. Ülkemizde biraz yükselişe geçen doların önümüzdeki ay içinde ne durumda olacağını kestirmek o kadar zor değil esasen. Piyasadaki dövizi (dolar) halk topladığı ve yastık altı yaptığı için, azalan döviz yükseliyor. Peki bu böyle mi gidecek. Tabii ki hayır. ABD'nin piyasaları canlandırmak için hazırladığı paketin en büyük özelliği yine ve yeniden nakit şırınga etmek. Bunun dışında da şimdilik elinden bir şey gelmiyor zaten. Bu yardım paketinin devreye girmesiyle, -ki yaklaşık 700 milyar dolarlık bir nakitten bahsediyorum- artan dövizin değer kaybetmesi büyük olası. Bu likit yardımının yanı sıra ek tedbirler de var. Sadece bir miktar paranın piyasalara açılması olarak konuya bakmak yetersiz bir bakış olur. Muhakkak ki; önemli bir miktar 700 milyar dolar, ancak bu miktarda yardım çıkmasa bile izlenecek ekonomik politikalar dolar kurunu büyük ölçüde etkileyecektir. Yatırım yapacak olan-

ABD Lehman Brothers'ın kötüye gidişine neden göz yumdu? Diğer bir deyişle neden diğer büyük kurumlara verdiği desteği Lehman Brothers'a vermedi?

“Avrupa'nın zengin ülkelerinin ABD'ye vereceği destek, Rusya'nın elini biraz zayıflatabilir. Bu düşünceyle ABD piyasalara hafif bir kalp krizi yaşatarak mesaj vermiş olabilir mi?”

Ortalama her 10 yılda bir yaşanan krizler hem bağışıklık kazanmamıza, hem yeni davranışlar geliştirmemize neden oluyor.


Sayfa 78

Politika Dergisi

ların şimdilik, altın ya da Türk Lirasında durmasında fayda olduğunu düşünüyorum. Tabii bu tavsiye kısa dönem için geçerli. Uzun dönemde muhakkak döviz yine değer kazanacaktır. Fakat bu uzun dönemin uzunluğunu veya kısalığını şimdiden görmek zor.

Halkı diplomasiye kurban ederek günü kurtarabilirler belki, ama kurtardıkları gün dışında yarınları olamayabilir. Unutmayınız, halk hep aynı yerde ve her şeyi izlemekte...

Nasıl ki her devlet, her birey kendi çıkarlarını düşünüyor, biz de düşünmek zorundayız. Politikacıların 'Ülkemiz ekonomik anlamda güvende olduğu için yabancı yatırımcı çıkmıyor ülkemizden.' gibi gözümüzün içine baka baka yalan söylemelerine itibar etmemeliyiz. Yabancı yatırımcı ellerinde bulunan kıymetli evrakları veya menkul/ gayrimenkulleri satacak yer bulsa, bir an bile durmayacak; ama maalesef onlar da eli kolu bağlı piyasaların düzelmesi için dua ediyorlar. Aksi durumda bizimle beraber onlar da gelecek. Geçen sayıda da belirttiğim gibi, filler tepişiyor; biz izliyoruz yine. Ya tepişmelerinin bitmesini bekleyeceğiz ya da yuvamızı fillerden uzak bir yere taşıyacağız. Filler arası güven sağlamaya çalışmak insani durduğu kadar ahmakça da duruyor. Bunu

da görerek davranmak zorundayız. Bizi yönetme yetkisiyle donattığımız insanlar öncelikle bizleri ve ülkeyi düşünmek zorundalar. Halkı diplomasiye kurban ederek günü kurtarabilirler belki, ama kurtardıkları gün dışında yarınları olamayabilir. Unutmayınız, halk hep aynı yerde ve her şeyi izlemekte...

erbil.deniz@politikadergisi.com


Sayı 8

Sayfa 79


Sayfa 80

Politika Dergisi

Dün, Cumhuriyet, Bugün ye Cumhuriyeti adını verdiler. Gökhan DAĞ Türkiye’de, siyasetin çivisi çıkalı yıllar oldu. Değerlere bağlı, ahlaklı siyaset gitti; son derece yoz bir yapı geldi dimdik karşımızda durdu. Cumhuriyetimizin 85. yılın dönümünü kutlayacağımız bu günlerde eski Cumhuriyet yıldönümlerinden neler kaldı?

Türkiye’de, siyasetin çivisi çıkalı yıllar oldu. Değerlere bağlı, ahlaklı siyaset gitti; son derece yoz bir yapı geldi dimdik karşımızda durdu.

Đnsanın eskiden kastı, 1923’ler, 1933’ler olunca o günden bugüne olumlu bir şey bulması zor. Cumhuriyet nedir? Cumhuriyet, kelimesel köken olarak halka ait olan şey demektir. Kısaca Türkiye Cumhuriyeti demek, Halka Ait Türkiye demektir. Peki, Türk halkı hangi tarihsel köklerden geliyor?

“Bugün mevcut olan siyasi yapılanma Atatürk’ün oluşturduğu ulus bilincini kavratmada yeteneksiz. Vasıflı bir lider eksikliği açık şekilde göze çarpıyor.”

Đşte bu sevdasızlığımızın nedeni tarihsel yapıdan gelen kökler ve daha yoğun Batı oyunu. Đç işlerimize bizlerden başka herkes karışıyor.

