Klozet fanzin #15

Page 1



fotoÄ&#x;raf - Atike Elif Kalkay


tek çekimlik şarkının mısrasız şiiridir bu m e k t u p . ağır sanayi ürünü insan vücudu ve marx senden hiç söz etmedi. tek taşa kalmış sendikalı kumarbazlarız ama sen hiç sevemeyeceksin... nice: kelle siyaseti. nicelikli bakamadım sana, büyük boy menüler halinde servis ettim piskoz ataklarımın binimum her hayal ürününe. nitelikli gövde gösterisi bu aklı başında üç beş devrimci duygu işte. hem bugünlerde her zaman’kinden daha bir hayvan haklarına sahip çıkıyorum. hayvan gibi terimini etimolojisine kadar iliklerimde hissetmemdendir belki? belki gümüşsuyunda ilk polis baskınıdır kaçak hikayem? belki de mısrasız şiirler ile tanıştığın ilk açık mektuptur bu şarkı, olabilir mi? belki kapıya sıkışmış acı acı hani hayvan gibi kanayan bir sinema biletim var gidelim mi davetiyesidir? kılı kırk yaran ucuz şarabın kıpkırmızı kızıl anoreksiyası korkularım. korkma benden, ben senden tüm insanlık tarihinden dayak yemiş bir köpek gibi korkarken nasıl olsa sevemeyeceksin, korkma benden. illegal hikayem olmaya ne dersin? gayri meşru dudaklarına dikkat tehlikeli madde yazdığımı düşünsene ve ben kafamı uzatıyorum oraya ölmeyi bayılmak sandığım üç beş saniye içinde. aritmatik hesapların didaktik arifesinde klinik raporlu bir hastanın en hassas asal çarpanlarına ayrıldığı şu yada bu zaman diliminden, fi tarihinde bitmeyen cümlem. dünya varolmadan önce kesin içinde bişeyler patlamıştı o yıldızın, içimde iç savaşlar, bayılırım şuracıkta, herkes yıldız tozu sen leblebi tozusun diye bağırırım; öpmezsen beni, hadi. hadi gel çılgınca bir şey yapalım. birlikte hayal kuralım, tek fişek sigaramızda var. olmaz mı? ikaruslar istanbul surlarında. iki eşşek kafalı, bir hayal gücü iniyor içinden. ceplerinde kurşun. biri kalem, biri gizli özne. defnedilmiş son şarkı çalıyor orta kulağın mahalle köşesinde; polisler topluyor mermileri, delilleri, delileri, derileri. faili meçhul şahitler gambazlıyor serseriyi, kelepçeler intihar süsü veriyor ona ve denize dökülüyorsun ya bir gece, kaç denizde boğulduğunu bilmem ama hepsi hikaye. bir öpücüğün faturasıdır bu; tahsil edilmekten bıkılmamış. dik kendini en son döküldüğün iskelede.

kulakkurdu

03



Kırıntı Varımız, yoğumuz Narımız, soluğumuz Solgunluğumuzla Dalgındık Dağıldık, ufalandık Akarsunun yarıp çıkardığı vadilerdik Karnımızın kalıntılarını mavi alıp götürdü Denizlerin diplerine dolduk... Toprak kırıntısı olduk Hüzün kırıntısıyken yok olduk... Kızıllığı kızgınlıktı kızlığımızın, Yeniden var olduk...

