ekim_2009

Page 1




6 8 18 22 26

sentezini arayan sadettin şehir: bursa topçu

güneybursa

Aylık Yerel Kültür Dergisi

ikinci zamanınsefer peşindegöltekin

Dağ-Der Yardımlaşma ve Kültür Derneği Adına İmtiyaz Sahibi ve Yazı İşleri Sorumlusu Erkan Aydın (Dağ-Der Genel Başkanı) Genel Yayın Yönetmeni Sefer Göltekin Yayın Kurulu İsmail Fedai Hüseyin Koçak İbrahim Ferik Mustafa Bay Fethi Yıldız Selami Acar İletişim İnönü Cad. Güneş İş Hanı No:74 Kat: 5 Osmangazi - BURSA Tel: 0224 272 58 58 Reklam Rezervasyon 0535 564 94 25 guneybursa@gmail.com

yaşam özer güzelliklerimiz-2 güleç dünyanın yarısı metin isfahan karaman

hobandanişment mehmet

Baskı

Demirtaşpaşa Mh. Ata Sk. No:10/B Osmangazi Bursa Tel: 0.224 25 25 717 Fax: 0.224 250 04 67 www.koseleciler.com.tr

güneybursa dergisinde yer alan yazı ve fotoğraflar tanıtım amacı dışında izinsiz kllanılamaz. Dergimizde yer alan ilan, yazı ve fotoğrafların sorumluluğu sahiplerine aittir. www.guneybursa.org www.dagder.org.tr

pelvan

gb

içindekiler 3 sporun birlik ve beraberliğe katkısı erkan aydın 4 haberler 6 sentezini arayan şehir: bursa sadettin topçu 8 geçmişle gelecek arasında ikinci zamanın peşinde sefer göltekin 12 oğuzlar’ın emaneti: kınık beldesi fevzi burhan 14 dağın saklı cenneti: düğüncüler köyü alper yıldız 18 gelenek ve göreneklerimizle yaşam güzelliklerimiz özer güleç 22 dünyanın yarısı: isfahan metin karaman-bufsad 26 hoban dede’nin köyü: hobandanişment mehmet pelvan 30 bir keles alpagut türküsü: avlusuna yuvarladım galbırı emel örgün


sunuş sunuş SPORUN BİRLİK VE BERABERLİĞE KATKISI Büyük bir coşkuyla başlayan turnuvalar özellikle birlik ve beraberliğimizin perçinlenmesine çok güzel bir örnek teşkil etmektedir.

M

erkan aydın

Dağ-Der Genel Başkanı

erhaba değerli Güney Bursa okuyucuları. Sizlerin de destekleriyle dergimiz 6. sayısına ulaştı. Dağ-Der olarak 6 ay önce Bursa’nın yerel kültürüne katkı koymak amacıyla yayınlamaya başladığımız dergimiz, istikrarının yanında içeriğiyle de Bursa’nın kültürel gündeminde haklı bir yer edindi. Tabii ki bunda siz değerli okuyucularımızın katkısı çok büyüktür. Temsilcisi olduğumuz dağ yöresine ve içinde yaşadığımız şehre olan sorumluluklarımız gereği bu yayını elimizden geldiğince sizlere ulaştırmaya çalışacağız.

anlamda zorlanmaktadır. Ancak inanıyoruz ki sizlerin de katkılarıyla burs verdiğimiz öğrenci sayısını artırabiliriz. Bu konuda özellikle katkılarınızı bekliyoruz...

Geçtiğimiz sayıda özellikle dağ yöresinin eğitim profilini ortaya çıkarmaya çalışmış sorunlara ve çözüm yollarına değinmiştik. Dağ yöremizin kalkınmasında eğitim faktörünün lokomotif görevi üstleneceğini belirtmiştik.

Hızla gelişen dünyada, teknolojinin hızlı yaygınlaşmasının bir sonucu olarak insanlar gittikçe bireyselleşmektedir. Bizler futbol turnuvası aracılığıyla bir nebze de olsa insanımızın birlik ve beraberliğini, yardımlaşma ve kaynaşma duygularını diri tutmaya çalışıyoruz.

Dağ-Der olarak daha önce de belirttiğimiz gibi verdiğimiz burslarla her ay yüzlerce üniversite öğrencilerimizin eğitim giderlerine katkıda bulunmaya çalışıyoruz. Ancak dernek imkanlarımızın kısıtlı olmasından dolayı çok sayıda ihtiyaç sahibi öğrencimiz ekonomik

Dağ-Der olarak her yıl B.Dağgücü ile organize ettiğimiz futbol turnuvasını bu yıl şehidimiz Samet Saraç’a ithaf ettik. Büyük bir coşkuyla başlayan turnuva özellikle birlik ve beraberliğimizin perçinlenmesine çok güzel bir örnek teşkil etmektedir. Zaman zaman yaşanan olumsuz örneklerini saymazsak, sporun toplum hayatının sosyal ilişkiler boyutuna kattığı anlam küçümsenemez.

Bu vesile ile turnuvaya katılan tüm takımlarımıza başarılar dilerken, desteklerini esirgemeyen yöre insanımıza ve Bursalı hemşehrilerimize teşekkür ediyoruz. Bu sayımızda da yine dopdolu bir içerikle karşınızdayız. Özellikle 5

sayımızda da dağ yöresi belgesel çalışmalarıyla dergimize katkıda bulunan BUFSAD belgesel atölyesi bu sayımızda farklı bir çalışmayla karşınızda. Metin Karaman’ın Dünyanın yarısı: İsfahan başlıklı yazısını ilgiyle okuyacaksınız. Özer Güleç, yöremizin kültür ve folklorünü anlattığı yazısında yaşam güzelliklerimizi hatırlatmaya devam ediyor. Köy ve belde tanıtımlarımızın yanında yazarımız Sadettin Topçu’nun “Sentezini Arayan Şehir: Bursa” başlıklı yazısı da bu sayının önemli çalışmalarından. Sözümüzün sonunda her zaman yaptığımız bir çağrıyı yinelemek istiyorum. Dağ-Der Kültür Merkezimizin restorasyon çalışmaları hızla ilerliyor. Sizlerinde destekleriyle Bursa’ya kazandırılan binamızın yakın bir zamanda faaliyete geçebilmesi için halen eksiklerimiz bulunmaktadır. Bu konuda hassasiyet gösteren tüm hemşehrilerimize teşekkür ediyoruz. Katkıda bulunmak isteyenler için hesap numaralarımız internet sayfamızda mevcuttur.

Zaman zaman yaşanan olumsuz örneklerini saymazsak, sporun toplum hayatının sosyal ilişkiler boyutuna kattığı anlam küçümsenemez.

www.dagder.org.tr Yeni bir sayıda buluşmak üzere, iyi okumalar...


haberler haberler AHİLİK KÜLTÜRÜ HAFTASI COŞKUYLA KUTLANDI

‘Ahilik kültürü’nü yaşatmak adına geleneksel olarak gerçekleştirilen ‘Ahilik Kültürü Haftası ve Esnaf Bayramı’ Bursa`da renkli görüntüler eşliğinde kutlandı.Bursa Esnaf ve Sanatkarlar Odaları Birliği (BESOB) Başkanı Arif Tak ile Sanayi Ticaret İl Müdürü Mahmut İnan`ın Atatürk Anıtı`na çelenk sunmasıyla başlayan etkinlikler, daha sonra Vali Şahabettin Harput ziyaretiyle devam etti.

Dağ-Der Halk Oyunları Topluluğu, mehter gösterisi ve kılıç kalkan ekibinin oyunlarıyla devam eden etkinlikler, Kırşehir`den gelen ekibin Ahilik kültürünü mizansen olarak yansıttığı ‘Şet Kuşatma` töreniyle sürdü. Vatandaşların yoğun ilgi gösterdiği gösteriler `Kuaför Show` ile devam etti. Törende konuşan BESOB Başkanı Arif Tak, Ahilik kültürünün yardımlaşma, dürüstlük ve fakire yardım gibi uygulamalarla ifşa edildiğini, Bursa`nın da bu kültürü diğer şehirlere göre daha kuvvetli yaşayan bir şehir olduğunu söyledi.

DAĞ-DER B.DAĞGÜCÜ FUTBOL TURNUVASI BAŞLADI

DAĞ-DER ile Bursa DAĞGÜCÜ Spor kulübünün şehir er Samet Saraç adına düzenlendikleri halı saha futbol turnuvasında heyecan başladı. Nilüfer Odunluk Mahallesinde bulunan Metropol Halı Saha Tesislerinde başlayan turnuvaya bu yıl 61 takım katılıyor. 2007 yılında Hakkâri Dağlıca’ da şehit olan Keles Gelemiç nüfusuna kayıtlı Samet Saraç adına düzenlenen turnuvanın başlangıcından önce DAĞ-DER ve DAĞ-GÜCÜ yöneticileri Samet Saraç’ ın Pınarbaşı Şehitliğinde bulunan kabrini ziyaret ettiler. Duygusal anların yaşandığı ziyarette bir dakikalık saygı duruşunda bulunuldu ve şehitlerin ruhuna Fatiha okundu. 61 takımın katılımıyla Metropol Halı Saha Tesislerinde başlayan Turnuva için bir de tören düzenlendi. Törene AK Parti Bursa Milletvekili Sedat Kızılcıklı, 22. dönem AK Parti Bursa eski Milletvekili Faruk Anbarcıoğlu, DAĞ-DER Genel Başkanı Erkan Aydın, Dağ yöresi İlçeleri Büyükorhan ve Orhaneli Belediye Başkanları, dağ yöresi köylerinin dernek başkanları ve Bursa’ da yaşayan çok sa-

yıda dağlı katıldı. Turnuvanın açılışında konuşan DAĞ-DER Genel Başkanı Erkan Aydın 16 takımla başlayan ilk turnuvada bu gün bu sayının 61 e ulaştığına değindi. Gün geçtikçe dağlıların bu organizasyona daha çok sahip çıktığını ifade eden Erkan Aydın amacımız dağlılar arasındaki birlik ve beraberliği, arkadaşlık ve dostluğu kaynaştırmak için bu turnuvayı düzenliyoruz görüyorum ki bu gün gelinen bu noktada bu hedefimizi büyük ölçüde ulaşmış durumdayız diye konuştu. Turnuvaya katılan tüm takımlara başarı dileyen Erkan Aydın turnuvanın centilmence ve kardeşlik havası içinde geçmesi temennisinde bulundu. AK Parti Bursa Milletvekili Sedat Kızılcıklı da yaptığı kısa konuşmasında “ bu

gün buraya bir milletvekili olarak değil uzun yıllar futbol oynayan ve sporu seven sporun içinden gelen bir sporcu olarak burada bulunuyorum bu turnuva DAĞ-DER ve DAĞ-GÜCÜ önderliğinde düzenlenmiş çok büyük bir organizasyon ben bu turnuvaya katılan takımlara başarılar diliyorum ve dağlılar arasındaki bu birlikteliğin ve bu beraberliğin her alanda da devam etmesini diliyorum ve burada şehidine sahip çıkan bir dağ yöresi insanını görüyorum diyerek takımlara başarı dileğinde bulundu. Turnuvanın açılış maçında Büyükorhan Belediye spor ile Sadağı Köyü karşı karşıya geldi zevkli ve çekişmeli geçen müsabakanın ardından maçtan Büyükorhan Belediye Spor 5–0 lık bir galibiyetle ayrılarak turnuvaya iyi bir başlangıç yaptı.


DÜNYANIN KALELİ KENTLERİ BURSA’DA BULUŞTU

Bursa kalesi hem de Anadolu’daki özgün kale örnekleri hakkında bilgiler verildi.

