Golge e-Dergi Sayi 56

Page 1

Mayıs 2012

Sayı 56

Murat SEVİNÇ

e-Dergi


İÇİNDEKİLER

56.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://GolgeDergi.Blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Samim Salur PAÇACIOĞLU Pinup: Mehmet Günay ERCAN Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

04-22 Haberler- Türkiye'de Fantastik Hayat 23-29 Röportaj- Zagor'da Kim Kimdir? 30-32 Yazar'ın Kaleminden- Suat Gönülay'ın Yeni Kitabı "Sonsuz Cuma Günü" 33-37 Çizgi Roman -Jiar Kayıp Kral 38-42 Sinema-15. Uluslararası Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali 43-45 Öykü- Zombi Günlüğü-Gün Batımında İki Güneş 46-51 Tarihte Bu Ay-Batman 52-53 Tarihte Bu Ay-Orson Welles 54-56 Sinema- Citizen Kane 57-63 Çizgi Roman -Tunç PEKMEN 64-67 Oyun İnceleme-Diablo Tarihçesi 68-71 Öykü- Yazmak Üzerine Bir Şeyler 72-79 Sinema-İntikamcılar Gelirken 80-82 Çizgi Roman İnceleme-Avengers 83-86 Öykü- Ana Sütü 87-90 Portfolyo- İlker YATI 91-94 Öykü- Ecel Yandı Ateş Behiye 95-96 Çizgi Roman'da Dil- Örümcek Adam Çevirilerinde Dil 97-99 Öykü- Dünya'nın Sevgilisi 101 Kitaplık- Din Karşıtı-Altıncı Nesil, 102 Pinup

Merhaba… ‘’Eser bahar yelleri gevşer gönül telleri" Bahar güzeldir, bahar ayları daha da bir güzeldir, bayramlarla doludur. Geçtiğimiz ay kutladığımız, Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından çocuklara armağan edilen ve Dünya’da kutlanan tek çocuk bayramıdır 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Gelelim Mayıs ayına 1 Mayıs İşçi Bayramı, Bahar Bayramı ve tabiki yine ulu önder ATATÜRK tarafından gençlere armağan edilen bir başka bayram da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı. Gölge e-Dergi’nin oluşmasında emeği geçen, katkı’da bulunan tüm genç arkadaşlarımızın’da 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlu olsun. Günlerinizin bayram güzelliğinde şen şakrak, neşe içinde geçmesi dileğiyle, bütün bayramlarımız kutlu olsun.

İyi okumalar… Mehmet Kaan SEVİNÇ

3


Haberler

Haberler

Türkiye'de Fantastik Hayat Yazanları, çizenleri, yönetenleri ve en kahraman okur-izlerleri Gölge'de bir dosya için topluyoruz. Kim yastığının altında peri tozu saklıyorsa çıkartsın... Heyyyy arka bahçelerinde dinazor besleyenler... Tavan arasında elf besleyenler size sesleniyorum... Fantastik dünya ile ilk tanışmanızı, fantastiğe bakış açınızı, üretirken aklınızdan geçen kurt adamları ve okurken gittiğiniz dünyaları "BENİM FANTASTİK HAYATIM" başlığı ile bize gönderin. 15 Haziran'a kadar yazılarınızı bekliyoruz. iletişim adresi hayalsaati@gmail.com

Korku Anlatıları Konferansı 2

Korku Anlatılarında Çocuk İlki 2009 yılında düzenlenen Korku Anlatıları Konferansı’nın ikincisi, “Korku Anlatılarında Çocuk” konusuyla 24-25 Mayıs 2012 tarihleri arasında İstanbul Üniversitesi’nde gerçekleştirilecek. Ulusal bir konferansın korku kültürünü konu alması ülkemizde maalesef çok fazla rastlamadığımız bir haber. Sevindirici olması ise ikincisinin gerçekleştirilerek gelenekselleşme yolunda önemli bir adım atılması. Bunda hiç şüphesiz ki İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı öğretim üyeleri ve öğrencilerinin payı büyük. Konferansın açılış konuşması, ülkemizde fantastik alana kendini adamış yetenekli yazar Doğu Yücel tarafından yapılacak. Dergimiz yazarlarından Fatih Danacı da, 25 Mayıs 2012 tarihinde “Korku Sinemasının Kötü Çocukları” sunumuyla konferansa iştirak edecek ve korku sinemasının çocuk karakterleri nasıl ve neden kullandığını kronolojik bir süreçte anlatacak. Hemen ardından da yine dergimizden tanıdığımız Serdar Kökçeoğlu “Dört duvar arasında büyüyen ‘günah’ çocuklar!” sunumuyla konferansa katılacak. Masaldan, sinemaya kadar korku kültüründeki çocuk temasının inceleneceği konferans hakkında detaylı bilgiye İstanbul Üniversitesi’nin resmi sitesinden ulaşmak mümkündür. http://www.istanbul.edu.tr/edebiyat/ide/korku.html

Evvetttt Temmuz sayımızı TÜRKİYE'DE FANTASTİK HAYAT'a ayırdıktan sonra Ağustos sayısında ÖYKÜ ÖZEL SAYISI yapmaya var mısınız? Konu başlığımız üstad Sadık YEMNİ’den geldi. "DEĞİŞEN DÜNYA DÜZENİ". Günümüzün değişen dünya düzenini ister reel, ister ütopik, ister distopik olarak ariel karakteri ile 12 punto 5 sayfayı aşmayan öykülerinizi 1Temmuz tarihine kadar konu başlığı ÖYKÜ ÖZEL yazarak golgeedit@ gmail.com adresine yollayabilirsiniz. Özel sayıda yayınlanacak öyküler Gölge e-dergi yayın kurulu üyeleri tarafından belirlenecektir.

4

5


Haberler

Haberler

Kuşadası'ndan Sevgilerle Romanı Tanıtıldı Yazar Sadık Yemni, konusu Kuşadası'nda geçen polisiye romanı "Kuşadası'ndan Sevgilerle" için İbramaki Sanat Galerisi'nde imza ve söyleşi düzenledi. Yazar Sadık Yemni, konusu Kuşadası'nda geçen polisiye romanı "Kuşadası'ndan Sevgilerle" için İbramaki Sanat Galerisi'nde imza ve söyleşi düzenledi. Otuz yedi yıldır Amsterdam'da yaşayan Yazar Sadık Yemni, 1987'de ilk kitabı Demirden Gaga (De ijzeren snavel) ile başladığı ve ilk yıllarda Hollandaca yazdığı romanlarını anlattı. Köprünün Ruhu(De geest van de brug) Amsterdam Gülü(De Roos van Amsterdam) ile eurotürkün göçmenlik tarihindeki ilk dedektifi, Orhan Demir'i yaratarak polisiye ve bilim kurgu ile devam ettiğini belirten Sadık Yemni, tiyatro Oyunları, romanlar, çocuk öyküleri, film senaryoları yazdığını söyledi. Muska, Yatır, Öte Yer, Ağrıyan(2012 Mayıs) ve ünlü kahramanı Sarp Sapmazlı romanları ile okurlarının beğenisini kazanan Yenmi, 2011 yılının Nisan ayı içerisinde Kuşadası'na gelerek yerel bir polisiye romanı olan " Kuşadası'ndan Sevgilerle " için inceleme yaptığını anlattı. Kuşadası'nda söyleşiyi izleyenlerden bazı kişilerin romanın kahramanları olduğunu belirten Yemni, Hüsnü Dokumacı ve Yerel tarihçi Ali Ergül'e teşekkür etti. İzleyicilerden gelen soruları yanıtladıktan sonra kitap imzalayan Sadık Yemni yarattığı kahramanları ile devam niteliğinde yeni macera kitapları yazmayı düşündüğünü belirtti. Kuşadası Belediye Başkan Vekili Murat Saraç, Turizm açısından kitabı çok önemli bulduğunu söyleyerek yazarı kutladı ve İngilizce baskısının yapılarak Kuşadası'nda turistlere dağıtılacağını vurguladı. Saraç, Kuşadası'nın mekan ve kişilerinin tarihi olaylar ile anlatımının insanların ilgisini çekeceğine inanarak tanıtım açısından kitapların başarılı bir unsur olduğunu belirtti. Kitapta yer alan kahramanlar ile fotoğraf çekimi yapılarak Sadık Yemni'ye için başarı dilekleri ile çiçek verildi. – Aydın Haber Kaynağı- www.haberler.com

6

Kuşadası’ndan Sevgilerle ve Luka Belgeseli Sadık Yemni’nin Kuşadası’ndan Sevgilerle adlı dedektif romanı Kurtuluş Savaşı’nın çok ilginç bir noktasını aydınlatacak olan bir belgesele önayak oluyor. Türk-İtalyan yapımı olan belgeselde Kurtuluş Savaşı’nda Türklerin safında dövüşen İtalyan subay Luka’nın Türkiye’deki serüvenleri merkez alınacak. Gölge Dergisi olarak size kitapta bu konuya değinen satırların bir kısmını yayınlıyoruz. 14 mayıs 1919 günü İtalyanlar Kuşadası’nı resmen işgal etti. Saat 13.00 civarında. Şu taraftan.” “ Olivia ve ben sanki orada bir şey görebilecekmişisiz gibi Ali’nin elinin işaret ettiği yere baktık. Arkadaşım siyah gömlek, uçuk mavi pantolon giymişti. Gür siyah saçları benim gibi boyamaydı. Kırk sonlarında olmasına rağmen daha genç ve diri bir görünümü vardı. Tek arızası siyah ve bol gömleğinin kısmen kamufle ettiği bel bölgesine yaptığı yığınaktı. Ali lise arkadaşımdı. Hiçbir zaman aynı sınıfta oturmamıştık, ama ortak arkadaşlarımız sayesinde sürekli bir ahbaplığımız olmuştu. Lise sonrasında okulun pilav günleri nedeniyle ilişkimiz sürmüş ve dostlar mertebesine ulaşmıştık. İstanbul’a geldiğinde beni mutlaka arardı. “Tusan otelinin plajından.” “Yunanlılar da ertesi gün İzmir’i işgal ettiler.” Dedim. Ali başını salladı. “İtalyanlar bu nedenle ellerini çabuk tutup resmi işgali gerçekleştirdi. İki taburlu piyade alayı, bir dağ bataryası ve bir bisikletçi taburu ile.” Dedi. İngilizcesi bayağı akıcıydı. “Ada halkı bisikletle tanışmış oldu böylece. Biliyor musun Olivia kaç askerle gerçekleşti bu işgal?” Olivia, Ali’nin renkli ve heyecanlı anlatımından etilenip havaya girmişti. Kaşlarını havaya kaldırarak bilmiyorum ifadesi takındı. “İki yüz. İki yüz askerle sadece.” “Büyük dedem buradaydı yani.” Dedi Olivia. Bu arada ikinci duble rakıyı da devirdiği için keyfi yerindeydi. Ali’nin bizim masaya sıkışması nedeniyle İsviçreli komşularımızla daha sıkı fıkı bir duruma girmiştik. Konuşmalar İngilizce yapıldığı için onlar da kulak misafiri olmaktaydı. Siyah saçlı, uzun boylu olanı merakla bizi dinlemekteydi. “Büyük deden hiç sonradan general olan Luka’dan söz etti mi?” dedi Ali. Olivia başının olumsuz anlamda sallayıp bana gülümsedi. “Hiç hatırlamıyorum.” Kadın tahmininin ötesinde renkli bir tatil günü geçirmekteydi. Havasına girmişti. “O sırada yüzbaşıymış. Yunanlılara karşı Türklerin yanında çarpışmış. Kahramanlıkları anlatıla anlatıla bitirilemiyor. Bir efsaneydi eskiler arasında. İtalya’da yoğurdun tanınmasında rolü olduğu söylenir. Burada yoğurda alışmış. Evde kendi yoğurdunu yapmaktaymış. Yıllar sonra İkinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’ye gelmiş. Çok iyi karşılanmış.” Muska, Yatır ve Öte Yer severlere latif bir haber.Sadık Yemni’nin AĞRIYAN (İthaki Yayınları-Mayıs 2012) adlı Sarp Sapmaz'lı romanının ilk sayfaları Kayıp Rıhtım'da. Ağrıyan Ön Okuması Yayında! www.kayiprihtim.org

7


Haberler

Fantastik ve Bilimkurgunun Kalbi FABİSAD’da Attı! 28 Nisan Cumartesi günü, hem, Korkunun Kontu Giovanni Scognamillo’nun 83. Yaş gününü kutlamak hem de Fantastik ve Bilimkurgu Sanatları Derneği (nam-ı diğer FABİSAD) nin kuruluşunu kutlamak için, ülkenin önde gelen Fantastik- Bilimkurgu ve çizgi roman sanatçıları ve takipçileri bir araya geldi. Kah yeni tanışıklıklara vesile oldu, kah aşinalığın üzerinden kalın kalın geçti. Derneğin kurucularından Barış Müstecaplıoğlu ve Yiğit Değer Bengi’nin kısa konuşmaları ile devam eden gece, video gösterimleri ile devam etti. Bu ay gölge dergi sayfalarında okuma şansına erişeceğini Count Of The Horror adındaki, sadece Giovanni Scognamillo’ya adanmış olan 12 sayfalık mini öykü de bu gecede kendisine özel bir yer buldu.

8

9


10

11


12

13


14

15


16

17


18

19


20

21


Röportaj

ZAGOR’da Kim Kimdir?

Bu sene 41 yaşıma giriyorum ve iyi bir Zagor okuru olduğumu düşünüyorum. Zagor okumaya babamla birlikte sahaflardan aldığımız çizgi romanlarla başladım. Zagor’la ve çizgi romanlarla öğrendim okumayı yazmayı. Aslında bir kuşak böyle yetişti. Belki de şimdinin bilgisayar ekranlarına bakın yeni nesli görünce en güzel çocukluğu biz yaşamışız bile diyebilirim. Geçen yıl Lâl Kitap bir Zagor kitabı yayınladı; Zagor’da Kim Kimdir. Zagorseverlerin kitapçı raflarında fazla bekletmeden tükettikleri bugün sahaflarda bile kolay kolay bulunamayan bu kitabın yazarı Eren M. Paykal’la Gölge okurları için bir röportaj yaptık. Merhaba Eren Bey, önce bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız? İyi günler. Öncelikle, bu kitaba zaman ayırdığınızdan ve benimle görüşmek istemenizden dolayı içtenlikle teşekkür ederim. Kendimi kısaca tanıtmam gerekirse, ilkokulu Cenevre’de, lise ve üniversiteyi İstanbul’da tamamladım. Daha sonra, Dışişleri Bakanlığı imtihanını kazanarak diplomat oldum. Muhtelif dış görevlerde bulundum. Konsolosluk yaptım. Dışişlerinden ayrıldıktan sonra, birkaç yıldır İstanbul’da çalışıyorum. Evliyim, Ömer adlı küçük bir oğlum var. Kendimi bildim bileli okumayı çok sevmişimdir. Bunda okuma konusunda birer eksper diyebileceğim babam ve annemin rolünün büyük olduğunu söyleyebilirim. Okumak ve çizgi romanlar dışında uluslararası politika, coğrafya, tarih, Amerika kıtası ilgi alanlarım arasındadır. Dünyada 100’e yakın ülke gezdim. Bunların içinde beni en çok etkileyen Kuzey ve Güney Amerika ile Karayipler oldu. Nasıl başladınız çizgi roman okumaya? Çizgi roman okumaya değil de, resimlerine bakmaya başladım diyebilirim. Daha 4,5 – 5 yaşındayken anneannemin kapı komşusunun oğulları bana resimli bir kitap verdiler. Bu, daha sonra öğrendiğim Zagor’du.

22

23


Röportaj

Röportaj

O ilk macerayı da hala hatırlarım: Kar Şahinleri. Zagor’la ve çizgi romanlarla tanışmam ve ona vurulmam böyle başladı. Daha sonra, her çıkan Zagor’u aileme aldırttım ve onları bıktırtıncaya kadar büyüklerime defalarca bu kitapları okuttum. İlkokula bir an önce başlayıp, okuma yazma öğrenme sevdamın, çizgi romanları kendi başıma okuma isteğimden kaynaklandığı aşikârdır. Bu sayede, sınıfta ilk okuma yazmayı söken çocuk oldum. Mesela kendimden örnek vereyim, Zagor’u hatta Teksas, Tommiks’i Amerikalıların değil İtalyanların yazdığını öğrenince çok şaşırmıştım. Nasıldı çizgi romanlarla aranız, siz de böyle bir şaşkınlık yaşadınız mı? Hayır. Zira küçük yaşlarda çizgi romanlarla haşır neşir olduğumdan bunların İtalyan kökenli olduklarını anlamıştım. (Kitaplarda Ferri, Donatelli gibi İtalyanca isimler vardı.) Babam sık sık yurt dışına giderdi ve birçok frankofon çizgi romanı bana getirirdi: Asterix, Lucky Luke (Ret Kid), Spirou bana getirdikleri kitaplar arasındaydı. Tabii bunlar da Fransızca olduklarlarından bu sefer Fransızca öğrenmem gerekti... Diyeceğim, gerek annem, gerek babam çizgi romanlar konusunda oldukça aydındılar ben çocukken. Özellikle annem, çizgi roman okunmasına karşı çıkanlara sert tepki gösterir ve bunun okuma alışkanlığını geliştireceğini söylerdi. Yanılmadı. Kısacası, daha küçük yaştan çizgi romanlarla içli dışlı oldum ve bu tutkum asla beni terk etmedi. Zagor’da ne var ki kitap yazacak kadar bir tutkuya dönüştü? Gerçekten bir tutku oldu Zagor benim için. Tüm tutkular gibi bunun da rasyonel bir açıklaması zor sanırım, ancak Zagor’un tropik bölgelere seyahati (ben okumaya başladığımda Zagor Haiti ve Karayiplerde muhtelif göz kamaştırıcı maceranın tam ortasındaydı), Kızılderililer lehine tutumu (westernleri ki biz o zaman kovboy filmleri derdik eskiden beri sevmişimdir. Ancak bu filmlerde hep beyazlar kazanırdı, bense kızılderilileri tutardım, bu açıdan Zagor’daki kızılderili lehine tutum bende etki yarattı), Çiko’nun varlığı ve tabii Ferri ve Donatelli’nin büyüleyen çizgileri. Şimdiye kadar İtalya’da 600 civarında Zagor kitabı yayınlanmış, bunun albümü var almanağı var, Türkiye’de maceralar geriden gidiyor diye İtalya’dan Zagor getirttiğiniz oluyor mu? Şöyle söyleyeyim, tüm Zagor serilerini Türkiye’de çıkmadan önce, düzenli bir şekilde getirtiyorum. Malum, düzenli seride Türkiye ile İtalya arasında yaklaşık 4 sene var. Tutku dedik ya, Zagor ile ilgili çıkan her yayını ve macerayı mutlaka edinme huyu var bende. Bu sayede, İtalyanca okumayı da öğrendim. Ayrıca Türkiye’de yayını düzensiz olan Dampyr’i de getirtiyorum. Nasıl başladı kitabı yazma serüveni? Aslında, düzenli olarak kendi kişisel arşivim olarak, her çıkan Zagor macerası karakterini kaydediyordum. Yani aslında 10 senelik bir çalışmanın neticesiydi. Daha sonra bunun kitap olarak çıkarılabileceği aklıma geldi. Sağ olsunlar Lâl Kitap başta Ayşe Karsel Zaimoğlu kitabın basılabileceğini söyleyince, ciddi ciddi kitap formatına getirdik. Lâl Kitap çalışanları Sibel ve Serap’ın yoğun gayretleriyle (özellikle resimlerin monte edilmesi aşaması) kitabı meydana getirdik. Bu vesileyle, Lâl Kitap ve değerli çalışanlarına tekrar çok teşekkür ederim. Ne kadar sürdü kitabı yazmak? Dediğim gibi 10 senelik bir çalışmanın ürünü.

24

Her Zagor kitabında yeni kişiler yeni yerler var, güncellemelerle yeni baskılar yapılacak mı? Bunun için zaman lâzım. Ancak ileride birkaç yıl geçerse, tabii yayıncılar da onay verirse, belki genişletilmiş bir ikinci cilt olabilir. Kitap için Zagor yayıncısı Bonelli ailesinden izin aldınız mı? Tabii ki. Zaten resimlerin kullanımı için Sergio Bonelli Editore’nin izni şart. Bu konuda haklı olarak çok hassaslar. Bizzat rahmetli Sergio Bonelli’nin yardımcısı Ornella Castellini’nin yazılı onayını aldım. Zaten sürekli olarak Zagor’un sorumlusu ve başyazarı Moreno Burattini ile irtibat halindeydik. Kitap bittiğinde nihai halini Moreno’ya ve Ornella Castellini’ye gönderdim. Sağ olsun Moreno Burattini, kitaba büyük ilgi gösterdi ve ricam üzerine kitabın önsözünü yazdı. Moreno Burattini ve Ferri biliyorsunuz bir süre önce ülkemize geldiler ve kendileriyle bizzat tanışma imkânım oldu. Bu vesileyle de Moreno, kitabı çok beğendiğini ve İtalyancaya tercüme etmek istediklerini söyledi. Ayrıca kitabınız İtalya’da da yayınlandı mı? Moreno Burattini kitabı çok beğendi. Kendisi hâlihazırda kitabın İtalya’da yayınlanmasına yönelik olarak çeşitli yayıncı kuruluşlarla görüşmelerde bulunuyor. Ben kitabın tamamını Fransızcaya tercüme ettim ve kendisine ulaştırdım. Yayınlanması durumunda, İtalya’da Fransızcadan İtalyancaya çevrilecek. Bu arada şunu da belirtmek isterim; bazı çizgi roman internet sitelerinde kitabın Fransızca ve İspanyolca da basılacağı iddia ediliyor. Bu iddialar doğru değil, bu yönde ne herhangi bir girişim yapıldı ne de herhangi bir niyet hâsıl oldu. Kitabınız Zagor hakkında bu güne kadar yazılmış en kapsamlı kitap olarak türünün tek örneği midir? Bir Kim Kimdir çalışması olarak türünün dünyada tek örneği olduğunu söyleyebilirim. Buna karşılık Zagor’u, maceralarını, yaratıcılarını tanıtan çok kapsamlı birçok kitap var ve çoğu da bende mevcut. Bunların arasında, Zagor’un 1-400 sayılarını etraflıca inceleyen 4 ciltlik Zagor-Index’leri öncelikle sayabilirim. Keza, Zagor’un 40. yılı vesilesiyle bundan 10 sene evvel yayınlanan Puddu’nun yazdığı iki ciltlik dev eser, “Zagor lo Spirito con la Scure. 1961-2001, 40 anni a Darkwood” çok önemli bir kaynaktır. Çizgi Roman kahramanları evrenseldir ama böylesi kapsamlı bir Zagor kitabının, Türk bir Zagor hayranı, okuyucusu tarafından yazılmasını Bonelli Yayınevi ve Moreno Burattini nasıl karşıladı, bu konudaki duygu ve düşünceleri nelerdir? Bu konuda başta Moreno Burattini, tüm Sergio Bonelli Editore ailesi büyük alaka ve sempati gösterdi. Kitap, İtalya’daki Zagor internet sitelerinde geniş yankı uyandırdı, birçok İtalyan, kitabı sipariş etti. Bu yüzden, kitabın İtalyanca’ya çevrilmesi halinde beğeni kazanacağından endişem yok. En sevdiğiniz tekrar tekrar okuduğunuz hep başucunuzda duran Zagor macerası hangisidir? Bildiğiniz gibi, Zagor’un en mükemmel dönemi Guido Nolitta’nın (yani Sergio Bonelli) konuları yazdığı dönemdir. Bu dönemin de en parlak örnekleri, “Altın çağ” da denilen 1970’li yıllardaki uzun soluklu maceralardır. Yukarıda da bahsettiğim birinci Amerikan Odisesi kuşağı maceraları bunların başında gelir. Benim de sık sık göz attığım maceraların başında, Okyanus, Özgürlük ya da Ölüm, Vudu, Louisiana Asileri gibi maceralar gelir. Ayrıca, Osega’ların Öfkesi, Frida Lang ile Zagor’un meşhur öpüşme sahnelerini içeren Umutsuz Yürüyüş, Vampir ile olan maceralar, yine Nolitta’nın erken dönem maceraları Lanetler Evi, Blue

25


Röportaj

Röportaj

Star’ın Altılısı, İnsan Avı, Clark City (yazarı Meloncelli’dir) sevdiğim hikâyelerdir. Tabii nostalji faktörü de var bu maceraları seçerken.

En beğendiğiniz macerası? Haiti ve Karayiplerde geçen Okyanus adlı macera.

Bu kitap için Zagor arşivinizi bir kere daha karıştırmak zorunda kaldınız mı? Dediğim gibi, çoğunu peyderpey kaydettim. Ancak kitap formatına getirirken, macera numaraları açısından bir hata olmaması için uzun uzun gözden geçirdim.

Sizde en hayal kırıklığı yaratan macera? Nolitta’dan sonra Zagor’un başyazarı Toninelli oldu. Bu dönem, genel olarak nisbeten daha az beğendiğim bir dönemdir. Spesifik olarak bir macera vermek gerekirse Kayıp Kentin Savaşçıları’nı sayabilirim.

