Golge e-Dergi Sayi 63

Page 1

Aral覺k 2012

Say覺 63


İÇİNDEKİLER

Wuthering Heights (1992)

63.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Editör: Mehmet Kaan SEVİNÇ golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Oğuz ÖZTEKER, Hasan Nadir DERİN, Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Melahat YILMAZ, Gülhan D SEVİNÇ. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Kapak: Sümeyye KESKİN Pinup: Samim Salur PAÇAÇIOĞLU Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi/deviantart.com

04-06 Haberler-Buram Buram Kitap Kokan Fuar 07-13 Öykü- Beyaz Güller-2 14-15 Çizgi Roman İnceleme- Bir Suçlunun Gözünden "Joker" 16-19 Röportaj -Bülent ARABACIOĞLU 20-21 Öykü- Kabuslar ve Şeytanlar 22-24 Çizgi Roman İnceleme -Antonion'un Esareti 25-32 Çizgi Roman- Baltlar 33-36 Öykü- Boşluk 37-40 Röportaj-Filiz ÖZDEM 41-48 Edebiyattan Sinemaya Uyarlamalar-8 Dokuz Kehanet 49-50 Kitaplık- Gibrat ve Gıcırtı Dergileri 51 Öykü- Beyaz Güller 52-53 Yazarın Kaleminden- Çağdaş Esaret Kampı 54-57 Tanınmayan Çizerler-Jean Pierre GİBRAT 58-69 Sinema- Gezici Festival 18.kez Bizi Sinemaya Çağırıyor 70-74 Öykü- İlka 75 Çizgi Roman - Eskiz Uçuşu 76-81 Tarihte Bu Ay- Tarihte Aralık Ay'ı 82-85 Öykü-Köpeklerin Hükümdarı 86-93 Çizgi Roman -Alacadoğan-9 94-110 Röportaj-Firuz KUTAL 110-114 Öykü- Rüya Avcısı (Deliler Tiyatrosu) 116 Pinup

Merhaba Gölge e-Dergi sayı 63 de bir kez daha birlikteyiz. Arkadaşlarımız bir ay boyunca yine yazdılar, çizdiler bizde derledik, toparladık sizlere sunduk. Her zamanki gibi yine dopdolu bir sayı oldu, Bu sayımızıda bir ay boyunca masa üstünüzde bulunduracağınızdan, tekrar tekrar açıp okuyacağınızdan eminiz. Fazla söze ne hacet. Ziya paşanın enfes dizeleridir. ‘ayinesi iştir, kişinin lafa bakılmaz şahsın görünür rütbe - i aklı eserinde..’ İyi okumalar Mehmet Kaan SEVİN Ç

3


Haberler

Haberler

Buram Buram Kitap Kokan Fuar Bu sene 31’incisi düzenlenen İstanbul Kitap Fuarı ziyaretçilerini her zamanki görkemi ve zengin aktivite programıyla karşıladı. Her yıl biraz daha büyüyen, biraz daha gelişen fuar Dünya’nın en büyük ve en hareketli kitap fuarı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Zaman zaman kötüleşen hava şartlarına rağmen insanların yine de akın akın ziyarete gelmesi bunun en büyük göstergelerinden biri. Bu yıl ana temanın “Çocukluğum Yurdumdur - Çocuk ve Gençlik Edebiyatı” olarak belirlendiği kitap fuarının onur konuğu değerli yazarlarımızdan Gülten DAYIOĞLU idi. Gülten Hanım hayranlarıyla buluşup kitaplarını imzaladı, yaşamından kesitler sunan birbirinden güzel fotoğraflarıysa fuar süresince sergilendi. Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından gerçekleştirilen “Kitap İllüstrasyonları” sergisi, çocuk ve gençlik kitapları kapaklarından oluşan “Kapaklar Ormanı” sergisi ve Red Kit sergisi fuar süresince devam eden diğer görsel etkinliklerdi. 30’ncu yaşını kutlayan BU Yayınevi de temaya uygun olarak “Çağdaş Dünya Çocuk ve Gençlik Edebiyatı İstanbul Forumu Açılışı” adlı oldukça önemli bir etkinliğe ev sahipliği yaptı. Unicef başta olmak