ermintrude

05


Kaçın Kurası ve Yazım Hatası-Siz Kaçın Beni Bırakın Ben benden geçeli oldu epey. Böyle geçtim gittim yanından ben dediğim şeyin yüzüne bile bakmadım, bakamadım, baksaydım tükürürdüm sakallarına, sağlam bir tokat indirirdim yüzünün ortasına. Çünkü çok teşebbüsüm olmuştur intihara … Uyuyamadığım gecelerin sabahında, uyanamadığım rüyaların içinde, öylece sıvışıp gerçekten gerçeklik-ten gerçek bir ten arayışlarımın kucağına oturdum,güzel kadınların saçlarına kustum ve genellikle hep içimden konuştum. Kendi kendime kendimi dilimleyip sundum,didişmelerimi didikledim, dikkatsizdim… Kaçırdığım trenin, otobüsün, vapurun haddini hesabını bilemedim; durdum, durmak bir trafik levhasında anlam kazanıyordu artık; ölmek istemiyordum, kırmızı ışıkta duruyordum, kırmızıdan kaçıyordum, yakalandığımda ona kayıtsız şartsız teslim oluyordum. Alışmaktan korkuyordum bu bok çukuruna ama geçmiş olsun alıştım, bağımlısı oldum oksijenin, bağırsaklarımda düğümlenen hazzın; tüm teşebbüslerimi rafa kaldırdım, onları suni teneffüslere bıraktım. Kaşarlı bir tost ve gazoz için kantin önü kuyruklarında bekleyedursunlar onlar, ben beklemekten sıkıldım. Kendimi eve kapattım, perdeleri çektim, kapıları kilitledim, beklemiyorum artık… Evde yokum, hep olduğum yerde değildim, hiç olmadığım biçimlerde zaman üzerimden geçmekte, saat epey geç geç geç! Yeşil yandı arkadaşım geç!.. Ha pardon ne diyordum, ben benden geçeli oldu epey, böyle geçtim gittim ben dediğim şeyin yanından, geçmiş olsun …