İlk defa Zagor okuyacak birisine tavsiyeleriniz ne olur? Zagor nasıl okunmalı ve hangi maceradan başlanmalı? Günümüz gençliği maalesef sadece çizgi romanı değil, genelde okumayı sevmiyor. Oysa çizgi romanlar, kendisine çok değişik ufuklar açacak, belki bunun farkında değil. İyi yazılmış ve çizilmiş bir çizgi roman, yudum yudum içtiğiniz lezzetli bir Türk kahvesi gibi damakta eşsiz bir lezzet bırakır. Ancak dediğim gibi, her dönemin kendi alışkanlıkları var. Bu devir de böyle. Romalılar boşuna söylememiş “O tempora o mores” diye... (bu Latince özdeyişler de Astérix okumanın zenginliği...) Zagor’a gelirsek, yukarıda bahsettiğim maceralar, Zagor’a başlamak için ideal bir noktadır. Lâl Kitap, Zagor’u kronolojik olarak Klasik Maceralar adı altında yeniden yayınladığından, tüm maceraları bulmak kolay.

Şu en iyi yazıyor dediğiniz yazar? Toninelli’den sonra bayrak Boselli ve Burattini’ye geçti. Bu dönem de Zagor rönesansı olarak adlandırılır İtalyan fumetticilerce. Bu ikisine ilaveten, Rauch, yenilerden Perniola ve birkaç macerasıyla Capone’yi sayabiliriz. Toninelli’den önceki dönemlerde de, Martin Mystère’in yaratıcısı Castelli ve Dylan Dog’un yaratıcısı Sclavi çok güzel Zagor maceraları yazmışlardır.

Zagor’un en iyi dostu kim? Bunun cevabı tabii ki Çiko Felipe Cayetano Lopez Martinez ve Gonzales. Ancak benim kitabımı okuyanların da göreceği gibi, Zagor’un bir diğer gücü de yan karakterlerinin ilginçliğidir. Bir Kazmakürek Bill, Bat Batterton, Tonka, Icaro La Plume, Gitar Jim, Kaptan Fishleg ve mürettebatı, Prof. Verybad, Albay Perry, avcılar Doc Lester ve Rochas, Dörtgöz, Kış Yılanı, Akenat, Dansör Guede... Bunların hepsi ve daha birçoğu Zagor’un dostu ve Zagor maceralarının zenginliğidir. Peki en kötü düşmanı? Bu konuda da birinciliği dahi ve deli bilim adamı Prof. Hellingen almaktadır. “Kare as” içinde Vampir Baron Rakosi, Supermike ve druid Kandrax’ı da sayabiliriz. Diğer önemli düşmanları Wendigo, Mortimer, Nat Murdo, Timber Bill, Tek Gözlü Jack, Bimbo Sullivan, Mütant, Pequot sayılabilir. En akıllısı? Haliyle Prof. Hellingen. Ancak hiçbir düşmanı Zagor’u altedecek kadar akıllı değildir. En ölmeyeni? Zagor bir macerasında (Vampir adlı macera) “bazı düşmanlarımızın asla ölmemek gibi bir alışkanlığı var” diye yakınmıştı. Hellingen ölümden dönmüştür, şu anda bilinmeyen bir boyutta Wendigo tarafından esir tutulmaktadır. Rakosi bir vampirdir zaten ölümsüzdür. Kandrax bir Kelt druididir. Onun da sık sık “geri dönme” alışkanlığı vardır. Öldü sanılıp da ortaya çıkan Eskimo, Pequot gibi yan düşmanlar da mevcuttur.

Peki en iyi Zagor çizeri? Bugün 80 yaşını geçse de, efsane üstad Gallieno Ferri Zagor ile özdeşleşmiştir. Günümüzde, Laurenti, Chiarolla, Rubini, Pesce, Verni, della Monica belli başlı Zagor çizerlerindendir. Ayırca bir dönem Zagor için çalışmış Andereucci, Dotti gibi isimler de unutulmamalıdır. Tabii, Zagor’u uzun dönem Ferri ile birlikte sürükleyen Donatelli’yi ve Bignotti’yi de saygıyla anmak gerekir. Seri maceraları okuyanlarda bir kahraman için bazen süper hayal güçleri olur. Hiç “şöyle bir macera olsa” diye aklınızdan geçen bir macera oldu mu? (Varsa kısa bir özet alabilir miyiz?) Her çizgi roman okuru gibi, sevdiğiniz kahramanlarınızın yaşadığınız ülkeye gelmesini ben de çok istemişimdir. Zaten Moreno Burattini’nin yardımlarıyla, seneler evvel Ferri’den bir “Zagor İstanbul’da” resmi yapmasını rica etmiştim ve o da bu arzumu kırmamıştı. Bu resim önce kartpostal olarak Lâl Kitap tarafından dağıtıldı daha sonra yine renklendirilerek kitabımın kapağını teşkil etti. (Yine bazı çizgi roman sitelerinde bu resim de bir hayli eleştirildi, oysa Ferri’nin bir resmi, üstelik de İstanbul’u arka planda gösteren bir resmi her zaman heyecan vericidir.) Osmanlı döneminde, fazla oryantalizme bulanmadan, Zagor’un İstanbul’un büyülü güzelliği içinde belki vampir Rakosi’ye veya yine vampir kontes Ylenia Varga’ya karşı karanlık bir vampir hikâyesi yaşamasını arzu ederdim. Bir de Zagor’un Britanya Adası’na geri dönmesini ve bu adanın İngilizlerden bağımsızlığını kazanmasına yardımcı olmasını içeren bir macerayı hep hayal etmişimdir. Bize zaman ayırdığınız için Gölge e-Dergi takipçileri ve Zagor hayranları adına teşekkür ederiz. Esas ben çok teşekkür ederim. Gerçekten de özellikle konuyu bilen bir kişi tarafından böyle bir söyleşi yapılması beni çok heyecanlandırdı. Röportaj-Ahmet YÜKSEL

En sürpriz severi? Supermike diyebilirim. Çünkü geri dönüşünde Süper pişmankâr olmuştu ve Zagor’a yardımcı olmak için çırpınmıştı. Gerçi bu durum, İtalyan Zagorcular arasında pek hoş karşılanmadı.

26

27


Röportaj

Röportaj

Ezelden beri okumak istediğim kitap ...Tutkulu bir Zagorcu olarak ezelden beri böyle bir kitabı okumayı hayal etmişimdir. 1961'de Guido Nolitta (yani Sergio Bonelli) ile Gallieno Ferri'nin zengin hayal gücünden doğan Darkwood kahramanı, yayın hayatının ilk elli senesini

halefi seçilmemden dolayı, Baltalı İlah'ın diğer yazar ve çizerlerinin tüm eserlerini denetlemek ve gerekirse düzeltmekle mükellefim. Bu nedenle böyle bir kitabın benim için bir lügâttan ya da bir telefon rehberinden daha faydalı olacağı kolaylıkla anlaşılacaktır. ...Eren Paykal'ın bu eserine tüm hayranlığımı belirtmek isterim. Ancak hayranlığım ve dostluk hislerim aynı zamanda Zagor'un Türk okurlarına gidiyor, zira Boğaziçi'nin her iki yakasında Baltalı İlah'ın bunca tutkunu olmasaydı, bu tür bir kitap da asla gün yüzü göremezdi. Darkwood kahramanı için duyulan bu öyle bir tutkudur ki, tüm sınırları aşar, Brezilya'dan Türkiye'ye dünyadaki tüm okurları birleştirir. Tıpkı İstanbul'da Asya ve Avrupa'yı birleştiren köprüler gibi... Moreno BURATTİNİ

tamamlamak üzere... Bütün bu süre zarfında "saga"sı daima onlarca hatta yüzlerce karakterle zenginleşti. Bunların bazıları çok önemli roller işgâl ettiler ve serinin düzenli karakterleri haline geldiler: Tonka, Kazmakürek Bill ya da Bat Batterton gibi dostlar. Veya yine çok önemli ancak düşmanların safında yer alan bazıları: Hellingen, Kandrax, Vampir Baron. Bu karakterlerin yanında, az veya çok hatırladığımız kalabalık bir kişiler galerisi çıktı karşımıza. Bazıları ile sadece bir kez karşılaşsak bile bizde derin izler bıraktı: Akbaba ya da Cinzia Bradmayer gibi. Her hikâye bize yeni heyecanlar kattı, bazı hikâyeleri birkaç defa okumamıza rağmen her seferinde ilk kez okuyormuşcasına heyecanlandık... Aynı duygular, özellikle Ferri'nin muhteşem bir şekilde hayat verdiği yerler için de geçerliydi: Yaşayanlarını içimizde hissettiğimiz büyülü Darkwood Ormanı, kapı komşumuz gibi benimsediğimiz Henry ve Pitt Kaleleri... Bu yüzden, böyle bir kitabın sayfalarını bir hatıra albümü gibi de karıştırabiliriz. ...Benim gibi bir yazar için bir isimden ya da bir mekândan bahsederken hata yapmamak hayati bir konudur. Yazdığım birçok Zagor hikâyesine ilaveten, bir de hak etmediğim bir şekilde Guido Nolitta'nın

28

29


Yazar'ın

Yazar'ın

Kaleminden

Kaleminden

Suat Gönülay'ın yeni kitabı

" Destek Yayınları'ndan yakında tüm kitapçılarda"

"YAKUP, YAKUP", "İNDİGO, İNDİGO" SONSUZ CUMA GÜNÜ; Tarih ve Spiritüel Farkındalığın iç içe anlatıldığı ve “İlk Öğreti”nin yüksek delillerle ortaya koyulduğu bir GizRoman'dır. Tarih ve Öğretiyle ilgili sürecin bir hikaye içinde anlatılması her şeyi daha anlaşılır kıldığı için; “Bir Rehber Kitap” gibi değil bir “GizRoman” olarak yazmayı tercih ettim. Ortaya, ilk satırından son satırına kadar hiçbir filmde karşılaşamayacağınız kadar büyük bir “Adrenalin Kasırgası” çıktı. Üzgünüm:) Çok iddaalıyım, çünkü öyle oldu:) Şimdi; İlk öğretiye göre Yeryüzü ve Dünya aynı şey değildir; Yeryüzü değil fakat Dünya-World; VAROLUŞ OKULU'dur. Yeryüzü-Earth Aden’dir, CENNET'tir. Varoluşun bu ikili yapısının en eski simgesi açıklamalardan en büyüğü olacaktır, çünkü; Çağların Sonu'nun cennet anahtarı bu simgede gizlidir. "Tahtta oturan, “İşte her şeyi yepyeni yapıyorum” dedi. Kentin kapıları, hiçbir gün kapanmayacak. (İncil,VAHİY-21)" Yuhanna Vahyi’ne göre “Çağların Sonu”nda açılacak olan “Kutsal Kent’in Kapısı” bu kitabın ana temasıdır. İlk Öğreti’ye göre “Kutsal Kent’in simgesi olan KÜP EV”in İlahi Planda’ki yeri ve anlamını çözmek için sadece İncil yeterli olmaz. Tevrat, Kuran ve Mitoloji ile birlikte bize Tarih okumaları da gerekecektir.

30

Kitabın 12 Büyük Açıklamasından bir tanesi de Kabe’dir; Bu günedek yeterince açıklanamayan KABE-Küp Ev’in ne olduğunu ortaya koyan kanıtlamalar, hikayede geçen olaylar içerisinde karışık olarak verilir. Çünkü Öğreti ilke olarak karıştırılarak verilir; Gizemsiz olmaz! Kitapda İNSANIN İKİZİ için; Astral, eterik, enerji yada rüya gören beden gibi tanımlar kullanılmaz. Bu tanımlar, ‘Sonsuzlukla Bağlantı’ için hazırlayıcıdırlar, gerekli fakat çok tuzaklı tariflerdir. MaviNOT: Farkındalık deneyimlerinin aktarılması, "Sonsuzluğa Hediye" verme amacı güder. Buna niyet ettiğinizde İkiz’iniz sizin farkındalığınızı kabul etmeyecektir. Size, isminiz ne olursa olsun iki kere “Yakup, Yakup” dedikten sonra; “Bende çok var, kardeşim!" der. "Ve Rab Allah İsrail'e gece rüyalarında söyleyip dedi: Yakup, Yakup! Ve o dedi: İşte ben." (Tevrat-Yaratılış, Bap 46) Sonsuz CUMA GÜNÜ

TARİH LABİRENTİ üzerine MaviNOT: Tarih Labirenti KARMA karışıktır; Her insan tarihi kendi KARMİK düzeyine göre algılar. Bilimsel verilere bile fazla güvenemezsin, her tespit bir diğerini yalanlar, belirsizlik ilkesi bu labirentte daha çok hakimdir. Yazılı kayıtlara güvenemezsiniz, her dönem değiştirilirler, hatta yüz yılda bir "Çıkar Virüsü" bulaştırılır; KARMİK olimpiyatların aslında en önemli parçası da aslında budur. Çünkü Tarih; ÖĞRETİ'nin en önemli en somut halidir ve öğreti gereği karışıktır. Bu yüzden; "Kutsal Metinler" tarihle dopdoludur, öğretinin bütün ayrıntıları tarihsel olaylarla örneklendirilerek verilir. Başlangıçtan "2012 ÇAĞLARIN SONU"na kadar bütün Dünya Tarihi, öncelikle Tevrat ve sonra Kuran'da KATKAT anlatılır (Kuran kelimesinin tam karşılığı "KATKAT"dır). İncil ise, her iki kitabı MİLAT noktasında birleştirerek, YUHANNA'nın VAHYİ ile "ÇAĞLARIN SONU" mesajını günümüze iletir. Bir anlamda, tarihi "Sonsuz Şimdi"ye bağlar. Ve Kuran'da defalarca bu VAHİY vurgulanır, çünkü; İncil'in tek Vahiy özelliği taşıyan bölümü "YUHANNA VAHYİ"dir, gerisi için "İsa Mesih'den esinle yazılmıştır" diye İncil içinde şaşırtıcı biçimde sık sık takrarlanır! "Ardından, tahtta oturan, "İşte her şeyi yapyeni yapıyorum" dedi. Yine, "Yaz çünkü bu sözler güvenilir ve gerçektir" dedi." (İncil- Vahiy 21)

31


Yazar'ın

Kaleminden "4. İndirilmiş bir vahiyden başkası değildir o." (Kuran-Yıldız Bölümü) Yuhanna'nın Vahyi; ANADOLU'daki YEDİ KİLİSEYE MEKTUPLAR' diye başlar, bu satırlarda Anadolu'ya ASYA eyaleti denilmiştir, çünkü; Kutsal metinlerde bütün Dünya tek bir ülke olarak değerlendirilir. Anadolu bu vahiyde hem simgesel hemde gerçek bölge olarak okunulması bir öğreti gereğidir, yoksa bütün tarih yalan olurdu! Ve, "2012 ÇAĞLARIN SONU"nda açılacak olan "Cennet Kapısı"nın haberini sonsuz şimdi noktası olan MİLAT DÖNEMİ haber eden Yuhanna Vahyi'nin açıklamalarını İLK KEZ "Sonsuz CUMA GÜNÜ"nde okuyacaksınız. "ÇAĞLARIN SONU"nun "12 BÜYÜK AÇIKLAMASI"nı okuma önceliği ANADOLU'nun oldu." "TÜRKİYE olarak üstün YAKIN TARİHİMİZLE BUNU HAKETTİK! Her şeye rağmen hakettik, çünkü "19 KIRILDI!" "Gizemsiz Olmaz" Suat Gönülay

HAKKINDA Açıklama ÇAĞLARIN SONU Tersine Tarihle BaşladıTarih ve Spiritüel Farkındalığın iç içe anlatıldığı bir GizROMAN'dır. Temel Bilgiler Doğdu 17 Nisan 2012 Çıkış Tarihi Mayıs 2012 Tür GizROMAN Yayıncı DESTEK YAYINLARI

32

33


34

35


36

37


Sinema

Cadılar 15. Kez İşbaşında Ankara, film festivalleri sezonunu Mayıs ayının ikinci haftasında Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali ile kapatır her sene. Bu yıl da bu gelenek bozulmuyor. Festivali ilk yılından beri takip edince insanın zihninde yeni bir festival olarak kalıyor ama az buz değil tam 15 yıl olmuş festival başlayalı. Zaman zaman belirtirim, kişisel tarihimde de 2002 yılında filmden filme yetişmeye çalışırken bir arabanın çarpması sonucu ayak bileğimi kırdığım için iz bırakan bir festivaldir Uçan Süpürge. Bu arada o yıl kaza nedeniyle festivali yarım bırakıp izleyemediğim Olympia filmleri içimde uktedir. Bu vesileyle ileriki festivallerde o filmlerin tekrar gösterilmesi isteğimi tekrarlamış olayım. Bu sezon Gölge e-Dergi olarak festivallere verdiğimiz desteği Uçan Süpürge ile devam ettiriyoruz ve bu festivalin de basın destekçisi oluyoruz. Bakalım bu yıl festival programında neler var… 10 Mayıs’ta Devlet Opera ve Balesi’nde yapılacak olan açılış töreni ile başlayacak olan festival 17 Mayıs’a kadar devam edecek. Bu yıl gösterimlerin ana mekânı, son birkaç yılda olduğu gibi Kızılırmak Sineması olacak. Kısa filmler ve belgeseller Goethe Enstitüsü’nde gösterilecek. Ayrıca festival söyleşileri de burada düzenlenecek. Ankara Üniversitesi, Hacettepe Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde de özel gösterimler ve söyleşi programları olacak.

Açılış töreninde Hale Soygazi, Onur Ödülü alacak. Ayrıca Bilge Olgaç Başarı Ödülü de Füsun Demirel ve Serra Yılmaz’a takdim edilecek. Festival programında ödül alan isimlerin filmleri de yer alıyor. Atıf Yılmaz’ın önemli filmlerinden Bir Yudum Sevgi’de bu üç ismin de oynuyor olması hoş bir tesadüf. Bu film dışında Füsun Demirel’in oynadığı Uçurtmayı Vurmasınlar ve Serra Yılmaz’ın oynadığı Vavien de festival programında. Festivalin baştan beri devam eden bölümlerinden biri Her Biri Ayrı Renk bölümü. Bu yıl bu bölümde

38

39


Sinema

Sinema yer alacak filmleri sinema yazarı Sevin Okyay seçti. Okyay’ın seçtiği filmler FIPRESCI ödülü için yarışacak. Bu bölümde yer alan filmlerden Nana ve Geriye Kalan’ı Gezici Festival’de izleme fırsatı bulmuştum. İlki 4 yaşındaki çocuğun bakış açısından anlatılan bir film, diğeri ise ülkemizden gelen bir evlilik ve aldatma hikâyesi. Her ikisi de tavsiye edebileceğim filmler (Geriye Kalan umarım bu kez daha iyi bir kopyadan gösterilir). Bu bölümde dikkat çeken filmlerden bir diğeri de bolca festival deneyimi olan La Terre Outragée (Land of Oblivion). Kaçırılmaması gereken filmlerden biri gibi duruyor. Diğer filmler hakkında çok fazla bilgimiz yok ancak Sevin Okyay’ın zevkine güveniriz. Bu yıl festivalde Fas sinemasına ayrılan Naneli Çay: Mağrip Esintileri başlıklı bölümde bu ülkeden gelen beş film izleyeceğiz. Bu filmleri Fas sinemasının önemli yönetmenlerinden Farida Benlyazid seçmiş. Çok tanımadığımız bir sinemayı kadın bakış açısıyla deneyimlemek güzel olacak. Bu bölümdeki filmlerden Sur La Planche (On The Edge), Altın Portakal’da izlediğim ve açıkçası çok sevemediğim bir filmdi. Ancak sonrasında !f İstanbul’da da iki ayrı ödül alarak beni şaşırttı. Bir şans daha vermek gerek sanırım. Fin yönetmen Saara Cantel’in festivalde 2 uzun ve 3 kısa filmden oluşan bir toplu gösterisi yer alıyor. Aynı zamanda Ankara’da konuk olacak olan Cantel, filmlerinin gösterimlerinden sonra söyleşilere katılacak. Ne Çekse İzlerim başlıklı bölümde ise usta kadın yönetmenlerin eserlerine yer veriliyor. 2008 yılında yine bu festivalde bir toplu gösterisini izlediğimiz Chantal Akerman’ın yeni filmi La Folie Almayer (Almayer’s Folly), bu bölümün öne çıkan filmi. Her Akerman filmi gibi başarılı ama seyirciden çaba isteyen bir film. Tavsiye edilir. Bölümün diğer filmleri ise Naomi Kawase’nin adını kırmızı rengin bir tonundan alan filmi Hanezu no Tsuki (Hanezu) ile festival seyircilerinin Trans filmi ile hatırlayabileceği Teresa Villaverde’nin yeni filmi Cisne (Swan). Villaverde’nin bu yıl festivalin konuklarından olduğunu da hatırlatalım. Bu bölümler dışında festivalde belli temalara ayrılmış bölümler de yer alıyor. Hiçbir Yer başlıklı bölümde kadın yönetmenlerin gözünden aidiyeti sorgulayan filmler yer alıyor. Bu filmler arasında Güney Afrikalı şair Ingrid Jonker’in hayatını anlatan Black Butterflies filmi özellikle dikkat çekiyor. Ah Min’el Aşk bölümünde ise adından da anlaşılabileceği gibi aşk filmleri yer alıyor. Fransa’dan gelen Les Mains Libres (Free Hands) ve Avustralya’dan gelen South Solitary bir hapishanede ve bir adada geçen iki aşk öyküsünü anlatıyor. Üç Kuşak adını taşıyan bölümdeki filmler ise kuşak çatışmasını konu alıyor. Bu bölümdeki filmlerden

My Little Princess başrolündeki Isabelle Huppert ile dikkat çekiyor. Uçan Süpürge’de bol bol filmlerini izlediğimiz Huppert, kızının erotik fotoğraflarını çeken anne rolüyle belli ki yine sıra dışı bir karaktere can veriyor. Barış Adlı Çocuk başlıklı bölüm, adını Sevgi Soysal’ın bir kitabından alıyor. Bu bölümde barışa özlem duyan filmler yer alıyor. Paula Markovitch’in El Premio (The Prize) adlı filmi Gezici Festival’den sonra bir kez daha Ankaralı seyircinin karşısına çıkıyor. Annesiyle beraber yaşayan küçük bir kızın saklamak zorunda olduğu sırrı ve okulda yaşadıklarını anlatan bu başarılı filmi daha önce kaçıranlar bu kez kaçırmamalı. Liza Johnson’ın Return filmi ise Michael Shannon ve Linda Cardellini’yi karşı karşıya getiren ilgi çekici bir Amerikan bağımsızı. Bu bölümler dışında festivalde, Uzak Diyarlar bölümünde Letonya ve Endonezya’dan gelen, Olay Yeri: Aile bölümünde çocuk gelinler ve aile içi taciz konularında uzun ve kısa metraj filmler izleyeceğiz. Kadınların çektiği filmler ve kadınları konu alan filmler hakkında bir uluslararası ağ olan Women Make Movies (WMM) bu yıl da Uçan Süpürge için bir seçki yapmış. Festivalin konuklarından biri olan Vietnamlı yönetmen Trinh Minh-Ha’nın sıradışı filmleri dışında kadın sineması üzerine Amerika’dan gelen belgeseller de bu bölümde yer alıyor. Her yıl olduğu gibi En Gerçekler bölümünde ilgi çekici belgeseller, En Hayaller bölümünde canlandırma filmleri, Kısa Olmazsa Olmaz bölümünde de kısa filmler festival programında kendisine yer buluyor. Size Baba Diyebilir Miyim? başlığı ile bir de kısa film yarışması düzenlenmiş durumda. Bu yarışmada dereceye giren filmlerin yönetmenleri de festivalde ödüllerini alacaklar. Festival kapsamında dördüncüsü verilecek olan Genç Cadı Ödülü de bu yıl yine Mayıs 2011-Mayıs 2012 arasında gösterime girmiş Türkiye yapımı filmlerde oynayan genç kadın oyunculardan birine verilecek. Geçtiğimiz yıllarda Elit İşcan, Damla Sönmez ve Esme Madra’nın aldığı ödülün bu yılki sahibi 17 Mayıs’da yapılacak olan kapanış töreninde belli olacak. Buradan naçizane Yangın Var ve Güzel Günler Göreceğiz filmleri ile Nesrin Cavadzade’nin ödül almasından memnun olacağımı belirtmiş olayım. Bu yılki Uçan Süpürge Kadın Filmleri Festivali ile ilgili daha detaylı bilgi ve festival programına http://festival.ucansupurge.org/ adresinden erişilebilir. Ayrıca festival boyunca Gölge e-Dergi’nin Facebook ve Twitter adreslerinden de güncel gelişmeleri duyuruyor, festival izlenimlerini paylaşıyor olacağız. Elbette önümüzdeki ay da dergide festivale dair geniş bir değerlendirme yer alacak.

