Gölge Dergi Haziran2017, sayı117

Page 1

SAYI 117

HAZÄ°RAN 2017



Editör der ki; Çiçek sevenler ve bakanlar bilir. Güneş ne kadar hayati ise çiçekler için, Gölge de öyledir. Çünkü hiçbir çiçek bütün gün güneşin alnında kalmayı sevmez. Kim elleriyle büyüttüğü, solar iken dirilttiği bir çiçeğin saksısını, yaşamayacağını bile bile güneşe terk eder ki? 10. yılına çeyrek kala, bu çiçek solmasın diye uğraşan herkesi artık kökleri yeryüzüne tutunmuş bu ağacın Gölge’sinde soluklanmaya buyur ediyorum. ‘bu davet bizim...’

Gölge Dergi editörlüğü adına Tuğba Turan aka Balık Hafıza


ÇİZGİ-ROMAN

KARABALA YAZAN-ÇİZEN: HİKMET YAMANSAVAŞÇILAR Yazan: TUĞBA TURAN

Sinema yönetmenlerine çok özenmişimdir. Anlatmak için sayfalarca kelime ile uğraştığınız bir sahneyi, bir anlık görüntüde yakalayıverirler. Lakin kim bilir ne zor iştir yönetmen olmak, çünkü kaprisli yıldız oyuncularından tutun da yardımcı oyuncusu, setçisi, ışıkçısı, senaristi, makyözü, resim seçicisi, kurgucusu kameramanı, hepsi ayrı ayrı ilgi ve dikkat ister. Ya bunların hepsi bir kişide toplanırsa? Çizgi-roman çizmek bence böyle bir yetenek. Saatler, hatta günler, haftalar harcayarak film tadında bir çizgi-romanı adeta yaratırken, başrol oyuncusu da, makyöz de, ışıkçı da siz olduğunuz için kaprisini çekmek zorunda olduğu tek kişi kendinizsiniz. 4


TANITIM Neden bir çizgi-roman tanıtımı yazısına sinema ile girdim? Çünkü Hikmet Yamansavaşçılar’ın KARABALA’sı bende bir sinema filmi hissi yarattı okurken. Bir çizgi-romanı okurken okur-yazar olmak yetmiyor, okur bakar, bakmaktan ziyade görür ve okur-seyreder olmanız lazım. Gırgır dergisi yaşıyorken (hey gidi günler) ve HIBIR ve AVNİ olarak mitoz bölünmeye uğradıktan sonra da sevdiğim yazar-çizerlerin bir kısmı bir dergide, diğerleri diğer dergide kalmışken, iki dergiyi de alarak noktasına, vigülüne kadar okurduk kardeşimle. Karikatürlerin balonlarını okuyup gülüp geçmezdik. Karedeki ayrıntılara gülerdik. Bir Camız Abi’nin benekli donuna aylarca güldüğümüzü hatırlıyorum. Çölde ölmek üzere bir insanın etrafında kümeleşmiş akbabaların “Biz gıcığız” demelerine gülmüştük günlerce. Her şeyin saniyelerle katlanılabildiği, “skip” edilebilerek bir diğerine geçilemediği yıllardı o yıllar. Hikmet Yamansavaşçılar’ın KARABALA’sı da öyle. Başrolünde zamanın ötesinden kopup gelmiş çakır gözlü yakışıklı bir kahraman var (ben Optimus Prime’ı da yakışıklı bulduğum için göreceli olabilir ama bu kahraman gerçekten babayiğit!). Kahramanın sakin bir mizaçla en gerektiği anda kötü adamların karşısında bitivermesi, filmin en heyecanlı yerinde “Hadi vur vur, al eline kılıcı!” diye yerinde duramayarak izleyen seyirci gibi heyecan duymanızı sağlıyor sayfaları çevirdikçe. Bir, kötü adama tam zamanında tekmeyi basan güzel Ecey’in yerine, bir, tam kızı öldüreceklerken, Allah muhafaza öldürmeden önce de tecavüz edeceklerken binlerce kartalıyla kötülüklere saldıran Karabala’nın yerine koyuyorsunuz kendinizi. Bu yiğit ve korkusuz adamın kartal keskinliğindeki gözlerinde kaybolmadan önce, acaba filmi çekilse kim en iyi canlandırabilir bu karakteri diye düşünmeden edemiyorum. Dünya üzerinde yer ve zaman betimlemeden kurgulanmış KARABALA, tam da bu yüzden yersiz ve zamansız olmak yerine her coğrafya ve her devre

atıfta bulunuyor. Zalimliğin güçle ve parayla birleştiği her kültürde büyükduvar’ı örmeyi ve tavşanın bacağını ayırmayı ilk akıl edebilen taraf, yarıdan bir fazla çoğunluğu da ele geçirince “zavallı köylüler” olarak nitelendirilen bir lokma bir hırka yaşayıp giden masum insanları asıp kesebiliyor. Hem de ne uğruna! Maalesef erkek tarihinin ezelden beridir hiç azalmadan devam eden uçkur sevdası için! En büyük kötü adam olan Mar Han’ın oğulları olan Balkar ve Edige kardeşler, bir erkek yazarın elinden çıkmış olmaları nedeniyle “dönüp aynada kendi kemcinsinlerine bakış” (yanlış yazmadım kemcins) olarak yorumlayabileceğim bir kötülük manifestosu olarak çıkıyorlar karşımıza. Kötülükte öyle sınır tanımıyorlar ki, bir an geliyor, maceranın karesine girip, çıplak ellerinizle boğmak istiyorsunuz onları! Ne demiş Alfred Hitchcock, “Bir filmde kötü adam ne kadar iyiyse, film de o kadar iyidir.” Yeri ve zamanı sizin hayal gücünüze bırakılmış bu hikayeyi okurken, cinsiyetler arası güç dengesizliği ya da erkeğin kadın üzerindeki hükmü, günümüze de tekabül ediyor maalesef ve hala. Kötülüğün, arkasına yüzlerce asker, kılıç ve at toplayarak vücut bulmuş hali ise, at binemese ve kılıç kuşanamasa da, günümüz kötüleriyle bire bir örtüşmekte. KARABALA’nın ilk iki macerasından şu cümleyi alıntılamak isterim: “Yüreğin gökyüzünde gördüğün şu kapkara bulutlar gibi olacak. İçin daralacak, sıkılacaksın. Bulutlar, ne kadar karanlık ve kasvetli olursa olsun gökyüzünün maviliğinden asla kuşku duyma!” Kendi deyimiyle “bir çizerin 38 yıl aradan sonra çizdiği ilk albüm” olan Hikmet Yamansavaşçılar’ın KARABALA’sının üçüncü macerasını sabırsızlıkla bekliyorum. Bu yazdıklarımın bir ‘inceleme’ yazısı olmadığını belirtmeden sözümü bitiremem. Adına tanıtım yazısı dedim ama, bu, olsa olsa, KARABALA efsanesinin ilk iki macerasını okurken hissettiklerimi anlatma yazısıdır. Çizer arkadaşlara hep dediğim gibi, Cin Ali bile çizemeyen benim ne haddimedir çizgi-roman inceleme!

5


ÇİZGİ-ROMAN

FASİKÜL MÜ CİLT Mİ? Yazan: Mustafa Emre Özgen Çizgi romanla ilk tanıştığımda, elime aldığım yayınlar hep fasiküllerdi. İlk olarak 1 Numara Yayıncılık’ın, sonra Arka Bahçe Yayıncılık’ın fasikülleri… Türk okuru olarak biraz daha şanslıydık. Bir fasiküle iki dergi sığdırırlardı. Örneğin Spider-Man fasiküllerinde hep iki macera olduğu gibi, Arka Bahçe’den çıkan ikinci seri Spider-Man’lerde (Morlun’un ortaya çıktığı sayılar) iki farklı dergiyi içerirdi. Fasikülün ilk yarısı The Amazing Spider-Man, ikinci yarısı ise Peter Parker Spider-Man serisindendi. Böylece tek dergi olmasa da bir buçuk dergi fiyatına iki dergi okuyabiliyor ve aynı anda iki macera takip ediyorduk. Bir Spider-Man okuru olduğumdan, Morlum ve Füzyon isimli yeni ve sağlam kötülerin çıktığı sayılar da bı yayınlara denk gelir. Fasikül hem baskı hem de dönem olarak zor bir yayın türü. Okur süren macerayı her ay takip etmekte zorluk çekebiliyor. Yukarıda bahsettiğim ikinci seri Spider-Man’de Morlun macerası tam altı sayı sürmüştü. Aylık yayınlanan seride maceranın tamamlanması için altı ay takip ettik. Ama her okur için bu sadık olma durumu geçerli olmayabiliyor. Çizgi roman yayıncılığının sekteye uğradığı 2000’li yılların ortalarında fasikülden ciltlere geçiş denemeleri yapılsa da, istenilen verim alınamamış olacak, birkaç sayı sonra ciltler de sona erdi. X-Men, Daredevil ve Hulk, fasikül kalitesinde ciltler çıkarsa da devamı gelmedi.

Ciltler çizgi-romanı daha nitelikli hale getirdi 2008 yılından itibaren Hoz Comics’in yine Spider-Man serisinden yola çıkarak kuşe kâğıda baskılı ciltler yayınlanmaya başladı. Ortalama 15, 20 Lira civarında satılan bu ciltler başta ekonomik olarak bizleri yordu açıkçası. Yeni üniversiteyi kazanmıştım ve eksiklerimi tamamlamak için iyi paralar döküyordum. Ciltler kaliteli ve pahalı hale gelirken çizgi roman okurunun da niteliğini yukarılara çekti. Bir süre için bu alana para ayırabilen, yaşça daha büyük kişiler tarafından ilgi gören ciltler, ileriki yıllarda sinema etkisiyle çizgi romanın yaygınlaşmasına kadar kolay kolay ulaşılamayan şeyler oldu.

6


İNCELEME Marvel Sinematik Evreni’nin başlattığı çizgi romana olan ilgideki artış, yayıncılar için de yeni fırsat kapısı haline geldi. Ciltler kaliteli ve pahalıydı, yine yeterince satmıyordu ama ilgi yükseliyordu. Çok daha fazla çizgi roman yayınlanmaya başladı, Yeni seriler peş peşe geliyor, önemli ciltler ikinci, hatta üçüncü baskıları yapıyordu. Yeni çıkan filmler ve diziler ile birlikte o karakterlerin maceraları bazıları ilk kez olmak üzere Türkçe olarak bir bir yayınlanıyordu. Yakın zamanda daha önce Türkiye’de neredeyse hiç yayınlanmamış Flash, Green Arrow, Green Lantern, Hawkeye ve Deadpool gibi pek çok yeni seri okurun beğenisine sunuldu. Eski karakterler ise sürekli yeni sayılara devam etti. Marmara Çizgi’nin Spider-Man serisi 21 cildi geride bırakırken pek çok yan cilt yayınlandı, Batman ve Superman gibi karakterler için de durum benzerdi.

Elli lirayı aşan çizgi-romanlar Cilt hâlâ pahalı. Elli lirayı aşkın fiyatta satılanlar var. Ama çeşitli kanallarda indirimleri takip eden okurlar bunları daha ucuz satın alabiliyor. Bir yandan Türkiye’de Teksas -Tommiks döneminden sonra yeniden altın çağ yaşanıyor, bu bir gerçek. Hepsini bir kenara bırakırsak, benim bir okur olarak fasiküllere ilgim hiç tükenmedi. Çok örneklendirdik ama Marmara Çizgi’nin Avenging ile Superior Team Up Spider-Man fasikülleri ile diğer Marvel fasikülleri sağlam maceralar olmasa da okumaktan çok zevk aldığım yayınlar oldu. Jedbang’in Batman fasikülleri yoldaymış. Presstij Kitap Yargıç Dredd ve Star Trek fasiküllerini yayınladı. Yabani fasikül formatında 10 sayı devam etti. Keşke fasikül formatı düzene girse de okumaya ve takip etmeye öyle devam etsek. Ayda bir değil de haftada bir, ya da 15 günde bir yayınlansa. Ama okur yapısı ve ülke şartları buna pek izin vermiyor. Kendi gözümden çizgi roman yayıncılığının gelişimini böyle özetleyebilirim. Ciltler biraz daha ucuzlasa fena olmaz sanırım…

7


HİKAYE

VARKOLAKLARIN GECESİ: 8 Yazan: MEHMET BERK YALTIRIK 8

Çizen: GÖKÇE DENİZ


HİKAYE Kırmızı Lada hızla uzaklaşırken Yaren’le Çağıl çarşı istikametine doğru hiçbir şey söylemeden yürümeye başlamışlardı. Yaren çok fark edilmeyen bir ses tonuyla: “Senin ev ne taraftaydı?” diye sordu. Çağıl fark etmedi. Aklında o an Danica ile kendi evine geleceğini bildiği Yaren vardı. Danica’nın sözleri, aklına soktuğu düşünceler dönüp duruyordu. Yaren’i elde edebilir miydi? Çok sonradan fark edebildi Yaren’in kendisine seslendiğini: “Efendim?” “Evin ne taraftaydı?” “Binevler tarafında. Otobüs kalkıyor bu saatte, durağa ulaşırsak vakitlice gideriz.” Bir süre sessiz sedasız yürüdüler. Yaren: “Sence de Engin’de bir gariplik yok muydu?” “Şimdiye kadar normal miydi?” “Onu demiyorum. Biraz önceki hali… Muzaffer Abi’nin konuşmak istemesi falan.” “Bilmiyorum. Dikkat etmedim.” Çağıl’ın zihninde iki soru dönüyordu, hiçbir şeyle ilgilenebilecek vaziyette değildi. Danica mı yoksa Yaren mi? Bir anda zihninde sanki yabancı bir ses belirdi. “Yaren…” ismi kulaklarına fısıldandı. Sanki Yaren çekim gücüne sahipti de manyetik bir alanmışçasına kendine doğru çekiyordu. Gençler sokakta asude yürürken tepelerinde apartman duvarları üzerinden kertenkele misali ilerleyen Danica’nın varlığından habersizlerdi. Danica, Çağıl’ı Yaren’e karşı zihinsel komutlarla kışkırtıyordu. Çağıl dürtülerine hakim olamayarak bir anda kızın üzerine atıldı. Yaren beklenmedik bir küfürle Çağıl’ı ittirdi: “Ne yapıyorsun salak! Ödümü patlattın!” “Ben… Ben hoşlanırsın sanmıştım.” Yaren şaşkın gözlerle Çağıl’a baktı: “Yanlış anladım değil mi? Yanlış anladığımı söyle bana. Sen… Sen ne yapmaya çalışıyorsun?” “Senden hoşlanıyorum…” Bunu aniden nasıl söyleyebildiğine Çağıl da şaşırdı. Yaren hayli sinirli görünüyordu. Çağıl’ın yüzüne beklemediği bir anda sert bir tokat savurdu. Delikanlı yüzünü acıyla sıvazlarken, kız parmağını tehditkâr bir şekilde salladı: “Sakın peşimden gelmeye kalkma! Bir daha gözüme görünme! Sakın!” Koşar adım çarşı istikametinde yürümeyi sürdürürken telefonunu çıkardı. Tam tuş kilidini açacakken Çağıl aniden kolunu yakalayarak kendisine doğru çekti: “O manyak Engin’de ne buluyorsun? Düz, sıradan. Yaşantısı yok. Psikolojik sorunları başlamış durumda. Hem ben seni ondan tanıyordum! Engin gelip resmen çaldı!” Yaren’in yüzünün nefretle kasıldığını geç fark etti. Genç kız yüzünü tırmalayacakmış gibi yaptıktan

sonra aniden kasıklarına tekmeyi savurdu. Çağıl iki büklüm olup yere çöktüğü esnada ara sokaklara doğru koşmaya başladı. Sinirlerine hâkim olmaya çalışarak gözlerine hücum eden yaşları güç bela zapt ediyordu. Çağıl yerde yatmaktayken kulağına birden Danica’nın tatlı fısıltıları gelmeye başladı: “Aileye katılmaya henüz hazır değil. Peki sen hazır mısın?” Kafasını kaldırıp etrafına bakındı. İçinden: “Kıza rezil olduk…” diye söyleniyordu. Sokağın iki tarafına da bakındığında kimseyi göremedi. Bir anlığına havadan siyah bir karaltının üzerine doğru indiğini zannetti. Kafasını tekrar havaya kaldırdığında kuş zannettiği şeyin sivri dişleri ve ışıldayan gözleriyle Danica olduğunu anladı… Yaren ara sokakların ıssızlığından ürkerek ve hızını değiştirmeden kısa sürede Londra Asfaltı’na çıktı. Durakta kimse yoktu. Caddeden arada sırada bir-iki araç hızla geçiyordu. Çağıl’a olan öfkesi henüz geçmiş değildi. Whatsapp’tan sınıf arkadaşlarından birine mesaj atarak onlarda kalıp kalamayacağını sordu. Arkadaşı gelebileceğini yazınca onların muhitine giden otobüsü beklemeye koyuldu. Arada bir içinde yılların arkadaşlığının bu şekilde bitmesinden doğan bir öfke nöbeti yükselse de sinirlerine hâkim olmaya çalışıyordu. Çağıl’ın sakin bir şekilde karanlık bir köşe başından dönüp kendisine doğru yürüdüğünü fark edince sinirini daha fazla tutamadı: “Hala ne yüzle peşimden geliyorsun lan!” diye gürledi. Sesi boş caddede çınladı. Çağıl hiçbir tepki vermeden sakince yürümeyi sürdürüyordu. Durağın dibindeki ışığın altına geldiğinde parıldayan gözleri ve uzamış dişleriyle arz-ı endam etti: “Beni böyle sev seveceksen Yaren!” O esnada Muzaffer’in kırmızı Lada’sı çoktan tenha yollardan Kırklareli istikametinde hızla ilerlemekteydi. Çağıl, Muzaffer’e merakla bakmayı sürdürüyordu: “Kırklareli’yle vampiri yok etmenin ne alakası var abi?” “Eski cadıcıların kullandığı bir metot. Eski dememin nedeni buna bir-iki halk hikâyesinde rastladım, memoratlarda, söylencelerde yoktu. Belki 1700’lerden beri uygulayan olmamıştır.” “Kırklareli’ne gitmek mi?” “Hayır be! İti ite kırdırmak diye tarif edebileceğim metot. Vampirler yahut hortlaklar belli muhitleri sahiplenirler. Başka bir ölümsüzün sahalarında görünmesini saldırı gibi algılarlar. Çoğu zaman cadıcılar işe karışmadan vampirler birbirini kırar. Varkolaklar böyle ellerini kollarını sallayarak Edirne’de beslenebiliyorlarsa bunun tek bir anlamı var. Edirne bölgesi boşta. Bir ara acayip kayıp vakaları vardı, son birkaç yıldır yok. Belki bir dönem vardı ama artık olmadı9