Orta Asya’nın soğuk ikliminden. Burada yaşayan Türkler her zaman göçebe veya yerleşik bir devlet geleneği içerisinde yaşamışlardır. Bu sebeple yıkılan her Türk devletinin yerine kısa sürede göçebe veya yerleşik bir Türk devleti kurulmuştur. Buradan devleti yaşatma geleneğine sahip olduğumuz sonucu çıkarılabilir. Peki, bu bugün geçerli mi? Đddiam bugün geçerli olmadığı yönünde. Bugünün kökleri ise dün ile bağlantılı. Osmanlı Đmparatorluğu döneminde başlayan umursamaz yapı, Türklerin devlet anlayışından çok şey götürdü. Türkler devletini umursamaz oldu; ama o dönem Osmanlı Đmparatorluğu içerisinde yaşayan farklı etnik grupların devlet anlayışında da bir takım artılar ortaya çıktı. Batı, Fransız Devrimi’nin olağanüstü etkileriyle uluslaşma fikrine ulaşırken bunun Osmanlı’ya yansımalarının gecikmesi beklenemezdi. Ne yazık ki, uluslaşma fikri o dönemde Türklere daha sonra göründü. Tekrarlıyorum. Türk insanı devletine sahip çıkma güdüsünü Batı’nın sinsi oyunlarıyla kaybetti. Fransız Devrimi’nin yarattığı dalga Osmanlı Đmparatorluğu içerisinde en son Türkleri etkiledi. Nitekim 1. Dünya Savaşı ile tarih sahnesinde yerini alan Mustafa Kemal ve onun gibi yürekli kişilerin sayesinde de uluslaşma güdümüz eski halini aldı. Türkler, devlet kurma kabiliyetlerinin farkına vardılar. Bir bütün halinde yeni devletlerini, kendilerine ait olan şeyi inşa ettiler. Doğal olarak da bu inşalarının adına Türki-

Bugün ne oldu da, o günler ki gibi Cumhuriyetimize sahip çıkamıyoruz, bugün ne oldu da bize ait olan şeyden ödün veriyoruz? Atatürk’ün öldüğü günün ertesi başlayan, Demokrat Parti iktidarıyla süregelen ve bugün maksimumuna ulaşan devlet sevdasızlığımızın nedeni ne? Đşte bu sevdasızlığımızın nedeni tarihsel yapıdan gelen kökler ve daha yoğun Batı oyunu. Đç işlerimize bizlerden başka herkes karışıyor. Bugün mevcut olan siyasi yapılanma Atatürk’ün oluşturduğu ulus bilincini kavratmada yeteneksiz. Vasıflı bir lider eksikliği açık şekilde göze çarpıyor. Her gün toplumda yeni bir ayrıştırma yaşanıyor. Osmanlı Đmparatorluğu’nda halkın siyasetsiz yaşaması için yapılan her çaba nasıl ki Osmanlı’nın sonunu getirdiyse, bugün apolitik gençler yaratılarak aynı şekilde Türkiye’nin sonu getirilmeye çalışılıyor. Atatürk’ün ölümünden itibaren başlayan bu anlayış, ne yazık ki Cumhuriyetimizin 85. yılını kutladığımızda bize yakışmıyor. Bize ait olan şeye değer vermek, onu korumak için elimizden geleni yapmak gerekiyor. Bakın, değerli bilim insanı Mehmet Ali Kılıçbay, Cumhuriyet ya da Birey Olmak kitabında iç siyasetimiz başlıca güç hatlarını nasıl belirtiyor. Kısaca aktarırsam; 1- Siyaset ülkemizde bir vatandaşlık ödevi ve görevi olmaktan çok, bir terfi, bir kariyerin üst noktalarından biridir. Dünyanın hiçbir modern demokrasisinde bir profesörün bakan veya başka bir devletlû olması halinde, bu fonksiyonla hiçbir ilgisi olmayan bu unvanını kullanmaya devam ettiğini göremeyiz. Norveç başbakanı işine bisikletle giderken, bizim resmi arabaya ulaşabilen en


Sayı 8

düşük dereceli devlet memurumuzun bile nasıl padişah havalarına büründüğünü gözlerseniz, Osmanlı’dan bu yana pek bir mesafe alınmadığını gözlersiniz. 2- Türkiye’de bütün partiler, lider partisidir. Bir parti hangi ideolojiye talip olursa olsun, yegâne belirleyici liderdir, onun karizmasıdır. Bu karizma tutkusu, hem vatandaşlık bilincinin gelişmediğini, hem de bazı mistik güçlerin peşinden koşma âdetinin terk edilemediğinin göstergesidir. Partilerin lider örgütlenmeleri olmaları, milletvekillerinin kişisel özelliklerinin değerini minimize ederken, “vatandaşı” da oy deposundan öteye geçirememektedir. 3- Ordunun ve bürokrasinin, seçilmedikleri halde büyük siyasal ağırlıkları vardır. Hatta bunlar siyasi unsurlardan daha güvenilir olarak görülmekte ve gösterilmektedir. Açıkçası, halk seçtiklerine değil, maruz kaldıklarına daha fazla keramet etmektedir. Bu bir Osmanlı kalıntısı değilse, nedir? 4- Ülkemizde siyaset, karşı tarafı yerin batırarak başarı kazanmak olarak anlaşılmaktadır. Partiler veya daha doğrusu liderler üstü, ortak doğruları bulmam mümkün olmamaktadır. 5- Türkiye’de vatandaş, siyasal iktidarlardan hak değil, imtiyaz talep etmektedir. Đktidarlar da bu doğrultuda davranmayı siyaset sanmaktadır.

Sayfa 81

nacak olursa bu daha iyi anlaşılır; ama tek siyasi parti de bir nevi siyasetsizlik anlamı taşıdığı için uygun görülmüyor. Siyasi partilerin tamamının kapatıldığı dönemleri de gördü bu ülke. O ise hiçbir çözüm getirmiyor. Partiler konusunda söylenebilecek olan özet o zaman şu: etkin ideolojileri savunan etkin sayıda parti. Ayrıca partilerin ideolojik sorunları, tartışmaları da kendi içerisinde halletmesi gerekiyor.

Özcesi; 1- Eski devleti sahiplenme anlayışımız Osmanlı Đmparatorluğu’nun yanlış politikaları ve Batı’nın sinsi oyunuyla körelmiştir. 2- Fransız Đhtilali’nin yarattığı ulus bilinci süreci, Osmanlı Đmparatorluğu’nun yara almasına ve gelişen süreçte Türk ulus bilincinin gelişmesine etki yapmıştır. 3- Birinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında devleti sahiplenme duygusu Mustafa Kemal ve onun gibi vatansever insanlar sayesinde yeniden yeşermiştir. 4- Bu yeşeren yapı, halka ait bir Türkiye’yi meydana getirmiştir. 5- Osmanlı Đmparatorluğu’nun kökleri ve Batı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ni hazımsızlığı, Atatürk’ün ölümünden sonra devlet bilincimizi yeniden köreltmeye başlamıştır.