40

41

Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/


Öykü

Zombi Günlüğü

Gün Batımında İki Güneş

Oturduğum yerde huzursuzca kımıldandım. Bir şeyler... Bir şey yolunda değil sanki. Şöminede sönmeğe yüz tutmuş alevlerin yüzüme yolladığı samimi ısı dalgaları, kız belli bardağımdaki demli çayın rengi, sevgilimin geçen yaş gününde aldığı boz renkli yün çoraplardan soldakinin başparmağım hizasındaki ten rengi leke, birinde kaykıldığım kahverengi iki deri koltuk, yerdeki el örmesi halının üzerindeki akrep desenleri, arkamdaki kütüphanedeki kitapların ciltli sırtlarında basılı exlibrisim ve diğer sayısız konfor hareketliliği içinde ters giden bir şey var. Parmağımla sağ kulağımdaki plastik nesneye dokundum. Pink Floyd’un The Final Cut albümünden Your Possible Pasts adlı parçanın melodileri bir şişeye tenekeden dökülen zeytinyağı gibi kıvamlı ve zahmetsizce beynime akıyor. Birazdan en çok sevdiğim bir diziyi izleyeceğim. Bir çay daha. Keyfime diyecek yok. O halde niye kurup durmaktayım? Ha... Dizinin son bölümünde ne olduğunu unutmuşum. Ondan mı acaba huzursuzluğum? Yeni bölüm başlasın hemen hatırlarım. Hep öyle olur. Günlük hay huy içinde bunlar normal. Dilin ucunda duran ve sadece başkaları anlatınca hatırlanan fıkralar gibi. “Peki ya diğer şeyler? Esas dizi?”

42

43


Öykü

Öykü

Sağıma soluma bakındım. Sesin sahibini göremedim. Parazit atak olmalı yine. Sinsi virüsler gibi her yere sızan sesler. Eğilip çay bardağımı aldım. Soğumuş çay içmeyi severim. Buzlu çayı da. Çayı her ısıda içebilirim yani. O kadar çay hastasıyım ki, dondurması yapılsa ona bile fitim. Çayın tadındaki bozukluğu neye yormalı? Sanki birisi bana çaktırmadan içine birkaç damla sirke damlatmış gibi. “Peki ya diğer belirtiler?” Parazit sese aldırış etmeden ayağa kalktım, ama bunu niçin yaptığımı hatırlamıyordum. Birkaç adım atayım hemen aklıma gelir. Hep öyle olur. Belki bu arada bir ayna bulmalıyım. “Aferin, kafanın dibindeki nohut ışıldadı yine.” Dilimin ucunda bir küfür nemlendi, ama dışarı salmadım. Yaşım çok genç, ama biraz batıl itikatlıyımdır. Şu anda uğursuzluk getirir diye düşünüyorum. Kulaklığımı çıkarıp sehpanın üstüne bıraktım. Aralık duran oda kapısına baktım. İçim üşüdü. Çocukluğumda özellikle rüyalarımda aralık duran kapılardan çok korkardım. Bir şeyin arkası, göremediğin şeylerin cepleri sürpriz doludur. Çoğu da ehven değildir. Korkutur, acıtır, hüsrana uğratır ve yerinden koparır insanı. Burada rahatım. Çok rahatım. Keyfim de gıcır. Öyle kalmak istiyorum. Orada duran, kapının arkasındaki, haneme davetsiz olarak gelen o şeyleri görmek istemiyorum. “Gelen melen yok ahmak.” İçimden ‘uyma ona’ diye fısıldayan dürtüye aldırmadan sesimi yükselttim. “Ne oluyor peki?” “Gelen yok, gidiliyor. Gidiyorsun.” “Nereye?” “Müziği dinle.” Gayri ihtiyari sağ elim kulağıma gitti. Kulaklığım sehpanın üstünde bıraktığım yerde durmaktaydı. Müzik devam ediyordu. Kulağımda kulak varcasına ama. Ses, ses yükseltici kutulardan geliyor gibi yankılanmıyordu odada. İngilizce sözlerin tercümesi mutlak sıfır ısısında. Bu arada albümün en sonuncu parçasına gelmişiz. ‘Gün Batımında İki Güneş’ adlı son parça çalıyor. Zaman nasıl hızlanmış. Kayıt dışı, kayıp zaman. Topu topu üç adım attım odanın içinde. Her adımım bir çeyrek saat sürmüş gibi. “Korku, O sesleri asla duymayacaksın, O yüzleri asla görmeyeceksin. Dişlerin bile buharlaşacak. Sonunda çok az kimsenin bildiği şeyi kavrayacaksın. Küller ve elmaslar, düşmanlar ve dostlar, Sonunda hepsi bir ve tek olacak.” Saksafonun harika sesi şu anda kulağımda ruh törpüsü. Hayır, böyle bitemez. Hayır. Şöminede ateş, kulağımda melodi ve bardağımda çay varken olmaz. Hayır..! *

*

*

“Kendine geliyor.” Bana bakan yüzler aşina. Hepsi yoldaşım kanka dostlarım. İçimdeki korku yatışıyor. Kalp atışlarım normale döndü bile. O neydiyse, geldi ve geçti. “Nasılsın?”

44

Yerden doğrulup çevremdekilere baktım. Ana belleğim hâlâ yetersizdi. O odayı, çayın tadını ve müziğin kalbimde yarattığı titreşimi hatırlıyordum. Kelime haznemi daracık karanlık bir mahzenden spotları ışıl ışıl yanan olimpik bir stadyuma çevirmişti. Ve oraya dönmek istiyordum. Ben değil, ben ait olduğum yerdeyim. Ben değil, o nohut kadar küçücük ışıltı. O istiyor. Ne kadar güçlü avazı. “Nasılsın?” “İyiyim,” dedim etrafımdakilere. Yüzüme hepsi aynı şekilde bakıyor. Göz bebekleri donuk, mimiksiz. Kimsenin ağzı kımıldamıyor, ama üzerime arı kümesi gibi kelimeler üşüşmüş durumda. Benim için endişeleniyorlar. Bazıları başıma gelen arızaya talipmişçesine istekle ayrıntıları soruyor. “Dedim ya... Çay vardı, şömine yanıyordu. Müzik vardı. Benim değil... Babamın... Evet, babamın çok beğendiği bir albümü dinliyordum. Ufukta batan iki güneş vardı. Sonra...” “Tekrar bize döndün sevindik.” Sevenlerimin bu kadar bol olması ne kadar güzel bir duygu. Az önceki cinsten bir atağı en son iki ay önce de geçirmiştim. O da birkaç dakikalık bir zaman balonunun içine üflenmiş saatler şeklinde seyretmişti. “Krizi atlattın. Çok sevindik.” “Sağ olun dostlarım.” Benimle beraber sekiz kişilik bir gruptuk. Sokakta yürümeye başladık. Eskiden İstanbul denen şehirdeyiz. Gökdelenlerin dibindeki sokaklardan birinde amaçsızca yürümeye başladık. O odanın etkisi silinmeye başlamıştı. Su çekiliyor. Böylesi iyi. Çünkü ben artık o gerçekliğe ait değilim. Dört buçuk yıldır kalbim eskisi gibi koşuşturmuyor. Gencim. Damarlarımda bir zamanlar fokurdayan kan şimdi tembelce gezinen yoğun ve soğuk bir sıvı. Midem sıcak yemek öğütmeyeli yıllar oldu. Soğuk ve çürümüş ete talim ediyorum. Gözlerim sıradan görüşünü yitireli yıllar oldu. Dışarıdan yönetilen bir sistemle görüyor ve duyuyorum ben de diğerleri gibi. Anladınız değil mi? Ben bir zombiyim. Neden böyle olduğumuz için çok çeşitli faraziyeler sürüldü ortaya. Hiçbiri sonuçtan daha önemli değil artık. Birlikteyken bahsini etmeyiz hiç. Bir zombi anı yaşar. Geçmiş karanlıktır, gelecek kesif bir sis gibidir.. Az önce geçirdiğim şömineli, çaylı krize rağmen onlardan bir şey ummak saflıktır. An her şeydir. Zombilerin kolektif belleği An yakıtıyla çalışan bir motordur dense abartma olmaz. Az önce başıma gelen şey zombilerde çok nadir rastlanan bir şey. İnsan olduğumuz zamanları böylesine ayrıntıyla hatırlama ve bizzat deneyimleme. Bu beni bir şekilde grubumda lider yapıyor. Hiç lafı edilmez, ama herkeste geçmişin özlemi bir şekilde hâlâ yaşıyor. O ışıltılı nohudun acarlığı. “Arkadaşlar yeni kaynak bulundu.” Hemen önerilen yöne doğru yürümeye başladık. Bu müthiş bir şeydi. Şanslıysak uzun zamandan sonra ilk defa taze et ve sıcak kan tadacağız. Şehir nüfusunun yarısından fazlası zombiye dönüştü. Teknolojinin yardımıyla sağ kalan ve korunaklı yerlerde yaşayan insanlar var. Sayıları bayağı fazla. Taze et kaynağımız. Onlardan küçük bir grubun yeri tespit edilmiş. Şimdi oraya baskına gideceğiz. Direnecekler haliyle. Ama bizimle başa çıkmaları mümkün değil. Sonunda onlara da ufukta aynı anda batan iki güneşi göstereceğiz. Öykü: Sadık YEMNİ

45

İllustrasyon: Devrim KUNTER


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Tarihte Mayıs Ay'ı Efendim geldik baharın en sıcak ve yaza merhaba deme sebebimiz olan ayına. Bu ay yine doluyuz konucak. Batman ile yaptığımız çizgi yolculuk yerini ilerleyen sayfalarda Orson Welles üstada bırakacak. Size de keyifle okumak kalacak. Buyurun başlayalım…

Batman “Suçlular batıl inançlı ve korkaktır. Dolayısıyla onların kalplerine korku salmalıyım. Gecenin bir yaratığı olmalıyım. Kara, korkunç…” Batman

O anda pencereden içeri bir yarasa girer. Kara, korkutucu ve gizemli… Bruce Wayne kararını vermiştir. Geceye bir yarasa misali sızıp, suçluların kanlarını emecektir. Bruce Wayne ailesinden kalan serveti ve büyük teknoloji şirketlerinden biri olan Wayne Enterprises’in karını harcayan sorumsuz, sığ bir playboydur. Harcamakla bitmeyecek kadar parası ve parmağının tek işaretiyle ona koşan kadınları vardır. Bu onun görünen yüzüdür. Yumuşak kalpli, sığ ve çoğu kez düşüncesiz… Aslı ise görüneninden çok farklıdır. Karanlık çöktüğünde agresif, adalet için her şeyini verebilecek ve gözünü kırpmadan tehlikeye atılabilecek bir yaratık süzülür ay ışığında şeytanla dans etmek üzere. Fısıltılar vardır hakkında. “Onu kovalıyoruz çünkü buna dayanıyor. Onu kovalıyoruz çünkü o kahraman değil, sessiz bir nöbetçi, dikkatli bir koruma… O, Kara Şövalye… O, Batman…” “Ailesi gece vakti sokakta bir hırsız tarafından öldürülen bir çocuk düşünün. Öncesinde malikânesinde ailesiyle rahat ve sıkıntısız bir hayat geçiriyordu. Fakat bir gece ailesi gözlerinin önünde öldürüldü. Bundan daha travmatik bir şey olabilir mi?” Bob Kane

Batman veya Yarasa Adam (orijinal adı ile Bat-Man) ilk kez 1939 yılının mayıs ayında severlerine merhaba

46

dedi. “The Dark Knight” ve “The Caped Crusader” olarak da anıldı. Detective Comics’in 27. Sayısında arzı endam etmeye başlayan süper güçleri olmayan süper kahraman olarak… Yaratıcıları çizer Bob Kane, yazar Bill Finger’dır. İlk yaratıldığı yıldan bu yana Batman en çok bilinen süper kahramanlardan biri olmuş ve günümüzde de dev hayran kitlesini korumaktadır. Batman’ın maskesinin ardında Bruce Wayne durmaktadır. Milyarder, sanayici ve çapkın olarak… Ailesinin bir sokak arasında öldürülmesine şahit olmuştur. Bu olaydan sonra kendini her alanda geliştirmiş yarasa kostümü ve gelişmiş ekipmanlarıyla birlikte suçla savaşmaya başlamıştır. Diğer süper kahramanlarda gördüğümüz insan ötesi güçler onda yoktur. O bunun yerine zekâsını, dedektiflik yeteneğini ve şirketinin yani parasının ona sunduğu tüm imkânları amacı doğrultusunda kullanır. 1938 yıllarının başında Action Comics yaratılan süper kahraman Superman’in ortalığı kasıp kavurmasından aldığı hızla sonradan DC Comics olarak bilinecek National Publications’un editörlerine daha fazla süper kahraman yaratma görevini verir. Sonuç olarak Bob Kane Bat-Man karakterini yaratır. Birlikte mesai tükettiği Bill Finger’in sözlerine göre ilk Batman Superman ile benzer çizgiler içermektedir. Kostümü kırmızımsıdır, eldiven yoktur ve maskeli balolarda katılan tarzda bir maske takmaktadır. Üstüne üstlük kahramanımız bunlar yetmiyormuş gibi yarasalarınkine benzeyen bir çift kanat takıyordur ve büyük bir amblemi vardır. Kahramanımız oradan oraya ipte sallanmaktadır. Aslında doğum sancıları çeken

47


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

kahramanımız sizinde anlayacağınız üzere pek karizmatik değildir aguladığında… Daha sonra Finger’in verdiği tavsiyelere uyulup kanatlar yerini pelerine, o basit maske yerini cübbemsi bir yüz maskesine bırakır ve kıyafete hâkim olan kırmızımsı renk çıkarılır. Ortaya tabi daha sonraki dönüşümleri de zaman içinde tamamlanarak şimdiki karizmatik gece şövalyesi çıkar. Finger Bruce Wayne ismini de kendisinin bulduğunu söyler. “Bruce Wayne ismi bir İskoçya kahramanı olan Robert Bruce’dan geldi. Adams ve Hancock soyadlarını düşündüm. En sonunda aklıma Anthony Wayne geldi.” Batman’in karakteri, kişiliği ve görünümü aralarında The Mask of Zorro, The Baht ve Dracula gibi filmlerden, The Shadow, The Phantom, Sherlock Holmes, Dick Tracy gibi karakterlerden ve Leonardo Da Vinci’nin ‘’Uçan Makine’’ çiziminden esinlenmiştir. Batman ve Yıllar Batman ilk kez 1939 Mayıs’ında yayınlanmaya başladı. Finger’e göre Batman Pulp hikâyeleri tarzında yayınlanmıştır. Düşmanlarını öldürür ve merhamet göstermez. Ateşli silah kullanır. Yüksek satış rakamları kahramanımıza kendi çizgi roman serisini kazandırır. Yıl 1940… Batman satış rekorları kıran komşusu Superman’le beraber bazen ortak bazen tek olarak yoluna devam etmektedir. Tabi zaman ona değişiklikler de kazandıracaktır. Çenesi daha belirgin çizilecek, yarasa kulakları uzatılacak bir yıl boyunca bu değişim devam edecektir. Batman’in kemeri 29. Sayıda, yarasa şeklindeki aracı 31. Sayıda, karakterin kökeni ise 33. Sayıda ortaya çıkmıştır. Batman’in Pulp hikâyeleri kökeni ise 38. Sayıda yareni Robin’in gelmesiyle beraber yumuşamaya başlar. Batman’ın konuşabileceği bir Watson’u olması fikrini de Bob Kane’e Finger vermiştir. Bu süre zarfında uzun soluklu düşmanları olan Joker ve Catwoman’ın tanıtılmasını izleyen süreçte diğer önemli bir olay da Batman’in düşmanlarını öldürmesidir. Fakat bu konu editör Whitney Ellsworth’ü rahatsız eder ve Batman’in düşmanlarını öldürmemesi üzerine karar alınır. 50’lilerin ve 60’ların ilk yıllarında dikkate değer bir değişiklik ise Batman ve Superman’in aynı karelerde yer aldığı maceralardır. “The Mightiest Team in the World” hikâyesinde ilk kez Batman ve Superman bir

48

araya gelir ve bir takım kurar. Yıl 1952… Bu serinin başarısı ikiliyi 1986 yılına kadar yakın arkadaş ve iş ortağı olarak götürür. Bu olayların yanı sıra 50’lerde Batman maceralarına katılmaya çalışan bir öğe de bilim kurgu motifleridir. Bunun nedeni ise bu öğelere yer veren Superman’in satış başarısıdır. Bu dönemdeki Batman maceraları garip dönüşümler ve uzaylılarla olan kovalamacayı konu alır. 60’ların başında Batman’in satışları iyiden iyiye düşmüştür ve öldürülmesi planlanmaktadır. Tam bu dönemde editörlük görevini devralan Julius Schwartz karakterde köklü değişikliklere gider. Bilim kurgu öğeleri yerini dedektiflik hikâyelerine bırakmıştır. Ekipmanlarda ve bazı karakterlerde de değişikliğe gidilmiş ve özellikle uzay menşei karakterler seriden çıkarılmıştır. TV dizilerine yansıyan absürt-komedi tarzı da karakteri oldukça etkilemiş ve başlarda satış getiren bu değişiklikler sonrasında yerini düşüşe bırakmış aynı zamanda Batman karakterini de oldukça yaralamıştır. 1970’lerle beraber Batman gecelerin sert savaşçısı imajına geri döndürülmeye çalışılmıştır. Yıl 1986’yı gösterdiğinde devreye giren Frank Miller yaşlanmış ve yıpranmış olan karakterimizi alır ve onu eski görkemli günlerine geri götürür. ‘’Batman: The Dark Knights Return’’ hikâyesi o güne kadar görülmemiş bir ilgiyle karşılanır ve çizgi roman tarihinde kilometre taşı olarak kabul edilir. Batman artık yılların ona verdiği bir tecrübe ve haklı bir şöhrete sahiptir. Bunu hem sayfalar üzerinde hem de beyaz perde de sonuna kadar kullanacaktır. Birde Batman’ın yaşadığı şehre ve kullandığı son teknoloji cihazlara bir göz atmak gerekir.

Yarasa Sinyali Batman maceralarında kullanılan en belirgin unsurlardandır. Batman Gotham Şehir polisinin onur üyeleri arasında zamanla yerini almıştır. Polis ona ihtiyaç duyduğunda şehrin her tarafından rahatlıkla

49


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

görülebilen bu sinyali gönderir. Sinyal yarasa şeklinde bulutlu gökyüzünde belirdiğinde bu yetiş Batman feryatlarının ışıklı halini oluşturur.

Mağara Batman kendisiyle ilgili tüm gelişmiş ekipmanı ve kostümünü bu mağarada saklar. Mağarada teknolojinin son haddi olan güvenlik kameraları, titanyumdan yapılan güvenlik kapıları ve gelişmiş bilgisayarlar bulunmaktadır.

Gotham Şehri Şehir gotik havasıyla dikkat çekmekte ve kahramanının karanlık, tehlikeli havasını sonuna kadar yansıtmaktadır. Puslu, kapalı havası, suç dolu sokakları, kirli, çürümüş mekânlarıyla öne çıkar. Superman’ın temiz, parlak, fütüristik şehrinin tam zıttıdır. Batman hayatını bu şehri suçlulardan temizlemeye adamıştır. Şehir başlı başına Batman’ın karanlık tarafını temsil eder.

Batmobil Batman’in yarasa şeklindeki arabasıdır. Gerektiğinde uçabileceği şekli de alabilen araç son derece modern bir dizayna sahiptir. Hızlıdır ve eklenip, çıkarılabilen ölümcül silahları barındırmaktadır.

Düşmanları Batman’ın düşmanları çizgi dünyada görülebilecek en kötü ve tehlikeli düşmanlardır. En çok bilinen düşmanları 1930’lu ve 40’lı yıllarda yaratılmıştır. The Joker, Catwoman, Penguın, Two-Face, Riddler, Mad Hatter, Scarecrow ve Clayface… Bunlardan en ölümcül ve hayranları tarafından en çok ilgi gören düşmanı ise The Joker’dir. “Planı olan bir adam gibi mi duruyorum? Benim ne olduğumu biliyor musun? Ben arabaları kovalayan köpek gibiyim. Yakalasam bile onunla ne yapacağımı bilemem. Anlarsın ya… Ben sadece yaparım.” “Zenginler neden tuhaftır biliyor musun? Çünkü buna paraları yetiyor…” The Joker

Batman Film Serisi Batman tıpkı diğer süper kahramanlar gibi vakti geldiğinde sayfalar üzerinden çıkıp beyazperde de boy göstermeye başladı. İlk çekilen Batman filmini usta yönetmen Tim Burton yönetti. Burton filmi yönetme görevini 1986 yılında aldı. Senaryo yazılmadan önce usta yönetmen önce filmin atmosferini belirledi. Tim Burton’ın gözünden yansıyan gotik hava film gösterime girdiğinde seyircisini ziyadesiyle memnun edecekti. Burton, Batman için Mel Gibson, Pierce Brosnan, Kevin Costner, Charlie Sheen gibi o dönemin parlayan aktörlerinin

50

adı geçse de seçimini Michael Keaton’dan yana kullandı. Keaton rolüne öyle bir oturdu ki ondan sonra gelen Batman adaylarının işi çok zor oldu. Joker rolüne ise Jack Nicholson düşünüldü ve filmin karından pay alma şartı kabul edilerek zor zanaat rolü kabul etti. Film izlenme rekorları kırarken çizgi roman uyarlamalarının da önünü açmış oldu. Batman, 1989… Burton büyük bir başarı elde etmişti. Devam filmi çekilmesi kaçınılmazdı. Tim devam filmini çekmeyi istemedi aslında ama karşısına sağlam bir senaryo getirilince filmi çekmeyi kabul etti. Filmin kadrosuna bu kez Catwoman rolüyle Michelle Pfeiffer, Penguın rolüyle ise Danny DeVito katıldı. Batman ise değişmemişti. Michael Keaton yine karanlık şövalye olarak karşımızdaydı. Film gişede ilki kadar başarı gösteremese de eleştirmenlerden övgü almayı başardı. Batman Return, 1992… Batman Return filminin uğradığı mali başarısızlık Warner Bros’un baskılarını arttırdı. Stüdyo filmin genel izleyici kitlesine hitap etmesi gerektiği konusunda karar aldı. Yapımcılığı geçen iki filmin yönetmenliğini üstlenen Tim Burton üstlendi. Yönetmen koltuğunu da Joel Schumacher geçti. Buna rağmen filmin gidişinden memnun kalmayan Michael Keaton Batman rolünden ayrılmak istediğini söyledi ve yerine Val Kilmer getirildi. Keaton kadar başarılı olamasa da oyuncu rolünde sağlam durmayı başarmıştı. Batman’ın yareni Robin rolü içinse Leonardo Di Caprio’nun adı fısıldandı ama rol Chris O’Donnell’e verildi. Batman’in azılı düşmanlarından Yönetmen Riddler rolü içinse özellikle popun kralı Michael Jackson’ı istiyordu ama istediği olmadı ve onun yerine rol Jim Carrey’e gitti. Batman Forever 1995’te seyirci karşısına geçti. Fakat istenen başarı elde edilemedi. Tarih 1997’yi gösterdiğinde Batman ve yoldaşları bir kez daha beyaz perde de boy gösterdi. Bu filminde yönetmeni Joel Schumacher’di. Bu kez Batman rolünde George Clooney vardı. Ona Uma Thurman, Arnold Schwarzenegger eşlik etti. Fakat bu filmde gişede istenen başarıyı gösteremedi ve olumsuz eleştirilere maruz kaldı. Tüm zamanların en kötü çizgi roman uyarlaması olarak sinema tarihindeki yerini aldı. Sonrasında 2005 tarihine kadar havada asılı kalan birçok projeye rağmen Batman onu bir kez daha seyirci karşısına çıkarabilecek gözü bulamadı. Batman Begins sancılı dönemlerden geçecekti. İlk olarak filmi yönetmek için David Fincher adı anılmaya başlandı. Fakat Fincher önce sıcak baktığı bu projede yer almayı sonrasında reddetti ve onun yerini Chistopher Nolan aldı. Nolan çok az bilgisayar efekti kullandı. Batman’ın olması gereken gotik ve karanlık yapısını sonuna kadar korudu. Sonuçta ortaya finansal ve eleştirisel anlamda başarılı bir yapım çıktı. Filmde Batman karakteri bu kez Christian Bale’e emanetti. Ona usta oyuncu Alfred Rolüyle Michael Caine eşlik etti. Başarılı olan her yapımın laneti olan devam filmi bu projede de değişmedi. Nolan bu filmi çekmek istemediğini belirtti ve ekledi. “Hikâye beni çekebilecek mi? Kendime şunu soruyorum. Kaç tane iyi ikinci devam filmi var ki?” Fakat sonuç değişmedi. Yönetmen koltuğunda yine Nolan vardı. Batman rolü Christian Bale’in kollarındaydı. Çekici düşman Joker’i ise o yıl kaybettiğimiz Heath Ledger oynuyordu. Yıl 2008’i gösterdiğinde Dark Knight seyirci karşısında salına salına yürüdü. Film olumlu eleştiriler aldığı kadar olumsuz eleştirilere de hedef oldu. Ama bu filmde en çok dikkati çeken ise Batman değildi. Joker karakteriyle “nasıl oynanır” açmazına yanıt veren adam Heath Ledger oldu. Ledger zamansız ölümü sebebiyle göremedi belki ama filmde alkışlanan neredeyse tek performans onunkiydi ve ödüle boğuldu. Batman yıllardır birçok kuşağı gerek beyazperde gerekse çizgi roman sayfalarında büyülemeye devam ediyor. Bize adaletin varlığını hatırlatıyor. Bir yerlerde bunu sağlamaya ant içmiş bir şövalye olduğunu bugün ve yarın…