HİKAYE ğını söyleyebiliriz.” “Böyle il il mi faaliyet gösteriyorlar?” “Onlar insanların sınırlarına bir köpeğin ağaca işaret bırakması misali, sadece işaret koymak için ihtiyaç duyarlar. Edirne’de böyle biri yok. En azından efsaneler ve söylencelerde rastladıklarım artık yaşamıyordur. Ama çok yakınlarında, öldürüldüğüne dair hiçbir söylenceye denk gelmediğim, halen var olması kuvvetle muhtemel biri var.” “Belki söylencelerde kalmıştır?” “Bir ara bu özel kanallarda gizemli programlar furyası vardı, yaşın gereği hatırlamayabilirsin. 2005’e doğru bu furya tekrar hortladı. Çeşitli kanallar sırlı, esrarengiz konularla ilgili programlar çekiyorlardı. Bir tane de biz çekeriz diyen bir kanal benimle irtibata geçti. Benim hikâyelerimde geçen bir köyün gerçekte olup olmadığını öğrenmek istediler. Ben de eğlencesine harabe olduğuna inandığım, Osmanlı döneminde boşalan ve adı “Istrancalar karyesi” olarak bilinen köyün harabelerine götürdüm.” “Bir dakika… Hani Varkolakların evine giderken bizim Çağıl’ın sorduğu yer mi? Kurgu olduğunu söylemiştiniz.” “Bu geceye kadar göz yanılgısı olduğunu zannettiğim bir olay yaşadık o gece bahsettiğim köyde. Bazı siyah şekilli adamlar gördük. Gözleri parlıyordu. Kaldığımız harabenin etrafına dua çemberi çizerek sabaha dek onları uzak tuttum.” “Cinler de mi var işin içinde?” “Cin mi peri mi bilmem. Ben köyü söylencelerde duymuştum, tarif edilen yere ilk kez o ekiple gittim. Orada söylencelerde geçtiği gibi bir tepenin ucunda yükselmekte olan kara suretli bir kasır da vardı. Kasra yanaştığımız sırada adamlar göründü. Bir şeyi koruyor gibiydiler. Sabah olunca oradan ayrıldık, program iptal oldu falan feşmekân. Bu gece yaşadığım o şeyden sonra kafamda bu fikir uyandı. Orada hala varlığını sürdüren bir şey var. Bize yardımı dokunabilecek bir şey.” “Nasıl bir şey?” “Bir zamanlar ister ölümlü olsun, ister ölümsüz adını duyan birçok Bulgar’ın ve Balkan ahalisinden kimselerin titrediği bir şey. Istrancalarda yuvalanmış eski bir kötülük.” “Ben Istranca Dağları’nda geçen öykülerini okumuştum… Yoksa… Ona mı gidiyoruz?” “Bravo! Dikkatli okurları severim…” “Onu sen kurgulamadın mı abi?” “Belgelerde ve bazı folklor belgelerinde rastladım. Sonra kitaplara uyarladım. Tahminim doğruysa bir şekilde varlığını sürdürüyor. Bu kadar yakınına başka bir vampirin sokulduğunu öğrenince ilgisini çekecektir.” 10

“Kavgaya çağırır gibi mi?” “Tam öyle değil. Elimizi kolumuzu sallayarak oraya giremeyiz. Ancak bir ritüel var. Bunu yapabilirsen “vampirin misafiri” olursun. Bu bir tür büyüdür. Bunu yaptığın zaman sıradan bir insan değil de vampirin dokunamayacağı biri gibi ona yaklaşabilirsin. Bunu genellikle cadıcılar bir hortlakla, vampirle konuşmak gerektiği zaman kullanırlarmış.” “Nedeni bizimkine yakın bir şeydir herhalde.” “Belki. Daha çok başka bir vampir hakkında bilgi almak için. Yahut çok güçlü bir vampirle anlaşabilmek adına.” “Bunu Varkolaklar’da deneyebiliriz.” “Onun niyeti farklı. Vazgeçiremeyiz. Bizden güçlü. Ona saldırdığımız an bu büyünün koruması da kalkar.” “Cadıcıların bu yönteme neden sık başvurmadığı anlaşılıyor.” “Onunla alakası yok. Bu hem büyü hem de bir vampiri selamlamayı içeriyor. Vampirler lanetli varlıklar olduğundan bilerek onlara selam vermek günah gibi algılanıyor.” “Pagan ritüeller içinde dini kaygılar…” “İnançlar zıt gibi görünseler de asırlarca birbirlerine nüfuz ederek yaşamışlardır. Bu ritüel de biraz bu yüzden uygulanabilmiş.” “Anladığım kadarıyla ritüeli vampirle konuşma ihtimali varsa uyguluyorlar.” “O kadar kolay değil. Vampirin göbeği kesilirken yahut vaftiz edilirken konulan ilk adını, anne ve baba adını, doğum yeri ve tarihini ritüelde zikretmen lazım. Bu bir nevi davet olacaktır. Taraflar arasında güvence için. Daha sonra zarar görmeden onun yanına gidip konuşabileceğiz.” “Peki yaptık diyelim ki. Ne diyeceğiz? “Abi şehrimize başka vampir dadandı. Hayrına bir el at” mı diyeceğiz?” “Böyle kaba saba değil ama usturuplu bir dille; evet tam olarak bunları söyleyeceğiz. Lakin daha önemli bir husus var. Aklında tutarsan sevinirim. Planımızın doğru işlemesi açısından mühim.” “Nedir abi?” “Ona gerektiği şekilde hitap etmelisin. Saygısızlıktan pek hoşlanmaz. Sizin kuşak biraz lakayt. O yüzden kibar ve saygılı olmaya dikkat et. Kendisine laubali şekilde seslenilmesinden de hoşlanmayacaktır.” “Tamam abi dikkat ederim. Nasıl hitap etmeliyim…” “Paşa hazretleri demen yeterli…” DEVAM EDECEK


HİKAYE

SON MAÇ Bölüm-2 Yazan: ATİLLA BİLGEN

Çizen: YUNUS EMRE KELEŞ 11


HİKAYE Mahalli bir spor kulübünün düzenlediği turnuva da olsa, ne gam; finale çıkmıştım! Maç bittiği an o sevinçle adeta uçarak eve gittim ve eşim kapıyı açana kadar elimi zilden ayırmadım. İçeri girer girmez de konu komşunun rahatsız olmasını umursamadan “Finaldeyim!” diye haykırdım. “İnanmıyorum!” dedi eşim, “Şaka yapıyorsun,” dedi, “Haydi canım,” dedi ve sonunda ikna oldu. O heyecanla beni soru yağmuruna tuttu. Maçı en ince detaylarına kadar öğrendikten sonra, rakibimi tanıyıp tanımadığımı sordu Olumsuz anlamda başımı sallayınca “Telaş etme hayatım, yeneceksin,” dedi. “Nasıl bu kadar eminsin?”diye sordum. “Altıncı hissim kuvvetlidir hayatım, anında hissettim.” “Bu geceyi neden bilmedin?” “Alt tarafı yarı finaldi! Bu kadar basit bir şey için altıncı his rahatsız edilir mi? Ama bak final önemli! Az önce sordum; yenecek dedi! Şunu aklından sakın çıkarma hayatım; o kupa bu eve gelecek ve büfeye konacak,” dedi ve ardından yarın akşam maça geleceğini söyledi. Bu isteğine hemen karşı çıktım, zira seyretmesi beni daha çok heyecanlandırırdı. Gönülsüz de olsa isteğimi kabul edince banyoya girdim. Çıktığımda gerek sıcak suyun, gerekse oynadığım maçın etkisiyle vücudum gevşemişti. Gözkapaklarım kendiliğinden kapanıyordu. Eşime “Çok yorgunum ben yatıyorum,” dedim. “Yat tabii ki,” dedi ve “Yarın büyük gün. Güzelce uykunu al ve dinlen. Unutma o kupa buraya gelecek!” diye de ekledi. Başım yastığa yeni değmişti ki, eşimin sözleri zihnimde yankılandı: “Yarın büyük gün!” Gerçekten önemli bir gündü ve bu yüzden iyi dinlenmeliydim. O amaçla gözlerimi sıkı sıkıya kapattım, ama bir türlü uyuyamadım. İçim heyecandan kıpır kıpırdı. Pozisyonumu değiştirip sağ tarafıma döndüm, sonuç değişmedi. Başımı yastığın altına soktum, sadece yürek atışlarım biraz daha hızlandı. Sırtüstü uzanıp gözlerimi tavanda belirsiz bir noktaya diktim ve zihnimde maçı oynamaya başladım. Daha önce planladığım gibi topları rakibimin bachandine gönderiyordum, ama attığım her top aynı şiddete bana geri dönüyordu. Ne oluyor dememe kalmadan rakibim üstünlüğü ele geçirdi. Solak olduğunu anladığımda ise maçı kaybetmiştim. Bu olasılık huzursuzluğumu daha da arttırdı. Eşim odaya girip yanıma uzandığında, rakibimin solak olup olmadığını öğrenmeliyim diye düşünüyordum. Derin bir uykuya daldığını gösteren hırıltılarını duyduğumda ise, maç sırasında yaşanması muhtemel diğer olasılıkları tekrar tekrar gözden geçiriyordum. Uykusuzluktan gözlerim yanarken komodininin üstündeki saate baktım, ikiyi 12

yirmi geçiyordu. Hemen uyuyabilirsem, beş saat on dakika dinlenmiş olacaktım. Yetmez ama neyse deyip gözlerimi bir kez daha kapattım. Ardı ardına esnememe karşın bir türlü dalamadım. Saate son kez baktığımda üç buçuktu ve önümde sadece dört saatim kalmıştı. Sağa sola dönerken sonunda sızdım. Alarm çaldığında yeni uyumuş olduğuma yemin edebilirdim! Zorlukla yataktan kalkıp banyoya girdim ve ayılana kadar duşun altından çıkmadım. Finale çıkacağım, ne benim ne de asistanımın aklına gelmişti. Bu yüzden neredeyse her saate randevu vermiştik. Saat altıda son hastamı gönderdiğimde yorgunluktan ayakta duracak halim kalmamıştı. Maçın başlamasına sadece üç saat vardı. Biraz dinlenmek amacıyla koltuğuma oturup ayaklarımı masaya uzattım ve sekreterimin getirdiği kahveyi ağır ağır içmeye koyuldum. Bir yandan da ne yapacağımı planlıyordum. Yediye doğru çıkarsam; trafiğin durumuna göre yedi buçuk sekiz gibi kulüpte olur, ardından üstümü değiştirip korta giderdim. Isınırken rakibimi tanıyanlardan tüyolar alır, rüyamda gördüğüm gibi gerçekten solak olup olmadığını öğrenirdim. Dokuzda da dananın kuyruğu kopardı. Ulan bir de adamın işi çıksa ve gelemezse… “Çıkabilir miyim?” Asistanımın sesi kurduğum hayalin devam etmesini önledi. Başımı sallayıp “Tabi ki, zaten bende birazdan gideceğim,” dedim. “Akşam için başarılar.” Asistanım gidince oturduğum koltuktan kalkıp tembelce gerindim. Önlüğümü çıkartırken gözüm saatte takıldı, yediye geliyordu. Yolcu yolunda gerek dediğim sırada kapı çalındı. Asistanım olamazdı, zira anahtarı vardı. Bu durumda gelen hastaydı. Kapıyı açmam geç kalmama sebep olacağından sessizce gitmesini bekledim, ama bir işe yaramadı. İçeride olduğumu bilircesine ısrarla çalmaya devam etti. Saniyeler ilerledikçe direncim azalıyordu. Bir yanım “Bu kadar ısrarlı davrandığına göre acil bir olay olmalı, açmalısın,” derken, diğer yanım “Saçmalama!” diyordu. Kapıdan ayrılmadığı sürece dışarı çıkamazdım. Bu yüzden eninde sonunda açmak zorundaydım. Belki acil bir vaka değildi. O zaman durumu anlatır ve başka bir güne çağırırdım. Ama ya tersiyse? Ne halt yiyeceğimi bilememenin çaresizliğiyle bir süre kıvrandıktan sonra, bildiğim tüm duaları mırıldanarak kapıyı açtım. İri yarı, esmer, bıyıklı bir adam beni görünce kollarını iki yana doğru açtı ve “Koçuma bak be hiç değişmemiş!” dedi ve ardından ne olduğunu anlamadan bana sıkıca sarılıp yanaklarımı sırayla öptü. Kollarından zorlukla kurtulup yüzüne bir kez daha baktım. Arkadaşım olmadığı gibi hastam da değildi, ama bu kadar sami-


HİKAYE mi davrandığına göre yabancı da değildi. O zaman kimdi bu adam? Ses çıkarmadığımı görünce koluma girdi ve “Sen galiba beni tanımadın?”diye sordu. O mahcubiyetle “Tanıdım tanımasına da kim olduğunu çıkartamadım,” diye saçmaladım. “Hele bir çayımızı içelim ben çıkartırım sana.” “Çay mı?” “O kadar yoldan gelmişim çayını içmeden hayatta gitmem!” “Şey… İçeriz içmesine de… Bende tam çıkıyordum.” “Bu saatte mi? Paraya doymuşsun anlaşılan!” Tanımadığım bir adamın yılışık bir şekilde konuşması canımı sıkmıştı. O bıkkınlıkla “Benimle nasıl öyle konuşuyorsun? Hem kimsin sen?” diye sordum. Sözlerime bozulacağına ağzı dolusu güldü ve “Anlaşılan sen beni tanımadın. Dur yan döneyim de burnuma bak. Zamanında az alay etmezdin bu koca burunla. Şimdi söyle bakalım çıkarttın mı?” “Burun mu?” diye sorduktan sonra yüzüne bir kez daha baktım, ama bir işe yaramadı. Adamı da burnu da hayatımda ilk kez görüyordum. “Cevat oğlum Cevat. Ortaokuldan Koca Burun Cevat. Şimdi çıkarttın mı?” Aradan o kadar uzun yıl geçmişti ki, söylemese tanımam olanaksızdı. Mahcup bir ifadeyle yanına sırtına dostça dokundum ve “Valla ne yalan söyleyeyim tanımamıştım. Söylesene beni nasıl buldun?” diye sordum. “Gogul abime sordum adresini hemen verdi.” “Eee neler yapıyorsun?” “Böyle ayakta mı konuşacağız azizim? Hele önce bir içeri girelim karşılıklı oturalım. Çayımızı içerken anlatırım.” “Valla çok iyi olur Cevat’çığım, ama az önce dediğim gibi tam çıkmak üzereydim. Acil bir işim var da…” “Meraklanma azizim yatıya gelmedim. Çıkarsın birazdan. Ancak önce şu gül yüzünü bir göreyim, iki çift muhabbet edelim. Haaa arada bir de dişime baktın mı giderim.” Saatime baktım tam yediydi. Beş dakika konuşsak, beş dakika da dişine baksam en geç yediyi çeyrek geçe çıkardım. Trafik ne halde olursa olsun maça yine yetişirdim. O rahatlıkla “Kusura bakma Cevat’cığım. Yetişeceğim derken bende akıl kalmadı. Geç otur söyle.” dedim. “Azizim eskiden de böyle şakacıydın! Tabi ki oturacağız. Bunca yolu kapıda durayım diye gelmedim!” Karşılıklı olarak oturur oturmaz bacak bacak üstüne attı. Muayenehaneyi teftişe gelmiş denetçiler gibi etrafına bakarken “Anlat bakalım bunca yıldır neler yapıyorsun? Bizden kimseleri görüyor musun?