üzere dünyanın ve ülkemizin önemli yazar, bakan ve yayıncıları konuyla ilgili görüşlerini bildirdi. Ayrıca yayınevinin bu yıl düzenlediği “Fantastik Roman” yarışmasının ödülleri de sahiplerini bu panelde buldu. Fuarın diğer dikkat çeken etkinlikleri Everest’in “İlk romanım” yarışması, Fantastik Gençlik Edebiyatı’nın Genç Okur Üzerine Etkileri paneli (Aşkın Güngör, Doğu Yücel, Şebnem Pişkin, Arif Aydın, M.İhsan Tatari) ve FABİSAD üyelerinin (Nazlı Eray, Hakan Bıçakçı, Doğu Yücel, Gülşah Elikbank, Erbuğ Kaya) düzenlediği “Türkiye’de Fantastik Edebiyatın Gelişimi” forumuydu. İmza günleri de tüm hızıyla devam ediyordu elbette. Kimler yoktu ki? Sadık Yemni, Ahmet Ümit, Ali Kırca, Aşkın Güngör, Şebnem Pişkin, Mustafa Samsunlu, Filiz Tosyalı, Ayşe Yamaç, Aydın Boysan, Kayra Küpçü, Ayşe Kulin, Canan Tan, Doğu Yücel, İlber Ortaylı, Tuna Kiremitçi, Murathan Mungan ve adını buraya sığdıramayacağımız daha pek çok değerli yazar okurlarıyla buluştu. Türkiye’nin en çok okunan e-dergisi Gölge’nin çeşitli yazar ve çizerlerinin de kalabalığın arasına gizlice karıştığı kulağımıza çalınanlar arasında... Bazı güvenilir kaynaklara göre sevgili ağabeylerimiz Ahmet Yüksel standları didik didik edip panellere katılırken, Ümit Kireççi de milleti kahkaha krizlerine sokup bulabildiği bütün çizgi-romanları toplarken görülmüş. Sevgili Kayra ‘Keri’ Küpçü uzun zamandır beklenen “Çizgilerin Gücü Adına” adlı kitabını bu fuarda görücüye çıkardı, üzerine bir de uzatmalı bir imza günü düzenledi. Üstat Sadık Yemni “Sınav Hortlağı” ve “Zihin İşgalcileri” isimli tahrip gücü yüksek iki kitabıyla bu yıl çıkarttığı kitap sayısını 7’ye (Bu bir rekor olsa gerek) yükselterek kendisine duyduğumuz saygıyı birkaç kat daha arttırdı. Ayrıca “Ağrıyan” adlı kitabını da sevenleri için imzalamayı ihmal etmedi. Aşkın Güngör büyük beğeni kazanan “Mesih’in Klonu” isimli fantastik-bilim

4

5


Haberler

Öykü

Beyaz Güller-2

kurgu-tarihi romanının ikinci baskısını görkemli bir imza günüyle kutlarken “6 Üstü Hikaye” adlı takdire şayan proje de {6 farklı yazarın (Mustafa Samsunlu, Mehmet Mollaosmanoğlu, Ümit İhsan, Ece Özbaş Korkmaz, Aşkın Güngör, Şebnem Pişkin) aynı giriş paragrafından yola çıkarak kaleme aldığı 6 farklı öyküyü barındıran sıra dışı bir kitap} bize merhaba dedi. Bir de M.İhsan Tatari diye birinin kaleme aldığı bir kitap çıkmış. Adı da Yitik Öyküler Kitabı 2 miymiş neymiş? Elbette daha pek çok kitap, yazar ve etkinlik de vardı ziyaretçilerle buluşan. İsmini anmayı unuttuklarımız mutlaka olmuştur, şimdiden affola... Sonuç olarak yine dolu dolu, yine muhteşem ve yine buram buram kitap kokan bir fuardı. Gelenler zihinlerindeki anı sepetleri için birçok güzel hatıra, kütüphaneleri içinse pek çok kitap topladı. Gelmeyenlerse çok ama çok şey kaçırdı. Darısı diğer fuarların başına... M. İhsan TATARİ - mit