Mehmet Ali Kılıçbay bu söylediklerinin kanıtının ise, bu yazıyı yazdığı tarihte (1994) var olan 22 siyasal partide olduğunu savunur. Ona göre aslında üç veya dört farklı ideoloji bulunmakta ve bunların 22 siyasal parti halinde ortaya çıkmaları üstte yer alan maddeler için açık bir kanıt oluşturmaktadır.

6- Yaşanan darbeler, politik değer yoksunluğu, partilerin siyasi rant arayışı ve yine Batı’nın oyunları halkı apolitikleştirmiş, halkın siyasetten uzaklaştırılmasına zemin hazırlamıştır.

Bugün var olan siyasi parti sayısı neredeyse bu sayının üç katına yaklaştı. E haliyle iç siyasetimiz ve buna paralel olarak da dış siyasetimiz daha kötü bir hal aldı.

Mustafa Kemal ve Mustafa Kemal gibilerin kurduğu Cumhuriyetimizin varlığı hem dünün, hem de bugünün gelişmeleri ile tehdit altındadır. Bu tehdidi yok etmek, siyasi bir neslin, olumlu bir siyasi değerler sistematiği oluşturmasına bağlıdır.

Tarihimiz açıkça ve ne yazık ki artan siyasi parti sayısının Türkiye’ye yaramadığını söylüyor. Çok partili döneme geçiş hatırla-

Türkiye’de bütün partiler, lider partisidir. Bir parti hangi ideolojiye talip olursa olsun, yegâne belirleyici liderdir, onun karizmasıdır.

“Yaşanan darbeler, politik değer yoksunluğu, partilerin siyasi rant arayışı ve yine Batı’nın oyunları halkı apolitikleştirmiş, halkın siyasetten uzaklaştırılmasına zemin hazırlamıştır.”

Sonuç

Biz, Cumhuriyetimizin 85. yılını en iyi şekilde yaşamayı hak eden bir milletin evlatlarıyız. Bunu unutmamak ve bunun unutulmasını engellemek bizim birinci görevimizdir.

Saygılarımla… gokhan.dag@politikadergisi.com

Biz, Cumhuriyetimizin 85. yılını en iyi şekilde yaşamayı hak eden bir milletin evlatlarıyız. Bunu unutmamak ve bunun unutulmasını engellemek bizim birinci görevimizdir.


Sayfa 82

Politika Dergisi

Özelleştirme ile Yüzleşmek (2) Osman BUDAK

Araştırmaya göre, 1987– 1990 arasında kamu sektöründe çalışan her işçinin yarattığı katma değer %28,6 artarken, özel sektördeki artış %15,9'da kaldı. Kamu kurumlarının verimliliği özel kesimden daha yüksek.

Geçen ayki sayımızda özelleştirmelerin küresel alanda durumuna biraz değinmiş, Mustafa Kemal'in devletçilik anlayışından söz etmiş, Türkiye'deki özelleştirmeleri ilgili kişilerin ağızlarından dinlemiştik. Bu ayki sayımızda da söz verdiğimiz gibi özelleştirmelerle ilgili "yanlış inanışları" inceleyeceğiz. Ben bunlara, biraz amiyane olacak belki ama "maval" demeyi tercih ettim. Zira bu yalanlara duyulması gereken herhangi bir saygının bulunmadığını düşünmekteyim. Şimdi bu "mavalları" tek tek inceleyelim.

Piyasa Unsurlarının Rekabet ile Birlikte Ekonomiyi Hareketlendirdiği Mavalı

“1929–1939 yılları arasında dünya ekonomisi %19 büyürken, Kemalist Türkiye'nin %96 büyümesinin altında yatan temel sır da

Çokça dile getirilen bu iddianın gerçekle uzaktan yakından alakası bulunmamaktadır. Bilakis, bu piyasa unsurları ekonomiyi hareketlendiremediği için "devletçilik" uygulanmıştır. Hatta bu piyasa unsurlarına Kemalist hareket, şans vermiş ve Đzmir Đktisat Kongresi'nde liberal kanadın da bastırmalarıyla serbest piyasa geniş ölçüde kabul görmüştür. Bu dönemde istenen büyümelerin sağlanamaması ve 1929 Dünya Ekonomik Buhranı ile (Kara Perşembe Olayı) liberal ekonominin dünya çapında çökmesi "devletçilik" ilkesini gündeme getirmiştir. Yani uygulanarak da görülmüştür ki liberal ekonominin karşısında "devletçilik" programı çok büyük bir üstünlük göstermiştir. 1929–1939 yılları arasında dünya ekonomisi %19 büyürken, Kemalist Türkiye'nin %96 büyümesinin altında yatan temel sır da budur.

budur.” KĐT'lerde Verim Düşük, Đstihdam Fazladır Mavalı Đlginçtir, bu iddia hep KĐT'lere zarar ettirmeye çalışan ve de KĐT'leri yandaşlarının arka bahçesi yapan iktidarlar tarafından dile getirilmektedir. Hem kasıtlı olarak zarar ettirmeye gayret edeceksin hem de zarar KĐT'lerin zarar ettikleri o ediyor diye özelleştirmeye kalkacaksın! kadar çok iddia edilir ki artık bir süre sonra herkes bunu bir gerçeklikmiş gibi kabul etmeye başlar.