Bursa Büyükşehir Belediyesi ile Osmangazi Belediyesi’nin ev sahipliğinde düzenlenen 19. Dünya Kaleli Kentler Birliği Bursa Buluşması Tayyare Kültür Merkezi’nde başladı. 7 ülkeden yaklaşık 400 davetlinin katıldığı sempozyumun ikinci bölümü, kale ve yaşam konulu oturumlar, birliğin yönetim kurulu toplantısı ve misafirlerin Bursa kalesi gezisiyle devam etti. Dünya Kaleli Kentler Bursa Buluşması’nın öğleden sonraki bölümü, yönetim kurulu toplantısıyla başladı. Gündemindeki konuları görüşmek üzere toplanan Dünya Kaleli Kentler Birliği yönetim kurulu, hem yeni başvuruları sonuçlandırdı hem de önümüzdeki yıl toplantı yapılacak ülke ve kenti belirlerdi. Buna göre, birliğe üyelik başvurusunda bulunan Bursa Büyükşehir Belediyesi, Kütahya Bele-

diyesi, Sinop Boyabat Belediyesi ve Antalya Alanya belediyelerinin üyeliği kabul edildi. Yönetim Kurulu Üyesi olarak Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar’ın da katıldığı toplantıda, yeni üyelerin kabul edilmesiyle birlikte, Birliğin Türkiye’deki üye sayısı altıya yükseldi. Diğer taraftan, Birlik, kaleli kentlerin 2010 yılında buluşacağı yeri de belirlerdi. Dünya Kaleli Kentler Birliği 2010 buluşmasını, Macaristan’ın Schezkavari kentinde yapacak. Öğleden sonraki ilk oturumda, Anadolu’da tarih öncesi dönemdeki savunma sistemleri ve kalelerde yaşam biçimleri konularında bildiriler sunuldu. Oturum başkanlıklarını Arkeolog tarihçi Nezih Başgelen ve Prof. Dr. Neslihan Dostoğlu’nun yaptığı oturumlarda, hem

Tarihi buluşmaya katılan yerli ve yabancı misafirler, sempozyumun ardından Bursa kalesini gezdi. Saltanat Kapı’da hatıra fotoğrafı çektiren Dünya Kaleli Kentler ve Türkiye Tarihi Kentler Birliği üyeleri, buradan Yerkapı’ya geçtiler. Yerkapı surlarına sıralanan mehter takımının konseri ve kılıç kalkan gösterilerini hayranlıkla izleyen davetliler, gezinin sonunda, Dünya Kaleli Kentler Birliği’nin kuruluş ve çalışma amaçlarını da içeren Piran Deklerasyonunu Yerkapı surlarına çaktı. Deklerasyon, tarihi mirasın önemini ve bu konuda yapılması gereken çalışmaları anlatıyor. Deklerasyon, Dünya Kaleli Kentler Birliği Başkanı John Price, Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Altepe ve Osmangazi Belediye Başkanı Mustafa Dündar tarafından surlara çakıldı. Deklerasyon, geleneksel olarak toplantının yapıldığı tüm tarihi kentlere taşınıyor. 2010 yılında da Macaristan’ın Schezkavari kentine çakılacak.

haberler haberler BUSMEK HAYATI RENKLENDİRİYOR

Bursa’nın halk üniversitesi haline gelen Büyükşehir Belediyesi Sanat ve Meslek Eğitimi Kursları (BUSMEK), 2009 – 2010 öğretim yılına hızlı başladı. Vatandaşların ufkunu açan BUSMEK’te eğitmenler de eğitici seminerlerle yaşamlarına renk katıyor. Bursalıların kişisel gelişimlerini destekleyen ve her yaştan insanın ufkunu açan BUSMEK, yeni eğitim dönemine başladı.

Bursalıların yoğun ilgi gösterdiği ve 23 bin kişinin ön kayıt yaptırdığı kurslardan 3 bin 240 vatandaş istediği branşlarda eğitim görmeye başladı. Bu yıl 13 kurs merkezi ile Karagöz Evi, Büyükşehir Belediyesi Huzurevi ve Bursa Cezaevi’nde toplam 47 branşta eğitim verilen BUSMEK’te bilişim teknolojileri, kişisel gelişim ve eğitim, yabancı diller, çocuk gelişimi ve eğitimi, sanat ve tasarım, müzik ve gösteri sanatları, sağlık – spor eğitimleri, el sanatları teknolojisi, seramik ve cam teknolojisi, giyim ve üretim teknolojisi, güzellik ve saç bakım hizmetleri ana başlıklarında kurslar gerçekleştiriliyor.


deneme deneme SENTEZİNİ ARAYAN ŞEHİR

BURSA

Her devirde ayrı bir özelliğinin altında mayalanmış güzelliğini uygarlığa armağan etti Bursa şehri. sadettin topçu

Alperenler bu şehrin caddelerine, sokaklarına kıyamete kadar solmayacak kırmızı güller diktiler. Bu şehre dışarıdan gelen her insan bu gül kokularının farkına varır.

S

entez, Türk Dil Kurumu’na göre parçaları birleştirmek; bize göre ise eldeki malzemeleri harmanlayarak en iyisini yapmak. Geçmişten bugüne sentezlenmek Bursa’nın kaderiydi. Misler, Bitinyalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar hepsi kendi zamanının Bursa sentezini oluşturmuşlardı. Ta ki modern Bursa’nın kurulmaya başlandığı tarihlere kadar. Her devirde ayrı bir özelliğinin altında mayalanmış güzelliğini uygarlığa armağan etti Bursa şehri. Gün geldi işgallerle sarsıldı; gün geldi depremlerle yıkıldı. Ama hiçbir zaman sentezinden bir gram

bile değer kaybetmedi. Şehrin sentezini oluşturmaya devam etti bu şehrin sakinleri. Hiçbir mazeret, şart bu şehrin sentezinin karşısında duramadı. Yanı başında Hıristiyanlık açısından kutsal bir merkez İznik olmasına rağmen keşişler; dağlarında manastırlar, kiliseler kurdu. Hoca Ahmet Yesevi’nin Alperenleri ahilik sisteminin tohumlarını bu şehirde atarken nerden bileceklerdi ki attıkları tohumların üç kıtada yeşereceğini. Alperenler bu şehrin caddelerine, sokaklarına kıyamete kadar solmayacak kırmızı güller diktiler. Bu şehre dışarıdan gelen her insan bu gül kokula-

rının farkına varır. Ruhlarındaki sentezi Bursa’ya uyarlarken hiç zorlanmadılar. Çok istemişti oğlu Orhan’dan Osman babaları da zaten bu şehri. Dünya hayatında son diyeceklerinin içerisinde bu şehrin adı da vardı. Yıllar geçti. Dünün idari başkenti olan Bursa, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yerli sanayi hamlesinde en büyük adım olan yerli dokumacılığa ev sahipliği yapmaya başladı. Sümerbank Merinos Yünlü Sanayi Dokuma Fabrikası, 2 Şubat 1938 günü Atatürk tarafından işletmeye açılmış ve Türk sanayisinin en büyük fabrikalarından birisi haline gelmişti. Tekstilin başkentiydik


artık. Son yıllara kadar fabrikalar, atölyeler, konfeksiyonlar kuruldu bu işletmenin yüzü suyu hürmetine. 1968 yılında İtalyanlarla yapılan ortaklık sonucu TOFAŞ adıyla ilk Türk otomobili üretilmeye başlandı bu şehirde. Arkasından Fransız devi Renault’la varılan mutabakat sonucu ikinci büyük otomobil fabrikamız daha olmuştu. Artık ders kitaplarında Bursa, Marmara Bölgesi’inde ve Türkiye’de otomotiv ve tekstilin merkezi olarak yıllarca okutulacaktı. Ders kitaplarına giremeyecek ve tüm Bursa’nın kaderini etkileyecek ayrıntı o zamanlardan gözden kaçmıştı belki. İki büyük otomobil fabrikasının önünden geçen ana arterler ovayı güneyden kuzeye geçerek ovanın şehirleşmeyle bitirileceği haberini o günlerden vermekteydi. Biz işte bu sıralarda Modern Bursa’nın temellerini atıyorduk. İlk iş olarak da yaşayacağımız yerlerin temellerini attık Bursa Ovası’nın tam göbeğine. Meyve ağaçlarıyla dolu Bursa Ovası, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da dediği gibi “sonsuza uzamayan Bursa Ovası” beton kütlelerine ev sahipliği yapmaya başlayacaktı. Kimilerine göre “kaçak yapılaşma”; kimine göre “halkın bilinçsizliği”, bize göre ise “malumun ilanı”. İşte bu yıllar Bursa sentezinin darmadağın olduğu, üzerine basılıp geçildiği günler olarak tarihe geçmiştir. Yeni bir senteze ihtiyacımız olduğu aşikardı. Tüm bu endüstriyel gelişmeler, nüfusun yatay göçle artışına neden oldu Bursa’da. 2005 yılındaki verilere göre, Türkiye’de en büyük beş il arasında göç nedenli en fazla büyüme oranına sahip şehirdik. Cumhuriyet’in ilk yıllarında atılan tohumlar meyve vermeye başlamıştı. Bursa, endüstri kenti olma yolunda emin adımlarla ilerliyordu. Üretim demek; iş gücü demekti. İş gücü de iç ve dış göçlerle sağlanacaktı. Ülkemizin dört bir yanından gelen Anadolu insanı, Bursa’nın yağmurlu günleri son-

rası gökkuşağına birer renk oldu. Sırf beden olarak gelmemişlerdi. Yanlarında memleketlerinde soludukları havayı da getirmişlerdi doğal olarak. Horon, bar, tulum, kamil, halay, mızıka vs. bu topraklar üzerinde sonsuza kadar çalınıp söylenmeye başladı. Rengimize renk, ufkumuza ufuk kattılar. Alperenlerin diktiği güller artık rengarenk açmaya başlamıştı. Bursa büyüyordu. Büyüdükçe cazibesini artırıyordu.” Boyu uzuyor, aklı kısalıyordu” eskilerin dediği gibi. Kontrolsüz, plansız, faydalı yerine zararlı büyüme sorunları da beraberinde getiriyordu. Belki de sorunların en başında aklın ve bilginin kapı dışarı edilmesi vardı fakat bir de olayın sosyolojik boyutu vardı. Tüm bu sorunların altında yatan sosyolojik neden Bursalılık bilincinin oluşmamasıydı. Yapılan işlerin, faaliyete geçirilen tüm projelerin günü birlik faydalarına karşın, şehrin geleceğini ipotek altına alan zihniyet; bu bilinç eksikliğinden dolayı büyüdükçe büyüyordu. Yaşadığı, karnını doyurmak için geldiği toprakları kendinden bir parça olarak görmeme, yapılan her yenilikte göze batıyor ve sorunların çözümsüzlüğe doğru sürüklenmesini hızlandırıyordu. Bu bilinç eksikliği Modern Bursa Sentezi’nin oluşturulmasında en büyük engel olarak yıllardır önümüzde durmaktadır. Bugünden yarına çözülecek bir sorunda değil. Fakat bundan 22 yıl önce kurulan DAĞ-DER bu bilincin ve sentezin oluşturulmasında dönüm noktasıdır. DAĞ-DER her ne kadar Dağ Yöresi’nin ekonomik, kültürel ve sosyal haklarını korumada kendine bir misyon belirlemiş olsa da, aslında yaptığı ve yapacağı tüm işlerle Bursa sentezinin oluşturulmasına katkıda bulunmaktadır. Bu durum Bursa’nın içgüdüsel refleksidir. Kendiliğinden gelişen bir olaydır. Verdiği eğitim bursları, Bursa bürokrasindeki yeri, köy dernekleri, Ünidağ, Güneybursa

dergisi, DKM(Dağ-Der Kültür Merkezi) vs. bütün bu organlar Modern Bursa sentezini oluşturmaya başlamışlardır. Bursa’da yaşayan Erzurumlu, Artvinli, Ardahanlı, Trabzonlu vs. hemşehrimiz ne kadar Bursalıysa aynı zamanda o kadar da “Dağlı” olacağı günleri görmek çok da uzak değil. Göçün yıllarca sürdüğü düşünülürse 22 yılın sonuç almada çok da uzun bir zaman olmadığını düşünebiliriz. Modern Bursa sentezinin en kısa zamanda tamamlanmasını diliyorum. Esen kalın…

DAĞ-DER’in kuruluş misyonunun yanında, aslında yaptığı ve yapacağı tüm işlerle Bursa sentezinin oluşturulmasına katkıda bulunmaktadır.


deneme deneme

GEÇMİŞLE GELECEK ARASINDA:

İKİNCİ ZAMANIN PEŞİNDE Değil mi ki küçük yaşta başka bir şehre göçmek bahanesi değildir doğduğu şehri tanımamasına insanın…

1

sefer göltekin

Bursa’yı geçemedim. Çünkü Evliya Çelebi’nin “Ruhaniyetli bir şehir” cümlesine; Sadrazam Keçeci Fuad Paşa’nın “Osmanlı tarihinin dibacesi” ifadelerine ilk orda rastladım.

