Klozet Fanzin #07

Page 1


PaslI Makas



Joshua

Mae Page

ikişer üçer çıkarken merdivenleri dörder beşer çıkardı üzerindekilerini boynuzları ve kırbacıyla göğün karşısında dimdik memeleri boyun eğmez Tanrı çatsa da kaşlarını asla! açtı camı sonuna kadar

sonsuzluk sonsuzluk sonsuzluk ayaklarının altında! yükseldikçe yükseliyor iki sonsuzluk arasında durmak yok asla

rı yuka rı yuka

daha fazla sonsuzluk sonsuzluk ayaklarının altında! şimşekler çakıyor kaşları çığlıkları avaz avaz semada! küçük çocuk annesinin eteğinin altında

-şişş sadece bi gök gürültüsü bu joshua

ve şeytan kadın bulutlarda karalttı rimelleri çarşaf denizi damla damla

-şişş sadece gece ve bir nisan yağmuru korkma joshua şeytan kadın savurdu kırbaçını alt sonsuzluğa

şak şak şakk kana kana kan


ş

ı

p

şıpp -şişş sadece deprem gün doğumda her şey bitecek joshua şeytan kadının kahkahaları hah hah hah -korma joshua sarıl babana şeytan kadın boynuzlarını sapladı azgın toprağa -sadece bi heyelan

ç

ı

ğ

L

k

ı L

a çığlıklar

r

çığlıklar kulaklarda -ağlama joshua baban yanındaah

hhhh

h



.

.

FILLERIN

DÜSÜ . Sanırım biraz düşünmeye olduğumuz kıvrak zekamız liyiz. Bir şeyler düşündüğümü basta ne düşündüğümü kafamdaki filler celere gebe. döngüsü her karmaşıklaşarak durumuna getirir teoride varolduğumun biliyor olmamsa hiçbir mek düşlerin ve benim için.

başladığımızda hepimiz sahip sayesinde aklımızı yitirmeye mehildüşünmeye başladığımda bunu düşünmeye başlayarak en unutur hale geldim artık. sürekli yeni düşünbu düşünce kısır seferinde daha da beni düşünmeme diye korkmaktayım. en büyük kanıtı düşüneşey düşünemediğimi düşündüşüşlerin en kötüsü olmalı . . sair Ceketli KIz .


GURBET

.

ermintrude

Adım Gurbet. Devletin bildiği yaşım on altı, kemik yaşımsa yirmi birmiş. Ağabeylerimin elini öpüp başına koyduğu, kurulduğu yerin hanenin başköşesi ilan edildiği, cam önündeki divanın sahibi, eli daima tesbihli, yüzü daima karanlıkta kalan babam… Babamın babası. Bir defa olsun atam deyip yanına sokulmadığım, yemek vakti sofrasını önüne devirirken gözlerimi de yere devirmek zorunda olduğum dedem, ağabeylerime; “Gurbet’in ölüsü dirisinden makbuldür o vakit” demiş. Çarşafları seriyorum ipe… Sakız gibi edebilmek, üzerlerine bulaşan günahtan her birini arındırmak için ellerimin derilerini çatlattığım, tırnaklarım kanayana dek çitilediğim bu upuzun çarşafların suları damlıyor şıpır şıpır. Ökkeş ağabeyim dağ gibi dikiliyor arkama. Nefesini duymuşum. Elleri geziniyor üstümde, canım yanıyor bu sefer. Öncekilerde bu kadar yakmamıştı canımı. İçeri bir gidem bakam hele diyorum. Gel sen hele bir diyor. Sefer ağabeyim de gelmiş. Sürükleniyorum bir vakit, yere çarpıyor sırtım, üstüm başım toza bulanıyor, yine canım acıyor… Yıkadığım çarşaflar gibi zaman da uzayıp gidiyor… Dakikalar boyunca canımı yakıyorlar, yine yakıyorlar. Başımdaki yazmayı ağzıma dolamışlar, sesim çıkmıyor. Sesim hiçbir zaman çıkamamış ki zaten… Beni zelil edenler ne diye böyle telaş edip bir de yazmayı ağzıma tıkıp buruştururlar ki? Yıkanacak bir çamaşır daha çıktı başıma… Kusup duruyorum bir vakit sonra. Anam dikiliyor başıma. Kolumun etlerini büküp, ağzıma tokat çarpıyor. “Doğruyu söyle hele kancık, ne vakit kan geldi en son?” Bilmiyorum diyorum. Bilmem ki ben böyle şeyleri. Kandan hep utanmışım ben. Her ay kan geldiğinde yüzüm kızarmış benim on bir yaşımdandır. Evlenince ilk gece de canın çok yanarmış, çok kan gelirmiş. Ben korkarım kandan. Bilmem en son ne zaman görmüşüm. Anamın yumruğu çocukluğumda olduğundan daha sert inip kalkıyor tepemde.