Evlendin mi. Çoluk çocuk var mı?” diye ardı ardına sorular sordu. Konuyu bir an önce toplamak için hızlıca “Kimseyi görmüyorum. Evliyim. Bir kızım var.” dedim. “Okumuş adamın hali başka oluyor azizim. Bizde tam beş çocuk var.” “Allah bağışlasın. Kalk bir dişine bakayım.” “Kaçıyor muyuz be azizim? Bakarsın elbet. Ama önce bir hasret giderelim di mi?” “İşim var Cevat’çığım. Çıkmam lazım …” “Yaa geldiğimden beri işim var işim var diye tutturdun. Neymiş bu iş? Hele bir anlat da bilelim.” “Tenis maçım var.” “Tenis mi? Allah iyiliğini versin, bende önemli bir şey var sanmıştım. Demek spor yapıyorsun? Belli belli. Baksana çakı gibisin. Bir de bana bak? Kilo aldık, saçlar gitti. Çöktük be azizim çöktük. Neden dersen; hayat mücadelesinden! Oradan oraya koştururken kimin aklına gelir spor? Az önce de dediğim gibi bende tam beş çocuk var. Onlarla ilgilenmekten kendime zaman mı kalıyor? Örneğin dişim. Kaç aydır kötü, ama anca zaman bulup gelebildim yanına.” “Tam da gününü buldun!” “Haklısın. Ancak bugün fırsat buldum. Ama bakıyorum da senin keyfin yerinde! Spor da yaparsın, çapkınlık da... “ “Rahatlıkla ne alakası var Cevat. Mesai saatlerinde değil dinlenme saatlerimde gidiyorum spora. Sen akşamları televizyon seyrederken ben deli gibi antrenman yapıyorum. İnan akşamları ancak on bir, on ikide eve gidebiliyorum.” “Vay be demek on ikide eve gidiyorsun ve yenge bir şey demiyor? Ben o saatte eve gitsem içeri sokmazlar. Azizim elinde böyle anlayışlı bir kadın varsa sen kesin çapkınlık yapıyorsundur!” “Çapkınlığa değil spora gidiyorum.” “Ne malum?” “Haydaaaa kimseye bir şey ispatlamaya ihtiyacım yok.” “Bırak bırak biliriz biz bu spor ayaklarını… Valla yenge çok anlayışlı bir kadın!” “Herkesi kendin gibi biliyorsun galiba?” “Nerdeeeee? İstesem de çapkınlık yapamam biliyorsun…” “Biliyorum biliyorum beş çocuğun var. Onlar için çalışmaktan fırsatın olmuyor, ama vakit bulsan anında yaparsın.” “Ayıpsın hiç affeder miyim? Bir daha mı geleceğiz bu dünyaya, ama bu spor işi harbiden hoşuma gitti. Dur akşam hanımın ağzını bir arayayım, bakarsın beni de yollar.” “Hani fırsat bulamıyordun?” “Canım benim gideceğim spor başka !” 13


HİKAYE “Senin amacın üzüm yemek değil...” “Azizim çapkınlık da bir nevi spor! Onda da ter akıtıyorsun, kalori yakıyorsun…” Cevat’a laf anlatamayacağımı anlamanın sıkıntısıyla saatime baktım; yedi buçuktu. Bir yerime iğne batmışçasına yerimden fırladım ve “Haydi kal da dişine bakayım.” dedim. “Yaaa sende hemen oturtacaksın koltuğa! Bir soluklansaydık. Biliyorsun dişçi korkusu diye bir şey var.” “Kaç yıllık arkadaşımın canını yakacak değilim.”dedim ve adeta sürüklercesine koltuğa götürdüm. Eldivenimi giyerken “Neyin var?” diye sordum. “Valla inanır mısın bir bokum yok. Kaç yıldır çalışıyorum sıfıra sıfır elde var sıfır.” “Cevat dişini soruyordum.” “Biliyoruz canım. Koltuk korkusunu yenelim diye espri yapıyorum. Gerçi bu iş sana düşer, ama haydi bu seferlik görmezden gelelim.” Zoraki bir şekilde gülümseyerek “En iyisi ben bir bakayım.” dedim. Ağzında yok yoktu. Çürük, kök, kırık kaplamalar, tartar… Ama bunlardan hangisi için bana gelmişti? Umarım ağrısı yoktur, yoksa kesin sıçtım diye düşünürken “Gördüğün gibi ağzım tam bir enkaz, ama onları şimdilik boş ver sadece ön dişimdeki kırık kaplamayı hallet.” dedi. Rahat bir nefes almıştım, zira bir aksilik olmazsa kaplamasını birkaç saniyede sökerdim. Sonrası zaten benim değil teknisyenin işiydi. Bu düşünceyle “Söküp laboratuara yollayacağım Cevat’cığım. İki gün sonra da gelirsin takarım.” dedim. “O zaman ne duruyorsun sök bakalım. Biliyorsun tenise yetişmemiz lazım.” dedi ve koca bir kahkaha patlattı. Ya sabır çekip köprüsünü çıkarttım. Ağzını çalkalarken ceketimi giydim, böylece hemen çıkmamız gerektiğini gözüne sokmuş oldum. Ama hiç oralı olmadı. Ayağa kalkıp direkt salona geçti ve eski yerine kuruluverdi. Şaşkınlıktan öyle kalakalmıştım. “Dikilme ayakta da geç otur karşıma. Hele stresimi atayım sonra çıkarız.” “Ama maçım var.” “Yaa tamam. Anladık. Maça yetişeceksin ama bizimki de can birader. O koltukta neler çektiğimi bir ben bilirim bir de Allah. Bu heyecanla yola çıkarsam kesin kalp krizi geçirir ve ölürüm. Bunun vicdan azabıyla nasıl yaşarsın?” Zoraki bir şekilde gülümseyerek saatime baktım; sekize çeyrek vardı. Beş dakika sonra çıkarsak ucu ucuna yetişirim diye düşünüp karşısına geçip oturdum. Bir süre yüzüme baktıktan sonra “Vay be aradan tam otuz sene geçmiş. Neydi o günler? Neler neler yaşadık seninle?” dedi. Yanıt vermedim, zira neler yaşadığımızı gerçekten bilmiyordum. Zihnim14

de ikimize ait anı yoktu. Bir an hatırladığı anıları sormak istedim, ama ona muhabbet edecek konu vereceğimden korkup sesimi çıkartmadım. Konuşmadığımı görünce sıkılacak ve kalkacaktı. Topa girmediğimi görünce hemen konuyu değiştirdi: “Ev nerede?” “Beşiktaş.” Aldığı yanıt hoşuna gitmişçesine başını salladı ve “Güzel yerde oturuyorsun. Bizimkini satabilirsem belki sana komşu olurum.” dedi. O an hayatımın hatasını yaptım ve nerede oturduğunu sordum. Böylece aradığı pası almış oldu! “Ortaköy. Şimdi güzel yerde oturuyorsun neden değiştirmek istiyorsun diyeceksin. Haklısın yer güzel. Denizi cepheden görüyor, ama azizim huzur olmadıktan sonra neye yarar? Şimdi haliyle bu huzursuzluğu merak ettin, ne var ki kibarlığından dolayı soramıyorsun. Sen benim kardeşim sayılırsın. Bu yüzden anlatayım da dinle.” Geç kalma korkusuyla “Ailevi meseleyse anlatma istersen” dedim. “Kardeşimden mi saklayacağım? Azizim zamanında babamla iki amcam Ortaköy’den bir arsa almışlar. Sonra da para buldukça oraya üç katlı bir apartman yaptılar. İçinden ne güzel hayatın kurtuldu diye geçirdiğinden eminim. Bilakis hayatım battı azizim. Nedenini merak ediyorsun, ama sabırsızlanma hepsini tane tane anlatacağım.” “Haydi beeee!” “Şimdi bizimkiler oraya üç katlı binayı diktiler. Buraya kadar her şey iyi güzel. Gelgelelim iş daireleri paylaşmaya gelince kıyamet koptu. En üst kat en güzeli, zira deniz manzaralı. Orta kat idare eder, ama bodrum berbat. Rutubetli, havasız, kümes kadar bir yer. O sıralar yeni evlenmişim. Babam git sen otur orada dedi. Babamın gelmeyeceğini duyunca büyük amcam üstü, ortanca amcam da diğer katı alınca bana kaldı bodrum. Tam isyan bayrağını açmıştım ki babam; “Onlar senin büyüğün. Birkaç sene dişini sık, sonra elbet değiştirirsiniz.” dedi. Bizim aile terbiyemizde büyükler ne derse o olur. Bu yüzden sesimi çıkartmadım. Aradan geçti üç beş yıl bunlarda tık yok. Bu arada bizde üredikçe ürüyoruz. İkiydik olduk dört. Sonunda beş olunca babama gittim ve “Görüyorsun halimi. Olmuyor böyle.” diye dert yandım.” Nefeslenmek için sustuğunda göstere göstere saatime baktım; sekizdi. Hemen kalkarsak belki yetişebilirdim, ama öyle bir niyeti yoktu! O huzursuzlukla ayağa kalkıp başında dikildim. Bu halimi görünce “Sen de sinirlendin değil mi? Haklısın olay sinirlenmeyecek gibi değil. Neyse ben böyle konuşunca babam haklısın der gibi başını


HİKAYE salladı. Sonra da sen kalk benden habersiz amcamlarla konuş. Adamlar pişkin. Ne çıkması demişler, biz zamanında daireleri paylaştık, olayı kapattık. Tabi benim bundan haberim yok. Akşam eve geldim babam mosmor. Ne oldu baba diyorum, tek kelime etmiyor. Hanıma soruyorum, bilmiyorum diyor. Deli olacağım. Evin içinde dolanıp duruyorum. Sonunda babam “Beni eve götür burada kalamayacağım.” dedi. Baba diyorum hanım bir saygısızlık mı yaptı; “Tövbe de evladım.”diyor. Peki ne oldu diyorum, tık yok. Neyse sonunda mecbur kaldım babamı eve götürdüm. Arabadan inerken “Bundan böyle sen gel yanıma. Ben o apartmana daha da gelmem.” dedi. Sinirden deli oldum. “Kesin benim hanım bir şey yaptı söylemiyorsun. Eve gider gitmez ben bunu ona sorarım.” diye konuşunca mecbur kaldı ve anlattı. Sonra da “Amcandır sakın onlara yanlış yapma. Bir süre bekleyelim, elbet yaptıkları hatayı anlarlar dedi. O olaydan iki ay sonra da babayı kaybettik.” “Başın sağ olsun.” dediğimde saatime baktım, sekizi on geçiyordu. Bunu görünce alnımda biriken terler ufaktan yanaklarıma doğru yol almaya başladı. “Allah razı olsun kardeşim. Senin de işin var biliyorum, ama bir yandan da sonunu merak ediyorsun.” Valla merak etmiyorum diye içimden geçirmeme rağmen sadece gözlerine boş boş baktım. “Neyse az kaldı zaten. Bu arada nüfus oldu mu altı. Eve sığmamıza imkân kalmadı. Bari dedim, duvarı yıkıp bahçeye bir kapı açayım, hem çocuklar dışarıda oynarlar, hem de güneşten yararlanırız. Evin için öyle karanlık ki azizim, inan ışık yakmadan gazete bile okuyamazsın. Ustalarla anlaştım tam işe başlayacağız amcalar geldi yanıma ve kıramazsın dediler. Orası bizim park alanımız dediler. O zaman siz inin ben çıkayım yukarıya dedim, ona da razı olmadılar. Ertesi günü soluğu yanlarında aldım. İkisinin de ellerinden öptüm sonra da “Bakın” dedim “babam öldüğüne göre ortak benim. Bu iş böyle devam etmez. Ya sırayla oturalım ya da bana fark verin” Olmaz öyle şey dediler. “Bakın” dedim “büyüğümsünüz bana vursanız bile sesimi çıkartmam, ama hakkımı da kimseye yedirtmem. Mahkemeye veririm sizi.”Sen kimsin ki bizi mahkemeye vereceksin dediler. “Görürsünüz “dedim.” “İyi yaptın Cevat’cığım” dedim, ardından saatimi göstererek “biliyorsun maçım var. Kalksak mı artık.” diye ekledim. O an hiç beklemediğim bir şey oldu ve başını sallayarak “Haklısın kardeşim. Kusura bakma daldım gitti. Neden uyarmadın ki beni?” dedi ve ayağa kalktı. Rahat bir nefes almıştım. Gaza biraz yüklenirsem ve biraz da şansım yardım ederse maça yetişebilirdim. Tam kapının yanına gelmiştik ki birden durakladı ve” Sonracığıma” dedi. Şaşırmıştım.

Ne sonrası diye sordum. “Mahkemeye veremezsin dediler ya inadına verdim. Şimdi kafan takılır maça kendini veremezsin diye anlatıyorum.”dedi ve itiraz etmeme fırsat vermeden makineli tüfek gibi konuşmaya devam etti. Mahkemeye verdiği için amcaları ona bozulmuş, ama o takmamış. Sonunda da mahkemeyi kazanmış. Apartmanı satıp parayı üçe böleceklerini söyleyip konuyu bitirdiğinde saat dokuza çeyrek vardı ve ben bitmiştim! “Sahi senin maçın kaçtaydı?”diye sordu “Dokuzda.” “Nerede?” “Ataköy’de” Saatine baktı ardından başını iki yana sallayarak “Bu saatten sonra yetişemezsin. Be azizim madem acelen vardı neden işi son dakikaya bırakıyorsun? İstanbul’un trafiği malum, nereye gideceksen erkenden gideceksin! Neyse olan oldu artık. Bari bir çay demle de karşılıklı içelim. Bu arada sizin oralarda satılık dairelerden de bahsedersin. Belli mi olur belki komşu oluruz.” dedi ve gerisin geriye dönüp az önce kalktığı koltuğa oturdu.”