51


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Orson Welles (6 Mayıs 1915- 1985)

“Hollywood fena değil, kötü olan filmler…” Karikatürist, oyuncu, şair ve sadece on yaşında bayanlar baylar karşınızda Orson Welles… George Orson Welles, 6 Mayıs 1915’de Kenosha Wisconsin-ABD’de doğdu. Orson tiyatro, sinema ve radyo alanlarında yarattığı eserleri ile 20. Yüzyılın dehası olarak anıldı. Bıraktığı eserler bugün bile sinema tarihinin kilit taşları arasında bulunuyor. Welles 2 yaşındayken bir yetişkin gibi derdini anlatabiliyordu. 3 yaşındayken okumayı söktü. 5 yaşındayken bütün Shakespeare oyunlarını ezbere biliyordu. Vasisi tarafından ona hediye edilen kukla ile henüz 9 yaşındayken Kral Lear’ı ezbere, tek başına oynuyordu. Bu çocuk tam bir dâhiydi çevresine göre. Ve yetenek damarlarından taşıp etrafına akıyordu. 9 yaşındayken dünyanın dört bir yanını dolaşan Welles bu arada resim yapmayı öğreniyor ve ünlü illüzyonist Houdini’den illüzyon dersleri alıyordu. 10 yaşına bastığında karikatürist, oyuncu ve şairdi. Çocukluk dönemi pek de mutlu geçmedi Welles’in. On parmağında on marifet vardı ama henüz 8 yaşındayken annesini bundan dört yıl sonra da babasını kaybedince hem öksüz hem de yetim kaldı dahi. Onu yakın bir aile dostu büyüttü. Hayatın cilveleri ona engel olmayı başaramadı. O mutsuzluğunu ve aile özlemini sanatla gidermeye çalıştı. Yaptığı her resimde, oynadığı her rolde, yazdığı her şiirde onlarla bir olmayı başardı. O yıkımları mucizevi başarılara dönüştüren çocuktu aynı zamanda. 1931 yılında İrlanda’ya giden Welles, ABD’den gelen ünlü bir tiyatro oyuncusu olduğunu söyleyerek Gate Theater’de başrolü kapmıştı. 1934 yılında New York’a dönen oyuncu Brodway’de sahne aldı. Welles’in John Houseman ile sahneye koyduğu yapıtlar büyük tepkiler aldı. Yalnız zenci oyunculara yer verdiği Macbeth

52

oyunu onun ününü perçinledi. 18 yaşındayken okuduğu kolejde öğretmeni olan Roger Hill’le birlikte Shakespeare’in bütün oyunlarını topluyor ve kendi çizdiği resimlerle hayat verdiği “Herkes için Shakespeare” isimli kitabını çıkarıyordu. Kitap Amerikan kolejlerinde büyük ilgi görüp 90.000 adet sattı. O gördüğü kötü tepkilerin hiç birine cevap vermedi. Nerede durduğunun ve ne yapmak istediğinin farkındaydı. Yolunda emin adımlarla gidiyordu. Tek isteği vardı. Kendi hayallerine perde açmak… 1938 yılında ünlü oyunu ‘’Dünyalar Savaşı”nı radyo tiyatrosunda Amerikalılar ile buluşturdu. Marstan gelen uzaylıların dünyayı istila etmesini konu alan oyun hem çok büyük bir başarı kazandı hem de bunu gerçek sanan Amerikalıların panik yapmasına sebep oldu. Resim, tiyatro, oyunculuk derken Welles ilk uzun metrajlı filmi Citizen Kane’i yönettiğinde sinema tarihine nasıl bir armağan verdiğinin farkında bile değildi. Sene 1941… Film Orson’a büyük paralar kaybettirdi. Fakat daha ilk filmiyle sinema tarihine yön vermişti. Kullandığı teknik ve anlatım potansiyeli hem Welles’i hem de ilk çocuğu Citizen Kane’i sinema tarihinin unutulmazları arasına soktu. Film hâlâ birçokları tarafından “Sinema Tarihinin En İyi Filmi” olarak anılır. Ayrıca filmde oyunculuğunu da konuşturmuş ve büyük beğeni toplamıştır. Hollywood’un geleneksel tarzına uymayan Welles bu haliyle bir lakap bile almıştı. Ona “Yaramaz Çocuk” anlamına gelen ‘’Enfant Terrible’’ diyeceklerdi. Sanatçı sinemada kurgunun önemini sonuna kadar savunanlardan olmuştu hep. Orson başarılarına rağmen Hollywood’da tutunamayıp Avrupa’ya gitti. Sinemasını da yanına alarak… Her ne kadar filmleri Amerika’da ticari açıdan bir başarı yakalayamamışsa da Welles Avrupa’da birçok övgü ve ödüle layık görüldü. Aşka iki kez yaklaştı. İki kez evlendi. Tıpkı şu sözündeki gibi; “Dünyayı döndüren kadınlar değildir, ama o dönmeyi anlamlı kılan varlıklardır.” İkinci karısı “The Lady From Shanghai” adlı filminde başrolü oynattığı Rita Haywort’tı. Orson yapıtları ve farklılıklarıyla imza attığı başarıları geri de bırakıp Las Vegas’da geçirdiği enfarktüs sonucu hayata gözlerini yumdu. Geride bir de kulaklarda kalan “I Know What it is to be Young” şarkısını bırakarak… “Delikanlı, sen yaşlılığın ne olduğunu bilmezsin ama ben gençliğin ne olduğunu biliyorum…” Welles’in diğer filmlerine şöyle bir göz atacak olursak; 1934- Hearts of Ace (kısa film) 1941- Citizen Kane (Yurttaş Kane); film gazeteciler kralı Randolph Hearst’ın kamufle edilmemiş yaşam öyküsüdür. Amerika’nın kısa bir anlam özeti olarak da değerlendirilebilir. 1942- The Magnificient Ambersons (Şahane Ambersonlar) 1946- The Stranger (Yabancı); bir zamanlar toplama kampında görevli olduğundan izini kaybettirmeye çalışan bir cellâdın öyküsünü anlatan sanatçı bu yapımla büyük başarı elde etmiştir. 1947- The Lady From Shanghai (Şangaylı Kadın) 1948- Macbeth 1958- Touch Evil (Bitmeyen Balayı); genç bir uyuşturucu savaşçısı ile eski bir polis arasındaki ölümcül düelloyu anlatır. 1962- The Trial (Dava); ünlü yazar Kafka’nın ünlü romanının uyarlamasıdır. Geldik bir ayın daha sonuna. Umarım memnun kalmışsınızdır sayın okuyucularım. Bu ayı da adet edindiğim üzere tarihe damga vuran bir liderin sözüyle bitireyim müsaadenizle, sevgiler, saygılar bizden size… “Ben acı çekmedim. Günü yaşamanın önemini ve yarını çok düşünmemek gerektiğini öğrendim…” Nelson Mandela Melahat YILMAZ

53


Sinema

Sinema

Citizen KANE (1941)

“Rosebud…” Charles Foster Kane, büyük medya patronu ve dünyanın en zengin adamlarından biri ölürken son bir söz söyler; Rosebud… Ve bu sözün peşinden giden bir gazeteci onun hayatını bize anlatmaya başlar. Onu tanıyan ve az ya da çok seven bütün tanıkların gözünden… Kane’in ailesi bir pansiyon işletiyordur. Fakir bir ailedir onunki ama yinede birbirlerine bağlı ve tüm olumsuzluklarına rağmen sevgiyle yaşamaktadırlar. Bir gün otel parasını ödeyemeyen müşterilerden biri Mary Kane’e değersiz bir madenin hisselerini verir. The Colorado Lode… Bayan Kane de madenin işletmesini bir bankaya devreder. Her ne kadar kocası bu duruma karşı çıksa da çocuğunun eğitim masraflarını karşılamak adına yapmıştır bu antlaşmayı. Anne yüreği evladından ayrı kalmaya dayanamaz belki lakin onun sıkıntı çekmesi isteyeceği en son şeydir. Kane kızağıyla mutlu mesut oynadığı karlı bir günde belki de para ile elde edemeyeceği tek şeyden koparılır, ailesinden ve onların koşulsuz sevgisinden. Aklında kalan tek şey karda bir başına bıraktığı kızağı olacaktır. Bunun karşılığında 25 yaşına geldiğinde koca bir servetin sahibi olmuştur. O bunların arasından New York Inquirer adlı tirajı yerlerde sürünen bir gazeteyi seçer.

54

Zira Kane’in bir amacı vardır. Zenginlerin fakir ve düşkün insanlara zorla sergiledikleri yaptırımları ve haksızlıkları gün yüzüne çıkaracaktır. Bunu neden amaç edindiğini ise şu sözlerle açıklar; “Bu toplumun çalışanlarının para çılgını korsanlar tarafından soyulmadığını görmek bana mutluluk verir. Onların çıkarlarını kollayan yok diye buna seyirci kalamam. Size bir sır daha vereyim Bay Thacher: Bunu yapacak adam benim! Param ve mülküm var. Yoksulların çıkarlarını gözetmezsem bunu bir başkası üstlenmeye kalkabilir. Malsız, mülksüz biri de olabilir bu. Bu da çok kötü olur.” Kimin ayağına bastığını önemsemeden Kane dediğini yapmaya devam edecek ve hem çok büyük başarılar kazanacak hem de kalabalıkların arasında yalnızlaşmanın nasıl bir duygu olduğunu hayatı boyunca acı bir şekilde deneyimleyecektir. Ta ki son sözünü söyleyene kadar… Citizen Kane ister beğenin ister beğenmeyin birçok açıdan sinema tarihinin en önemli yapımlarının başında gelir. Konusu itibariyle birçoklarının sonrasında canını sıksa da kullanılan tekniklerle sinemanın yüzünü güldürmüş ve ayakta alkışlanmıştır. Filmin öyküsü birçok katmandan oluşmaktadır. Sahneler değiştikçe Amerikan rüyası, iktidarın ve siyasetin doğası, karakter ve kader ilişkisi, para ile sevilmek arasındaki gelgitler seyirciye akıcı bir dille ve mükemmel bir derinlikle aktarılmıştır. Eleştirmenlerin ortak görüşü Kane karakterini o zamanın Donald Trump’ı olan büyük medya patronu William Randolph Hearst’ten aldığıdır. Hatta Hearst’in filmin gösterime girmemesi ve başarı kazanmaması için çok büyük çaba sergilediği de konuşulanlar arasındadır. Yine de film büyük bir başarı yakalamış ve Welles’in adını sinema tarihinin baş sayfalarına taşımıştır. Welles bu filmde hem yönetmen, hem oyuncu hem de yapımcı olarak görev almıştı. Üçünde de ayrı ayrı takdiri hak ettiğini söylersek yanlış olmaz sanırım. Yapımda kullanılan tekniğe göz atarsak filmi diğerlerinde ayıranın ne olduğu da ortaya çıkar sanırım. Yapım o güne kadar perde de gösterilenlerden çok daha ileri tekniklerle bezenmişti. Beş farklı kişinin anılarından geri dönüşlerle Kane’in yaşam hikâyesini seyrettik. Dönüşler

55


Yazan ve Çizen: Tunç PEKMEN

Sinema o kadar naif işlenmişti ki şiirsel bir akıcılıkla sıkılmadan seyrediliyordu film. İşin içine Rosebud sözü ile katılan dedektifvari kovalamaca da artısıydı yapımın. 1941 yılında gösterime giren eser montaj, alan derinliği (deep focus), makyaj ve ışıklandırma bakımdan döneminin devrim olarak adlandırabileceğimiz yenilikler getirmişti. Filmin belki de en büyük yeniliği alt açıların düzgün bir şekilde kullanılabileceğini göstermesiydi. O yıllarda alt açılar hiç kullanılmıyordu. O güne kadar aydınlatma için kullanılan ışıklar tavana yerleştiriliyor bu yüzden tavan hiç gösterilmiyordu. Citizen Kane’de ise yan aydınlatmalar kullanılmaya başlanmıştı. Bahsi açılmışken makyajdan söz etmemek ise imkânsızdır. Dönemin makyaj anlayışının da bir hayli önündedir yapım. Oyunculuk konusuna gelince özellikle Orson Welles bu konuda da ders verir nitelikte bir performans sergilemiş ona eşlik eden Joseph Cotten, Dorothy Comingore ve Ruth Warrick başarılı oyunculukları ile göz doldurmuşlardı. Yapım dokuz dalda Oscar adayı gösterilmiş fakat yukarı da bahsettiğimiz engellenme çabaları yüzünden sadece ‘en iyi senaryo’ dalında Oscar heykelciğini kucaklamıştı. Citizen Kane konusu ve tekniği itibariyle o günden bugüne birçok mevzuyu sorguladı. Sinemanın nasıl bir güç olduğunu kanıtladı hepimize. Görsel ve kitleleri sözleriyle etkileyecek kuvvetli bir silahtı sinema. Orson Welles’i ilk uzun metraj filmi olmasına rağmen bu silahı düzgün ve etkili bir biçimde kullanıp bugüne ışık tuttuğu için bir kez daha saygıyla selamlamak gerekir diye düşünüyor ve bir kez daha bu güçlü yapımı seyretmenizi öneriyorum. Sevgiyle kalın çünkü sevgi satın alamayacağınız tek şeydir. Her ne kadar alabileceğinizi düşünseniz de… Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

56

57


58

59


60

61


62

63


Oyun

Oyun

İnceleme

İnceleme

Uzun uzun yıllar önce henüz ben daha bir çocukken girip çıkmıştım Cehennem'in karanlık ve kanlarla bezeli diyarlarına. İlk kez iblislerle orada karşılaşıp ilk katliamımı orada yapmıştım. Hiç acımadan kesmiştim iblisleri ve hiç çekinmeden saplamıştım kılıcımı karanlık kalplerine... Daha 13 yaşındaydım o zamanlar ama yine de korkusuz ve gözüpek bir iyilik savaşçısıydım. Evet... Diablo'dan bahsediyorum. Şu anda pek çok oyun sever bu satırları okurken benim yaşadıklarımı hatırlıyorlardır. 1996 yılının kış aylarıydı. Karanlık ve puslu havalarda evimize kapanmış, bilgisayarımızın başına geçip güneşin hiç doğmadığı "Sanctuary"de bulmuştuk kendimizi. Savaşçı, Hırsız veya Büyücü bir karakter seçerek kasaba meydanının toprak yollarında yürümeye başlamıştık. Tam o dönemde, Cennet ve Cehennem arasında sürmekte olan "Günah Savaşı" dünyaya da sıçramıştı. İblisler ve şeytanlar dünyada kol gezmeye başlamıştı. Cennet; düzenin, iyiliğin, disiplinin ve onurun dünyada hüküm sürmesini isterken; Cehennem'in karanlık lordları ise mutlak kaosun hüküm sürmesi gerektiği üzerine büyük bir savaş veriyorlardı. Bu savaş, evrenin yaratılmasından öncesine kadar dayanıyordu ve artık dünyamız da bundan etkileniyordu. Cehennem'in 7 lordundan üç tanesi Diablo, Baal ve Mephisto; Cehennem'in güçlerini arkasına alan diğer dört kardeşi Azmodan, Belial, Duriel ve Andariel tarafından sürgün edildiler ve savaşlarına dünyada devam etmeye karar verdiler. Böylelikle bu üç Cehennem Lordu, kendilerine yeni bir cephe ve yeni

müttefikler bulmuş oldular. Kötülüğe hizmet edecek olan insanları da yanlarına çektiler ve cephelerine yeni güçler eklediler. Bu sırada iyiliğin tarafını seçen insanlar ise Cehennem Lordları'na karşı savaşa başladılar. Bu sırada, Başmelek Tyrael'in önderliğinde, politik ve ideolojik farklılıklarını bir yana koyarak birleşen büyücü klanları, Horadrim adında bir birlik oluşturdular. Bu durum, insanların Günah Savaşı'nda yarattığı en büyük değişimlerden biri oldu. Tyrael'in Horadrim'e verdiği, iblisleri hapsetme gücüne sahip olan "ruhtaşları" ile Horadrim, iblisleri avlamaya başladı. İblis yakalama işinde gayet iyi sonuçlar alan Horadrim, üç Cehennem Lordu'nun peşine düştü. Önce Mephisto'yu hapsettiler ve Zakarum Kilisesi'nin korumasına bıraktılar. Horadrim'in önde gelenlerinden Tal-Rasha'nın önderliğindeki bir grup, diğer lord olan Baal ile Lut Gholein civarında karşılaştılar. Baal, "ruhtaşını" parçalamasına rağmen, parçalardan biri kalbine saplanan Tal-Rasha kendini feda ederek kendisiyle beraber Baal'ı da Lut Gholein'in sıcak kumları altına hapsetti. Sonrasında ise kaçmaya devam eden en küçük kardeş Diablo ise batıdaki Khanduras'a doğru ilerledi. Diablo'yu takip eden bir grup Horadrim ve başlarındaki Jered Cain isimli büyücü, Diablo'yu yakalayıp ruhtaşına hapsettiler ve unutulmuş bir katedralin derinliklerine gömdüler. Bu olayların ardından Horardim, kendi içerisinde ayrılıklar yaşıyor ve büyücüler dağıldılar. Uzun zaman geçtikten sonra unutulan ruhtaşları, Cennet'ten vazgeçmiş bir melek olan Izual tarafından bulundu ve ilk olarak Mephisto serbest kaldı. Sonrasında Zakarum'u ele geçiren Mephisto, kardeşlerini kurtarmak için harekete geçti. Rahiplerinden biri olan Lazarus'u Khanduras'a götürdü. Lazarus, Khanduras'ta krallığını ilan etmiş olan Kral Leoric'in yanına sızdı ve sonrasında katedralin derinliklerinde uyuyan Diablo'yu uyandırmaya başladı. Dünyaya dönmek için yeni bir beden arayan güçsüz Diablo, Kral Leoric'in bedenini ele geçirmeye çalıştı ancak Kral Leoric güçlüydü ve Diablo'ya direndi. Sonucunda akıl sağlığını yitirdi. Lazarus, bu sefer Leoric'in oğlu Albrecht'i kaçırdı ve Diablo'ya sundu. Leoric ise oğlunun kaybolmasından Lachdanan'ı sorumlu tutup saldırdı. Lachdanan, kralına sadık olsa da delirmiş

64

65

Tarihçesi


Oyun

Oyun

İnceleme

İnceleme

kralını öldürdü. Diablo ise yeni bedeni ile Baal'ı kurtarma girişimlerine başladı. Böylelikle, ilk oyun böylece sona eriyor bizim yönettiğimiz karakterimiz ise ilk oyunun sonunda Diablo’yu yokediyor ve Diablo’yu kontrol edeceğini düşünerek ruhtaşını kendi vücuduna saplıyor. Ancak olaylar beklendiği gibi gelişmiyor. Diablo 2 oyunu ise tam bu olayların sonrasında başlar. Ruhtaşını vücuduna saplayan eski kahraman gitgide kendisini kaybetmeye başlamıştır. Diablo, gücünü geri kazanıp eski kahramanı ele geçirir. Diablo, kontrolü ele geçirdikten sonra bir gece Tristram'a Cehennem yaratıkları saldırır ve herkesi öldürür. Aynı gece eski kahraman da ortadan kaybolur. Bu katliam ve yıkımdan sadece iki kişi kurtulur. Biri korkuyla kendini eski kahramanın hizmetine adayan Marius'tur. Sağ kalan diğer kişi ise Horadrim eski üyesi olan yaşlı Deckard Cain'dir. Bu karanlık zamanda bir kahraman belirir ve Deckard Cain'i tutsak tutulduğu Tristram'dan kurtarır. Cain ona eski kahramandan bahseder ve birlikte onu öldürmek için peşine düşerler. Böylece doğuya doğru yolculuk başlar. Çölü geçerek Lut-Gholein'e varırlar. Fakat eski kahraman buraya onlardan önce gelmiştir. Amacı kardeşi Baal'ı kurtarmaktır. Tal-Rasha'nın mezarında artık değişim geçirmeye de başlamış olan eski kahraman, giderek Diablo'ya dönüşür. Marius'la birlikte mezarın içlerine kadar ilerlerler. Baal'ı bulduklarında onları orada bekleyen bir kişi daha olduğunu farkederler. Bu kişi başmelek Tyrael'den başkası değildir. Tyrael, Diablo'ya saldırarak onu engellemeye çalışır ancak dünya işlerine müdahale etmesi yasak olduğundan onu öldüremez. Bu sırada Marius yavaşça artık dönüşüm geçirmiş olan Baal'a yaklaşır. Baal, Marius'tan yardım istemektedir ve Marius uzanarak ruhtaşını Tal-Rasha'nın bedeninden çıkarır. Baal'ı tutsak eden büyü artık kalkmıştır.

66

Tyrael, Marius'un düşüncelerine girerek ona yaptığı aptallığın dünyaya yıkım getireceğini söyler. Bunu telafi etmenin tek yolu Hellforge’a giderek ruhtaşını yoketmesidir. Marius oradan kaçarak uzaklaşır fakat Tyrael kaçamaz. İki kardeş Tyrael'i yakalayarak Tal-Rasha'nın mezarına kapatır ve Kurast limanına doğru yola çıkarlar. Marius ise gizlice onların peşinden gider. Kahramanımız mezara girerek Tyrael'i kurtarır ve ondan Diablo'nun nereye gittiğini öğrenir. Böylece Cain'le birlikte Kurast limanına varırlar. Zakarum'da büyük kardeşleri Mephisto'yu kurtaran Diablo ve Baal, onunla güçlerini birleştirerek Cehennem’e bir kapı açarlar. Artık eski kahraman, tamamen Diablo’ya dönüşmüştür. Kapıdan geçerek Cehennem’e gider. Marius tüm bu olanları gördükten sonra kapıdan geçmeye korkar ve ruhtaşını alarak oradan kaçar. Kahramanımız ise Zakarum Kilisesi’nin derinlerine kadar Diablo'yu kovalar. Fakat Mephisto, Zakarum Kilisesi’nde saklanmaktadır ve Mephisto öldürüldükten sonra ruhtaşı tekrar kahramanımızın eline geçer. Daha sonra geçitten geçen kahramanımız Diablo'yu bulup öldürür. Böylece Diablo'nun ve Mephisto’nun ruhtaşları Hellforge'da yok edilir. Geriye sadece Baal kalmıştır. Baal kardeşlerinin yanından ayrıldığından beri gizlenerek kendi ruhtaşını arar. Bunun için öncelikle Marius'u bulması gerekmektedir. Baal'ın ruhtaşıyla kaçtığından beri Marius'un hayatı altüst olmuştur. Her şeyini kaybetmiş, giderek paranoyak ve saplantılı bir hale gelmiştir. Sonunda bir akıl hastanesine düşer. Baal, Marius'u burada bularak onu kandırır. Tyrael kılığında gelerek Marius'tan tüm hikayeyi öğrenir. Sonunda yok etme bahanesiyle kendi ruhtaşını ister. Marius ona güvenerek yanında taşıdığı ruhtaşını ona verir. Ruhtaşını alan Baal gerçek yüzünü gösterir ama artık çok geçtir. Bu defa Marius yaptığı hatayı canıyla öder. Bir yangınla her şey küle döner ve arkasında kanıt bırakmayan Baal ortadan kaybolur. Baal, ruhtaşını güvenceye aldıktan sonra saklanır ve kendine bir ordu kurmaya başlar. Bu orduyla barbarların şehri Harrogath'a saldırır. İki ordu Arreat platolarında karşı karşıya gelir. Baal'ın amacı Arreat dağındaki dünyataşını (worldstone) ele geçirmektir. Savaş sırasında Baal dünyataşına ulaşır ve etkisi altına almaya çalışırken öldürülür fakat dünyataşını da etkilemeyi başarmıştır. Tyrael'in onu yoketmekten başka çaresi kalmaz. Kılıcını çekip dünya taşına doğru fırlatır. Dünyataşı binlerce parçaya ayrılırken tüm Harrogath sarsılır ve Arreat dağı ikiye bölünür. Ve şimdi; 15 Mayıs’ta çıkacak olan Diablo III oyunu, tarihçeyi devam ettirecek. 2. oyunun çıkışının üzerinden 12 yıl geçmiş olmasına rağmen heyecan halen devam ediyor. Cehennem’in güçlerine karşı inanılmaz bir savaş bizleri bekliyor olacak. 15 Mayıs’ı bekleyin ve o zamana kadar güçlerinizi hazırlayın! Kayra Keri KÜPÇÜ www.FRPNET.net

67


Öykü

Öykü

Yazmak Üzerine Bir Şeyler

Duyguları, dalmak isterdi düşünürken yatıştırıcı bir boşluğa… Elleri ceplerinde sahil boyu yürürlerdi kendi başlarına, bazen ellerinde bir sigara, bazen bir bankta denize karşı otururlardı, dalarlardı ufka. Denizi olamayanlar da illa ki bir suya, gökyüzüne, geniş bir ufka… Bir gözlemevinden, dürbünle inceler gibi bakarlardı, çevrelerinde kendilerini fark etmeyen kalabalığa. Kimi zaman bir dolmuşta, kimi zaman maaş kuyruğunda, kimi zaman rakı sofralarının tadında ya da bir çay bahçesinde çay kaşıklarının şıngırtısında… * * *

Yoktu yıllar önce, sanal bir ortamdan okuma, yazma, klavye kullanarak bir şeyler anlatmaya çalışma… Alırdın eline kâğıdı kalemi, kaydırırdın ince ucu siyah, mavi, kırmızı, defterin; kimi zaman çizgili, kimi zaman kareli ya da özgür yapraklarında… Görürdün yazdığın, sonra da beğenmeyip, üzerini karalayarak devam ettiğin cümlelerdeki kelimeleri… Dönüp, tekrar bakardın, yapraklardaki silinmiş kelimelere ve bir an o duygu gelir, takılır kalırdı boğazına… Teknoloji yoktu ve yalnız mıydın tüm dünyada bunları yaşayan… Bilemezdin… Eğer şanslı isen, bir kitap geçerdi eline ve alır okurdun; yazarın yazdıklarını da, kendi hislerine yakın bulurdun. Yazdığın kelimeler kaybolurdu hatıra kutularının arasında. O anda paylaşılamazdı, onlarca, yüzlerce arkadaşın görünen insanla… Yazmayı sevenlerin ceplerinde kalemleri, küçük karalama defterleri olurdu.