Erdemir'in eski Genel Müdürlerinden Yılmaz Argüden 26 Mart 1999 tarihinde istifa ettiğinde ne dediğine hep beraber bakalım; "Erdemir'in dünya çapında bir şirket olması için iki yıl çalıştık. Klasik kamu şirketi anlayışından "müşteri odaklı" şirket yönetimi anlayışına geçmek için çaba sarf ettik. Son bir yılda bütün ihaleleri şeffaf bir biçim-

de yaptık. Ve Erdemir'i belli bir yere getirdik. Çok fazla yorum yapmak istemiyorum; ama birilerinin benden rahatsız olduğu bir gerçek. Siyasilerin ne düşündüğü beni pek ilgilendirmiyor. Ancak bir süredir siyasilerin de etkisi ile bize karşı bir muhalif grup oluştu. Dünya çapındaki bir tesise muhalefet yakışmıyor." Kimdir acaba bu siyasiler? Hepimiz biliyoruz ki biraz önce de söylediğimiz gibi, bu şirketlerin özelleştirilmesinde en çok çaba sarf edenlerdir. Đkiyüzlülük mü dersiniz, kadirşinaslıktan bihaberlik mi dersiniz orasını siz değerli okuyucularıma bırakıyorum. KĐT'lerin zarar ettikleri o kadar çok iddia edilir ki artık bir süre sonra herkes bunu bir gerçeklikmiş gibi kabul etmeye başlar. Bu, toplumda büyük bir tabudur. Oysa durum çok faklıdır. KĐT'ler o kadar çok zarar ettirilmeye çalışılmalarına rağmen zarar etmemiş hatta kâr elde etmiştir! Verim fazlalığı ile ilgili olarak Đktisat Dergisi'nin Eylül 1993 sayısı "Verim Artışında KĐT'ler Önde" diye bir başlık atmış; "Son yıllarda devlet eliyle sürekli işlenen "kamu kesiminin verimsiz" olduğuna ilişkin iddia bir devlet kuruluşu tarafından çürütüldü. Güvenirliliğine hiç kimsenin itirazı olmayan Milli Prodüktivite Merkezi'nin (MPM), Devlet Đstatistik Enstitüsü'nün (DĐE) Đmalat Sanayi Yıllık Anket Sonuçları üzerinde yaptığı araştırmaya göre, kamunun verim artış hızı özel sektörden daha fazla." Bu araştırmaya göre, 1987–1990 arasında kamu sektöründe çalışan her işçinin yarattığı katma değer %28,6 artarken, özel sektördeki artış %15,9'da kaldı. Kamu kurumlarının verimliliği özel kesimden daha yüksek. Đşin bir başka boyutu daha var. Özelleştirilen kurumların verimliliği de düşüyor! Örneğin, Et ve Balık Kurumunu özelleştirildikten sonra istihdamı %88, üretimi % 94 düşmüştür. Keza, SEK özelleştirildikten sonra istihdamı %57, üretimi %33 düşmüştür. Yine Orman Ürünleri Sanayi Kurumu'nun özelleştirilen 8 işletmesinden 7'si kapa-


Sayı 8

tılmış, istihdam ise toplamda %78 azalmıştır. Görüldüğü gibi KĐT'lerin verim düşüklüğü de liberal kanadın halka yutturmaya çalıştığı koca bir efsaneden öte bir şey değildir.

KĐT'lerin Zarar Ettiği Mavalı Bir üst başlıkta KĐT'lerin zarar etmeleri bir yana, kâr dahi ettiklerini belirtmiştim. Şimdi bu konuyu biraz daha açalım. KĐT'lere, 1985–1995 yılları arasında hemen hiç yatırım yapılmadı. KĐT yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı % 38,4’den %5,3’e düşürüldü. Đstihdam %13,8 oranında azaltıldı. Zarar etmemeleri mümkün değildi ama beklenilenin tersi oldu. Hazine Müsteşarlığı'nın verilerine göre KĐT'ler 1998 yılında 10 katrilyon 559 trilyon lira gelir elde ettiler. 376,4 trilyon liralık görev zararları ve üretim giderleri düştükten sonra KĐT'ler 1998'de 1 katrilyon 144 trilyon 339 milyar lira net kar elde ettiler. Hazine Müsteşarlığı 1999 yılı için, 16 katrilyon 133 trilyon lira toplam gelir ve 1,6 katrilyon lira kar öngörüyordu. 1997 yılında TEAŞ 11 trilyon 610 milyar, TEDAŞ 148 trilyon 78 milyar, TMO 17 trilyon 215 milyar, TEKEL 15 trilyon 215 milyar lira kar etti.1998 yılında Türk Telekom 111.5, Petrol Ofisi 15.7, TKĐ 12.8, DHMĐ 8.4, Türkiye Şeker Fabrikaları 6.3 trilyon lira kurumlar vergisi ödedi. Bu şirketler kâr yapmakla kalmadı ve üretimlerini de arttırdılar. Toplam sanayi içindeki paylarını 1985'deki %26,6 oranından 1995 yılında %29'a çıkardılar. Şaşırılası bir durum! Telekom, Ankara Rekortmeni (Dünya, 13.05.1999), KĐT'ler 1 Katrilyon Kâr Etti (Cumhuriyet, 10.04.1999), KĐT'ler Kasaları Doldurdu (Milliyet, 20.11.1997) gibi gazete başlıkları bizim ülkemize aitti. Esas şaşırılacak nokta belki de budur. Halkımız veriler ortadayken dahi "özelleştirme"nin zararına o kadar körü körüne inandırılmış durumdadır ki gazetelerde manşet olsa dahi bu önyargısının yıkılması oldukça güçtür.

Sayfa 83

Bu da çapsız iddialardan biridir. Serbest piyasanın "büyük balık küçük balığı yutar" temel felsefesini görmezden gelip, tekel olma sanını KĐT'lere yakıştıran bu iddianın dikkate alınacak hiçbir yanı yoktur. Rekabette, ortak şartlar yaratıldığı sürece yararlı bir sonuç elde edilebilir belki. Yoksa süpermarketler zinciri sahibi ile mahalle bakkalının rekabet imkânından söz etmek olası değildir. Böyle bir rekabetten nasıl söz edilemezse KĐT'lerin "canavarsı" tekeller yarattıklarından da aynı şekilde söz edilemez. Zira devlet kurumları tüm üretimlerini planlı ve kontrollü bir şekilde yaptıkları için tekel dahi olsalar insanları mağdur edecek fiyatlandırmalara gitmez. Uygunsuz çalışma koşullarının kurbanı bir işçi âlemi de yaratmayacaktır kuşkusuz. Tüm bunlar bir yana, Türkiye gibi en zengin %3'ün ulusal gelirin %30'una sahip olduğu, yoksul %20'nin sadece %4,9'una sahip olduğu bir ülkede böyle bir iddia ile ortaya çıkmak başta da belirttiğim üzere, çapsızdır.

