Gölge e-Dergi, Ekim 2014 Sayı: 85

Page 1


İÇİNDEKİLER

04 Fantastik Şiir- Ölüm Savaşçısı Wuthering Heights (1992)

05-17 Korku Köşesi- Nebbaşın Akibeti, Kapı 7, Gece Avı. 18-19 Yazar'ın Kaleminden - Valiz

85.

Sayı ile tekrar birlikteyiz.

20-22 Öykü- 1947 23-29 Çizg Roman İnceleme - En Tuhaf

Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Samim Salur PAÇACIOĞLU Pinup: Cihan Oğuz DEMİRCİ Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir.

Süper Kahraman Takımları 30-33 Öykü - Ak Don II 34-42 Çizgi Roman - Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları 43-46 Öykü- Günahların Bekçisi 47-52 Çizgi Roman - Dünya 53-56 Öykü- Kapıcı 57-67 Sinema - Altın Koza

Editör'ün Kalemi'nden

85. ayını gören Gölge e-Dergi sekizinci senesine erişti! Ekim 2007’da başlayan ve ardında sayısız çizgi roman, hikaye, illüstrasyon, sinema ve festival yazısı, inceleme bırakan bu eşsiz serüven, bugün de eski-yeni maceracılarıyla yola devam etmekte. Kolektif bir dergi olarak birçok alandan arkadaşımızla, ustalarımızla her ayın başlangıcını heyecanla bekleten, gecesi gündüzü karışık bu serüvenin yeni maceracıları da beklediğini tekrar hatırlatmak isterim. İçeriği serüvencilerimizin klavye ve fırça darbeleriyle sürüp giden Gölge e-Dergi, bir kere daha huzurlarınıza çıkmanın haklı mutluluğu içerisinde yeni yaşını kutlamada… İyi okumalar dilerim…

68-70 Öykü- Silik Yazı

Mehmet Berk YALTIRIK

71 Pinup

http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/

3


KORKU KÖŞESİ

Fantastik Şiir

Yaşama dair ışıklı perdeler Çekilirken gözümün önünden Ölüyorum, ölüyorum... Düşmanın düşüşünü görme arzusuyla Kılıcımla durmadan vuruyorum... Hayatlar söndürüyorum Savaşlar ateşliyorum Yalnız ölüm için savaşıyorum Kuru yapraklar gibiyim Rüzgârlarla savruluyorum Nefessiz kalmış çiçekler gibiyim Günden güne soluyorum Gördüğüm her şey rüya Duyduğum her şey yalan Bildiğim tek şey savaş Düşmanımın kanıyla Bu kılıç ıslanacak Belki çıkamam yarına Belki varamam mezarıma Bensiz ölümü tatsın bedenler Dolunayın ışığında Ölüme dair karanlık perdeler İnerken gözümün önüne Yaşıyorum, yaşıyorum Herkesten uzaklaşma arzusuyla Düşmanın içine ilerliyorum Hayatlar bitiriyorum Yalnızca savaşarak zevk alıyorum Yalnızca içimdekileri öldürüyorum Yusuf GÜRKAN

4

5


Korku Köşesi

Nebbaşın Akibeti Lofça kazasında bir vakitler “Kör Lağımcı” ismiyle bilinen bir adam yaşardı. Asıl ismini, nereli olduğunu, tabiiyetini ne kendi ne başkası bilirdi. Çocukluğundan beridir yüzünün yarısı yanık olup tek gözü görmediğinden bu lakapla çağırırlardı. Hem Rumca ve Bulgarca hem de Türkçe konuştuğundan, Balkan dağlarının yücelerinde eğleşen haydutların kasık mancası avratlarından peydahlanmış “yadigâr”larından biri olduğuna hükmedilerek, Varoşa mahallesi yakınlarındaki eski mezarlığın dibindeki bir kulübede yaşamasına müsaade edilmişti. Şehrin lağımcı uşaklarının yanına verilmiş, kâh lağım kâh mezar kazmış, bağlarda bostanlarda çalışarak hayatını kazanmış, “Kör Lağımcı” diye çağrılır olmuştu. Ahalinin verdiği yemeklerle karnını doyurur, kendisine verilen kulübede yaşayıp karın tokluğuna ömür sürerdi. İnsanlar Kör Lağımcı’ya acıyarak bakar, ne bir kap yemeğini ne de sadakasını eksik ederlerdi ki lağım ve mezar kazmadığı zamanlarda baca açma, çatı aktarma, bahçe temizliği gibi işlerle uğraştığından geçimini bir şekilde sürdürürdü. Gerçi tek gözünün görmeyişi ve çirkin hâli nedeniyle ona tiksinerek ve korkuyla bakarlardı ancak ele güne muhtaç garibanın biri olduğundan hoş görürlerdi. Çocukların görünce evlerine kaçıştığı, çeşme başlarında gören kızların kafalarını öbür yana çevirdikleri “Kör Lağımcı” yine de acımayla karışık bir saygı görürdü. Çünkü hiç kimse onun gecenin kör karanlığında çevirdiği netameli işleri bilmiyordu. İşini ustalıkla yapıyor, iz bırakmıyor ve en önemlisi insanların duygularını istismar etmeyi iyi beceriyordu… Gün geceye dönüp el ayak çekilince “ölülerin etinden sütünden faydalanmak” diye söyleyegeldiği uğursuz fiiline koyulurdu Kör Lağımcı. Her mezarlığın girişini çıkışını bilip, kimin ne vakit gömüldüğünden haberdar olduğundan işini çarçabuk hâlleden, başkalarına rastladı mı saklanmayı bilen yahut kendisini acındırıp aseslere, bekçilere ihbar edebilen azılı bir nebbaştı. Dişlerden söktüğü altın ve gümüş haricinde, taze cesetleri de usturuplu bir şekilde mezarından çıkartıp hayvan etidir diye ucuzdan harabe dibi beygir kasaplarına satardı. Ölülerden sadece maddi olarak fayda ummazdı. Şayet etine dolgun, eli yüzü düzgün bir tazenin yahut yaşı geçkin ancak hâlâ güzelliğini muhafaza edebilmiş bir hatun kişinin vefatını duyar duymaz gecenin en kör vaktinde gömüldüğü yere giderdi. O kara kukuletalı acayip heyula, mezarı özenle kazarak kefeni üzerinde tazeyi çukurundan çıkarıp en kirli emellerine alet ederdi. Kendisine hiçbir canlının bile isteye el sürmeyeceğinin bilincinde, ölünün mermer soğukluğundan zerre ürperti duymadan kabrinden çıkardığı cesetleri hendek kuytularına götürür sermayeymişçesine satardı. Tuhaf zevk sahibi günahkârlar, dokunulmaya tiksinecek görünüşte olan talihsizler onun daimi müşterileri arasındaydı. Daha sonra da sair hekimlere ve cerrahlara bu cesetleri: “Taze meftadır!” deyip, kadavra olarak satardı. İşini gecenin kör saatlerinde gördüğünden, o vakitlerde mezarlıklarda pek kimse olmadığından ahaliye yakalanma korkusu yoktu. Bekçiler ve asesler de kendisini mezarlıklardan mesul olarak tanıdıklarından ses etmezlerdi ki yöre ahalisinin batıl itikatları mucibince onlar da geceleri mezarlıklardan uzak dururlardı. Pek bir kimsenin vefat etmediği, Meyhaneci Tanaş’a da epey borçlandığı bir vakitti. Şehrin tepesinde toplanan kara bulutlardan şavkıyan yıldırımların ortalığı gündüze çevirdiği, yağmur damlalarının kubbelerin ve çatıların üzerinde tıpırdadığı bir gece vaktinde kulübesinde oturmaktaydı Kör Lağımcı. Eski bir battaniyeye sarınmış, kulübenin ortasındaki mangalı maşasıyla karıştırıyorken, gök gürültüsünü bastıran bir sesle kapısının çalındığını işitti. Pek geleni gideni olmadığından yağmur yüzünden çatısı akmış birinin kapısına dayandığına hükmedip kalkıp açtı. Şavkıyan bir yıldırımın anlık ışığında sırtındaki çivit

6

7


Korku Köşesi

Korku Köşesi

renginde Selanik çuhasına sarınmış, çamura bulanmış çuhanın eteklerinden ayakları görünmeyen uzun boylu, ince yapılı birisini gördü. Evleri ve kulübenin yakınındaki mezarlığı gündüz gibi aydınlatan yıldırımın ışığına rağmen yüzünü göremedi, yalnız kuzgun ve karga kanadından tüylerle süslü bir sorguç taşıyan tuhaf bir serdengeçti kavuğunu seçebildi. Rumeli gazileri arasında düşman içine yahut kuşatılan kaleye önden giren fedailerin taktığı bu serpuş Kör Lağımcı’yı ürpertti. Gönüllü olarak “bayrak”lar altına toplanıp en ön saflarda cenge girdiklerinden “ölüm eri” olarak zikredilirlerdi ve serpuşlarındaki süslemeler, tıpkı deli süvarilerinin tüyleri gibi belli cesaretlere, başarılara göre takılırdı. Karşısındaki adamın sorgucuna bakıp kim bilir kaç müsademeden sağ çıktığını, çivit rengi çuhanın üzerinde kim bilir kimlerin kanlarının kurumuş olabileceğini düşününce tüyleri diken diken oldu. Serdengeçti, sanki boğazını sıkarlarmış gibi hırıltılı bir sesle: “Kör Lağımcı sen misin?” diye sordu. Kambur korkuyla kafasını “Evet,” anlamında sallayınca ayaklarının dibine bir kese fırlattı. Şavkıyan bir başka yıldırımda sikkelerin parıltısını ayan beyan gördü. Serdengeçti hırıltılı sesiyle konuştu: “Yeniçeriyândan bir yoldaşımızı Tuna sazlıklarında haydutâna şehit verdik. Merhum Lofça’da gömülmek istediğini vasiyet eylemişti, cenazeyi at sırtında getirdim lakin rahmete yakalandım. Defnetmeye yardım ederler diye bir handa eğleştim, bu boranda çamurda bir kimse bulamadım. Seni söylediler, kabristana bakarmışsın. Masrafın karşılığında akçen de hazırdır…” Eline aldığı kesedeki akçeleri görünce gözleri parlayan Kör Lağımcı, keseyi kuşağına sıkıştırıp battaniyeyi sırtından attı. Duvara dayalı kazmasını küreğini kapıp serdengeçtiyle birlikte mezarlığa yollandı. Çamurlara bata çıka mezarlığa vardığında yanında yürüyen serdengeçtinin sessizliğine şaştı, kılıcının hançerinin şakırtısını duymadığından silahsız olduğuna hükmetmişti. Adama at sırtında taşıdığı mevtanın yerini sorduğunda atı hana bağladığını, mevtayı da tek başına mezarlığın içinde bir yere bıraktığını söyledi, ardından da: “Sen defnet, ben burada beklerim,” diyerek dikilmeye başladı. Ömrü mezarlıkta geçtiğinden fırtınalı havaya bile eyvallah etmeyen Kör Lağımcı, mezarlığın boş olan kısmına doğru yürüdü. Ağaçların karaltısına rağmen arada bir şavkıyan yıldırımların ışığında mezar taşlarının parıltısından topraktaki çakıl taşlarına değin birçok şeyi görebiliyordu. Biraz uzakta toprağın üzerinde yatan şeyi o zaman fark etti. Mevtanın yanına gittiğinde kirli yelken bezine sarılmış olduğunu fark etti. Yağmura çamura rağmen oracıkta bir mezar kazmaya başladı. Bir an içine cesedin görünüşüne bakma isteği düştü, eğer görünüşü bozulmamışsa hekimlerden birine gizlice satıp bundan da alacağı akçeleri görür gibi oldu. Kazdığı çukurdan güç bela çıkan Kör Lağımcı, yelken bezini çepeçevre saran ipleri çözdükten sonra açtı. İçindeki yaralı yüzü bir anlığına yıldırım şavkında görünce midesi kalktı. Türlü çeşit iğrençlikte mevta görmüştü, her birinin de çeşit çeşit ölüm şeklini görmüştü. Bunda doğrudan mevtanın suratına alaybozan saçmaları isabet etmiş, yüzün yarısını alıp götürmüştü. Nebbaş mevtaya bakarken bir başka yıldırım şavkısında mevtanın gözlerini açtığını görür gibi oldu. Cesedin gözleri hep mi açıktı yoksa o an mı açıldı diye düşünürken önündeki yelken bezi kendiliğinden hışırdamaya başlayınca yüreği ağzına geldi. Tam kendini “Rüzigârdır be!” diye avutacakken yelken bezinden sıyrılan mevtanın gözleri önünde doğrulduğunu gördü. Yıldırımın şavkıyan ışığında ölünün ifadesiz gözünü ve yaralı yüzünü fark etti. Kendisi gibi kamburdu ve açığa çıkmış dişleri ürkünç bir sırıtmayı andırıyordu. Korkuyla gerilerken çukura düşen nebbaş, can havliyle üstüne akan çamur deryasına rağmen oradan da çıkıp mezarlığın derinliklerine koşmaya niyetlendi. Kafasını bir anlığına geriye çevirdiğinde ölünün ayağa kalkmış karaltısını fark etti. O anda denk gelen bir yıldırım şavkında ayakta dikilen şeyin, kendisini mezarlığa getiren “ölüm eri” olduğunu anladı. Serpuştaki karga ve kuzgun tüylerinin uçuşmasını görmek için ışığın bir kere daha şavkımasına ihtiyaç duymadı. Aynı hırıltılı ses sanki mezarlığın dört bir yanından geliyordu: “Kaçamazsın nebbaş efendi!” Karanlığın içinde Kör Lağımcı, serdengeçtinin kollarını açtığını gördü. Bir başka yıldırım şavkında ellerinin yere kadar uzadığını ve uzayan ellerinin toprağın üzerinde örümcek gibi hareket ettiğini gördü.

8

Kör Lağımcı, gerisingeri dönüp koşmaya niyetlendi. Ancak ayak bileklerini kavrayan soluk parmakları hissedince yere yıkıldı. Serdengeçti direklerden uzun kollarıyla kendisine doğru çekmeye başlamıştı nebbaşı. Kör Lağımcı, yüzünü görebilme umuduyla serdengeçtiye baktığında şansına bir yıldırım şavkı daha denk geldi, ancak görebildiği sadece başındaki tuhaf serdengeçti kavuğuydu. Kazdığı çukurun başına gelince kendisine ulu çamlar kadar uzun görünen serdengeçti, nebbaşın üzerine doğru eğilip uzun parmaklarıyla bu kez boğazına doğru uzandı. Nebbaş bir başka yıldırım şavkında yosun lekeleriyle kaplanmışçasına kirli ve çarpık çurpuk parmakları, kirden sararmış uzun tırnakları görünce korkudan dili tutuldu. Serdengeçti bir eliyle kamburun yüzünün yanık olan tarafını kirli ve uzun parmaklarıyla sıkmaya başladı. Yarası ateşle dağlanmışçasına acı içindeydi kambur. Ağzından çıkan boğuk çığlıklar geceyi ve yağmurun tıpırtısını bıçak gibi keserken serdengeçti kafasını kendisine yaklaştırmıştı. Başka bir yıldırım şavkına rağmen “ölüm erinin” yüzünü göremedi ancak uzun saçları olduğunu hayal meyal seçebildi. Serdengeçti hırıltılı sesiyle: “Sana akıbetini gösterdim nebbaş!” dedi ve yüzünün yanık kısmını parmaklarıyla parçalamaya başladı. Kör Lağımcı güç bela kuşağındaki keseye ulaşıp ona geri uzatmaya çalıştığında içinden yüzüne soğan kabuklarının döküldüğünü fark etti. Gördüğü son yıldırım şavkı, “ölüm eri”nin biçimsiz ayakları ve suratına yaklaştırdığı çuha parçasıydı. Üzerindeki çuhanın ucunu nebbaşın ağzına tıkarken nebbaşın suratının yarısını koparıp almıştı. Nebbaşın can havliyle attığı çığlıklar boğazında düğümlenirken serdengeçti bu sefer boğazını sıkmaya başladı. Nebbaş kendinden geçmeden önce “ölüm eri”nin suratına baktı son kez. Yıldırım şavkında gördüğü son görüntü karşısında nefesi kesilmeden önce kalbi korkudan durdu. Alacakaranlık vakti ortalık sakinlediğinde dışarıya çıkan şehrin asesleri, Kör Lağımcı’nın bedenini bulmuşlardı. Boğazından dışarıya taşan yelken bezine ve parçalanmış yüzünü görünce korkuyla ürpermişlerdi. Nebbaşın son gördüğü şeyin eseri yüzünde saklıydı. Yüzü ölmeden önce korkudan öyle bir hâle gelmişti ki yüzünün yarası bile daha az mide bulandırıcıydı… Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

9

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Korku Köşesi

Kapı 7 Kapının rengi gerçekten göz alıcıydı. Yavaşça içeri girdiğinde karşısına çıkan uzun koridor ona çocukluk korkularını anımsattı. İçeri doğru bir adım attı. Sağlı sollu inanılmaz büyüklükte kapılar vardı. İçinde o kapıların ardında neler olduğuna dair bilinmezliklerle yola koyuldu. Gitmesi gereken oda koridorun ucundaydı. Eline tutuşturulan kağıda baktı. Koridorun en ucunda karşıya bakan bir pencere vardı. İçeri yaydığı loş ışık ile etrafı ancak görebiliyordu. Yavaşça yürüyordu. Etraf çok karanlık olduğundan, rabıta döşemeler rahatsız edici bir biçimde gıcırdadığından her an düşecekmiş gibi hissediyordu. Bahçeye girdiğinde içerinin bu kadar güzel olabileceğini düşünmemişti. Bina dışardan metruk görünüyordu. Duvarları eskimiş, taşları aşınmıştı. Süslemeler bile artık kendini belli etmiyordu. Belli ki zamanında çok gösterişliydi. Tıpkı bir insan gibi yıllara meydan okuyamamıştı. Kapıya ulaştığında düşüncelerine engel olmaya çalışıyordu. İçinde inanılmaz bir istek vardı. Odada neler olduğunu çok merak ediyordu. Böyle güzel bir kapının ardındaki gizem içindeki merak duygusunu kabartıyordu. Birden kapının koluna asıldı, içeri girdi. Gördüğü manzara hayal ettiği gibi değildi. Odanın içi yıkık döküktü, duvarlarda yer yer çatlaklar vardı. Odayı kokladı. Oda parfümünün kokusu ona çocukluğunun geçtiği o bahçeyi anımsattı. Orası da tıpkı bu oda gibi kokuyordu. Islak çimen kokusu... O zamanlar bu kokuyu severdi ama bahçenin kötü anıları büyüdükçe nefret etmesine sebep olmuştu. Köşede bir sandalye duruyordu. Lacivert deri kaplanmış, ayak kısımları aşınmış ve kurtlar tarafından delikler açılmıştı. Ama bu onun güzel görünüşüne zarar vermemişti. Oturdu, kafasını ellerinin arasına alıp düşünmeye başladı. Sanki buraya neden geldiğini unutmuştu. O bahçeyi, eski anıları ve ardından yaşadığı o büyük tramvayı... Artık otuz dört yaşındaydı. Hala bir baltaya sap olamamanın verdiği hayal kırıklıklarıyla dolu hayatında işe yaraması için ilk fırsattı bu. Eğer o heykeli istenilen yere götürebilirse, küçük, basit hayatının altın değerindeki hediyesi olacaktı. Ama şu an görevi kimden aldığını, neden aldığını hatırlamıyordu. Odanın içinde zihni yerçekimi olmayan bir boşlukta uçuyor gibiydi. O günü düşünüyordu. Bu düşüncelerden rahatsız olmaya başlamıştı. Unuttuğunu sanıyordu, artık peşini bırakacağını düşünüyordu. Ama o oda, koku her şeyin tekrar zihninde canlanmasına neden olmuştu. Acı ve üzüntü dolu düşüncelerinden kurtulmaya çalışırken bir anda ortalığın aydınlandığını fark etti. Yavaşça kafasını kaldırdığında gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. İnanamıyordu, bu gördükleri gerçek olamazdı. Gözleri kocaman açılmıştı. Kalbi yerinden fırlayacak kadar hızlı atıyordu. Yerlerdeki çimenler, altında saatlerce uyuduğu akasya ağacı ve en önemlisi de onun yanındaki kıpkırmızı elmalarla dolu olan o elma ağacı... Bunların hepsi şu an karşısındaydı. Ama mümkün olamazdı. Yine de bir an kendini kaptırıp yola koyuldu. Her ne kadar kötü anıları olsa bile yüzünde geçmişe ait bir zamana dönmenin mutluluğu vardı. Yürümeye başladı. Sanki yol hiç bitmeyecekmiş gibi geliyordu. Elma ağacının altına gelince duraksadı. Kafasını kaldırdı, ağacın gövdesine kazıdığı ismini aradı. Evet oradaydı. Ama bu nasıl mümkün olabilirdi. Her şey bu kadar gerçekken ve gerçeklik bu kadar yapayken o bu durumdan nasıl zevk alabilirdi? Kafası çok karışmıştı. Bir yandan anın tadını çıkarmak istiyor, bir yandan da kendine engel olmaya çalışıyordu. Bu son şansı olabilirdi her an bu yanılsama kaybolabilirdi. Eliyle ağacın gövdesini okşadı. İçine huzur dolmuştu. Yürümeye devam etti. Küçük bir tepenin ardındaki kulübeyi anımsadı. Bahçesinde çakıl taşları olan o güzel kulübeyi. Kafasını kaldırdığında kulübe orada duruyordu. Sonra fark etti ki, çevreyi zihninde nasıl canlandırıyorsa görüntü de öyle oluşuyordu. Bir an tüm sorgulamalarını bırakıp kendini bu oyunun içine attı. Sürekli geçmişle ilgili şeyler hayal etmeye başladı. Babasıyla ilk balığa çıktığı günü, annesinin akşam üzeri pastalarını, arkadaşlarıyla oynadığı oyunları, tüm güzel şeyleri hatırlamaya başlamıştı. En sonunda sıra o güne gelmişti. Babasının annesini öldürdüğü güne. Kendisini görüyordu. Daha sekiz