15


FİLM

13 “TZAMETİ”

Yazan: İLKER YAVUZ

Yönetmen: Géla Babluani Senaryo: Géla Babluani Yapım yılı: 2005 Süre: 1 saat 35 dakika

Baba tarafından sinemacı olan ve 1990’lardaki çatışma ortamından ailecek kaçarak Fransa’ya yerleşen Gürcü asıllı senarist-yönetmen Géla Babluani, göç ettikleri “medeni” ülkenin kültürü ile Gürcistan kültürü arasındaki derin farktan etkilenerek, filmi çekmeden çok önceleri geliştirmeye başlamış öyküsünü. Film, Fransa’ya göçmüş bir Gürcü ailesinin hayatta kalma mücadelesidir. Ailenin asıl yükünü çekenler ise genç Sébastien ve bir bacağı sakat ağabeyidir. Sébastien, bulabildiği inşaat ve tamirat işlerinde çalışan, kendisi ve ailesi için günlük ihtiyaçlarının ötesinde bir şey sağlama umudu olmayan 22 yaşında bir delikanlıdır. Deniz kıyısındaki evinin çatı tamiratını yaptığı Jean-François Godon ise kendisinden genç olan karısıyla yaşayan, uyuşturucu bağımlısı, epey hasta ve yıpranmış bir adamdır. Film, henüz ilk karelerinde (son derece özenle çekilmiş siyah beyaz görüntüler) bile sade sinema dili ve doğal oyunculuklarıyla izleyiciyi öyküsünün içine çeker. Film incelememizin bu satırlardan sorası “spoiler” içermektedir. Jean-François’nın, ne olduğunu bilmediğimiz ama çok para kazandıracak “bir günlük” bir iş yapmak üzere olduğunu öğreniriz. İşle ilgili olduğunu tahmin ettiğimiz başkaları da evi gözlemekte ve eve gelenlerin fotoğraflarını çekmektedirler. Jean-François, posta kutusuna bırakılan, içinde bir otel rezervasyonu ve tren bileti olan zarfı alır ve karısından gizlediği uyuşturucuyu kullanmak için banyoya kapanır ama (beklediğimiz üzere) banyodan çıkamaz. Kadının yardım istediği Sébastien, baltasını alıp eve girerken aceleyle evin kapısını açık bırakır ve oluşan hava akımından malum zarf dışarı, delikanlının el arabasının üzerine uçar. Jean-François ölmüştür, kadın da, evi elinde tutamayacağından ve parası olmadığından, biten işler için ödeme yapamayacaktır, bunu öğrenirken delikanlının yüzündeki ifade kusursuzdur. Sébastien, çatıdaki öteberisini toplarken, eve gelen Jean-François’nın arkadaşı Pierre ile kadının zarf hakkındaki konuşmalarına kulak misafiri olur: Adam zarfa ve işe taliptir. Arkasından kadının, sürpriz bir şekilde, durumdan polisi haberdar ettiğine tanık oluruz. 16


İNCELEME Neredeyse kaçınılmaz olarak, Sébastien, zarftaki biletle yola çıkar (bir başkasının yerine geçmenin heyecanı bana merhum Antonioni’nin unutulmaz The Passenger-Yolcu,1975 filmini hatırlattı). Polis peşindedir ama gece kaldığı otelde gelen telefondaki ses ona elindeki bilette yazandan bir durak önce inmesini söylediği için polisi atlatmayı başarır. Bindiği taksiden bir yol ağzında iner, az sonra yanaşan bir arabadaki adam (muhteşem Fred Ulysse) elinde tuttuğu üzerinde “13” yazan kartı gösterir (Gürcü dilinde “tzameti” 13 anlamına geliyor bu arada). Delikanlıda da aynı karttan vardır. Adam Sébastien’ı bahçesinde çok sayıda lüks arabanın bulunduğu orman içinde bir eve götürür. Orada, delikanlının bekledikleri kişi olmadığını anlarlar ama artık istese de geri dönemeyeceği bir oyunun içine girmiştir; İstanbul’da 42 kişiyle oynanmış, bu kez 13 kişilik bir oyunun içine… Çeşitli evreleri olan, çok yüksek bahislerin oynandığı bir tür Rus Ruleti oynanacaktır. Büyük bir salonun ortasında daire oluşturan 13 oyuncuya birer revolver verilir. Hakemin komutuyla tabancaların topuna birer mermi yerleştirilir (çok güzel bir ayrıntı, Sébastien, daha önce eline silah almadığından, tabancasının topunu açmayı bile beceremez). Yine komutla silahlarını önlerindeki adamın kafasına dayarlar, tavandan sarkan çıplak ampül yandığında tetiğe basacaklardır. Tetikler çekilir, aradan düşenler olur ama Hollywood filmlerindeki ağır çekim dağılan beyinler görmeyiz. Sébastien tetiği çekememiştir. Tetiği çekmezse bir görevli delikanlıyı öldürecektir. Son anda tetiği çeker; boş bir klik sesi duyulur (önündeki adamın ömründen ömür gitmiştir). İlk turun ardından paralar sayılır ve el değiştirir. Başka her şey üzerine bahse girebilecekken ölüm üzerine bahse giren insanlar, bize ruhlarımızın en karanlık (ve doğal?) tarafını hatırlatır. Neden böyle bir şey yapar insanlar? Sanırım sadece yapabilecek olmalarının hissettirdiği güç duygusu yüzünden… Sébastien kaçmaya çalışır ama girişimi başarısızlıkla sonuçlanır. İkinci turda iki mermi kullanılacaktır. Artık silahını doldurmayı öğrenen delikanlı (masumiyetin kaybı) bu turdan da sağ çıkar. Yere düşen bedenler kaybedilen ve kazanılan paralardan başka bir şey değildir. Üç kurşunla oynanan üçüncü turdan sonra, oyuna kardeşinin antrenörlüğünde gelen psikopat bir adamla eşleştiği düelloya sıra gelir. Düelloda da ayakta kalan taraf Sébastien olur. 850.000 Euro kazanmıştır. Ama talih daha ne kadar yanında olacaktır? Oyun boyunca Sébastien kimliksizdir; sadece 13 numaralı oyuncudur ama Fransız toplumu içinde de bir kimliği ya da şansı olmuş mudur? Peki nedir bu filmi her yıl çekilen yüzlerce filmden farklı kılan? Başarısı üzerine bir devam çekilemeyecek olması, bizim için o kadar da yabancı olmayan bir öykü içermesi (sınırımızın her iki tarafından da yeterince göçmen hikayesine aşina değil miyiz?), müzikleri (hüzünlü gürcü akordeonu), yaşamın kısalığı ve talih üzerine düşündürmesi, siyah-beyaz tercihi sayesinde karakterlere odaklanmamızı (özellikle yüzlere) sağlayan görüntüleri, içerdiği gerilim (alışıldık fantezi gerilimlerin sağlayamayacağı türden), ruhunu, tabiri caizse, şeytana satan bir kahramanla özdeşleşmemizi sağlaması; sanırım bunların hepsi ve diğer izleyicilerin algılayabilecekleri daha pek çok başka şey…

17


HİKAYE

AMERİKAN GÜYA’SI Yazan: TUĞBA TURAN 18

Çizen: ALPEREN ÖZEN


HİKAYE Previously on Gölge:

Gölge: Neredeyiz biz yahu?

Eğer onların bana gösterdiği ilgiye sevgiyle karşılık vermezsem bana ne denir?

Lisbeth: Bir Allah bilir, bir de Google maps. Şimdi söyleyeceğim; Gettysburg’daymışız. Ama ne zamandayız? 4 Temmuz 1863’te yani Amerikan İç Savaşı’nın tarihi dönüm noktasındayız.

Nankör… Çünkü acı da sevinç de paylaşılır bizim buralarda. Paylaşılmayınca ne mi olur? İsyan… Her cana aynı kıymet verilmediği zaman buna ne denir? Zulüm… Kocaman bir ülkede, üstelik sevgisini değil ama vergisini söke söke aldığı halkın yarısının üzerine basa basa yükselen bir insan, kendine etrafındaki dalkavukların gözüyle bakmaya devam ettiği zaman ‘DÜŞÜŞ’e geçtiğini göremeyecek kadar körleşmiş olacak. Ölüye ve dahi diriye merhamet göstermeyecek kadar bencilleşmiş, yönettiği kocaman ülkedeki her ‘can’ı eşit derecede kıymetli saymayı öğrenememiş bu insan, düşüşe geçtiği zaman yere çakıldığında mezarına değil bir gül dikmeye, bir damla su vermeye giden olmayacak. *** Dergimizle aynı adı taşıyan kızımız Gölge doğalı, Lisbeth de Steig Larsson’un meşhur hikayelerinden fırlayıp bizim anti-kahraman kıza yoldaşlık etmeye başlayalı tam on yedi sayı, yani on yedi ay olmuş. Roman kahramanı yaşıyla hesap edersek on yedi yaşındalar. Yavaş yavaş yuvadan ayrılma zamanları yaklaşıyor. Amerikan fimlerindeki gibi reşit olup iyi bir “college”e başvuru kabullerini aldıktan sonra, parlak renkli vosvos arabalarına eşyalarını yükleyip, hayallerinin erkekleriyle tanışacakları (umarım) kampüse doğru yollanacaklar. Bu Amerikan hayalleri hayatımızda ne kadar çok yer kaplıyor değil mi? Bayrağı, büyük kanyonu, Niagara şelalesi, özgürlük heykeli (Fransa’dan hediye olsa da), oynamayı asla öğrenemeden her filmde seyrettiğimiz beyzbolu filan hep gözümüzün önünde filmler sayesinde. Yozgat’ın ilçelerini say deseler sayamayız ama Massachusetts’in “masaçusets” diye telaffuz edildiğini hepimiz biliriz. Gölge ve Lisbeth bu meseleye biraz daha yakından bakmak istediler. Ben de onları Amerika’ya yolladım. Ama hangi yıla? ***

Gölge: Vay be! Tanıklık etmek için ilginç bir gün! Amerika ülkesinin kuruluşu, insan aklının yeniden kendini reset’leyişi gibi bir olay. Yeni bir ülke, yeni bir umut arayışı. Ortaçağ’da, Avrupa’da yapılan tüm o hataların tekrarlanmaması üzerine kurulan umutlar ülkesi. Lisbeth: İyi de gelip başkalarının topraklarını gasp ettikten sonra “Biz özgürlükler ülkesi kurduk!” demek biraz fazla iyimser değil mi? Gölge: Ben insan aklının kendini yeniden kurması dedim. Robot demedim ya. Elbet hataları olacak. Lisbeth: İnsan aklının yüzde yüz bencilliği desene şuna o zaman. Çünkü güya yaşlı Avrupa kıtasında yaptıkları hataları bir daha yapmamak adına yeni kıtanın tüm imkanlarını kendi çıkarları için kullandılar. Bir erkek sesi: İnsanoğlunun yaptığı bütün savaşlar kendi bencilliği için değil midir? Başkalarının toprakları, varlıkları, malları, mülklerine el koyabilmek için atılmıyor mu her kurşun! Yazarınızın sizi Amerika’ya gönderiyorum derken, hangi zamana gönderdiğine bir bakın bakalım! 1863 yılı 19 Kasım’ına hoş geldiniz bayanlar! Gölge ve Lisbeth hep bir ağızdan: Kazım Kızıl! Gölge: Ama sen tutuklu değil miydin nasıl? (Kendi kullandığı kısa ismiyle)Ka: Şşşşşş... Sakin ol... Unutma, insanlar tutuklanabilir, ama fikirleri asla! Hem sen gücünü Gölge’den alan bir anti-kahraman değil misin? Lisbeth ise bambaşka bir coğrafyadan geliyor. Hepimiz fantastik bir hikayede de olsa Amerikan İç Savaşı’nın bu can alıcı gününde buluşamaz mıyız? Buluşuruz. Peki bizi buluşturan ortak noktamız nedir sizce? Ybani: İntikam! Bugüne kadar işlenmiş tüm intikam cinayetlerinde parmağım vardır, erkek cinayetlerinde yani. Ortadoğu, Afrika, Asya ve Güney Amerika’da O kadar çok kadın cinayeti işleniyor ki erkekleri bu açıdan eşitlemem için kuzey yarı kürenin refah içindeki ülkelerinin erkeklerini kılıçtan geçirmem lazım. Hazır Amerika’ya gelmişken O. J. Simpson’la başlayacağım işe. Tramp’la bitireceğim. Tarihte seçilmeden suikasta uğrayan ilk başkan adayı olacak o serseri! 19


HİKAYE Lisbeth: Sen mağarada mı yaşıyorsun Ey Ybani? Tramp seçileli 100 küsur gün oldu. Ybani: Nasıl yani? O sırıtık suratlı, meymenetsiz sarı adam başkan mı seçildi? Ne günlere kaldık yahu! Ka: Bizi intikam hissi değil, haksızlıklara karşı sessiz kalamama içgüdümüz birleştirdi Ybani. O muhteşem öfkenin gücünü intikamdan daha güzel amaçlar için kullanabilsen keşke. Gölge: Kötüleri adalete teslim edip, adil bir şekilde yargılanmalarını sağlamazsak kötülerden ne farkımız kalır ki? Ybani: Hahaahah! Kötüler kötülüklerini gizlemek ya da her türlü kirli işlerini, işlerine geldiği gibi yürütebilmek için adaleti alüminyum levha gibi eğip bükerlerken, adil yargılanma diye bir şeye inanacağımı mı sanıyorsun? Hem seçim dediğiniz şey, siz koyunların önüne sunulan iki seçenekten ibaret: “Ölüm mü, sıtma mı?” Sanıyor musunuz ki sandığa gittiniz, seçim yaptınız. Sizi bu masallarla uyuturlarken, kapalı kapıların ardında büyük büyük paralı amcaların istediği oluyor her zaman. Başta Amerika olmak üzere tüm dünyada bu böyle.

***

Belki de Ybani öfkeli olduğu kadar haklıydı da. Kuzeylilerin iç savaşı kazandığı tarihi, köleliğin kaldırılması açısından milat olarak alırsak 1865 yılından tam 143 yıl sonra Amerika kendine siyahi bir başkan seçti. “Black lives matter” (yalan) rüzgarı ile ezilen halkların ağzına bir parmak bal çalmak ve tüm dünyaya zencilerin de (artık) eşit haklara sahip olduğunu ispat etmek için seçilmişti Obama belki de. Beyaz Saray, içinde gezinen insanlar fark edebilsin diye ilk defa siyahi bir bürokratla ‘kontrast’ imzalamıştı! CNN Amerika’daki seçimler esnasında dünyada bir ilke imza atmıştı. Chicago’da Obama taraftarlarının bir araya geldiği meydandaki bayan muhabir Jessica Yellin, CNN’in New York’taki merkez stüdyosunda bulunan ana haber spikeri Wolf Blitzer’in karşısında hologram olarak çıkmıştı. Yellin, kendini çevreleyen 35 adet high definition kameranın yansıtmasıyla elde edilen görüntüsünü Star Wars’daki Prenses Leia’ya benzetmişti. (RIP) Muhtemelen Oval ofis’teki White Westinghouse’lar derhal Black&Decker modelleriyle değiştirilmişti. Tramp için ise tam tersi yapılmış olmalı. 20

Obama, bundan 20 yıl sonraki seçimlere yetiştirmek üzere bir adet beyaz çocuk evlat edinmiş olmalı. Daniel Craig “Başkan siyah olursa, Bond da siyah olmalı!” demişti. Samuel L. Jackson, Denzel Washington, Will Smith, Jamie Foxx veya Morgan Freeman’a teklif götürülmeliydi. Papa da siyahi din adamlarından seçilebilirdi. Madonna gidip Vatikan’da “Papa don’t preach” şarkısını söyleyebilirdi. Ama bunların hiçbiri olmadı. *** Gölge: Obama “Yes we can”* demişti ya. Artık “If I could”** diyordur sanırım. Ybani: Geçeceksin bu popüler kültür ağızlarını Gölge! Bak Gettysburg’deyiz. Az sonra Lincoln meşhur konuşmasını yapacak. Ama savaş iki yıl daha sürecek ve 1865’te bittiğinde 600.000 insan bu savaş yüzünden ölmüş olacak. Sanayi devrimini tamamlamış, günümüzün modern iş ve işçi düzenine geçmiş Kuzey Amerikalılar, kuzeyin sahip olmadığı kadar geniş tarım alanlarındaki pamuk plantasyonlarında, Afrika’dan getirttikleri köleleri neredeyse bedavaya çalıştırarak yan gelip yattıkları yerden zengin olan Güney Amerikalılar’a gıcık oldukları için köleliği kaldırmak istemişler. İnsan hakları, zencilerin eziyet görmesi, neymiş hayvanlar gibi muamele edilmeleri falan çok da dertleri değilmiş yani. Sırf derileri değişik renkli diye kendilerinden daha aşağı gördükleri siyahi insanları, çoluk çocuk demeden yerlerinden yurtlarından edip; evlerinde, tarlalarında kırbaçlaya kırbaçlaya çalıştırıp, hayvan dediğimiz yaratılmışların bile hak etmeyeceği şartlarda alıp sattıktan sonra, kendi aralarındaki it dalaşı yüzünden yaptıkları savaş sonrası, “4 milyon insanı kölelikten kurtardık” diye reklamını yapıyorlar. Önce ortalığı karıştır, sonra savaş çıkartarak ortalığı düzelt. Bu sayede muharebe, lojistik, iletişim, bilişim teknolojileri açısından en önde giden ülke ol! Gölge: Bırak Amerikalılar, Amerikan rüyalarını “LSD”*** ekranlardan seyretmeye devam etsinler. “Make America great again” dediklerine göre demek ki küçüldüklerini düşünüyorlar. Ka: Hanımlar sessiz olun, Lincoln tarihi Gettysburg konuşmasına başladı: Abraham Lincoln: “Seksen yedi yıl önce atalarımız bu kıtaya, bütün insanların eşit yaratıldığı ilkesine adanmış ve özgürlük fikrinden doğmuş bir devlet kurdular…”


HİKAYE Lisbeth (fısıldayarak): Bütün insanların eşit yaratıldığı ilkesine adanmış ve özgürlük fikrinden doğmuş mu?! Yalana bak. Daha ülkeyi kurarken koskoca bir Kızılderili ırkının neslini tükettiniz! Konuşmasının her cümlesi çılgınca alkışlarla bölünen Lincoln, tarihin belki de en kısa ama en etkili konuşmasını yaparken Kazım Kızıl, Gölge, Lisbeth ve Ybani tarihe müdahale etmeden eleştiri haklarını kullanıyorlardı. Ka: Aslında tüm anayasalar birer Hayvan Çiftliği manifestosu gibi değil mi? Bütün hayvanlar eşittir ama hikayedeki gibi kuralları koyan domuzlar daha eşittir! Ybani: Madem domuzlar tarafından yönetiliyoruz, madem bütün hayvanlar eşittir ama domuzlar en çok yiyeceği hak edenlerdir yazıyor anayasalarımızda, o zaman bizi tehdit edenlere domuz gibi muamele etmemiz gerekir. Özellikle alçaklığı zevk edinmiş erkeklere!