Rekabette, ortak şartlar yaratıldığı sürece yararlı bir sonuç elde edilebilir belki. Yoksa süpermarketler zinciri sahibi ile mahalle bakkalının rekabet imkânından söz etmek olası değildir.

“1986 – 1999 döneminde

Özelleştirmenin Mavalı

Amacı

Ekonomiktir

1986 – 1999 döneminde yapılan özelleştirmelerden devlet, yalnızca 200 milyon dolar kâr etmiştir. Satılan kurumların tekrar kurulması için 35 milyar dolar gerekmektedir. Oysa tüm bu kurumlar toplam 4,8 milyar dolara satılmış ve 4,6 milyar dolar satış için masraf yapılmıştır. Yani, elde edilen gelir satış masrafına denktir. Arada sadece 200 milyon gibi komik bir fark vardır.

yapılan özelleştirmelerden devlet, yalnızca 200 milyon dolar kâr etmiştir.”

Böyle bir sonuç karşısında özelleştirme "sorununa" ekonomik deme ihtimali var mıdır? Gayet de bellidir ki bu olay, "Özelleştirme ile Yüzleşmek" başlığı altındaki incelememizin ilk cümlesinde dediğimiz gibi "ideolojik"tir! Sömürüsüz yarınlara…

osman.budak@politikadergisi.com

KĐT'ler Tekeller oluşturur, Oysa Özelleştirme Rekabet Yaratır Mavalı Böyle bir sonuç karşısında özelleştirme "sorununa" ekonomik deme ihtimali var mıdır?


Sayfa 84

Politika Dergisi

Türkiye’de Özelleştirme Timur Veysel DOĞRUOK

Özelleştirmenin amacı, devletin, işletmecilik anlamında tüm faaliyetlerinden tamamen çekilmesini; Türkiye’de kendinden emin bir ekonomik istikrar oluşturulmasını ifade ekmektedir.

Türkiye’de özelleştirme, hepimizin bildiği üzere, çok tartışmaya konu olan, önemli bir uygulamadır. Özelleştirme ve kapsamı, felsefesi, amaçları, vs nelerdir? Özelleştirme Đdaresi Başkanlığı’nın, özelleştirme ile ilgili bilgilerini toparlayalım. Felsefesi:

C-) Đşletme Hakkı Devri Kuruluşların bütün olarak veya aktiflerindeki mal ve hizmet üretim birimleri ile madenlerin, mülkiyet hakkı saklı kalmak kaydıyla, bedel karşılığında, belli süre ile işletilmesi hakkının verilmesi.

“Özelleştirme ile

“Özelleştirmenin ana felsefesi; devletin, asli görevleri olan adalet ve güvenliğin sağlanması yolundaki harcamalar ile özel sektör tarafından yüklenilemeyecek altyapı yatırımlarına yönelmesi, ekonominin ise pazar mekanizmaları tarafından yönlendirilmesidir.”

mali ve sermaye

Peki, nelerdir özelleştirmenin amaçları?

D-) Mülkiyetin Gayri Ayni Haklar Tesisi

piyasalarına

Özelleştirmenin amacı, devletin, işletmecilik anlamında tüm faaliyetlerinden tamamen çekilmesini; Türkiye’de kendinden emin bir ekonomik istikrar oluşturulmasını ifade ekmektedir. Ekonomik büyüme ise sermaye piyasaları ve borsanın gelişimi ile yakından ilgilidir. Devletin ekonomiden çekilmesinin temel amacı ise rekabete dayalı bir ekonomik modelin oluşturulmasını sağlamaktır.

Kuruluşların aktiflerindeki mal ve hizmet üretim birimleri ile varlıklarına ilişkin intifa, irtifak vb. hakların tesisi (Kıyı Kanunu ve Orman Kanunu gibi kanunların getirdiği sınırlamalar çerçevesinde).

yönelmeyen yerli ve yabancı tasarrufların, özelleştirme yoluyla yeni kaynak olarak ekonomiye kazandırılması

Özelleştirme ile mali ve sermaye piyasalarına yönelmeyen yerli ve yabancı tasarrufların, özelleştirme yoluyla yeni kaynak olarak ekonomiye kazandırılması söz konusudur.

söz konusudur.” Özelleştirmenin Yöntemleri: A-) Satış 1-Varlık Satışı: Kuruluşların aktifindeki mal ve hizmet üretim birimleri ile varlıklarının mülkiyetinin bedel karşılığında devredilmesidir.

1986–2008 dönemi arasında gerçekleşmiş olan özelleştirme bedeli, toplam 36,294,877,806 dolardır.

2-Hisse Satışı: Kuruluş hisselerinin “yurt içi” ve “yurt dışı” olmak üzere blok satış, halka arz, halka arzı içeren blok satış, çalışanlara satış, borsada normal veya özel emirle satış, menkul kıymetler yatırım ortaklıkları veya fonlarına satış yoluyla bedel karşılığı devri.

B-) Kiralama Kuruluşların aktiflerindeki varlıkların bedel karşılığında, belli süre ile kullanım hakkının verilmesi.

E-) Gelir Ortaklığı Modeli ve Sair Hukuki Tasarruf Kuruluşların özellikleri ve yapıları dikkate alınarak başvurulacak diğer yöntemler: Karabük Demir Çelik Fabrikası Devri.

Özelleştirme Verileri T.C.’de özelleştirmeye konu olmuş değerler aşağıda verilmiştir: Genel bakış olarak, 1986–2008 dönemi arasında gerçekleşmiş olan özelleştirme bedeli, toplam 36,294,877,806 dolardır. *METAŞ’ın 1995 yılı uygulamalarındaki rehinli hisse satışı hariç: 57.900.000 $ 2007 ve 2008 yılları arası özelleştirme uygulamaları verileri: Çeşitli yöntemler dâhilinde, 2007 yılı dolar bazı toplam değer: 4.258.629.659’dur. Yine Çeşitli Yöntemler dahilinde 2008 yılı verileri ise 6.253.132.352 $’dır. Satış devir onayı alınan ve sözleşme imza aşamasında olan kuruluşlar ve onay aşamasında olan kuruluşların toplam değerleri: 3.608.370.000 dolardır.