10

11


Korku Köşesi

Korku Köşesi

yaşındaydı. Hayatın gerçekleriyle yüzleşmek için erken bir yaştı. Mutfakta kavga etmeye başlamışlardı. O, oturma odasında çizgi film izliyordu. Sesleri duyunca koşarak mutfağa gitti. Annesi elinde bıçak, babasına evden gitmesi için yalvarıyordu. Ama babası dinlemedi. Ne onu dinledi, ne de annesini. O sırada bunları izlerken dayanamayıp bağırmaya başladı. Engellemek istedi ama başaramadı. Babası bıçağı alıp annesinin karnına sapladı, bunu bir kaç kez daha tekrarladı. Sonra çekip gitti. O günden beri babasını görmemişti. Artık oyunun bitmesini istiyordu ama zihni ona engel oluyordu. İyi kötü ne varsa o istemeden gözünün önüne geliyordu. Bir kere yaşamak bile çok acı vermişti zaten. Tekrarlanmasını istememişti ama biliyordu ki her iyi şeyin sonu vardı. Zihnine engel olmaya çalışarak kapıya doğru yöneldi. Güzel şeyler hatırlamaya çalışıyor ama başaramıyordu. Görüntü iyice bulanıklaşmıştı. O zihnini zorladıkça zihni de onu zorluyordu. Sonunda kapının koluna ulaştı, kendini koridora attı. Derin derin nefes alıyordu, ter içinde kalmıştı. Güçlükle ayağa kalktı, başka bir odaya girmeden gitmesi gereken odaya doğru yola koyuldu. Yaşadıklarına inanamıyordu. Hatıraların güzelliği ve gerçekliğin acısı arasında sıkışıp kalan beynini toparlamakta çok zorlanıyordu. Elindeki kâğıda baktı. Kağıdın üzerinde “Kapı 7” yazıyordu. Kapıların üzerine baktı, ama hiç numara göremedi. Bazılarına kırmızı boya ile çarpı işareti konmuştu. Az önce çıktığı kapıya baktı, üzerinde işaret falan yoktu. Acaba çarpı olanlar tehlikeli olanlar mıydı, tehlikesiz olanlar mı? Kafası tamamen karışmıştı artık. O sırada birbirine bitişik neredeyse beş metre boyundaki iki kapıya baktı. Kapılar gerçekten çok büyüktü. En önemli özellikleri ise ikisinin de üzerinde “7” yazıyordu. Tek odaya açılan iki kapı olduğunu düşünüp sağdakinin kolunu çevirdi. Kapı açıldığında içeriden gelen güneş ışığının gözüne gelmemesi için elleriyle onları kapattı. İçeriden bir erkek çocuğunun sesi geldi. “Tamam sen say, ben saklanıyorum. 1, 2, 3…. Hadi saysana! Sakın bakma ama yoksa oyun bozulur.” Bakmamak için kendini zor tutuyordu ama saymaya başladı. “1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12 13 14 15 16 17 18 19 20 önüm arkam sağım solum sobe” dedi ve gözlerini açtı. Odada dört duvar ve bir halıdan başka bir şey yoktu. Çocuk bağırdı “Haydi aramaya başla, sonsuza kadar şaşkın şaşkın bakmanı bekleyemem.” Nasıl yani, diye düşündü. Beni nasıl görebiliyor, odada saklanabileceği hiçbir yer yok. Etrafta dolaşmaya başladı. Arada çocuğun gülme ve aşağılama sesleri geliyordu. Bu onu daha çok sinirlendiriyor ve çocuğu bulduktan sonra ona yapacaklarını düşünüyordu. Temiz bir dayak atabilirdi ya da babasının o çocukken ona yaptığı gibi kemer kullanabilirdi. Ortadaki halıya yöneldi, tek ihtimal olan halının altına bakmak ile bakmamak arasında gidip geliyordu. Böyle saçma bir şey olamazdı, ne yani çocuk halının altına mı saklanacaktı? Nasıl bir çocuktu bu? Yine de aklına yapabileceği başka bir hamle gelmemişti. Halıyı kaldırdı, tam o sırada çocuktan ses geldi ‘Salak! Gerçekten orada olduğumu düşünmedin değil mi?’ “Hayır” dedi. “Düşünmedim ama ihtimalleri değerlendirmem gerekti.” Artık bu oyundan çok sıkılmıştı, ayrıca gitmesi gereken yere hala gidememişti. Arkasını döndü, çıkmak için elini kapının koluna uzattı. Tam o sırada çocuk bağırdı, “Nereye gitmen gerektiğini bildiğinden emin misin?” Adam duraksadı, “Hayır. Aslında oda numarası burada yazıyor. Fakat kapıların üzerinde böyle bir şey yazmıyor, o nedenle bulamıyorum.” Çocuk, “Eğer istersen sana gideceğin yere kadar eşlik edebilirim.” dedi. Güvenmek ile güvenmemek arasında gidip gelen adam çaresizce bu teklifi kabul etti. Ona yardım eden biri olmadan buradan çıkamayacağını artık biliyordu ve başına gelecek tüm tuhaf olaylar esnasında yanında birinin olması ona güç verecekmiş gibi geliyordu. Bu kişi onu korkudan öldürmeye çalışan bir çocuk bile olsa… “Artık saklandığın yerden çıksan da gitsek diyorum. Bulmamız gereken bir oda var.” dedi. Çocuk, “Buradayım ya, baksana” diye bağırdı. Adam sesin geldiği yöne baktığında çocuğun sırt çantası ve küf yeşili uzun bir kaban ile elini tuttuğunu fark etti. Ürpertiyle elini çekti ama çocuk tekrar adamın elini yakaladığı gibi onu dışarı sürükledi. “Artık bu odadan çok sıkıldım, bakalım bu güzel yerde başka ne maceralar varmış.” diyerek adamla beraber yürümeye başladı. Adam artık tüm bunların sadece başlangıç olduğunu

düşünüyordu. Başına ne gelirse gelsin, zihni ona nasıl oyunlar oynarsa oynasın buradan çıktığında elini tutmuş olan bu tuhaf yaratığı da yanında götürmek istiyordu ve buna inanamıyordu. Adam bu düşüncelerle ilerlerken çocuk adamı aşağı çekip kulağına, “Bu gecelik bu kadar, yarın gece devam edeceğiz.” diye fısıldadı. Adam uyanmıştı, bir günlüğüne de olsa bu kabusun bittiğine seviniyordu. Gözlerini açtığında pencerenin kenarından gözüne çarpan ışık onu rahatsız etti. Hiçbir zaman güneşten hoşlanmamıştı. Yavaşça doğrulup etrafına baktı. Rüya gördüğünü sanmıştı, ama ayağa kalktığında elinden düşen kağıdı gördüğünde kısa süreli bir şok yaşadı. Her şey gerçekti. Çocuk, odalar, ev. Ya uyanamamıştı ya da... Başka bir ya da yoktu. Odadan çıkıp kapı numarasına baktı. 7 numaralı odada olmasının sebebini düşündü. Bulamadı. Ona fazla bilgi vermemişlerdi. Sadece gidip heykeli almasını ve teslim etmesini söylemişlerdi. Perili ev, diye düşündü. Bir bu eksikti. Bir perili evde kalmadığım eksikti. Oda numaralarını tekrar kontrol etti. 7 numara yoktu. 1 2 3 4 5 6 sonra 8 geliyordu. Kafası iyice karışmıştı. Eski korku filmlerindeki gibi ona işlerin nasıl yürüyeceğini anlatacak sallanan sandalyede oturan yetmiş yaşında bir amca da yoktu. Ne yapması gerektiğini kesinlikle bilmiyordu. Koşarak çıkış kapısını aramaya başladı. Geldiği yoldan, uzun koridordan geçti. Merdivenlerden indi. Dev avizeli oturma odasına gelmişti. Oradan hole çıktı ve kapı koluna asıldı. Asıldı, tekrar asıldı. Kapı açılmadı. Kapıya omuz attı, olmadı. Bu işlemi haykırarak yaklaşık otuz kırk defa tekrarladı. Ama değişen bir şey olmadı. Kapı açılmıyordu. Bu sırada arabayla bahçeye bir kaç adam geldi. Polis olma ihtimalleri çok yüksekti çünkü telsizleri vardı. “Buradayım,” diye bağırıyordu. Polisler kapıyı açtılar, içeri girdiler. Aralarında bir şeyler konuşuyorlardı. Onların ilgilerini çekmeye çalışıyor ama başaramıyordu. Yukarı çıktılar, o da peşlerinden gitti. Üst kata çıktı. Uyandığı yere vardığında yerde yatıyordu. Ağzında köpükler ve kan vardı, altını ıslatmıştı. Kasılmış bir şekilde yatıyordu. Epilepsi hastasıydı. Bu her şeyi açıklıyordu. Ellerine baktı, ayaklarına, yerde yatan bedenine. “Sonunda”, dedi. Artık her şey bitmişti. Dünya üzerinden bir asalak daha silinip gitmişti.

12

13

Öykü: Hazal UZUNER

İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ


Korku Köşesi

Gece Avı Baha Yörük Camii’ne akşam namazı için gelmiş olan İmam Nihat Bey, kapıdan girer girmez beklemediği bir şekilde göğsüne inen bir daraltıyla avludaki banklardan birine kendini zor atmıştı. Sanki görünmeyen bir ağırlık göğüs kafesinin üzerinde oturuyor ve nefesini kesiyordu. Beynine giden oksijen miktarındaki ani azalmayla gözleri kararan İmam Efendi, az kalsın oturduğu banktan da düşecekti ki avluda namaz için toplanan ve henüz içeri girmemiş cemaat durumu fark edip hemen yardıma koşmuştu. “Aman Nihat Bey ne oldu?” “İyi misiniz? İmama bir şey oldu yahu!” “Su getirin, su.” İmam düşmek üzereyken cematten iki adam kollarından tutup yukarı çekmeye çalışınca aniden zihnine gelen acı dalgasıyla yerinden sıçradı. Âdeta iki adamın koluna dokunduğu yerden alevler çıkmış gibiydi. Kafasını indirip kollarına bakınca parmaklarının koluna dokunduğu yerlerin aniden kararmaya başladığını gürdü. İğrenç bir yanık kokusuyla tenine yayılan siyahlığı şaşkına dönerek birkaç saniye izledi. “Tövbe estağfurullah, tövbe tövbe!” İmam Nihat Bey, kolunda bir anda sebepsizce oluşan kara yanıklardan ağzı açık hâlde kendini tutan adamlardan elini çekti. İkisinin yüzlerine baktığında çok kısa bir anlığına, Emin ve Ömer Bey’in göz çukurlarında flaş gibi yanıp sönen kırmızılığı gördü. Kısacık bir göz kırpma anında, o karşındaki iki saf ve temiz adamın göz bebeklerinde ancak korkunç bir şeytaniliğin ürünü olabilecek kızıl parıltıları görmemesi imkânsızdı. Sanki bir anlığına Emin ve Ömer Bey, Allah’a ibadet etmek isteyen iki Müslüman değildi, sanki onlar çok başka, dehşetli düzlemlerden gelen başka bir varoluş biçimi gibiydi. İmamın düşünmek istemeyeceği, yüreklere felaket tohumlarını serpen o varlıkların birer elçisiydiler. Cami sakinleri de imamın şokla açılmış gözlerinden ve bağırmasından rahatsız olmuşlardı. “Kendine gel Nihat Efendi, ne oluyor sana?” İmam, derin bir nefes alıp hızlıca Kur’an’dan birkaç ayet okuduktan sonra tekrar tepesinde dikili hâlde duran cemaate baktı. Çok şükür, diye düşündü içinden, az önce gördüğü karanlık dehşetlere dair hiçbir şey yoktu. Sanki hayal gücüne kapalı âlemlerindeki inanç gücüyle korunan kapılar zorla açılmış ve imamın inandığı tüm değerlere hakaret edercesine alay etmişti birileri. Ancak şimdilik izleri yok olmuş gibiydi. * * * Her şeye rağmen, cami gibi ulvi bir mekâna adım attığı andan itibaren ardı ardına hızla maruz kaldığı tuhaf uğursuzluklar, sezgilerinde rahatsız edici bir karıncalanmaya sebep olmuş ve onu tetikte olmaya itmişti. Havadaki sıradışı tuhaflık, caminin içine girince de tüm rahatsız ediciliğiyle kendini gösteriyordu. Her gece camiyi güzelce aydınlatan parlak floresanların varlığına rağmen içeriyi nereden geldiği belli olmayan bir karanlık kaplamıştı. İmam Nihat Efendi bir anlığına lambalarda veya elektrik hatlarında sorun olduğunu düşünüp sigortaları kontrol etse de ışıkları karartan loşluğun hiçbir şekilde azalmadığını görünce olayın çok farklı bir sebebi olabileceğine dair hislerini tırmalayan olasılıklar zihnine üşüşmüştü. Ancak Allah’ın evi olarak ulviyetle kutsanan mekana uğrayan küfürlerin heretik zuhurları bununla da sınırlı değildi. Yatsı ahalisi, namaza durmadan önce camiye rastgele dağılmış halde birçok beklenmeyen objeyi farketti. Rutin kutsanmışlıklarla ölüm öncesi korunmanın uyuşturucu rahatlığına eriştiğini sanan budala zihinler için sınırları aşan korkutucu kötülüğün eseri olan bu objeler, sararmış yüzeylerinin bacak arasından penis uzantıları ahlak tabularını rahatsız edecek derecede dışarı çıkan hüzünlü melek biblolarıydı. Dişi meleklerin

14

15


Korku Köşesi

Korku Köşesi

kanatları yer yer yırtık, gözleri dengesizce büyük ve pörtlek; penisleri de dindar zihinlerin bekaret zarını bozacak kadar sert ve dikti. Ahali neye uğradığını şaşırmışken, tavanı ayakta tutan sütunlara asılmış, üzerinde İsa’nın acı çeken vücudunun olduğu ters haç figürlerini gördü. Göz bulandırıcı bir şekilde parlayan cilalı ters haçlar, kubbeli tavanın kolonlara rastgele asılı halde müminlere alay edercesine bakarak tüm dikkatlerini dağıtmıştı. O anda, İsa’nın da İslam’da kabul edilen bir peygamber olması kimsenin umrunda değildi. Herkes, kiliseler özgü bu figürün böylesi ters ve aykırı pozisyonda, başından beri semaviliğe küfür fısıldayan uğursuzluğu körüklercesine parlayan varlığından dolayı son derece rahatsız hâlde şaşkın gözlerle bakıyordu. “Camimize bunu yapan sapkınlara Allah doğru yolu göstersin, hepsinin icabına bakılacak. Şimdi bunları mekânımızdan kaldırıp Allah’ın izniyle yatsı namazını eda edelim kardeşlerim, kimsenin yanına kalmayacak merak etmeyin.” Dedi İmam Nihat Efendi ve ahaliyle birlikte nahoş objeleri tek tek kaldırıp caminin deposuna imha edilmek üzere attılar. * * * İşleri ancak biten yatsı ahalisi namaz için toplandığında imam da kendi yerinden selam durmuş ve tekbir getirerek namazı başlatmıştı. Henüz birinci rekatın yarısına gelmişken, İmam’ın kulağına, nereden geldiğini çözemediği fısıltılar gelmeye başladı. Bir anlığına arkasındaki cemaatin dua okuma sesleri olduğunu sanmış ve namazına ara vermeden devam etmişti Nihat Efendi. Fakat kısa süre sonra kendini rahatlattığı bu tesellisinin pek de doğru olmadığını yüreği burkularak anladı. Bunlar hiç de Arapça duaların fısıltıları değildi. Daha net ve çok daha yakından geliyordu. Hatta o kadar yakındı ki sanki birileri kulağının içinden olabilecek en yüksek sesle fısıldıyordu. Nihat Efendi ısrarla yanlış duyduğunu ve bunların kesinlikle arkadan gelen beklenen sesler olduğunu kendine kabul ettirmeye çalışsa da artık ortada feci bir takım olayların olduğunu fark etmiş ve yutkunmuştu. Bu arada geçen her saniyede dalga dalga yayılan havadaki nahoş titreşimlerle birlikte ışığın tüm kutsallığına yavaş ve acı dolu şekilde tecavüz eden uğursuz karanlık neredeyse görüşü engelleyecek kadar çoğalmıştı. Gaipten gelen felaket habercisi seslerin de dikkatini dağıtmasıyla rüku yapacağı yerde secde yapan imam arkasındaki cemaati de şaşırtmıştı. Kısa süren duraksama anında ahaliden ani bir çığlık yükselmişti. Haykırışın olduğu yere dönen müminler ahaliden Zekai Bey’in boynunun geriye doğru fiziksel sınırları aşacak kadar çarpıldığını ve göz kapaklarının yırtılırcasına açıldığını gördü. Göz bebekleri kaybolup yerine kıpkırmızı damarların oluşan Zekai Bey, sanki boylamasına ikiye ayrılacak kadar acıyla açılan ağzından dışarı aciz köpekler gibi sarkan salyalı diliyle camiye inen dehşeti haber verircesine çaresizce bağırıyordu. Namazın zaten sallantıda olan ahengi, caminin kutsallığını delip geçen karanlık dehşetle birlikte tamamen yok olmuş, müminler korku dolu feryatlarla seccadelerinden kalkmıştı. Hiç kimse acıyla feryat eden Zekai Bey’e nasıl yardım edebileceğini bilmiyor, yaklaşmaya da cesaret edemiyordu. Kötülüğün sınırı böylesine basit bir korkutmayla bitmiyordu. Çok geçmeden Zekai Bey aniden, havadaki görünmez eller tarafından yerden kaldırıldı ve uçarak caminin metrelerce yüksekteki kubbeli tavanına çarptı. Ardından duvardan duvara çarpılarak havada süzülen adamın ağzından ve burun deliklerinden kan geliyor, vücudu ise aynı deformasyonla acı içinde kıvranmaya devam ediyordu. Ölümlü gözlerin görüp görebilecekleri en büyük felaketi tadan müminler tekbirler getirip bildikleri tüm duaları okuyarak caminin kapısına doğru koşmaya başladı. Kanatlı kapıya varıp da açılamaz bir şekilde mühürlenmiş olduğunu gördüklerinde, öte alemlerden gelen yasaklı dehşetlerden kaçılamayacağını acı bir şekilde anlamışlardı. Bu arada camiyi kaplayan karanlık canlıymış gibi şekil değiştirip bölünmeye başlamış ve kendi iradeleriyle lambaların üstünü kapatmışlardı. Gittikçe azalan ışıkla görüşleri azalan ahali titreyerek birbirine sokulmuştu. Dudaklarından acizlikle çıkan duaların fısıltıları birbirine karışıyordu.