Bursa’yı, Kütahya’da bir kültür merkezinin kalorifer boruları üzerine terkedilmiş bir kitabın sıcaktan dolayı şekilden şekle girmiş solgun sayfalarında tanıdım ilkin. Önce kızdım, çünkü Âdemoğlunun bir kitaba verebileceği en ağır cezaydı bu terk ediş. Cami avlusuna bırakılmış mavi gözlü bir çocuk safiyetiyle bakıyordu bana. Ellerime alınca anladım ki, “MEB” etiketi taşıyan bu kitap, etkinlik için gelen lise öğrencilerinden birinin dalgınlıkla unuttuğu ve sonra büyük ihtimalle nereye koyduğunu hatırlamadığı bir kitaptı. Kitabın ilk sayfasındaki mühür, bir okulun kitaplığına ait olduğunu söylüyordu çünkü. Türkiye’deki edebiyat okurunun şehir okumalarına giriş niteliğindeki bu eser, Tanpınar’ın “Beş Şehir”inden başkası değildi. Yazarın gözüyle, Anadolu’nun iç kale vazifesi gören ve eteklerine daima tarihin büyük düğümleri çözülüp bağlanan Ankara’yı; harp,

hicret, katliamlar, tifüs gibi çeşit çeşit felaketlerin üzerinden ağır bir silindir gibi geçip her şeyi ezip devirdiği Erzurum’u; bozkırın tam çocuğu Konya’yı tanıdıktan sonra, fetihten 1453 senesine kadar geçen 130 senenin sade baştanbaşa ve iliklerine kadar bir Türk şehri olmasına yetmeyen, aynı zamanda onun manevi çehresini gelecek zaman için hiç değişmeyecek şekilde tespit ettiği ve yazarın o zamana kadar gördüğü şehirler içinde o şehir kadar muayyen bir devrin malı olan bir başkasını hatırlamadığı Bursa’ya geldim… Bursa’yı geçemedim… Çünkü Evliya Çelebi’nin “Ruhaniyetli bir şehir” cümlesine; Sadrazam Keçeci Fuad Paşa’nın “Osmanlı tarihinin dibacesi” ifadelerine ilk orda rastladım. Ki sade bunlar bile yetecekken okuya okuya bitiremeyecek olmama bir şehrin hayatını; nüfus kâğıdımın bir köşesinde yazan “Doğum Yeri: Orhaneli” ibaresini de ekleyiverdim

ansızın. Değil mi ki küçük yaşta başka bir şehre göçmek bahanesi değildir doğduğu şehri tanımamasına insanın… Sonrası mı? Bütün farzlar ve vacipler üzerime üşüştü, uzun soluklu “Bursa okumaları”na dair… O güne kadar hafızamda bir-iki gidişten arta kalan Ulu Cami ve Yeşil Türbe fotoğraflarından ibaretti Bursa. İnanıyorum ki, bu şehirde filizlenip geniş coğrafyalara yayılan bir medeniyetin izlerini bağrında taşıyan her ülke; sadece, içini şadırvandan yükselen su sesinin süslediği, sülüs ve kufi yazıların sütunlarında hayat bulduğu; oyma kabartma, geometrik, yıldız, çivi başları ve gülçelerle süslü ağaç işçiliği şaheseri minberi ve nihayet başlı başına bir sanat abidesi olarak duran taç kapılı bir cami figürü ile arkasında ailenin bütün fertlerine selam edilen bir kartpostalın ön yüzünde yeşile kesen selviler arasından bakışlarını uzatan Yeşil


Türbe’yi gördüklerinde bile aynı cümleyi kuruyordur: “Bu şehir ki bizim önsözümüzdür…” Uzun okumalardan sonra bir hikâye doğdu içime: Bey, düşünde bir şehir kurar. İlden ile göçmekle geçmeyecektir çünkü hayat. Göçmek, geri dönmek üstüne kurulur Bey’in düşünde. Geri dönmek için, geri dönülecek bir yer olmalıdır ve geri dönülecek bir şehir kurar Bey düşünde. Düşer sonra düşünün peşine ve bir şafağın yayla serinliğinde gözlerindeki kararlılığı döker ortaya. Toplanmıştır bütün ulular, toplanmıştır oğullar, kızlar, analar… Bey’in gördüğü düşe iman ederler ol sabah. Yüreklerine bir heyecan oturur. Gözlerine bir ışık yerleşir. Kollarına güç gelir, dizlerine derman. Beyin düşüdür gayrı dilden dile gezen ferman… Toplar çadırlarını bir sabah obanın son göçerleri ve yürürler geri dönülecek bir şehrin eteklerine doğru; geri dönmemek üzere konar-göçer bir hayata. Eteklerinde, yedi iklim dört bucaktan topladıkları neşe, eteklerinde birlik ve dirlik; dirilik türküleri, eteklerinde yeni bir sevdayı kuşanmanın telaşıyla… Ezcümle Bursa; bir medeniyet düşüyle yola çıkan yiğitlerin içine doğan şehir tasavvurunun dışavurumudur… 2. Öğrencilik yıllarında uydurduğumuz “Yolda bulunmuş kitabın sahibi aranmaz!” fetvasına yaslanarak kalorifer boruları üzerinde bulduğum kitaba el koyduğumu sanmayın sakın. İlk fırsatta iade etme düşü hep aklıma gelse de bir yanım hep erteledi bunu. Yoksa iman kavramına yüklediğim anlam çerçevesinde bir vakıf malıdır bu kitap. Burada sözünü ettiğimiz medeniyetin özünün vakıfçılık geleneğiyle kemale

erdiğini bilmek aynı zamanda vakıf kurallarını ihlal etmekten doğan ve sonu olmayan lanetlerle karşı karşıya kalabileceğim gerçeğini de vurur yüzüme hep. Hele Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun “Karanlıkta Mum Işığı” adlı eserinde Hacı Arif Bey’in dilinden sıraladığı o lanetleri düşündükçe… Gün oldu, bir vesileyle çoluk-çocuk Ankara’ya göçtük. Bir yıllık ikamete rağmen nedense bu “memur kenti”ne ısınamadım. Ne zaman adı anılsa bir mecliste, gürültü ve karmaşa yankılanmaya başlar kulaklarımda… Her insanda hâsıl olan, bir şehri terk edip başka bir yerde yeni bir hayata başlama hevesi en fazla Ankara’da süsledi günlerimi… Ne ki kilitsiz açılmayan kapılar gibi, izinsiz aşılmıyor yazgılar… Ankara Kalesi’nin Tanpınar’a öğrettiklerine tanıklık edememişken daha; daha koca bir kenti ayakta tutan evliyaların mekânlarına uğrayıp bir selam bile verememişken; ev ile iş arasına sıkışan monoton bir hayattan beni çekip alan müjdenin adıyla kaç geceyi uykusuz hitama erdirdiğimi bir ben bilirim, bir Allah. Sultan Veled’in tabiriyle cennetin ya altında ya da üstünde olduğu kusursuz güzel Kütahya’dan ayrılıp gittiğim Ankara’dan, imparatorluğun ilk başkentine, her şeyden öte doğduğum şehre davet edildim bir gece… Siz deyin başka bir şehirde yeni bir hayat dileklerimdi kabul olan; ben diyeyim, nasibimin yeryüzündeki yeni adresi… Dilimde binler şükürle düştüm yollara… Muhayyilemde coğrafya derslerinden kalan bilgiler, tarih derslerinden akan belgeler, ulu bir dağ, yemyeşil bir ova, camiler, türbeler, hanlar, hamamlar… Bu arada İstanbul’a da uğramışlı-

ğım var fakat ben o mevzuya hiç girmeyeceğim. Herkesin içinden bir İstanbul geçtiğini bilirim lakin bizim medeniyetimizin şaheseri bu şehir, imparatorluk tarihinin dibacesi olan Bursa içselleştirilmeden anlaşılabilecek bir şehir değildir. Daha başka bir ifadeyle; Bursa’yı tanımayan ne anlar İstanbul’dan… Bursa otobüs terminalinin o her şehirde aynı gurbet türkülerini tellendirdiği geliş-gidiş öykülerini geride bırakıp şehir içine girdikçe, yükselen heyecanımla gittikçe ağırlığını hissettiren uyku arasında sıkışıp kaldım… Geçici konaklama mekânına geldiğimde uykunun kollarına bıraktım kendimi… 3. Geçmişle gelecek arasında bir yerde durur Bursa, amenna. Fakat asla “şimdiki zaman” değildir bunun adı… Bu tanımın, sır müptelalarına ve define avcılarına haritasız hazine vaadinde bulunan imasına ancak ve ancak edebiyat işçilerinin ve tarih feylesoflarının talip olabileceğini düşünüyorum. Ben bu düşüncelerle hemhal olurken Tanpınar; “Bursa’da ikinci bir zaman daha var…” sırrını fısıldamaz mı kulağıma? Şimdi ben bu sırra nasıl tanıklık edeceğim? Ruhaniyetinde mi aramalıyım onu; mimarisinde mi, doğallığında mı? Envanterlerin, arşivlerin, tanıtım broşürlerinin bu sırdan fersahlarca uzakta olduğunu hesaba katarsak, şehrin sırrını ifşasını beklemekten başka çarem yok gibiydi. Bu yüzden kendimi şehre açtım. Şehrin de bana açılacağını sandım… “Bir ev iki günlük konuğundan sırrını saklayabilir ama on iki günlük konuğundan asla…” der “Sur Kenti Hikayeleri”nin yazarı. Sır saklama kabiliyetini bir şehre has kıldığımızda bu sürenin bir neslin veya nesille-

Ezcümle Bursa; bir medeniyet düşüyle yola çıkan yiğitlerin içine doğan şehir tasavvurunun dışavurumudur…


Şimdi siz böyle bir şehri, tarihi eserlerini, turistik yerlerini, doğal güzelliklerini anarak geçiştiremezsiniz. Yoksa tarihi eser dediğin her yerde mevcut, turistin ilgisini bugün burası çeker yarın başka bir yer, doğal güzellikse çok göreceli bir kavram. Öyleyse, hayatımızın bir yanını elinde tutan geleneksel kültürün şehre nakşolmuş kodlarını okumak hepimizin boynunun borcudur…

10

rin hayatına mal olabileceği gerçeği karşısında insanın dudaklarının uçuklamaması mümkün değil… Bursa’ya yerleşmemin üstünden dokuz ay geçmesine rağmen, şehrin bana bir karış bile yaklaşmadığı sanısı ile yaşamak deli ediyordu beni. Dokuz ayda ne olmaz ki? Bir vücut can bulur mesela; sonra bir şehir yıkılır, bir şehir kurulur… Bu arada imparatorluğun yüzelli yıllık güncesini karıştırdım. İlk sayfalarda görünen suretler; kah uzun boyu, geniş göğsü, kalın ve çatık kaşları ve ela gözleriyle Osman Bey; kah yiğit, savaşçı ve güçlü duruşuyla Orhan Bey oldu. Murat Hüdavendigar, nazik, sevimli ve halim selim kişiliğiyle gülümserken; Yıldırım Bayazıt Han, cesur, kendine güvenen ve fakat kibirli, aceleci, alıngan, acımasız kişiliği ile bakıyordu. Çelebi Mehmet sabırlı, tatlı dilli, iyiliksever kişiliği ile öne çıkarken II. Murad, hareketli ve cesur kişiliğinin yanında sakin ve huzur içinde yaşamaktan hoşlanan tavrıyla etkiliyordu… Tarihe düşülen notların doğruluğu ve yanlışlığı bir kenara, bir medeniyetin öncülerinden öğrendiğim tek şey, bir yerin şehir olması için üflenen “ruh”tu. Batılılarla bizi ayıran en önemli fark da işte buydu bence. Allah’ın insana lütfettiği eşyaya ruh üfleme yetisini kullanabilmenin ne büyük bir derece olduğunu varın siz hesap edin. Bu yüzden batılıların “kent”leri vardır bizim “şehir”lerimiz. Öyleyse şehir, kentlerin can verilmiş halidir… Bunca sözden sonra diyebiliriz ki, şehirlerin de kalbi vardır; kırılgandırlar, dilleri vardır; en mahrem sırlarını paylaşırlar… Bursa kalbi olan bir şehirdir ve bu yüzden kurmuştur “Kül ve Aşk”ın yazarı; “Ey