“Kız yüklü müdür Sultan, eminsin? ... Yüklü diyorsun. O vakit işin icabına bakmalı. Yarın bir gün doğacak bu piç, hanemize senin bu orospu kızın gibi uğursuzluk getirecek. Madem bu işin altında Ökkeş’le Sefer var, bu işi temizlemek de babalarına, Öcal’a düşer. Bu eve damat girdiğin gün aile haysiyetini kollamaya yemin ettin damat. Madem oğulların suyu bulandırdı. Arındıracak olan sensin…” Kadınlar “çarşafları” sakız ederken , erkekler namuslarını sakız gibi beyaz tutma peşindelermiş. Bunun için kan dökmeye bile razılarmış. Temizliği pislikle örtmekmiş onlara göre “arınmak”… On sene evvel babamı toprağa koyduran anam bugün bir vaveyla koparıyor. Teessürünü kurumuş gözünden akıtamadığı damlalara küfrederek zerk ediyor ortalığa. Çekiyor gelinbeğlerim bir kenara anamı.” Sus Sultan” diyorlar, “sus”. Anam susuyor… “ Günahı kızının boynuna, senin bir suçun yok bunda, ne figan edersin Ata’ya?” Kalın parmakları ile başımı kayalara çarpa çarpa suya daldıran eniştem soluğumu ciğerlerime hapsetmek için var gücüyle asılıyor boğazıma. Çırpınıyorum bir iki. Takatim tükenmiş… Kollarımı suya düşerken, ağzımı bağlayıp kirlettikleri yeşil-kırmızı yazmayı da suda sürüklenirken izliyorum. Bu canımı son yakışları artık diyorum içimden, ciğerime su doluyor… Gökyüzünden hanenin çatısı ne de tuhaf görünüyor. Atam olacak beğ bahçedeki çardakta oturmuş yemen kahvesi elinde, tütününü çekiyor ciğerine. Benim ciğerime su dolarken, kesif bir acı ile genzim sızlamıştı… Ata Beğin ciğerine dolan tütünün dumanı belli ki ona keyif veriyor.Kurumla havaya savuruyor ağzından çıkardığı gri bulutunu. Artık canımı yakamazlar diyorum… Bunun için ölmem mi gerekiyordu?


Bunun için ölmem mi gerekiyordu? He ana söyle bana. Bırak yuduğun çamaşırı da de hele. Sen susarsan kim verir cevabı bana bunun, kim görür beni? Sen de atanın “hata” gördüklerinden değil misin sanki? Ben değil miydim atanın soyundan gelen ağabeylerimin zulmüne karşı zorla susturulan? Suç bizde değildir, el ele verelim, yanımda ol dediğimde neden önce tokat atıp sonra da benden yüz çevirdin? Aynı zulme bunca vakit boyu eğmişsin diye sende kusur aramadım. Sen ve senden evvelkiler boyun eğdirildiniz, eğdirileceksiniz. Peki sonrakilere ne olacak? Ben niye öldüm ana? Ölmemek için, sesimizi boğazımıza basıp susturanlara karşı durmak için sen, senin gibilerin ellerinden tutup kalkamazsak halimiz neçe olur? Kaç altı bin yıl daha bu zulme katlanılır? Gözümüzü ne vakit özgürlüğe açarız?



... Ne zaman yalnız kalınsa, yani biz ne zaman okuyup bakmayı unutacağımız raflara kaldırsak saatleri, saman yaprakların kokusu sarhoş eder gece yarılarını. Gece yarıları ki gitmelerin dümdüz taranır saçları. Soğuk rüzgarlara yer etmiştir her teli. Gitmek ne içindir? Devrilen saatleri altımıza yol yapma isteği, sarsar içinde kalmalık konutlar yaptığımız koca şehri Yalnızlığın kabullenişine eğilirken başım, ellerin bir bir çoğullaştırırken geniş zamanlı cümlelerimi, çalgılar çengiler çoğalır. Gitmeler, diyorum, gitmeler kalıp kabullenmeye fırsat bulamadığımız her anın endişesini kabullendirir. Kabullenişte korku da sakinlik de tanıdık. Gitmeler, diyorum, pasaklı kız çocuklarının saçları gibi yollarda. Güneşini gece düşündüğümüz Merve Gülgü