16

Zekai Bey duvardan duvara her çarpışında sesi biraz daha güçsüzleşiyor ve kısılmaya başlıyordu. Artık yaşama fazla tutunacak gücü kalmamıştı. Fakat o adam sadece bir başlangıçtı. Nitekim, ışıkların tanrısına ibadet edenlerin inançlarına ve bedenlerine tecavüz edip onları deliliğin dipsiz uçurumlarına atmaktan şehvetli haz duyan batıni dehşetleri için gece avı daha yeni başlamıştı. Karanlık, birbirine sokulup dualar eden kalabalıktan rastgele kişileri seçip onları da Zekai Bey’le aynı kaderi paylaştırmıştı. Tek tek herkes havaya fırlayıp, birbirine, duvarlara ve sütunlara çarparken bedenleri aynı şekilde iğrenç bozulmalara uğrayıp insanlıktan çıkıyorlardı. Tüm bu kafirliğin had safasına ulaştığı delilik anında caminin her tarafında yürekleri en derin hüzünlerin ruh karartıcı sesleriyle dünya dışı titreşimleri taşıyan ağıtlar duyulmaya başladı. Kaynağı belli olmadan her köşeden gelen ağıtlar, düzlemler ötesi felaketin gazabına uğrayan zavallı inananlar için okunuyordu. Ardından caminin mozaik camları zangır zangır titremeye başladı ve çok geçmeden büyük şangırtılarla parçalandı. Yüzlerce küçük cam parçası zemindeki halıya dağıldı. Artık camideki dehşetin uğursuzluğu, ağıtlar ve feryatlar dışarıya da duyulmaya başlamıştı. Dış kapı, çevredekiler tarafından zorlanıyor ama açılamıyordu. Mahallenin erkekleri kapıya omuz atarak kırmayı denedilerse de kanatlı kapıdan görünmeyen rahatsız edici bir karşı kuvvet tarafından itilmiş gibi gerisingeri fırlamışlardı. Hareketsiz bir cismin böylesine kuvvetli bir tepki göstermesi, adsız karanlıkların iğrenç uğursuzluklarını dünyaya kusarken nasıl da bütün fiziksel kanunları çiğneyebileceğinin kanıtıydı. İçeri giremeyen mahalleli, acı dolu çığlıkları ve gaipten gelen uğursuz ağıtları daha fazla dinlemeye dayanamamış ve camların da patlamasıyla camiden uzaklaşmıştı. İçlerinden birisi polis çağırmak için evine koşmuştu. Artık korku ve acıyla karanlık açlıklarını tatmin olacak kadar doyuran öte düzlemlerin kafir dehşetleri, inananlara acı dolu sonlarını getirmeye hazırdı. Havada dönüp duran ve birbirleriyle duvara sürekli çarpan, vücutları bozulmuş ama hala yaşamakta olan ucubelerin tüm giysileri üzerlerindeyken katran karası gölgeler tarafından yırtıldı. Bu sırada zavallıların havada turlamaları durmuştu. Şimdi hepsi çırılçıplak ve ıstırap dolu bir vaziyette havada asılı duruyorlardı. Birden ağıtların kalın mırıldanışları incelerek hızla keskin tek bir çığlığa dönüştü. Öylesine tiz bir sesti ki, içerideki cemaatin kulak zarları anında patladı ve kulaklarından kan gelmeye başladı. Tükenmek üzereyken son güçlerini de yine çığlık atarak harcadılar. Ardından, imam ve cemaatin ortadan kaldırdığı iğrenç grotesk melek figürleri oldukları yerlerden canlanarak çıkıp havada uçmaya başladılar. Pörtlek gözleri, kan ve korku emmek için çılgınca gönüp duruyor, çarpık ağızları zavallılara bakarak ince kahkahalar atıyordu. Bir yandan da elleriyle penis uzantılarını ileri geri okşayarak kendilerini tatmin ediyorlardı. Gittikçe artan ve dayanılmaz boyutlara ulaşan çığlığın son safhasında melekler açlıkla dolu haykırışlarıyla ileri atıldılar ve havada çaresizce süzülen çıplak cemaatin anüs deliklerinden içeri penislerini soktular. Tekrar tekrar ileri geri gidip gelirken haz içinde bağırıyor ve şuh kadınların sesleriyle kahkahalar atıyorlardı. Yırtık kanatlarını çılgınlar gibi savuruyor, dengesizce büyük gözleri zevkle yarı baygın hale geliyordu. Sararmış vücutlarının penislerine yakın bölgeleri her darbede kırmızılaşıyor ve oradaki damarları belli oluyordu. Dişi melekler cemaate havada son nefeslerini verene kadar tecavüz ettiler. Dışarıdan polis sirenleri duyulduğunda ise artık çok geçti. Baha Yörük Camii’nin cemaati feci şekilde tecavüze uğrayıp öldürülmüştü. Polis her yeri didik didik arasa da katillere ilişkin hiçbir ipucu bulamamıştı. Olaydan sonra cami ibadete kapatılıp karantinaya alınmıştı. Bir daha kimse oranın yakınından bile geçmeye cesaret edememişti. Öykü: Can ÇELİKEL

17

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Yazar'ın Kaleminden

Yazar'ın Kaleminden

Valiz Asker torunu bir zat olarak, ne vakit “ordu” kavramına dair düşünsel bir devinime giriştiğimi bilemiyorum. Ancak 2011 yılında yayınlanan ilk romanım 08:00’da bir antimilitarist kimlik söz konusuydu, okuyanlar beni iyi anlamıştır.

Kurgu, sonrasında geldi. Ancak bir evreye geldiğimde, tıkanma yaşadım. İki – üç alternatif devam arasında sıkışıp kalmıştım. Nasıl devam etmeliydi(m), bilemedim ve gerçekten çok sıkıldım. Derken, tek kelime bile yazmadan geçirdiğim bir haftanın akabinde bir sosyal medya platformunda bir arkadaşımın (Mine Oral) paylaştığı fotoğrafa denk geldim. (buraya ek1 konulacak) İşbu fotoğrafta iki kuş vardı. Birisi göğe, diğeri de göğe bakana bakıyordu. Hikayenin ruhuna o kadar uyuyordu ki, romana bu fotoğrafın çekildiği bir sahne eklemeye karar verdim. Düğüm çözülmüştü. Yazarken aklımda hep müzikal tınılar dolanıyordu. Sahnelerde bolca müzik göndermeleri vardı ve benim yazarken kafamda canlanan notaların, kulağıma doluşan sözlerin okuyucudan esirgenmesi kitabın ruhuna aykırı olacak gibi geldi. Ben de teknolojiye olan alakamın bir faydasını görerek kitabın müzikli sahnelerine mevzubahis şarkıları QR kod vasıtasıyla adapte ettim! Yani, benim yazarken dinlediğim (dinlemekle kalmayıp hikayenin ruhuna eklediğim) şarkıları okuyucu da okurken dinleyebilecekti… Sonrası kendiliğinden geldi ama Valiz bittiğinde, Valiz’in hikayesi bitmedi. Kitap bittiği sıralarda, farklı öykülerimi çevirebilecek birilerini arıyordum. O esnada internet üzerinden yurt dışında yaşayan birisiyle tanıştım. Ben öykülerimi yolluyordum, o da bazı kısımlara dair çeviriler yapıyordu. Sonrasında bir gün, bitirdiğim bir dosyam olduğunu ve okuyup eleştirip eleştiremeyeceğini sordum; yapabilirdi. Ben de hem dosyayı, hem de hikaye için büyük bir önemi olan yukarıda da paylaştığım fotoğrafı yolladım. Birkaç ay sonra Türkiye’ye tatile geldiğinde İstanbul’da aktarma yapacağı saatlerde havaalanına gelip gelemeyeceğimi sorduğunda böylesi bir sürprizi beklemiyordum ama o gece (benim dosyayı yolladığım gece) fotoğrafa baktıktan sonra evden çıktığında, bir sanat galerisinde bu tabloyu görmüştü ve benim için almıştı. (ek2) Tesadüfler, kitapta olduğu gibi benim hayatımda da büyük pay sahibi oldu; buna vesile olan da Valiz’in ta kendisi oldu! Nitekim, çevirmenliği için tanıştığım o kadınla iki ay sonra Türkiye’ye temelli dönüş yaptığında tekrar muhabbet kurduk ve aylar sonra evlendik. Valiz’de anlattığım mekanlar, tarihi ayrıntılar ve bazı kişiler gerçekti. Ancak Valiz, benim en büyük gerçeğim oldu. Alper KAYA

Asker torunu bir zat olarak, ne vakit “ordu” kavramına dair düşünsel bir devinime giriştiğimi bilemiyorum. Ancak 2011 yılında yayınlanan ilk romanım 08:00’da bir antimilitarist kimlik söz konusuydu, okuyanlar beni iyi anlamıştır. Valiz’i yazmaya ise, Türk edebiyatında nasıl olur da bir ulusun kimliğini tamamen etkileyen Kıbrıs Barış Harekatı’na ve Nazım Hikmet’in ‘Nereye Gidiyorsun Ahmet’ şiiri haricinde ciddi anlamda ele alındığını pek göremediğimiz Kore Savaşı’na dair bir şeylerin üretilmemiş oluşunu düşünmem etken olmuştu. Sonrasında bir karakter beliriverdi kafamda, ansızın. Ona dair tek bildiğim şey, aşkı küçümseme gafletine düşmüş oluşuydu. Akabinde bazı cümleler belirdi… “Uçmak kuşların, hatırlamak ise insanların lanetidir”, “Yollar değil, yolcular yalancıdır”, “Aşka neden ince hastalık derler bilir misin? Aşk’a bakan, kendisini görür; o kadar incedir.” gibi…

18

19


Öykü

1947 Okuduğum okulun, ailemin evine uzaklığı ve ailemin yanında yaşamak istemeyip başka bir şehre taşınmam yüzünden, yaptığım yolculuklar bir hayli artmıştı. Yaptığım yolculuklardan şikâyetçi değildim. Tembellik ve üşengeçlik edip okumadığım kitapları, yaptığım uzun yolculuklar boyunca okuyup bitiriyordum. Kitap bende bir çeşit takıntıydı. Bunu bildiğimden, kitap almak için param olmadığı ve okuyacak çok kitap biriktiği zaman, kitapçıların yakınına dahi uğramazdım. Yapacağım dokuz saatlik otobüs yolcuğu için Bedri Ruhselman’ın “Ruhlar Arasında” isimli kitabını aldım. Okumak için sabırsızlanıyordum. Yolculuğa başlamadan kitabı okumak istemedim. Eğer bunu yaparsam mola yerlerindeki kıytırık kitaplara kalacağımı biliyordum. Otobüse binmeden evvel gözüme siyah uzun saçlı, beyaz tenli ve kahverengi gözlü yaşıtım bir kadın dikkatimi çekti. Bir süre onunla bakıştıktan sonra otobüse bindim. O da sağ tarafımda ki ikili koltuklardan birisine oturdu. Bu bir şans değil bir lanetti. Sürekli birbirimize yan yan bakmaktan gözlerimiz yorulacak, ardından uyuyacaktık. Otobüsten ise hiçbir şey olmamış gibi inip yolumuza devam edecektik. Neden hiçbir girişimde bulunmadığımı soruyorsanız, hayatınızda görebileceğiniz en güzel kadınlar ve adamlar, her zaman yolculuklarda karşınıza çıkar ve bu her şeye ulaşamayacağınıza dair evrenin size yolladığı bir mesajdır. Bu yüzden harekete geçmek istemedim. Kabin görevlisi servis açtı. İlk başta kola alacaktım ama vazgeçtim. Yanımda Dünyalar güzeli bir kız otururken çocuk gibi kola almam, beni kötü gösterebilirdi. Bu yüzden sade kahve ve eti cin alıp yedim. Kitabı açıp okumaya başladım. Gerçekten ilginç bir kitaptı. Medyumların çağırdıkları ruhlarla yapılmış diyalogları yazıyordu. İntihar etmiş ruhlar, seri katillerin ruhları, sıradan ruhlar. Her zaman çağırmak istedikleri ruhlar gelmiyordu tabii ki. Bazen çağırmadıkları ruhlarla da medyum aracılığıyla konuşuyorlardı ve hepsiyle konuşmalarını bu kitaba aktarmıştı Bedri Ruhselman. İntihar eden ruhlar hâlâ yaşadıklarını sanıp, dayanamayıp kendilerini öldürmek istedikleri acıyı sürekli diğer âlemde de yaşadığını söylüyordu Ruhselman. Seri katilerin ise hâlâ musallat olacak insan arayıp, öldürmek istediklerini, kan kokusunun güzelliğinden falan bahsediyorlardı. En ilgimi çeken ise çok sıradan bir ruh oldu. Kitapta aynen şunlar yazıyordu. Operatör: Bedri Ruhselman Medyum: F. Yöntem: Psikografi Celse Tarihi: 13 Nisan 1947 Medyumun eli hızla hareket etmeye başladı. Bütün vücudu titreyerek sallanıyordu. Kâğıda birçok karalamalar yaptıktan sonra B.Ruhselman: Kimsiniz? Medyum F: İsmimi söyleyemem. B.Ruhselman: Neden söyleyemezsin? Medyum F: Söyleyemem söylersem en dipsiz çukura atılırım. O beni anlamalı.

20

21


Öykü

Çizgiroman İnceleme

B.Ruhselman: Kadın mıydınız, yoksa erkek mi? Medyum F: Kadın. B.Ruhselman: Kendini tarif edebilir misin? Medyum F: Siyah… HAYIR! B.Ruhselman: Okuma yazma biliyor muydunuz? Medyum F: Evet. B.Ruhselman: Şimdi rahat mısınız? Medyum F: Hayır. Değilim. B.Ruhselman: Sakin olun lütfen. Biz sizi çağırmadık? Ne diye geldiniz? Ne istiyorsunuz? Medyum F: …… (Çok hızlı el hareketleriyle karalamalar ve okunması mümkün olmayan yazılar.) B.Ruhselman: Ne istiyorsunuz? Medyum F: ONU UYARMALIYIM! ONU UYARMALIYIM! B.Ruhselman: Sakin olun lütfen. Medyum F: …… (Çok hızlı el hareketleriyle karalamalar ve okunması mümkün olmayan yazılar.) Yazıların şekli, anlamsızlığı ve daha doğrusu monoideik bir karakter göstermesi, bu ruhun kaba tabirle burnunun ucunu bile görecek hâlde olmadığını göstermeye yeterli geliyor. B.Ruhselman: Nasıl öldünüz? Medyum F: Kaza geçirdim. B.Ruhselman: Nasıl bir kaza? Medyum F: … B.Ruhselman: Nasıl bir kaza geçirdiniz? Medyum F: Trafik kazası. B.Ruhselman: Kazanın nasıl olduğunu hatırlıyor musun? Medyum F: Uyuyan şoför kamyonuyla bize çaptı. Hepimiz aracın içinde sıkışıp yanarak öldük. O seni okuyordu. B.Ruhselman: Beni nasıl okuyordu? Medyum F: Sizin aldığınız notların, kitap hâlini okuyordu. 2014 yılında kazada öldüm. Onu senin kitabını okurken gördüm ve onu uyarmak için senin seansına geldim. Bu yüzden buradayım. Tam burada kitabı okumayı bıraktım ve yola doğru baktım. Yol bomboştu. Sağ tarafımda oturan siyah saçlı, beyaz tenli, kahverengi gözlü, kırmızı bluz giymiş kıza bakıp gülümsedim. Bir süre onunla muhabbet kurmak ve tanışmak amaçlı, kitaptaki garipliği ona söylemeyi düşündüm. Fakat bunun işe yaramaktan çok onu korkutacağını düşünüp yapmadım. Kitabı okumayı devam etmeye karar verdim. Kitabı açtıktan sonra büyük bir gürültüyle kamyon otobüsümüze çarptı. Elimdeki kitap çarpışmanın şiddetiyle yan koltuğumda oturan siyah uzun saçlı, beyaz tenli ve kırmızı bluzlu kızın göğsüne çarptı… Öykü:Uğur DEMİRKAYA

22

İllüstrasyon: Anıl ŞAHAL

En Tuhaf Süper Kahraman Takımları

Bir süper çizgi romanın popüler olması için bir sürü faktörün etkili olması gerekmektedir. Yazar ve çizerin iyi olması gerektiği gibi ana karakterin de okuyucuyu bir şekilde kendine çekmesi şarttır. Bu durumda da karakterin geçmişi, tipi, ruhsal durumu ve tabii ki güçleri oldukça önem kazanır. Binlerce karakterin ortada gezindiği bir çizgi roman evreninde aynı güçlere ya da benzer güçlere sahip bir sürü karakter bulabilirsiniz. Bunlara Captain Marvel ve Shazam, Captain America ve Fighting American , Plastic Man ve Mr. Fantastic gibi örnekler verilebilir. Bu yüzden bazı yazarlar karakterlerini diğerlerinden daha ön plana çıkartmak için ya karakterin psikolojisini ciddi ciddi işlerler ( Örnek olarak Alan Moore verilebilir) ya da kahramana daha özgün güçler vermeye çalışırlar. Bu yeni yaratılan karakterlerin bazıları ciddi başarılar kazanır, kimisi orta derecede başarı bulur, kimisi de unutulur gider. Ama bazı kahramanlar vardır, o kadar kötü bir hikayeleri ve güçleri vardır ki , unutmak istemenize rağmen unutamazsınız. Bazen yazarlar bunları komedi unsuru olarak kullanmayı tercih ederler ve alakasız güçleri olan elemanları bir grup içinde toplarlar. Kimi yazar de gayet ciddi bir şekilde ve gayretle bu kahraman grubunu yönetmeye çalışırlar, fakat beceremezler. Böyle olunca bunlar da “tuhaf süper kahraman grupları” olarak ün kazanırlar. Bu tuhaf gruplar bazen bilhassa bir araya getirilir ve çizgi roman komedi unsuru üzerinden satılmaya çalışılır, bazen de ciddi bir proje olmasına rağmen tuhaf olduğu için bir türlü istenilen başarı sağlanamaz. Çok fazla olmamasına rağmen, bu tuhaf süper kahraman grupları kesinlikle ilgi çekicidir. Aşağıda bazı tuhaf süper kahraman gruplarını bulabilirsiniz.