Sayı 8

Sayfa 85

Özelleştirmede Yabancılaşma:

Türk Kablo – Nokia Int. – FINNISH FUND

Yukarıda bahsettiğim gibi, Türkiye’de özelleştirmeler pek çok tartışmaya konu olmuştur. Bu tartışmaların en önemli konularından biri ise yabancılaşmadır. Gelin, aşağıda bunlara birkaç örnek verelim.

Güneş Sigorta – Gan International

Halka arz ve blok satış yöntemiyle yapılan uygulamalar için; Afyon Çimento’nun Societe (SCF)’e %51 Blok Satışı (1989),

Ciments

TOFAŞ’ın Fiat Auto SpA’ya %16 Blok satışı (1991), Netaş’ın Northern Telekom (NTL)’a %20 Blok Satışı (1993), Teletaş’ın Alcatel BV’ye %18 Blok satışı (1993), USAŞ’ın Đskandinav Hava (SAS)’na %70 Blok Satışı (1989),

Yolları

Türk Telekom’un OGER Telecoms OGG.’ye %55 Blok satışı (2005).

* 14.6.1995 tarihinde, 4046 sayılı kanun çerçevesinde hisseleri özelleştirme kapsamına alınarak Özelleştirme Đdaresi’ne devrilen Türk Telekom, bu işlemin 28.2.1996 tarihli Anayasa Mahkemesi kararı ile iptal edilmesi sonucu kapsamdan çıkarılmıştır. Şirketin özelleştirme çalışmaları 406 sayılı Kanun çerçevesinde yürütülmüştür. Şirketin %100 oranındaki Hazine'ye ait hisselerin % 55'lik bölümünün devri, diğer özelleştirme uygulamalarından farklı olarak, Özelleştirme Đdaresi Başkanlığı, Ulaştırma Bakanlığı ve Hazine Müsteşarlığı üyelerinden oluşan bağımsız değer tespit ve ihale komisyonları tarafından yürütülmüştür. Petkim’in Socar&Turcas-Injaz OGG’ye % 51 Blok Satışı (30.05.208)

Đpragaz – Primagaz A.G. AEG-ETĐ A.Ş. – AEG Aktiengesellschaft Dosan Konserve, Aymar Yağ – Unilever Başak Sigorta International

A.Ş.

Groupama

Özelleştirme kapsamında, yabancılaşmanın kritik noktalar üzerinde olması da alt başlık olarak incelenebilir. Bunlardan en önemlileri, ilk bakışta ETĐ ve Türk Telekom olarak göze çarpmaktadır. Yabancılaşma olarak ele almasak da diğer bir taraftan finans sektöründe de Halkbank’ın %24.98’lik halka açılmasına da farklı yorumlar yapılmıştı. Yukarıda, “Özelleştirmenin Amaçları” başlığında, devletin ekonomiden çekilmesi ve rekabetçi bir piyasa oluşturması kriterleri belirtilmiştir. Peki ya kritik kurumların yabancılaşma konseptinde özelleşmesi ne derece bu uygulamanın amacını teşkil eder? Saygılarımla...

Özelleştirme kapsamında, yabancılaşmanın kritik noktalar üzerinde olması da alt başlık olarak incelenebilir. Bunlardan en önemlileri, ilk bakışta ETĐ ve Türk Telekom olarak göze çarpmaktadır.

“Özelleştirmenin Amaçları” başlığında, devletin ekonomiden

timur.dogruok@politikadergisi.com

çekilmesi ve rekabetçi bir piyasa oluşturması kriterleri belirtilmiştir. Peki ya kritik kurumların yabancılaşma konseptinde özelleşmesi ne

Blok Satış Yöntemiyle Yapılan uygulamalar için: Yine 1989 yılında SCF’nin Ankara Çimento, Balıkesir Çimento, Pınarhisar Çimento, Söke Çimento

derece bu uygulamanın amacını teşkil eder?


Sayfa 86

Politika Dergisi

Dinsel Đç Dökümler (1) Naile DUMAN

Dinle siyaseti bir türlü birbirinden ayıramayanların, “dinle futbolu birbirine karıştırmayın” deyişlerine tanık oldu kulaklarımız ve hakikaten başardılar.

“Dışsal çıkarlar söz konusu olunca millete kulaklar tıkanır, “hayır”lar duyulmaz. Đçsel çıkarlar söz konusu olunca yine millete kulaklar tıkanır, “evet”ler duyulmaz. Sonuç: elde var sıfır.”

Türk toplumu korkuyu atarsa ve duvarlara astığı Arapça Kur’an-ı Kerim’leri Türkçe mealleri ile okursa, sanıyorum Müslümanlık gerçekten ve hak ettiğince yaşanacak toplumda ve eminim Türkler dahi kardeş olacak kendi içinde.