SaygIsIzlIGa övgü; acI çekene saygI! EMEK EREZ Saygısızlık edesim var bayım! tüm otoritenize, o şehvetli duruşunuza, olmayan vicdanınıza. Saygısızlık edesim var bayım! Adaletinize, hukukunuza, hoşgörünüze, eşitsizlik üzerine kurulu saygı bekleme anlayışınıza. Saygısızlık edesim var bayım! Acılarımıza yaklaşımınıza, devletinize, polisinize, her türlü baskı aygıtınıza. Saygısızlık edesim var bayım! Medyanızla biçimlenmiş, panoptikon toplumunuza, tüm gözetim aygıtlarınıza, tüm kurumlarınıza. Saygısızlık edesim var bayım! Genel ahlakınıza, genelinizin dışında kalanlara olan tavrınıza, bize dayattığınız bu yaşama saygısızlık edesim var. Saygısızlık edesim var bayım! Hayvanları deney malzemesi yapan o bilim anlayışınıza, üstten bir dille anlattığınız pozitivist öykülerinize, modernist kafalarınızla biçimlemeye çabaladığınız toplumunuzun her türlü değer yargısına. Saygısızlık edesim var bayım! Homofobik tüm yaklaşımlarınıza, farklılıktan dem vurup, her türlü tekilci politikayı söylem haline getiren iktidarınıza. Saygısızlık edesim var bayım! Çizdiğiniz vatan sınırlarına, tel örgülerle çevirdiğiniz tüm kara parçalarına, döşediğiniz mayınlara saygısızlık edesim var! Saygısızlık edesim var bayım! Tüm savaşlarınızda öldürdüğünüz çocuklar adına, bombaladığınız atların acılı ruhları adına, sonunu getirdiğiniz dünyanın tüm yaşayanlarının hıncıyla saygısızlık edesim var!


Saygısızlık edesim var bayım! Her türlü disiplin mekanizmanıza, ordunuza, sokaklarımızı çalan tanklarınıza, tüm silah fabrikalarınıza, füzelerinize, bombalarınıza, kimyasallarınıza. Saygısızlık edesim var bayım! Tüm bayraklarınıza, vatan millet şiirleriyle açtığınız derin bellek yaralarına, denize döktüğünüz düşmanın insan olduğunu anlatmayan, topraktan fışkıran kanın şehit kanı olduğu meşruiyetine sığınan tarih yazımınıza saygısızlık edesim var! Saygısızlık edesim var bayım! Bu dünyada bize geçmez acılar bırakan politikalarınıza, bir coğrafyadan diğerine fikirlerinden dolayı sürgün ettiğiniz, yaşını büyütüp astığınız o güzel insanlar adına saygısızlık edesim var! Saygısızlık edesim var bayım! Tüm yasak elmalarınızı yiyip, tüm yılanlarınız tarafından kandırılasım var, yasakladığınız her ne varsa yasaklarınızı delesim var! Tüm kapalı mekanlarınızı dumanlayıp, tüm hava ve kara sahanızda sarhoş olasım var! Saygısızlık edesim var bayım! Çünkü acı çekiyorum ve bu nedenle de acı çekene övgü, saygısızlığa saygısızlık diyorum tüm vicdanımla.


BAK

.

PIJAMALI LAMA

Günler alacak yaşamak. Haberin ise ya var, ya yok. Tabi ki yok! Ağlamayacağını sanıyorsun oradan buraya kesişen yolda. Elini bırakacak tanrı, şeytan ve melek verecek yanına birer tane. Zaten sonra bir daha hiç kimse yeterince tutmayacak elini. Terleyecek ve acıkacaksın, Aç kalacak ve ağlayacaksın. Köreleceksin, nankörleşeceksin. Unutacaksın kuraklıkları. Daima yağacak sana hayat, varıyla yoğuyla. Akışkan şehirlerde durup dururken kaybolacaksın. Bocalayacaksın önce rakamlarla tanışınca. Yaşayacaksın sonra hunharca. Cümleler kuracak ve hüzünlenip içeceksin. Çok yaşlanacaksın anlamadan. Samanlıkta iğne aratacaklar, Bulacaksın. Kaybettirecekler. Acı çekeceksin at gibi. Seni asla vurmayacaklar. Çok koşacak çok kırbaçlanacaksın. Tutam tutam saçlarını yolacaklar iki haneli yaylı tüfeklerle. Ölmek isteyecek, mektupları bile yarım bırakacaksın. Gece kafana düşecek, Şehirlerce yürümeyi öğreneceksin. Sandalye minderlerinde uyuyacak, delireceksin. Haberin yok Tanrı bıraktı elini.