23


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Section 8 İrlandalı Yazar Garth Ennis ve çizer John McCrea tarafından yaratılan, şu ana kadarki en gereksiz güçlere sahip olan ve bilhassa komedi unsuru olsun diye yaratılan bir süper kahraman takımıdır. Takım elemanları Gotham şehrinde, İrlandalılar’ın Amerika’ya ilk geldiklerinde oturdukları “Cauldron” adlı varoşunda yaşarlar. Liderleri her zaman körkütük biçimde gezen ve yegane silahı kırık bir şişe olan Six-Pack’tir. Üyeler ise aşırı derecede titreyen ve bir cümleyi bile bitiremeyecek kadar kekeme olan Shakes; bir Arnold parodisi olan ve Terminatöre benzeyen, yanında hep bir cam taşıyan ve kötü adamları camdan geçiren Defenstrator; tüküren ve yapış yapış olan insanı kör eden bir balgama sahip olan Flemgem; ellerinden alev çıkarma gücü olan (fakat aleviyle sadece arkadaşlarını yakma gücüne sahip olan) Friendly Fire ve de hayata gelmiş bir Fransız karikatürü olan Jean de Baton-Baton’dur. Benim favori iki elemanım ise ölü köpekleri insanların vücuduna lehimleme gücü olan Dog-Welder ( Dog Welder’in isim babası Steve Dillon’dur. Bir gece Garth Ennis ile barda içerlerken Green-Lantern’dan daha salakça bir isim ne olabilir diye iddia girdiklerinde ortaya çıkmıştır ) ve kötüleri “düzme” gücüne sahip olan Bueno de Excellante’dir. ( Bueno, meşhur DC karakterleri olan Lobo ve Green Lantern’i de bir punduda getirmiş ve halletmiştir) Bueno’yu Garth Ennis izlediği bir Brezilya porno film yıldızından esinlenip yaratmıştır. Bu grup Hitman adlı çizgi romanda ortaya çıkmış ve cehennemden gelen iblislerle yapılan savaşta Six Pack ve Bueno dışında hepsi hayatını kaybetmiştir. Neredeyse hiç güçleri olmamalarına rağmen maceralarda gayet kahramanca ve korkusuzuca savaşmaları ilgi çekicidir. Legion of Substitute heroes DC çizgi roman evreninde, Türkiye’de çok bilinmese de (çoğunlukla Yıldıray Çınar’ın fanları tarafından DC’de çizdiği ilk çizgi romanlardan biri olarak bilinir) Legion of Super Heroes adlı gelecekte geçen bir süper kahraman grubu çizgi romanı vardır. Farklı gezegenlerden gelen gençlerden kurulu olan bu topluluğa, genellikle o gezegende doğduklarında kazandıkları güçleri iyilik yararına kullanmak isteyen idealist gençler katılırlar. Ama her gezegenin kendisine has bir süper gücü yoktur, ya da güçleri çokta özel değildir. Bazen bu gençler, daha güçlerini tam nasıl kullanmaları gerektiğini öğrenememiş te olabilirler. Bu durumda olanlar, öğrenci pozisyonunda gruba alınırlar ve rezerv statüsünde ufak görevlere çıkarlar. Bu “öğrenci”grubunın ismi de Legion of Substitute Heroes’dur. Aralarından lige katılmaya hak kazananlar çıksa da, genelde tuhaf ve gereksiz güçlerle donatılmış bir gençler güruhu olarak kalırlar. Özellikle bu grupta göze batan bazı üyelere bakacak olursak,

24

Color Kid : Eşyaların rengini değiştirme gücüne sahip ( Kuaför olsa daha iyi olurmuş) Double Header : İki tane kafası olan bir kahraman, süper gücü yok (yani sirkten kapıp getirmişler) Stone Boy : Vücudunu taşa çevirme gücüne sahip bir erkek. Dikkat: Taştan adam olamıyor, hareketsiz durağan büyük bir taş parçası olabiliyor sadece. Bunların dışında lig’e girmeye çalışıp ta direk refüze edilen Arm-Fall-Off-Boy adlı (gücü kendi kollarını koparmak ve kopmuş kollarla kötü adamları dövmek) karaktere de değinmeden edemeyeceğim. Great Lakes Avengers Great Lakes Avengers, yine tuhaf güçleri olan bir sürü ilginç karakterin bir araya gelmesinden oluşmuştur. Aynı zamanda grubun lideri olan Craig Hollis, ölümsüzlük gücü olduğunu fark edince Mr. Immortal adını takınıp bir süper kahraman olmaya karar verir. Fakat ilk girişimde hırsızlar tarafından kafasından tabancayla vurulur ve tekrar hayata dönünceye kadar hırsızlar ortadan kaybolur, bunun üzerine kendisi öldüğünde kötü adamların durdurulması için bir süper kahraman grubu kurmaya karar verir. Gruba katılanlar Big Bertha ( Normalde bir supermodel olan fakat süper gücünü kullanınca 300 kiloluk bir jöle yığınına dönüşen bir kadın) Doorman (Durduğu yerde vücudunu seffaflaştıran ve insanların içinden geçmesini sağlayan bir kişi –adı üstünde kapı adam ) Flatman ( Reed Richards gibi uzama gücü olan fakat karton gibi düz olan birisi) ve Dinah Soar ( Uçabilen ama tüm vücudu yarasa-pterodaktil arası bir şeye benzeyen birisi) idi. Grubu bir ara Hawkeye ve eşi Mocking Bird eğitimden geçirdi. Grubun üyelerinden bazıları öldü yerlerine yine tuhaf güçlü başka karakterler geldi. Grubun ismi sürekli değişti, bir ara tüm üyeler mutant olduklarını öğrendiklerinde isimlerini Great Lakes X-Men’e bile değiştirdiler. Şu anda grup yine eski ismine dönmüş durumdadır. Bu grubun 1-2 kere mini serileri çıkmıştır ve hala ara sıra başka çizgi romanlarda boy gösterirler. DV8 Image firması Gen13’ün başarısı ardından, yine kendileri gibi “Gen-Active” olan 8 tane farklı gencin maceralarını yayınlamaya karar verdi. Gen13’teki seksi çizimler,sabun köpüğü hikayeler ve mizahi tarz yerine; DV8 çizgi romanında çok daha sert, vahşi ve karanlık bir tarz kullanıldı.Bunda ilk 8 sayısının Warren

25


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Ellis tarafından yazılmasının da büyük payı vardı. DV8 , Gen13’ün baş düşmanı Ivana tarafından bir araya getirilmiş bir gruptu ve Ivana kendi istekleri doğrultusunda bu grubu değişik görevlere gönderiyordu. 90’lı yılların “karanlık” modasına uyarak karakterler güçlerini iyilik adına değil kendi keyifleri için kullanıyorlardı ve Ivana’nın piyonları olduklarını unutmaya çalışıyorlardı. Karakterler birbirlerinden hoşlanmıyorlardı ve mecburiyetten bir aradaydılar. Yetmiyormuş gibi grup liderleri ( ki zaten takımla hiç takılmazdı) Ivana’nın seks kölesiydi ve ciddi bir karakter kişilik çatışması yaşıyordu. Bunun dışında grup elemanları çok çekici değildi ve güçleri çok standarttı . Aşırı karışık hikayeler ve çizimler de okuyucuyu tutmaktan çok uzaklaştırdı. Wonder Twins Muhteşem İkizler adını belki eski Hanna Barbera çizgi filmlerinden hatırlayabilirsiniz. Zan ve Jayna uzaylı ikiz kardeşlerdi ve birbirleriyle fiziksel temas halinde bulunduklarında şekil değiştirme gücüne sahiptiler. İlk ortaya 1977 çizgi filminde çıktılar. Yumruklarını birbirlerine vurarak “Wonder Twin Powers Activate” kelimesini söyleyip arkasından hangi şekle bürünmeyi istediklerini söylerler ve o şekle bürünürlerdi. Zan, yani erkek olan su ve suyun herhangi bir formuyla ilgili bir şekle bürünebilirken ( şelale, buzdan bir kafes, buhar bulutu vs…) kız olan Jayna herhangi bir hayvanın şekline bürünebiliyordu . Bu hayvan başka dünyalarda yaşamış bir hayvan da olabiliyordu mitolojik bir yaratık ta ) Çocuklara daha fazla hitap etmesi amacıyla çizgi filmde onlara sürekli yardım eden “Gleek” adında bir maymunları da bulunuyordu. 1996 yılında DC Comics tarafından bu karakterler satın alındı görünüşleriyle biraz oynamalar yapıldı ve maymun ortadan kaldırıldı. Aslında güçlerini çalıştırmak için o “aktivasyon kelimesini” söylemelerine gerek olmadığı bunun sadece bir alışkanlık olduğu ortaya çıktı. Fakat bu re-vamp’e rağmen eski okuyucuların kafasındaki o komik ikizler imajından bir türlü kurtulamadılar.

alır (Boomer, Elsa Bloodstone, Machine Man, Captain Marvel) ve kendi yarattığı bir kahramanı ekler (The Captain) . Ondan sonra kendi söylemiyle bir hikayede olması gereken mantık, zeka ve kurgu elemenlerinin hepsini çıkartarak sırf aksiyon ve kara mizaha dayalı bir çizgi roman yaratır. Nextwave’in ana hikayesi çok basittir. Grup bir Shield parodisi olan “HATE” grubu tarafından bir araya getirilir. Grup daha sonra bu organizasyonun aslında “SILENT” adlı kötü bir organizasyonu finanse eden Beyond Corporation tarafından kurulduğunu fark ederler ve aslında kötüler hesabına çalıştıklarını öğrenirler.

26

hatadan

kurtularak bir tane uçan araç çalarlar ve Beyond Corporation’a savaş açarlar. Çizgi romanın en büyük özelliği diğer Marvel karakterlerinin normalde davrandıkları dışında davranmalarıdır. Mesela bir karede Monica, Kaptan Marvel olarak Avengers’dayken Kaptan Amerika dışında herkesin ona asıldığını , o yüzden Kaptan Amerika’nın eşcinsel olduğunu düşündüğünü söyler. Elsa Bloodstone “Eşcinsellerin yaptıkları yürüyüşlerde niye hep bir Kaptan Amerika kostümü olduğunu artık anlıyorum” şeklinde cevap verir. Oldukça keyifli bir çizgi roman olmasına rağmen karakterler sürekli birbirleriyle kavga ederler ve anlaşamazlardı. Kaptan ve Machine Man sürekli içerlerdi, Elsa sürekli burnu büyük bir İngiliz-kaltağı şeklinde hareket ederdi, Boomer beyinsiz olarak tasvir edilmişti ve Monica konuşmalarıyla herkesi bayardı. Gerçekten de çok tuhaf bir süper kahraman takımıydı. Pet Avengers Aslında 1960’lı yıllarda yine aynı fikirle DC’den çıkan bir süper hayvanlar takımı olmasına rağmen, bu takımdaki hayvanların çoğuyla aşina olduğumuz için bu takımı listeye dahil etmeye karar verdim. Pet Avengers takımı, Marvel evreninde bulunan çeşitli süper güçleri olan ve olmayan hayvanlardan bir araya gelmiş bir süper hayvan kahraman takımıdır. Grubun lideri teleport özelliğine sahip olan ve Inhuman’ların yoldaşı olan Lockjaw ‘dır . Grubun diğer elemanları Thor çizgi romanından kurbağa Throg, Falcon’un şahini RedWing, Speedball’ın kedisi Hairball, X-Men’lerden Kitty Pryde’ın ejderhası Lockeed ve de 70’li yıllardaki Örümcek Adam çizgi filminde yer alan May teyzenin erkek köpeği olan Miss Lion ( Bayan Aslan) dır. Çizgi roman, tahmin

Nextwave Nextwave 2006-2007 yılları arasında Marvel tarafından yayınlanan , Warren Ellis tarafından yazılmış ve Stuart Immonen tarafından çizilmiş 12 sayılık bir çizgi romandır. Ellis 4 tane minör Marvel süper kahramanını

Düştükleri

ettiğiniz gibi komedi unsurları taşır ve oldukça keyiflidir. Grup macera peşindeyken başka süper kahramanların hayvanlarıyla da iletişime geçerler ( Ka-Zar’ın kaplanı Zabu gibi) ve oldukça zor görevlerin hakkından gelirler.

27


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

The Champions 1975 yılında yazar Tony Isabella 2 tane X-Men olan Ice-Man ve Angel’in maceralarını yazmak istediğinde editörü takımın en az 5 kişi olmasında ısrar etti. Isabella 2 tane mutant’ın olduğu takımda başka nasıl kahraman koyulması gerektiğini sorunca editör “Bir tank, bir kız bir tane de doğaüstü yaratık ekle” cevabını aldı. Isabella da Tank olarak Herkül’ü, kız olarak Kara Dul’u, doğaüstü kahraman olarak ta Ghost Rider’i ekledi ve hiçbir şekilde uzaktan yakından alakaları bulunmayan bir sürü karakteri bir arada toplamış oldu. Karakterlerin ne birbirleriyle iletişimleri, ne de arkadaşlıkları vardı. Bu yüzden Isabella ne yapsa yapsın hiçbir şekilde takımı yürütemedi. 17 sayı süren bir yayın hayatından sonra Champions tarihin tozlu raflarına br daha hatırlanmamak üzerine kaldırıldı. Ara sıra Marvel evreninde hala bu grupla alakalı komedi referanslara rastlamak mümkündür. Archer&Armstrong Aslında benim favori takımım olmasına rağmen, bu takımı da “tuhaf” listesine koymadan edemiyorum. Valiant çizgi romanlarının çıkardığı bu takım iki kişiden oluşmaktadır. Anne ve babası kilise işleten seri katillerden oluştuğu için ellerinden kaçan ve uzun yıllar Tibet’te hem dövüş hem de zen eğitimi alan “temiz çocuk” Archer ile yüzyıllardır yaşayan alkolik, şişko ve ölümsüz Armstrong’dan oluşan bu grup aslında klaisk tanımla bir süper kahraman grubu değildi.Çünkü amaçları dünyayı kurtarmak ya da evreni kötülerden korumak değildi. Armstrong stereotip bir “boşgezen” di. Yaşadığı yüzyıllar boyunca bir sürü düşman edinmişti ve bu düşmanlar onu yok etmeye çalışıyorlardı. Armstrong hem onlardan kaçıyor hem de bu zaman içinde kazandığı paralarla rahat ve sakin bir yaşam sürmeye çalışıyordu. Anne ve babasının tutuklanıp hapse girdiğini öğrenen Archer ise amacını kaybettiğinden Armstrong’un peşine takılmış, beraberce geziniyorlardı. Maceraları oldukça iyiydi ve 90’lı yıllarda bir ara satış rakamları olarak Marvel,DC,Image dergilerinin hemen arkasında yer alıyordu fakat dergi Acclaim firmasına satılınca çizgi romanların çoğu durduruldu ve oyun potansiyeli olan karakterler ( Mesela

28

Dinazor Avcısı Turok) bilgisayar dünyasına taşındılar. Valiant firması 2011 yılında tekrardan satıldı ve 2012 yılından beri tekrar çizgi romanları yayınlanmaya başlandı. Şu anda çizgi romanları yine eski popülaritesini korumaktadır. Fantastic Force Listedeki son grup Fantastic Force Grubu. Marvel’in Bay Fantastik’i öldürdüğü ve fanların arasında “Artık Fantastic Four dergisi kapanıyor, yerine Fantastic Force adlı bir dergi çıkacakmış.” geyiğinin döndüğü günlerde, aslında böyle bir planı olmadığı halde etrafta dönen dedikodudan faydalanılması gerektiğini düşünen editör Tom De Falco böyle bir dergi çıkartmayı uygun gördü. 1994 yılında çıkan dergi, yine ana dergiden farklı olmayarak 4 kişiden oluşan bir takımı içeriyordu. Bunlar artık büyümüş olan Franklin Richards ( Mr. Fantastic ve görünmez kızın oğlu) Huntara ( Franklin’in başka zaman ve boyuttan teyzesi) , Vibraxas (Vibrasyon gücüne sahip bir Wakandalı) ve de devasa bir gorile dönüşme özelliğine sahip Devlor idi. Karakterler, hayranlar tarafından ilgi görmedi ve 1994-1996 yılları arasındaki suni çizgi roman enflasyonunda daha renkli ve daha hareketli çizgi romanların arasından sıyrılmayı başaramadı. 18 sayı sonra kapandı gitti. Tunç PEKMEN

29


Öykü

Ak Don-II "Şerefli bir milletin zillete düşen oğlu Çığ oldu ızdıraplar, saçlarını yoldur gel Beşiklerde büyüyor nice Alparslan bağlı Şehitlik kefenini kıratınla aldır gel" Duran Dinçaslan, "Gel". Bölüm II: Yedi Cebe Odaya dalgalı bir camın arkasından bakıyordu sanki, her şey eğilip bükülüyor, şekilden şekle giriyordu Batıralp kaftana baktıkça. Kaftan, Batıralp’i korkudan titretse de, insana tekin gelen soluk bir ışıltıyla parlıyor, sabit duruyordu bir çizgi filmden fırlamış gibi gelen sahnede. Arkadaşlarına sık sık “dünyanın en yüzeysel adamı, işte o benim” diyerek, sıra dışılığa olan özlemiyle kendince dalga geçen Batıralp, yaşadığı ilk sıra dışı tecrübenin şokuyla afallamıştı. Kaç insan, bir sabah tuhaf bir kabustan uyanıp bir kaftan asılı bulur dolap kapağına asılı? Yine de, bütün imkansızlığına rağmen, odadaki tek gerçek kaftan gibi duruyordu. Eşyanın helezonuna inat, olmaması gereken yerde bir öte dünya kaçkınıydı bu kaftan, Batıralp’in bir miktar karbon atomundan pek de öte olmayan gözlerinin önünde. Ve bütün eşya olmaması gereken bir girdaba kapılmışken, kaftan oldukça normal duruyordu. Sigarasını tablaya bastı. Sıradışı şeyler yaşayan insanlar nasıl davranır bilmiyordu ama, içinde bir yerlerde, sıra dışı şeyler yaşayan insanların tam da onun gibi önce şoka uğradığını, ardından tam olarak hangi an olduğu işaretlenemeyecek kadar hızlı bir süreçte durumu kabullenip, sıradanlaştırdığını düşündü, bildi, hissetti. Artık korkmuyordu, çekiniyordu ancak korkusu geçmişti, şimdi merak vardı içinde ve hafif bir gurur: Gri mezar taşlarını izleyerek geçirdiği günler ve o taşlara şiir yazdığı gecelerin intikamını alıyordu artık, sıradanlığından kurtulmuştu. Yavaşça kalktı yataktan. Kaftana doğru yürüdü. Yaklaştıkça odadaki tuhaf görüntü azalıyor, dünya ve eşya daha normal gelmeye başlıyordu. Ancak görüntü düzeldikçe, ses bozuluyordu, küçüklüğündeki tüplü televizyonlar ve insanlığa zûl antenleri hatırlayıp gülecekti neredeyse. Bir mırıltı kaplamıştı evi, şeytana adanmış bir grup keşiş kutsal metinlerin uhreviliğinin ırzına geçerek uğul uğul bir ayin yapıyordu sanki. Bir şey, biri vardı onunla bu odada, kaftandan ve ondan başka. Yaklaştıkça mırıltı apaçık bir haykırışa dönüştü. Müstehzi mizacının bir anlık kıpırdattığı neşe ve alay da kayboldu. Çok çabuk alışmıştı durduk yere dolabına asılı bir kaftan bulmuş olduğu gerçeğine. Uğultu onu gerçeğin ciddiyetiyle yüzleştirmişti tekrar. Haykırışın dozu arttıkça, Batıralp hareket edemez oldu. Bir irade, onun 23 yıllık iradesinden çok daha görmüş geçirmiş, engin ve derin bir düzlemin beslediği bir irade onu alıkoyuyordu. Üç adım ötedeki kaftana gidemiyor, kulak zarında çan sesleri ve haykırışlarla işkence çekiyordu iki ayağının üstünde. Aniden aklı ilk gençliğine gitti… “Gördüm ki, adım adım, gölge gölge keşişler Ebedi karanlığın mahzenine inmişler...” Nasıl severek okurdu Necip Fazıl şiirlerini… Ve nasıl tiksinmişti Necip Fazıl’ın fikirlerinden, büyüdükçe… Yeniden gülümsedi, daha doğrusu, kaslarını hareket ettirebilseydi gülümseyecekti. Aklını kaçırması gereken bir anda, çan sesleriyle işkence çekerken aklı Çan Sesi şiirine gidebiliyordu… Ve gülesi

30

31


Öykü

Öykü geldiği anda, çan seslerinin kesildiğini fark etti. Haykırış tekrar mırıltıya dönüşmüş, irade onu azat etmişti, hareket edebiliyordu yine. Kaftana yaklaştı Batıralp, bu tuhaf sabahın yarattığı bütün soruların cevabına kaftanı inceleyince ulaşabilecekti, biliyordu. Ve kaftana dokundu. Aniden boşlukta asılı buldu kendini. Ne ses, ne görüntü, ne bir his; bütün duyu organları körelmişti, yalnızca kendi zihniyle baş başaydı şimdi. Ve mırıltıyı, kötülük dolu koroyu susturan sesi duydu, rüyasındaki adamın sesi, berrak ve gür bir perdeden, vakur bir coşkuyla okuyordu beyninin içinde: Körügme Kün Tengri döndü yüzünü Ay Ata bizlere garaz doludur Bir kara alamet Kıpçak düzünü Kapladı, bu bela gökten uludur Ağla! Göğe kastı bu hıncın, ağla! Ağla! Pas tutacak kılıncın, ağla! Çarnaçar kalacak akıncın, ağla! Ak kazın teleği düştü düşeli Ev başı kara han bu yağız yere Hiç böyle esmedi Kuzey'in yeli Gözle bak! Diler ki vurup devire Bozkırın bekçisi balballarını Kök Tengri yükünün hamallarını Şad eder bozkırın çakallarını! Doğudan eserdi bir zaman rüzgar Bir zaman, Kün Tengri gülerdi bize Teng Tengri kıpkızıl afakı yakar Ererdi yer-sular kadim denize Ahoy! Orhun, İtil, Yenisey kaydal? Ahoy! Kağan, tigin, şad ve bey kaydal? Oğuz Han, Tunga Er, Edigey kaydal? Kuzeyin çağıdır çatan bu kıyım Türkuaz yağısı bu kara nöbet Kök Tengri! Kurt doğdum, itin rızkıyım! Kuzguna ram oldu dokuz tuğ devlet Tuğrul sustu öten kuzgundur artık Sungura güç yeten kuzgundur artık Kanat kanat biten kuzgundur artık