Şehir!.. Yüzüne kezzap dökülmüş güzel… Sana ağıt yakmak bile senin kalbini kırar. Çünkü çok az şehir senin kadar insanı, hayatı, medeniyeti, imparatorluğu ve şehri anlatır” cümlelerini… Şimdi siz böyle bir şehri, tarihi eserlerini, turistik yerlerini, doğal güzelliklerini anarak geçiştiremezsiniz. Yoksa tarihi eser dediğin her yerde mevcut, turistin ilgisini bugün burası çeker yarın başka bir yer, doğal güzellikse çok göreceli bir kavram. Öyleyse, hayatımızın bir yanını elinde tutan geleneksel kültürün şehre nakşolmuş kodlarını okumak hepimizin boynunun borcudur… 4. Bursa’da medfun, Molla Fenari ve Emirsultan gibi çok bilinen manevi önderlerin haricinde yetmiş bin evliyanın daha nefesleriyle şehre hayat verdiklerini öğrenmek, peşine düştüğüm ikinci zamanı daha da gizemli hale getirdi. Efsaneleri dilden dile dolaşan, destanları masal hüviyetine bürünüp çocukların rüyalarını süsleyen, hikâyeleri ravilere güç veren isimlerin bugün bile her sokak başına asılan tabelalarda gözümüze ilişmesinden, iyiliklerin güzelliklerin o sokakta yaşayanlara sirayet etmeyeceğini kim iddia edebilir? Kabul edelim, bugün en çok ihtiyacımız olan kavramlar; sevgi, hoşgörü ve dostluk kavramları değil midir? Bunları dışladığımız için oluşmuyor mu bütün kavgalar, önyargılar, nefretler, kinler? Bursa’ya gelişimin üçüncü ayında gerçekleşen bir etkinliği

kaydetmeden geçemeyeceğim. Erguvan Bayramı… Bursalılar dört yüz elli küsur yıldır kutlanan ve yüzyıl öncesine kadar devam eden bir geleneği yeniden yaşatmaya karar vermişler. Bilirsiniz Erguvan, her yıl mevsimin değiştiğini, tabiatın ağır uykusundan uyandığını haber veren bir ağaçtır. Salkım saçak çiçekleriyle çevresine güzellikler yayar ve toprağı zenginleştirerek etrafındaki bitkilerin gelişimine katkıda bulunur. Aynı Emirsultan’ın, bilgelik, hoşgörü, erdem, ahlak, iyilik, doğruluk ve sevgi dağıtan öğretisi gibi. Erguvan Bayramı; her meslekten, her tabakadan insanın buluşmasını ve halkın müşterek bir gayede kaynaşmasını simgeliyor. Asırlar boyu Emirsultan ve sevenleri erguvan bayramında buluşmuşlar aynı tepede. Bu geleneğin bugün bile yaşıyor olması, eskiye özlemin ötesinde bir şeydir bana göre. Eski devirlerde Bursa şahsında millet hayatında huzur, bereket ve kardeşliğin canlı kalmasında derin tesirler uyandıran bu geleneğin ısrarla gündemde tutulmasına getireceğimiz açıklama aynı zamanda bu şehrin neden şehirler sultanı olduğunun


da ipuçlarını verecektir… Bursa bu ve bunun gibi, küçük bir topluluğun katılımıyla gerçekleştirilen etkinliklerle değil de, halkın büyük çoğunluğunun katıldığı etkinliklerde bir araya gelip geleneksel değerlerin yaşatılması noktasında en uç örnekleri sergiliyor. Osman Gaziyi anma törenleri fetih ruhunu ve kuruluş heyecanını canlı tutarken, Murat Hüdavendigar Han’ı anma törenlerinin bir kolu Kosova’nın başkenti Priştine’ye kadar uzanıyor… Anmaların, anlamaya uzanan bir yol olduğunu biliyor bu şehir… 5. İnsanoğlunun yeryüzü coğrafyasını hoyratça kullanmasının da etkisiyle dengesi bozulan iklim şartları Bursa’da da hissediliyor. Marmara’dan yükselen nem yakıcı güneşle birlik olup çileden çıkarabiliyor adamı. Böyle zamanlarda Tophane’de veya Murat Hüdavendigar’da soluklanmanın hazzını kelimelerle anlatabileceğimi zannetmiyorum. Yalnız Tophane’de gerçekleşen bir arkadaş buluşmasında gayrı ihtiyari sarf ettiğim bir cümle peşime takıldı gölgem gibi. İlginç sorular, ilginç cevaplar üzerine gelişen sohbetin orta yerinde biri, “Gökyüzü neden mavidir?” deyiverdi. “Bursa’nın yeşili renk kattığındandır” de-

dim. Gülüştüler… Neden olmasın? Yeryüzünde kaç şehir var ki adını bir renge yaslayan? Ve hangi renktir yeşilden başka, bir şehri baştan ayağa kuşatan? “Yeşil Bursa…” Laf aramızda, insanda serinlik yaratan yeşil rengi; içten bir huzur ve ümit hasıl eder, itimadı artırırmış nefse... Ben sözlüklerin yalancısıyım. Gözler için de gayet iyiymiş: onları dinlendirir ve canlılık verirmiş... Bursa’da göz alabildiğine uzanan o canım renk “Bursa biraz da ovanın güzelliğidir…” diyen Tanpınar’ın deyimiyle, anlaşılmaz bir şehircilik anlayışı tarafından, talan edilmiş. Ancak yine de ovanın yeşile olan sevdasının önüne geçilememiş. Çok fazla gök(leri)delen binalar dikmemişler şükür de, ulu ağaçların boyları altında kalmış kondular… Yine şükür ki, yeniden yeşil koksun bütün ova diye dört bir koldan seferberlik başlatmış şehreminiler. Söylentiye göre, ovaya can veren, Bursa’yı bir gerdanlık gibi süsleyen Nilüfer Deresi, anılardaki güzelliğine kavuşacakmış. Kültürpark sağlıklaştırılmış. Merinos Fabrikasının çevresi yeniden hayat bulmuş… Bu iyiye işaret işte. Değil mi ki bunların her biri ovanın bir parçası… Bir şairin deyimiyle “Köyden gelmiş, şehirli olamamış köye de dönememişler”, yani; toprakla irtibatı kesemeyenler şehrin en eski yerleşim bölgesi olan Osmangazi’de ve “kentin varoşu” tabir edilen Yıldırım’da baskın şekilde görünüyor. İki-üç katlı kaçak yapılar, çatılarını bürüyen asmaların renginde kaybolmaya çalışsalar da şehrin kimyasını bozmaktan uzak duramıyorlar…

Demem o ki yeşil, bu kentin ana rengi olarak “taşkın akan sel gibi” akacak bir yol buluyor kendine… Doğal bütünlüğü bozan iğreti konduları kendi içinde yok etmeye çalışıyordur belki de, kim bilir? Yeşil ve tarih kavramları tahminim o ki, sadece bu kente özgü bir bütünlük oluşturmuş geçmişte. Buram buram tarih ve hayat kokan mekânlar, şehir anlayışını yıkıp kentçilik oyunlarına dalan simsarlar tarafından bir ahtapot gibi sarılmasaydı, yeşilin tarihi mirasla raksına şahit olabilirdik belki… Sadeliğin ve inceliğin, heybetin ve ihtişamın, huzurun ve doğallığın etrafına kuruluveren, mimarının tabiriyle “çağdaş ve modern” ama bana göre ruhsuz ve iğreti, kaba ve estetik yoksunu, betonlaşmanın tüm soğuk kavramlarını bağrında taşıyan o taş yığınları olmasaydı… Modern yapılaşmanın tarihi mirası tarihe gömmeye yeltenen cüretine örnek olarak Hanlar Bölgesini göstermem sanırım tedirginliğimin boyutunu gözler önüne serecektir… Uzakdoğu’dan başlayarak, Anadolu üzerinden Avrupa’ya uzanan İpek Yolu’ndaki bu en önemli ticaret merkezinde bulunan Emir Han, Koza Han, Pirinç Han, İpek Han, Tuz Han, Geyve Han, Ulucami’nin arka tarafındaki Kapalıçarşı ve Bedesten, alışveriş ve ticaretin nabzının attığı yerler olma özelliğini bugün bile tüm zenginliği ve canlılığı ile korumaya devam ediyor.

Yeşil ve tarih kavramları tahminim o ki, sadece bu kente özgü bir bütünlük oluşturmuş geçmişte. Buram buram tarih ve hayat kokan mekânlar, şehir anlayışını yıkıp kentçilik oyunlarına dalan simsarlar tarafından bir ahtapot gibi sarılmasaydı, yeşilin tarihi mirasla raksına şahit olabilirdik belki…

11


tanıtım tanıtım

OĞUZLARIN EMANETİ:

KINIK BELDESİ

Kınık beldesi daha önce köy statüsündeyken, 1992’de nüfusu 2000’in üzerinde olduğu için, ilçeye dönüşen BÜYÜKORHAN’ın bir beldesi olmuştur. fevzi burhan

K 12

ınık beldesi daha önce köy statüsündeyken, 1992’de nüfusu 2000’in üzerinde olduğu için, ilçeye dönüşen BÜYÜKORHAN’ın bir beldesi olmuştur.Tarih:Haziran 1992. O

tarihten itibaren Orhaneli ile sadece bazı devlet kurumlarını birlikte kullanmaya devam etmiştir. Beldemizde bizzat oturmak ta olan nüfus 1500 civarında olup ,600 kadar Bursa’da, 200 kadar Manisa-Soma’da ve 200 kadar da diğer iller ve yurt dışı olmak üzere

toplam nüfus 2500 civarındadır. Kınık Beldesi tarihi kaynaklara göre 2530’ larda 9 hane görülmekte ve bu gün 500 hanedir. Oğuzların Kınık boyundan geldiği için büyüklerimizce bu isim sevilmiş, benimsenmiş ve değiştirilmeden günümüze ulaşmıştır.


Beldemiz Biri 3. km. mesafede olmak üzere 5 mahalleden oluşmaktadırHacılar mh. -Demirciler mh. -Seyitler mh. -Taş başı mh. Ve Çavuşköy mahallelerinin ilk dördünde camii şerif bulunmaktadır. Beldemizin halı motifi renkleri olarak en iyi ve kesin bilinen 4 ayrı bölge insanı ikamet etmekte olup bunlar, Karadeniz’den, Akdeniz’den, ve İç Anadolu’dan gelip burada Yörükler ile birlik olmuşlardır.Çoğunluk Karakeçili aşireti kabul edilir ki belgeler ile sabittir.Ayrıca Fidan Ana’nın doğup büyüdüğü yer Kınık’tır. Kınık İlköğretim Okulu 1984-85 ders yılında çevre köylere de hizmet vermeye başlaması ile birlikte 7 çevre köyün taşımalı sistemle getirilen öğrencilerine dışarıdan 90 ve toplamda 310 kişilik mevcuda, 3 ayrı binada 23 Öğretmen ve 2 Hizmetli görev yapmaktadır. 200. yılı mezunlarından 12 öğrenci üniversiteye, 13 öğrenci ise liseye kayıt yaptırmıştır.