tamekranzebanisi

06


Karanlık Oda Kapıyı aralıyorum, burnuma sanırım geçen yazdan kalma bir dışkı kokusu hücum ediyor. Cibiliyetsiz ve arsız bir koku. hemen kazağımın boğazını çekerek burnumu kapatıyorum. Böyle biraz daha az etkileniyorum. İlk adımı içeri atıyorsam da diğer adımım ısrarla kirişin dışında kalıyor. Bir kaç dakika onu ikna etmeye çalışıyorum, derken cesaretin kitabını yazarcasına bir hışımla içeri savuruyor kendini. Yerde yatan bir ırz düşmanına öfkeyle basacak gibi (Çevik ve tüm ağırlığını vererek) zemine topuğuyla iniyor. Ahşap döşeme bu önsevişmesiz hamleye bacaklarını açan bir orospu gibi cevap veriyor. Ayağım dizimin az aşağısına kadar saplanıyor. Seks literatüründe bunun bir ismi varmıdır diye merak ediyorum. Hayır yani eğer bir ad verilmediyse bu hamleye ellerimle öldürdüğüm ilkgençliğimin ismini verebilirim. Hafızamda canlanan bir kare beni bir kaç dakika sersemletiyorsa da toparlanıp iki elimle ayağımı çekiyorum dairenin “g” noktasından. Ağır ve kesif bir koku bütün organlarımı okşuyor. Kimyam erekte. Başım dik. Sabah olmak üzere, aydınlık bacakları ateşli tartışmalardan islenmiş komidinin Okyanusu ve yağmur ormanlarını andıran renklerini daha fazla saklayamıyor. Çekmecelerine bir zamanlar değerli eşyalar saklanan bu komidin artık miladı dolmuş bir deniz subayı gözleri gibi tıka basa toprak, nem ve maziyle dolu gibi. Örümcek ağlarından tanrının mucizelerinden ayetler sarkıyor. Dört isli bacağın arasında kopmuş bir oyuncak bebek başı, sanki gerilimi mi arttırmak istercesine bir korku filmi klişesi gibi oraya konmuş beni seyrediyor. Korkmuyorum. İtinayla yarıyorum sahneyi. Bir patlıcanı ortadan ikiye yarıp içini oyar gibi! Annemin maharetli ellerini taklit ediyorum bunu yaparken. Küçük bir çocukken arkadaşlarımla bulduğumuz porno dergilerini sakladığımız bir harabe vardı, burası bana orayı hatırlatıyor. Dökülen duvarlar ve parçalanan zemine bakınca ileride hiç bir bok olamayacak çocukların sırlarına olan o inanılmaz ihtiyacı görebiliyorum. Samimi geldiğinden tebessümle eğilip oralı olmuyorum. Ben hiç oralı olmam bu gibi zamanlarda. Nereli olduğumu bilmediğimden uzağımda kalan hiç bir toprağı memleketten saymıyorum. Buralı olmak ama tam da buralı! Oldukça eğlenceli geliyor. Adımlarıma engel olmaya çalışan rozetli kapsüllere pele gibi çalım atıyorum. Bir zamanlar acı çeşnili kokusuyla sofralarımızın ve sokaklarımızın vazgeçilmezi olan bu kapsüller, modası geçmiş bir kıyafet gibi buruşturulup kenara atılmış. üzerlerine kazılmış açıklamalarda c vitamini içerir yazıyor. İronik ve şaklaban. Adımlarım bu köhne kerhanede bir anahtar arayışında. Kutsal değerlere değil. Evrime, uzaya veya içimdeki kuruntulara açılabilme ihtimali olan o kapılar için bir anahtar. Sıvası dökülen duvarlarda ucuz ressamların parmak izleri gibi duruyor kat kat dökülen yapraklar. Mesela onca rengin arasında şampanya rengine takılıyor kalıyorum. Parmaklarımla abanıp dilimi gezdiriyorum duvardaki kadehe, zerre dönmüyor başım. Küfleniyorum en fazla. Yürüdükçe eskiyor ayakkabılarım, nedenini anlarsınız belki. Ben anlamıyorum. Pencerenin camları kırık dökük ve bu kirli kentin tozları zeminde kum tepeleri oluştururcasına yığılmış. Holdeki sahra da dengemi kaybedip düşmemek için duvalara tutunuyorum. Tırnaklarıma batan duvar kağıdı parçaları çivi gibi etime saplanıyor. Kanıyorum. Öyle kolay kolay kanmasam da kanıyorum işte önemli değil. Akıp giderken takvim yaprakları birer birer sökülüyor zamandan ve ben her inandığım yüzün peşinde elimde bir çiviyle koşturuyorum. Yüzlerine atacağım çentikle biraz daha insana benzeyecekler bunu düşünmek içimi ısıtıp peşine düştüğüm bu bencil ve acıtır duyguları daha sadakatle işlenmiş bir tanrı emri gibi kabul etmemi sağlıyor. İstediğiniz küfürü sıralamakta özgürsünüz. Derken sanırım bir kaç tekmeyle alt kısmında kocaman delikler açılan kapıdan içeri karanlığı mora çalan renkler dökülüyor. Uzanıp içeri bakmaktan kendimi alıkoyamıyorum. Duvarlarında asılı ucube tablolara gözüm çarpıyor. Saatte bilmem kaç kilometre hızla şişiyor göz kapağım. içeri girmek için kendimi salıyorum bir güvercini kafesinden salar gibi. Özgür, korkak ve ne yapacağını bilmez. Yerde duran halının üzerinden güveler uçuşup periler gibi etrafımda dolanıyorlar.