Ki bu salgın kokan sisin kuzundan Saklansın hatıram, şerefim, yadım Bekçidir ışığı ayın yıldızın Beşiği Ayzıtça rahmi bir kızın Doğar da zulmeti boğar ansızın! Ve Batıralp için bildiğimiz haliyle yaşam geri döndü, hiç değilse, bir yığın karbon atomundan pek de öte olmayan gözleri yeniden görüyordu: Bir dağın zirvesindeydi. Karşısında o adam vardı yine, rüyasında gördüğü, bir şekilde bütün bu tuhaflıkların sorumlusu olduğunu bildiği. Adım ne demişti? Derken, yaşlı adam konuştu: “Oğul, sakalım aktır, geldiğim yer uzaktır, ruhumu dünyada tutan bin yıl evvel yaktığım ocaktır. Balalıkta atam Kayan dedi adıma, bir adımı bir ocağımı bıraktım evladıma. Oğul! Demir Yer Ana iliği, yağmur Gök Ata kanıdır, ikisinden kılınır ki Gök Tanrı’nın ekvanıdır. Demirciler bekçisidir gökler ilmi sırrının, kollarında örsü döver muradı Gök Tanrı’nın. Han dediğin Yenisey’e vuran günün ışığı, Kayan dediğin o ışığın aşığı, senin geçeceğin Gökler diyarının eşiğidir. Oğul, ak don senindir senin olsun, atalar yolu kamlar dini dinin olsun, gök girsin kızıl çıksın yeminin olsun. Erlik Han’ın kara donu bulundu, Bay Ülgen’in akça donu çalındı. Gök Tanrı gücüne gider, acunu yerle yeksan eder, akça donu giy, kara donu bul, yedi cebeyi al, görklü tahta kurul. Tanrı gazabın uyanmadan, doğu göğü kızıla boyanmadan, kuzeyin kuzunu darmadağın et, börüler neslini irfanla yönet. Oğul, benim çağımda, Tanrı adıyla yaktığım ocağımda, bir demirci yaşardı, nice işler başardı. Sen oğlumun oğlusun, benim kutlu görevime damarından bağlısın. Sözümü dinle, kara yazgıyı önle. Demircioğlu’nu bul, yanına al, yanıma gel. Kaftanla dolaşma, çalıyı dolan ite dalaşma, Erlik tohumu pisliğe bulaşma. “ Bir anda manzara silindi. Tekrar odasındaydı şimdi, eli kaftana uzanmış, dokunmasına ramak kalmış bir halde. Duydukları bu defa zihninde berraktı, aklına kazınmıştı. Bir anda gelişen bunca olayı sindirmeye çalışırken “eh, en azından adı Kayan imiş, onu unutmam bu defa” diye düşündü. Ve birden, komodinin üstünde duran telefonu çaldı, birkaç ay evvel atadığı melodisiyle, Nevid Müsmir’in yanık Türkmen sesinden: “Sene direm Demirçoğlu Apardılar serdarmızi…” *** Öykü: M. Bahadırhan DİNÇASLAN

Kaşın bolsa yaşın yakmas dediler Yaktı ak ülkemi bir kara yalım Büyüsü işlemez kam aman diler Boza kesti yeşil, mavim kızılım Yada taşı kan yağdırır ay Ülgen! Ağıt olup göğe ağar kay Ülgen Görkün yitip sefil m'oldun bay Ülgen? Mingitav karından bozkır tozundan Bir bala beledim, Rum'a sakladım

32

33

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Seyfettin Efendi Bizleri Hayırsız Ada’ya Çağırıyor! “Yaşasın! Artık bizim de dillere destan olacak bir hafiyemiz var!” Yeditepe Canavarı ile karşımıza çıkan Seyfettin Efendi’nin Esrarengiz Hikâyeleri’nden sonra şimdi de Hayırsız Ada’sına davet ediliyoruz. Kendisine olağanüstü macerasında eşlik etmek ve artık aralarında yer edinip gizli dosyalara, hiç bilinmeyen sırlara da ortak olma zamanımız geldi. Raflarda henüz yerini almadan bu adaya sinsice girip sizlerden önce keşfetmiş olmanın heyecanı içindeyim. Bu biraz da benim için en güzel anlardan biriydi. Teşekkürler Devrim Kunter! Seyfettin Efendi hakkında sizleri uyarmalıyım! Detaycılığı ile hızlı sonuç elde edebilme kabiliyetine sahip, esprili, sakin, tüme varım ve tümden gelim felsefesini iyi kavramış olan İfşa-yi Sırr Teşkilatı’nın hafiyesidir kendileri efendim. Ne Sherlock Holmes, ne Amanvermez Avni ne de bir başkasıyla karşılaştırılamaz özelliklere sahip. Sherlock Holmes’un bencilliği ve ukalalığını, sosyopatlığını ve huysuzluğunu Seyfettin Efendi’de görmeniz mümkün olmasa da O’nun kadar yalnız. Hani hayranı olduğumuz dedektifleri aynı odaya alsak, elleri cebinde bıyık altı gülüşüyle kapıdan ilk çıkacak kişidir Seyfettin Efendi. O görmeye alışkın olmadığımız davranışlarıyla bize “Gerçekten böyle biri yaşamış olabilir mi?” sorusunu hissettiriyor. Gerçeklikten söz etmişken bir hikâyecik sunmalıyım sizlere. Hayırsız Ada’da okuyacağınız ve şahit olacağınız olaylar gerçeklerden derlenerek hazırlanmıştır. Seyfettin Efendi’nin notları arasında yer alan bilgilere göre bu adanın ismi Sivri Ada’dır. “1910 yılında kuduz salgını bahanesiyle hükümet sokak köpeklerinin toplanıp Sivri Ada’ya gönderilmesine karar verir. Aç ve susuz kalan on binlerce sokak köpeği bu adada ölüme terk edilir. Bu olaydan sonra halk arasında adanın adı ‘Hayırsız Ada’ olarak yerleşmiştir.”-Seyfettin Efendi’nin Notları’ndanİfşa-yi Sırr Teşkilatı dedik… Polisiyede genelde alışkın olduğumuz iki kişilik gizem çözme öykülerine şahit oluyoruz. Lakin bu ekipte bir araya gelen karakterlerin hepsi ilgi çekici. İçerisinde mucit kadın bile var! Münevver pratik ve kullanıma uygun silahları tasarlıyor. Böylesine asi ve zeki bir yardımcıyı görmek… Önünde saygı ile eğiliyorum. Pek alışık değiliz, kadın mucitlere ve teşkilat içerisinde yer almasına. Polisiyenin, bilimkurgunun, fantastik öykülerin birçoğunda erkek karakterlerin ön plana çıkması sebebiyle Seyfettin Efendi’nin teşkilatı

Adli tabip Aziz Bey ise ürkek tavırları gibi gözükse de temkinli ilerlemeyi seven bir karakter. Seyfettin Efendi’nin yanında sıkça görüyoruz kendisini. İri yarı ve kuvvetli pehlivan İsmail ile tanıştığımdan beri kendisini -Puslu Kıtalar Atlası’nı okuyanlar bilir- Arap İhsan Efendi’ye benzetiyorum. Heybetli ama bir o kadar da safça yüreği ile ekibimizin gücü, kuvveti. Ve Esat! Sanki biraz hoşlanamadım kendisinden. Böyle gizli işler çevirmeye meyilli biri gibi geliyor bana. Bu yüzden kendisi hakkında temkinli davranıyorum. Nereden çıkacağı pek belli olmuyor, neme lazım dikkat etmek gerekir. Bu büyük ekibin yaratıcısı Devrim Kunter’in emeğinin karşılığını en kısa zamanda almasını diliyorum. Çizimler hakkında kısaca değinmek istediğim hususlar var. Siz hiç film gibi çizgi roman okudunuz mu? Ben okudum! Seyfettin Efendi’nin çizimleri öylesine derinlemesine etkiliyor ki, bir anda o sayfaların arasında yer ediniyor ruhunuz. Arka plan çizimlerinde ve olayların en alevli bölümlerinde etkisini hissettiriyor çizgiler. Renklendirme konusunda seçim mükemmel. Kendimizi gerçekten o yıllarda hissetmemizi sağlıyor. Bazen de sanki olaylar şu anda, hemen şuracıkta gerçekleşiyormuşçasına canlı. Kısa öykülerden oluşan Seyfettin Efendi’nin Esrarengiz Hikâyeleri’nde birçok yazarın öykülerini çizen Devrim Kunter, Hayırsız Ada’yı Cihan Türe ile birlikte öykülendirdiler. Fantastik öğelerin daha çok ön planda tutulması Hayırsız Ada’ya bir de bu gözle bakmamızı sağlıyor. Elbette henüz okumayanlarınız için size adada geçen olayları aktaramayacağım. Kara Sabahat ve Doktor M.’yi de göreceğiz. Yalnız dikkati çekmek istediğim birkaç konu var. Öykülendirme sıralamasında küçük küçük bilgiler aktarılıyor Seyfettin Efendi’nin geçmişine dair. Henüz tamamlanmayan, geçmişten gelen bu bilgilerin en kısa zamanda bizlere bir şekilde aktarılmasını istiyorum. Üzerinde fazla detay verilmeden aktarılan bilgiler öyküde yarım kalmışlık hissini ortaya çıkarıyor. Öylesine çok soru sordum ki kendime. Meraktan ölmek üzereyim. Acaba casus kim? Sorusundan tutun da… Evet, çok fazla öykü içeriğinden bahsetmemek için direniyorum yazımda. Hadi bir an evvel okuyun da rahat rahat konuşalım! Fasikül olarak her ay bir sayı çıksa ve bizler de takip etsek? Belki de dizi? Film? Kim bilir ilerde neler olacak. Neden bizim de çizgi romandan uyarlanan dizi ya da film kahramanımız olmasın? İlle de batmobil mi gerek, ille de örümcek ağları ya da kırmızı pelerin mi gerek? Yerli çizgi romanlarda başarıyı sağladığına inandığım Seyfettin Efendi’nin gelecekte daha da değer göreceği günleri görmek istiyorum. Etkili bir karakter yaratan Devrim Kunter, diğer yazarlara da fırsat tanıyarak birlikte çıkarttıkları yeni çizgi romanlarının başarıya ulaşmaması için bir sebep göremiyorum. Polisiye ülkemizde yeteri kadar değer görmese de, gün geçtikçe artan polisiye meraklıları umudumu arttırıyor. Daha çok çizgi roman! Daha çok Polisiye ve Fantastik/Bilim Kurgu kitaplarının başarıya ulaştığını göreceğiz! Yeterli destek geldiği sürece elbette.

arasında Münevver’i görmek beni pek mutlu etti doğrusu. Silahların çizimi hakkında küçük detay vermek

Öznur BAYCAN

istiyorum. Üstünkörü hayal edilip çizilmiş silahlar değil. Çizer gözüyle detaylandırılmış çizgili anlatım için Devrim Kunter’i tebrik etmek istiyorum.

34

35


Çizgi roman ön okuma. ’’Seyfettin Efendi ve Olağanüstü Maceraları Kitap 2-Hayırsız Ada’’ çıktı. Kitapçılarda.

36

37


38

39


40

41


Öykü

Günahların Bekçisi BÖLÜM 4 – ESKİ DOST ESKİ DÜŞMAN "Hadi ama beni özlemediğini söyleme sakın." Cemil kaskatı kesilmişti, öfkeden sesinin titremesine mani olamıyordu. Bekçi o kesik kahkahalarını atarken "Ne istiyorsun?" diye sordu. "Ne kadar zamandır konuşmuyoruz. 1 yıl mı oldu?" "Seninle konuşmayı özledim." Cemil cevap vermedi. Bekçi iç çekerek "Seninle baş başa oturup dertleştiğimiz zamanları unuttun mu?" diye sordu. Cemil dişlerini sıkarak "Hiç unutmadım." diye cevap verdi. Bekçi’nin o sinir bozucu kahkahalarını atmaya devam ediyordu. "Benden nefret mi ediyorsun?" diye sordu. Artık iyice sinir bozucu bir hâl almaya başlamıştı. "Hayır sen kendinden nefret ediyorsun. Çok basit bir hata yaptın ve her şeyini kaybettin. Tek yapman gereken kapıdan içeri girdiğin an etrafına bakmaktı, ama sen işinle o kadar meşguldün ki evinde seni ne beklediğini umursamıyordun bile, seni beklediğimi dahi fark etmedin." "Seni yakalıycam orospu çocuğu. Yemin ediyorum seni yakalıycam." Bekçi "Ne oldu hâlen suçluluk mu çekiyorsun? Leyla sana hep işinle uğraştığını kendisi ile ilgilenmediğini söylerdi. Bütün olanlar senin suçundu, benimle ilgilendiğinin çok azı kadar onunla ilgilenseydin her şeyini kaybetmezdin." diyince Cemil kendini tamamen kaybetti. "Seni korkak orospu çocuğu, sen doğmamış çocuğumuzu öldürdün. Leyla'yı öldürmeye çalıştın. Mustafa ve Tufan'ı öldürdün, benden her şeyi mi aldın, her şeyimi. Seni bir gün tekrar yakalıycam, ve o zaman beni ilk gördüğün güne lanet ediceksin, işte o zaman günahlarının cezasını ödiyceksin." diye bağırdı. Artık sesini kendi bile tanımıyordu. Cemil o an tamamen gitmişti yerine bambaşka biri gelmişti. Bekçi de aynı şekilde kendini kaybedip bağırmaya başladı "O gece her şeyini kaybeden tek sen değildin, senin yüzünden o gece ben de her şeyimi kaybettim, beni seven tek insanı kaybettim. Ama sen kendinin olmayan bir çocuk ve seni sevmeyi uzun süre önce bırakmış olan bir kadın için ağlayıp durdun. Söylesene Leyla seninle en son ne zaman konuştu? Uyan artık geri zekalı." Cemil bir anda kendine gelerek korku ile "Leyla." diye bağırdı. Koşarak üst kata çıkarken "Lütfen, lütfen tekrar olmasın lütfen." diye yalvarıyordu. O kabusu tekrar kaldıramazdı. Yatak odasının kapısını kırarcasına açarak içeri daldı, göz bebekleri titrerken odayı araştırıyor "Leyla." diye bağırıyordu. "Leyla, lütfen Leyla." Leyla'yı balkonda görünce hızla koşarak yanına gitti. İç çekercesine "Leyla." diyerek ona arkasından sarıldı. "Onun sana yaklaşmasına izin vermiycem, yemin ediyorum sana bir daha elini süremiycek." Leyla'yı omuzlarından tutup kendisine çevirdi, Leyla’nın gözlerinden akan yaşı görünce bütün sinirleri boşaldı ve ağlamaya başladı. "Lütfen bana bunu yapma. Lütfen konuş benimle." Leyla yıllardır sadece ağlıyordu, onunla tek bir kelime bile konuşmamıştı, evinden dışarıya bir adım dahi atmamıştı. Leyla sadece oradaki bir siluetti, ne daha fazlası ne de daha azı.

42

43


Öykü "Yemin ederim sana yaptıklarını ona ödeticem, yemin ederim günahlarının cezasını ödeyecek." ********************************************************************* Cemil o gece uyuyamamıştı, sabah gün ağarınca hemen evden çıkıp Adile Keser olarak bilinen ama gerçek adı Alev Taşkın olan çocuk katilinin evine gitmişti. Pazar günü olduğu için ortalık çok sessizdi, insanlar evlerinde uyuyor diye düşündü. Salona geçip oturdu. Bu oda ona çok yanlış geliyordu, Alev'in kendi resmi yoktu, Sadece çocuk resimleri vardı, çocuklardan biri onun resimlerini alıp etrafta yayılmasın diye yapmış olmalıydı. Sonuçta o bir kaçaktı, akıl hastanesindeki resimlerinden çok farklıydı ama yine de işini riske atmamış olmalıydı. Odada dört parçalı bir oturma takımı ile yemek masası, kare şeklinde orta sehpa, yerde de Shaggy halı ve 55" Led TV vardı. 3-5 yaş aralığındaki çocuklara pek uygun bir oda değildi, belki o yaşlardaki çocuklara bakmıyordur ama yine de bir yanlışlık vardı. Bu oda her zaman temizdi hem de çok temizdi, evde çocuklara bakıyorsa neden bu kadar temiz diye sordu. Bekçi ile doğrudan yatak odasına mı çıkmışlardı? Belki önce salonda biraz zaman geçirmiş olabilirlerdi, ama gece 3 de evine geldiyse ona güveniyor olmalıydı, bir süredir birbirlerini tanıyor olmalılar. Peki nasıl tanışmışlardı? Bekçi kendisini birinin görmesine izin vermiş olamazdı. Bu kadar dikkatliyken böyle basit bir hata yapmış olamazdı. Merdivenlerden üst kata çıkıp yatak odasına girdi, oda darma dağınıktı ama aynanın önünde parfümler ve kremler son derece düzgün ve simetrik duruyordu, anlaşılan Alev kendine bakmayı çok seviyordu. Alev, ipleri çözüldükten sonra girişe koşmaya başlamıştı sonrada ayağı takılıp merdivenlerden yuvarlanmış ve sağ bacağını kırmıştı. Acaba gerçekten ayağımı takılmıştı? Söz konusu bekçi olunca bunun tesadüf olması çok zordu. Merdiven basamaklarını tek tek inceledi. Basamaklarda bir şey yoktu, onun düşmesini sağlayarak sağ ayağını kırdırmış olmalıydı. Bunun için düşerken ağırlığını sağ ayağına vermesini sağlamalıydı. Merdiven pervazındaki kanlı el izlerine baktı, Alev iri bir kadındı merdivenlerden koşarak inmek için merdiven pervazını kullanmıştı. Eldivenini takıp üst kata çıktı ve elini pervazdan tutarak merdivenlerden aşağıya yürümeye başladı. En son basamağa geldiğinde pervazda herhangi bir kayganlık veya pürüz fark etmemişti. Tekrar üst kata çıktıktan sonra cep telefonunun çıkarttı, ekran ışığını sona getirdikten sonra telefonu pervaza tutarak aşağı inmeye başladı. Dördüncü basamakta merdiven tahtasına düşen ışık matlaştı. Dokuzuncu basamağa kadar matlık devam etti ondan sonra matlık yok oldu. Alev’in pervazdaki kanlı el izlerine baktı, beşinci basamakta izler yok oluyordu. Cep telefonundan Alev'in otopsi raporunu açtı, kadının ellerinde herhangi bir maddeye rastlanmamıştı, ama yatak odasında el kremleri vardı, kremlerini hiç kullanmamış olamazdı, kendine bakmayı sevdiği belliydi, gece yatarken el kremi sürmüş olmalıydı. Bekçi pervazı kayganlaştırmak için yağ sürmüştü; kadın merdivenlerden koşar adım inerken pervaza tutunmuş ama sürülen yağ yüzünden eli kayarak dengesini kaybetmişti. Zaten dört parmağı kesik olan sağ eli ile pervazı tutamamış ve ağırlığı sağ ayağına binmiş bir hâlde merdivenlerden yuvarlanarak düşmüştü, Toplam on basamak yuvarlanmıştı, kilosu da çok olduğu için sağ ayağı kırılmıştı. Alev ile işi bitince geri gelip pervazı temizlemiş, ama yağ kalıntılarını yok etmemişti. Evdeki bütün izleri temizlerken bunu neden bırakmıştı? Mutfağa geçip tebeşir ile işaretlenmiş içlerine, iç organlar konulmuş olan kavanoz kutularının eski yerlerine baktı. Kutular muntazaman dizilmişti, Akabinde gözü, eskiden şekerliğin olduğu yerdeki tebeşir izine takıldı, şekerliğin içinde ki dişlerde de bir muntazamlık vardı. Bu mükemmel resimde eksik olan

44

45


DÜNYA

Murat SEVİNÇ

Öykü neydi, yağ kalıntılarını çok rahat yok edebilecekken izlerini bırakmış ama diğer her şeyi silmişti. Ayağının takılmasının tesadüf olduğunu sanmışlardı ama değildi. Bu da mesajın bir parçasıydı "Tesadüf diye bir şey yoktur." Alev’in karnı yarılıp içi boşaltılmış, yerine de fareler konuşmuştu, organları da aynı çatıdaki çocuklar gibi kavanozlara doldurulmuştu. Burada "Çocuk katili." diyordu. Kadının göz kapaklarını alnına çivileyip aynaya çevirmişti, "Görmeni istediğim bir şey var," diyordu. Aynada görmesini istediği bir şey varsa neden göz kapakları kesilmemişte çivilenmişti. Dikkatli bakması için mi... Evet işte buydu "Dikkatlice bak." Nereye dikkatice bakayım, mutfak raflarını tek tek açtı, her şey muntazaman ve simetrik şekilde dizilmişti, her şey çok düzgündü ama bir şey dışında. Etrafa saçılmış ayak tırnaklarının işaretlendiği tebeşir izlerine baktı. Alev’in ayakları et döveceği ile dövülmüş sonrada ayak tırnakları etrafa saçılmıştı, ayak, ayak olmaktan çıkmıştı. “İşte bu” dedi, girişteki ayakkabılığa koştu ve açtı, diğer her şey gibi ayakkabılıkta çok muntazamdı. Terlikler ve ayakkabılar renklerine ve boylarına göre dizilmişti, hiç dokunulmamıştı. Ev çok fazla temizdi. Alev kimsenin içeriye ayakkabı ile girmesine izin vermiyordu. Bekçi, kadının ayak tırnaklarını etrafa saçarak ayaklarına dikkat etmesini istemişti, annelerin içeriye ayakkabı ile giren küçük çocuklara söyledikleri gibi senin ayaklarını kırarım diyordu. İşte cevap buydu, Tolga'nın dediği gibi akıcı olmasını sağlamak için biraz ekleme yaparak mesajı okumaya başladı. "Hoş geldin. Biraz konuşalım mı? Altı yıldır ortalarda yoktum, son görüşmemizde kaçıyordum, sen de en son benim ayağımı tutmuştun. Tesadüf diye bir şey yoktur. Şimdi kimliğini değiştirmiş bu kadına dikkatlice bak, onda görmeni istediğim bir şey var. Bu çocuk katilinde her şey çok düzgün, peki ayaklarına dikkat ettin mi?" Alev o gece Bekçiyi beklemiyordu, onun eve girdiğinden haberi bile yoktu, eğer içeri girseydi ayakkabılarını çıkarmasını ister ve ayakkabılık bozulurdu, o gece her şeyden habersiz yatağında yatmış uyuyordu. Bekçinin o gece başka bir işi daha vardı onun için gece geç saatte gelmişti. Bekçi o gece Alev’in gerçek sevgilisini öldürmekle meşguldü. Devam Edecek Öykü: Kıvılcım ARDUÇ