Yanındaki her şey; içinde. Asla gidemeyeceksin bir daha. Geldin bir kez . Gidemez ve ölemezsin. Dünya yok.


.

Ama ya ‘insan’ iseler? . . SIBEL YERDENIZ Bir süredir bilmediğim bir dili öğrenmeye çalışıyorum. Bana her şeyiyle çok yabancı gelen bir dili. Ama aynı zamanda çok tanıdık da gelen. İyi tarafı beni gündelik hayatın karmaşasından, yaşadığım ülkenin çarpıtılmış gerçeklik algısından, politik ve popüler kültüründen uzaklaştırması. Kötü tarafı, ana dilimde okuyup-yazma eylemlerinden bir süreliğine uzak durma ihtiyacı. Hayatın gerçekliğine ayak uydurmanın bin bir yolu var. Uyduramamanın da. Dehşete düştüğüm zamanlarda, umarsızca yazmaya oturmam bundan. “Var oluşun anlamı ne?” Artık kendinize bu soruyu sormuyorsanız -ya da hiç sormadıysanız- benden çok ileridesiniz demektir. Benim bilmediğim birşeyi biliyorsunuz. Edebiyat hocasının “Yaşamınızın en güzel ve en kötü deneyimini anlatınız” sorusuna, genç Traffaut “Yaşamın kendisi hüzünlü bir deneyimdir” diye yanıt verir. “Benim hayatım bu. Ne neşeli, ne hüzünlü. Benim maceram yaşam. Çok uzun süre gökyüzüne bakmam, çünkü gözlerimi yere indirdiğimde dünya bana korkunç görünüyor…” Uzun uzun gökyüzüne bakın. Uçsuz bucaksız ve sonsuz olana bakın... Gözlerinizi yere indirdiğinizde ne görüyorsunuz? Bugün, bu ülkede, hemen yanı başımızda -bütün o şatafatlı cumhuriyet, milliyet, ileri demokrasi, medeniyet, adalet ve kalkınma söylemlerinin arkasında- neler görüyorsunuz?


Manşetlere, üçüncü sayfa haberlerine, her gün ekranlardan evlerinize boca edilen onlarca habere bir gözatın. Nasıl bir coğrafyada yaşıyorsunuz? Memleketinizin ruh hali nasıl? Dönüp bir de kendi içinize bakın. Nasılsınız? Yalnızca geçtiğimiz hafta içinde önümüze düşen haberler karşısında neler hissettiniz? Kafanızın içindeki çekmeceleri açıp, her bir haberi işaret edilen yerlerine koyup, hemen unuttunuz mu? Ya da hâlâ dehşet içinde misiniz? “Tartıştığı nişanlısını –sevdiği kadını- kafasını kayalıklara vura vura öldürdü…” Namus cinayeti. “Eğitim sırasında kalp krizi geçirdiği için yere düşen bir askeri, tekmeleyerek ölümüne neden olan komutanları ‘onar ay’ hapis cezası aldı...” Eğitim zayiatı… “Tatile giderken annesinin evde yalnız bıraktığı iki aylık bebek, açlık ve susuzluktan öldü...”Canavar anne! Bir keresinde Yusuf, gözaltında maruz kaldığı ‘insanlık dışı’ işkencelerle ilgili şöyle söylemişti: “İyi ki gözlerimizi bağlıyorlardı. İşkence sırasında en büyük korkum bir şekilde gözbağımın açılmasıydı. İşkencecilerin, bu dünyaya ait olmayan vahşi yaratıklar, birtakım ‘canavar’lar olduğunu hayal ediyordum. Bana dayanma gücü veren tek şey buydu. Ama ya ‘insan’ iseler? Bu ihtimal beni dehşete düşürüyordu. Düşünsene, eğer bize bunu yapanlar insansa, nasıl devam edebilirdik yaşamaya?”