Đzliyorum uzaktan, sizler gibi. Hani Müslüman olup, aslında; ama aslında değilmiş gibi… Öyle diyorlar ya, dindarlar. Üstelik gözlerinin önünde “Kanal 7” ve “Deniz (Keriz) Feneri” davası da patlamışken, ayyuka çıkmışken; hem kendileri, hem kendilerinden gördükleri nasıl tam Müslüman oluyorlar, hâlâ çözebilmiş değilim. Bir millet, başka hangi dönemde bu kadar soyulabilirdi, bilmiyorum. Üstelik gönüllü. Aça, açıkta kalana, yetime, öksüze yardımı “Allah versin” diyerek geçiştiren; sözüm ona “açık” diye, “dinsiz” diye, camiye gitmiyor diye… Hangi vaatler karşılığı (sadece Cennet’in olması mümkün değil) bu denli veriyordu elindekini ve avucundakini? Üstelik borç batağına batmış bir ülke o paralarla kurtarılabilecek iken! *** Dinle siyaseti bir türlü birbirinden ayıramayanların, “dinle futbolu birbirine karıştırmayın” deyişlerine tanık oldu kulaklarımız ve hakikaten başardılar. Tüm ülkenin “hayır” haykırışlarına rağmen, malum Ermenistan maçı nedeni ile siyasilerimiz “dinle futbolu birbirinden ayırma” işini ustalıkla yerine getirdiler. Mesele, gitmeleri veya kalmaları da değil aslında, millete kulak tıkamaları da değil. Mesele, aynı siyasilerin kendi ülkelerinde din ile siyaseti birbirinden bir türlü ayıramamaları. Demek ki ülke çıkarları denen şey, sadece “dışsal çıkarlarımız”dan ibaret ve biz hâlâ ne tür bir çıkarsama sağladık, anlayabilmiş değiliz dışsal münasebetlerimizden! Görüş, görüş, ziyaret et, et; ülke daha çok içeri girsin, borç batağına saplansın, dışa bağımlı hale gelsin. Merak ediyorum, aksi olsa nasıl bir ülke olurduk? Eminim, tam bağımsız ve tam laik… Mustafa Kemal’in Türkiye Cumhuriyeti Devleti olurduk, adına yakışır. Buradaki denklem şu: dışsal çıkarlar söz konusu olunca millete kulaklar tıkanır, “hayır”lar duyulmaz. Đçsel çıkarlar söz konusu olunca yine millete kulaklar tıkanır, “evet”ler duyulmaz. Sonuç: elde var sıfır. *** Ramazan ayında, her zamankinden daha çok muhabbet konusu olur din. Oruç tutanlar, tutmayanlar, açlık üzerine serzenişler, “ne zaman okunacak bu ezan”, harıl harıl market alışverişleri (11 ay açlıktan kıtlıktan kırılmışçasına), oruç tutmanın marifetiyle etrafını aşağılayan bakışlar, tutmayanlara müdahaleler, vs… Đşte, gerçek bir Müslü-

man toplumdan beklenen en insani davranışlar. Özetleyelim: sabırsızlık, hoşgörüsüzlük, asabiyet, şiddet, alay, küçümseme, öteleme, kınama, ayıplama… Uzadıkça uzar. Eee, Müslüman olmak gerçekten kolay değil, üstelik kafaların yeterince karışık olduğu bu ülkede. Şekle takılıp kalmaktan özü unutulmuş ve unutturulmak için de yoğun bir çaba içinde olunan din safsatası. Ben bu duruma gelmemizi de dış güçlere bağlıyorum. Bir din bu kadar dinlikten, bir millet de bu kadar insanlıktan çıkarılabilirdi. Haçlı seferlerinin yeni yüzü; ama toplum henüz farkında değil. *** Çadırlar… Açların, açıkta kalanların, en azından bir ay boyunca karınlarını doyurabileceği; ancak fırsat bulabilirlerse. Sıraya geçseler bir lokma aş yiyebilecekleri; ancak sırada yer bulabilirlerse, genelde iyi giyimli adamlardan. Pek kadın olmuyor. Çadır önlerinde bekleyen kadın pek olmuyor, gariptir. Erkekler hep aç bu ülkede. Çadırlardan fasıl sesleri geliyor, TV programları yapılıyor, görsel şölen; hepsi Tanrı için, biliyorum, biliyoruz. Din adına yapılanlar hep Tanrı için. Umarım Tanrı da biliyordur. Açlar, gerçekten aç ve ihtiyacı olanlar ne zaman çıkacaklar onur ve gurur mağaralarından? *** Çeşit çeşit arkadaşınız olursa, edilen muhabbetlerin de çeşitliliği elbet artar. Hâlâ yüzümde gülümseme bırakan, yine dine dair bir muhabbet. Đnsan Türkçe okuyunca Kur’an-ı Kerim’i; daha bir hoşgörülü, algı ve anlama kapasitesi daha geniş oluyor. Bunun için, tabii ki Kuran'ın Türkçe okunması ve anlaşılması gerekiyor. Türk toplumu korkuyu atarsa ve duvarlara astığı Arapça Kur’an-ı Kerim’leri Türkçe mealleri ile okursa, sanıyorum Müslümanlık gerçekten ve hak ettiğince yaşanacak toplumda ve eminim Türkler dahi kardeş olacak kendi içinde. Ne diyordum? Arılar. Arıları bulduk. Hani şu bilim adamlarının “arılar kayboluyor, yok oluyor” dediği arıları bulduk. Üstelik nereye gittiklerini de artık biliyoruz. Muhammed Seresi 15.Ayet: “Allah'a karşı gelmekten sakınanlara söz verilen Cennet’in durumu şöyledir: Orada bozulmayan su ırmakları, tadı değişmeyen süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Orada onlar için meyvelerin her çeşidi vardır. Rablerinden de bağışlama vardır. Bu cennetliklerin durumu, ateşte temelli kalacak olan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur mu? “(1) . Ayeti


Sayı 8

Sayfa 87

okuduktan sonra arkadaş devam etti “sırf Türkiye’nin %99’u Müslüman ve herkes cennete gideceğine inanıyor; Arap ülkelerinin nüfusu milyarı buluyor, onlar da cennete gidecek. Arılar da şimdiden süzme bal tedariki için nereye gidiyor, tabii ki cennete!”. Tartışılır tabii ki pardon asla ve kata tartışılamaz ve özellikle iniş sırasına göre ayet değerlendirmenin doğruluğu göz önüne alınırsa. Tebessüm ettirdi bu sav; ancak en azından “eline Kur’an-ı almış ve okumuş” dedirtti. Zaten önemli olan da bu değil miydi? Anlayarak okumak! Sanıyorum dünyadaki en iyi kapitalistler nasıl eski komünistlerse, yine dünyadaki en iyi Müslümanlar da deist ve ateistler olacak zamanla; çünkü okuyorlar, gerçekten anlayarak okuyorlar; üstelik anadillerinde, üstelik Türk’ün anadili Türkçe. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılında yaptığı güzel bir tespit ile son veriyorum yazıma (içinde bulunduğumuz yıl: 2008): “Masum halka beş vakit namazdan başka, geceleri de namaz kılmayı vaat etmek ve öğütlemek, belki de ömründe hiç namaz kılmamış bir politikacı tarafından vaki olursa, bu hareketin hedefi anlaşılmaz olur mu?”.(2) Biz anlıyoruz Ata’m, sen rahat uyu. Hayırlı bayramlar.