Beldemizin ihtiyacını tam karşılamasa da sağlık elemanı ve sağlık binası beldemiz de bulunmaktadır. Beldemizde 1992’deki ilk belediye başkanlığı seçimini Emin Menteş ve sırasıyla O.Özkan, O.Şahin, A.Özdemir, M.Koçdemir, Ş.Özdemir ve tekrar O.Şahin devralmıştır. Şu anda beldemizde 3 geçici 9 personel görev yapmaktadır. Hacılar ve Cumhuriyet mh. olarak 2 muhtarlık vardır. Belediyemizin İtfaiye ve diğer araçları da mevcuttur. Beldemizin geçim kaynakları Tarım ve Hayvancılıktır. Tarım: Buğday, Arpa, Mısır, Çilek, Bağ Üzümü, Badem ve diğerleri. Hayvancılık: Süt İnekçiliği, Koyun ve Keçi dir. Madencilik: Kınık beldemiz ve çevresinde krom madenleri bulunmakta ve küçük işletmeler faaliyet göstermektedir. Bazen 50 kişi çalışır.Ormancılık: Bir zamanlar hem reçine (çam sakızı) hem dikim hem de kesim işi çok idi ve ve önemli bir gelir kaynağıydı. Şimdilerde çok kısıtlı durumda. Gsm Sektörü:

İlk zamanlarda çalışan 100 kişi ve gelirleri bugün, eskisi gibi olmasa da beldemizin 15 yıldan beri en önemli iş kapısı haline gelmiştir. Beldemizin dört gözle tamamlanmasını beklediği sulama barajı inşaatı hala yarımdır. Güneyimizde orman içinde Kınık hamamı bulunmakta ve beldemize 3 km. mesafede yaz-kış hizmet vermekte ve cilt hastalıklarına iyi gelmektedir. Yine 5 km. mesafede Karaağız köyünde şifalı çeşme suyu bulunmakta böbrek taşı hastaları için şifa kapısı olmaya eevam etmektedir. Günümüzde dernekler bir ihtiyaç haline gelmesinden dolayı Bursa’daki Kınıklılar ve Çevre köyleri bir araya gelip KINIKDER’i kurmuşlardır.Yeri eski batı garajı dır.Açılışa Büyükşehir Bel. Bşk. Sayın Recep ALTEPE ve 22.dönem Millet vekilimiz Sayın F.AMBARCIOĞLU’da iştirak etmişlerdir.

Günümüzde dernekler bir ihtiyaç haline gelmesinden dolayı Bursa’daki Kınıklılar ve Çevre köyleri bir araya gelip KINIKDER’i kurmuşlardır. Yeri eski batı garajı dır.

13


köylerimiz köylerimiz

DAĞIN SAKLI CENNETİ:

DÜĞÜNCÜLER KÖYÜ

Bursa iline 107 km, Büyükorhan ilçesine 22 km mesafede olup ilçenin son köyüdür.

alper yıldız

B 14

ursa iline 107 km, Büyükorhan ilçesine 22 km mesafede olup ilçenin son köyüdür. .Balıkesir Dursunbey ilcesine 20 km uzaklıktadır ve köy sınırını Aliova Çayı kesmektedir. Danaçalı, Bayındır, Elekçalı ve Zaferiye köyleri ile komşudur. Köy halkı arasında anlatılan hikayelere göre Aşağı Köy, İş Köy ve Kuz Köyün önde gelenleri bir köy düğünde üç köy arası sıkça insan seyahati olduğu için üç köyün birleşmesine karar vermişlerdir. Köyün ismini halktan birisinin fikriyle Düğüncüler olarak koyulmuştur

Köyümüzün nüfusu 450 olup, son 5 yıla kadar göç yok denecek kadar az idi fakat son yıllarda malum tüm dağın kaderi olan işsizlik, bölgenin fiziki şartlarının elverişsizliği, yanlış tarım politikaları gibi nedenlerle özellikle genç nüfusun tamamına yakını

Bursa ya göç

etmiştir. Köyümüzde, ilköğretim okulu vardır ancak 3. sınıftan sonra taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Düğüncüler Köyünde içme suyu şebekesi olup, kanalizasyon şebekesi arıtma sistemi kapsamında yakın zamanda yapılmıştır.,

Sağlık ocağı ve sağlık evi ve köy konağı vardır. Sağlık ocağı birkaç ay önce geniş kapsamlı bakım onarım yapılmasına rağmen halen bir ebe yada sağlık görevlisi tayin edilememesi devletin imkanlarının boşa gitmesini üzülerek görmekteyiz. Köy konağında ise köye gelen tüm misafirler yatılı, üç öğün yemeğini yiyebilecekleri şekilde istedikleri kadar konaklayabilmektedir, Geçmişten gelen bu geleneğin halen devam etmesi yöre insanının misafire verdiği değeri göz önüne sermektedir. Dağ yöresi insanı,Yörük Türkmenlerinin ortak özelliği iyiniyetli, kalbi


duygularla vatanına son derece bağlı olup tüm mağduriyetlere rağmen isyan etmekten uzak devletine son derece bağlıdır.Ben Düğüncüler Köyü için Türkiye nin en güzel yeri diyorum. Kime sorulursa doğduğu yer, aidiyet hissettiği topraklar onun için Türkiye’nin en güzel yeridir. Bu açıdan makul değerlendirilebilecek bu sözümü köyümüze gelen birçok yerli yurttaşımız ve yabancıların methiyeleri sözümü doğrulamaktadır. Düğüncüler Köyünün başlıca geçim kaynağı tarim ve hayvancılıktır.Ancak sulu tarımın yapılamaması. Köy halkının karnını

doyurmaktan başka bir beklentiye girmesini engellemektedir. Köye 3 km, mesafedeki Aliova çayı ve çay boyunca yüzlerce irili ufaklı su kaynakları olmasına rağmen hiçbir yatırımın olmaması nedeniyle köyün tarım alanları bu sulardan nasibini alamamaktadır. Pompalama yöntemi ile yada bu sulardan beslenen bir gölet yapılarak su sorunu çözülebilir. İşin garibi köyün özellikle yaz aylarında içme suyu sıkıntısı çekmesi bu kadar su kaynağı varken çok düşündürücüdür. Kısacası Su akar Türk bakar sözünün en güzel örneğini görürüz Düğüncüler Köyünde.

Dağ yöresi insanı,Yörük Türkmenlerinin ortak özelliği iyiniyetli, kalbi duygularla vatanına son derece bağlı olup tüm mağduriyetlere rağmen isyan etmekten uzak devletine son derece bağlıdır.

15


Valiliğin dağ yöresine hazırlamış olduğu teşvik kapsamında destek verilecek faaliyet alanları içinde ipek böcekçiliği de bulunuyor. Düğüncüler Köyünün Parlayan Yıldızı İpek Böceği Son yıllarda köy halkının tekrar ipek böceği üretimine yönelmesi ve birçok alanda önemli girişimler yapıldığı için ayrı bir parağraf açmak istedim. Bu yıl Güney Koreden gelen Prof. Sohn, Uludağ Üniversitesinden Prof.Dr. Ümran ŞAHAN ve Koza Birlik teknik elemanları Düğüncüler köy merkezinde görsel destekli

teorik ipekböceği yetiştiriciliği konulu bir eğitim çalışması düzenlenmiştir. İpekböceği beslenen böcekhaneler Koza Birlik teknik elemanlarının kontrolünde tek tek dezenfekete edilmiştir. Damızlık ipekböceği yumurtaları Bursa merkezde özel olarak inficar (kuluçka) ettirilerek köy merkezinde üreticilere dağıtılmıştır. Her iki günde teknik elemanlar mutlaka köye gelerek tek tek bütün böcekhaneleri ziyaret ederek durumu

gözlemlemiş yapılması gereken işleri bizzat kendileri tatbikleri ile beraber Düğüncülerli üreticilere öğretmişlerdir. Kozalar elde edildikten sonrada isim isim kozalar köyden teslim alınarak Koza Birlik Tohum Üretim İşletmesine nakledilmiştir. Bu işlemlerin karşılığında üreticilerimizden hiçbir şekilde ücret alınmamıştır. Damızlık üretiminde ilk yıl olmasına rağmen Düğüncüler köyünden beklenilenin üzerinde randıman alınmıştır. M ve N ırklarından 1.107,5 kg damızlık koza elde edilmiş bunlardan da yaklaşık 3.500 kutu hibrit ipekböceği yumurtası elde edilmiştir. Önümüzde ki yıllarda Koza Birliğin gerek eğitim çalışmaları gerekse diğer çalışmaları aratarak devam edeceği sözünü almış bulunmaktayız.

16

Valiliğin dağ yöresine hazırlamış olduğu teşvik kapsamında destek verilecek faaliyet alanları içinde ipek böcekçiliği de bulunuyor. Düğüncüler Köyünün bu teşvik ve destekten payına düşeni alması gerekir.


Köyün kuşbakışı aşağısında adeta eteğinde 3 km. uzaklıkta bulunan sıcak su kaplıcaları kulaktan kulağa yapılan tanıtımla yöre insanının tatil mekanı olmuştur. Düğüncüler Köyünü ipek böcekçiliğine yaptığı katkılarla Bursanın cok önemli sembollerinden birini yaşatması bakımından da teşekkür borçluyuz,

hastalığına iyi geldiği bilinmektedir.

için uygundur. Tüm doğa severleri

Etrafı yemyeşil çam ormanlarıyla

bekliyoruz. Su degirmeni ve üs-

çevrili bu alan tam bir doğa hari-

tünde değirmenalanı denilen çok

kasıdır. Hamamlara giriş ücretsiz

sayıda büyük çınarların bulundu-

olup, birer odalı pansiyonlar yaz

ğu sıcak yaz günlerinde günün her

KAPLICALAR

aylarında müşterilerine hizmet ver-

saatinde bu çınarların koyu gölge-

Köyün kuşbakışı aşağısında adeta eteğinde 3 km. uzaklıkta bulunan sıcak su kaplıcaları kulaktan kulağa yapılan tanıtımla yöre in-

mektedir. Çok mütevazi bir bütçe ile ailenizle gönül rahatlığı ile tatil yapabileceğiniz kaplıcalara mutlaka gelmenizi tavsiye ederiz

lerinde piknik yapabilirsiniz. Bunun yanında yeşillikleriyle adeta görsel şölen sunan çok sayıda piknik alanları vardır.Tüm Bursayı köyü-

sanının tatil mekanı olmuştur. Yu-

Ayrıca Ali Ova Cayı üzerinde raf-

müze gelip bu güzellikleri mutlaka

murta kaynatan sıcaklıkta çıkan

ting ve tracking gibi su sporları

görmesini tavsiye ederim.

sulara soğuk su ilave edilmeden girilemediği düşünüldüğünde, Hiçbir katkı olmadan tamamen doğal ve içine girilebilecek sıcaklıkta su çıkan bu kaplıcaların bir çok hastalığa iyi geldiği söylenmektedir. Çay yatağına yakın ve havuz şeklinde olan bu kaplıcalar kış aylarında çayın taşması nedeniyle kullanılamamaktadır.Kamu ve özel yatırımlarla 4 mevsim tam kapasite ile çalışırsa büyük bir gelir ve iş sahası olabilir köy halkına. Yine bu kaplıcalara yakın şifalı çamur bulunan ılıcaksuyun birçok cilt ve deri

17


deneme deneme

GELENEK VE GÖRENEKLERİMİZLE

YAŞAM GÜZELLİKLERİMİZ-2 Kıvançta, kederde tek vücut olan insanımızın, gelenek ve görenekleriyle ne kadar mutlu ve huzurlu yaşadığını görüyoruz. Sıkıntılarını aşmada pratik zekâsı öne çıkar. Gücünü damarlarındaki asil kandan almaktadır

özer güleç

Bunca acı ve tatlı hatıraları andıkça hüzün ve sevinci bir arada yaşıyoruz. Bu olaylar bizleri hem olgunlaştırdı, hem de sorumluluk sahibi yaptı. Ne mutlu bizlere ki, çocukluğumuzu doya doya yaşadık