Kazım Kızıl “Direnişleri, eylemleri, protestoları belgeleyen biriyim. Karşımda polis var, öteki tarafta direnişçiler var ve ben bunları dışarıdan fotoğraflayan, belgeleyen kişi değilim. Benim tarafım bu taraf, direnişçilerin tarafındayım. Fotoğrafı, videoyu ya da her neyse bunu araç olarak kullanıyorum,” diyor. Şu anda tutuklu. Bizim Atlantik’in ta bu kıyısında, meşhur veya zengin olmak gibi hayallerimiz yok. Biz burada, her gün yaşadığımız için şükretmekle meşgulüz. #freeka *Yapabiliriz **Keşke yapabilseydim. ***LSD: Lizerjik asit dietilamid’in kısaltılmışı. Çavdar küfünde bulunan lizerjik asitten üretilen yarı sentetik ve çok kuvvetli bir uyuşturucudur. (ç): Çeviren Tuğba Turan

Ka: Şşşşşş... Sessiz olun meşhur son cümle geliyor: “...government of the people, by the people, for the people, shall not perish from the earth.” Abraham Lincoln: Tüm adanmışlığımızı, adanmışlığın en son örneğini gösteren bu onurlu ölülerimizden örnek alarak, bu kayıplarımızın hayatlarını beyhude yere vermemiş olduklarını ispat için, bizler bu askerlerimizden kalan büyük bir görev yüklenmiş olarak buradayız ki, bu ülke, Tanrı’nın huzurunda özgürlüğün yeniden doğuşuna sahne olmalıdır ve halkın kurduğu, halk tarafından seçilen ve halk için çalışan bu devlet dünya üzerinde sonsuza dek var olmalıdır.”(ç) *** 1789 Fransız Devrimi’nden 76 yıl sonra Amerika’da Abraham Lincoln, eşitlik, özgürlük kelimelerini kullanarak halka hitap edecekti. Fransızların sloganının aksine burada “kardeşlik” kelimesi yer almayacaktı. Çünkü Amerika pek çok farklı ırk ve renkten insanı aynı bayrak altında kardeşlikten daha farklı bir yalanla bir araya getirmeyi planlıyordu: Herkesin zengin ve meşhur olabileceğini düşündüğü o Amerikan rüyası ile... ***

21


ÇİZGİ ROMAN

22


ÇİZGİ ROMAN

23


ÇİZGİ ROMAN

24


ÇİZGİ ROMAN

25


ÇİZGİ ROMAN

26


ÇİZGİ ROMAN

27


ANİME

OSOMATSU-SAN Yazan: OLCA KARASOY

“Doğum Günü Hediyesi Dediğin Böyle Olur!”

Diğer Adı: Mr. Osomatsu Yönetmen: Yoichi Fujita Akatsuka Fujio… Anime veya manga ile fazla içli dışlı olmayanlar için emiStüdyo: Pierrot nim bu isim yabancı gelmiştir. Oysa Fujio, yetmişli ve seksenli yıllarda hem Senaryo: Shu Matsubara mangaları hem de anime serileri ile takipçilerini neşelendiren bir isimdi. Müzik: Yukari Hashimoto Yarattığı eserler belki bir elin parmağını geçmiyordu ama içerik olarak dolu doluydular. 2000 yılında görme engelliler için Braille alfabesini (körler alfabe- Tür: Komedi si) kullanarak manga bile çizmiştir. Ne yazık ki 2 Ağustos 2008 yılında haya- Süre: 25 Bölüm tını kaybetmiştir. 2015 yılının son aylarında ise Fujio yaşasaydı seksen yaşına girecekti ve seksen yaşının anısına en popüler eseri Osomatsu-kun’un devam serisi yeni nesillerin karşısına çıktı. 1962’de manga olarak serüvenine başlayan ve 1966 yılında animeye uyarlanan Osomatsu-kun’da “altız” (herhalde böyle yazılıyordur, değil mi?) olan birbirinin kopyası on yaşındaki altı kardeşin hayatları parodiler eşliğinde anlatılıyordu. İlk anime serisinin yayınlanmasından bu yana uzun yıllar geçmiş olabilir lakin yeni anime ile aradan on sene geçmiş ve kardeşler yirmi yaşlarına basmıştır. Yani artık “kun” değil “san” olmuşlardır. Lakin büyüyen sadece bedenleri olmuştur çünkü kariyer namına zayıf, tembel, keyiflerine düşkün, kız arkadaş edinme becerisi sıfır ve asosyaldirler. 25 bölümlük anime serisinde kardeşlerin başlarına gelenler komik bir şekilde, diğer animelere atıflar edilerek, parodilerle süslenerek anlatılmaktadır. Dediğim gibi altız olan altı kardeş var ortada. Kardeşlerin en büyüğü, dolayısıyla lideri, animeye de ismi28


İNCELEME ni veren Osomatsu’dur. Büyükten küçüğe gidecek olursak; ikinci sırada “cool” takılan (veya takıldığını sanan) Karamatsu vardır. Üç numara ise kendisini grubun en mantıklı düşüneni ilan eden ve her lafa karışan Choromatsu’dur. Aman karşısında kız olmasın çünkü çok heyecanlanmakta ve terlemektedir. Dört numaranın adı Ichimatsu’dur. Kendisi biraz depresif ve alaycıdır. Dolayısıyla insan iletişimi zayıftır -sanki diğerlerinin çok iyi de!- ve kedilerle daha iyi anlaşmaktadır. Beşinci kardeş Jyushimatsu’dur ve beysbol tutkusuyla az biraz hiperaktiftir. Fizik kurallarını bile altüst ederse şaşırmayın. Altıncı ve en küçük kardeşin adı Todomatsu’dur. Şapşal ve vurdumduymaz tavırları ile kızların ilk anda dikkatini çekse de manipüle edilmeye açıktır. Kardeşlerinin bu asosyal hallerinden utanmaktadır ve dış dünyaya karşı mümkün olduğunca özel hayatını saklamaya çalışmaktadır. 25 bölümlük animenin takip ettiği belirli bir konusu yok. Her bölüm kardeşleri başlarına gelenler absürt şekilde, “yok artık” dedirterek ve diğer serilere bolca gönderme yaparak geçiyor. Daha animenin ilk bölümünden anlaşılıyor zaten. Sahnede “Exo” tadında altı kardeş Fujio’nun 80. Yaş gününü kutlamaktadır. Akabinde olaylar sanki Ouran Koko Host Club’ta geçiyormuş gibisine döner. Sonlara doğru bir bakıyorsunuz ki Sailor Moon ile Naruto, Shingeki no Kyojin’deki devlere karşı savaşıyor:) Bu yazdıklarım ile sanırım aklınızda Osomatsu-san’un nasıl bir anime olduğuna dair az çok bir fikir oluşmuştur. Peki, içerik tam olarak nasıl? Anime komedi animesi olabilir veya bolca parodi içeriyor olabilir. Tatmin ediyor mu? Yani kaliteli mi? Eh, izlediğim en iyi komedi olmasa da Osomatsu-san’ın vakit geçirmelik, hoş bir anime olduğunu söyleyebilirim. Yani yeri geldiğinde kahkaha da attım yeri geldiğinde gülmedim bile! Animenin yönetmen koltuğunda Yoichi Fujita var. Ünlü Gintama serisinde çalışmış birisi olarak komedi/ parodi temasına hakim bir isim. Pierrot anime stüdyosu ise tek başına bir marka zaten. Naruto’dan Great Teacher Onizuka’ya oradan Tokyo Ghoul’a kadar birçok projenin başında onların ismi var. Animenn içeriğine olarak çizimler de biraz farklı ve bu farklılığın pek hoşuma gitmediğini söyleyebilirim. Eciş-bücüş karakterler, garip ortamlar tamam da hareket eden objelerin (karakterler, araçlar vb.) kalın ve parlayan mavi kenarlara sahip oluşunu yadırgadım. Evet, içeriğine uygun olarak komik görünmeye çalışıyorsun ama o mavi çizgilerden kurtul Osomatsu!! Müziklerden sorumlu 51 yaşındaki Yukari Hashimoto’nun besteleri sağlam. Akılda kalıcı parçalar değiller elbette ama hızlı, hareketli ve eğlenceliler. Osomatsu-san eğlenceli bir anime. Başına oturduğunuzda hoş vakit geçiriyorsunuz lakin başka bir işle uğraşırken “ya gideyim de bi Osomatsu-san izleyeyim” dedirtecek derecede şahane bir anime değil. Beklentiniz çok olmasın, fazla da düşünmeyin ve rahatlamak için izleyin. İkinci sezon çoktan onayını aldı. Çıkış tarihi belli değil ama yakında Osomatsu-san yeni macerası ile karşımızda olacak.

29


HİKAYE

HIRLI BÖLÜM-2

Yazan: S. GÖKHAN KALKANOĞLU 30

Çizen: E. GÖKHAN ALTUN


KİTAP Daha kapıdan girerken elleri titremeye başlamıştı. Biraz fazla şımarık davranmış ve halsizliğini umursamamıştı. “İrademi yitiriyorum galiba,” diye söylendi. Han yarı yarıya doluydu. Başkaları da gelip sıra yaratmadan, hemen yiyeceklerin dağıtıldığı kısmına giderek kendisine birkaç etli börek ve sıcak çay aldı. Ancak elleri bu sıcacık yiyeceklerle dolduktan sonra kendisine oturabileceği bir masa aramaya başlamıştı. Nihayet bir yer bulduğundaysa bir yandan önündekileri ağır ağır yiyip bir yandan da etraftaki konuşmalara kulak kabarttı.

Tok bir başka ses öfkeyle cevap verdi: “Ben inanıyorum. Alayımıza musallat olan bu illet, o Baron denen kancığın başının altından çıkma!” Bu seferki yan masadan bir kadına aitti. Arkasını dönüp tartışmaya hiddetle dalıvermişti.

“Evlat, Kasaba’da bulabileceğin en harika masalar burada” diyordu arka masadaki birisi. Sesini azıcık alçaltarak “Sadece güven değil, kalite de bulabilirsin bu handa” diye de ekledi. Soylu, ince bir çocuk sesi cevap verdi: “Ama efendim, burada başka bir çocuk görmedim hiç. Kimse oyun oynamıyorsa nasıl sevebilirim?”

“Ne o, artık bizi tanımamazlıktan mı geliyorsun evlat?” Arkasından kendisine seslenen bu sıcak sesi ilk anda tanıyamadı. Konuşana bakmak için dönmüştü ki, kendine gülümseyen Raxyn’i gördü, eski işverenini. Feroand da ona gülümseyerek cevap verdi: “Olur mu öyle şey dostum. Sadece, suratındaki kırışıklıkları saymaktan yorulan gözlerimi dinlendiriyordum.”

“Burası, botlarını yurdu bellemişlerin memleketi,” diye içinden geçirdi Feroand. Belli ki çocuk ilk defa Kasaba’ya geliyordu ve özgür topraklarda insanların nasıl yaşadığını anlayamıyordu. Üzerine fazla düşünmeden başka sohbetlere yöneldi. Hemen herkes yiyeceklerden, havadan, artık yaşlandıklarından ve diğer günlük şeylerden bahsediyor gibiydi. Hiçbiri Feroand’ın işine yaramazdı. Fakat kulaklarının az önce yakaladığı bir sohbet dikkatini çekmişti. “Bil’mezsin! Asker’n paralısına gü’en olmaz. Dese ne oluur, demese ne-olur?” Kadın, taşralı boğukluğuyla yuvarlıyordu kelimeleri. Ona, ilkiyle hiç yakışmayan durulukta ikinci bir ses cevap verdi: “O dallamalar, Baronları ruhlarını korku ve tehditle titrettiği için bir halta yaramazlar zaten. Ama asıl olay askerler değil. Dinle şimdi: Bunların arasına bir söylenti sızdırmışlar. Güya Baron, emirlerinden çıkan askerleri alıkoyup, kendi manyak deneyleri için kullanıyormuş. Bir kısmını da Björgan yapıyormuş. O özel birliğin nereden geldiğini bu yüzden kimse bilmiyormuş ve askerleri hiç yaşlanmıyormuş. Kimileri, hatıralarının Baron tarafından emildiğini ve onun bu sayede tüm köylü söylentilerini dahi bilebildiği bile söylüyor! Saçma! Baron da altı üstü bir insan. Bu ürkütücü dedikoduları, askerlere o yaymış olmalı. Sonuçta, insan olsa da dahi bir insan O.” “Hah!” dedi Feroand, alay edercesine. Sesi mürekkep yalamış gibi çıkan herifin ezberden konuştuğunu düşünmüştü. Sözleri, Baron tarafından gönderilmiş bir ajanmışçasına fanatikçeydi.

Feroand daha fazla dinleme gereği duymadı. Zaten bütünüyle bildiği şeylerden bahsediyorlardı. Üstelik tartışmaları onu rahatsız eden yerlere kaymıştı ve kendisine bulaşmasını istemiyordu. Başını duvarları donatan pencerelere hiddetle çeviriverdi.

Raxyn de masasına katıldı ve iki eski dost bir süre havadan sudan konuştular. Raxyn, Kasaba’ya isim vermek isteyen çılgınların çıktığından bahsediyordu. Tüm tutuculuğuyla, bir adı olursa eğer Kasaba’nın sınırlandırılıp yönetilebileceğini fakat şu anda özgür olduklarını savunuyordu. Feroand ise yaşlı dostunun kalbini kırmamak için bu konuda sessiz kalıp sadece gönülsüzce onaylamakla kalmıştı. Ardından, Kasaba’daki diğer olaylardan ve değişikliklerden söz açıldı. “Şu dış çepere yapılan tıraşlama da neyin nesi Raxyn? Yüz metre açığa kadar kesmişler neredeyse ormanı?” diye sordu Feroand. Raxyn karanlık bir yüzle cevap verdi: “Ormanda bir şeyler olduğunu düşünüyorlar. Bir takım olaylar ve bir takım ‘şey’ler. Bilirsin. Fakat bu seferki birkaç manyağın safsatası değil. Kaybolanlar oldu. Hem insanlardan hem de hayvanlardan. Bırak kaçakçıları, Baron’un kuklasına dönüşen cafcaflı soyguncu tayfası bile pek dolanmıyor orada. Hatta Björganlar bile! Kasaba’ya görüş alanı yaratmayı düşünüyorlar ve gönüllü bulmakta hiç zorlanmıyorlar. Anlarsın ya? Bir çok odakçıları var, böylece hızlı örgütlenip kimin ne yapacağını belirliyorlar. Ah, bilirsin, patron gibi değil. Anladın mı? Eski usul. Kasaba’nın kuruluş zamanlarındaki gibi.” Feroand gerçek düşüncelerini taşıyamayacak kadar cılız bir sesle karşılık verdi: “Bana ne yapacağımı söyleyen birisinin olmasını istemezdim. Bu çağda kim ona bir şeylerin işaret edilmesine ihtiyaç duyar ki. Yazık.” 31


HİKAYE “Evet, evet. Biliyorsun, ben de hep diyorum. Bu saçmalıkların Baron’un önce hasta, sonra da tedaviyle kendisine kul köle ettiği o tayfanınkinden farkı yok. İkisi de korkudan titriyor ve çözüm için bir başkasına yumuluyor.” Raxyn’in bu sözleri, Feroand’ın yüzünü düşürmüştü. Onun kaçan neşesini gören Raxyn, bütün anaçlığıyla onun eldivenli elini avucuna aldı. “Neler oldu kuzum? Neden rengin soldu? Anlat haydi bana.” Feroand, ağız aramaya karar verdi. Bu kasabada her şey güven ve sorumluluk üzerine kurulu olsa da tercihler de önemliydi. “Bir dostum var. Bu illete yakalandı. Kamplarına sisle inmiş sanırım. Lanetin derisine dağlanışını hissettiğini söyledi. Ah, bunun korkunçluğunu düşünemiyorum! Her özgür birey, gözüpeklikle kendi yolunu çizebilmeli. Baron’un laboratuvarına sızmanın bir yolu olmalı. O şato Tanrı’nın eviymiş gibi korunuyor.” Raxyn, ellerini ağır ağır çekti ve göğsünde kenetledi. “Evet, evet. Görüyorsun, Kasaba’daki herkes böyle bir şeyi yapabilmeyi dilerdi. Takdir ediyorum fakat elimizden bir şey gelmez.” Tıknaz işverenin ağır sözleri, ortamı hafifçe gerip sessizliğe kurban etmişti. İki dost da birkaç saniye boyunca handa göz gezdirdi. Ne yapabileceklerini, neyin gerektiğini düşünüyorlardı. Suskunluğa son veren Feroand oldu: “Buralarda gerçekten de çok fazla şey değişmiş. Her gelişimde uğradığım tezgahtarı göremedim. Bazı malzemeler almam lazım. Ağır bir kapıyla uğraşırken kendi yaptığım kaldıracı kırdım.” “Şu zemberekli olanı mı?” diye sordu Raxyn. “Ah, yazık olmuş. Ticaret işini bilirsin, buralarda güven her şeydir.” Feroand başıyla onaylayınca devam etti sözlerine. “Güven yaratamıyorsan iş bulamaz ve iş veremezsin. O eleman da bu en eski yasaya uydu ve kasabayı terk etti. Aslında, buna mecbur kaldı çünkü burada istenmiyordu. Fazla zenginleşmişti işte, anlarsın ya. Hiç kimse değirmeninin suyunun nerelerden geldiğini bilmediği birisine güvenmez. Açık olmalıdır her şey. Zevzek taşralılar gibi olamazsın. Onlar sadece paraya çalışır; sizi yüz yüze getiren şey güven değilse, orada sadece köle patron ve para vardır.” Onun sözlerini tahammülsüzlükle kesti Feroand: “Evet, evet. Biliyorum. ‘Birbirinize uzanmıyorsanız, birinizin eli elde değil de omuzdadır.’ Şu tuhaf deyimleri sevmediğimi biliyorsun.”