46

İllüstrasyon:İlker YATI

47


48

49


50

51


Öykü

Kapıcı Apartman kapısının açık bulduğuna sevinmişti. Bu hâlde değil anahtarı bulmak, asansöre kadar bile gidemeyeceğinden emindi. Gidemedi de. Merdivenlerin üzerine çöktü, soğuk basamakların sinir bozucu soğukluğunu hissettiğinde, kollarını iki yana uzatıp basamaklara doğru iyice yayıldı. Kendini birazdan içinden çıkmak üzere olan kusmuk gibi hissetti. “Pislik herif. Ne var bu kadar içecek?” Bir an, bulanıklığın içinden kendine doğru aksayarak gelen bir silüet fark etti. Odaklanıp kim olduğunu anlamaya çalıştıysa da midesinden gelen acı bir krampla iki büklüm olup kusmaya başladı. Omzuna dokunan güçlü bir el, içinde garip bir güven hissi uyandırdı. “Yardım edin,” diye inledi başında dikilen adama. “ortalığı da batırdım, ben…” bir şeyler daha mırıldanmıştı ki hızla dönen apartmanın bir anda durduğunu hissetti. Bunu biliyordu, sonrası sızmak denilen o ani ve tatlı uykuydu. Yüzüne vuran güneş ışıklarıyla uyandığında başında hafif bir ağrı vardı. Perdelerin neden açık olduğunu düşünüp diğer tarafa dönmek üzereyken, salondan gelen tıkırtılarla doğruldu. Oraya gittiğinde, masada hazır bekleyen kahvaltıyı ve çayını içmekte olan yabancı adamı görüp irkildi. Bir süre şaşkınca, masayı ve henüz onu fark etmemiş adamı süzdü. Adam, çayından bir yudum daha alıp, ekmeğe uzanmak üzereyken kendine bakan ev sahibini görüp yavaşça arkasına yaslandı. “Ah, özür dilerim çok ses çıkardım galiba, uyandırdım sizi.” Gözlerini iyice ovuşturup tekrar masaya baktı, hayal görmediğinden iyice emin olmuştu artık. “Sen, sen kimsin ve burada ne…” sonra masada oturana daha bir dikkatli baktı, bu yüzü daha önce de gördüğünü hatırladı. Örneğin dün sabah ve önceki. Apartmana yeni taşınmasına rağmen tanımıştı, bu oydu, anahtarı aldığı adam. “Sen kapıcı değil misin?” “Apartman görevlisi diyelim, böylesi daha modern,” diye gülümsedi adam, olduğu yerde hafifçe kımıldanarak. “Modern mi? Bu ne pişkinlik, ne yüzsüzlük, evimde ne işin var senin? ” Bir an, kuvvetli bir baş dönmesiyle kapı pervazlarına zor tutundu. Göz ucuyla masadaki adamı süzdü. Ekmeğine sürdüğü yağı yaydırırken bir yandan da yüzünde hafif bir tebessümle ona bakıyordu. Bu onu çıldırtmıştı. Tutunduğu kapıyı bırakıp, üstüne yürümeyi denedi. Ancak bu ani hareketi, başının daha hızlı dönmesinden ve etrafı iyice bulanık görmesinden başka bir işe yarmadı. “Lütfen, ani hareket etmeyin beyefendi” diye gülümsedi adam. “İyi misiniz?” “Bu seni ilgilendirmez” diye sertlenip masanın diğer ucundaki sandalyeye güç bela tutundu.. Avuç içiyle kahvaltı sofrasını göstererek “Bu… bu masada neyin nesi böyle! Hemen defol evimden yoksa…” “Yoksa ne?” “Yoksa derhâl yöneticiyle konuşup seni işten attırırım…” “Dün akşam ağlayarak yardım istediniz. Ben de yardım ettim size.” Adamın bu ani çıkışıyla neye uğradığını şaşırdı. Bir şeyler hatırlar gibi olmuştu. Bu kadar sarhoş olup kendini bu durumlara düşürdüğü için, içinde kabaran büyük bir öfke, onu suç üstü yakalamış olan bu adama karşı volkan olup patlamıştı.

52

53 DEVAM EDECEK


Öykü “Hiçbir şey hatırlamıyorum. Şimdi defol evimden, defoolll…” Masadaki adam, ağzında çevirdiği ekmeği bütün bütün yuttu. Yüzünde, yarı kırgın yarı umursamaz bir ifadeyle ayakta durmaya çalışarak kendisine bağıran bu adama bakıyordu. Birkaç saniye öfkesinin dinmesini bekledi. Öyle bağırmıştı ki ses tellerinde oluşan tahrişle küçük bir öksürük nöbeti geçirdi. Bir yandan da masayı inceliyordu. Kapıcı başını iki yana sallayarak hafifçe tebessüm etti, biten çayını tazelemeye koyuldu. Bu bardağı taşıran son damlaydı, sandalyeden güç alıp üzerine atıldı. Ancak, sonuçları ilk denemesinden daha kötü oldu. Başı daha hızlı döndü, sendeleyerek karşı duvarda sıralanmış koltukların birine yüz üstü yuvarlandı. Bir süre orada öylece kaldı. Koltuğun döşemesine dökülen salyası yüzüne bulaştı. Omzundan destek alarak ters döndü. Kendini yukarıya ittirerek koltuğa oturmayı başardı. Tüm dünyası fırıl fırıl dönüyordu. Odadaki eşyalar birbirine girmiş, şekil değiştirmiş, her şey alt üst olmuştu. Bir yere odaklanıp sürekli oraya bakarak bu çılgınlığın sona ermesi bekledi. Baş ağrısı için öğrendiği küçük bir numaraydı bu, işe yarayacaksa şimdi yaramalıydı. Her şeye rağmen, kayıtsızca, masada bir şeyler atıştırmakta olan kapıcıyı görmeye çalıştı. Bulanık görüntü kendisiyle ilgilenmiyordu. Bir terslik olduğunu anladı. “Bana ne yaptın?” diye söylendi. Küskün bir çocuk gibi çıktı sesi. Adam yemeğine ara vermeden kayıtsız “Yardım ettim” “Ne, ne yardımı bu…” dilinin pelteleştiğini, damağına yapıştığını hissetti. Daha önce de sarhoş olmuştu. Çakırkeyif veya sızana kadar içmek... Ne yaparsan yap asıl acısı sabah çıkardı; başta katlanılmaz bir ağrı, bütün gün ayakların sürüklediği pelte bir vücut. Ama bu bambaşkaydı. İyiden iyiye korkmaya başlamıştı. Akşam olanları hatırlamalıydı. Taksiyle eve gelişini, sokak kapıyı açık bulduğu için sevindiğini, otomatı yakabildiğini, merdivenlere oturup kustuğunu hayal meyal hatırladı. Ya sonrası? Hayır! Bu kadar içecek ne vardı, diye geçirdi içinden yeniden, bu sersemden yardım isteyecek kadar, ne vardı? Hem ne yardımı bu, “Ne yardımı?” diye mırıldandı yüksek sesle. Kendinden çıkan tıslamayı tanıyamadı. Bir başkası konuşmuştu sanki. “Hayatın hakkında yardım istedin. Çok mutsuz olduğunu söyledin. Kusmuğunun içinde boğulmayı diledin.” “Bunları mı söyledim?” diye fısıldadı gözlerinden süzülüp dudağının kenarında biriken ıslaklığın tuzlu tadını alarak. Dirseklerinden güç alarak kendini yukarıya ittirmeye çalıştı ancak olmadı. Tüm vücudu uyuşmuştu, kollarını ve bacaklarını hissetmiyordu. Bir tür felç geçirdiğini anladı. Dirseklerindeki güç tamamen tükendi ve vücudu koltuktan kayıp halının üzerine oturdu. Kolları çarmıha gerilmiş gibi koltuğun iki yanında kaldı, bir kukla gibi görünüyordu. Kendini hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti. Masadaki adam, çayının sonunu höpürdeterek içip ellerini peçeteyle sildi. Oturduğu sandalyeyi ters çevirip ona doğru dönüp tekrar oturdu. Başını iki elinin arasına alıp bir süre bakıştılar. Hemen hemen her sabah gördüğü bu adamın yüzüne ilk kez dikkatlice bakıyordu. Patatesi andıran somak burnu derin çizgileri ve çenesindeki gamzeyle oldukça sevimli ve babacan görünüyordu. Bu melek yüzün ardında bir psikopat katil gizleniyordu demek. Peki ya ölünce ne olacaktı? Cesedini nereye saklayacaktı. Apartmanda doğalgaz vardı. Eskisi gibi kaloriferli olsa belki kazanda yakabilirdi ama ya şimdi? Buda sorun muydu yani. Belki bahçeye gömerdi, belki de şu kömürlük diye geçen depoların birinde saklardı. Peki o iğrenç koku, onu ne yapacaktı? Zihnini susturamıyordu.

54

55


Öykü

Sinema

Sonra birden, garip bir şey fark etti. Kapıcı sandalyede ters oturduğu hâlde, incelmiş çorabı zorlayan topuklarının kendisine doğru dönük olduklarını gördü. Pütürlü, yanıp kabuk bağlamış yaraya benzeyen topurlarına bir kez daha baktı. Bunu bir yerlerden duymuştu. Ters ayaklı varlıklar, üç harfli, ci... Hayır! İnanmazdı, hiçbir zaman da inanmamıştı. Binaya taşınmaya karar verdiği ilk gün geldi aklına. Her katında dört dairenin bulunduğu, yedi katlı, etrafındaki yeni ve lüks yapıların arasında hilkat garibesi gibi kalmış bu dev bina, ona garip bir şekilde çekici gelmişti. Yöneticiyle beraber altıncı kattaki boş daireyi gezerken, üstünde kimin oturduğunu sorduğunda yedinci katın tamamen boş olduğu öğrenmişti. “Onlar için sahibiyle anlaşma yapmanız gerikir,” demişti yönetici. Yanına aksayarak gelen, sonradan kapıcı olduğunu öğrendiği adamdan çekinerek susmuştu sonra. Yöneticinin olumsuz ısrarlarına rağmen onları da görmek istemişti. Caddeye bakan daireye girdiklerinde tamam demişti içinden. Burayı istiyordu. İçinden, hakim olamadığı, garip bir düşünce geçiverdi birden. Damarlarındaki kanın sıcaklığını hissedercesine irkilivermişti. Bu dairede ölmek istemişti. Camdan, caddedeki kalabalığı izlerken hissetmişti bunları. Geriye döndüğünde kapıcının gülümseyerek kendisine baktığını görmüştü. Gülümseyişinde onay vardı. Yakalanmış gibi hissetti bir an. Saçma diye mırıldanarak gülümsemişti o da kapıcıya. Gülümsemeye devam eden kapıcı dairenin anahtarlarını uzatmıştı bir yandan da. “Hayırlı olsun” Hayırlı, hayır… “Hayııırrr” diye bağırdı içinden. Bir süre daha birbirlerine baktılar. Sonra adam aklına gelivermiş gibi birden ayağa kalktı. “Servis saatini kaçırmayayım ben. Yoksa apartman sakinleri söylenmeye başlar. Hatta gazete neden gelmedi diye azar bile işitebilirim, öyle değil mi?” derken muzipçe gülüp göz kırptı. Evet, ilk geldiği günlerde bununla ilgili bir sorun çıktığını hatırladı. Ona biraz çıkışmıştı, sebep buydu demek. Yarım saat donra unutuverdiği bir şey için insan mı öldürülürdü. Tabii o düşündüğü şey değilse. “Ben çıkıyorum beyefendi. Kahvaltıyı sizin için hazırlamıştım. Dün akşam emrettiğiniz gibi. Anahtarları da çıkarken telefonluğun üzerine bırakıyorum. Şu hâlinize gelince; gençliğimde ben de çok içerdim. Hanımın ayılmam için hazırladığı bir kocakarı ilacını içirdim size. Sabah uyuşturuyor biraz ama etkisi çabuk geçiyor, baş ağrısı falan kalmıyor. Size biraz farklı tesir etti galiba ama merak etmeyin, birazdan geçer.” İçinden derin bir oh çekti. Her şeyin mantıklı bir açıklaması vardı işte. Gülümsemeye çalıştı, ancak yüz kaslarının kontrolünü tamamen kaybettiğinden, ağlayan bir palyaçonun sevimsiz ifadesi yapıştı yüzüne. Adam masanın yanında duran sepetini alıp sokak kapısını açtı. Yuvarlağa benzeyen ayakkabılarına şekilsiz ayaklarını sokuşturdu, anahtarları dediği yere bıraktı. Çıkarken, omzunun üstünden caddeyi gören pencereye doğru baktı. Yalnızca kendisinin duyabileceği kısık bir sesle “Her şey istediğiniz gibi olacak ” diye mırıldanıp kapıyı yavaşça kapattı. Bir süre, gözleriyle onu izleyen adam, bakışlarını masaya çevirdi. Çaydanlıktan hâlâ duman tütüyordu.

Öykü:Yavuz GÜNEŞ

56

İllüstrasyon:Eren ERSOY

Adana’da Sinema Günleri Geçen yıl ilk kez Adana Altın Koza’yı takip etmiştim. Festivalin başarılı programı ve organizasyonu nedeniyle bu yıl da gitmek istiyordum. Bu fırsatı yaratmak, üstelik bu konuda festivalden de destek almak güzel oldu. İşte Adana’da beş gün: 16 Eylül 2014 Salı: 12:00 – Aslında festival 15 Eylül’de başlamıştı ama benim festival takibim ikinci gün başladı. Ankara’dan sabah saatlerinde kalkan uçağımız öğlene doğru Adana’ya indi. Ben de valizi odaya bırakıp yol yorgunluğunu sinemada atmak doğrudan sinemaya doğru yol aldım. Uyuklamak gibi bir ihtimal olsa da ilk gün için planımda dört belgesel vardı. Yaz Gecesi Tangosu (Mittsommernachtstango / Midsummer Night’s Tango), bol müzikli, keyifli bir belgesel. Film genellikle Güney Amerika’dan çıktığı kabul edilen tangonun aslında Finlandiya’da doğduğu tezini ortaya koyarak başlıyor. Aslında film devam ettikçe bu tez üzerinde çok fazla durmuyor ama bu çok da önemli değil. Zaten yönetmenin asıl niyeti bir müzik tarihi belgeseli yapmaktan ziyade, Finlandiya’yı gezen üç Arjantinli müzisyeni takip eden bir yol filmi yapmak. Bu yolculuk sırasında iki farklı kültürden gelen ama benzer müzik yapan insanları bir araya getiren ortak noktaları görüyor, bolca da müzik dinliyoruz. Filmin başındaki teoriyi dillendiren Aki Kaurismäki de filmin bonusu.

57


Sinema

Sinema

14:45 – Gezi belgeselleri arasında çok fazla iyi örnek izleyememiştik. Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek, sevdiğim bir yapım oldu. Film her ne kadar Gezi olaylarına ortasından bir yerlerden girse de farklı insanlar üzerinden süreci iyi takip etmiş. Bu anlamda niçin bizim böyle bir Gezi belgeselimiz yok dediğimiz Meydan’ı anımsatıyor biraz. Doğrudan film için çekilmemiş kimi arşiv görüntülerini yerli yerinde kullanması, yaptığı kimi görsel ve işitsel seçimler de başarılı. Bir belge olarak da önemli. Filmin en büyük sıkıntısı süresinin fazla uzun olması ve zaman zaman kendini tekrarlaması. Özellikle farklı görüşten insanlar olarak bir aradaydık, önyargılarımızı kırdık mesajı veren kısmı biraz fazla kaçmış. Sanırım bundan sonra bu tip belgesellerin eğileceği alan, böyle günler yaşadık, hiç bir şey eskisi gibi olmayacak dedik ama devam eden süreçte ne oldu kısmı olmalı. Açıkçası direnişin içinde ya da yanında olan bizler toplumun pek çok kesiminin aynı görüşte olduğunu düşündük. Ya öyle değilmiş ya da sonradan kaybetmişiz belli ki. Festivalde filmin konusunu bilmeden filme giren, Gezi direnişi ile ilgili olduğunu anlayınca ilk 15 dakikada salonu terk eden çok sayıda kişi bu konuda iyi bir gösterge olabilir. 17:45 – İşte festivalin belki de en merak ettiğim belgeseli: Remake, Remix, Rip-Off. Çoğunlukla bir dönem Yeşilçam sinemasının B-sınıfı filmlerini konu alan belgeselin zaman zaman konuyu biraz dağıttığı söylenebilir ama gayet tatminkârdı yine de. Yokluklar içinde, bir yandan sinema aşkı, bir yandan aile geçindirme derdiyle sinema yapmanın nasıl bir şey olduğunu hissettiriyordu seyirciye. Yönetmen Cem Kaya da sağlam bir arşiv çalışması yapmış ve bu arşiv çalışmasında bulduğu filmleri başarılı bir şekilde kurgulamış. Özellikle dönemin birbirine çok benzer sahnelerini arka arkaya dizdiği sekans çok başarılıydı. Başlı başına bir belgesele konu olabilecek Emek Sineması’nın yıkılma süreci ya da sinemada Yılmaz Güney figürü gibi konular bu filme dâhil olmayabilirmiş. Hem filmin ana konusu içinde biraz ekleme gibi duruyordu hem de kısaca bahsedince hakkı verilemiyordu. Bunun yanında, bir dönemin Yeşilçam filmleri ile bugünün televizyon dizileri arasında kurulan ortaklık gayet başarılıydı. Belli ki filmdeki söyleşilerin çekimleri de epey uzun bir zamana yayılmış. Metin Erksan, Halit Refiğ (üstelik bu iki büyük isim yan yanaydı), Rekin Teksoy gibi nice özlemle andığımız isimler vardı filmde. Konuyla ilgili farklı belgeselleri izleyenler ya da Çetin İnanç, Yılmaz Atadeniz ve Kunt Tulgar gibi isimlerin söyleşilerini takip edenler için tekrarlar vardı ama döneme ilgi duyanlar kaçırmamalı. Sadece ve sadece sabit kameranın Yeşilçam’da nasıl şaryo haline getirildiğini görmek için bile izlenebilir.