18

H

armanda düvenle sap sürerken, öküzlerin pisliklerinin saplara karışmaması için tenekeyle hazır beklediğimizi, Kurban bayramında, kesilen kurbanın kanından alnımıza sürülmesi için sıra beklediğimizi, kışın kartopu oynarken veya kızak kayarken üşüdüğümüzün farkına varamayıp, ateş karşısında el ve ayaklarımızın nasıl sızladığını, evlerde dokunan halı ,kilim, çul çuval ve hasır tezgâhlarının başında kızlarımızın söylediği yanık türküleri, sınıfımızı geçtiğimizde, babalarımızın köy içinde kasıla kasıla dolaştıklarını, öküz ve dana güderken böğleğe tutulan hayvanların can acısıyla dağ bayır açtıklarını, ayı oynatıcıların ve pamuk atıcıların gösterilerini yaparken su gibi terlediklerini ve bahşiş istediklerini, cami önünde mevlit şekerlerinin serpilmesini dört gözle beklediğimizi, düzgün taşlar üstünde çamur patlatırken duyduğumuz heyecanı, kebap yapılan mahalle odalarının kapılarının önünde beklerken, ağzımızın nasıl sulandığını, köy içinde dolaşırken öğretmenimizden, “Za-

manı neden boşa harcıyorsunuz?” uyarısını işitmemek için köşe bucak kaçıştığımızı, üşüdüğümüzden dolayı gece altımızı ıslattığımızda, evimizin merdivenlerinden tedavi amacıyla baş aşağı nasıl indirildiğimizi, kiraz ağacından topladığımız sakızları ezerek yaptığımız tutkalları nasıl özenle sakladığımızı, yaz tatillerinde namaz sürelerini öğrenmek için, vakit namazından sonra hocaya gidip, süreleri okuyamadığımız zaman yediğimiz tokadın acı-

sını ve utancını,hacca gidiş ve dönüşlerde köyde yaşanan heyecanı, milli bayramlara hazırlanırken ve şiir okurken duyduğumuz gururu, çoban kavallarından dökülen namelerin yanıklığını , orak biçerken sıcaktan kavrulan “meci”nin, ‘’suuuuu! Suuuuu!’’ diye bağırmalarını ve oradan geçenlere bir demet buğday tutarak, “salçayla ye!” nidasıyla bahşiş istemelerini, üzüm, pekmez ,sirke, elma, şeftali vs satmaya giderken, yollarda yapılan akıl almaz


adam satma oyunlarını, harmana yığılan tınazı yağmurdan korumak için çul, çuval, kilim hasır örtme telaşından kocanın, karısına şaşkınlıktan, ”Anaaa!” diye bağırmasını, samanlıklarda yaptığımız kuyulara arkadaşlarımızı düşürdüğümüzde nasıl keyiflendiğimizi, Kocasu’ da yüzmeyi öğrenmek için belimize bağladığımız su kabaklarının bile bizleri suyun yüzünde tutamayıp, nasıl battığımızı, köye motorlu araç geldiğinde, peşinden nasıl koştuğumuzu, kendimizin yaptığı dört tekerlikli arabalarla yarıştığımızda, daha hızlı gitmesi için dingillerine çiğneyerek sürdüğümüz cevizlerin hesabını evde nasıl vereceğimizin korkusunu, idare ışığında bin bir zorlukla ders çalışırken çektiğimiz sıkıntıları, büyük ağaçlardan düşerek kırdığımız el, ayak ve vücut yaralarının dayanılmaz acılarını, evlenme isteğimizi babamıza söyleyemeyip, ancak ayakkabısını ev merdivenimize çakarak ifade edebildiğimizi… Özellikle kavrulan dun tatlı anlatılan

kışın ev oturmalarında kestane, mısır ve nohutatlı yenmesinin yanında Şahmeran, Keloğlan, Kö-

roğlu, Karacaoğlan ,Leyla ile Mecnun, Aslı ile Kerem, Ferhat ile Şirin, Battalgazi Zaloğlu Rüstem, Yedi Başlı Dev, Yedi Cüceler ,H.z Ali’nin Kılıcı vb gibi masalları dinlerken uyuya kaldığımızı, şimdi tatlı birer anı olarak hatırlıyoruz. Anne ve babamızın her sabah dışarıya çıkarken:“Evladım yaramazlık yapma, kimseyi incitme. Malına canına zarar verme. Büyüklerini ata, küçüklerini kardeş bil. Düşkünü koru. Ona yardım et. Yeşile zarar verme. Olur, olmaz yerde ateş yakma. Söz dinle. Ağzından kötü ve incitici laf çıkarma. Gelen misafire sahip çık. Açlarını doyur. Beddua alma dua al. Kapıya alacaklı ve şikâyetçi getirme. Öğretmenlerini üzme, söyledikleri yap. Onlar doğru yolu gösterirler. Derslerine çok çalış. Büyük insan ol. Hem bize ,hem de ülkemize sahip çık. Milli ve manevi değerlerimizden taviz verme. Kültürümüzü yaşat. Bizleri bu günlere başımız dik olarak getiren atalarımızla, şehitlerimizle ve gazilerimizle gurur duy. Gönül kırma, gönül yap, vs” gibi tavsiyelerinin hala kulaklarımızda çınladığını ve yaşantımızı bu esaslara göre dü-

zenlediğimizi gururla söylüyoruz. Bunca acı ve tatlı hatıraları andıkça hüzün ve sevinci bir arada yaşıyoruz. Bu olaylar bizleri hem olgunlaştırdı, hem de sorumluluk sahibi yaptı. Ne mutlu bizlere ki, çocukluğumuzu doya doya yaşadık Bizler mutluyduk Dileğimiz, günümüz çocuklarımızın da bulundukları ortamlarda mutlu yaşayabilmeleri… Çocukluğumuzun sofralarında bulunan yemeklerimizi de hatırladığımızda, bir kısmının artık yapılmadığını görüyoruz. Ancak, hatırlaya bildiğimiz yemeklerimizi şöyle sıralaya biliriz: Tarhana çorbası, mercimek çorbası, ulamaç çorbası, şehriye çorbası, düğün çorbası,süt çorbası, kelem aşı ve dolması, yaprak dolması, kabak dolması, dut yaprağı dolması,kabak çiçeği dolması,çükündür (Pancar) yaprağı dolması, biber dolması, hamur aşı, kulak aşı, yoğurtlu hamur,kuskus hamuru, bedirgat hamuru , ot aşı, karnıkara aşı, mercimek ve mürdük aşı, patlıcan aşı, soğan aşı, ekmek aşı (tirit, papara),taze ve kuru fasulye aşı,ekşi kulak aşı,bakla aşı, kabuklu fasulye (sakal çarpan ) aşı,

Bazı köylerimizde “Misafir Tahtası” uygulaması vardır. Her gün bir evin kapısına bu tahta asılır. O gün köye gelen misafire bu hane sahibi bakar.

19


ıspanak aşı, patates aşı, mısır aşı, nohut aşı, mantar aşı, türlü, karnıyarık, ekşi aş,ekmek içi ,keşkek ,bulgur ve pirinç pilavı, mısır höşmenisi, gaçamak ,borana,karga beyni , yağda yumurta , biber, patates, kabak kızartması yoğurtlu çükündür, yufka ıslaması oturtma ,yufka böreği,mısır böreği, kıvrım böreği , ot böreği , patates böreği ,haşlama et, kızılca kavurma ,köfte( katı ve sulu), ot köftesi ,patates köftesi ,ciğer yahni , kapama ,ızgara ,külbastı, kelle paça, göveç ,tas kebabı, kuyu ve asma kebabı, fırın kebabı, börek tatlısı ,yeşil

Kıvançta, kederde tek vücut olan insanımızın, gelenek ve görenekleriyle ne kadar mutlu ve huzurlu yaşadığını görüyoruz. Sıkıntılarını aşmada pratik zekâsı öne çıkar. Gücünü damarlarındaki asil kandan almaktadır

mercimek tatlısı ,karnıkara tatlısı, pirinç tatlısı ,kabak tatlısı , un helvası , yağ helvası, nişasta helvası , ceviz helvası , peynir helvası ,süt helvası , hoşaf vs ilk aklımıza gelenler . Bu yemeklerin sofraya konuluş sırası da önemlidir. Çorbayla başlanan sofraya sırasıyla etli yemek, yemek, börek veya pilav yanında hoşaf bulunur. En son tatlı yenerek ağız tadıyla sofradan kalkılır. Düğünlerimizde kaba ve ince çalgı çalınır. Oyunlarımız kaşık ve zille oynanır. Aşadan, Dumanıc (küçük oyun -büyük oyun),Yüksek hava, Çiftetelli, Ceza yeri, azda olsa Arap ve Bıçak oyunları ,yörede erkeklerin oynadıkları oyunlardır. Kadınlarımız

ise

düz

oyun,

tüğmeci(sekme),ceza yeri, tren yolu, oyunlarını bakır çalıp, kaşık vurarak oynarlar. Kıvançta, kederde tek vücut olan insanımızın, gelenek ve görenekleriyle ne kadar mutlu ve huzurlu yaşadığını görüyoruz. Sıkıntılarını aşmada pratik zekâsı öne çıkar. Gücünü damarlarındaki asil kandan almaktadır Ulu

önder

Mustafa

Kemal

Atatürk’ün dediği gibi: “Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha

20

büyük işler yapmak için kendinde güç bulacaktır.”


a m

ar

M y ne

En

ü B

ü ğ yü

n ı n ’ a r

! a ’d

a s r u B

HAFTA İÇİ VE HAFTA SONU, HER GÜN

DÜĞÜN, NİŞAN, KINA, SÜNNET, GRUPLARA ÖZEL TOPLANTI VE DAVETLERİNİZ İÇİN...

235 05 00

Merinos, Kanal Cad. No:1 Osmangazi / BURSA


gezi gezi DÜNYANIN YARISI:

İSFAHAN

Türk olduğumuzu öğrenen kaç İranlının “En büyük Türkiye!” diye bağırdığını sayamadık bile.

murat karaman

fotoğraflar: bufsad belgesel atölyesi www.bursaliyiz.biz

Şehir henüz uyanmış ve köprü işe gitmek için telaş içindeki insanlar tarafından yeni yeni istila edilmeye başlanmış.

22

B

ir çoğumuzun farklı ön yargılarla yaklaştığı, hakkında çok fazla bir şey bilmediğimizi düşündüğümüz bir ülke. İran’a seyahat fikri Türkiye’nin önemli belgesel fotoğrafçılarından Sn. Özcan YURDALAN’la yaptığımız sohbetler sırasında gelişmeye başladı. Olabilirliği ve Özcan Hoca’nın bizde İran ile ilgili bıraktığı olumlu izlenimler sonrasında İran’a gitme fikri olgunlaşmaya ve hatta heyecana dönüşmeye başladı. Tüm hazırlıklar yapıldıktan sonra 06 Ağustos günü 3 kişilik ekibimizle Sabiha Gökçen Hava Limanından yolculuk başladı. Ekipte Cem Şeflek, Kenan Kaya ve ben varım. Sabiha Gökçen’den Van’a, oradan Yüksekova üzerinden

Esendere sınır kapısından İran’a geçtik. Sırasıyla Urumiye, Tebriz ve Tahran şehirleri gezildi ve son olarak Isfahan. Üstelik tek kelime Farsça bilmeden. Türkiye ve Türkçe’nin gücünü buralarda iyice hissediyoruz. Türkçe oldukça yaygın kullanılıyor, Türk televizyonları seyrediliyor. Bölgenin diğer bir çok ülkesinde olduğu gibi, İran’da da “Türküm” demek başlı başına bir imtiyaz. Türk olduğumuzu öğrenen kaç İranlının “En büyük Türkiye!” diye bağırdığını sayamadık bile.

İranlılar, Isfahan için Cihan’ın yarısı diyorlar. Gidince neden böyle dendiğini anlıyorsunuz. Cihanın güzelliklerinin yarısı İsfahan’da toplanmış adeta. Tahran’dan akşam üzeri hareket eden otobüsümüz sabah 05.00 gibi Isfahan’a varıyor. Sabahın çok erken saati ve şehir henüz uyanmamış. İlk kez misafir olarak geldiğimiz şehirde, şehrin uyanmasını beklemeden şehre girmek istemiyoruz. Otobüs garında sabahı karşılamayı kararlaştırıyoruz. Sabahın ilk ışıkları ile birlikte kahvaltımızı yapıyoruz. Daha sonra bindiğimiz belediye otobüsü ile Isfahan’a gitmeden önce adını duyduğu-


muz ve fotoğraflarını gördüğümüz Sea-Se-Pol köprüsüne doğru hareket ediyoruz. Köprünün başladığı meydana vardığımızda güneş, şehre henüz yüzünü göstermeye başlamış ve köprü üzerine bıraktığı kızıl tatlı ışıkları ile bu şehirde yaşamın güzel ve heyecanlı bir uğraş olduğu fikrini oluşturuyor. Şehir henüz uyanmış ve köprü işe gitmek için telaş içindeki insanlar tarafından yeni yeni istila edilmeye başlanmış. Vakit kaybetmeden Isfahan ile ilgili ilk fotoğraf karelerini çekmeye başlıyoruz. Isfahan bir akarsuyla ikiye ayrılmış bir şehir. Şehrin iki yakasını birbirine bağlayan muhtelif sayıda köprü var. Ancak bunlardan en zarif olanı ve en bilineni Sea-Se-Pol köprüsü. Tarihi bir köprü. Sadece yaya trafiğine açık. Altından geçen veya geçmesi gereken akarsu bu mevsimde tamamen kurumuş.Ancak köprü suyun yokluğuna rağmen zerafetinden ve ihtişamından herhangi bir şey kaybetmeden yıllara meydan okumayı sürdürüyor.