6

Duygu’nun kim olduğunu bilmediğim halde, her ihtimale karşı adresini önümdeki peçeteye yazdım. Ardından çayımı elimi alarak düşünmeye başladım. “Hayranlarımdan biri olmalı; ama kim? Şuraya bak; akşama yatacak yerim yok, hala kim diye sorguluyorum. Abayı yakmış bir hatun işte. Gitsem kesin ekmek çıkar. Bu kadar stresten sonra çok da güzel olur. Ama ya ruh hastasıysa? Aman sende, onu da o zaman düşünürüm.” Karar verince ayağa kalkıp taksiye atladım. On dakika sonra verdiği adresteydim. Kapısını çaldığımda, kalp atışlarım hafiften artmıştı. “Ulan ya karı evliyse? İçeri girdikten sonra kocası bizi basarsa? Geri mi dönsem? Saçmalama oğlum, belki de değildir? En iyisi; kapıyı açınca hem tipine, hem de ortama bakarım. Kıllanacak bir şey görürsem tüyerim.” Bu düşünceler içinde boğuşurken, sarı saçlı, mavi gözlü hoş bir kadın kapıyı açtı. “Meraktan öldürdün beni canım. Yemeğin altını kapatayım sonra ifadeni alacağım.” Dedi ve ortalıktan kayboldu. Kapının önünde sap gibi kalmıştım. Başımı içeriye sokup etrafa bakındım, kimse gözükmüyordu. Arka odalarda birisi olup olmadığını anlamak için zili bir kez daha çaldım. “Canım kapıya baksana.” “Kime seslendi bu kadın? Demek evde yalnız değil. Üstelik içerdeki “Canım” diye hitap edecek kadar yakın birisi. Ulan girmemekle en doğrusunu yapmışım.” Gideceğimi söylemek için zili bir kez daha çaldım. Koşarak antreye geldi. Kapının dışında beklediğimi görünce şaşırdı ve “Ne yapıyorsun dışarıda?” diye sordu. “Bakın oyun oynayacak halim yok, çağırdınız geldim. Benden ne istiyorsunuz?” “Neler oluyor bu akşam sana?” “Beni tanıyor musunuz gerçekten?” “Alper girsene içeri” O kadar kesin konuşmuştu ki, itiraz edemedim. Ayakkabımı çıkartırken, her ihtimale karşı yüksek sesle “Ben geldim.” diye bağırdım. “Kime sesleniyorsun?” “Evde kim varsa ona.” “Neler oluyor Alper, korkutuyorsun beni.” “Beni nereden tanıyorsunuz?” “Tanıyor muyum? Sen gerçekten ciddisin. Tanrım neler oldu sana?” “Lütfen sorumu cevaplandırınız.” “Biz evliyiz.” “Evli mi? Çok ilginç. Peki ne zamandır evliyiz?” “2004 den beri.” “Madem yalan söylemeye niyetlisiniz, bari dikkatli davranın. Şu an 2002 deyiz.” “2002 mi? Alper çok korkuyorum, ne olur şaka yapıyorum de.” “Şaka yapacak hal mi var bende, üstelik hiç tanımadığım bir kadına.” Bu son sözlerim üzerine, koluma girip beni salona doğru sürükledi. Bir koltuğa oturttu ve karşıma

7


Öykü

geçip “Bugün neler oldu anlat bakalım.” dedi. Bekir’le başımdan geçenleri sessizce dinledikten sonra, “Peki ya işyerinde neler oldu?” diye sordu. “Sıradan bir gündü kayda değer bir şey yok” Yüzündeki endişe o kadar fazlaydı ki, bir an gerçekten evli olabileceğimizi düşündüm. Ama bu çok saçmaydı, böylesine önemli bir olay hiç unutulur muydu? Sıkışmıştım. O huzursuzlukla “Özür dilerim banyo ne tarafta.”diye sordum “Koridorun sonunda solda.” Banyodan çıktığımda yatak odasının kapısının açık olduğunu görünce merakla içeri daldım. Standart bir odaydı. Tam dışarı çıkıyordum ki, komodinin üstündeki fotoğrafı gördüm. Şaşkınlıkla baktım, sonra da yerinden kaptığım gibi koşarak Duygu’nun yanına gittim. “Bu ne?” “Evlilik fotoğrafımız.” “Yani gerçekten evli miyiz?” “Evet” “Bu şakayı kim yaptıysa gerçekten helal olsun, neredeyse inandıracaktınız beni. Şuraya bak; hiç üşenmeyip fotomontajla düğün fotoğrafım bile yapılmış. Söylesene bu işin arkasında kim var? Duygu’nun konuşmasına fırsat kalmadan telefonum çaldı. Arayana baktığımda kafamdaki tüm soruların cevabı birden aydınlandı. Tabi ki Arif. Başka kim yapacak? Adamın işi gücü dalga geçmek; ama bu sefer gerçekten on numaralık bir tezgâh hazırlamış. “Alo Arif. Oyun bitti koçum. Buraya gelmeden önce Bekir’e söyle evi terk etsin, anahtarları da İdris’e bıraksın.” “Ne saçmalıyorsun oğlum?” “Masken düştü diyorum.” “ Bırak şimdi bunları da neredesin onu söyle. Sizin sokakta Sevinç Pastanesi diye bir yer yok.” “Ortağının yanındayım, gel buraya.” “Ortağım mı? Kimmiş o? “Duygu Hanım.” “Duygu’nun yanında mısın? Ne çabuk barıştınız?” “Bak hala oyun oynuyorsun. Neyse adresi biliyorsundur, bekliyoruz.” Dediğim sırada Duygu telefonu elimden kaptı, “Arif, Alper çok kötü, yalvarırım çabuk gel.” dedi. Eve gelir gelmez olayları Duygu’dan öğrenen Arif, ısrarla bir şeyden haberi olmadığını iddia etmişti. Böylesine bir tezgâhı göremeyecek kadar saf olmadığımı söyleyince de, foyasının bu kadar çabuk ortaya çıkmasını beklemediğinden olacak, telaşlanmıştı. Aileme telefon açma isteğim, paniklerler diye ilgi görmemişti. Şimdi salonda oturmuş birbirimize bakıyorduk. Onlar aralarında fısıltıyla konuşurlarken ben de Arif’in beyazlaşmış saçlarına bakıyordum. Adam inandırıcı olmak için üşenmemiş makyajla kendini ihtiyarlatmıştı. “Seni çok takdir ettim Arif. İhtiyar gözükmek için makyaj bile yapmışsın.” “Tamam, ulan makyaj yaptım, peki ya sen?” “Ne olmuş bana?” “On yıl önceki Alper misin? Duygu bir ayna getir de görsün halini, belki o zaman inanır bize.”