Şanslı mıyım bu zamanda, bu yaşta olmakla? diye düşündü Elçin… “Evet, evet şanslıyım,” derdi çok zaman, pek çok sayıda kitap evine, bilgisayar ekranında okunabilecek pek çok hikâyeye, romana, paylaşıma ulaşabileceğini hatırladığında… Yirmi yedi yaşındaydı ve yazıyordu. Şanslıydı; çünkü bir arkadaşı ile paylaştığı küçük evlerinde, kendisine ait, istediği gibi döşediği, minik, sevimli, pembe dizüstü bilgisayarını bulundurabildiği, hoş bir çalışma masasına sahipti. Ekonomik açıdan, yazmakta serbest olabilsin diye, başlamıştı bu yarı zamanlı işe. Hem çocuklarla olmayı da seviyordu. En gerçek hikâyeler onlardan çıkıyordu. Biraz önce on altı yumurcağın talan ettiği odadaki sessizlik içinde, yerlerdeki oyuncakları, büyük küp kutulara yerleştirmeye başladı. Elindeki bez bebeğe baktı ve gülümsedi. Ayşe hakkında yazmalıyım bir gün diye geçirdi aklından. Oyun odasının kapısını, dışarıdan çekerken, bir kez daha göz attı içeri. Her şey yerli yerindeydi. Soyunma odasındaki dolabından, sırt çantasını ve montunu aldı. Ayakkabılarını değiştirirken, odaya giren Müge’ye hafif bir selam verdi. Anaokulundan çıkarken, elleri cebinde, sırt çantası arkasında, küçük bir öğrenciyi andırıyordu. Ufak tefekti Elçin ve her zaman denilen bir sözün, yaşı ilerledikçe ne kadar doğru olduğunu ispatlar gibiydi. “Bodur tavuk, her dem taze…” Bazı yerlerde, bu özelliği işe yarasa da, romanlarını kabul ettirecek yayınevi bulmaya çalışırken, kimsenin onu ciddiye almamasına da neden olmuştu. Ne çok görüntüye önem veriyoruz, bu toplumda diye düşünürdü. Hızlı adımlarla, eve doğru yöneldi. Aklından bir film şeridi gibi geçip gidenleri, bir an önce bilgisayarına dökmeliydi. Düşündüğü hızda yazamadığı için, hayıflanırdı çok zaman… Sokağının köşesine geldiğinde, eski usul bir mahallede oturduğuna bir kez daha sevinerek, köşedeki manavdan bir kaç elma aldı. Söylemesine hiç gerek yoktu. Manav Ahmet, hemen ekşi yeşil elmaları, tartmak üzere poşete doldurmaya başlamıştı bile. Cebinden parasını çıkarırken, aldığı elmalardan birini, montuna sürterek temizledi ve kocaman bir ısırık aldı. “Yıkasaydım,” diyen Ahmet’e döndü ve “Kim ne kadar zehirlidir, şudur, budur derse desin, ben bunu yapmaktan vazgeçebileceğimi sanmıyorum, teşekkür ederim,” diyerek gülümsedi. “İyi işler…” Saat üç olmuştu bile. Bahar havası geldi, gelecek deseler de hâlâ keskin bir soğuk vardı. Eski apartmanın, demir kapısını açıp, posta kutusunu kontrol etti. Henüz bir cevap yoktu son başvurularından. Aslında artık, mektuptan çok mail ile geliyordu cevaplar, ama yine de posta kutusuna bakmadan geçemiyordu. “Yine ne zaman ay geçti de, yeni elektrik faturası geldi,” diye mırıldandı. Merdivenleri yavaş yavaş, elindeki faturanın tutarını inceleyerek çıktı. Ev arkadaşı Nilay, saat sekizden önce gelmezdi. Ama bugün aklındakileri o gelmeden yazıya dökmek

68

69


Öykü

Öykü

istediğinden, hızlıca üstünü değiştirdi. Rahatlamak için bir melisa çayı hazırladı kendisine ve odasına geçti. Huzurlu bir ortam vardı odasında. CD çalarını açtı ve bir Amy Winehouse yerleştirip, çalmaya başladı. Odaya dolan büyüleyici vokale eşlik ederek, dizüstü bilgisayarının kapağını kaldırdı. Çayını yudumlayarak, son kaldığı sayfayı pencerede açtı. Nedense zorlamıştı bu kısa roman kendisini. Bir erkeğin ağzından yazıyordu. “Sanırım erkekler kadar basit algılayıp, net ifade edemediğim için zor geliyor,” diye mırıldandı. Kariyerinde başarıyı başkalarını ezerek elde etmiş bir adamın, kırklarına gelirken, içindeki tatminsizlik ile özel hayatında ortaya çıkan şiddeti, belli bir kurguda verme çalışıyordu. “Daha benden bir şey olmalıydı, yaşamadığını ya da hayal bile olsa içinde hissetmediğini anlatmak, o kadar kolay değil,” diye söylendi, eşlik ettiği şarkıya yine ara vererek. Odanın perdelerini açmamıştı ve günün tamamlanmaya doğru giden ışığında, ortamda hafifi bir loşluk olmuştu. Birden bilgisayarında bir ışık patlaması oldu. “Eyvah, sigortalar mı attı!!!” diyerek ayağa fırladığında, arkasında bulunan adama çarptı ve bir çığlık daha atarak sırtını döndü. Bu kara kuru, ufak tefek adam tanıdık geliyordu ama kalbindeki çarpıntı, duyduğu korkunun dehşeti, şu anda her şeyin önüne geçiyordu. Odaya girdiğinde nasıl varlığını fark etmediğini düşünerek, çığlık atmaya devam ederken, adam konuşmaya başladı. “Dur, sus sakin ol… Korkacak bir şey yok, hatırlamadın mı beni?” Adamın, sakinleştirme çabaları henüz çığlıkları sonlandıramasa da, kısılmasını ve Elçin’in bakışlarında hafif soru işaretleri oluşmasını sağlamıştı. “Ne arıyorsun burada? Kimsin? Benden ne istiyorsun? Nasıl girdin evime?” Elçin’in çığlıkları yerini ardı arkası kesilmeyen sorulara bırakmıştı. Bir yandan da adamı inceliyordu. Çocuk gibi görünüyordu ama kırkına yakındı tahminince. Kepçe denilen cinsten kulakları çok belirgindi ve yüzüne komik bir ifade verirken, durumun korkutuculuğunu da, güvenilebilir izlenimine bırakıyordu. Gözlerinde bir hüzün ve aynı zamanda masumiyet vardı. Nefes nefese kalan Elçin, aniden susmuştu. Odada artık derin soluklardan başka bir şey duyulmuyordu. Gün ışığının kapalı perde aralıklarından huzmeler halinde sızan ışığı, yarı karanlık odayı aydınlatıyordu. Bir süre ikisi de kıpırdamadan durdular. Sonra adam tekrar konuşmaya başladı. “Bir kitap, içimizdeki donmuş yaşama inen bir bıçak gibi olmalı derdim. Yazdıklarım, yalnızlığımın uç noktasıydı ve paylaşmadıkça yalnızlığım katlandı. Paylaşamadım, yetersiz diye. Paylaşamadım, sadece ben böyle hissediyorum diye. Paylaşamadım, yalnızlığımda boğulurken ya başarısız olur ve pişman olursam diye.” Hüzün gözlerinden ve yalnızlığın çaresizliğinden akıp gidiyordu ve tüm yaşananların şaşkınlığındaki Elçin, bu garip durumda adama ne diyeceğini bilemiyordu. “Sen, sen…” diye yarım yamalak kendi sesini duydu odada ve tekrar sustu. “Evet, ben, bir hiç… Evet, ben, bir garip insanlık dışı dönüşüm. Evet, ben, bir yaşanmamış aşk hikâyesindeki tükeniş…” sesi de tükenir gibiydi. “Kalem ve kâğıtlaydı dostluğum, kelimelerle kendime anlatmaya ve yok etmeye çalışıyordum çaresizliğimi. Yazdıklarım kendi içimden gelenler ve yaşadıklarımın tekil yargılarıydı sadece. Gerçeklikleri, bende saklı olmalarından geliyor sanırdım. Kimse ben gibi değildi. Kimse ben gibi düşünemezdi. Yazdım,

yazdım ama ne başkalarına baktım, ne de yazdıklarımı paylaştım. Çünkü tüm bunlar bana özgüydü ve sadece ben bu ıstırabı derinlemesine yaşayan bir yalnız varlıktım. “ Aniden Elçin bir sohbetteymiş gibi adamın sözünü kesti; “Hepimiz yalnız değil miyiz aslında?” “Yalnızız elbette. Sen hayatı kiminle paylaşıyorsun? Şu pembe, ışıkların arasında her şeyi gösterdiğini sandığın varlıkla mı? Sen ona ne yüklersen, o da sana onu veriyor.” Gülümsedi. Gülümsemek bir tuhaf durmuştu bu garip adamda. Sanki yüzü böyle bir duygu göstergesine alışkın değil gibiydi. “Bir karanlık odada yaşadım uzun yıllar. Bazen açılan bir kapı olur ve beni sevip mutlu etmek isteyenler bakardı usulca aralıktan. Nadiren açılmasına izin verirdim kapının. İnanmazdım çünkü benden başka kimse olabileceğine bu denli yalnız. Oynayamazdım hayat dedikleri tiyatro sahnesinde, onların bana biçtikleri rolü.” Elini uzattı genç adam Elçin’e doğru… “Artık biliyorum fazla vaktim kalmadığını. Hayat sadece benim için karanlık ve rutubetli korkutucu bir koridor diye düşünürdüm bu yaşıma kadar. Ama ölüm korkusunu bilmiyordum o zaman. Fark ettim ki; hepimiz yalnız olsak da, hissettiklerimizin ortaklığı ile hiçbirimiz yalnız değiliz. Bunu anladığımda, yaşamımın büyük kısmını tamamlamıştım. Şimdi geriye dönüp baktığımda, keşkelerim yerine, pişmanlıklarım olsaydı diye düşünmeden duramıyorum.” Elçin, son cümlenin kelimeleri kulaklarında ince bir tınıya dönüşürken, başını koyduğu masasından kaldırdı ve gözlerini kırpıştırdı. Odaya göz gezdirdi, kimse yoktu. Bir an durdu, gözlerini ovuşturmaya başladı ve küçük bir çığlıkla haykırdı; “Evet, buldum, buldum…”

70

71

* * * Hızla çantasını toplayan Elçin, içine pembe, şirin dizüstü bilgisayarını da yerleştirdi. Ayağına yürüyüş ayakkabılarını giydi, sırtına çantasını attı. Gülümseyerek ve bir yandan da elindeki elmadan küçük ısırıklar alarak, adeta dans eder gibi merdivenlerden inmeye başladı. Uçar gibi yürüyordu. Sokaktaki birkaç kişinin dönüp, kendi kendine gülüp konuşan bu genç kıza yönelmiş, meraklı bakışlarına aldırmadan, kendisini sahilde buldu. Çay bahçesine girdi, yarı günü batırmaya başlayan denize, yarı çevresindeki masalarda oturan insanlara bakacak şekilde oturdu ve bilgisayarını açtı. Gözlerini bir an kapadı ve serin hava ile rüzgârı içinde hissetti. Bu kez, her zaman yaptığı gibi kulaklığını takmadı ve müzik dinlemek yerine, yan masadaki yaşlı adamın, tahminen torunu olan çocuğa anlattıklarına kulak kabartarak, bilgisayarında açtığı yeni sayfaya notlar yazmaya başladı. Öykü: Esin İPEK esinipek@gmail.com

İllustrasyon: Hazal YAYALAR


Sinema

Sinema

Çizgi roman dünyasının en büyük yayınevlerinden Marvel Comics’in yayınladığı çizgi romanlar uzunca bir süredir televizyon ve sinema dünyasında çeşitli uyarlamalarla karşımıza çıkıyor. Her ne kadar çizgi romanla çok ilgisi olmasa da 1944 yılındaki Captain America filmleri bunların ilk örnekleri. Ancak Marvel uzunca bir süre film uyarlamaları konusunda en büyük rakibi DC Comics’in bir adım gerisinde kalmıştı. 1960’lardan itibaren Batman dizisi, Superman ve Batman filmleri ile sinema uyarlamaları konusunda DC Comics kahramanlarını başarılı filmlerde görürken, Marvel’in 2000’lerin başına kadar bu alanda tek akılda kalan işi Bill Bixby ve Lou Ferrigno’nun Bruce Banner ve Hulk’u canlandırdıkları The Incredible Hulk dizisi olmuştu. Marvel kahramanlarının sinema maceraları ise genellikle başarısız denemeler olmuştu. 2000’lerle birlikte bu durum değişmeye başladı (aslında1998 yılında gösterime giren Blade’i de başarılı bir Marvel uyarlaması olarak sayabiliriz ama o çok bilinen kahramanlardan biri olmadığı için gözardı da edebiliriz). X-Men ve Spider Man serileri, özellikle ilk iki filmleri ile hem eleştirmenlerden hem de çizgi roman fanlarının büyük bir kısmından tam not aldılar. Daredevil, Hulk ve Fantastic Four gibi kahramanlar da 2000’lerde beyazperdede yerini alan, kimi yönleri beğenilen, kimi yönleriyle sıradan bulunan yapımlar oldular. Ama iyisiyle kötüsüyle her yıl birkaç Marvel kahramanını sinemada görür olduk. Ancak çizgi roman fanlarının aklında artık başka bir şey vardı. Farklı kahramanları aynı filmde görmek. Ne de olsa yıllarca çizgi romanlarda bu kahramanları bazen birbirlerine destek olurken, bazen de kapışırken görmeye alışmıştık. Hatta tümüyle farklı kahramanların toplandığı birlikler bile kurulmuştu. Ancak tüm bu karakterlerin sinema hakları farklı farklı stüdyolara verildiği için bunun gerçekleşmesi mümkün değildi. Hakları aynı stüdyoya verilen kahramanlar için bile onların hikâyeleri apayrı birer proje olarak düşünüldüğü için böyle bir şansımız yine olmuyordu. Aslında 2004 yılından beri Marvel’in, Marvel Studios kapsamında kendi evrenini kurmak ve belli başlı karakterlerini buluşturmak planları vardı. Bu kapsamda her ne kadar filmleri yapılmamış olsa da hakları farklı stüdyolarda olan kahramanları bünyelerinde toplamaya başladılar. 2006 yılında Marvel Studios’un ilk bağımsız (bağımsız derken yapımda ve dağıtımda başka stüdyolarla ortaklıları vardı yine ama filmin ana ortağı ve tüm yaratıcı kararları alan kurum Marvel Studios idi) yapımı olarak Iron Man duyuruldu. Iron Man o güne kadar animasyon serisi dışında sinema ve televizyonda karşımıza çıkmayan bir karakter olduğu için sinema uyarlaması bir heyecan yarattı ama asıl önemlisi Marvel Studios’un bunun pek çok kahramanın buluşacağı İntikamcılar (The Avengers) filmi için ilk adım olduğunu açıklaması oldu. Mayıs 2008’de gösterime giren Iron Man ile birlikte aynı evrende geçen toplam 5 film izledik ve aradan 4 yıl geçtikten sonra bu ay sonunda beklediğimiz gün geldi. Sonunda The Avengers filmini sinemalarımıza konuk edeceğiz. Bu vesileyle Marvel evrenindeki filmleri bir gözden geçirelim, kısaca konularından ve önemli noktalardan ve bu filmleri birbirine bağlayan ayrıntılardan bahsedelim istedik. Filmlerin hepsini izleyenlere bir hatırlatma, eksikleri olanlara da bilgilerini tamamlama fırsatı olur. Iron Man (2008): Bu film Iron Man serisinin ilk filmi olduğu için beklenebileceği gibi karakterin doğuş öyküsüne tanıklık ediyoruz. Babasından kalan Stark Industries’i yöneten Tony Stark, muhteşem servetini gününü gün ederek harcamaktadır. Keyifli bir yaşam sürmeyi seven, kafasına hiçbir şeyi takmayan bu multimilyoner, şirketin yeni geliştirdiği bir silahı tanıtmak için Afganistan’da iken kaçırılır ve bu sırada ciddi şekilde yaralanır. Tony Stark bir keyif adamı olsa da aynı zamanda iyi de bir bilim adamıdır.

Orada tanıştığı başka bir bilim adamı, vücudundaki şarapnel parçalarının kalbine ulaşmasını engelleyecek bir cihaz yapar ve onu Stark’ın vücuduna monte eder. Bu arada beraberce teröristler için silah yapar gibi gözükerek bir yandan da oradan kaçabilmek için bir zırh inşa ederler. İşte bu zırh Iron Man’in ilk modelidir. Arkadaşının ölümü pahasına teröristlerin elinden kaçan Stark, Amerika’ya döndüğünde artık şirketinin silah endüstrisine yatırım yapmayacağını açıklar. Babasının en yakın arkadaşı Obadiah Stane ise Stark’ın bu kararının yanlış olduğunu düşünmektedir. Bu arada Tony Stark da zırhı ve kendisini ölümden koruyan düzeneği geliştirir ve kendisini kaçıran örgütün bir köyü yok etmesini engeller. Ama bu sırada Iron Man de Amerikan ordusu tarafından keşfedilmiş olur. Stark yakın arkadaşı Yarbay James Rhodes’a kimliğini açıklamak zorunda kalır. Aynı zamanda sekreteri Pepper Potts da olan bitenden haberdardır. Hatta Potts, Obadiah Stane’in Stark’ın arkasından bir takım dümenler çevirdiğini, onu şirketin başından indirmek hatta öldürmek istediğini keşfeder. İşin içine S.H.I.E.L.D. adlı bir devlet kuruluşundan gelen ajanlar da dâhil olmuştur. Filmin finali Tony Stark ve Obadiah Stane arasındaki dövüş sahnesi ile yapılır. Her ikisi de zırhlarını kuşanmış olan bu iki kişi şehrin altını üstüne getirirler ve sonuçta elbette galip Iron Man olur. Artık Iron Man tüm Amerikan halkının merak ettiği bir kahraman olmuştur. Onun Tony Stark olduğuna dair dedikodular da başlamıştır. Bu söylentileri yalanlamak için yapılan basın toplantısında Stark anlık bir kararla Iron Man olduğunu açıklar ve film biter… Acaba gerçekten biter mi? Marvel Studios’un The Avengers filmine doğru giden yolda her filmin son jeneriğinin sonrasına bir sahne koyması bir gelenek oldu adeta. Bu sahneler belki filmlere çok şey katmıyordu ama diğer filmlerle bağlantısının kurulması ve çizgi roman severlerin seveceği ayrıntıların verilmesi açısından önemli sahnelerdi. Iron Man’in sonunda gördüğümüz sahnede gölgelerin arasından çıkan bir figür olarak ilk kez Nick Fury’yi görüyor ve onun Avengers’dan bahsettiğini duyuyorduk. Bu sahneyi gören çizgi roman fanlarının heyecanlanmaması imkânsızdı. Genel olarak filme baktığımızda Robert Downey Jr.’ın oyunculuğunun filme çok şey kattığını söyleyebiliriz. Karakteri ele alış biçimi, Tony Stark’ın yüksek egosu ve kayıtsız kişiliğini çok iyi yansıtıyordu. Karşımızdaki çizgi romandakinden biraz daha eğlenceli bir karakterdi belki ama kökenlerine ihanet etmeyen bir Tony Stark tiplemesi çıkmıştı ortaya. Gwyneth Paltrow da kendisini uzun zamandır görmediğimiz kadar hoştu Pepper Potts olarak. Kötü adam kontenjanında Jeff Bridges’in Obadiah Stane’i ise biraz sönük kalmıştı ama bu zaten Iron Man’in doğuşunu anlatan bir hikâye olduğu için ağırlığın onda olması normaldi. Jon Favreau’un dinamik yönetimi ve filmin başarılı senaryosu Iron Man’i iyi çizgi roman uyarlamaları arasına sokuyordu. Bir de bu filmin The Avengers, serinin diğer filmleri ve çizgi romanlarla bağlantılarının bir kısmına bakalım: - Elbette jenerik sonrası sahnede Nick Fury’in gözükmesi en büyük bağlantı idi.

72

73

İntikamcılar Gelirken


Sinema

Sinema

- Clark Gregg’in canlandırdığı S.H.I.E.L.D. ajanı Coulson’u ilk kez bu filmde görüyorduk. Aynı karakteri daha sonra Iron Man 2, Thor ve nihayet Avengers’da da görecektik. - Yarbay Rhodes’un kullanılmayan zırhlardan birine bakıp “bir dahaki sefere” demesi onu bir sonraki filmde War Machine karakteri olarak göreceğimizin bir göstergesiydi. Nitekim öyle de oldu. - Bir sahnede Tony Stark’ın laboratuvarında Captain America’nın kalkanını görüyorduk. Bu sahne fark edildiği anda fanlar arasında hemen popüler oldu zaten. - Çizgi romanlarda Iron Man’in en büyük düşmanlarından biri Mandarin’dir. Her ne kadar filmde onu görmesek de terör örgütünün adı Mandarin’in her parmağındaki farklı yüzüklere atıf yaparcasına “The Ten Rings” idi. The Incredible Hulk (2008): Ang Lee’nin yönettiği 2003 yapımı Hulk, çizgi roman severleri tatmin eden bir uyarlama olmamıştı. Bu filmin adı her geçtiğinde belirttiğim gibi kişisel olarak o filmin çok iyi bir uyarlama olduğunu düşündüğümü söylemeliyim. Elbette benim gibi düşünen kişilerin sayısı az olduğu için bu fikrimiz Marvel Studios tarafından çok önemsenmiyordu. 2008 yılında yepyeni bir kadro ile bir önceki filmden bağımsız bir Hulk uyarlaması izliyorduk. Bu film yeni oluşan Marvel dünyasının ikinci filmi olacaktı. Bu filmde Hulk’un doğuş hikâyesini başlangıç jeneriği sırasında izliyorduk. Dr. Bruce Banner’ın ne şekilde Hulk olduğu, Betty Ross ile aşkını ve onun babası General Thunderbolt ile düşmanlıkları ve Banner’ın kaçmak zorunda kalması birkaç dakika içinde hızlı bir şekilde gözlerimizin önünden geçiyordu. Bu olaylardan beş yıl sonra Bruce Banner, Rio de Janerio’da saklanmakta ve kendisini olaylar karşısında sakin olup Hulk’a dönüşmemeye zorlamaktadır. Ama General Ross onun yerini bir şekilde tespit eder ve onu yakalaması için Emil Blonsky adlı askeri peşinden gönderir. Hulk’a dönüşen Banner, Blonsky ve askerlerinden rahatlıkla kaçar. Bu olay sonrası Amerika’ya geri dönen Banner, Betty ile tekrar buluşurken, Blonsky de güçlenmek ve Hulk’la başedebilmek için önce süper-asker serumu sonra da Banner’ın kanından alınan bir örneği alarak giderek güçlenir. Ancak bu iki maddenin birleşimi sonucu o da Abomination adı verilen bir yaratığa dönüşür. Bu yaratık Hulk’dan daha güçlüdür ama insana dönüşme şansı da yoktur. Filmin finalinde Hulk ve Abomination büyük bir kavgaya tutuşurlar ve bu kavganın galibi Hulk olur. Bu olay sonrasında Banner, Hulk’a dönüşmenin zaman zaman bir ihtiyaç olabileceğini anlayarak artık Hulk’dan tamamen vazgeçmek değil, bu değişimin kendi kontrolü altında olması hedefine yönelir. Filmin jenerik sonrası sahnesinde ise bu kez Tony Stark’ı görürüz. General Ross ile buluşan Stark ona bir takım oluşturmakta olduklarını söyler. 2003 yapımı filmde Eric Bana iyi bir Bruce Banner olmuştu. Burada senaryoya da katkıda bulunan Edward Norton da her zamanki gibi çok iyi bir performans çıkarıyordu ve Eric Bana’yı aratmıyordu. Tim Roth ve William Hurt gibi isimler de elbette başarılıydı. Liv Tyler da üzerine düşeni yapıyordu ama film, yönetmen Louis Leterrier’in ne kadar fazla aksiyon, o kadar iyi film anlayışının kurbanı oluyordu. Böyle olunca yönetmenin diğer filmlerinde olduğu gibi bu film de bir aksiyon karmaşasına dönüşüyordu. Aslında