32

Raxyn, uzun zaman sonra bile hiç değişmemiş genci dalgınca süzüp gülümsedi. Feroand’ı hep sevmişti. “Aslında Feroand, iş demişken, senin için çok özel bir işim var.” Kasaba’da daha fazla kalabilmesi ve ekipmanlarını tamamlayabilmesi için çalışması gerektiğini bilen Feroand, masadaki kollarını kaldırıp çenesini avuçlarına dayayarak dikkatle dinlemeye başladı. “Bilirsin, sen en iyi hırsızlardan birisisin. Elimde kimsenin pek yanaşmadığı bir iş var. Kabul edersen eğer, bir sığınağa girecek ve orada saklanan yaşlı bir araştırmacıyı öldüreceksin. Yusgi adlı kadını. Bir de, içeride sakladığı her ne varsa yok etmen de gerekli. Anlarsın ya, teçhizatlar, cihazlar falan.” Feroand ilgiyle sordu, kendisini zorlayan işleri seviyordu: “Peki bu sığınak nerede? Ve şu, bahsettiğin zorluk?” “Bekle, oraya geliyorum ben de. Şimdi, bu sığınak ormanın güney batı taraflarında, buradan yarım günlük uzaklıkta. Görüyorsun ya, bugünlerdeki tehlikeli bölgede işte. Bana sorarsan, bu işte aracı olmam için bana gelenler şu meçhul isyancı guruptandı. Onları duydun mu? Baron’a karşı bir şeyler geliştirmek isteyen isimsiz gizem? Peşinen söyleyeyim, bu zavallı kadın onlardan kaçmış. Geliştirdikleri teknolojilerin Baron’un eline geçmesini istemiyorlarmış.” Feroand’ın yüzündeki ifade hayal kırıklığını belli ediyordu. Böyle anlamsız bir riske girmek ve bilinmezlik dehlizlerinde körce ilerlemek ona göre değildi. “Hemen yüzünü buruşturma öyle! Bak, sen de görüyorsun, klişe bir durum ama hayat böyle. Her gün olan şey.” Raxyn bir an dalgınca onu süzüp sözlerine devam etti: “Aslında uzun zamandır birlikte iş yapıyoruz. Biliyorsun, güven her şeydir. Sana bir kıyak geçebilirim sanırım. Eğer bu teklifi kabul edersen sana şu bahsettiğin hasta dostunun mevzusunda bilgi sağlayabilirim. Şatoya gizli bir giriş ve tabii ki malzemelerin saklandığı kasa odasına? Ne dersin Feroand? İşin altından kalkabileceğine eminim. Bence orman o kadar da tehlikeli değil. Meydandaki tantana, şamatadan öte değil.” Feroand bir süre masayı süzerek düşündü. O bilgi işine yarayabilirdi. Şato, kendi imkanlarıyla içeriye sızmış olsa bile tekrar tekrar girip çıkabileceği, kaldıracını deneyebileceği bir yer değildi. Üstelik o da daha birkaç saat önce ormandan güvenle çıkıp gelmemiş miydi? İçine pek sinmese de sırf neler olacağını görmek için teklifi kabul etti. Böylece, gecenin sabaha dokunduğu saatlere kadar işin ayrıntılarını görüşebilmişlerdi.


KITAP

KİM NASIL ÖLÜYOR? Yazan: AYNUR KULAK

Çok çok gerçekçi bir yazardan bahsedeceğim. Edebiyatta realizm akımı onunla başladı. Başı bu yüzden çok belaya girdi. Yargılandı, neredeyse idam ettirilecekti ki; çağdaşları, yazar arkadaşları, araya girerek onu ipten aldılar. İlk okuduğum kitabı Germinal beni derinden etkilemişti. Uzun süre çıkamamıştım hikayenin bende yarattığı ruh halinden. Sonra Toprak, Emek arka arkaya tüm kitaplarının etkisinde kaldım. Emile Zola’nın Sel Yayınları’nın Geceyarısı Kitapları serisinden çıkan Kim Nasıl Ölüyor? Öykü kitabı yeniden çok etkileneceğim beş öyküyle ellerimin arasındaydı işte. Hakikaten bir kez daha Zola edebiyatının bir akımı nasıl başlatabildiği konusunda “evet işte böyle” cevabını verdiriyor bu kitap. Beş kısa öyküden oluşan Kim Nasıl Ölüyor kitabında 1’den 5’e numarayla sıralanan öykülerin isimleri yok. Her bir öykü bir kişinin tanıtımıyla başlıyor ve aslında bir nevi birbirine bağlanıyormuş izlenimi veriyor. 1. Öykü: Verteuil Kontu elli beş yaşında; Fransa’nın en ünlü ailelerinden birine mensup ve büyük bir servetin sahibi. 2. Öykü: Madam Guerard dul. Sekiz yıl önce kaybettiği kocası sulh hakimiydi. 3. Öykü: Mösyö Rouseau yirmi yaşındayken on sekiz yaşında bir yetim olan Adele Lemercier ile evlendi 4. Öykü: Ocak ayı çetin geçmişti. İş Yoktu. Ekmek yoktu. Evde ateş yanmıyordu. Morisseaular sefaletten kırılıyorlardı. 5. Öykü: Jean Louise yetmiş yaşındaydı. La Courteille’de yüz elli sakinin yaşadığı Tanrı’nın unuttuğu bir mezrada doğmuştu. Beş öyküde de olayı direkt insandan yola çıkarak anlatmaya başlıyor ve o şekilde devam ediyor. Zola’nın keskin kaleminden paranın ve gücün her şey olduğu bir çağda son derece keskin tespitler okuyoruz. Lafını, anlatımını hiç dolandırmıyor Zola, esirgemiyor. Aristokrat, burjuva, esnaf, işçi, köylü ailelerin yaşayışları, ölüm döşeği, cenazeleri ve yas sahneleri ne kadar da farklı birbirinden?(!) Fakat Zola insanı eksene aldığı için farklı sınıflardan olsalar da temelde yatan davranışları duyguları son derece gerçekçi bakış açısıyla analiz ediyor. W Kim Nasıl Ölüyor; etkileyici ve 1800’lü yılları anlatsa da günümüz dünyasından da birçok his, duygu, gerçeklik payı bulabileceğimiz öykülerden oluşuyor. Kim Nasıl Ölüyor? Yazar: Emile Zola Türü: Öykü Çeviri: Alper Turan Yayınevi: Sel Yayınları Yayın Yılı: 2017 Sayfa: 60

33



ÇIZGI ROMAN

PRAYING FOT IT Yazan: TUNÇ PEKMEN

Drawn & Quarterly firması, kesinlikle takip edilmesi gereken bir yayınevi. Kendileri Kanadalı yazar ve çizerlere sahip çıkmalarıyla ve bazı kurallara çok fazla takılmamalarıyla ünlüler. Genelde Guy DeLisle’ın kitaplarını çıkartmalarıyla bilinirler, fakat “Paying For It” kitabıyla da kesinlikle bayağı bir çalkantı yarattılar. Paying for It, 2011 yılında basılan, yaklaşık 300 sayfa kadar olan siyah beyaz ve çok basit karikatüristik bir çizgiyle çizilmiş bir grafik novel. Hatta çoğu yerde yazar ve çizer Chester Brown sanki çizimleri fotoşoptan kopyalayarak karelere tekrar tekrar yapıştırmış gibi duruyor. Kitap her sayfada 8 panelden oluşuyor ve genelde arka planda çok fazla bir şey konulmayarak ön plandaki karakterler ön plana çıkartılıyor. Kitap basıldığı sene hem bir sürü münakaşaya yol açtı hem de best seller oldu ve bir sürü yazar ve çizerden övgü dolu yorumlar aldı. Kitabın çizimlerinin basit olduğunu söylemiştim, o zaman çalkantı yaratmasının sebebi neydi ? Tabii ki konusu . Kitap Chester Brown’un verdiği bir karardan dolayı sadece hayat kadınlarıyla beraber olmasını, onlarla yaşadığı tecrübeleri ve onların hakları hakkındaki düşüncelerini içeriyor. Bizim ülkemiz için belki çok da “skandal” yaratacak bir kitap değil, ne de olsa iki erkek bir araya geldi mi konu belli bir yerden sonra “Akşam Rus yapmak lazım” a gelir, fakat Batı ülkelerinde gizli kapaklı olan bu konunun bir grafik novel ile açığa çıkartılması kesinlikle ilginç. Konuyu biraz daha derinlemesine inceleyecek olursak, Chester Brown, çizgi-romana 1999 yılında yaşadığı bir olayla giriş yapar. O zamanki kız arkadaşı Sook Yin Lee’den ayrılan Brown, akşam oturup derin derin düşünürken bir şeyin farkına varır. Kendisi romantik bir ilişki aramamaktadır çünkü romantizme inanmamaktadır. Artık bir kız arkadaş istememektedir. Çünkü bir kız arkadaşı olunca, yanında gelen sıkıntılar ve sorumluluklar ona ağır gelmektedir. Kız arkadaşın yaptığı nazlar, kaprisler ve yaşattığı sıkıntılardan bıkmıştır. Ayrıldığı eski sevgilileriyle arkadaş kalmayı başaran Brown, onlarla arkadaşken çok daha mutlu olduğunu fark etmiştir. Fakat bunun yanında her sağlıklı erkek gibi o da cinsel ilişkiye girmek istemektedir ve bir bara gidip birileriyle tanışıp “bir gecelik ilişki” yaşayacak kadar girişken ve

sosyal birisi de değildir. Kız arkadaş istemeyip seks yapmak isteyen biri olarak ikilemde kalan Brown, 3 sene boyunca verdiği karardan dolayı yalnız kalır. Bu arada Sook Yin Lee’nin başka bir erkek arkadaşı olur (Brown ve Lee ev arkadaşı olarak hayatlarına devam etmektedirler) ve Brown onun sevgilisiyle yaşadığı kavgalara şahit oldukça kız arkadaş isteğinden iyice soğur. Brown üç sene hiç cinsel ilişkiye girmeden yaşadıktan sonra, içindeki istek dayanılmaz hale gelir. Sonunda cesaretini toplar ve bir hayat kadını ile beraber olmaya karar verir. Kitabın geri kalanı Brown’un kitap basılana kadar geçen süre içinde beraber olduğu 23 hayat kadınıyla konuşmalarını ve arkadaşlarıyla yaptığı bu konuyla ilgili tartışmalarını konu alır. Chester bu yeni seçtiği yaşam tarzını arkadaşlarına açar. Aynı evi paylaştığı eski kız arkadaşı Sook Yin Lee konuyu olgunlukla karşılar, yalnız tek bir şart koyar, o da Brown’ın eve hayat kadını getirmemesidir. Brown bu kurala sadık kalır ve uzun bir süre otellerde ya da hayat kadınlarının kendi evlerinde onlarla birlikte olur. Belli bir zaman sonra evden çıkıp kendi evine yerleşir ve kadınları kendi evine çağırmaya başlar.

35


ÇİZGİ ROMAN

Bu süre zarfında bazı kadınlarla birden fazla beraber olur, bazılarıyla sadece bir kez görüşüp bir daha görüşmeme kararı alır. Brown, her kadınla yaptığı konuşmalarını, yaşadıklarını, cinsel performanslarını ve kadınların vücutları hakkında bilgiler verir ama bunu fazla pornografiye kaçmadan aktarmayı başarır. Brown beraber olduğu kadınların yüzlerini ya konuşma balonlarıyla kapatır ya da onların hepsini arkadan çizerek yüzlerini saklar. Kadınları ifşa etmemek için hepsini esmer ve beyaz tenli olarak resmeder, kullandıkları isimleri de değiştirir. Bunun dışında hem kendini hem de arkadaşlarını resmederken genelde yüzleri ifadesiz olarak resmeder. Brown ilk başlarda farklı kadınlarla beraber olur, fakat daha sonra “Anne” adlı bir kadından çok memnun kalır ve uzun bir süre sadece onunla görüşme kararı alır. Fakat belli bir süre sonra, o kadınla cinsel ilişkiye girdikten sonra içinde bir boşluk olduğunu ve kendisini çok boş hissettiğini fark eder. Zamanla başka kadınlarla beraber olduktan sonra bu sefer “Denise” adlı br kadınla beraber olur ve onunla mutlu olduğunu fark eder. Kitabın en sonunda , yedi senedir sadece Denise ile beraber olduğunu, Denise’in de artık bu işi bıraktığını fakat sadece onunla birlikte olduğunu , Denise ile hala sadece sex için beraber olduklarını ve bu iş için hala ona para verdiğini belirtir. Kitabının sonunda “Denise” ile monogamist bir ilişkide olduğunu bildirir. Brown, çizgi-roman bittikten sonra yaklaşık 50 sayfa kadar kendisinin fahişelik, romantizm ve sağlıklı bir ilişkinin ne olduğu konusundaki düşüncelerine, Kanada’daki fahişelik ile ilgili çıkan yasalara ve arkadaşlarının düşüncelerine yer verir. Kendi düşünceleri oldukça serttir. Brown, romantizmi modern çağın buluşu olarak nitelendirir ve hiç bir sağlıklı ilişkinin bu şekilde olmaması gerektiğini bildirir. Seks karşılığı para vermenin doğru olduğunu savunur ve ileride de ilişkilerin bu şekilde olacağı konusunda yorumlar yapar. Kitabın çalkantı yaratan kısmı , esas bu yazılarda ve fikirlerde saklıdır. 36

Kitap bizim ülkemizde basılsaydı ne kadar sansasyon yaratırdı bilmiyorum. Ne de olsa Türkiye’de fahişelik ve eskortluk, asla olmaması gereken ayıp bir meslek olarak görünmesine rağmen bir erkek ne kadar çok eskort’la ya da hayat kadınıyla beraber olursa o kadar övünülecek bir olaydır. Batı ülkelerinde ise bu meslek çok onay görmese ve kötü gözle bakılsa da insanların kabullendiği bir olaydır fakat parayla seks yapmak erkeklerin kendi aralarında konuşup böbürlendikleri bir olay değildir. Bu da Doğu ve Batı’nın arasındaki kültür farkını net bir şekilde ortaya koyar. Doğu’da ön planda kabul edilmeyen bu meslek arka planda bir erkeklik ritüeli olarak gözükürken, Batı’da ön planda kabullenilen bu meslek, arka planda gizlilik çerçevesinde yürütülmesi gerekir. Kitapta çizimler oldukça arka planda kalmasına ve ana konunun hikaye ile öneçıkmasına rağmen çok temiz bir stil kullanılmış, böylece hikaye çok kolay akmış. Hikaye tamamen fahişelerle alakalı olmasına rağmen ve bir sürü cinsel sahne içermesine, ful erkek ve kadın çıplaklığı içermesine rağmen Brown’un kullandığı çizgiden dolayı pornografik bir hava içermiyor . Basit ve sade arka planlar, sade net çizimler hikayeyi karmaşıklaştırmamış. Standart normları biraz zorlayan provokatif bir çizgi roman arayanlara duyurulur.