07

Alpova



Ütopyalar Ölü Doğar Bileğimdeki ince mavi damarlara bakıp daha fazla peri tozuna ihtiyacım olduğunu anlıyordum. Açlık tüm bedenimi alaşağı ediyor, Parmak uçlarım başka bir bileğe dönüşüp beşer parmak daha doğuruyordu. Daha fazlasına ihtiyacım vardı dünyana dokunmak için. Göbek deliğimin içine çekiliyor ve hücrelerimle sevişiyordu dünyanın tüm deliliği. Bakışlarımla hayallerime karşı olan göz süzmelerinizi göremediğim günlerde, Düşünceleriniz,arzularımın G noktasına şimşekler düşürüyordü. Islak nefesiyle tuzlu bir deniz yaratıyordu sırtımın orta yerinde. Ağzından,tatlı yağmurlar boşalıyordu nefesime. Ve karışmıyordu asla tuzlu deniz ve tatlı yağmur birbirine. Omurgası bulutlara tırmanmamı sağlayacak tek tek sayılması gereken öpülesi basamaklardı. Bir yıldıza konup,en uzun gecenin koynuna girmeyi bekledim. Gün batımını yaşamıştık,şafak vaktine giden bir yol çizmeliydik haritamıza. Ya da bunları siktir edin karanlığı doğurmak istiyordum etek uçlarımda. Gezegenlerin halkalarında yürüyüp hiç duyulmamış notalara bastık. Gittikçe hızlanan ritim nefes alış verişimin düzenini bozuyordu. Uçmayı istediğimiz gökyüzü belki atlantikti Ve belki de kanatlarımızı yırtıp yüzgeç yapmalıydık yaşamak için. Her yanım ay yanığıydı sevgilim. Oysa sadece zihnini aralamıştım.Işığa ihtiyacım vardı. Sen yaralarıma üfledin. Ve ben tekrar kestim yaralarımı. Üzerindeyken şeffaflaştığımı hissediyordum. İçime dolabiliyor,içimden geçebiliyordun. Ah o duygularımın tutsaklığına bekçi tüm duvarlara bir balyoz indiriyordu Tanrı,sen dudağımı her ısırdığında. Eminim,Berlin duvarının yıkılışından daha kutsaldı bu. Özgürlük en çok sana yakışıyordu. Topraklarıma bayrağını çekmeni istemiştim. Renk değiştiriyordu dökülen saçların gökkuşağının altında. Büyüyor ve kuşatıyordu belimi. bu ütopyayı saklamak istiyordum,sonsuzluğa geçiş kapısı olan bir bavulun içine. Ve nereye göç ederse ruhum,taşımak istiyordum yanımda. Güneşi tutup kolundan göğüs kafesime sürüklemiştin. Soyundum,çırılçıplak kalana dek.

09


Siyahın en koyu tonundan kör edici beyazı bulana dek. Bulduklarım,yitirdiklerimin hiç olduğunu gösteriyordu. Hayallerime baktım sadece,onları izledim eğer hissediyorsam. Çünkü hüzün dünyaya aitti. Ve ben ait olamazdım ne dünyaya ne de bir insana. Aşk,şiir,seks,şarap,çılgınlık,tutku,düş Sahip olabileceğim tek rüyam vardı,onun içindeydim. Yarattığımız ütopyamızda buluşup kendi dilimizi oluşturduk. Tom waits dinleyerek seviştik. 7 milyar insanın seçtiği yolu değil,düşlerimin içindeki patikadan gitmeyi seçtim. Yüzümü döktüm. Zamanı yaktım. Doğruları yanlışlarla karıştırıp,sınırsızlığı buldum. Ve Bir daha dönmek istemedim tüm mümkünlerin ütopyasından, Mümkünsüzlüğün dünyasına.

Dolunaygecesi

10


Tanrı Yıldızlara Üfledi ve Torbacım Kendisini Astı Belki de en fazla hayatta kalabilenin kazandığı bir oyundur bu yaşam. Son parasını masaya döktü. Bir kağıt ve birçok bozuk paranın yanında ufak ufak notlar yazılı kağıt parçaları saçılmıştı masaya. İzmit’teydim. Aldırış etmeyip evin salonuna doğru geçtim. Sonbaharın son dakikaları gibi cama çarpan ağaç dallarının salon içinde bıraktığı tenine durmadan batan küçük kaktüs dikenlerinden farksız bir acı tonu tüm odayı ısıtmıştı. Son parasıyla aldığı şarabı açacak bir tirbuşon yoktu evde, çatalladı, parçalayıp, içine yolladı mantarını. Şu an bir hayalim gerçekleşseydi eğer bunun kesinlikle burada bir şömine sobası olması olurdu derken ki bakışı gerçekten de işte tam da buraya aitim diyebileceğiniz bir histi. Televizyonun üstünden sarkan siyah çamurlu pantolonlarımız bir dilek gibi birbirine sarılmıştı tıpkı kendisini akıntıya bırakmış bir salın iki küreği gibi. Öylece baktı, duvara yansıyan mum ışığında, gittikçe büyüyen gölgesine anlamsızca karışan, Tom Waits’in liriklerine bölünen düşlerine. Radyonun sesini açtı. Well I hope that I don’t fall in love with you ‘Cause falling in love just makes me blue, Well the music plays and you display your heart for me to see, I had a beer and now I hear you calling out for me And I hope that I don’t fall in love with you. Sokağın başından sonunu kaplayan sis ve kömür kokusu pencerelerden içeri sızıyordu. Geçmişte yaşadığın bir anı tekrardan yaşarmışcasına ürpertici ve soğuk bir andı. “Bir gülücük kadar yakınım ölüme…” diye mırıldandı. Saat sabaha karşı 5’ti, Üstünü giyindi, Evden çıktı ve bir daha dönmedi.