hem Norton hem de Leterrier, filmin hikâyesine daha detaylı yer ayırılabilmesi için 20 dakika kadar uzun olması gerektiğini düşünüyorlardı ama bu da stüdyo tarafından kabul görmedi. Belki öyle olsaydı daha iyi bir film ortaya çıkabilirdi. Bu filmin de bağlantılarına bir göz atalım: - Filmin Avengers ile en büyük bağlantısı çıkartılmış sahnelerden birindeydi aslında. O sahnede Banner, Captain America’nın donmuş bedeni ile karşılaşıyordu. - Televizyon dizisinde Hulk’u canlandıran Lou Ferrigno, bu filmde de Hulk’un sesiydi. The Avengers filminde de öyle olacak. - Filmin açılış jeneriğinde pek çok ufak detay mevcut. Örneğin bir dokümanda Nick Fury adını görmek, bir başkasında Richard Jones adına rastlamak mümkün (Rick Jones çizgi romanda Banner’ın en yakın arkadaşıdır, aslında filmde de olması düşünülmüş ama sonradan senaryodan çıkarılmış). Ayrıca silahların çizimleri ile ilgili bir başka dokümanın da Stark Industries’e ait olduğunu yakalayabiliyoruz. Bu filmle ilgili son not olarak her ne kadar Marvel’in sinemadaki ortak evreninin ikinci filmi olsa da ayrıntılara dikkat edilirse olayların Iron Man 2 filminden sonrasına sarktığını fark etmek mümkün. Iron Man 2 (2010): İlk Iron Man filminin aldığı iyi eleştiriler ve elde ettiği gişe gelirinden sonra yenisinin gelmesi kaçınılmazdı. Zaten The Avengers filmi için basamak oluşturmak için de gerekli bir filmdi. İkinci Iron Man filminde Tony Stark’ın gizli kimliğini açıklamış olmasına rağmen ilk filmdeki hayat tarzından bir şey kaybetmediğini görüyoruz. Yine gösterişi seven, egosu yüksek bir karakter çizilmiş. Ama bu kez Pepper Potts ile bir gönül ilişkisine de girdiği için o Playboy havaları biraz törpülenmiş durumda. Yine de film boyunca güzel kadınlardan hoşlandığını görüyoruz. Iron Man teknolojisi herkes tarafından bilinince hükümet de Stark’ın bu teknolojiyi kendilerini devretmesi gerektiğini düşünüyor. O ise aynı fikirde değildir. Bu arada kendisini hayatta tutan teknolojinin bir yandan da kendisini zehirlediğini öğreniyor ve buna bir çözüm yolu aramaya başlar. Filmin kötü adamı ise Mickey Rourke’un canlandırdığı Ivan Vanko ya da Whiplash. Vanko, babasının sefalet içinde ölmesinden dolayı Stark ailesini suçlar ve kendisi de bir bilim adamı olarak geliştirdiği cihazlarla Iron Man’in karşısına çıkar. Tek kişilik mücadelesi Stark’ın rakiplerinden birinin Iron Man’e karşı bir ordu oluşturması için onu işe almasıyla büyür. Bu arada öleceğine inanan Stark’ın doğum günü partisinde sarhoş olup Iron Man olarak işi çığırından çıkarması üzerine Yarbay Rhodes da ilk filmde giymek istediği zırhı bu kez üzerine geçirerek Tony’ye engel olur. Biz de War Machine karakteri ile tanışmış oluruz. Filmde karşılaştığımız bir diğer karakter de Natasha Romanoff. Scarlett Johansson’un canlandırdığı bu karakter filme Stark’ın yeni sekreteri olarak dâhil olur ancak kısa süre sonra onun Black Widow olarak adlandırılan S.H.I.E.L.D. ajanı olduğunu öğreniriz. Filmin ilerleyen kısımlarında o da Whiplash’e karşı girişilen savaşta Iron Man’e yardım edecektir. Filmin finali Iron Man ve War Machine’in önce Whiplash’in oluşturduğu orduya, sonra da kendisine

74

75


Sinema

Sinema

karşı mücadelesi ile gelir. Galibin hangi taraf olduğunu belirtmeye gerek yok herhalde. Bu arada Tony elbette zehirlenmesine karşı bir çare bulmayı da başarır. Mutlu son Stark ve Potts’un öpüşmeleri ile gelir. Jenerik sonrası sahnede ise serinin bir sonraki filmine doğrudan bir bağlantı görürüz. İlk filmden de tanıdığımız S.H.I.E.L.D. ajanı Coulson çölün ortasında bulunan büyük bir çekici incelemek üzere çağırılır. Hepimizin bildiği gibi o çekiç Thor’a aittir. Iron Man 2, ilk filmin hem kamera önü hem kamera arkası kadrosunun büyük çoğunluğunu bir araya getiriyordu (Terrence Howard’la yaşanan anlaşmazlık sonucu Yarbay Rhodes’u bu filmde Don Cheadle’ın canlandırdığını belirtmeden geçmeyelim). Bu nedenle ilk filmin başarılı olmasını sağlayan tüm unsurlar bu filmde de mevcut. İlk filmden biraz daha zayıf olduğu söylenebilir yine de. Mesela kötü adam yine çok güçlü bir figür değil. Yukarda da belirttiğim gibi ilk film bir doğuş hikâyesi olduğu için bu normaldi ama burada daha baskın bir kötü adam olabilirdi. Black Widow ise film öncesi beklentileri boşa çıkaracak kadar az görünüyordu filmde. Scarlett Johansson sayesinde çok güzel görünüyordu ona diyecek bir şey yok ama filmin ana karakterlerinden biri gibi lanse edilmişken hayal kırıklığına uğratıyordu. Ama yine de genel olarak The Avengers öncesi filmlerin iyilerinden biriydi. Bu filmin çizgi roman ve The Avengers ile bağlantılarından bir kaçı: - İlk Iron Man filminin jenerik sonrası sahnede görünen Nick Fury ilk kez bu filmde tam olarak hikaye dahil oluyordu. - Filmin sonlarında arka planda televizyonda Hulk filmindeki olayları görmek mümkündü. - Çizgi romanda bir dönem Tony Stark’ın ciddi bir alkolizm problemi vardı. Doğum günü sahnesinde olanlar buna gönderme olarak görülebilir. - Tony, babasının eşyalarını incelerken içinde Captain America çizgi romanı bulur. O zaten film serisi gerçekliğinde bir kahramanken nasıl çizgi romanının olabildiğini kendi filminde göreceğiz. Thor (2011): Avengers’ın önemli üyelerinden biri olan Thor da 2011 yılında kendi filmine kavuştu. Serinin diğer filmleri mitolojik ve doğaüstü olaylara çok girmeden bilimsel olayların yol açtığı süper kahraman hikâyelerine odaklanırken işin içine Tanrılar girince ne olacağı merak konusuydu. Bu sorunu Asgard’ı ayrı bir dünya, Thor, Odin ve Loki’yi de o dünyadan gelen güçlü varlıklar olarak çizerek biraz daha gerçeğe uydurmuş oldular. Film Thor’un Dünya’ya geliş hikâyesini anlatıyordu. Film, babası Odin’in emirlerine karşı çıkan Thor’un efsanevi çekici Mjolnir’in elinden alınması ve Asgard’dan Dünya’ya sürgün edilmesi ile başlıyor. Dünya’ya düştüğü yerde Dr. Erik Selvig ve ekibi ile karşılaşan Thor ile ekipten Jane Foster arasında bir yakınlık kurulur. Güçlerini kaybettiğini ve ancak çekicini bulduğunda güçlerine kavuşabileceğini düşünen Thor, çekicin nerede olduğunu öğrenmeye çalışır ve Iron Man 2’nin sonunda öğrendiğimiz üzere çekicin S.H.I.E.L.D.’ın elinde olduğunu öğrenir ve onu ele geçirmeye çalışır. Ne var ki bu denemesi başarılı olmaz. Bu arada Asgard’da Thor’un üvey kardeşi olan Loki, babasının yıllarca ona yalan söylediğini keşfeder ve onu

öldürmek için düşmanları ile işbirliği yapar. Odin de olayların gelişimi ile yüzyıllar sürecek bir uykuya dalmıştır ve Asgard’ı Loki yönetmeye başlar. Bu durumdan memnun olmayan Thor’un arkadaşları onu geri getirmek için Dünya’ya gelirler ancak Loki de arkalarından dev bir robot (Destroyer) gönderir. Thor’un arkadaşlarını kurtarmak için kendini feda etme noktasına gelmesi onun Mjolnir’i kullanmayı hak ettiği anlamına gelir ve Mjolnir sayesinde Destroyer’ı ortadan kaldırır. Jane’e istemeye istemeye veda eden Thor, işleri yoluna sokmak için Asgard’a döner. Thor ve Loki’nin kapışmaları sırasında Odin de uyanır ve sonuç Loki’nin savaşı kaybetmesi olur. Artık Thor ve Odin’in arası düzelmiştir. Ama Thor’un aklı Dünya’da ve Jane’de kalmıştır. Jenerik sonrasında doğrudan Avengers’a bağlanacak olan bir sahne izleriz (ki bu sahneyi bizzat The Avengers’ın yönetmeni Joss Whedon çekmişti). Bu kez S.H.I.E.L.D. üssünde Nick Fury’nin Dr. Selvig’e gizemli bir obje gösterdiğini ve Loki’nin de görünmez olarak orada olduğunu görürüz. Bu objenin Kozmik Küp olduğunu Captain America filminde öğrenecektik (çizgi roman severler zaten biliyordu). Filmin yönetmeni olarak Kenneth Branagh seçildiğinde bu Shakespeare ustasının Asgard sahnelerine bir Shakespeare eseri gibi yaklaşacağını tahmin ediyorduk zaten. Nitekim karşımıza çıkan sonuç da böyle oldu. Sanki bu sahneler Branagh’ın çok daha hoşuna gitmiş ve daha keyifle çekmişti. Bu durum da aksiyon sahnelerinin biraz zayıf kalmasına neden oluyordu. Açıkçası Thor ve Jane arasında birkaç güne sıkışmış aşk hikâyesi de çok inandırıcı olamıyordu ne yazık ki. Thor olarak Chris Hemsworth görünüm olarak Thor’a çok uygundu ama oyuncu olarak çok yeterli gözükmüyordu. Neyse ki Odin olarak Anthony Hopkins ve Loki olarak Tom Hiddleston bu boşluğu dolduruyordu. Bu haliyle filme yarım bir başarı diyebiliriz. Artık Avengers filmi çok yaklaştığı ve kadrosu ve yönetmeni belli olduğu için Thor filminde daha önceki filmlerdeki gibi ufak göndermelerden ziyade daha belirgin bağlantılar vardı Avengers ile ilgili. Mesela: - Diğer filmlerin kötü adamları sadece o filmlere özelken, filmin son sahnesinde gördüğümüz gibi Loki ölmemişti ve The Avengers’ın da kötü adamı o olacaktı. - Thor’un Mjolnir’i ele geçirmeye çalıştığı sahnede onu izleyen keskin nişancı elbette Hawkeye idi. Jeremy Renner’ın canlandırdığı karakter bu filmde sadece o sahnede gözüküyordu ama The Avengers’ın ana karakterlerinden biri olacaktı. - Destroyer Dünya’ya inerken onun Tony Stark olabileceği yönünde tartışan S.H.I.E.L.D. ajanları görüyorduk. - Bir sahnede Dr. Selvig gamma ışınlarında uzman bir bilim adamından bahsediyordu. İsim vermiyordu ama kim olduğunu tahmin etmek güç olmasa gerek. Captain America: The First Avenger (2011): Avengers’a giden yolda en riskli filmlerden biri Captain America idi. Ne de olsa çıkış noktası son derece milliyetçi olan, kostümünde bile Amerikan bayrağı taşıyan, zaten adında da Amerika geçen bir kahramandı. Bu dozda bir milliyetçilik günümüzün şartlarında Amerika’da yaşayan bir kısım seyirciye bile fazla gelebilirdi. Diğer ülkelerde ilgi görmesi ise daha zordu. Ama bu Amerikan milliyetçisi durumu, filmi gerçekte de bu karakterin çizgi romanının çıkış yıllarına yani 2. Dünya Savaşı yıllarına götürerek başarılı bir şekilde çözüyorlardı.

76

77


Sinema

Sinema Filmde sürekli olarak asker olmak için seçmelere katılan ancak hep reddedilen Steve Rogers adlı çelimsiz bir gençle tanışıyorduk. Onun bu çabalarına tanık olan Dr. Abraham Erskine, Steve Rogers’ın üzerinde çalıştığı süper-asker projesi için ideal bir aday olduğunu düşünür. Ne de olsa güçsüz ama yürekli biri, sahip olacağı gücün değerini daha iyi bilecektir. Diğer süper-asker adayları arasından cesareti ile sıyrılan Rogers, bu projenin ilk deneği olur ve o cılız vücudu, kaslı bir vücuda dönüşürken güçleri de normal bir insanın güçlerinin epey üzerine çıkar. Ancak süper-asker formülü de Dr. Erskine’nin filmin başında gördüğümüz nazi subayı Johann Schmidt’in adamları tarafından öldürülmesi ile kaybolur gider. Böylece Rogers, bu formülün üzerinde kullanıldığı ilk ve tek kişi olur. Ancak hükümet Rogers’ı aktif olarak savaşta kullanmak yerine onu orduya para kazandırmak için bir şovun parçası olarak ülke turuna çıkarmayı seçer. Böylece Captain America karakteri doğmuş olur. O Amerikan bayrağı ile bezeli kostümün ve Iron Man 2’de gördüğümüz çizgi romanın nedeni de budur. Ancak Rogers en yakın arkadaşının tutsak olduğunu öğrenince emirlere karşı gelerek onu kurtarmaya gider. Bu arada Johann Schmidt (Red Skull da diyebiliriz), filmin başında bulduğunu gördüğümüz kozmik küpün de gücünü kullanarak Hydra adını verdiği kendi kişisel ordusunu kurmaktadır. Rogers’ın arkadaşı da onun elinde tutsaktır. Rogers pek çok askerle birlikte arkadaşını da kurtarır ve artık o grubun resmi olarak başına geçerek Hydra üslerine baskınlar düzenlemeye başlarlar. Bu arada süper-asker projesinin bir parçası olan Howard Stark da (evet, Tony Stark’ın babası) ona hemen hemen hiçbir şeyden etkilenmeyen çok güçlü bir kalkan geliştirir. Ayrıca Rogers bir yandan da yine aynı projenin içindeki kadın subaylardan Peggy Carter ile bir gönül ilişkisi içine girer. Finalde bir kez daha Red Skull ile karşılaşan Rogers, onu öldürür ama onun büyük Amerikan şehirlerine planladığı saldırıların tam olarak önünü kesemez. İçinde bulunduğu uçaktaki patlayıcıları etkisiz hale getiremeyince çözüm yolunu kendisini feda etmekte, uçakla birlikte yere çakılmakta bulur. Bir hastane odasında gözünü açan Rogers ortada bir tuhaflık olduğunu kısa sürede anlar ve hastane odasından kaçar. Dışarı çıkınca anlarız ki artık 1940’larda değilizdir, günümüze gelmişizdir. Nick Fury de ona 70 yıla yakın süredir uyuduğunu söyler. Jenerik sonrası sahnede ise Nick Fury bu kez de dünyayı kurtarmak için ona ihtiyaçları olduğunu söylemektedir. Hemen arkasından The Avengers filminin o güne kadar yayınlanmayan görüntülerini izleriz ve mest oluruz… Captain America başta da belirttiğim gibi belli açılardan riskli bir film olsa da bunun üstesinden başarıyla gelmiş, hikâyesini geçtiği döneme başarıyla yedirmiş bir film olarak ortaya çıktı. Aksiyon ve mizah dozu da yerli yerindeydi. Kişisel olarak çok da haz etmediğim Chris Evans’ın bile başrolü başarılı bir şekilde doldurduğunu söylemek gerek. Tersini düşünenlerin de çokça olduğunu biliyorum ama serinin iyi filmlerinden biri oldu benim için. Bu filmin 1940’larda geçmesi dolayısıyla The Avengers ile bağlantıları kozmik küp ve Tony Stark’ın babası ile sınırlıydı temel olarak. Zaten film önce tümüyle bağımsız bir film olarak düşünülürken, Joss Whedon son anda senaryo üzerinde ufak tefek değişiklikler yaparak bu filmi de Marvel evreninin bir parçası haline getiriyor. Ufak bir ayrıntı verelim: - Filmin sonunda Rogers’ın karşısında gördüğü, hemşire sandığı S.H.I.E.L.D. ajanı aslında aşk yaşadığı Peggy Carter’ın torunu Sharon Carter’dır. Kendisi çizgi romanlarda Rogers’ın sevgilisi olur. The Avengers (2012): Böylece geldik The Avengers’a. Film hakkında pek çok bilgi bulmak mümkün etrafta. O yüzden bu filmin yapım sürecine, ayrıntılarına girmeyeceğim. Iron Man, Hulk, Thor, Captain America, Hawkeye, Black Widow ve Nick Fury’yi bir arada izleyeceğimiz bir film için çok da bir şey demeye

gerek yok. Bir de bu filmle kadroya katılan, How I Met Your Mother ile tanıdığımız Cobie Smulders var ki o da S.H.I.E.L.D. ajanı Maria Hill’i canlandırmakta. Aslında bu kadar fazla kahramanın içinde yer aldığı bir filmin çok dağılması ihtimali de var. Bakalım 142 dakikalık süresini nasıl kullanacaklar. Aslında şöyle 3 saatlik bir film daha bir yakışırdı gibi bir his de var içimde. Yine de şu ana kadar televizyon dizilerinde bir efsane olan ama sinemada yönetmen olarak sadece ikinci filmini çeken (ki ilk filmi Serenity için de bir dizi bölümü diyebiliriz temel olarak) Joss Whedon’a güveniyoruz. Umarız bizi yanıltmaz. Son olarak Marvel evreninde bizi bekleyen yeni filmlerden söz edelim. Iron Man 3, Thor 2 ve Captain America 2 filmleri şimdiden kesinleşmiş durumda. 2013 ve 2014 bu filmlerle geçecek. Nick Fury için de ayrı bir film olacağı kesin gibi. Black Widow ve War Machine karakterlerinin de kendi filmlerine kavuşmaları gündemde. Bir de henüz filmlerde görmediğimiz, Black Panther, Dr. Strange, Luke Cage gibi daha az bilinen karakterler var ki herhalde onların beyazperde şansını The Avengers ve sonrasındaki filmlerin başarısı belirleyecek. Aynı evrende Spider Man, X-Men ve Fantastic Four’u da göreceğimiz günler dileğiyle. Not: The Avengers ülkemizde Yenilmezler adı ile gösterime girecek. Oysa biz çizgi roman tutkunları, onları İntikamcılar olarak tanıyoruz. Bu nedenle başlıkta İntikamcılar olarak kullandım. Ancak çoğunlukla İngilizceleri bilindiği için yazının içinde karakter ve film isimlerini bu şekilde kullanmayı tercih ettim. Bilginize.

78

79

Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com


ÇizgiRoman

ÇizgiRoman

İnceleme

İnceleme

Avengers Toplanın!

Marvel Evreni’nin en büyük süper kahraman topluluğunu kuruluşundan itibaren tanıtmaya başlarsam, sanırım sizin de tahmin edebileceğiniz gibi sayfalar dolusu yazı yazmam gerekir. Onun yerine son on yılda meydana gelmiş en büyük Avengers hikayelerini, birbirlerine bağlantılarıyla anlatmak eminim daha keyifli olacaktır.

Avengers Disassembled! Ağustos 2004 – Ocak 2005 arasında ana serisi yayımlanan bu macera her büyük Marvel “saga”sında olduğu gibi diğer birçok dergide de eşzamanlı devam etti. Avengers’ın en büyük ve en bilinen savaş narası olan “Avengers Assamble – Avengers Toplanın” narasına gönderme olarak verilen “Avengers Disassambled – Avengers Dağıldı” isminden de anlaşılacağı üzere topluluğun başına gelecek bazı kötü şeyleri belirtir nitelikteydi. Ayrıca bu macera, Brian Michael Bendis’in yazar olarak Avengers dergileri üzerinde kuracağı tekelin de habercisiydi. Avengers Malikanesi’nde bir anda patlak veren olayların—ki bunların içinde çoktandır ölü olduğu sanılan Jack of Hearts’ın birden ortaya çıkarak infilak etmesi ve beraberinde Ant-

80

Man’i öldürmesi, patlama sırasında malikanenin yarısının havaya uçması, Vision’ın malikaneye bir Quinjet düşürmesi ve ortalığı Ultron robotlarının sarması, She-Hulk’ın transa geçip Vision’ı parçalaması, uzaydan gelen Kree gemilerinden oluşan filoların gökyüzünü sarması, Hawkeye’ın arkadaşlarını kurtarmak için kendini feda etmesi, bu sırada Tony Stark’ın içki içmeden sarhoş olması gibi olaylar sayılabilir—arkasında Scarlett Witch’in (Wanda Maximoff ) olduğu Doctor Strange tarafından ortaya çıkarılana kadar kimse neler döndüğü hakkında fikir yürütemiyordu. Yıllar önce ölen çocukları yüzünden akli dengesini yitiren—ki aslında çocuklar da Mephisto’nun yaşam özünden Scarlet Witch’in bilinçaltında oluşturduğu ve gerçekte Master Pandomonium’a ait olan ruh parçalarıydı—Wanda, gerçekliği değiştirebilen güçlerini her kullandığında deliliğe daha da fazla yaklaşıyordu. Avengers Disassambled sırasında ise inandığı şey çocuklarını ondan Avengers’ın aldığıydı. Doctor Strange’in de yardımıyla Wanda’yı durdurmayı başaran Avengers onu bir tür trans haline sokarak Magneto’ya teslim etmesiyle macera biter. Avengers Disassambled çerçevesinde gelişen olayların etkileri gerçekten çok büyük olur. Birden sarhoş olarak gezmeye başlayan Tony Stark’ın alkollüyken kendi servetine büyük zarar verdiği ve zarar gören Avengers Malikanesi’ni bile onartamayacağı anlaşılır. Arkasındaki finansal destek çekilen Avengers dağılır. (Bu cildin yakında Gerekli Şeyler’den çıkacağını belirtmek isterim). New Avengers ve diğerleri

81


ÇizgiRoman

Öykü

İnceleme

Dağılan Avengers, yerini yeni bir oluşum olan New Avengers’a bırakır. Luke Cage, Wolverine, Örümcek Adam, Mockingbird, Spider-Woman ve Ronin’den oluşan grup aralarına Captain America’yı da alarak kendilerine “New Avengers” der. 2005-2010 yılları arasında 64 sayı olarak yayımlanan bu seri Marvel’ın 2005-2010 yılları arasında yayımladığı bütün büyük sagaları birbirine bağlayan ana seri niteliğini taşır. Bu serinin yanında başka Avengers grupları da oluşmaya devam eder. İç Savaş sırasında hükümet yanlısı olarak kurulan Avengers’ın sersinin adı Mighty Avengers’ken hükümetin kendi kurduğu başka bir Avengers grubunun adı da Dark Avengers’tır.

Ana Sütü Dünyanın garip halleriyle bunların hikayeleri, olayları pek çoktur. Bunlardan biri vardır ki vaka bütünüyle enteresandır. Yeniçeriler arasında yatıp kalkan, hamam külhanından yeniçeri odalarına bir nice kanlı vakalara karışan hem fetAna Sütü; konusu küresel ısınma ve ozon deliği üzerine olup kısa metraj animasyon filmi oluşturulmak için yazılmış bir öyküdür...