FESTİVALİ

28. Ankara UluslararasI Film Festivali İzlenimleri Yazan: HASAN NADİR DERİN

Bir Ankara Film Festivali’ni daha geride bıraktık. Bu yıl 20-30 Nisan 2017 tarihleri arasında gerçekleştirilen festival Ankaralı sinemaseverlere bir kez daha sinema dolu günler yaşattı. Bu uzun soluklu festivali günce şeklinde anlatmak çok uzun olacağı için festivali bölümlere göre ele alıp her bölümdeki filmlere bir göz atmak istedik.

Ulusal Uzun Film Yarışması: Festivalin en göz önünde olan bölümü elbette ulusal uzun film yarışması oluyor. Bu bölümde yer alan filmlerin bir kısmını daha önce vizyona girdiğinde izlemiştik, bir kısmını da festivalde izleme fırsatı bulduk. Öncelikle ödül listesine bir bakalım: En İyi Film: Genco- Yönetmen: Ali Kemal Çınar, Yapımcı: ÇekdarErkıran Mahmut Tali Öngören Özel Ödülü: Albüm – Mehmet Can Mertoğlu Onat Kutlar En İyi Senaryo Ödülü: Martı- Erkan Tunç En İyi Yönetmen: Reha Erdem – Koca Dünya Jüri Özel Ödülü: Kaygı – Ceylan Özgün Özçelik En İyi Kadın Oyuncu: Songül Öden – Rüzgarda Salınan Nilüfer En İyi Erkek Oyuncu: Tolga Tekin – Rüzgarda Salınan Nilüfer En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu: İrem Sak – Martı En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: Musab Ekici- Babamın Kanatları En İyi Görüntü Yönetmeni: Türksoy Gölebeyi – Taş En İyi Sanat Yönetmeni: Kaygı – Kerem Ardahan, Sıla Karaca En İyi Kurgu: Babamın Kanatları – Umut Sakallıoğlu, Kıvanç Sezer En İyi Özgün Müzik: Bajar – Babamın Kanatları En İyi Ses Tasarımı: Koca Dünya – Reha Erdem, HerveGuyader Yarışma filmleri arasından Taş ve Martı’yı izleme fırsatım olmadığını önceden belirterek ödüller için ufak bir yorum yapayım. Genel olarak verilen ödüllere katıldığımı söyleyebilirim, en iyi film ödülünü Genco’nun alması hariç. Jüri başkanı Onur Ünlü ve Emrah Serbes’in Genco’nun mizahını seveceklerinden emindim ama bir jüri özel ödülü bekliyordum doğrusu. Genco’nun desteklenmesi gereken bir film olduğunu düşünüyorum ancak yarışmadaki Koca Dünya, Kaygı, Rüzgarda Salınan Nilüfer ve Babamın Kanatları filmlerinden daha iyi olduğunu söylemek çok güç. Yine de elbette jürinin kararıdır, saygı duymak gerekir. Diğer ödüller arasında Reha Erdem’in iki ödülü de çok hak edilmiş ödüllerdi. Kaygı daha büyük ödüller de alabilirdi, ona da sevindik. Rüzgarda Salınan Nilüfer’in oyunculuk ödülleri ise, üst üste birkaç festivalden ödülsüz dönen bu başarılı filmin adının alınması açısından güzel oldu. Özellikle Songül Öden’in iyi oyunculuğunun takdir görmesi sevindiriciydi.

37


FİLM Ulusal Belgesel Film Yarışması: Ne yazık ki bu bölümdeki filmlerden hiçbirini izleme fırsatım olmadı. Bu nedenle ödül listesini verip geçiyorum. Keşke belgesel filmlerimizi festivaller dışında daha fazla seyirci çekebilecek ortamlarda da görebilsek. Birincilik Ödülü: Ah, Mustafa Ünlü İkincilik Ödülü: Lüfer, Mert Gökalp Üçüncülük Ödülü: Vank’ın Çocukları, Nezahat Gündoğan Seçiciler Kurulu Özel Ödülü: Üçyüzbir, Alican Mansuroğlu

Ulusal Kısa Film Yarışması: Aslına bakarsanız bu bölümdeki filmlerin de büyük bir kısmını izlemedim ama şanslıyım ki ödül alan filmlerden üçünü izlemişim. Önce ödüllere bakalım. Birincilik Ödülü: Kot Farkı, Ayris Alptekin İkincilik Ödülü: Güney Kutbu, Emin Akpınar Üçüncülük Ödülü: Tavşan Kanı, Yağmur Altan Seçiciler Kurulu Özel Ödülü: Patates Olmasın, Melisa Üneri Ayris Alptekin, sinemanın farklı alanlarında adını gördüğümüz genç bir isim. Kendini Mavi Dalga’nın başrolünde gördüğümüzden beri, hem kurguculuk, hem yönetmenlik yaptı. Kariyerine ne şekilde devam edeceğini bilmiyoruz ama Kot Farkı, yönetmenlik yapmaya devam edecekse yolunun açık olduğunun işaretlerini veriyordu. Güney Kutbu, 5 dakikalık süresinden ülkemizin durumu üzerine bir şeyler söylemeyi başaran, biraz postmodern, başarılı bir filmdi. Patates Olmasın ise kuzey Avrupa mizahına çok uygun bir kısa film diye düşündükten sonra, yönetmenin Finlandiya doğumlu olmasına hiç şaşırmadığımız bir yapımdı. Kısa film mantığını da çok iyi kavramıştı. Ödül almamış olsa da Pınar Öğünç’ün Evbark filminin de adını anmalıyım. Kentsel dönüşüm meselesini mizah kalıplarını kullanarak anlatan film, acı acı gülümsetirken özellikle sanat yönetimi ile de dikkat çekiyordu.

Retrospektif: Terence Davies: Festivallerde bir yönetmenin yıllara yayılmış filmlerini görmek güzel bir deneyim oluyor. Böylece bir yönetmenin filmlerinin ortak noktalarını, yönetmenin dertlerini daha iyi anlamak mümkün oluyor. Festivalin seçkisinde yer alan beş Terence Davies filmi de bu açıdan çok faydalı oldu. İngiliz yönetmen belli ki hemen her filminde kendi hayatında önemli yer oynayan kimi konuların, figürlerin üzerine gitmiş. Davies’in filmlerinde din kavramı her zaman önemli bir rol oynuyor. Karakterlerin gelişimlerini etkileyen din kavramı, zamanla onların suçluluk duygularının da artmasına neden oluyor. Aile yaşamı ve baskıcı, giderek şiddet dolu bir baba figürü de Davies filmlerinin ortak noktalarından bir diğeri. Genellikle ana karakter, yaptıklarından dolayı babadan nefret ediyor ama onun kaybı sonrasında da boşluk ve özlem hissinden uzaklaşamıyor. Yönetmenin kullandığı görsel yapı, baskın müzik kullanımı ya da diyalogları şiir ya da edebiyat parçaları ile desteklemesi de benzerlikler gösteriyor. Kendi hayatını anlatsa da, bir edebiyat uyarlaması yapsa da, ünlü bir karakterin hayatını ele alsa da karşınızdakinin bir Terence Davies filmi olduğunu anlıyorsunuz. Kişisel olarak son dönem filmlerini biraz daha fazla sevdiğimi söyleyebilirim. Üç kısa filminin toplamından oluşan Terence Davies Üçlemesi (The Terence Davies Trilogy), iyi bir film olmakla birlikte insanın fazlasıyla üzerine üzerine gelen, zamanla bir kâbusa dönüşen bir (ya da üç) filmdi. Takdir etmekle birlikte yakın zamanda tekrar izleyebileceğimi sanmıyorum. Uzak Sesler, Durgun Yaşamlar (Distant Voices, Still Lives), tüm 38


FESTİVALİ Davies filmlerinin ortak noktalarını damıtan başarılı bir film olmakla birlikte müzik seçimi ve kullanımı bir miktar fazla geldi bana. Liverpool ve Davies’inkendisi üzerine bir belgesel olan Zaman ve Şehre Dair (Of Time and the City), Davies’in kendi gençliğine dair notlar sunduğu için onun her filmine sızan temalarının nedenlerini anlayabilmemizi sağlıyordu. Özellikle dini bir eğitim almasına rağmen eşcinsel olmasının yarattığı suçluluk hissi, pek çok filmini daha iyi anlamlandırmamızı sağlıyordu. Bu filmde yönetmenin sesinin de çok etkileyici olduğunu anlıyorduk. 2015 ve 2016 tarihli Günbatımı Şarkısı (Sunset Song) ve Sessiz Bir Tutku (A Quiet Passion) ise seçkideki en sevdiğim filmler oldu. Her iki film de birbirine çok benziyordu doğrusu. İlki bir edebiyat uyarlaması, ikincisi ise Emily Dickinson’ın hayatını anlatan bir film olmasına rağmen, Davies belli ki bu çıkış noktalarını kullanarak aslında kendi dertlerini anlatıyordu. Özellikle Sessiz Bir Tutku’daki bağımsız kadın figürü, Emily Dickinson’ın yaşadığı 1800’lerden ziyade, bugüne ait bir figür gibi duruyordu ve hem kendi aile üyeleri hem de yakın çevresi ile yaptığı tartışmalar adeta bir tenis maçı gibi izleniyordu.

İspanya: Ankara Film Festivali bu yıl, İspanyol sinemasına ayrı bir bölüm ayırmıştı. Beş filmden oluşan bu seçkideki filmlerden biri 1963 yılından geliyordu, diğerleri ise 2010’lu yıllara aitti. 1963 yapımı Cellat (El Verdugo), mesleğini teslim edebileceği bir çırak arayan bir celladı anlatan bir yapımdı. Başarılı bir kara mizah örneği sunarken, idam cezasına karşı sağlam bir eleştiri getirdiğini de söylemek mümkün. Özellikle ilk idamını gerçekleştirecek kahramanımızın tepkilerinin idam mahkûmunun tepkilerinden çok farklı olmadığını gördüğümüz sahne çok etkileyiciydi. 2010’lu yıllardan gelen filmlerden Kapalı Gözlerle Hayat Kolay (Vivir es Fácilconlos Ojos Cerrados) daha önce izlediğim bir filmdi. Başarılı bir gençlik ve yol filmi olduğunu söylemek mümkün. Ölmek üzere olan bir adamın köpeğine yeni bir yuva ararken kendisi ile hesaplaşmasını anlatan Truman, kaçınılmaz olarak hüzünlü tarafları da olan ama mizahı da eksik etmeyen hoş bir yapımdı. Her zaman başarılı rollerde izlediğimiz RicardoDarín, yine şaşırtmıyordu. Sabırlı Bir Adamın Öfkesi (Tarde Para la Ira) ise sağlam bir intikam filmiydi. Yıllar önce başına gelmiş bir olayın intikamını almak için yıllarca bekleyen bir adamın hikâyesini anlatan film, o durumda olsanız ne yapacağınızı da sorgulattırıyordu. Bu bölümün en etkileyici yapımı ise Carlos Saura ustanın Flamenkonun Ötesi (Jota de Saura) filmiydi. Film, Saura’nın son dönemde birkaç kez yaptığı gibi, belli bir hikâye üzerine kurulmayan kısa dans bölümlerinden oluşan görsel ve işitsel bir şölendi. Saura, çok başarılı müzisyenler ve dansçılar eşliğinde bize Jotamüziğinin ve dansının farklı türlerini sunuyordu. Her seyirciye göre bir film olmadığı açık ama yönetmenin benzer filmlerini izleyip keyif aldıysanız bundan da keyif alacağınızı garanti edebilirim. Tersi de geçerli elbette.

39


FİLM Körleşme: Bu yıl festivalin ana teması Körleşme olarak belirlenmişti. Bu ana başlık kapsamında dört filmin gösterimi vardı. Sadece Reha Erdem’in değil, Türkiye sinemasının en iyi filmlerinden biri olduğuna inandığım Hayat Var ve Emin Alper’in Abluka’sı bu bölümün yerli filmleri idi. Kamerainsan (Cameraperson) ise ilginç bir belgeseldi. Normalde belgeseller için görüntü yönetmenliği yapan Kirsten Johnson, 25 yıl boyunca bu filmler için yaptığı çekimlerden bu filmi oluşturmuş. Filmi izlemeden önce bambaşka filmler için çekilmiş görüntülerin arka arkaya eklenmiş hallerinin çok kopuk kopuk olacağını ve bir bütünlük hissi taşıyamayacağını düşünmüştüm. Film başladığında da aynı düşüncem devam ediyordu ama Johnson, kısa sürede haksız olduğumu kanıtladı. Görüntüler farklı zamanlarda çekilmiş olsa da Johnson, bir anlam ve duygu bütünlüğü yakalamayı başarmış. Bu anlamda bir kurgu başarısından bahsetmek mümkün. Bu bölümün, sadece bu bölümün değil bence tüm festivalin de en iyi filmi ise Paris, Texas idi. Wim Wenders’in bu başyapıtını beyazperdede izleme fırsatını sunduğu için festivale tekrar teşekkürler. Amerika’nın uçsuz bucaksız çöllerinin neredeyse yardımcı bir karakter olduğu film, yalnızlık ve suçluluk duygularını sinema tarihinde en iyi veren filmlerden biri. Birbirlerini yıllardır görmeyen Travis ve Jane rollerinde Harry Dean Stanton ve Nastassja Kinski, belki de kariyerlerinde hiç olmadığı kadar iyiler. İnsanın içine işleyen senaryosu ile Sam Shepard ve özellikle final sahnesindeki ışık kullanımı ile görüntü yönetmeni Robby Müller’in de adını anmadan geçemeyiz. Paris, Texas izledikten sonra, sinema böyle bir şey diyeceğiniz filmlerden. Genç sinemaseverler için, filmin yarattığı duygunun Manchester by the Sea ile paralellikler içerdiğini söyleyebiliriz. Festival kapsamında körleşme teması ile ilgili bir panel de vardı. Bu panelde akademisyenler Seçil Büker, Şeyma Balcı ve Aslı Gön festival programındaki filmler üzerinden sinemada körleşme, kısmı görme ve kadraj dışında bırakılan alan üzerine örnekler verdiler, bilgilerini paylaştılar. Zihin açıcı, güzel bir paneldi.

Usta İşi: Bu bölümde yer alan filmler, adından da anlaşıldığı gibi usta yönetmenlerin yeni filmlerinden oluşuyordu. Ancak, ne yazık ki çoğu tatmin edici değildi. Berlin’de izlediğim Unutulmayan Aşk (Return to Montauk) ve festival sonrası izlediğim Tuz ve Ateş (Salt and Fire), kimi meziyetlerine karşın VolkerSchlöndorff ve WernerHerzog’un vasat filmleri arasında yer alıyordu. Jim Jarmusch’un yakın arkadaşı Iggy Pop’un grubu The Stooges üzerine yaptığı belgesel, Gimme Danger ise kötü bir film değildi belki ama bir şeyler de eksikti işte. Cate Blanchett’i 13 farklı rolde izlediğimiz ve farklı alanlardan çeşitli manifestoları onun ağzından dinlediğimiz Manifesto filmi içinse fikirlerim net değil. Kesinlikle farklı bir çaba ve kesinlikle izlenmeli. Ancak yönetmen Julian Rosefeldt’in manifestoları ilgili oldukları bağlamlardan koparıp bambaşka şekillerde karşımıza çıkarmasından hoşlanıp hoşlanmadığımdan çok emin değilim. Belki de ikinci kez izlemeliyim. Yine de sinema ile ilgili manifestoların sunumundan çok keyif aldığımı da eklemeliyim. 40


FESTİVALİ Bu bölümün en beğendiğim filmi Mezuniyet (Le Concours) oldu ama çok kişinin ilgisini çekmeyeceğinden eminim. Film, Fransa’nın en önemli sinema okullarından biri olan Femis’e giriş sınavını anlatan bir belgesel. Filmden keyif almak için sinema ile normalin üzerinde ilgilenmek, sinema-televizyon bölümlerinde öğrenci ya da hoca olmak ya da buralarda okumayı düşünmek lazım. Filmin en başında Femis’e başvuran öğrenci sayısını görüp şaşkınlığa düşüyorsunuz. Film ilerledikçe de aşama aşama giriş sınavını ve jürilerin değerlendirmelerini görmek çok ilginç. Nelere dikkat ediyorlar, nasıl sonuçlara varıyorlar. Sinemayı sevenlerin hoşuna gidecektir dedim ama benzer bir belgesel, büyük holdinglerin eleman alış süreçleri ile ilgili de yapılabilirdi. Ancak bu süreç beyazperdeye bu filmdeki kadar doğal bir şekilde yansır mıydı, emin değilim.