8

9


Öykü

Öykü

Görüntümü gördüğümde birden donakaldım. Daha bu sabah tras olurken aynada kendime bakmıştım. O görüntümün yerinde şimdi yeller esiyordu. Saçlarım seyrekleşmiş, yüzümde kırışıklıklar oluşmuştu. “Ne yaptınız lan bana?” “Haberin olmadan sana makyaj yapamayacağımıza göre demek ki biz haklıyız. Haydi şimdi itiraz etmeden kalk hastaneye gidiyoruz.” İlk defa içime bir kurt düşmüştü. Bir günde bu kadar ihtiyarlamak imkânsızdı. Bilinmeyen bir virüs kapmış olmalıydım, yaşlılık virüsü. Hastanede bizi nöroloji bölümüne yönlendirdiler. Doktor; Duygu ve Arif’i dinledikten sonra benim düşüncemi sordu. “Arkadaşlar olayı kendi yorumlarına göre anlattılar, ama işin aslı çok farklı. Virüs kaptım?” “Virüs mü? Nasıl bir virüs Alper Bey?” “Biyolojik savaşta kullanılmak üzere, laboratuar ortamında üretilmiş, yaşlılık virüsü. Biliyorsunuz bu tip virüsler, denenmek için üçüncü dünya ülkelerinde kullanırlar, anlaşılan kabak benim başıma patladı. Sabahki halime göre en az birkaç yıl ihtiyarladım Doktor Bey. Bu hızla devam ederse bir hafta içinde ölürüm.” “Bu virüs olayını daha sonra inceleriz, öncelikle gün içinde travma geçirip geçirmediğinizden bahsedin.” “Hayır.” “Emin misiniz?” “Öyle bir olay; hem var, hem de yok gibi. Akşam kendimi yerde yatar buldum. Yardımıma gelenler merdivenlerden yuvarlandığımı söylediler, ama onlara inanmadım. İnsan düşse hatırlamaz mı Doktor Bey?” “Nerede oldu bu olay?” “Geçen ay işe girdiğim şirkette.” “Geçen ay mı? Hayatım senelerdir orada çalışıyorsun.” “Bakın işte Doktor Bey hala oyunu sürdürmeye çalışıyorlar. Hâlbuki işe daha yeni girdim.” “Neyse o konu önemli değil. Şimdi size birkaç basit tetkik yapacağız sonra konuşuruz.” Basit dediği tetkikler birkaç saat sürdü. Bu süre zarfında; emara girdim, film çektirdim, tüpler dolusu kan verip tahlil yaptırdım. Her on beş dakikada bir; gözbebeklerimin büyüklüğü, ışığa reaksiyonu, solunum hızım, kan basıncım, vücut sıcaklığım takip edildi. Sonunda kız istemeye giden aileler gibi doktorun karşısına dizildik. “Post travmatik amnezi geçiriyorsunuz Alper Bey.” “Virüsün adı bu mu?” “Virüs yok Alper Bey, düşmeye bağlı bir unutkanlık olayı söz konusu. Fiziksel ve ruhsal bir travma geçirdiğimizde, yaşanan şok nedeniyle bazen bir şuur kaybı söz konusu olabilir. Bu şok ve hafıza kaybı, stresin derecesine bağlı olarak birkaç gün, hatta daha uzun sürebilir.” “Yani hakkımda anlatılanlar doğru, öyle mi?” “Evet Alper Bey. Genelde bu tip olaylarda, sadece travma anı unutulur; ama sizde nedense on yıllık bir zaman zarfı silinmiş. Ama üzülmeyin, yirmi dört ile kırk sekiz saat içinde kendiliğinden geçer. “Ya geçmezse?”