House of M Scarlet Witch artık durdurulamaz bir tehdit haline geldiği için ve Magneto ile Profesör Xavier de onu durduramayacaklarını açıkladıkları için Avengers ve X-Men, Wanda’nın kaderinin ne olması gerektiğine karar vermek üzere toplanırlar. Eğer onu normale döndürecek bir yol bulamazlarsa ellerinde kalan tek çözüm Scarlet Witch’i öldürmektir. Tartışmalar devam ederken birden beyaz bir ışık etrafı sarar ve bütün kahramanlar kendilerini başka bir dünyaya uyanmış bulurlar. Bu dünya House of M, yani M Hanedanı’nın dünyasıdır. Yeryüzündeki baskın ırk mutantlardır, insanlar ezilmektedir, düyayı Magneto yönetmektedir ve her kahraman aslında bilinçaltında olmak istediği şeyi bir anda olmuştur. Peter Parker Gwen Stacy’lye evlidir, bir çocukları vardır ve Ben Amcası hayattadır; Wolverine Mystique’le beraber yaşamakta ve S.H.I.E.L.D.’i yönetmektedir; Iron Man ünlü sinema oyuncusu Mary Jane Watson’la ilişki yaşamaktadır vs. Bir şekilde House of M’den kurtulan dünya (detaylarını vermiyorum çünkü yakın zamanda cildi Marmara Çizgi tarafından yayımlanacak) eski haline döndürülür fakat bu dünyanın artık eskisi olup olmadığı büyük tartışma konusudur. House of M’den sonra X Evreni neredeyse tamamen değişir. New Excalibur, X-Men: Deadly Genesis, X-Men: The 198 ve yeni X-Factor serileri bunlardan sadece birkaçı. X Evreni’nin yanında Marvel Evreni de komple değişir ve sırasıyla Civil War (Hoz Comics tarafından yayımlandı), Secret Invasion (Marmara Çizgi tarafından yayımlanacak) ve The Siege sagaları ortaya çıkar. Avngers Disassambled’dan başlayıp The Siege’e kadar olan bütün olay örgüsünü kuran seri New Avengers’tır. Vizyona girecek filmin çizgi roman serilerine ne kadar sağdık kaldığını ben de tam olarak bilemiyorum fakat diğer Marvel uyarlamalarına bakarak pek de derin bir konu seçeceklerini düşünmüyorum. İlke KESKİN

82

Güneş tepededir. Buzullar erimektedir. Erimiş buzulların altından çıkan kuru toprağın bir kıyısında uçsuz bucaksız deniz vardır. Mavi olmayan bir gökyüzü vardır. Büyük geniş bir alanda yalnız, sırtında çantası, üstünde basit yazlık kıyafetleri olan bir kadın yürür. Kadının yüzünde, ellerinde, kollarında, benler ve lekeler vardır. Büyük genişçe benler ve lekelerdir bunlar. Benler ve lekeler biçimsiz, yamuk yumuktur. Vücudundaki bazı benler ve lekeler simsiyahtır, bazıları kırmızımsı, bazıları kahvemsi, bazıları beyaz, bazıları sarımsıdır. Kadının bedeni yürürken gökkuşağı gibi rengârenk ışık yayar. Derisindeki benlerin, lekelerin her gün biraz daha büyüdüğünü bilir. Yüzünde, elinde sırtında, kollarında, avuç içinde, ayak tabanında ve ağzında bazı benleri yara olmuştur. Kabuk bağlamıştır bazıları, bazılarının sızıntı şeklinde kanaması vardır, kimisi kabarmış, kimisi etrafındaki deriye doğru çıkıntı yapmıştır. Eli gider yine, kaşımak ister, zor tutar kendini, dayanamayıp kaşır, kabarcıkları patlatır, köpürmüş olan yarası kaşıyınca açılır, kan sızar, hassasiyeti ve ağrısı artar. Cebinden kahverengi bir ilaç kutusu çıkarır, bir hap alıp yutar. Yürür. Yorgun düşünce denizin kıyısında oturur. Taşıdığı büyük sırt çantasından birkaç konserve çıkartır. Çantasında konserveler doludur, bir de yavrusu vardır sırt çantasının içinde. Buğday, arpa, mısır, darı, esmer pirinç veya çavdar unundan yapılmış gıdalardan oluşan konservelerinden bir kaçını açar, yer. Ozon deliktir ve yayılan Ultraviyole; buğdayın, pirincin, mısır, soya fasulyesinin genetik yapısını bozmuştur. Bozulan genetik yapısından dolayı kalan az besin değerine rağmen yine bu en güçlü gıdaların konserveleriyle beslenmektedir. İnsanın, doğanın dengesi bozulmuştur. Yanında sadece bu konserveler vardır. Denizin kıyısında oturur; yerken etrafa bakar. Gözleri az görmektedir. Az gören gözleriyle eriyen buzulların denize karıştığı suyun yüzeyinde ölmüş planktonların sürüklenişini izler. Parmaklarıyla gözlüğünü biraz daha geriye iter. Ultraviyole korumalı gözlük vardır gözünde. Gözlüğün üstüne taktığı ikinci aparat camlar, şapkalı bile olsa yine de yeterli gelmez gözleri için. Güneş gözlerini adeta yakmaktadır. Ozon deliğinin iyice büyümesi yüzünden gözleri körlük noktasına gelmiştir. Kalkar. Yürümeye devam eder. Sis çöker. Yürür, yürür, yürür. Yürür. Her yeri sis kaplamaya başlar. Gittikçe sis çöker. Yürür. Bir ağaç görür. Yaşlı, çok yaşlı bir ağaçtır gördüğü. Adımlarını hızlandırarak ağaca doğru ilerler. Görebildiği etraftaki tek ağaçtır. Sarılır ona. Sarılır. Ağacın dibine oturur. Sırtını dayamış otururken, kafasını kaldırıp bakar ağaca. Sisten hiçbir şey göremez. Ağacın altında sisin kalkmasını bekler. Aralandığında sis, ağaçtan bir dal görünür, geniş ve görkemli. Tırmanır hemen dala. Dal yayvandır. Oturur üstünde rahat, rahat. Sarılır dala. Uyur orada. Sırtındaki çantadan çıkan sesi duyup, yavrusunu çıkarır oradan, emzirir onu siyahlanmış memesiyle. Dalda kalırlar bir süre. Günler geceler geçer. Bir süre sonra dalda sivri kıymıklar çıkmaya başlar. Yavrusuyla eskisi gibi rahat uzanıp, sarılıp,

83


Öykü

uyuyamaz o dalda. Etrafa bakınır. Sis geçmemiştir günlerdir. Başka dal göremez. Başka ağaç göremez. Sağına soluna kıymıklar batar yatarken. Kıymıklar çoğalır, büyür, uzar. Kıymıklar benlerine, rengârenk yaralarına, batar. Batan kıymıkları çıkarmaya çalışır. Bazılarını çıkaramaz. Yavrusunu kalın sırt çantasında saklar. Nereye kadar çantasında yavrusunu koruyabilecektir. Bakar gözleriyle içli, içli; aranır bir başka dal. Tam o sırada aralanır sis bulutları. Aralanan sis bulutlarının arasından bir başka dal görünür. Tırmanır hemen o başka dala sırtında çantası, çantasındaki yavrusuyla. Sevinir. Ağaca sarılır yine, öper ağacı. Aralanan sis yine kapanır. Vücuduna saplanan kıymıkları çıkarır. Çıkardığı yerlerden kanlar sızar ince, ince. Yeni dal daha güzel daha pürüzsüz ve daha da geniştir. Tırmandığı, yeni dala yerleşir iyice. Dala sarılır, sever dalı. Bir iki tane yaprak vardır dalda. Sevinir çıkan bu yapraklara. Vücudundaki çıkaramadığı kıymıkları da çıkarmaya çalışır. Uğraşır uzunca. Canı yanar. Daldaki yaprakları koparır iyileştirsin diye yaralarının üstüne basar. Sarılır dala, uyur orada, yavrusuyla. Mutludur. Yüzünde tebessüm vardır. Yavrusunu emzirir arada bir, konservelerini çıkarır, yer. Sis geçmemiştir. Göremez üstünde yattığı daldan başka dal. Bekler daha da tırmanabilmek için yine sisin aralanmasını. Dalda çıkan yapraklar hızlı büyür, kocaman olur ve hızla yaşlanır. Çıkan ve büyüyen yapraklar, gereğinden fazla büyür kendi kadar olan yapraklar çoğalır kendi sığamaz olur o dala, yavrusuyla. Büzüşür kenarına dalın. Yapraklar daha da büyür. Kocaman kart büyük yapraklar etrafını sarar. Bir sabah uyandığında sis dağılmıştır. Bakınır gökyüzüne, sağa sola. Sisten göremediği dalları görmeye başlar. Ne çok dal vardır oysaki etrafında, sisin örttüğü. Gökyüzü berraktır artık ve bütün dalları görür gökyüzüne doğru uzanan. Tırmanır hiç durmadan. Bazıları ince, bazıları burgulu, bazıları yapraklı, bazıları dikenli, bazıları kalın, bazıları kıvrak. Durur üstünde her dalın biraz ve sonra geçer diğerine bazen dinlenir, sonra yine tırmanır. Bir gün mor bir dala ulaşır. O, bulmak istediği mor daldır. O mor dala sarılır, öper, mor dalın üstünde uyur dinlenir ve güne başlar. Sarılırken uyurken, yavrusunu emzirirken memesindeki ana sütünden sıkar o mor dala. Yavrusunu beslerken o mor dalı da besler. Mor dal ana sütünü içtikçe değişir, şekillenir ve anasıyla yavrusunu yukarı doğru çıkarmaya başlar. Yine sıkar sütünden mor dala. Her sütünü sıktığında kendisine yol olan, uzayan, mor daldan yeni mor dallara geçer. Biraz yavrusuna biraz da mor dala hep sütünden verir. Sütünü kendine de sürer. Atmosferin en altındaki Troposfere sonra ozona kadar gelir. Mor dal onu ozon deliğine kadar ulaştırmıştır. Eylül ayıdır hava koşullarından ve kirlilikten etkilenen ozon tabakasındaki delik en büyük haline gelmiştir. Stratosferde sıcaklık düşmüştür, delik gittikçe büyümektedir. Ozon deliği kloroflorokarbon ihtiva eden maddeleriyle, klor türevleri, plastik köpükleri, straforları, spreyleri, aerasolleri, yangın söndürücüleri, buzdolaplarını, klima cihazlarını, araç egzozlarını, küresel ısınmayı, sera gazlarını, endüstriyel emisyonların oluşturduğu uçucu organik karışımlarını ve nitrojen oksitlerinin havaya karışmasıyla ortaya çıkan insan aktivitelerinin sebep olduğu hava kirliliğini; yutmuştur. Şimdi deliğin tam karşısında, hepsini burada uçuşurken görmektedir. Az gören gözleriyle bunca şeye bakar. Kahverengi renkli memesini sıkıp memesinden çıkan sütünü yaralı eline akıtır. Ozon deliğine avucundaki sütü uzatır. Sütü içine çeker delik. Yutar. Bekler mor dalda. Bir daha sıkar memesini, biraz daha sütü akıtır avucuna. Elini yine uzattır. Yutar delik, avucunda duran ondan gelen sütünü. Gök gürler bir anda şimşekler çakar. Ozonun kokusu yayılır etrafa. Olmayan mavi gökyüzü, biraz mavileşir gibi olur. Delik biraz kapanır. Durur orada bekler mor dalda; olmayan gece ve gündüzde tek renkli boşlukta. Yavrusunu emzirir, avucuna sıkar sütü yine, uzattır deliğe. Ozon deliğini besler ana sütüyle.

84

85


Öykü

Portfolyo

Fazla ozon kirliliği risktir, bitkiler, hayvanlar ve özellikle insanlar için çok tehlikelidir. Havada ki oranı, belli bir eşiği aştığı zamanda zehir etkisi gösterir. O yüzden ozon deliği kapanana kadar sütüyle besler deliği. Ozon deliği sütüyle tamamen kapanır. Kalınlığı normale döner. Tekrar ozon tabakası oluşmuştur. Delik kapanır. Sütüyle kapanan ozon deliği iyi ozonu oluşturur. Ana sütünden oluşan iyi ozonstratosferik ozon, yeryüzündeki tüm canlı varlıkları hareketlendirir. Sütüyle oluşan yeni iyi ozon vücudundaki yaralarını iyileştirir. Vücudundaki benleri ve lekeleri iyileşir, derisi normale döner. Gözleri iyileşir. Ana sütüyle kapanan ozon deliği, oluşan ozon tabakası; ondaki hastalıkların ortadan kalkmasını sağlar. Gökyüzünün rengi maviye dönüşür. Üstüne bastığı mor dal sanki işinin bittiğini bilir gibi yavaş, yavaş aşağıya doğru içine katlanarak, onu indirir. Arada bir mor dalı sütüyle besler. Geceler gündüzler geçer ve mor dal çantasında taşıdığı yavrusuyla onu yere indirir. O denizin kenarına gelir. Sırtındaki sırt çantasını önüne alır, yavrusunu içinden çıkartır, denizin kıyısında oturur. Etrafa gözlüksüz gören gözleriyle bakar. Eriyen suyun yüzeyinde ölmüş planktonlar yoktur artık, denizanaları adeta dans ediyordur. Balıklar yüzeye yakın yüzüyordur. Elini suya sokar. Etrafta, eskiden olmayan ama şimdi açan çiçeklere bakar. Ağacın yaşlanmış kart dalları, lekeli umutsuz yaprakları yoktur artık. Güneş yakmaz etrafı. Mavi gökyüzü, temiz havasıyla, gerçek doğa yeniden var olmuştur. Dolgun sütlü memeleriyle yavrusunu kucağına alır, ona sarılır. Yavrusuyla mutlu bir ana vardır. Gülümseyerek mavi gökyüzüne bakar. Ana sütüyle ozon deliği kapanmış, doğa yeniden dengesini bulmuştur. Yavrusu için yüreği artık rahattır.

İlker YATI 1984 yılında Beykoz’da doğdu. Karikatürle ilk tanışıklığı ortaokul öğretmeninin (o zamanlar ortaokul kavramı vardı…) zorlamasıyla, yaşadığı ilçe olan Beykoz genelinde düzenlenen bir karikatür yarışmasına katılmasıyla başladı. Bu yarışmada 1. olunca karikatür ilgisini daha çok çekti. Daha sonraları, lise yıllarında portre resimlemeler yapabildiğini fark etti. İlk icraatı da lise yıllığına bütün sınıf arkadaşlarının portre resimlerini çizmesi olmuştu. Üniversite sınavlarını ikinci senesinde kazandı. Sistemin sürüklediği yolda Kocaeli Üniversitesi Kimya Bölümüne kaydını yaptırdı. Mezun olana kadar karikatür çizimlerine devam etti ve çizimleri Leman, Penguen gibi dergilerin amatör sayfalarında yayınlandı. Katıldığı ilk uluslar arası karikatür yarışması olan Sakarya Belediye’sinin 2007 yılında düzenlediği “Küresel Isınma” konulu yarışmada jüri özel ödülü aldı. Çeşitli sergilerde karikatürleri yayımlandı. İki adet kitap kapağı resimledi. Halen Gebze Yüksek Teknoloji Enstitüsü Organik Kimya Bölümünde doktora yapmakta ve bir yandan da karikatür, illustrasyon, çizgi roman gibi çalışmalarına devam etmektedir. Çalışmalarından bazılarını kendine ait olan blog sayfasından takip edebilirsiniz. Blog: www.ilkerinyati.blogspot.com e-posta: ilkeryati@gmail.com

Öykü: Gülten AĞRITMIŞ İllustrasyon: Bayram ARMITÇI

86

87


Portfolyo

Portfolyo

Portreler

Gölge Kız İllüstrasyonlar

Frank RIJKARD

Gürkan ÖZCAN

Hamdi DURSUN

Turan YATI

88

89


Portfolyo

Öykü

Karikatürler

Ecel Yandı Ateş Behiye Dünyanın garip halleriyle bunların hikayeleri, olayları pek çoktur. Bunlardan biri vardır ki vaka bütünüyle enteresandır. Yeniçeriler arasında yatıp kalkan, hamam külhanından yeniçeri odalarına bir nice kanlı vakalara karışan hem fettan hem cazgır Ecelyandı Ateş Behiye’nin hikayesidir. Raviyan-ı ahbar ve nakilan-ı asar’a göre, Sultan Avcı Mehmed Han’ın saltanat yıllarında, tüm cihanda olduğu gibi esir kafileleri götürülür getirilirdi. Bilhassa Kırım’ın kuzeyindeki Nogay çöllerinden atlanan müteharrik atlılar kah Moskof vilayetlerinden kah Kafkas ellerinden, ak topuklu, ince belli, çeşit çeşit güzellikte dilberleri tutarlar, önce Kefe şehrine gönderilir, içinden seçmeleri alınır İstanbul’un Avrat Bazarına getirilirdi. Behiye işte bu esirlerden biri olarak pek ufak yaşında tutup getirilmişti. Endamıyla, salınışıyla daha o yaştan cihana bedel sayılı güzellerden olacağı anlaşılmış, gök gözlü kan gibi kızıl saçlı bir kızcağızdı. Aslı nesli bilinmez, ahbapları Nogay çöllerinde at sürer Tatarlardan olanlardan o tarihlerde tayfalık yapmış olanlara bir nice söylentiye göre kimi ya Çerkez olduğunu yahut Moskof olduğunu söylerdi. Behiye’nin tuhaf sergüzeştleri de ak topuklarının İstanbul’un çamurlu yollarına bastığı günden itibaren başladı. Daha ilk gününde, konağın işlerini görmek üzere zenci halayık bakmaya giden, kendisi de kölelikten gelme, Şahsuvar Paşa’nın hanımı Çerkez Çeşmidil hanım’ın gözüne çarpmıştı. O tarihlerde daha ufak yaşlardan Çerkez halayıklar konağa alındıktan sonra, belli bir yaşın ardından konağın efendileriyle evlenmeleri bilinirdi. İşte böylelikle Behiye daha o gün satın alınarak Şahsuvar Paşa’nın konağına girmişti. İsmini de güzel ve alımlı olduğundan Çeşmidil Hanım koymuştu. Behiye kısa sürede lisanı öğrenmiş, konak işlerine el atmıştı ama bir kusuru vardı ki güzelliğiyle yarışırdı. Haylaz mı haylaz, haşarı mı haşarıydı ki ne büyük hanımın çimdikleri ne de zenci halayıkların maşaları onu yıldırmaz, Paşa’nın sütannesi olan Arnavutluk dağlarından kopup geleli asır olmuş gulyabani suretinde doksanlık Hatır Hanım’ın dayaklarına bana mısın demezdi. Zamanı geldi, serpildi yaşı erdi. Konağın küçük beylerinden birisini, kendini çimdikledi diye dövdü. Nasıl becerdiyse ve eli artık ne kadar ağırsa küçük beyi bir hayli benzetti. Attığı dayağın mislini konak halkından yedikten sonra uslanır diye dehlize kapattılar. Ortalık durulduğu halde küçük bey durulmayıp yine bir gece vakti kızın koynuna girmeye kalkışınca husule gelen boğuşma neticesinde, kendini korumak isteyen kızcağızın küçük beyin kafasını testiyle yarmasıyla neticelendi. Yine dayak, yine tahkir, yine dehliz. Döşeklere düşen küçük bey geceyi göremeden canını teslim edince, Behiye’de yeniçeri kolluklarının arasında önce kadı huzuruna çıktı. Suçunu üstelemeyince yine kollukların arasında Baba Cafer zindanının yolunu tuttu. Baba Cafer zindanı ki, kahir ekseriyette buraya Ramazan ayında İstanbul’un fuhuş ehli kötü kadınları konulur, bunun dışında pek bir kimse olmaz, cinayet işleyen yahut başka bir cürüm işleyen kadınlar tutulurdu. Behiye’de burada cazgırlığıyla nam yaptı, bir deli bela oldu kaldı. Ramazan zamanı gelince, cümlesi bıçak yarası taşıyan, gönlü ve mabadı yaralı fahişeler, feleğin çemberinden geçmiş bir nice yosmalar Baba Cafer’e toplandığında, ya kavgayla ya da şeytan bakışlarıyla Behiye’den yaka silkmişlerdi ki namı bu tarihlerde ayan olmuştu. Kızıl saçlarına binaen “Ateş Behiye” derlerdi. Behiye bir gece ne yaptı ne etti bilinmez kapıları tutar bekçilere güç getirdi zindandan firar etti, sokaklarda kalmaya başladı. O tarihlerde Galata Hamamı’nda, külhanda yatıp kalkar oğlanların başında duran, onlarla kavgalara girip çıkan, zebellah cüssede bir adem ejderhası vardı ki Şişçi Tellak Mustafa derlerdi. Tellak Mustafa bir gece sokakta, ay ışığı altında Behiye’yi bir gördü pir gördü o an da aldı hususi odasına götürdü kapatması yaptı. Behiye hamam külhanındaki o odada

90

91


Öykü yatıp kalkıyor, yeri geldi mi elinde satırla maşuku Tellak Mustafa’nun yanında kaldırım kurtlarına, sokak zorbalarına karşı sille tokat kavgalara giriyordu. Bir gün bunu bıyığını balta kesmez, bir nice zorbayı haşereyi bıçağı altından geçirmiş namlı yeniçeri zorbalarından, padişah fermanıyla cellat kemendine girdiği halde, cellat bunun kafasını kesemeden ömrü nihayete erip kalp sektesinden öldüğünden ki kimi idam sırasında zorbayla göz göze geldiklerini o yüzden korkusundan öldüğünü söylerler, bir başka fermanla kementten kurtulan Cellatgördü Muhlis Ağa gördü. Kapıya bir yeniçeriyle haber bıraktı, şu günde kapı önünde Behiye eşyalarıyla hazır olacak gelip alacaklardı. O tarihlerde kabadayı kısmının aftosuna, manitasına göz koymak, el veya dil uzatmak cinayet sebebiydi ki namlarına leke sürmekten imtina eden bu adamlar öleceklerini bile bile bıçak altından rakiplerini geçirip saltanatlarını korumak için bıçaklı yumruklu kavgalara girerlerdi. Tellak Mustafa’nın gözü korktu, yeniçeriyi vursa ocaklılar sağ bırakmaz, Behiye’yi kapıya koysa sokak kurtlarının gözünde namı düşer, iki günde hacamat olurdu. Külhanbeylerinden biriyle Cellatgördü Muhlis Ağa’ya haber gönderdi. Kız için kapışacaklardı, ya karnı ya sırtı. Taraflar gecenin ıssızında, yeniçerilerin zinadan kumara kanlı işleri için gelip gittiği, genelde kendi aralarındaki kanlı hesaplaşmaları, bıçak düellolarını yaptıkları, Galata’da Büyük Hendek Caddesi dedikleri yerde bulunan o tarihlerdeki adıyla “Kanlı Hendek” dedikleri yere gittiler. Bıçaklar fora edildi, ilk yeniçeri zorbalarından beri adet olduğu üzere pelerin yahut camadan kola sarıldı. Tellak, yaşı ilerlermiş Muhlis Ağa’yı bir hayli terlettiyse de yılların sokak kurdu Muhlis Ağa ters bir hamlede Mustafa’yı devirip kulağını kesti. Rezil olan Mustafa tasını tarağını toplayıp şehirden çıktı, sırra kadem bastı. Ateş Behiye’de Muhlis Ağa’nın kapatması oldu, yeniçeri odalarına yerleşti. Her gece rakılı, çalgılı alemlerde, günlerini işüveşle geçiren Muhlis Ağa, ihtiyarlığı unutmuştu. Bir-iki yıl geçti, Muhlis Ağa yeniçerilikten mütekaid olmak istedi, yaşı da gelmişti. Ocağı bıraktı, Behiye’ye de nikah kıyacaktı. Ağa’nın eski hasımları, ona diş bileyenler ve karanlık köşelerde pusu kurmaktan çekinmez madrabazlar, bu mütekaid yeniçeriyi haklamanın zamanıdır dediler. Eski yaşamına tövbe etmek niyetiyle cami avlusuna giren Muhlis Ağa, günah dolu yaşamını kapının ardında bıraktığını sanıyordu ama yanılmıştı. Abdest alırken bir-iki hainin hançer darbeleriyle kanlar içerisinde yere yıkıldı. Erkek kısmından ve vaatlerinden yılmış Behiye, ya karnı ya sırtı diyerek, üç-beş birikmişiyle o tarihlerde hem fuhuş yeri olan hem kumar oynatılan Hranuş isimli bir kadının işlettiği batakhaneye kapılandı. Bela çıkaran olunca, değme erkeğe taş çıkartan Ateş Behiye ya silleyle ya bıçakla işini görürdü. Günlerden bir gün, yeniyetme yeniçeri zorbalarından birisi, Hranuş’un evindeki kızlardan Kör Anika’yı kapatması yapmak istedi, kızı hamam yolunda dağa kaldırmaya kalktı. Kızların başında duran Behiye’nin hışmından kurtulamadı dayağı yediği gibi yanındaki çakallarla birlikte sokakların ıssızına kaçtı. Yeniçerilerle dalaştı diye, hem de Muhlis ağanın ölümüne sebep olduğunu düşündüklerinden Ateş Behiye’den hiç hazzetmezlerdi. Bir punduna getirip halletmeyi, defterini dürmeyi kurmaktaydılar kafalarında. Behiye’de başına gelebileceklerin farkında nereden bilinmez iki ucu keskin bir Acem kılıcıyla, başıbozuk askerinin kullandığı yatağanlardan tedarik etmiş, Mısır çarşısından yüklü bir pahaya ta Hint diyarının zehirli yılanlarının zehirlerinden getirterek silahlarını gün gece demeden bunların içinde bekletmeye başladı. Bir gün yine bir hamam yolunda üzerine üşüşen bozguncuları zehirli yatağanıyla bertaraf etti, bu kavgadan da yüzgeri ettiler. Kılıcının dokunduğu adem ertesi günü göremeden ölünce bu onun ermişliğine yoruldu. O artık efsanelere karışmıştı ki İstanbul’un ilk kadın kabadayısı olarak nam salmıştı. Hayatının mecrasını bulan Behiye, namını sürdürmeye karar vermiş, nerede karısına zulmeden, kıza kızana tecavüze yeltenen, kadına el kaldıran görse veya duysa tepelemeye ant içmişti. İstanbul’un değme zorbası, belalısı karşısında susta durmuş, sesini çıkarmaz olmuştu ama böyle nam sahibi biri olarakta sayısız düşman toplamıştı. Ateş Behiye’nin hasımları kendi yollarıyla yapamayınca dağlardan eşkıya getirip işi halletmeyi denediler. Para ve kadın vaadiyle, ta Sırp dağlarından adam kesmekten çekinmez üç-beş hayduk getirdilerse de Ateş Behiye’nin