Bir taraftan köprüyü fotoğraflamaya çalışırken diğer taraftan bizden önce yaşayan insanların bizden daha fazla estetik duygusuna sahip olduklarını düşünüyoruz. Zira olmayan imkanlara rağmen bu kadar zarif, sıcak ve insana yakın eserler üretmeleri mümkün değil. Güneş Yükselmeye başlayınca köprüde işimiz bitiyor. Cihan’ın Yarısı Isfahan’ın Nakşe Cihan (Cihanın Süsü) meydanına gitmek için ayrılıyoruz köprüden. Nakşe Cihan meydanı gerçekten adı gibi bir meydan. İslam devrimi sonrası adı Humeyni meydanı olarak değiştirilmiş ama halk arasında hala eski adı kullanılıyor. Taksiden inip meydana giriyoruz. Gerçekten anlatıldığı ve isimlendirildiği kadar güzel bir meydan . Genişçe bir dikdörtgen alan içine oturtulmuş ve etrafı çok zarif bir kapalı çarşı ile çevrili. İrili ufaklı birkaç cami ve Ali Gapu Sarayı meydanın diğer binaları. Ama hepsi çarşı ve meydanla bir bütünlük içinde. Ortada bir de genişçe bir su

23


Buram buram tarih kokan bir kent. Ama buranın farklı bir tadı var. Bir çok tarihi mekanı gezerken sıkıldığımı hissetmiştim. Ama burada insan gezdikçe keyf alıyor, gezdikçe dinleniyor. Gezdikçe, bize bir çok şeyin yanlış öğretildiğini düşünmeye başlıyoruz.

havuzu mevcut. Bu günün modern şehirlerinde olmayan bir şehircilik anlayışı ile dizayn edilmiş. Misafirlerini tarifsiz bir gülümsemeyle karşılıyor. Misafirlerin içini tatlı bir huzur kaplıyor bu meydanda. Meydanın hemen yakınında Özcan Hoca’nın selamlarını götüreceğimiz ve Isfahan da bize yardımcı olacağını umduğumuz Hüseyin’in dükkanını arıyoruz bir süre. Dükkanda Hüseyin’in kardeşi var. Bir süre sonra Hüseyin geliyor. Çayımızı içiyoruz. Özcan Hoca’nın selamlarını ilettikten sonra kalacağımız oteli bize tarif ediyor ve ayrılıyoruz. Vakit öğlene yaklaştığı için fotoğraf çekmek için uygun bir saat değil. Otele yerleştikten sonra bir süre dinleniyoruz. Ama Isfahan öyle bir heyecan uyandırıyor ki bizde, dinlenmeyi bir kenara bırakıp yeniden dışarı çıkıyoruz. Buram buram tarih kokan bir kent. Ama buranın farklı bir tadı var. Bir çok tarihi mekanı gezerken sıkıldığımı hissetmiştim. Ama burada insan gezdikçe keyf alıyor, gezdikçe dinleniyor. Gezdikçe, bize bir çok şeyin yanlış öğretildiğini düşünmeye başlıyoruz. Estetik-

24


ten, iyiden, güzelden yoksun bir doğu kavramı vardı kafamızda buraya gelmeden önce. Oysa insan Isfahan’ı görmeden güzelden ve estetikten bahsetmemeli bence. Şehirdeki irili ufaklı bir çok tarihi mekanı gezdikten sonra yeniden Nakşe Cihan meydanına doğru hareketleniyoruz.. Asıl mekan orası. Ceher Sutun ( 40 sütün) denen bir eski saray var. Mutlaka görülmesi gereken yerlerden. Ön avlusunda 20 sütün yükselmekte. Ancak, sütünların aksi, hemen önünde yer alan havuza düştüğü için 40 sütün olarak sayılmakta ve bu şekilde adlandırılmakta. Binanın tavanlarında muhteşem bir ayna işleme işçiliği mevcut. Müze olarak kullanılıyor bir kısmı. Gezi güzergahını tamamlayıp yeniden Nakşe Cihan meydanına varıyoruz. Meydan şimdi daha kalabalık. Dinlenmek isteyen aileler, oynamak isteyen çocuklar işi gücü olmayan Isfahanlılar ve şehri görmeye gelen herkes burada sanki. Gecenin geç saatinde yorgun ama keyifli bir halde otele dönüyoruz. Sabah erken Isfahan’dan ayrılmak ve dönüşe geçmeyi planlıyoruz. Ancak Cem, Nakşe Cihan meydanının verdiği sarhoşlukla telefonunu takside unutuyor. Sabah erken telefonu aramak için yeniden Nakşe Cihan meydanına gidiyoruz. Cem’in telefonun aradığımızda bir İranlı bizi yanıtlıyor. Ana dil nedeni ile anlaşamıyoruz. Hüseyin’e gitmekten başka çare yok. Hüseyin telefonun bizden sonra taksiye binen bir kişide olduğunu ve hemen getireceklerini söylüyor. Büyükşehirde yaşamış bireyler olarak pek ihtimal vermesek de bekliyoruz. Bir süre sonra telefon Hüseyin’in dükkanına getiriliyor. Şehirleri kadar temiz kalmış bu insanlara minnet duyuyoruz. Artık kalmak için bir nedenimiz yok. Hüseyin’le vedalaşıp ayrılıyoruz. İsfahan la vedalaşmak daha zor. Aklımızın bir köşesine yeniden gelmeyi not edip ayrılıyoruz.


araştırma araştırma

HOBAN DEDE’NİN KÖYÜ:

HOBANDANİŞMENT

Hobandanişment Köyü sırtını, üzerinden karın, boranın hiç eksik olmadığı Uludağ’a doğru dönmüş bir vaziyete, (laf aramızda) sanki birazda dağa küsmüş gibi bir edayla oturmuş, ensesindeki yemyeşil ormanın dibine.. mehmet pelvan

B

ir bayram günü yolumuz düştü Hobandanişment köyüne. Amacımız; dağ yöresindeki bir köyde buz gibi bir köy havsıyla birlikte bayram havasını da solumaktı.

26

Ama öyle olmadı. Bazen evdeki hesap çarşıya uymaz derler ya, işte bizimkisi de öyle oldu. O gün Hobandanişment köyüne vardığımızda bayramla beraber seyranla da karşılaştık. Köy halkından birsi vefat etmiş o gün ve aynı gün ölen kişinin torununun sünnet düğünü

de varmış.

sevinç yayıyorlardı.

Anlayacağınız sanki o gün hüzün, tasa, elem, sevinç bayram dolayısıyla hepsi bu köyde bir araya toplanmışlar, böylelikle hem birbirlerinin bayramlarını tebrik ediyor hem de birbirleriyle daha yakından tanışma fırsatı buluyor gibiydiler. Ellerinde olmayan sebeplerden dolayı bazen de böyle birbirlerinin alanlarını işgal etmek zorunda kaldıkları için birbirlerini anlayışla karşılama yönünde telkin ve teskinlerde bulunup etraflarına da acıyla karışık buruk bir

Hal böyle olunca bu buruk atmosfer bizim yazımıza da yansıdı ve bizde görüp hissettiklerimizi siz okuyucularımıza aynen aktarmayı uygun gördük. Hobandanişment Köyü Harmancık ilçesine dokuz km. uzaklıkta ve kırk haneden oluşan bir dağ köyü. Ayrıca bu köyün (gelecek sayımızda misafir olmayı düşündüğümüz) Köçekler isminde yirmi beş hanelik birde mahallesi bulunuyor.


Halk arasında ‘Hobandanışman’ olarak telaffuz edilen bu köy ismini; yazımızın ilerleyen bölümlerinde genişçe değineceğimiz ‘Hoban’ isimli bir horasan erinden almış. Hobandanişment Köyü sırtını, üzerinden karın, boranın hiç eksik olmadığı Uludağ’a doğru dönmüş bir vaziyete, (laf aramızda) sanki birazda dağa küsmüş gibi bir edayla oturmuş, ensesindeki yemyeşil ormanın dibine. Gerçi ‘Tavşan dağa küsmüş dağın haberi olmamış’ denir, ama demek ki o yinede tavrını ve kırgınlığını göstermek için böyle yapmış olmalı, her ne mesel varsa dağla ararlında. İlk görüşte köyün bu tutumu bende epey merak uyandırmıştı. Köy kahvesinin önündeki ahaliyle sohbet ederken bir ara yoklaya yoklaya bu yarayı buldum ve acık acık kaşımaya başladım. Tahminim doğruymuş. Bir söyle bin işit derler ya işte öyle. Her biri kötü kötü söylenmeye başladı dağdan yana. Anlattıklarına göre; Yılarca hep bu dağdan ve onun öte yüzünden gelmiş başlarına her ne geldiyse. Bir gün olsun onun sıcak yüzünü görememişler. (Yangına çırayla gitmiş gibi olmayalım ama bizim Hobandanişment’e vardığımız günde bu dağ, kara peçe gibi kara bulutları başına bağlamış, kara kara bu yöreye doğru bakınıp duruyordu.) Bir seksenlik dede, bak evlat; dedi ve iniltili iniltili konuşmaya başladı. Biz dağlılarda bir tabir vardır bu dağla ilgili. Denir ki; Uludağ bir sağmalı inektir. Amma velâkin gel gelelim ki; bu ineğin memeleri dağın diğer tarafında, boynuzları da bizden yanında. O sebeple yıllardır bu ineğin sütünü ovalılar (Bursalılar) yer, biz dağlılarda hep boynuzunu yeriz. Neden? Diye sormaya fırsat vermeden bu sözünü tabir etmeye başladı yaşlı amca: bu dağ bize bugüne dek hep çatır çatır kuru ayaz verdi, takır takır don verdi,

tufan verdi, kar verdi, boran verdi. Anlayacağın ‘Karadeniz horonu’ gibi titrete titrete hep tepindirir durur bizi bu dağ. Bu verdiklerine karşılık bizden aldığına gelince: Bak ben şimdi seksen küsur yaşımdayım. Benim ömrümün en bereketli yılları bu dağın ovasında çalışmakla geçti. Sırtımda yorgan gezmediğim köy biçmediğim orak tarlası kalmadı. Velhasıl Karın tokluğuna beni kendisine ırgat etti bu dağ. O yüzden ne yaptım ettim oğlumu vermedim bu dağın ovasına. Amma velâkin gel gelelim ki; allem etti kullem etti, bu defada çatır çatır torunumu koparıp aldı elimden. Şimdi oda; benim orak biçe biçe belimin kamburunu çıkaran aynı ovanın yüzündeki bir fab-

rikada yedi gün on iki saat karın tokluğuna çalışıyor. Bayramı tatili de yok. Hadi bunlar neyse ne, karın tokluğuna da olsa ekmeklerini yedik. Nankörlük gelirsek Allah sorar. En çok zoruma giden de ne olurdu biliyonmu? Hem yıllarca beni karın tokluğuna kendine ırgat et, benim emeğimi sömür, hayatımı kemir de; birde bana ‘dağlı’ diye alaylı alaylı söylen, tepeden tepeden bak! Aha o beni öldürürdü. Bak suyu savılmış değirmene döndü tüm köylerimiz, dedi ve bastonun ucuyla karşıdaki yıkık samanlığı işaret edip köyümüzün yarısı aha böyle virane düştü. Şimdi o viranenin dibinde oturan gençlerde forum doldurmuşlar her bir yere. Yakında onlarda gide-

Biz dağlılarda bir tabir vardır bu dağla ilgili. Denir ki; Uludağ bir sağmalı inektir. Amma velâkin gel gelelim ki; bu ineğin memeleri dağın diğer tarafında, boynuzları da bizden yanında. O sebeple yıllardır bu ineğin sütünü ovalılar (Bursalılar) yer, biz dağlılarda hep boynuzunu yeriz.