Dipnotlar (1) “Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali”, Diyanet Yayınları/86, s.507. (2) Su, K.Mükerrem, Mumcu, Prof. Dr. Ahmet, “Türkiye Cumhuriyeti Đnkılap Tarihi ve Atatürkçülük”, Milli Eğitim Basımevi, Đstanbul 1990, s.298.

naile.duman@politikadergisi.com


Sayfa 88

Politika Dergisi

P—Kitap: Đnceleme Evren YELKANAT

Victor Hugo: “Okumak gıdadır, okuyan insanlık bilen insanlıktır.”

Feliks Çuyev, Molotov Anlatıyor isimli eseriyle, Ekim Devriminde yönetim kadrosunda bulunan ve Stalin'in sağ kolu olarak isim yapan Viçeslav Mihayloviç Molotov ile belirli aralıklarla yaptığı 140 görüşmeyi bizlere aktarıyor. Stalin döneminde S.S.C.B' nin (Sovyetler Birliği'nin) 2 numaralı adamı olan Molotov, Soğuk Savaş zamanından Dışişleri Bakanlığı görevinde bulundu. "Alman - Sovyet Saldırmazlık Paktı"nda da imzası bulunan Molotov, soğukkanlılığı ve ödün vermezliğiyle tanınmıştır. Feliks Çuyev'in bugüne kadar Molotovla yaptığı görüşmelerini aktardığı bu kitap, bir anı kitabı değildir. Çuyev, sadece Molotov'un kendine anlattıklarını not almış ve Molotov'un ölümünden yıllar sonra kitabı yayınlamıştır. Kitapta, Türkiye ve Boğazlar üzerindeki denetim sorunu hakkında önemli açıklamalar yapan Molotov, S.S.C.B'nin Doğu Anadolu'dan toprak isteyip istemediği tartışmalarına da son noktayı koymuştur. Molotov'un birinci elden, Sovyetler Birliğin'de parti içi çatışmaları ve çekişmeleri, Lenin'in Troçki'ye bakış açısını ve Stalin'in tüm karakteristik özelliklerini ortaya koyması da kitabı ilginç kılan özelliklerden biridir. Sovyetler Birliği'nin kuruluş aşamasından, 2.Dünya savaşının sonuna kadar yaşanan gelişmeleri, bizzat Sovyetler Birliği'nde yönetimde bulunan birinin ağzından çıkan cümlelerle tahlil etmek, bakış açımızı çeşitlendirmek açısından oldukça yararlı olacaktır.

Günümüz toplumunda en fazla tartışılan konulardan birinin devletçilik olduğu yadsınamaz. ABD'nin, batan kimi bankaları ve finans şirketlerini devletleştirmesi çok günceldir. Hatta ABD'nin kendi içinde devletçi uygulamalarla sorunlarına çözüm bulduğu, dış dünyaya ve ezilen uluslara karşı ise liberalizm kartını oynadığı tartışması bu günlerde alevlenmiştir. Bu tartışmaları daha sağlıklı hale getirebilmek ise ancak, devletçiliğin hangi ilkelere dayandığını ve bir ideoloji olup olmadığını ortaya koymakla gerçekleşebilir. Nevin Çoşar'ın bu tartışmaların temeline indiği kitabı Türkiye'de Devletçilik; Korkut Boratav, Emre Kongar, Z.Y.Herslag gibi yazarların, devletçilik üzerine görüşlerinin yanı sıra; devletçiliğe geçiş dönemindeki bazı yazarların, o dönemde (1920-1932), devletçilik hakkındaki kimi yazılarına da yer veriyor. Đsmet Đnönü, Ahmed Hamdi Başar, Recep Peker gibi cumhuriyet döneminin önemi simalarının devletçilik hakkında görüşünü ortaya koyan bu eser, devletçiliği bir sistem olarak gören KADRO hareketinin ünlü teorisyenlerden Vedat Nedim Tor'un devletçilik anlayışını da Nedim Tor'un kendi cümleleriyle bize aktarıyor. Ilımlı devletçilik ve Radikal devletçilik arasındaki tartışmalarında önemli bir yer tuttuğu bu eser, devletçilik hakkında bilgi sahibi olmak isteyen her yurttaş için eşsiz bir yapıt.

kultursanat@politikadergisi.com


www.politikadergisi.com — iletisim@politikadergisi.com

Gençliğe Hitabe Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyeti'ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Teşekkürler… > Uludağ Üniversitesi Eski Rektörü Prof. Dr. Mustafa Yurtkuran’a > Değerli Hocamız Yrd. Doç. Dr. Sertaç Serdar’a,

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel, senin en kıymetli hazinendir. Đstikbalde dahi, seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dahilî ve harici bedhahların olacaktır. Bir gün, istiklâl ve Cumhuriyet'i müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok namüsait bir mahiyette tezahür edebilir. Đstiklâl ve Cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elîm ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri, şahsî menfaatlerini, müstevlîlerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bîtap düşmüş olabilir.

> YeniÇağ Gazetesi Yazarı, Sayın Arslan Bulut’a

Ey Türk istikbalinin evlâdı! Đşte, bu ahval ve şerâit içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur!

> Değerli Eğitimci ve Yazar Sayın Emre Kongar’a

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

> Milliyet Gazetesi Yazarı, Çok Değerli, Sayın Melih Aşık’a ve Tabii ki Haldun Ertem’e > Metin Tınay ve Verim Hosting’e > Tüm Emeği Geçenlere > Ve Tabii ki Desteğini Bizden Esirgemeyen Tüm Okurlarımıza Politika Dergisi’ne verdikleri destekten ötürü teşekkürü bir borç biliriz.

Not Bu sayımızda yazarlarımız Osman ACAR, Taşkın YAYLA, Miraç ÇEVEN, Özgür Pınar IŞIK, Fırat ÖZDEMĐR ve Cihat ERCOŞKUN’un yazıları çeşitli nedenlerden dolayı yayınlanamamıştır. Okurlarımızdan özür dileriz.

20 Ekim 1927



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.