Hepimiz dehşete düştük. Nefes alamadık. İçimiz kıyıldı. Ama hiçbirimizin gözbağı yok. Karşımızdaki insanı ‘canavar’ olarak hayal etmek bizi kurtarmayacak. O yüzden tekrar tekrar soruyorum kendime; İki aylık bebeğini, dokuz gün boyunca yalnız bırakmayı göze alarak ölüme terk eden anneyi; on beş günlük bebeğini, depremde, devasa bir beton yığınının altında sıkıştıkları yerde, iki koca gün ve gece boyunca tükürüğü ile beslemeye çalışan anneden daha çaresiz kılan ne? İçinde ürkütücü derecede yalnızlık barındıran bir ruh? Paramparça bir akıl? Ölümcül korkular? Ya da hepsi birarada... Ne biliyoruz hakkında? Dış görünüşü ile ilgili hikâyemiz çok. Ya içi? Önyargılar ve varsayımlardan öte ne var elimizde? Dünyaya vaktinden önce gözlerini açmış, birkaç aylık yaşamında çokça yalnız kalmış, açlık, susuzluk ve ilgisizlikten kuruyarak ölmüş bir bebeğin morg çekmecesindeki ‘sahipsiz’ yalnızlığının anlamı ne ise, annesinin yalnızlığının anlamı da odur. Kelimelere sığmayan, devasa, canavar bir yalnızlık… Aramızda bunca insan kalabalığı, bizi ayıran ve çarpıtan bunca şey; topluma şekil ve yön verenlerin rant, şiddet, tehdit ve saldırganlığa dayanan politikaları olmadan birbirimizin içini görebilseydik ne olurdu? Bize diğer cinayetleri ‘sıradan, kabul edilebilir, alışıldık’ vakalar olarak kodlayan ama –muhtemelen şizofren- bir anneyi ‘canavar’ olarak işaret eden ‘erkek medya’ olmadan ve gözlerimizi kaçırmadan yaşadığımız toplum ile yüzleşebilseydik?


Daha mı çok dehşete düşerdik? Daha mı az şaşırırdık? Daha mı yabancı gelirdik birbirimize? Yoksa daha mı tanıdık? Biz insanlar birbirimiz hakkında ‘gerçekte’ ne biliyoruz? En yakınımızdakileri ne kadar tanıyoruz? Bütün o ‘ötekiler’ aslında bize ne kadar yabancı? Daha önemlisi biz, kendimize bu kadar yabancı olmaya nasıl katlanıyoruz? Medyanın görevi nedir? Yargıçlık mıdır? Öğretmenlik midir? Akıl hocalığı mıdır? Halkların, iktidarlar ve medya aracılığı ile zihinsel olarak sakatlanmalarının bedeli nedir? Toplumda artan şiddet eğilimleri ile ilgili ‘otorite’nin tespiti ve bulduğu çözüm şöyle: “Bu asırda kötülüklerden ancak evlilikler yoluyla kurtulabileceğimizi düşünüyoruz. Çünkü toplumda öylesine yanlış işler yapılıyor, öylesine tüylerimizi kabartan yanlışlıklar, kötülükler görüyoruz ki bunların ilaçlarından biri de insanların nikâh altında beraber olmasıdır.” Eğer bugün içinde bulunduğumuz toplum sıklıkla ‘insanlıkdışı’nda bir yerlere savruluyorsa bu; hayatı, insanlar için yaşamaya değer kılanın ne olduğuyla değil, bize dayatmaya çalıştıkları sistemin/inançların kurallarıyla açıklamaya çalışan muktedirlerin eseridir.


Hayatın gücünün sığındığı yer ‘akıl’dı ama biz onun üzerinde ölüm uykusuna yattık. Cehennem kapıları açıldığında ilk gördüğünüz şey, korkunun ve çaresizliğin zehirlediği akıl ise, sorumluları çok uzakta aramayın. Eğer ‘kötülükler’ tüylerimizi ürpertiyorsa nedeni, bu denli sahteliği, samimiyetsizliği, iki yüzlülüğü ve çifte standartı içinde barındırma kabiliyetine sahip egemen sistemdir. Her şeyi bir anda hasmı ve hedefi yapabilecek kör bir öfkeyle ezilen, çürüyen toplum artık kendini sağaltma yeteneğini de hızla yitiriyorsa bunun sonuçları elbette ağır olacak. Ne bekliyorduk ki. Asghar Farhadi’nin ilk izlediğim filmiydi ‘Bir ayrılık’. Sonradan birkaç kez daha izledim, diğer filmleriyle birlikte. Her seferinde, üstümde bıraktığı etkiyi ifade etmem güç. Birkaç hafta önce ‘Geçmiş’ isimli son filmini izledim. Sinemadan çıktıktan sonra bir süre sokakta, kaldırımın kenarında oturdum. Lucie’nin, pencerenin ardında kalan, içimi ürperten yalnızlığını üstümden atmaya çalıştım. Bana göre edebiyatta Dostoyevski ne ise, sinemada da Asghar Farhadi odur. Hikâyelerinde ‘canavar’lar yok. Sadece ‘insanlar’ var.