92

93


Öykü

ÇizgiRoman ve Dil

kılıcını eğemediler. Kılıçtan yüz bulamayınca Celalilerin piri namlı Köroğlu’nun bile savaşmaktan çekindiği tüfenklerle, barutla işi halletmeyi kurdular. Ödemiş’in dağlarındaki kır kahvelerinde yolcuları koruyan, zora geldi mi dağa çıkan başıbozuklardan gelme tüfek tutar sarıcaları, sekbanları yoklayıp namlusuna mahir sekiz sarucayı şehre getirdiler ki ırzı kırık ve katil ruhlu bu adamlar böyle bir işi çocuk oyuncağı addederek kalkıp İstanbul’a geldiler. Gece vakti oyun gereği Behiye’nin evinin civarında bir kadına güya saldıracaklardı. Çığlık seslerini duyan Behiye’ meydana iner inmez pustukları yerlerden ateş kusacaklar, saçmalarıyla kızcağızın canını cehenneme ısmarlayacaklardı. O uğursuz gecede parayla tuttukları kadının birine tasallut oldular, kadın çığlıklarıyla ortalığı yıktı. Ateş Behiye pusudan habersiz evden çıkıp meydana yürüdü etrafa bakındı, kimsecikler yoktu. Tam belindeki yatağana davranacağı anda karanlık gecenin içinde, yağlı namlular şahi toplar gibi ateş kusmaya başladılar. Kolcu yeniçeriler daha o geceden oradan uzaklaşmışlardı ki her şeyi hazırlamışlardı. Ateş Behiye, saçlarındaki kızıla çalan kanlarla yere yığılınca gölgelerin içine karıştılar. Behiye’nin ölümünün haberi İstanbul’a gülle gibi düştü, şehrin kadınları günler geceler boyu yasını tuttular. Ölüden çekinmez mezar kazan kadından yana ezelden beridir aç abazan taifesi bile onun mezarının yanından besmele okumadan geçemiyordu ki, bedeni bu dünyadan kalkınca meydan zorbalara kalmıştı. Yeniçeri zorbaları Hranuş’un evini basmış, sokaklardan kaldırdıkları birkaç masum kızcağızı da yanlarına katarak kafir kavimlerin sapkınlıklarına taş çıkartırcasına eğlenmeye koyulmuşlardı. O gece İstanbul kadınlarının bedduaları ve duaları, gözyaşları yıldızlara ayan oldu. Şehrin dehizlerinde, Bizans’tan kalma harabelerinde, eski dede yadigarı beli bükük konaklarda yaşayan, İstanbul’un okur üfler cadı kadınları, vicdanlarının çağrısına dayanamadı. Ateş Behiye’nin kabrinin başına giderek okumaya başladılar. O gece genç, yaşlı, insan, cazu, acuze, kocakarı ne kadar kadın varsa ya dua ediyor ya beddua ediyordu. Duayla bedduanın birbirini bulduğu anda Ateş Behiye’nin toprağını eşeleyerek çıktığına şahit oldular. Gözlerinde tuhaf bir ışık parlıyor, yıkanmasına rağmen kanlarının akıp bulaştığı kanlı, toprak lekeli kefeni ay ışığında mermer mezar taşları gibi ışıldıyordu. Sanki iki dev kollarının altından yapışmışta ayakları altından sürür gibi havada uçarcasına Hranuş’un evine varmıştı Ateş Behiye. O kefenli, kanlı, ateş gözlü hortlağın halini gören zorbaların şekli şemali değişti, ağzı yüzü eğildi. Kimisine inme indi, kimisi korkudan sekte-i kalp geçirdi. Tam o anda konağın ışıkları söndü, rüzgarlar ve ay ışığı altında parıldayan kefenli ölünün görüntüsü ortama hakim oldu. Sabah horozları öterken Behiye geriledi, kabrine geri girerek toprağını örttü. Behiye’nin hortladığı haberi İstanbul’a gülle gibi düştü. Her şeye rağmen güzel ve alımlı o kızın, ölümü bile güzelliğiyle etkileyerek geri döndüğüne inandılar ve ölü olduğunu bilseler bile bu dünyadan çekip gittiğini kabul edemediler. Söylentiler ve hikayeler aldı başını yürüdü. Eceli bile etkileyen hatta aşkından deliye döndürdüklerini anlattıkları Behiye’nin namını bu vakıya nispetle “Ecelyandı” yaptılar, ecel bile aşkından yanmıştı, o aşkın hararetine toprağı eşeleyerek zorbaların ümüğüne çöktüğünü söylüyorlardı. Rivayet olunur ki İstanbul’un ilk ve son kadın kabadayısı Ecelyandı Ateş Behiye’nin halen karanlık sokaklarda gezindiği, ateş kızılı gözleri ve saçlarıyla göründüğü zalimi helak edip, kadınlara el kaldıranlara, karısına kızına zulmedenlere göründüğü söylenmektedir. Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

94

İllustrasyon: Mustafa YAŞAR

Çizgi Roman'da Dil

Örümcek Adam Çevirilerinde Dil Hoz Comics, Gerekli Şeyler Yayınlar ve Marmara Çizgi’de yaptığım çeviriler ve editör yazılarından sonra sanırım artık herkes bir Örümcek Adam müptelası olduğumu biliyor. Hatta adım Örümcek Adam’la öyle bir anılır olmuş ki Gerekli Şeyler’in en son yayımladığı “Superman vs. Spider-Man” cildinin çevirisini Burç Üner yapmış olmasına rağmen kapakta çevirmen olarak benim adım yazıyor. Yayınevi bile Örümcek’le ilgili her şey benden çıktığı için çeviriyi ben yapmışım gibi hatırlamışlar. Peki, nereden geliyor bendeki bu takıntı? Kısaca değineyim: En küçük dayım benden 9 yaş büyüktür. Yani dayıdan çok abim gibidir. Ben ilkokul yaşlarındayken o da liseye giderdi ve bizim aileden herkesin olduğu gibi o da çizgi roman meraklısıydı. Büyük dayılarım ve babam daha çok fumetti tarzı okurken (özellikle de Zagor, Tex, Mister No ve Martin Mystere) küçük dayım B Yayınları’nın “Örümcek Adam” ve “Süpermen” dergileri ile Alfa Yayınlarının Conan ve diğer Marvel karakterlerini okurdu. Bu durum da sürekli olarak elimin altında Örümcek Adam ve benzeri çizgi romanların olması anlamına geliyordu. Daha 7 yaşında bile beni en çok etkileyen karakter Örümcek olmuştu. Hatta dayım bana ara sıra Örümcek Adam dergileri okutarak okuma-yazmamı ilerletmeye bile çalışırdı. Derken Alman Lisesi’ne girdim ve önce Almanca, sonra İngilizce geldi. Dünya Süper Dağıtım sağ olsun 90’ların başında İstanbul’da İngilizce ve Almanca Örümcek Adam dergileri bulmak çok kolaydı. Aşırı yüksek fiyatlarla satışa sunulan bu dergiler aradan 1-2 ay geçtikten sonra aynı aşırılıkta ucuzluyorlardı. Diğer bir deyişle, Türkçe’den sonra Almanca ve İngilizce için de Örümcek Adam’ın yardımını almış oluyordum. Daha sonra Gerekli Şeyler dükkânı açıldı. Çizgi romanları İngilizce olarak takip etmeye başladım. İlk yayımlanan çevirim Arka Bahçe’den çıkan Supergirl macerası oldu. Yayın hayatına devam edebilselerdi Örümcek Adam’a da el atmıştım fakat çevirdiğim cilt yayımlanamadan Gerekli Şeyler Yayınevi piyasadan çekildi. Kısmet Hoz Comics’eymiş. Oradan da Marmara’ya geçtim ve işte karşınızdayım. Çevirilerimde kullandığım dile gelince, ilk önem verdiğim şey Türkçe’yi güzel, düzgün ve dilbilgisi kurallarına uygun bir şekilde kullanmaktır. Eğer İngilizce bilen bir okur, yaptığınız çeviriyi okurken sürekli olarak okuduğu şeyin İngilizcesi zihninin arka tarafında oluşmaya başlıyorsa, bence yaptığınız şey çeviri değil İngilizce yazıyı Türkçe yazmaktır. Yaptığım Örümcek Adam çevirilerinde B Yayınları’nda Betül Ulukut’un kullandığı dile sadık kalmaya özen gösteriyorum. Eminim fark etmişsinizdir, Hoz’da ve Marmara’daki Örümcek Adam ciltlerinde SpiderMan yazısı sadece kapakta bulunuyor (bunun sebebi de derginin adının değiştirilmesine Marvel Amerika’nın izin vermemesi). Fakat cilt içlerinde her zaman için “Örümcek Adam” olarak kullanıyorum çünkü Türkçe’de en çok yer etmiş olan süper kahraman isminin “Örümcek Adam” olduğunu düşünüyorum. Kulağa gerçekten de hiç rahatsız edici gelmiyor. Fakat şunu da üzülerek belirtmek isterim ki, çocuklar (bunlara dayımın oğlu da dâhil) Örümcek Adam’ı “Spider-Man” olarak tanıyorlar. TV’de yayımlanan çizgi filmler olsun, gazete bayilerinde bulabileceğiniz çocuk dergileri olsun, bütün kırtasiye malzemeleri, giysiler vs. üzerinde “Spider-Man” yazıyor. Bunun

95


ÇizgiRoman ve Dil

Öykü

sebebi de telif hakkı sahiplerinin verdikleri telifli ürünleri günümüz teknolojisiyle çok daha rahat takip edebilmeleri olarak görülebilir. Eskiden Örümcek Adam (ama izin alınarak ama alınmayarak) yazılabilse dahi günümüzde bunu yapamıyorsunuz. Hal böyle olunca da en genç nesil “Örümcek Adam sever misin?” diye sorduğunuzda size “Örümcek Adam kim?” diye bir karşı soruyla gelebiliyor. Neyse, “Örümcek Adam” demek benim kendi çevirilerimde olan bir durum aslında. Gerekli Şeyler Yayınevi’nin New Avengers serisinde halen “Spider-Man” kullanılmakta. Düzeltilerini yaparken bu duruma her ne kadar karşı çıkmış olsam da Alişan (Cengiz) ve Burç (Üner) “Spider-Man” kullanmakta ısrarlılar. Fakat yakında yine Gerekli Şeyler etiketiyle çıkacak olan ve çevirilerini benim yaptığım Essential Amazing Spider-Man çizgi romanlarında emelime ulaştım. B Yayınları zamanındaki gibi siyah-beyaz yayınlanacak olan bu serideki her süper kahramanı ve her süper kötüyü Türkçe olarak kullanma konusunda Alişan’ı ikna edebildim. Bu da, Doktor Ahtapot, Yeşil Cin gibi isimlere kendimizi yeniden alıştırmak zorunda kalacağımız anlamına geliyor. Eskiden beri kullanılan ve Betül Hanım’ın yarattığı Örümcek dili nedir peki? Size birkaç örnek vereyim, eminim siz de hatırlayacaksınız: Duvar Sürüngeni, Ağ atıcıları, Ağ kafa, Örümcek hislerim zil çalıyor, Yeşil Cin, Hob Cin, örümcek hislerim çıldırdı, ağ sıvısı, büyük güç büyük sorumluluk getirir... (Bu arada şunu da belirtmeden geçmek olmaz: May, Peter’ın amcasının eşidir. Yani yengesidir. Bazı çevirilerde kullanıldığı üzere halası değildir. ) Her ne kadar “Örümcek Adam’ı” olduğu gibi bıraksak da süper kötülerin ve yeni süper kahramanların adlarını İngilizce olarak bırakıyoruz. Hoz Comics’ten çıkan İç Savaş cildinin arkasında bir isimler sözlüğü bile yapmışlığımız var aslına bakarsanız. Yayınevinin yayımladığı ciltlerde ilk olarak çıktıklarında bir dipnot ile adın Türkçe’de ne anlama geldiğini belirtiyoruz ve bir daha bu açıklamayı yapmadan doğrudan İngilizce ismi kullanıyoruz. Bunun en büyük nedeni yeni süper kötülerin ortaya çıkmış olmaları ve bu karakterlerin daha önce Türkçe’de kullanılmamış olmaları. Eskiden Akbaba, Doktor Ahtapot, Kertenkele, Bukalemun gibi çok sade isimler kullanılmasına ve bu isimlerin Türkçe’de yer etmiş olmasına rağmen, Türkiye’de çizgi roman yayımlanmadığı 10-15 yıllık dönemde ortaya çıkan karakterlerin isimleri, çizgi romanları internetten, orijinallerinden veya diğer kanallardan takip eden okuyucular arasında İngilizce olarak yer etti. Hayatlarında Türkçe çizgi romanı bırakın hiç çizgi roman okumamış kişilerce çevrilen çizgi roman uyarlaması filmlerde kullanılan İngilizce isimler de çok etkili oldular. Türkiye’de son birkaç yıldır ufak ufak artmaya başlayan çizgi roman okurlarının gün geçtikçe artmasını ve Türkçe çizgi roman dilinin oturmasını dileyerek yazımı noktalıyorum. Hepinize Türkçe çizgi roman dolu günler diliyorum. İlke KESKİN

96

Dünya'nın Sevgilisi Hava ağır. Tek bir yaprak bile kımıldamıyor. Sadece kurşun sesleri… Yüksek bir tepeden şehrin üzerinde akbabalar gibi dolaşan savaş helikopterlerini görmek mümkün. Sanki şehir ölmeye yüz tutmuş da leşini gagalamayı bekliyorlar. Zaman zaman füzelerle bir binayı havaya uçuruyorlar ve sanki kendi yaptıklarına kendileri şaşırmış gibi göğe yükselen gri mantar bulutuna burunlarını eğerek bakıyorlar. Bazen çığlıklar yükseliyor ama kimsenin bu sesler umurunda değil. Kalpler nasırlaşmış. Yürek parçalayan acı bağırtıların hiçbiri, hiçbir insanın beyninde en ufak bir tepki üretmiyor. Herkes Oblomovâri ağır bir rehavetin ve kayıtsızlığın boyunduruğu altında. Bazen bir annenin yavrusu boğazlanırken atılan canhıraş yakarış dikkat çeker. Halktan biri bu sesi duyunca alnı kırışır, iyilikle kötülük, cesaretle korkaklık yüreğinde bir çarpışmaya başlar ama bu iç savaşa “zihin karışmaz”. Adımlar hızlanır ve oradan uzaklaşılır. Halk, mutlak bir kayıtsızlığın pençesine düşmüştür. Herhangi birinin kolundan tutup yüzüne baksanız bir duygu belirtisine rastlayamazsınız. Arada bir görünüp kaybolan çaresizliğin muğlâk karanlığıyla hüzünlenirsiniz ve her şeyi bırakıp yaşama heyecanının kaybolduğu bu kurak toprakları terk etmek istersiniz. Artık bu şehrin binaları parlaklığını yitirmiş, eski ihtişamını kaybetmiştir. Camlar dökülmüş ve tozlanmış, örümcekler yuva örmüş, duvarlar ateşin bıraktığı isin karanlığında ayakta durmaya çalışmaktadır. İnsanlar sokaklarda gezmez. Bir kıyıda, köşede, tüm insanlardan uzakta yaşamak ister. İşgalci askerler sokakları tanklar ve ağır silahlar eşliğinde gezerler. Havaya kalkmış bir baş, meydan okuyacak bir yürek görme hevesiyle pür dikkat yürürler ama öyle bir baş ve öyle bir yürek çok seyrek görünür. Çok nadiren de içleri özgürlük ve vatan aşkıyla yanan bir avuç genç birbirlerini galeyana getirerek, birbirlerinden cesaret alarak ortaya çıkarlar. Bir sokağın başına set örüp işgalci askerleri beklerler ve kısa süren bir çatışma başlar. Kurşunlar ateşli gençlerin etlerini bir çırpıda parçalayıp deşerken işgalci askerlerin çelik yeleklerinde saygıyla karışık bir korkuyla ezilip büzülür, bir sülük gibi yapışıp kalır. İşte böyle bir çatışma esnasında yıkılmış bir binanın molozları arasından sürünerek bir kız çocuğu çıktı. En fazla on yedi yaşındaydı. Çatışma devam etse de ne vurulanların çığlıklarını ne de saçlarını dalgalandırarak, kulağının kıyısından şaklayarak geçen kurşunların sesini duyuyordu. Gözleri yolun ortasında yatan kuru bir karanfile çivilenmiş sürünüyordu. Sol baldırındaki şarapnel parçasının verdiği acı dudaklarını ısırmasına sebep olsa da azimle sürünmeye devam etti. Bu sırada bir ağızdan çıkan kanla karışık boğulma sesiyle çatışma sona ermişti. İşgalci askerler birbirlerine kızı gösterip gülüşüyordu. Kızın üzerinde, podyumlarda mankenlerin giydiği, son zamanların modası renkli bir şalvar vardı. Üstündeyse hiçbir şey yoktu. Bronzlaşmış sırtı terle parıldıyordu. Çizik çizik yaraların üzerindeyse minik minik kan zerrecikleri birikiyor, büyüyordu. Kuru kumdan çöp çöp olmuş bir tutam zülüf kuruyan gözyaşlarıyla yüzüne yapışmıştı. Cılız bedeniyle kendisinden beklenmeyecek bir güçle sürünmeye devam ediyordu. Sağlıkla bakan kahverengi gözleri çelik gibi bir iradenin yansıması gibi kaşlarına sirayet edip onları

97


Öykü

kırıştırıyordu ama ne vardı ki iradesi, azimle süründüğü kuru karanfil kadar kırılgandı. Çiçeğin yanına gelince dudaklarını ısırarak bacaklarını topladı ve diz çöktü. Ölü çiçeği bir kuş yavrusunu tutar gibi nazikçe yerden aldı. Bir süre parmaklarında döndürüp onu inceledi. Burnuna götürüp kokladı. Parmak uçlarıyla yapraklarını okşadı ve ince dudaklarıyla kuru çiçeklere bir buse kondurdu. Kendinden uzaklaştırıp hipnotik transa girmiş gibi tebessüm ederek çiçeğe baktı ve yavrusunu seven bir anne edasıyla çıplak göğüslerinin arasına bastırdı. Yüzünde belli belirsiz bir mutluluk okunuyordu. Sanki çirkin yüzü aydınlanmış, neredeyse güzelleşmişti. Önüne düşen saçlarını eliyle başının arkasına attı. Yerden eliyle destek alarak ayağa kalktı. Topallayarak işgalci askerlere doğru yürümeye başladı. Askerler merakla ve ürkerek kızın gelişini izliyordu. Sonuçta bilmedikleri bir ülkedeydiler ve kız da canlı bomba olabilirdi. Tedirgince hafif bir kıpırdanma oldu. Önce birbirlerine, sonra komutanlarına baktılar. Komutan gözlerini kırpmaksızın kızı izliyordu. Kızın dört asker tarafından tecavüze uğramış bedeninin ağır aksak kendisine gelişini seyrediyordu. Kız iki adımlık mesafede, komutanın tam önünde durdu. Çiçeği parmak uçlarında tutarak komutana uzattı. Gözleri çocukça bir edayla bakıyordu. Kızın dudakları aralandı. Ürkekçe konuştu. Sesi bile komutanın kulağına gitmekten korkuyormuş gibi çıkıyordu. “Sahip olduğum tek masumiyet bu,” dedi ve elindeki kuru karanfili parmak uçlarıyla komutana doğru uzattı. Gözlerinde “Çiçeği al barışalım, savaş bitsin,” diyen çocukça bir ifade vardı. Askerler komutana vereceği cevabı merak ederek baktılar. Komutan kupkuru, derin bir nefes aldı. Göğsü birkaç kez kabardı. Bir şey diyecek oldu ama sıcak, yakıcı, korkunç bir duygu boğazını düğümlemişti. Çene kaslarını sıktı. Gözlerini kızın gözlerinden ayırıp çıplak, toz içindeki ayaklarına çevirdi. Sonra ellerinin titrediğini fark etti. Yumruklarını sıktı. Boynuna asılı makineli tüfeği kavradı. Namlunun ucunu yukarı kaldırıp kendisine çiçek uzatan kızın alnına dayadı. Kızın gözlerinin içine baktı. Hiçbir zaman unutamayacağı o kahverengi gözlere baktı ve ateş etti. Askerlerin üzerine kızın hayalleri ve masumiyeti sıçradı. Komutan yere düşen karanfili alıp yürüdü. Öykü: Serkan KÖSE

98

99

İllustrasyon: Yunus KOCATEPE


Sanat Kursları Devam Ediyor.

GSF Hazırlık Eğitimi Yağlı ve Suluboya Eğitimi Temel Fotoğraf Eğitimi Karikatür, Çizgi Roman ve Çizgi Filim Eğitimi Eğitimi k u rl u k O li ç in il B e v ık rl a z Yaratıcı Ya Eğitimi t lü F n a Y e v o n a iy P l e m Te Klasik Keman Eğitimi ğitimi E r a it G o tr k le E e v r a it G k Klasi Geniş Bilgi ve Kayıt için

Mehmet Kaan Sevinç İş-Tel:0216 370 31 62 Cep-Tel:0554 821 99 96 om e-Posta:sasavinfo@gmail.c sanatblogspot.com www.sasav.org & sasavtseverler Vakfı SASAV-Sanatçılar ve Sana Yalı Mah.Küçükyalı Cad. No:19-Maltepe-İstanbul

100

Kitaplık

Din Karşıtı – Altıncı Nesil Din Karşıtı-Altıncı Nesil; yazar Bülent Eriş’ in Truva Yayınları tarafından basılan dördüncü romanıdır. Bülent Eriş, 2010 yılında yayınlanan Priamoesr’in Çemberi isimli romanıyla ülkemizde ilk kez Macera-Kurgu türünde bir eser veren yazardır ve Din Karşıtı-Altıncı Nesil’de yine aynı şekilde Macera-Kurgu türünde yazılmıştır. Roman, inanç sorunları yaşayan bir ilahiyat profesörü, üzerinde deney yapılmak üzere kaçırılan genç bir kadın ve bir paralı askerin başını çektiği ana karakterlerin ve yan karakterlerin öyküleriyle ilerleyen; zaman zaman aralarda italik olarak verilen bölümlerde yapılan geriye dönüşler (ve ileriye gidişlerle) olayların ve kişilerin altyapılarını ve gelişimlerini anlamamızı sağlayan bir yapı üzerine kurulmuştur. Anlatıda birbirine paralel giden bölümlerde bu kişiler üzerinden kurgu şekillenmeye başlar, bireysel öyküler giderek bir bütünün farklı parçaları olarak bir araya gelir ve tamamlayıcı yan karakterler ve öykülerle zenginleşerek ilerler. Kişiler kademe kademe bir araya getirilip kitabın ana öyküsünün etkin figüranları olarak mücadelenin sonlanması sağlanır. Roman son dönemde güncel olgular/kavramların birçoğunu çatısı altında barındırmakta ve ustaca ana konuyla bütünleştirmektedir. Ömer Çelakıl, Kuran’ın şifresi, İsrail, Arap İslamı, türban, toplum baskısı, Kürt açılımı, alkol ve din, Da Vinci, küresel ısınma, sayıların gizemi, Yahova Şahitleri, Bahailik, Türkler, Matrix, Lost, Trabzon ekseninde milliyetçilik, asker uğurlama, bayrak fetişizmi gibi. Yazar tüm bu güncel olayları fantastik bir ana temanın ışığında, Din gibi önemli bir kavramın ekseninde harmanlaması dikkat çekmektedir. Ana temayı kısaca özetlemek gerekirse; Dünyadaki uygarlığı uzaydan gelen bir insan ırkı kurmuştur ve başlangıçta üç ana uygarlık vardır. (Atlantis, Doğu uygarlığı, Batı uygarlığı). Bunların amacı uzaylı ataları gelene kadar dünyaya yol gösterip onun teknolojik olarak belirli bir seviyeye erişmesine yardım etmektir. Zamanla bunlar yok oldular ve geriye iyi ve kötü güçler diyeceğimiz iki grup kalır Birisinin amacı kendilerini buraya bırakan atalarından intikam alıp dünyada çıkaracakları üçüncü dünya savaşından sonra yeni bir din oluşturup yeni insanı yaratmaktır. Bunun için yapılan genetik çalışmaların sonucunda seçilmiş kişilerin içinden çıkacak yeni bir peygamber beklenmektedir. Diğer grup ise dünyanın artık yok edilmesi gerektiğini söylemektedir. Bunun için gereken bomba ise gizli bir yerde zamanının geleceği 21 Aralık 2012 tarihini beklemektedir. Bu savaşın sonucunu şimdiki zamanda Antalya ekseninde gelişip Mısır’da sona eren mücadele belirleyecektir. Ele aldığı iddialı konuyla anlatının sahip olduğu genel sürekliliği, parçalı kurguyu/öyküyü başarıyla birleştirmesi, bir sonraki adımda sürprizlere daima açık ve kolay okunabiliyor olması, yazarın kurgulama/ birleştirme yeteneğiyle beraber Din Karşıtı-Altıncı Nesil herkesin okumasını tavsiye edebileceğimiz bir romandır.

101


Mehmet G端nay ERCAN

Pin-up

102


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.