kişiselmanifesto

11



... bu bir ipucudur kaçırmadan ben sosyetemi üstüme giyindim üstüne giyildim sosyetemin bir arada ceniniz kaşkol eldiven her birimizin farklı rüyasıdır apaçık öyle uzundur bazen kışsız yazsız çimdikleme girişimleri başarılı-başarısız (ve başarı nedir?) öyle kısa belki baharlı baharlı (ilk son ne fark eder?) bir tek içidir bilinebilecek olan dalıştan sıçramaya doğum mudur uyumak, şimdi önemli değildir: ki sav sunmuşlar beklemek eziyettir çürüttüğümdür kavuşmak bitmektir o kaygısı yaklaşanın başka yalnızlıktan (anlatayım.) göre göre değil de baka baka da olur bir arada göç edenlere hele gökyüzünde (çınarın toprağa sarılışına denk gelmiştim bir de) beklemek süregelen rüyamızdır sanki böyle korkmuyor muyum bitmesinden (bilinç kadar çok hem de) geri mi ileri mi sayım hangi mekanda hiçbir fikrim yok sosyetemin de yok ama işte birbirimize, birbirimizin cenin, kaşkol, eldiven ve mevsimlerin tamamı içimizdekini üşütmediğimizdir (rüyalarımız burada atar.) bekliyoruz işte göçler, sarılmalar (ısı daha fazla ısı.) doğum ışık mıdır soru bile değildir, şimdi önemlidir: ki sevgi beklemenin en rüyambaçlı yoludur kanıtladığımdır sarılmak devam etmektir. göbekten beslendiğim günden bugüne aynı kalan kalbimle tanrı kurumuna dilekçemdir: bu bir şiir sayılmayabilinir. farz ederim.

Buğra Kavukçuoğlu

13



Atike Elif Kalkay



hayat mı ? boktan.

Bir Güne Bir Ömür Sığdırıyor Kelebekler

günler, çalışmayan sifonlar sararmış sayfalarda resmi bir tatil veya milli bir yas ilanı siyah beyaz televizyonlarda gökkuşağı izleniyor o zamanlar kanun namına tutukluk yapan tüm namlular ne kadar doğru olmasa da bana doğrultuyorlar orman kanunlarıma yağmalanmış yangınlar ve canlı bombalar can simitleriyle karışıyorlar kalabalıklara masaya vurulurken tüm yumruklar nedense, patlayan kum torbaları vuruyor sahillere o sırada ruslar sıcak denizlerde deve güreşi oynuyorlar bizler sonsuza dek masada kaybediyoruz bilek güreşi değilmiş mesele daha ne kadar düşebiliriz diye düşünürken gelin birde yola düşelim diyor bir ses içimizden işsizliğin babadan oğula geçmediği topraklar için henüz geç değil diye düşünürken hayallerimizle... meksika sınırından geçemiyoruz bu seferde kendimizi kaybediyoruz masada sırra kadeh bastıkça sabahın ilk ışıklarıyla iz bıraktık kaldırımlara bulabilene aşk, dokunabilene meşk oluyordu ve o saatlerde üç kusursuz hakaretten içeri alınıyordum