İtaat, teslimiyet, adanmışlık, mesleki başarı, toplumsal ideallerden daha derin bir şey var. Şiddet ve zulümden uzak bir şey. Bizi ürkütmeyen ve korkutmayan bir şey. Gözlerimizi kaçırmadan bakabileceğimiz bir şey. Ama yine de ‘trajik’ bir şey... “Klasik trajedi, ‘kötü ile iyi’ arasındaydı ve biz iyinin kazanmasını istiyorduk. Modern trajedi, ‘iyi ile iyi’nin arasında geçiyor ve kazananı yok…” diyor. Bambaşka bir coğrafyadan, bambaşka bir kültürden seslenen bir adam; zamanı, mekânı, uzamı ve yeryüzünün tüm sınırlarını paramparça ederek ellerini uzatıyor ve –bir kuşun yuvasından yumurta alır gibiyüreğimi avuçlarının arasına alıveriyor. Dilini öğrenmezsem öleceğimi düşünüyorum. Beni, ‘anla ya da öl’ ikilemine hapsediyor. Geçenlerde bir yazısına “İyi filmler dünyayı değiştirir” diye başlık atmıştı Ercan Kesal. Bugün, bizim toplumumuz için hâlâ geçerli olan ‘klasik trajedi’ çağında; hayatı dönüştürecek, ‘kötülükler’ ve ‘canavarlar’dan uzakta, bizi gözlerimizi kaçırmadan bakabileceğimiz ‘insan’a bir parça daha yakınlaştıracak, üstümüzdeki ölü toprağını silkeleyecek en önemli şey ‘sanat’ değilse ne, bilmiyorum… Çünkü benim de Yusuf ’un sorusuna verilebilecek bir cevabım yok, hâlâ.


Şimdilerde, çok uzun süre gökyüzüne bakmamaya çalışıyorum. Kendime sıklıkla ‘başka bir hayat mümkün’ diye hatırlatıyorum. İranlı şarkıcı Mohsen Namjoo, Asgar Farhadi’nin ‘Eli hakkında’ filminin görüntüleri eşliğinde söylüyor: Söyle ey bahar yeli, nedir bu bahçenin hali?


Beyin Salonu NUR GÜLEÇ laflarım birikti. ağırlaştı. ağır laflar etmeye yelteneceğim sevdiğimden olacak seni devam edemeyeceğim. ağırlaşacağım. gözümün altındaki torbaları hafiflemek için yeryüzüne bırakacağım ama bir türlü uyuyamayacağım. dondurduğum anları beynimin bordo salonunda oynatacağım sevdiğimden olacak seni hep iyi hallerimizi koyacağım oynarken rol yapmayacağım sevdiğimden olacak seni senin rollerini de gerçek sanacağım filmin sonlarına doğru evlere dağılacağız sevdiğimden olacak seni arkana dönüp bana bakmadığına bakacağım yarın bakacak olma ihtimalini düşünürken hafifleyip uykuya dalacağım yarın olmayacak bilmeyeceğim yarın kafama o çok beklediğim tetrisin beşlileri inecek dimdik hissetmeyeceğim sevdiğimden olacak seni gördüklerimin suçunu gözlerime yükleyeceğim kalbimden yemeğe başladığım an beynimdekileri geviş getireceğim bir gün anıları öğütmeye çalışırken hepten kafayı yiyeceğim sevdiğimden olacak seni.


Çizim Jumper


-mürekkebimtükendimeryem altINdaG

her şimşek çaktığında tanrı deklanşöre basıyor aslında ve bizim gözlerimiz hep kapalı çıkıyor öyle şanssızız ki insan gerçekten hayret ediyor inanmak istediğimiz masallar var ama ayakkabılar hep küçük geliyor yanlış kurbağaları öpen ve uyanma güçlüğü çeken bir nesiliz yarım kalmış bir hayal görünce cebe atıyoruz o yüzden kuru ve yaş gibiyiz hep beraber yanıyoruz özleyince ağlamıyoruz gözümüze bir şey kaçıyor yaşlanmıyoruz mürekkep hep baş parmağımıza bulaşıyor kalemleri sınıyoruz yazıyor mu diye yazmıyor bin parçalık yapbozun kayıp parçasıyız o derece anlamsız anlarımız bozuk ama anlatımımız değil asla.