27


ceklermiş, dedi ve başını öne eğip bastonunun ucunu manalı manalı tıkk tıkk tıkk diye yere vurmaya başladı. Her nedense bugün tutuğumuz her şey bir anda hüzne dönüşüveriyor. Farkına varmadan bu yaşlı dedenin üstünde oluşturduğumuz bu hüzünlü havayı nasıl dağıtırız diye düşmüşken imdadımıza, ‘cenazenin hazır olduğu’ haberi yetişti. Gelen bu haber, hüznün yerini acıya bırakacağını gösteriyordu bizlere. Kara bulutlar hemen üzerindeydi o gün Hobandanişmendin! Cenaze, evininin önünde eşi ve dostuyla helalleştirilip komşularının omuzlarında son yolculuğuna çıkarken ‘ne olur babamı götürmeyin’ feryatları acı acı dövüyordu ahşap evlerin taş duvarlarını. Dağ yöresi geleneklerine göre; üzeri yazma, tülbent, havlu gibi şeylerle bir gelin gibi süslenmiş olan tabut, erkeklerin güçlü omuzlarında emin adımlarla ilerlerken, kadınlar da ağıtlar yaka yaka ‘meyyit taşı’ diye adlandırdıkları musalla taşına kadar cenazeyi

Kara bulutlar hemen üzerindeydi o gün Hobandanişmendin! Cenaze, evininin önünde eşi ve dostuyla helalleştirilip komşularının omuzlarında son yolculuğuna çıkarken ‘ne olur babamı götürmeyin’ feryatları acı acı dövüyordu ahşap evlerin taş duvarlarını. 28

uğurlamaya geliyorlardı. Hobandanişment köyünün mezarlığı köye iki km. gibi epeyce uzak bir mesafede ve cenazelerini diğer tüm dağ köylüleri gibi hep omuzlarda götürüyorlar. Daha iki sene öncesine kadar hiç yolda yokmuş bu köyden mezarlığa. Karda kışta tarlaların ortasından çamura saplana saplana mezarlığa kadar böyle götürüyorlarmış cenazelerini. Yaklaşık iki yıl kadar önce devlet baba bu köye; üzerine seyrekçe çakıl serpilmiş, büyükçe bir patikayı andıran bir mezarlık yolu yapıvermiş. Şimdi devlete dua ede ede rahatlık içinde bu yoldan götürüyorlar cenazelerini. Geleneklere göre cenaze götürülürken konuşmak doğru değil ama biz yolun uzunluğundan da yararlanarak cenaze alayının en arkasından yürüdük ve bu sırada da hafiften hafiften konuşup bilgi almaya devam ettik Bir ara aklımdan, bu mesafenin yaklaşık olarak Bursa ulu cami ile emir sultan mezarlığı kadar olduğu, benim bildiğim Bursa da bu mesafeyi sadece Zeki Müren’in

omuzlarda kat ettiği geçti ve bu düşüncemi seslendirdim yanımda yürüyenlere. Bunun üzerine hafifçe arkamdan yürüyen bir köylü; —Eyi ya işte! O zaman biz hepimiz Zeki Müreniz, dedi. Bu latifesine karşılık bende kendisine hafifçe gülümseyerek karşılık verdim. Dağ yöresinde cenazeyi araçla götürmek doğru değil biliyorum ama düşüncelerini almak için yinede sordum. —Peki, her daim zor olmuyor mu böyle, artık zaman değişti, bir araçla götürseniz cenazeleri daha iyi olmaz mı dedim. Yine aynı kişi: —Len biz dağlıyız nerden bilem öle iş kolayını,’ dedi. İkinci kez oluyordu bu adamın beni denk getirip getirip yakından çektiği şut. Tahminim beni ovalı (Bursalı) diye düşündü ve bir zamanlar oralarda yediği gollerin rövanşını almak istiyordu ne! Yine ben onu duymazlıktan gelip,


cevabı diğer yanımdaki kişiden almak için onun yüzüne baktım. —Öle şey olur mu hiç! Bir ömür boyu acımızda tatlımızda beraber olduğumuz bir komşumuzu son yolculuğunda omuzlarımızda götürmezsek una nankörlük etmiş olmaz mıyız? Hem de cenaze götürmek çok sevaplı bi iş. Adımına bin sevap. Senede kaç denk gelir bu fırsat. Bunun için ta uzak köylerden gelenler olur. Bizde urlara gideriz. Sen gaktın arabayla götün diyon.’ Bu cevap karşısında biraz zorlandım ve konuyu biraz farklı bir yere çekmek istedim. Peki, amca; öğrendiğime göre iki seneye kadar burada hiç yolda yokmuş. Gerçi bir parça bir şey yapılmış ama bu yetersiz değimli sizce? Hani bu yolu devletten yardım isteyip biraz daha genişlettirseniz ne bileyim kaldırım asfalt gibi bir şeyler attırsanız buraya daha iyi olmaz mı? Cevap yine aynı kişiden ve yine ters köşeye: —Len biz dağlıyız, nerden akıl idem öle gurnazlıkları!

Artık sabrım taştı ve kendisine doğru hafifçe dönüp: kardeşim ne yapmak istiyorsun sen? Dağlıysan dağlısın, bende dağlıyım ve karşıki filanca köydenim, dedim. Bunun üzerine bir an durakladı, şaşırır gibi oldu, yüzüne mahcup bir ifade yayıldı ve ani bir refleksle başındaki şapkasını eliyle hafifçe düzeltip, çıplak ayaklarına iki numara büyük gibi giymiş olduğu lastik pabuçları şambreli patlamış lastik gibi haldırdata haldırdata hızlı adımlarla ilerleyip cenaze alayının ortalarına karışıp gitti. Daha sonra bu kişiyle birkaç kez daha göz göze geldik. Ama bu defa bakışları daha olumluydu ve yanındakilere bir şeyler anlatıp fark ettirmeden beni gösteriyordu. Yine aynı amca konuşmaya başladı: —Bu yol neyimize yetmiyo ki; yazık günah değil mi bu devletin milletin parasına. Allah devletimize zeval vermesin bak yapıverdi yolumuzu, bizi çamurdan çapaktan kurtardı. Kanaat etmek lazım, nankörlük gelmemek lazım. Kim bilir kaç Müslüman gardaşımızın daha esiği gediği vadır etrafta,

urlara yapsınlar, yite de arta bile bize bu yol. Bu hiç beklenmedik ibretlik cevaplar beni derinden sarsmıştı. Artık pek soru soramaya mecalim ve cesaretim kalmamıştı. Zaten söylenen bu ibretlik sözler, benim bundan sonra kafama takılacak her soruya rehberlik edip yol gösterecek gibiydi. Yolun bundan sonraki kalan kısmını, her gün tv ekranlarına çıkıp her şeyi yetersiz görüp daha fazlasını isteyen, demokratik hakkımız ifade özgürlüğümüz diye mitingler düzenleyip etraflarını savaş alanlarına çeviren bu kişilerin istedikleri hakla, dağlıların hak anlayışları arasındaki inceliği düşünerek geçirdim. Zaten bunun cevabını dağlı amcada vermişti. Kısacası biri kanaatkârlık diğeri nankörlüktü. Mezarlığa varmıştık. Burası asırlık ardıç ağaçlarıyla kaplı serin bir yerdi ve mezarlığın ortasında bir türbe vardı. Bu türbe halk arsında ‘demir kaynak dede’ diye tabir edilen ve bu köye adını veren ‘Hoban’ dedeye aitmiş. ( Devamı gelecek Sayıda...)

Mezarlığa varmıştık. Burası asırlık ardıç ağaçlarıyla kaplı serin bir yerdi ve mezarlığın ortasında bir türbe vardı. Bu türbe halk arsında ‘demir kaynak dede’ diye tabir edilen ve bu köye adını veren ‘Hoban’ dedeye aitmiş.

29


türkülerimiz türkülerimiz

BİR KELES-ALPAGUT TÜRKÜSÜ:

AVLUSUNA YUVARLADIM GALBIRI Yöremiz türkülerini güzel sesi ve yorumu ile başarılı bir şekilde icra eden Menteşeli Cengiz BÜTÜN arkadaşımdan dinlediğim türkü öyküsü...

emel örgün

Y

öremiz türkülerini güzel sesi ve yorumu ile başarılı bir şekilde icra eden Menteşeli Cengiz BÜTÜN arkadaşımdan dinlediğim türkü öyküsü şöyledir”. AVLUSUNA YUVARLADIM GALBIRI (Keles-Alpagut)

30

(Anlatan Menteşeli Cengiz BÜTÜN-2006) Köyde varlığı, zenginliği ile bilinen birininyanına çoban duran ve ismi tam olarak bilinmeyen bir genç vardır.Köyün güzel kızlarından biri olarak bilinen Gülsü’me yanıktır. Yanında çalıştığı zengin kişinin de bir oğlu vardır. Bu zengin kişi çobanın yanık olduğu Gülsüm ‘ü oğluna ister, kızın ailesi de itiraz-

sız verir. Gülsüm zengin birinin gelini olmuştur artık yalnız çobanın kendisine yanık olduğundan da haberi yoktur. Çoban koyunlarını güderken bir ağacın altında bu türküyü yakar. Çoban Gülsüm ünü ,her gün çalıştığı evde görmekten derin acı ve kederlere düşmekt e n


aklını yitirir. 16 yaşındaki Gülsüm zengin oğlu kocasından da üç yaş büyüktür üstelik. Çoban bir gün alır başını köyünü terkederek civar köylere gider. Sersebil, aç perişan çoban çevre köylerden birinde dolaşırken köy meydanında camiye yakın bir yerde yoldan geçen bir adamı durdurur.ve eliyle işaret ederek “ bu kadar kalabalık adamların neden o binaya girdiklerini ve öbür adamın da neden avaz avaz bağırdığını “ sorar.Yoldan geçen adam ise Bu binanın “Cami , camiye gidenlerin cemaat, avaz avaz bağıran adamın da cami hocası” olduğunu ve “ezan okuduğunu” söyler gence. Çoban devam eder sözüne “söyleyin bu adama sussun öyle avaz avaz bağırmasın” Adam çok şaşırır birazda kızarak “bre gafil delimisin nesin, hoca ezan okumasa namaz vaktini nereden bilecek cemaat? Ezan tanrı kelamıdır, bizlerin camiye gidip ibadet edebilmemiz için bu ezan şarttır” Çoban sorar “bu ezan okununca herkes gidermi camiye?” Adam “gider tabii” der. Çoban yine sorar “herkez mi”

Adam geç kalmanın telaşıyla “evet herkez” çoban yine ikna olmaz ve sorgusuna devam eder “gülsüm de gelirmi,gülsüm benim sevdiğim kız” Adam ellerini havaya kaldırır ve şöyle der “Fesüshanallah, Allahım verdiğin aklı alma yarabbim”. İnsanlar camide namaz kılarken bizim garip çoban, caminin avlusunda camiye bitişik cenaze levazımatı ile dolu olan odaya girer ve aroda uyuyakalır.İki gün sonra köyde yaşlılardan biri ölür.Ahali den iki kişi cenazeyi yıkamak için levazımatların olduğu odaya girdiklerinde garip çobanın ölüsünü bulurlar. Çoban o gün ölen yaşlı adam ile birlikte defnedilir.

Avlusuna yuvarladım galbırı Avlusuna yuvarladım galbırı Yayla kaymağına dönmüş baldırı Evlileri yatağından kaldırır Bekarları deli gibi döndürür Bekarları verem eder öldürür Yüksek tepelere serdim mendili Ay karalı göster gelin kendini Çok aradım bulamadım dengimi Yanan ataşlara attım kendimi Yanan ataşlara attım kendimi Köyümüzün bacaları havada Allı gelin orak biçer ovada Gel güzelim senin ile kaçalım Gavur anan dönsün dursun ortada Gavur anan dönsün dursun ortada 31


32




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.