17


çentikli zaman dilimleri paylaştıkça azalırken fücceten sen alınıyordun, en savunmasız yerimden ki ben, kalbine giden tüm kapıları çilingir sofralarıyla karşılıyordum aynı günün sabahında unutmak istiyordun beni gözlerin bir bayram temizliğini emir buyuruyordu bense, sana fark ettirmeden her şeyi bilinçaltına süpürüyordum kalabalığa karışmayı çok seviyordun bir o kadar da tehlikeli buluyordun o gün ilk kez sakallarım değil ellerin karışıyordu saçlarıma makas atıyordun bilmediğin şeritlere kontrolünü kaybettiğinde buçuk kalıyordun ve bildiğimiz tüm kurallar seni bana yuvarlıyordu aynı gün sessizce bırakmaya kararlıydın bu şehri bir düşün sensiz kaldığında İstanbul’u nasıl geçer bunca insan boğazından ... düşünmeden giderken sen ben kaçmaya başlıyordum her seferinde, teşhisi konulmamış bir hastalığa yakalanıyordum yaka paça içime atıyordum her şeyi göğüs kafesimde kuşlara dahi yer kalmıyordu sen hariç sen hiçbir zaman dahil değil ne güzel değil mi bir güne bir ömür sığdırıyor kelebekler sanırım ölmeden önce son kez yazıyorum

18

evrengünberi


Her Şey Geçince

Her şey geçince uyandırın beni. Tüm korkular gittiğinde öperek uyandırın beni. Tüm korkularım... Otobüsteki adamlar indiğinde beni uyandırın. Kalp ritmim normale döndüğünde,ellerim titremediğinde uyandırın. Siyah çantayı çöpe atın öyle uyandırın beni. Gözyaşlarım sessizce içime akmadığı zaman da uyandırabilirsiniz. Adamlar sinsice yaklaşmadığında... Bir kadın korkusuzca sokaklarda dolaştığı zaman öperek uyandırın beni. Ben uyuyorum;her şey geçince uyandırın beni.

Maja Mingo

19



Tiner

kalbimiz çatlar ilk çekişte damarlarımıza sıcak kucaklar sızar ve yeşil yaramaz çocuklar şefkate koşar dudaklarımızda baş dönmelerimizde anneler güler nefeslerinde gül ve bahar çoğalır yanar, çoğalır yanar.. babalar, biraz daha eksik.. çektikçe yerin göğe verdiği bir lunaparka döner baygınlığımız içinde rengarenk aylarla döndüğümüz bekçisiz bir lunaparka derken uçar tiner kurur bez kafası döner yeryüzü göğe verdiği sözden düşeriz dalgın bir anında başa düşmesi gibi elmanın gökyüzünün toprağından kopup bu soğuk, çürük elmaya düşeriz bu buzdan hiçliğe birer kurt gibi..

Lokman Kurucu

21



...

hepimiz,sus pus hava,pus dil sis içinde.. kahverengi bir göğün altında yıldırıcı bir sessizlik, tank, top, tüfek içinde.. şu ayağıma dolanan kördüğüm.. yıkıntıların doğurduğu, koca bir uçurum gördüm.. o küçücük gözlerindeki,korku, ödümü patlattı öldüm...

Seval Yürekli

23


Gördüm

uzun düşündüm haddinden fazla uzun düşündüm kısa yazabilecek kadar uzun düşündüm insan suya varınca önce kendini görür insan insana varınca önce kendini görür ben suyu gördüm, seni gördüm yanına vardım üzerinde yaprağı, içinde balığı gördüm özünde yüzü, güneşin alnında düşü gördüm bir yol; gözden arınmış kalbinin kalbine, aklının aklına giden adım atacak yönü gördüm