BI DAHA BI DAHA Gabriel

astım duş soluklarını kestim kafamda sıcak suları soktum elimi kuma bi sigara bi sigara daha ... çektim nefesimi semte karşı ceketim bile astı kaşı sesim bile çürüdü sonra bi sigara bir sigara daha ... yaktım aklımı 5 karış havada bi sigara daha kırdım dudak çatlaklarımı bi sigara daha boğdum gözümde büyüttüğüm bebekleri bi sigara daha masanın ayaklarını kırdım bi sigara daha bi sigara bi sigara daha İstanbul’un boğazı kurudu bi sigara bi sig... ahh ulan ah. ahh ulan ah.



. -. BAR SINEGI BAY PISUAR Sinek küçüktür ama mide bulandırır diye sayıklıyordum içimden. Bir yerlerden tam o sırada bir karasinek önümdeki bira bardağının içine düşüverdi. Buna pek düşmek denemezdi keza kimse bilerek düşmezdi. Ekstrem sporlarla uğraşanlar hariç tabi… Bu sineğin bir uçaktan kendini aşağıya bırakma olasılığı epey düşüktü. O sanki benim iç sesimi duymuş ve düşmüştü bardağımın içine. Böylelikle bardaki herhangi bir 50cclik bardakta hemen benim olmuştu. Mülkiyet işte… Bir kadını sahiplenmekle bardaki herhangi bir bardağı sırf kendi önünde duruyor, sen içiyorsun diye sahiplenmek aynı bokun lacivertiydi. Günde kaç dudak değiyordu acaba bu bardağa? Umarım iyice yıkıyorlardır… Sineğin benim iç sesimi duyduğu düşüncesi baştan sona saçmalıktı. Ama bar bu denli kalabalıkken düşecek başka bir yer yok muydu diye de geçirmedim değil içimden. Şans… Tamamen şans… Ya da şansızlık mı demeli? Benim için pek fark etmezdi keza bu küçük dostumla biramı paylaşabilirdim. Susamış mıydı? Sinekler susar mıydı? Yoksa uslanmaz bir alkolik miydi? Sinekler alkol alır mıydı? Belki de kanatları birbirine dolaşmıştı ya da bir derdi mi vardı bilmiyorum. Belki de gerçekten sayıkladığımı duyup yardımıma koşmuştu… Ben tüm bunları ışık hızında düşünedurayım o çırpınarak çıkmak istiyordu. Yardımcı olmaya niyetim yoktu. Onu içmemeye dikkat ederek yudumladım biramı, masaya geri koydum. Onu daha yakından incelemek için yaklaştım bardağa. Barmen tuhaf hareketlerimi görmüş olacak ki yanaşıp yanıma bardağa baktı ve; “Değiştirmemi ister misiniz?” diye sordu. Gerek yoktu. Aynen böyle söyledim ona da. Gerek yoktu çünkü. Onu izlemek hoşuma gidiyordu. Kendi çaresiz çırpınışlarımı izleyen Tanrı gibi hissediyordum kendimi ve ona baktıkça çocukluğum geliyordu aklıma: Öldürdüğümüz küçük canlıların cehennemde aynı şekilde bizi öldürecek olmaları falan… Bir de bir kadın vardı… Kütahya’nın porseleni soğukluğunda… Ahşap bir barda… ve bir de film…