58

20:15 – İnat Hikayeleri filminin çekimlerini anlatan İnadına Film Çekmek nicedir merak ettiğim bir filmdi, kısmet Adana›yaymış. Çoğunluk açılış törenindeyken ben bu filmi izliyordum. 2003 yılında yönetmen olarak Reis Çelik, oyuncu olarak da Tuncel Kurtiz Çıldır’a giderek İnat Hikayeleri’ni çekiyorlar. Ortada ne bir senaryo var, ne de başka bir profesyonel oyuncu. Diğer tüm oyuncular bölge halkından seçildiği gibi teknik ekip de onlardan. İşte İnadına Film Çekmek de bunun belgesi. Film kamera arkasını anlattığı zamanlarda gayet ilgi çekici. Sürekli tekrarlanmak zorunda kalan bir sahne, bu sahnede sürekli rakı içen Kurtiz ve karşısında rakıyı susuz götüren, 105 yaşında ilk defa oyunculuk yapan bir abimiz filmin en keyifli yanlarıydı. Bunun yanında kar fırtınası içinde fedakârca çalışan yöre halkını görmek de ilgi çekiciydi. Fakat filmin şöyle bir sıkıntısı var. Zaman zaman belgesel olduğunu unutup İnat Hikayeleri›ndeki hikayeleri anlatmaya girişiyor. Hâlbuki o filmi zaten izlediysek o hikâyeleri de biliyoruz. Bu belgeseli İnat Hikayeleri’nin tamamlayıcısı ve sadece kamera arkası öykülerini anlatan bir yapım olarak görmek daha doğru olurdu. Filmden önce festival oteline gitmek için araç ayarlamıştım ama herkes açılışta olunca film sonrası şoför ortalarda olmadığı gibi festival ekibinden de kimse yoktu. Otele nasıl döneceğim acaba diye düşünürken festivalin teknik ekibinin Ankara’dan tanıdık arkadaşlar olduğunu fark ettiğimi hatırladım. Onları bulup bir saat kadar sinemanın makine odasında muhabbet ettikten sonra ortaya çıktı ki şoför saatleri karıştırmış ve 21:45 yerinde 22:45’de gelmiş. Böylece diğer salonda Şarkı Söyleyen Kadınlar’ı izleyen iki konukla beraber otele dönebildik. 17 Eylül 2014 Çarşamba: 12:15 – Günün ilk filmi otele çok yakın olan Arıplex sinemasındaydı.Çeşitli fiziksel rahatsızlıkları olan gençler için kurulmuş bir sınıf çevresinde yaşananları anlatan Islah Sınıfı (Klass Korrektsii / Corrections Class), yeni gelen bir öğrencinin sınıf üzerindeki etkilerini göstererek iyi bir başlangıç yapıyordu. Film boyunca özürlü gençleri eksik bir birey olarak görenlerin sadece uzak çevredekiler değil, öğretmenleri ve aileleri de olduğunu görüyoruz. Hatta bazı ailelere göre onların cinsellik yaşamaya bile hakları yok. Okulun bazı şeyleri sadece göstermelik olarak yapması da filmin içine yedirilmiş. Filmin belli bir bölümünde arka planda tekerlekli sandalye için rampa yapıldığını görüyoruz. Nihayet rampa bittiğinde hiçbir işe yaramadığı ortaya çıkıyor. Yerden 10-15 santim yukarda olunca tekerlekli sandalye oraya çıkamıyor çünkü. Ama lafa gelince size rampa yaptık deniyor işte.

59


Sinema

Sinema

Böyle bir ortamda filizlenen bir ilk aşk ve bunun arkadaşlık ortamına etkisi de filme başarılı bir şekilde yansımış. Filmin iyi yanlarından biri olarak genç oyuncuların başarılı performanslarını da övmek lazım. Ama finale doğru yaşanan şiddet olayı o ana kadar tanıdığımız karakterlerin bazılarından hiç beklemediğimiz bir hareket. Karakterler ile hiç uyumlu değil. Çarpıcı bir final için zorlama olarak yazılmış bir sahne gibi. Film sonrasında jenerik yazıları kesildi ne yazık ki. Ben de bu konularda arıza bir seyirci olarak sinema ekibine şikâyet ettim. Onlar Rusça yazıları neden izlemek istediğimi anlamayınca bu sefer festival ekibi ile konuştum. Neticede belki sinir oldular ama festival sonuna kadar bu salonda izlediğim filmlerin hiçbirinde de sorun yaşamadım. 15:00 – Bilen bilir. Festivallerde genellikle sonradan vizyona gireceğini beklediğim filmleri pek izlemem. Ama Dardenne kardeşlerin İki Gün, Bir Gece (Deux Jours, Une Nuit / Two Days, One Night) filmleri programıma uyunca bir istisna yaptım. Zaten konusunu duyduğum andan beri merak ettiğim bir filmdi. Patronunuz size, fazla param yok, ya şu arkadaşını işten çıkartacağım ya da senin ikramiyeni keseceğim, hangisini yapacağıma da sen karar vereceksin derse ne yaparsınız sorusu düşündürücü. Açık konuşalım, böyle bir sorunun kolay bir cevabı yok. İşe karşı taraftan bakarsak sizin hakkınızda böyle bir konuda oylama yapılması durumu da zor. Böyle bir durumda kendinizi dilenci gibi hissetmeden arkadaşlarınıza benim işte kalmam için ikramiyenden vazgeçer misin demek de en az o kadar sıkıntılı. İşte Dardenne kardeşler her zamanki tarzları ile bu ikilem içindeki karakterleri tüm doğallığıyla anlatıyor. Tipik bir Dardenne üslubu ile kameranın bir an bile yalnız bırakmadığı Sandra (Marion Cotillard) tüm film boyunca iş arkadaşlarını tek tek ziyaret edip onlardan ikramiyelerinden vazgeçmelerini istiyor. Aslında Dardenne kardeşlerin tarzları için Marion Cotillard kadar tanınmış bir oyuncu ile çalışmak önemli bir risk. Oyuncunun tanınmışlığı karakterin önüne geçerse Sandra karakteri yerine Cotillard’ı izliyor oluruz. Ama Cotillard bu işin altından kalkmayı, kendini karakter içinde eritmeyi başarmış. Diğer oyuncuların önemli bir kısmı ise Dardenne›lerin, ekibi topluyoruz, gelin bakalım diye çağırdığı, onların filmlerinde görmeye alışık olduğumuz isimler. Zaten bu tarza alışıklar. İşin ilginci filmde sürekli olarak aynı şey oluyor aslında ama bu çok fazla bir tekrar duygusu yaratmıyor. En iyi Dardenne’lerin en iyi filmi değil belki ama kesinlikle izlenmeli. 17:30 – Bir sonraki seanstaki filmi için Arıplex’den Metropol Sineması’na doğru yola çıktım. Sinemanın giriş salonunda beklerken bir önceki gün izlediğim Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek filminin yönetmeni Reyan Tuvi ile tanışma fırsatı buldum. Filmi ve Gezi direnişi ile ilgili muhabbet ettikten sonra filme girdik. Cesaret (Difret), Etiyopya’da evlenmek için kendisini kaçırıp tecavüz eden adamı vuran 14 yaşında bir kızın hukuk mücadelesini anlatıyor. Ülkede, özellikle kırsal kesimde, kızın rızası olmasa bile beğendiğin kızı kaçırmak ve onunla evlenmek bir gelenek haline gelmiş. Kız ergenliğe girmişse yaşının da çok önemi yok.

60

Bu nedenle kızın yaptığı hareketin cezası da ölüm olarak görünüyor. Neyse ki idealist bir avukat ona yardım ediyor. Gerçek bir olaydan alınan bu hikâye Etiyopya’daki kadın hakları hareketi için önemli bir yer tutuyor belli ki ama sinemasının iyi olduğunu söylemek güç. İdealist kadın avukat başta olmak üzere tüm karakterlerin ne yapacağı, hikâyenin nasıl gelişeceği filmin en başından belli. Bunun dışında senaryoda da açıkta kalan çok nokta var. Yönetmen de hikâyesini anlatırken genel olarak bildik yolları kullanmış, farklı alternatifler denememiş. Ama film sinemasal yanından çok içeriği ve mesajı ön planda tutularak çekilmiş zaten. Angelina Jolie de tam bu nedenden filmin yapımcılardan biri belli ki. Etiyopya sinemasının bu dördüncü uzun metrajlı filmi, bizim bazı bölgelerimizde yaşananlarla da ortaklıklar içermesi nedeniyle izlenebilir ama çok şey beklememek lazım. 20:30 – Günün son filmi olarak seçtiğim Çıkış (Cesta Ven / The Way Out), Çek Cumhuriyeti’nde yaşayan Roman bir çiftin hayata tutunma mücadelesini anlatıyor. Belgesel kökenli olan yönetmen Petr Václav, ikisi de işsiz olan bu çifti anlatırken gerçekçi ve başarılı bir anlatım tutturmuş. Bir kaç yerde klişelere sapacakmış gibi gözükse de çok çabuk toparlıyor, hatta bununla dalga geçiyor. Yönetmen gerçeklik dışına çıkmadan, karakterlerin ufak gibi gözüken sorunlarının tek tek çıkışsızlığı büyüten yeni bir tuğla olduğunu gösteriyor. İzlenebilecek bir film, yine de günün dördüncü filmi olmasının ve filmin atmosferinin ağırlığının da etkisi olabilir ama sonlara doğru filmin biraz yorduğunu ve dikkatimi vermekte zorlandığımı da söylemeliyim. 18 Eylül 2014 Perşembe: 12:15 – Sadece Altın Koza’da değil, son yıllarda festivallerde ve sinemalarda izlediğimiz Avrupa’dan gelen filmlerin önemli bir kısmının bir şekilde ekonomik krizi konu etmeleri bir tesadüf değil. Yunan yapımı Stratos (To Mikro Psari) da bir kiralık katilin bile ek iş olarak fırında çalışabileceğini gösteriyor (cümleyi tersten de kurabiliriz, ek iş olarak kiralık katillik yapan bir fırın işçisi gibi). Aslında Stratos kendi mütevazı hayatında çok paraya ihtiyaç duymuyor ama hapiste hayatını kurtaran arkadaşına yardım etmek onun için bir onur meselesi. Aslında onun için adam öldürmek de fırında çalışmaktan çok farklı değil. Gençliğinde duygularına yenik düşüp cinayet işlemiş belki ama bugün işimi yaparım, gerisine karışmam modunda. Çevresinde yakınlık hissedip duygularını gösterdiği tek kişi de komşularının küçük kızı. Ne zaman ki komşuları ile ilgili bir mesele ortaya çıkıyor, işte o zaman inisiyatif alıyor. Yönetmen Yannis Economides bir aksiyon filmi yapmaktan ziyade sessiz ve derinden gelişen bir film yapmayı tercih etmiş. Pek çok sahneye eşlik eden, sadece ufak gitar dokunuşlarından oluşan müzik de bu atmosferi oluşturmakta etkili. Festivalin çok adı duyulmayan ama iyi filmlerinden. Vizyona girebileceğini zannetmiyorum ama başka festivallerde karşınıza çıkarsa bir şans verin derim. 15:00 – Günün ikinci filmi olarak çoğunlukla oyuncu kadrosuna tav olarak Düşmanın Yolu (Two Men in Town) filmini seçmiştim. Film bittiğinde yönetmen Rachid

61


Sinema

Sinema

Bouchareb’a tamam fena film yapmamışsın ama elinde böyle bir oyuncu kadrosu varken çıka çıka bu mu çıktı demek geldi içimden. Aslında konu ilgi çekici. 18 yıl sonra hapisten şartlı tahliyeyle çıkan bir adam, yardımcısını öldürdüğü şerifle ve eski arkadaşlarıyla karşı karşıya geliyor. Hapisteyken Müslümanlığı seçmiş olan William, gençliğinde yaptığı hatalardan ders almış gibi görünüyor ama kimi zaman yeniden o öfke patlamalarını yaşayabileceğine dair sinyaller de veriyor. Bu arada bankada tanıştığı bir kadınla bir gönül ilişkisi de kurmaya çalışıyor yavaş yavaş. Ama geçmişi onu rahat bırakmıyor işte. Bu kısa özet sonrası filmden beklediğiniz hemen her şey tek tek gerçekleşiyor. Yönetmen zaten finali en baştan gösterdiği için filmi şimdi ne olacak şeklinde bir merak duygusundan çok karakter nasıl bu noktaya geldi sorusu üzerinden ilerletmek istediği açık. Bunun için de karakterlerin ilgi çekici olması gerek. Biri hariç olamıyor. O biri de Brenda Blethyn’ın «bizim emekli komşu Ayşe teyze» fiziği ve havasıyla canlandırdığı şartlı tahliye memuru Emily. Onun hayat hikâyesiyle ilgili çok fazla bir şey öğrenmesek de tatlı sert tavrı, ülkenin bir köşesinde ailesinden uzak yaşayan bağımsız bir kadın olması onu ilgi çekici bir karakter yapıyor. Başrolde Forest Whitaker, Müslümanlığı seçmesine fazlaca vurgu yapılan karakterinde fena sayılmaz ama onun için kolay bir rol zaten. Filmin en fecisi ise normalde çok sevdiğim bir oyuncu olan Harvey Keitel. Artık film sırasında çok mu sıkıldı, yönetmenle mi atıştı bilinmez, zaten az sahnem var, bitse de gitsem modunda. Bu film sonrası Tuncel Kurtiz’in 1993 yılında rol aldığı Alman filmi Korkunun Karanlık Gölgesi (Dunkle Schatten der Angst) filmini izleme niyetim vardı ama gideceğim sinema uzaktı. Dışarı çıktığımda sabahtan beri sinyalleri gelen yağmurun da indirmekte olduğunu gördüm. Adana’da da yağmur trafiği Ankara gibi etkiliyorsa yetişmemiz zordu. Nitekim yetişemedik ama bu yağmur trafiğinden değil şoför arkadaşın Metropol Sineması’nın yerini bilmemesinden oldu. İki kere ters yöne giren arkadaşımız sonunda bir caddeye çıktığında amanın sinema burada değil miydi deyince yetişmemizin mümkün olmadığını anladım. Eh, o noktada yapacak bir şey yoktu. Kızsam ne olacak ki, uçarak yetişecek halimiz de yoktu ya. Zaten defalarca da özür diledi. Ben de günün son filminin oynayacağı salona yönlendim ve onu beklemeye başladım.

Teknik açıdan filmin düşük bir bütçeyle çekildiği anlaşılıyor. Çok kusursuz bir ses ve görüntüsü yok belki ama bu da doğallığı arttırıyor. Sadece ses konusunda zaman zaman ufak nesnelerin seslerinin diğer sesleri bastıracak kadar yüksek duyulduğunu söyleyebilirim (Nesimi’nin en başta söylediği salon probleminin de bunda etkisi olabilir). Film sonrası yapılan eleştirilere bakıldığı zaman karakter çalışmasının çok iyi olduğu konusunda hemen herkes hemfikir gibi gözüküyordu. Filmin başarılı olup olmadığı ile ilgili ayrı düşülen nokta bu karakterin nasıl bir hikâyede yer aldığı konusu. Ama belli ki Nesimi, sadece karakterin hayatından bir kesit ortaya koymaya çalışmış. Filmi geleneksel bir senaryo yapısından bilerek uzak tutmuş. Bu durum kabul edilerek izlendiğinde ortada başarılı bir film vardı kanımca. Festival sonundaki ödül dağılımı da beni doğrulayacaktı zaten. Film sonrasındaki söyleşi bölümünde film salondan da güzel tepkiler aldı. Bu tip söyleşilerin hemen hepsinde olduğu gibi gayet iyi sorular olduğu gibi ne alakası var diyeceğimiz sorular da vardı. Ama neticede keyifli bir söyleşi oldu.

20:30 – Toz Ruhu, kısa filmleriyle çok sevdiğimiz, yıllar önce Ankara sinemalarında aynı salonlarda onlarca film izlediğimiz Nesimi Yetik’in nicedir beklediğimiz ilk uzun metrajlı filmi. Benim için Altın Koza’nın en merak ettiğim filmiydi belki de. Festivale gidemesem bile sırf bu filmi galasında izleyebilmek için günübirlik bir Adana yolculuğu bile düşünüyordum. Film öncesinde Nesimi oldukça heyecanlı görünüyordu ve salonun ses ve görüntü kalitesinden çok şikâyetçiydi. Film bir erkek gündelikçi olan, kendi deyimiyle hobi olarak da fantezi müzik yapan Metin Tosyalı’nın hayatından bir kesit sunuyor. Filmin öncelikle dikkat çeken noktası Tansu Biçer’in büyük bir başarıyla canlandırdığı bu karakter zaten. Karakter en ufak ayrıntılarıyla ince ince çizilmiş. Film ilerledikçe giderek aramızda yaşayan tanıdığımız bir karakter olmaya başlıyor. Diğer karakterler ile konuşmalarından, geçmişine dair kimi detayları da yakalamak mümkün. Metin karakteri filmde çok baskın bir yer tutuyor, hatta onun olmadığı hiçbir sahne yok belki de ama yan karakterler de aşağı kalmıyor. Özellikle İstanbul’a acemi birliğine gelen yeğen rolünde Aytaç Uşun çok başarılı. Metin’in hayatına şöyle bir giren tüm karakterler, yaşadıkları yerler, tarzları, giyinişleri ben bu adamı/kadını tanıyorum dedirtecek kadar gerçek. Bir tek Settar Tanrıöğen’ın karakteri fazlaca Saldıray Abi’nin tekrarı gibiydi.

19 Eylül 2014 Cuma: 12:00 – Festivallerde yeni filmleri izlemek elbette keyifli ama klasik filmleri beyazperdede izleme şansı bir başka. Altın Koza bu yıl yakın zamanda kaybettiğimiz Lauren Bacall anısına bir bölüm ayırmıştı. Bugün bu bölümdeki üç film arka arkaya gösterilecekti, ben de ikisini izlemeyi kafay koymuştum. Bogart ve Bacall’ın tanıştıkları film olarak sinema tarihine geçen Malik Olmak veya Olmamak (To Have and Have Not) aynı zamanda sinema tarihinin en ünlü repliklerinden “ıslık çalmayı biliyorsun, değil mi Steve” cümlesini de içerir. Yıllar önce izlerken farkına varmamıştım ama film belirgin bir şekilde bir yıl önce çekilen ve büyük başarı toplayan Casablanca model alınarak yapılmış ve o filmi seven seyirciyi hedeflemiş. Tıpkı Casablanca gibi İkinci Dünya Savaşı yıllarında egzotik bir mekânda geçen filmde Humphrey Bogart neredeyse Casablanca’daki Rick ile aynı karakteri oynuyor. Etrafında olanları umursamayan, sadece kendi kazancına bakan, daha doğrusu dışardan öyle görünen ama kalbinde iyiden yana bir karakter. Yine ortada Nazilerden kaçmaya çalışan bir çift var. Hatta barın sempatik müzisyeni bile unutulmamış. Elbette Bogart’ın bir de aşkı var. İşte o karakteri bu kez Ingrid Bergman yerine, o yıllarda yepyeni bir keşif olan gencecik Lauren Bacall canlandırıyor (film sırasında 19 yaşında ama kesinlikle daha olgun duruyor). Doğrusunu söylemek gerekirse uyarlandığı romanın altında Ernest Hemingway’in, senaryonun altında da William Faulkner’in imzasını görünce insan daha sağlam bir hikâye bekliyor. Ama aradan geçen yıllarda filmin hikâyesinin çok da önemi kalmamış zaten. Film setinde alevlenen Bogart-Bacall aşkı tüm ateşiyle perdeden seyirciye geçiyor. İkilinin bu filmdeki rolleri ile sinemanın en seksi çiftlerinden biri olarak anılmaları boşa değil. Hikâye sıkıntılı olsa da diyalogların son derece başarılı olduğunu söylemek gerek. Sırf ikili arasındaki muhteşem atışmaları dinlemek için bile izlenebilecek bir film. Bu diyalogları bir sinema salonunda dinlemek ise apayrı bir keyif. Ne yazık ki bu keyfi sadece 4-5 seyirci yaşadı. 14:45 –Bogart-Bacall ikilisinin beraber oldukları ilk film için hikâye yetersiz ama diyaloglar iyi dedikten sonra ikilinin sonraki filmi Birleşen Kalpler (The Big Sleep) için

62

63


Sinema

Sinema

de hikâye çok karışık ama diyaloglar iyi demek mümkün. Tıpkı ilk film gibi Howard Hawks’ın yönettiği ve senaryo yazarlarından biri olarak da yine William Faulkner’in adını gördüğümüz bu film, bu kez bir başka ünlü yazarın, Raymond Chandler’ın romanından uyarlanıyor. The Big Sleep, dönemin film-noir’larının tipik bir örneği aslında. Humphrey Bogart, meşhur dedektif Philip Marlowe’u tüm karizmasıyla canlandırıyor. Marlowe, tüm kadınların bir anda âşık olduğu, şeytan tüyü olan, aynı zamanda zeki, cesur ve hazırcevap bir dedektif. Lauren Bacall da tehlikeli bir femme fatale. Aslında bu filmin de en çekici unsuru ikili arasındaki çekim. Zaten çekildikten sonra bir süre gösterime girememiş olan film ilk haline göre epey değiştiriliyor ve To Have and Have Not’ın başarısı göz önüne alınarak Bogart ve Bacall arasındaki sahneler arttırılıyor. Filmin en büyük sıkıntısı hikâyenin çok fazla karakter içermesi ve fazlasıyla karışık olması. Film yoğun olarak diyaloglarla aktığı için kimin eli kimin cebinde, kim kimi neden öldürdü sorularını cevaplamak için epey dikkatli izlemek gerekiyor. Filmin aleyhine olan unsurlardan biri de dönemin sansürü. Romanda yer alan çıplaklık ve eşcinsellik gibi unsurlar mecburen filmden çıkartılmış ya da değiştirilmiş. Romanı bilmeseniz bile filmi izlerken bir şeylerin üstünün kapandığını ya da bir otosansür olduğunu hissediyorsunuz. Bunca filmin yeniden çevrimi yapılıyor, hâlbuki kötü olmamakla beraber eksik olduğu için The Big Sleep bunu en fazla hak eden filmlerden biri diye düşündüm. Aslında 1978 yapımı bir versiyonu daha var ama çok bilinmiyor. Belki de bu romanın bir filme daha ihtiyacı var. Neticede The Big Sleep de en başta oyuncuları için izlenmeyi hak eden bir film. Bazı David Lynch filmleri için de söylediğim şeyi söyleyeceğim: “Filmin her ayrıntısını anlamaya gerek yok, izlerken keyif aldınız mı? Tamam o zaman.” The Big Sleep de yeteri kadar keyif veriyordu. Normalde bu film sonrasında Key Largo’yu da izlerdim ama Adana’ya gelince üniversiteden en yakın arkadaşımla buluşmamak olmazdı, üstelik de doğum günümde. Ara sıra filmlerden fedakârlık etmek lazım değil mi? Çok sık değil ama…

Beni Anla, bir yandan küçük Aria’nın sınıfın havalı çocuğuna duyduğu ilk aşkı, ona âşık olan tombul çocuğu, en yakın arkadaşı ile yaşadığı maceraları anlatırken bir yandan da evliliklerinde boşanmaya varan ciddi sorunlar yaşayan anne ve babasının peşinde oradan oraya savrulmasını da onu ediyor. Filmde anlatılan pek çok olayın Asia Argonto için önemli anlamlar içerdiğini düşünmek yanlış olmaz ama seyirci olarak bu tip sorunlu bir ailede yaşanan büyüme hikâyelerinden çok fazla izledik. Açıkçası eli yüzü düzgün bir film olmakla birlikte Beni Anla’nın benzerlerinden kendini ayıracak bir yönü olduğunu söylemek zor. Yine de filmin en iyi yanının Aria’yı canlandıran Giulia Salerno ve filmin cıvıl cıvıl renk paleti olduğunu söyleyebiliriz.