24

Muhammet Uzun Kadıköy ‘15


Laura

Yine bir sınav dönemi ders çalışmamak için bahaneler arıyorum kendime.Taze fasulye pişiriyorum kırmızı tırnaklarımla.Ruhum kadar mı taze yoksa yaşadıklarım kadar geçmiş mi son pişirme tarihi emin değilim.Pazardan alsam emin olurdum ama marketten kilosu beşe aldım. Kılçıklı çıktı bi de.Oturdum pişmanlıklarını ayıklıyorum fasulyenin.Çok da değiller;yarım kilo kadar.Chet Baker,”Laura” ile eşlik ediyor,ben soğanları ince ince doğrarken.Gözyaşlarım elbette ki soğandan!Aklıma sen gelmiş olsan gülümserdim..eskiden.Acı çıktı soğan ondan bu kadar aktı yaşlarım,ağlıyorum sanma.Evet,Laura da ektiledi biraz.Tamam!biraz da sen etkiledin,bir süredir hayatımda olmayışınla.Laura’nın ve sensizliğin boşluğunu domatesleri rendeleyerek doldurdum tabağa.Şimdi tam mevsimi domateslerin.Marketten de olsa tazeler tıpkı yazdığın şiirler gibi.Arada tırnaklarım törpüleniyor,karışıyor rende domateslere.Olsun,diyorum farketmez ikisi de kırmızı;beni ilk öptüğündeki yanaklarım gibi.Bi’ dakika ya!Nasıl oldu da fasulyeden bahsederken sana geldim?Artık sana olmamalıydı ki yazdıklarım.-oysa konu hep sendin,sonu da sen olmuştun-Gitmeliydim senden ya da gitmeliydi kokun parmaklarımdan.Bak!Ne güzel domates kokuyorlar aslında.Kavrulan fasulyeler sarıyor ruhumu senin yerine.Dayak yiyince susan çocuklar gibi domatesleri atınca duruluyor fasulyeler.-bir çözüm de değil ya dayak!-Ama fasulyelerin pişmesine yardımcı oluyor market domatesleri.Kısık ateşte on beş dakikada bütünleşiyorlar.İçine hüznümü de kattığımdan mı ne yerken parmaklarımı yiyorum.Artık ne sen kokuyorlar ne domates.Laura ile oturup halime gülüyoruz;gözümüzden yaşlar aka aka.

Övgü Kaya

25



...

Çürümüş duvarlar üstü bir mavilik kırıntısı bir yanı tel örgüler ile sarılı bir yanı yalandan bir ışık gölgesi çürümüş duvarlar epey yaşlı tıpkı çürük beyinlerin dayattığı yaşlılık, kasvetlilik etiketi gibi siyahın ve grinin boğucu mevsiminde maviyi katlettiler ruhların boşluğunda doğdu sonra hayalden renkler, yalandan perdeler beceriksiz gülümseyişler parladı söndü parladılar yıldızlar sonra son parıldayışlarıydı o ve çürük beyinler öldürdü tüm maviliği ve güzel yıldızları..

Şeri Torak

27



Muharrem Durakta otobüse teslim olmadan Üç dakika öncesi, Her terkediliş sonrası Kendine yabancı bir doğuş yaşar Muharrem Tabii Muharrem bu Kaç doğuş yaşadı bilinmez ama Bir kez bile ölmeyi beceremediği aşikar İki çivi bir araya gelirse, çıkar odaklı güreş tutar Üç çivi yapıbozum Dört çivi bir çarmıh ediyor Muharrem Bir çarmıha dördüncü çivi olmaktansa Terk edilirim dedi Bunu Muharrem söyledi Terk edildi Sığamadı bir çekmecedeki kırmızı ve yeşil kazağın arasına Otobüsten eksildi Sokak lambalarını tanımadı Kırmızının varlığını reddetti İhanet etti her gece, güneşe Tereddütsüzdü, tahammülü su kaldırır Arşimed’i bilmedi hiç. Bu bizim ayıbımız. Durakta otobüse teslim olmadan üç dakika önce Vazgeçti Muharrem Kafiye kulak içindir göz için değil dedi şair olmadığını unutarak Korkaklık insan içindir benim için değil dedi insan olduğunu unutarak Yaşam ölümün dip notudur mücadelesi değil dedi yaşamın ölümden farksız olduğunu unutarak.

Ufkum Ç.

29


fotoğraf - Ufkum Ç.