Berlin’den Taze Taze:

Bu bölümde yer alan filmlerden ikisine geçen aylarda Berlin ve İstanbul Film Festivallerini değerlendirdiğim yazıda yer vermiştim. Detaylarına tekrar girmek istemiyorum ama Beden ve Ruh Üzerine (Testrőléslélekről) ve Ana, Sevgilim (Ana, Mon Amour) filmlerinin, klasikleri bir kenara bırakacak olursak festivalin en iyileri arasında yer aldığını söyleyelim. Diğer filmlerden Beuys, Alman sanatçı Joseph Beuys üzerine bir belgeseldi. Tam olarak onun hayatını anlatan klasik bir belgeselden ziyade onun sanata bakışını anlatıyordu. Beuys’unsıradışı bir sanatçı olduğu açık ama film daha çok, onu önceden tanıyıp sevenlere hitap eden bir yapımdı.

yapan bir filmdi. Django Reinhardt’ın 1943 yılında, 2. Dünya Savaşı’nın tam da ortasında Berlin’e bir konser için çağırılmasının hikâyesini anlatan film, beklenebileceği gibi çok güzel müzikler içeriyordu. Hikaye anlatımında ise tam da beklediğimiz adımları atıyor, daha da ötesine pek fazla gitmiyordu. Yine de çingenelerin ve siyahların müziklerini dışlayan bir ortamda konser vermeye çalışan bir müzisyenin mücadelesi etkileyici bir seyirlikti ama insan Berlin’in açılış filminden daha fazlasını bekliyordu.

Agnieszka Holland’ın İz (Pokot) filmi ise ümit verici bir şekilde başlasa da ilerledikçe tepe taplak aşağı gidiyordu. Artık belli bir yaşa gelmiş olan bir İngilizce öğretmeni ve çevresinde işlenen cinayetlerin anlatıldığı film, modern bir Miss Marple uyarlaması gibi gözükse de zamanla bambaşka bir noktaya evriliyordu. Filmin ton değiştirmesi sorun değil ama karakter, kendisi ile uyumsuz hareketler yapıyordu. Hele finale doğru gerçekleşen bir hadise vardı ki, Agnieszka Holland’ın Amerikan televizyon dizilerinin yönetmenliğine fazlaca zaman ayırdığını gösterir gibiydi. İz, ustalıkla çekilmiş bir film olsa da attığı yanlış adımlarla tökezleyen bir filmdi kanımca.

Django – Sürgün Melodiler (Django) ise yine ünlü bir sanatçının hayatının bir bölümünü konu eden, ancak bunu popüler sinema kalıpları kullanarak 41


FİLM Essay Film Festivali 2017 Seçkisi: Essay Film ya da Deneme Film, son yıllarda adını sıkça duymaya başladığımız bir kavram. Elbette eski tarihli örnekleri de var ama son yıllarda ayrı bir film türü olarak anılıyor. Ancak bu bölümde nasıl filmler olacağını soranlara, tam olarak nasıl tarif edeceğimi bilemiyordum. Bu konuda ders veren Ersan Ocak hocamız bana şu şekilde yardımcı oldu: Edebiyatta deneme dediğiniz zaman ne anlıyorsanız, sinemada da o.

Benim anladığım anlamda Essay Film tanımına en uygun düşen film ise Illinois Meselleri (Illinois Parables) idi. Yönetmen DeborahStratman, Illinois ile ilgili çeşitli tarihsel gerçekleri, yöreden çekilmiş görüntüleri serbest bir şekilde uç uça ekleyerek farklı bir form karşımıza getirirken seyircinin kendi fikirlerini oluşturmasına da alan açıyordu.

Anısına:

Bu bölümdeki filmlerin ne kadar bu tanıma uyduğu tartışılır. Örneğin Filmfarsi çok sevdiğim ve keyifle izlediğim bir film olsa da klasik belgesel tanımına çok daha yakındı. Filmde, devrim öncesi Şah dönemindeki popüler İran sineması konu ediliyordu. Aydınların hiç önemsemediği ama halkın çok sevdiği bu filmler, pek çok yönüyle Yeşilçam sinemasını anımsatıyordu. Kadınların keskin bir şekilde iyi kadın ya da kötü kadın olarak ayrılması, kahramanların belli kurallara mutlak uymasından tutun da seyirciyi etkilemek için kullanılan bazı numaralara kadar hemen her şey Yeşilçam sineması ile aynıydı. İlgiyle izlesem de filmin çok sevmediğim kısmı, bu dönemin sineması ile ilgili kesin hükümlere varması idi. Hâlbuki bu filmlerden örnekleri karşımıza getirirken Filmfarsi olarak tanımlanan bu filmlerle ilgili seyircinin kendi başına yorumlar getirmesine açık kapı bırakmasını tercih ederdim. Örnek Bir Evde, Örnek Bir Aile (A Model Family in a Model Home), Bertolt Brecht’in Amerika’da komünistlik suçlaması ile mahkemeye çıkarıldığında verdiği ifade üzerinden ilerleyen, bir yandan da Amerikan ailesine bakan, farklı teknikler kullanan bir kısa filmdi. 327 Defter (327 Cuadernos), İspanyol edebiyatının önemli isimlerinden RicardoPiglia hakkında belgesel yapmak üzere yola çıkan yönetmen Andrés Di Tella’nın onunla olan arkadaşlığı ile birlikte bambaşka bir yöne evrilen bir filmdi. 42

Hemen her büyük festivalde geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz usta sinemacıların filmlerini izlediğimiz bir bölüm olur. Ankara Film Festivali de bu yıl Andrzej Wajda, Abbas Kiarostamive Jacques Rivette’i anıyordu. Wajda’nın Ardıl Görüntü (Powidoki) filmi ustalıklı anlarına rağmen fazlasıyla anti-komünist olması ile rahatsız ediciydi. Bazı anları sırf bu nedenle duygu sömürüsüne kayıyordu. Ustanın son filmi olarak izlenmesi gerekliydi elbette ama tatmin edici olduğunu söylemek zordu. Rivette’in Dörtlüler Çetesi (La Bandedes Quatre), 160 dakikalık süresi ile zorlayıcı bir deneyimdi (aslında söz konusu olan Rivette olunca kısa bir film olduğunu bile söylemek mümkün) ama karşılığını veriyordu. 1989 tarihli bu filmde, yönetmenin bundan önce çektiği filmlere yaptığı göndermeler dışında bundan sonra çekeceği filmlerle ilgili ipuçları bulmak da ilginçti doğrusu. Kiarostami’nin Yakın Plan (Close-Up) filmine gelince, çok iyi bir film hatta başyapıt olduğuna şüphe yok, yönetmenin kendi filmleri arasında da en sevdiği iki filmden biri ama son yıllarda bu filmi o kadar çok festivalde izledik ki keşke bu kez ustanın farklı bir filmini izleseydik dedik.


FESTİVALİ Bu yıl iki büyük ustanın da onuncu ölüm yıl dönümleriydi. Ingmar Bergman ve Michelangel Antonioni’yBir Yaz Gecesi Gülüşleri (Sommarnattens Leende) ve Yolcu (The Passenger) filmleriyle andık. Bir Yaz Gecesi Gülüşleri, Bergman’ın ağır dramlar yanında komediye el attığında da başarılı olduğunu bir kez daha gösteriyordu. Yolcu ise Antonioni’nin klasiklerinden biri olarak kimlik meselesi üzerine sağlam cümleler kuruyordu. Sadece o muhteşem son planını tekrar sinemada izlemek bile bu filmi izlemek için yeterli bir nedendi.

Dünya Festivallerinden: Geldik festivalin en fazla film içeren bölümüne. Bu bölümde 16 film yer alıyordu. Öncelikle belgesellerden başlayalım. İstanbul Boğazının Koruyucuları (Guardians of the Strait), boğazdan geçen tankerlerin yarattığı tehlikeler ile ilgili bir filmdi. Doğrusunu söylemek gerekirse 73 dakikalık süresine rağmen, derdini daha kısa sürede anlatabilecek bir filmdi. Uzun metraj olmak için zorlanmış gibiydi. Annem ve Babam (My Father and My Mother), yönetmen Jiao Bo’nun otuz yıl boyunca çektiği annesinin ve babasının görüntülerinden oluşan bir filmdi. Kendisi için çok özel bir film olduğuna şüphe yok ama bizim izlememiz gerekli miydi tartışılır. 90’larında Genç Bir Kız (UneJeune Fille de 90 Ans), bir hastanede Alzheimer hastalarının bulunduğu bölümde Thierry Thieû’nun düzenlediği dans etkinliğini gözler önüne seriyordu. Thieû, hastalardan her biriyle tek tek ilgilenerek onları dansına dâhil etmeye çalışıyordu.

Ancak filmin asıl odak noktası hastalardan birinin, 92 yaşındaki Blanche Moreau’nunThieû’ya aşık olması ile değişiyordu. Film boyunca duygulanarak izledik ama ben asıl çekimler sonrası Blanche’ın ne halde olduğunu merak ettim. Her sabah Thieû’yu büyük bir özlemle bekliyordu çünkü.

Kartal Avcısı (The Eagle Huntress), Moğolistan’da bir kız çocuğunun ilk kadın kartal avcısı olma çabalarını anlatıyordu. Bu bir cümlelik özetten bile filmin kadın-erkek eşitliğine dair mesajları olacağı anlaşılıyor. Gerçekten de öyle ama bunu ilk akla gelebilecek yollarla yapıyor. Bu nedenle zevkle izleniyor ama çok da öne çıkmıyor. Bu bölümdeki belgesellerin en iyisi ise Yıldızsız Rüyalar (Royahaye Dame Sobh) idi. İran’ın önde gelen belgesel yönetmenlerinden Mehrdad Oskouei’nin ıslahevindeki 18 yaşının altında bir grup kızı takip ettiği bu filmde kızların en içten duygularına ortak olmayı başarmış. Yönetmen belli ki kızlarla uzun zaman geçirmiş ve onların güvenlerini kazanmış. Yaşadıkları acıları içimizde hissederken ne yazık ki geleceklerine dair bir umut ışığı da göremiyoruz.

Bu bölümdeki kurmaca filmler arasında, öncelikle görece vasat olanlarının üzerinden geçelim. Gürcistan’ın Oscar adayı Başkasının Evi (Skhvisi Sakhli) savaş sonrası travmalar içinde boğuşan iki aileyi anlatan orta karar bir yapımdı. Avustralya yapımı Tanna, gerçekten bölgede yaşamakta olan kabilelerden insanları oyuncu olarak kullanmanın avantajını kullansa da temelde benzerlerini çok fazla gördü43


FİLM ğümüz bir aşk hikâyesini konu alıyordu. İlginç bir girişle açılsa da kısa sürede baskıcı ve şiddet yanlısı koca klişesine bağlanıp kalan, üstelik bunu son derece abartılı bir oyunculuk kullanarak yapan Gerçek Mutluluk (Gleissendes Glück) ise neticede gerçek mutluluğun gerçek aşka dayandığını söyleyerek bir başka klişeye doğru yelken açıyordu.

Güney Kore sineması son yıllarda festivallerde çok öne çıkan bir sinema. Ankara Film Festivali’nde izlediğimiz Sessiz Bir Rüya (Chunmong), bir kızın kalbini kazanmaya çalışan üç aylak gencin hikâyesini anlatırken hem komedi, hem dram kalıplarını kullanıyordu. Kötü bir film değildi ama zihinlerde yer etmesi de güç bir filmdi. Bir filmini sevip iki filmini sevmediğim Hong Sang-soo’nun yeni filmi Kendin ve Sen (Dangsinjasingwa DangsinuiGeot) ise yönetmenle aramı düzeltmeye yetmedi. Bir kez daha bildik temalarını, bildik görsel yapısı ile harmanlayarak anlatan yönetmen hayranlarını yine memnun ediyordu aslında.

Marco Bellocchio’nun Tatlı Rüyalar (Fai Begni Sogni) filmi, Usta İşi bölümüne de dâhil edilebilecek bir yapımdı. Küçükken annesini yitirmiş bir çocuğun büyüme hikâyesini, giderek yetişkinliğini anlatan film, hem iyi bir dönem filmiydi hem de karakterini derinlemesine incelemeye çalışıyordu. Ancak filmin bazı bölümleri hikâyeye hiç hizmet etmiyor, filmin 134 dakikalık süresi rahat 100-110 dakikaya inermiş dedirtirken, bazı kısımları da keşke daha detaylı 44

işlense dedirtiyordu. Belki de filmin kaynağı olan romanda daha olaylar daha derli topluydu, bilemiyoruz.

Gelelim bu bölümün gerçekten iyi diyebileceğimiz filmlerine. Gençlik Başımda Duman (Hjartasteinn), İstanbul Film Festivali’nde izleyip beğendiğim, geçen ay da bu satırlardan üzerine yazdığım bir filmdi. Gösterime girdiğinde izlenmesini önerdiğimi tekrarlayayım. Yunanistan’dan gelen Çizgiler (Lines), tek bir ana tema içinde 7 kısa filmin birleşmiş hali gibiydi. Ekonomik kriz içindeki ülkenin durumunu farklı açılarıyla anlatırken biz de seyirciler olarak ülkemiz ile ortaklıklar kurmadan edemiyorduk. Öyle ki tüm film Türkçe seslendirilmiş olsa birkaç ufak ayrıntı dışında, oyuncularını tanımadığımız yerli bir film olarak izleyebilirdik.

Vahşiler Firarda (Huntforthe Wilderpeople), bugünlerde adını yeni Thor filmi ile duyduğumuz Taika Waititi’nin ülkesi Yeni Zelanda’da çektiği çok keyifli bir filmdi. Ankaralı sinemaseverler olarak bu filmi izlemekte biraz geciktik ama sonunda sinemada izleme fırsatını bulduk. Waititi’nin önceki filmlerinden de tanıdığımız hınzır mizahını bolca deneyimlediğimiz film, annesi tarafından terk edilen bir çocuk ile onun yanına verildiği koruyucu ailedeki “amca”sının bir takım yanlış anlamalar sonucunda insanlardan kaçmasını anlatıyordu. Kahkahalar atarak izlerken, zaman zaman duygulandırmayı da başaran bir film.


FESTİVALİ yönetmenlik ile destekleyince festivalin de en iyi filmlerinden biri oluyor. Bu kadar yoğun bir festival dönemi geçirince, festivalin çocuk filmleri ya da kısa sınır tanımaz bölümü gibi kısımlarını takip etmeye zaman yetmedi. Ama takip ettiğimiz kadarı da çok iyi bir festivaldi. Bir sonraki festivalde ve bir sonraki yazımızda buluşmak üzere. Almanya’nın Nazi’lerin yaptıklarını üzerlerinde bir utanç unsuru olarak taşıdıklarını biliyoruz. Dünün Çiçekleri (Die Blumenvon Gestern) bu konu üzerinden giden ama ilginç bir şekilde mizahı da elden bırakmayan bir filmdi. Nazi soykırımı üzerine geniş araştırmaları ve kitapları olan bir hocanın, Fransa’dan gelen bir stajyerle geçirdiği birkaç gün üzerine odaklanan film, her ikisinin de geçmişlerinden gelen sırların açığa çıkmasıyla birlikte, kişinin geçmişinden ne kadar kopabileceğini irdeliyordu. Bunun yanında filmin romantik-komedi unsurları taşıyan bir kısmı da vardı. Hatta bir noktada hikâye adamın cinsel sorunlarına kadar uzanıyordu. Dünün Çiçekleri, çok fazla konuya el atan bir film gibi gözükse de bunları makul şekilde toparlamayı da başarıyordu. Son zamanlarda giderek daha fazla filmde görmeye başladığımız Adèle Haenel, bir kez daha iyi oyunculuğunu gösteriyordu.

Kol Saati (Slava) da bir Bulgar filmi olmasına rağmen Türkiye’de geçen bir olayı anlattığı söylense hiç yadırgamayacağımız bir filmdi. Film, sıradan bir demiryolu işçisinin rayların üzerinde yüklü bir miktarda para bulması ile başlıyor. Parayı polise teslim edince, Ulaştırma Bakanlığı da gündem değiştirmek için aradığı haberi bulmuş oluyor. Bakanın bu kahramana vereceği ödül, dikkatleri yolsuzluk söylentilerinden uzağa çekecektir. Demiryolu işçisinin politik çekişmelerle bir alakası yoktur ama ödül töreni sırasında, babasından kalan saat kaybolunca işler değişir. Kol Saati, finale doğru ilerledikçe, bir defa da iyiler kazansın diyeceğiniz filmlerden. Başarılı senaryosunu iyi oyunculuklar ve sağlam bir 45



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.