Bukowski’nin “Bar Sineği” kadının takma adıydı aynı zamanda. Bazen size de olur mu bilmem ama benim başıma sıklıkla geliyor bu: Hayatım sürekli tekrara düşüyor. Sırf bu yüzden bazen yaşadıklarımı anlattığımdan derin bir şüphe duyuyorum. Keza hiç yaşamadığım şeyleri yaşıyormuşum gibi anlattığım gerçeğini ben bile kavrayamazken yersiz bir şüphenin içinde olduğumu fark edip düşmüş olduğum bu şüpheyi tam şu anda yok ederek işaret parmağımı bardağın içine daldırıyorum. Sıvı dolu bardağa düşen herhangi bir cismi parmaklarınızla yakalamanın ne denli zor olduğunu bilirsiniz. Bir de bu şey hala canlı ve kıpır kıpırsa işiniz çok daha zordur. Ben yardım etmek için çırpınırken o ise korkaklığının bedelini bu alkollü sıvının içinde biraz daha kalarak ödeyecek olmaktan korkmasa, bu kadar debelenmese onu oradan çıkarıp alabileceğim. Az önceki cümleyi ben kurmuş olamam. Sanki Tanrı benimle konuştu. Çok fazla içmiş olmalıyım. Hiç duymadığım sesleri duyuyorum. Belki de çirkin ses yoktur az bira vardır. Onu yudumlamamaya özen gösterip bir fırt daha alıyorum biramdan. İyi bir yüzücü olmalı ki daha hala boğulmadı. Artık onun için endişelenmiyorum. Bira bittiğinde hala onu içmemiş olursam ve o da hala boğulmamış olursa kendisine bir iki çift laf etmek istiyorum. Tamam, itiraf ediyorum; kazara biramın içine düşen bir sinekle dertleşecek kadar yalnızım evet. Bardaki klasik yalnız adam sendromuyum. Ama şunu da es geçmemek gerekir ki bar da güzel kadınlarla kaynamıyor. Sağımda solumda en az benim kadar çirkin, ayyaş herifler var. Ayrıca iğrenç kahkahalarıyla barın atmosferini doldurmakla yükümlü, dumanı ve müziği bölen birkaç kadın sesi duyuyorum ama kalabalıktan ve az önce barın ortasından geçen buharlı tren ya da sinek ilacı aracından ötürü onları da tam olarak göremiyorum. Türk filmlerindeki kötü adamlar gibi kahkaha atan kadınları görmüş dahi olsam yalnızlığımı onlara emanet edecek değilim elbette. Ben de bir Brad Pitt değilim ama bıyıkları olan kadınlarla oturup içecek de değilim. Kendi çapımda bir estetik anlayışım hala var. Yalnızız dediysek daha ölmedik. Ayrıca onları kahkahaya boğacak, yeteri kadar komik hikayem olduğunu da hiç sanmıyorum


Mahzar-Fuat-Özkan çalıyor barda. Üç tane kocamış adamın, ‘’Ne güzel şeysin sen, hep yaşın on dokuz,’’ diye şarkı söylemeleri rahatsız etmiyor beni. Ben sadece hiç on dokuz yaşında olmamışım gibi hissediyorum kendimi ve bu şarkıya fena içerlenip kederleniyorum. Bukowski okumaya başladığımdan bu yana kendimi yaşlı ve çirkin hissediyorum. Tavsiyem odur ki, on dokuz yaşında Bukowski okumaya başlamayın…



Terk eden tahtalar. Bülent Erk

Telaşlı adımlar atıyorlar. Ayakkabı boyası kokan insanlar. Haftanın başında küfrediyor geleceğine sonunda da bitiriyor geçmişiyle. . . Neyin var diyemeyecek kadar aciz bazıları da. Hala dünyanın onunla valste olduğunu sanıyorlar. Bir fıkra geliyor aklıma onlara armağan ediyorum. Gülüyorlar. . Elini tutuyor bazıları bazılarının. Gözleri boyalı bir palyaçoya dönmüş bazılarından bazıları. Yüzüne zorla kondurulmuş mutluluklar Elleri bazılarından koparıldığında anlayabilecekleri bazı gerçekleri henüz bilmeden, Boyalı gülücükler yolluyorlar. Umarsız bazılarının bazıları da. Amaçlı sadece. Bazıları da sadece evet haklısınlara gebe. . Haklısınız belki siz, belki biz, belki sadece ben. Haklı olabilirsiniz. Siz olunuz. Ben haksızlığımın haklılığıyla haklıyım. Bazende biz. . Pencerelerden sarkıyorlar insanlar şimdi. Yok postacı gelmiyor. Kalabalığın hızlı adımları hızlı hızlı bulduruyor yolun sonunu. . Yürürken meteforlar geliyor binlercesiyle eksik tahtalı kafamın aklına. Ne hoş. Geçince başına ince ince dokunmuş akça gelinliğin Lekeleyemiyor ellerimdeki ile ellerim.


Bu kayıp benim. Sizin ruhunuz duymuyor, uyuyor. Parmaklarınız havada söz istiyorsunuz daha dinlenilmeden evet haklısın deniyor. Ruhunuz duymuyor. . Kilitli bir kapının ardını meraka başlıyor kafamın beni terk etmiş tahtaları. Bir serüven yazıyor, çiziyor benden ayrı kendi fırçasıyla tuvale. Bense açıyorum kilitleri. Bir tahta daha terk ediyor beni hayal kırıklığıyla birlikte. . Ayakkabı boyası kokan insanlar geliyor. Haftanın ortası... Neye söveceklerini düşünüyorlar, Kafaları karışık. . . Tutuyor elini. Gülücük saçan boyalı suratların elini. Bir anahtar sallıyor elinde. Neyin var diye soruyor hiddetli ses telleriyle birlikte. Neyin var? Bir fıkra geliyor aklıma bize armağan ediyorum. Gülüyoruz.



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.