Sütlü Freud Okyanus özgürlüğü hafifliğinde,korkutucu bir yolda yürüyorum.Bastıkça boğuluyorum,bulanıyorum sanki.Yosunlar saçıyorum düşünen hücrelerimden.Tırnak aralarımda krem şanti tadında deniz kabukları...batıyorlar.Evet!Acıtıyorlar.Hissettirmeden.Farkına bile varamıyorum susturduklarımın.Düşünce kabarcıklarım öyle güçsüz kalıyor ki bu okyanusta.-oysa beni nasıl da alt ediyorlar her gece-Düşünceden daha ötesi,güçlüsü de varmış;arınıyorum.Yürüdükçe varıyorum bir kıyıya. Arka üstü uzanıyorum bir şezlonga.Kenarına şemsiye takılmış bardakla sütümü yudumlarken bir soluk alıyorum geldiğim yoldan.Düşünceler ötesine açılan bir kapı ışıyor o beyaz çizgide.Bilinç dışımın bilince giden yoluna ayak basacağım birazdan.Gittiğim yol yol mu?Bastıkça göreceğim.

31

Övgü Kaya


İçimden Dinliyordum

güneşi göndermezdik gaye sabah olsa bir omuz, bir parmak, kalça, tek ayak öyle bir sabitlik ki zaman aksa bozmaz gün aymaz, ten kahve tadı, çam kokar soluk bir koşmak ki şen şakrak, bayır aşağı meram; bir kuşun avazından, yastığın ayazından ben içimden dinliyordum bacaksız parmakları iki beyaz bir siyah, piyano sol yanından huzursuz kumaş parçalarından kanat yapmış tırtıl parmak uçlarında yüzer yaprak balığı öyle bir deniz ki tırnakları kızıl ödün veririz susarsak. sen kal, önce beni yak bir savaş ki bütün bayraklar beyaz dilimin ucunda ant, kelamlar yük şimdi gün döndü, gündüz söndü harflerin dördü; zaiyat.

32

Muhammet Uzun


üç oldu bak sözcükleri utanmadan har vurup yani olacak iç değil, allah belanı versin üstelik adı var kedinin, Şeref Şeref tedirgin oldu, ben utandım Adana il sınırına doğru koşacaktım utancımdan tuttum beni, bu üç kendimi tutuyorum bu çok zor bu çok kendime dokunmaktan eskiden de korkuyordum, bu üç üç diyorum üç kimine gün, sana Şeref demişler üstelik kedi üstelik diyorum, üstelik bu şekelerler de kimsesiz ulan müteredditim, allah belanı versin üç deyince kıvırcıklaşıyor saçların aklım bulanıyor kahkül mü kakül mü arada kalıyoruz toplumca ama sen toplumu bana bırak senin için bireyleştim bak ve şimdi yalnızım bu üç telaşlandım, önceden bardak severdim önceden noktalar kullanırdım kızarsın diye kızarsan, önceden nokta koyalım bu üç üç deyince ol bakalım, gelirken bıçağını al gülme hem, sen gülünce Mart geliyor, soykırım var nefret ediyorum ideolojik olmayan krokilerden bir göçmen ne denli bağlama çalabilir üç bakalım ama Türkmen Ahmet bulaşıkçı oldu n’aber, bu üç toparlan, Şerefi bakkala gönderemeyiz o yalnızca bir kedi Şereften ben utandım üstelik terkettin beni üstelik diyorum, allah belanı verebilir bana sorarsan özgüvenimi yitiyorum gördüğün gibi ve böylece söz vermiş bulunuyorum durduk yere her şey durduk yere gelişiyor zaten, salaklaşıyoruz

33


dünyanın tüm vedalarını tedirginlikle karşılıyorum, bu üç engel olamayınca güvensizlik kokuyor burnumu düşürüyorum koltuğa, koltuklaşıyoruz sarılsak da olur, ayağa kalk Türkçemizi geliştirelim, bu üç daha neler var neler, otur da seni kandırayım Şeref dükkanın sahibini yakinen tanır, kendisi kedi bir kedi düşün, sen hiç bir kediyi terkettin mi bir kedi sana ne yapmış olabilir o yalnızca Şeref almanyaya küstüm tevazu güldürüyor beni hem gülmem senin kah küllerini üflemeye sebep kaküllerini ben sevmiştim, öyle her kedi bilmez öyle her kedi Şeref kadar mahir değildir üstelik.

Ali C Yoksuz

34


รงizim - Bettie Mae Page




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.