20:30 – Güzel bir doğum günü kutlaması sonrası sırada yeni bir film vardı. Asia Argento’nun yönettiği Beni Anla (Incompresa / Misunderstood). Asia Argento’nun sevdiğimiz arıza kadınlar grubunda müstesna bir yeri vardır. Dario Argento’nun kızı olmanın da bu arıza olma durumunda etkisi vardır diye düşünürdük. Anlaşılan doğruymuş. Asia, yönetmen ve senaryo yazarı olarak imza attığı bu üçüncü filminde 1984 yaşında dokuz yaşında olan, annesi ve babası ünlü insanlar olan Aria adında bir kızı konu ediyor. Asia’nın da 1984 yılında dokuz yaşında olduğunu, onun da anne ve babasının ünlü insanlar olduklarını düşünürsek anlatılan hikâyenin otobiyografik unsurlar taşıdığına şüphe yok. Zaten Asia ve Aria adları da yeteri kadar birbirine benziyor (daha da ötesi, otele dönünce yaptığım ufak bir Google araması Asia Argento’nun ilk adının Aria olduğunu gösteriyor zaten).

20 Eylül 2014 Cumartesi: 12:15 – Keyifli zamanlar çabuk geçiyor. Adana’daki son günüm de gelip çatmıştı işte. İnsan Sermayesi (Il Capitale Umano / Human Capital) ile son günün açılışını yapıyordum. Aynı hikâyeyi birden fazla karakterin bakış açısından anlatmak çok yeni bir buluş değil belki ama zekice yazılmış bir senaryo ile birlikte hâlâ ortaya iyi filmler çıkartabiliyor. İnsan Sermayesi de böyle bir film. Yılbaşı gecesinde bir arabanın çarpıp kaçması ile hayatını kaybeden bir işçi ile başlayan film, altı ay öncesine dönerek olaya karışmış olabilecek çeşitli karakterlerin her birine birer bölüm ayırarak bu altı ayı birkaç kez farklı açılardan gözler önüne seriyor. Her ne kadar filmin ana çatısı, o arabayı kim kullanıyordu gizeminin çözülmesi üzerine kurulsa da kısa sürede bu sorunun aslında çok da önemli olmadığını görüyoruz. Evet, bu soru filmin son bölümüne kadar geçerliliğini koruyor ama hem izlediğimiz pek çok olayın aslında kaza ile bir ilgisi yok, hem de olay çok da gizemli değil aslında. Filmin asıl derdi ekonomik bir krizin ortasındaki İtalya’da farklı sınıflardan karakterleri aynı öykü içinde toplayabilmek. Film normalde hemen hiçbir ortak noktaları olmamasına rağmen, çocuklarının arkadaşlıkları nedeniyle yan yana gelen iki aileyi anlatıyor. Ana karakterlerimiz, kızının zengin bir ailenin oğluyla arkadaşlık etmesinden çok memnun gözüken, rahatsız edici derecede sokulgan Dino, onun kızı Serena ve zengin ailenin pek etliye sütlüye karışmayan, daha doğrusu kocası Giovanni tarafından sürekli olayların dışında tutulan annesi Carla. Dino’nun, elindeki (bir kısmı kendisine ait olmayan) tüm parayı Giovanni’den aldığı tavsiyeyle bir hisse senedine yatırması ve bu senedin sürekli değer kaybetmesi ana hikâyelerden biri. Eski bir oyuncu olan Carla ise kocası ile yaşadığı sorunları ve hayatında hissettiği boşluğu ona eski günlerini hatırlatacak bir sanat faaliyeti ile unutma derdinde. Serena’nın hikâyesi ise daha çok bir gençlik aşkı üzerinden gelişiyor. Bir roman uyarlaması olan İnsan Sermayesi, öncelikle her bölümün birbirini tamamlayan yapısı ile dikkati çekiyor. Karakterlerin bazı hareketleri neden yaptıklarını aynı sahneyi bir başka bakış açısıyla gördüğümüzde anlıyoruz. Ya da ilk başta farklı bir anlamı olduğunu sandığımız bir hareketin ilk algıladığımızdan farklı olduğunu daha sonra anlıyoruz. Bu anlamda gayet zekice yazılmış bir senaryo var karşımızda. Oyunculuk açısından da gayet sağlam olan İnsan Sermayesi (bir tek Valeria Golino biraz harcanmış sanki), Filmekimi’nde de gösterilecek. Diğer filmler arasında çok öne çıkmıyor belki ama İtalya’da pek çok ödül töreninde geçen yılın en iyi filmlerinden Muhteşem Güzellik’in önüne geçmiş.

64

65


Sinema

Sinema 15:00 – Amerika ve Avrupa ülkeleri dünyanın geri kalan bölgesindeki çeşitli ülkelere o ya da bu nedenle sıklıkla asker gönderiyorlar. Elbette bu askerlerin hikâyeleri sinema için önemli bir kaynak oluşturuyor. Bu tip filmler farklı bakış açılarıyla çekilebiliyor. Oradaki askerleri kahraman birer iyilik meleği, karşısındakileri de tümüyle kötü olarak gösterip militarist bir söylem tutturmak da mümkün, olaya eleştirel açıdan bakıp burada ne işimiz var demek de. Bir de olaya doğrudan insani bir açıdan bakıp oradaki askerlerin durumlarına odaklanmak mümkün. Feo Aladağ ikinci filmi olan Ayrı Dünyalar (Zwischen Welten / Inbetween Worlds) filminde Afganistan’daki Alman askerlerini anlatırken her ne kadar onların olumlu yönlerini öne çıkarsa da daha çok duygularına odaklanmaya çalışmış. Film boyunca kardeşini de Afganistan’da görev yaptığı yere yakın bir yerde kaybetmiş olan Jesper’ın yanındayız. Onun Taliban karşısında yer alan yöre halkı ve aralarındaki iletişimi sağlayan Tarık ile yavaş yavaş kurduğu dostluğa tanıklık ediyoruz. Film her ne kadar tümüyle militarist bir atmosfer sergilemese de batıya gitmeyi, İngilizce öğrenmeyi Afganlı gençler için tek çare gibi göstermesi biraz rahatsız ediyor. Karamsar finali Afganistan’ı içeriden düzeltmenin mümkün olmadığı mesajını veriyor adeta. Yine de merak unsurunu ayakta tutan hikâyesi, başarılı görüntüleri ve oyunculukları ile izlemeye değer bir film. Ama daha iyi olabilirdi demekten de kendini alamıyor insan. 17:45 – Jean-Luc Godard. Sinema sanatının bu büyük ismi her zaman bir yenilik peşindeydi. 83 yaşında hâlâ öyle. Evet, kendisi bir süredir seyircinin filmlerinden ne anladığını hiç önemsemiyor belki ama herkesin bambaşka bir anlam çıkarabileceği filmlerinin üzerinde ince ince düşünüyor belli ki. Artık bir Godard filmine gittiğinizde giriş-gelişme-sonuç kalıbı içeren bir film görmeyeceğinizi biliyorsunuz. O klasik film gramerini yıkalı çok oldu. Bu nedenle bir süredir Godard filmlerini yorumlamayı da bıraktım ben. Bildiğimiz anlamda bir film eleştirisi de onun filmleri için çok uygun değil çünkü. Filmlerinden herkes bambaşka bir anlam çıkarabilir. Anlamı bırakın filmin konusu neydi dediğiniz zaman bile bambaşka cevaplar alabilirsiniz. Dile Veda (Adieu au Langage / Goodbye to Language) da böyle bir film. Godard bir süre önce 3 boyutlu filmlere merak saldı ve bu filmde görüyoruz ki bu teknik üzerine genç meslektaşlarından daha fazla düşünmüş. 3D’yi ucuz heyecanlar yaratmaktan ziyade sinemanın görsel algısını yenileyecek şekilde nasıl kullanırım demiş ve olayı farklı bir noktaya taşımış. Sadece 3D anlamında değil, Godard hala film dili üzerinde farklı şeyler yapmaya devam ediyor. Örneğin filmin birbirini takip eden farklı bölümlerden oluşacağı izlenimi verdikten sonra onu da kırıyor. Tam da bu ve benzeri nedenlerden ötürü Godard hâlâ sinema için çok önemli bir yönetmen. Filmlerini sevelim ya da sevmeyelim, sinema camiasında bu kadar önemli bir yerde olup bu kadar deneysel işler yapan başka bir sinemacı yok ve

66

sinemanın gelişmesi için birilerinin böyle şeyler yapması da gerekli. Filmi izlemeden önce hafta sonu çoluk çocuk üç boyutlu bir filme gidip eğlenelim diyen bir seyirci grubu olur mu acaba diye endişeliydim. Ne de olsa Altın Koza’da tüm filmler ücretsizdi. Neyse ki beklediğim olmadı. Her ne kadar filmden epeyce kişi çıksa da bir Godard filmi için normal bir durum bu. En azından çıkanlar gayet sessiz sakin çıktılar, izlemekte olanları rahatsız etmediler. 20:30 – Aslında günün son etkinliği ödül töreni idi ama ben her zamanki gibi ödül töreni bahane, film izlemek şahane mottosuyla film izlemeye devam ediyordum. Tanzanya’da (ve Afrika’nın bazı bölgelerinde) albinoların bazı organlarının kimi hastalıkları iyileştirdiği yolunda bir inanç var. Ne yazık ki bu batıl inanç nedeniyle öldürülen albinolar var. Beyaz Gölge (White Shadow) bu gerçek olaylardan yola çıkarak yazılmış kurmaca bir hikâye oluşturuyor. Filmin başında ana karakterimiz olan Alias’ın babası tam da yukarda bahsettiğim olaydan dolayı vahşice öldürülür. Alias’ın başına da aynı şeyin gelmesinden korkan annesi de onu şehirdeki dayısının yanına gönderir. Ama büyük şehirde küçük insanların hayatı da o kadar kolay değildir. Beyaz Gölge söz konusu albino meselesinin üzerine bir de şehirde yaşananlar eklenince giderek daha karamsar bir noktaya doğru giden, görsel olarak da karanlık bir film. Arka planda sürekli olarak devam eden boğucu müziğin etkisiyle (ki bence müzik biraz fazla kullanılmış) daha da ağırlaşan bir atmosferi var. Film bittiğinde bir kâbustan uyanmış gibi rahat bir nefes alıyorsunuz. Bu yorumları film kötüydü anlamında söylemiyorum, yönetmen belli ki tam da filmin her geçen dakikada üzerinize çökmesini, içinize oturmasını hedeflemiş, bunu da işin içine duygu sömürüsü katmadan, hatta zaman zaman belgesele yakın bir üslup kullanarak gerçekleştirmiş. Bu anlamda istediğini yapmayı beceren ama izlemesi zorlu bir film. Film bittikten sonra otele geri dönerken bir yandan da ödülleri öğrenmeye çalışıyordum. Cep telefonun son demlerini yaşayan şarjı müsaade etti ve Toz Ruhu’nun en iyi film ve Tansu Biçer’in en iyi erkek oyuncu ödüllerini aldığını öğrendim ve çok sevindim. Toz Ruhu aynı zamanda en iyi sanat yönetmeni ödülünü de almıştı. Festival sırasında izlediğim tek yarışma filminin en iyi film dâhil üç ödülle dönmesi gayet güzeldi. Daha önceden izlediğim Silsile’nin oyuncularına kazandırdığı ödüller de hoşuma gitmişti. Ertesi sabah Ankara’ya dönerken aklımda Filmekimi’nin ve Altın Portakal’ın yaklaştığı vardı. Filmekimi’nin Ankara ayağını zaten kaçırmazdım ama acaba Antalya’ya da gidecek miydim? Bu sorunun cevabı Gölge’nin bir sonraki sayısında… Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/

67


Öykü

Silik Yazı

(Bizim hiçbir zaman ulaşamayacağımız yerden kısa bir aktarım…) “Ölümlerin bir de başka türlüsü vardır. Yalnızlıktan bahsetmiyorum, yanlış anlamayın. Uzunca süren, sıkı ve keskin üzüntüden konuyu açayım. Hepimiz böyle olduk. Yıkıldık. Uzuvlarımız çeşitli duygulardayken, aslında hepsini kapsayan beynimiz tek bir anlayışın peşindeydi. Bu kovalamaca dünün ve yarının ortasında kalmış bizler için sıkıcıdır. Tabii, gidenler… O çok uzaktaki yolları başını selamlayarak geçenler; bizim gibi olmazlar. Sen, ben, biz: sıkışmışızdır buraya ama ya onlar. Genç birinin ölümünden bahsediyorum, umarım yanlış anlamazsınız. Onları yanınızda görmek istersiniz, değil mi? Peki ya görebilir misiniz? Onları tekrardan yaşama bağlayıp olanca gücünüzle sarılabilir misiniz? Sorularım kafanızı karıştırmasın. Size tüm bu yaşadıklarınız gereksiz olduğunu söylemiyorum. Pekâlâ, bazıları böyle anlatır. Böyle haykırır ama bilmezler şimdinin değerini. Oysa her şey bize yeniden bağlanmak için yarında saklıdır. Diyorum işte, anlayıverin… Peki, gençler, çocuklar. Onlar, gerçekten şiirlerde saklanan, yel gibidirler. Gülerler, severler ve tam çekilmez bir yetişkin olacakken, ölürler. Hayır, hayır… Korkmayın! Ölüm sizi yenerse eğer, bu gözleriniz sonsuzluğa kapandığı için olmaz, ondan korktuğunuz için olur. Hepsinin, yani, ölümün, yaşamın ve aynı sandalda süzülen; sıkılmışlığın ilacı kederdir. O’da onlarda yatar,” dedi çocukların aklını bir başka türlü yıkamaya çalışan adam. Gecenin ışığı tüm yürekleri kaplamıştı. Dağlardan hafifçe esen rüzgâr, genç beyinlere vuruyor ve açıkça diyordu ki: ‘Yaşıyorsun işte aptal, bırak bunları.’ Fakat çocuklar yekpare bir gelişim nedeniyle buradaydılar. Dinlemeleri gerekiyordu. Düşünüp, fikirler yürütmeleri ve daha sonra söyleyecekleri şeylerle öne çıkmaları sağlanmalıydı. Yeşil bir çocuk heyecanla öne atıldı ve “fakat,” dedi asi bir el hareketiyle. “Fakat, nasıl olabilirde ölümden korkulmaz? Bu… Bu nihayetinde imkânsız bir şeydir.” Diğerleri az önce söylenenlerden ürpermişti. Çekinmişlerdi ama hepsi bu gece saati itibariyle yeni şeyler öğrenmişti. Az önceki kız çocuğundan gayrı biri daha cesaret etti. “Sözleriniz öznel,” dedi yaşından beklenmeyen bir kibirle. “Aklınız ve onun söyledikleri…” Sona doğru yaptığı vurgu; bankerlerin önünde binlerce kişi varken kendi kendine konuşmasını andırmıştı. Adam güldü ve ay yavaş yavaş uzaklaşırken sözlerine devam etti. “Ne yani, beni gram dikkate almadığını mı söylüyorsun, Tultus?” Çocuk öne eğildi. “Diyorum ki ölen kişi ölüdür. Yani artık burada değildir! Nam diye bir şey de yoktur.” Öğretmen ciddileşti. “Üne inanmıyor musun?” Tultus adlı çaylak omuzlarını iki gündür hareket ettirmemişçesine salladı ve oturduğu tahta sandalyede kaykıldı. Bakışları gizli suretinde bir şeylerin oynadığını açıkça gösteriyordu. Hoca kollarını birbirine bağladı ve taş blokların üstünde yürümesini sürdürdü. Kafası yeterince karışıktı ve tam olarak ne demesi gerektiğini bilmiyordu. En önemsediği şey olan hocalık artık ona ağır gelmekteydi. Bir eşek taşıdığı yük nedeniyle; kahrolur ve biter fakat asla isyan etmez. İşte ruh durumu tam o eşeğin ki gibiydi. “Sana katılıyorum, Veraste. Ölümden korkulmaması gibi bir durum mümkün değildir ama demek

68

69


Öykü istediğim; yok olmanın türlü türlü yaşanmışlığı var…” Simus adında ki öğrenci öğretmenin sözünü kesti. “Ama efendim, burada bulunuyorsak nasıl bulunmamayı düşünebiliriz?” “Haklısın, dostum,” dedi hoca. “Nerede kalmıştık? Ha, evet. Vardır. Normal bir karışıklık sizi olduğunuz kişiye dönüştürmekten uzaktır. Eğer kendisiniz olacaksınız burada olmalısınız. Yarım saat kadar evvel söylediğim şeyi unutmadınız değil-” Diğerleri geçmişi yaşları gereği pek sallamasa da şu an elini göğe doğru kaldırmış Cissi adlı oğlan çocuğu merakla gözlerini süzmekteydi. Hoca elini ona doğru uzattı ve “Söyle bakalım,” dedi. “Ben ne konuştum?” Oğlan tevazu ateşiyle ayağa kalktı. Hafifçe titremekteydi. “ ‘Öldüğümüz zaman burada değilizdir. Dolayısıyla ölümü sorun olarak saymak büyük bir aptallıktır,’ dediniz Hoca Certoin.” “Sağ ol, Cissi. Geriye dönmenin bir zararı olmayacak. Akabinde söyledim ki bu söz bir vurdumduymazlıktır. Çözülemez ve asla gidilemez bir tavrın naifçe yok oluşudur. Yarına doğru ümit beslemenin yoksulluğudur. Değersizdir. Geçmişe bir pencere açıp yaşadığımız şeylerin muhakemesini yaptığımız zaman anlayacağız ki gençler; aslında hiçbir şey bizim şu anda bulunduğumuz dâhili hayatımız kadar önemli değil. Yarını bilmiyorsunuz, sonrayı unutuyoruz ve cilvenin tatlı tınısında birbirimize âşık oluyoruz. Ne güzel yapıyorsunuz siz bunları. Yetişkin olmak saçmalığın da üstünde, bitik bir şey. Tüm o gördüğünüz sakallı adamlar bir zamanlar sizin gibi çocuktu. Fakat onlardan ayrıldığınız bir durum var. Siz hep çocuk kalacaksınız. Bedenleriniz büyüyecek ama zaten doğumunuzla doğal olarak sahip olduğunuz aklınız ‘yetişkinlik’ terimi ile kirletilmeden korunacak ve bu bana göre büyük bir lütuf. Bunu değerlendirin. Her zaman doğru olabilmenin tadını çıkarın dostlar. En azından siz.” “Peki,” dedi grubun en arkasından bir ses. “Ölümle hiç karşılaşmayacak mıyız?” Hoca Certoin, kısık bir sesle güldü. “Elbette… karşılaşacaksınız. Eski bir yoldaş gibi.” Öykü: Ufuk Ali KAFTANLI

70

İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ

71


Pin-up

72


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.