10

“Haklısınız. Hiçbir zaman yüzde yüz konuşamayız. Tek tesellimiz, tetkiklerde ciddi bir bulgu görmememiz, yine de neler olacağını beklemekten başka çaremiz yok. Bu arada baş dönmesi, bulantı, kusma gibi şikâyetleriniz olursa, vakit kaybetmeden bize başvurun. ” Hastaneden çıktığımızda, kayıp on yılın varlığını artık kabullenmiştim. Yol boyunca bu zaman zarfında neler olduğunu sorduğumda, hayal kırıklılığına uğradım. Evlenmem haricinde yaşamımda pek bir değişiklik olmamış. Hâlbuki bugünleri düşündüğümde, kendimi hep farklı mevkilerde hayal ederdim. Arif bizi arabasıyla bıraktıktan sonra Duygu ile beraber eve çıktık. Üzerimde yabancı bir ortamda bulunmanın tedirginliği vardı. Duygu sonuç olarak güzel bir kadındı; ama hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Salonda oturup yaşananları değerlendirdikten sonra, “Artık yatalım.” dedi. “Nerede yatacağım?” “Alper biz evliyiz, tabi ki yatak odamızda.” “Beraber! Bana uyar.” Duygu’nun soyunup üstünü değiştirmesini aç bir kurt gibi seyrettim. Yaşadığım bunca stresin ardından güzel bir kadınla ateşli bir gece geçirmek iyi gelecekti. Yatağa yattığında sıkıca sarılıp kendime çektim. Vücudunun sıcaklığı beni azdırmıştı. Kolay değil on yıldır kimseyle sevişmemiştim. Beklentimin aksine kendisini geri çekti ve “ Hiç havamda değilim.” dedi. “Neden?” “Çok yorgunum artı başım çatlayacak gibi ağrıyor.” “Evli olduğumuza şimdi gerçekten inandım.” “Nasıl?” “Baksana başım ağrıyor diye sevişmiyorsun.” Sabah uyandığımızda Duygu, bugün işe gitmeyip dinlenmemi önerdiyse de kesin bir dille kabul etmedim. “Her zaman işe gitmemek için bahane arardın şimdi niye bu kadar gönüllüsün?” “Şirketteki işimi kaybetmek istemem.” “Telefon açıp durumu anlatırım.” “Gerek yok dünya kadar işim var. Hem Ali Rıza Bey’i de zor durumda bırakmak istemem. Beni inanılmaz seviyor.” “Çalışmak istiyorsun! Durumun tahmin ettiğimden daha ciddiye benziyor Alper.” Ali Rıza Bey, beni gördüğünde nasıl olduğumu sordu. Doktorun söylediklerini kısaca anlatınca, eve gidip birkaç gün dinlememi önerdi. Haliyle kabul etmedim. Bu yanıtım karşısında şaşırdı ve “Allah Allah” diyerek yanımdan ayrıldı. Masamın üstü dosyalarla doluydu. Bu kadar işin ne zaman biriktiğini anlamasam da, hemen çalışmaya başladım. Yemek molası haricinde odamdan hiç çıkmadığımı gören mesai arkadaşlarım-çoğu nedense sekreter kızlardı, yanıma gelip iyi olup olmadığımı sordular. “Çalışıyorum. Sonra konuşuruz.” Dediğimde, “demek durum bu kadar ciddi.” dediler. Akşam işten çıktığımda yorgun; ama mutluydum. İşlerimin çoğunu halletmiş ve Ali Rıza Bey’in takdirini kazanmıştım. Yol boyunca Duygu’yu düşündüm. Onun hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Hoş ve anlayışlı bir kadına benziyordu; ama sonuç olarak bir yabancıydı. Evliliğimizi sürdüreceksek, onu yeniden keşfetmeliydim. “O zaman işe en baştan başlamalıyım.” Diye içimden geçirip çiçekçiye girdim. Nelerden hoşlandığını bilmediğimden, tezgâhtarın tavsiyesiyle: sevgili olmak anlamına gelen açılmamış beyaz güllerde karar kıldım. Marketten de bir şişe kırmızı şarap alınca, doğru eve gittim. Kapıyı gülerek açtı.

11


Öykü

Öykü

Bu gecenin özel olma düşüncemi bilircesine giyinmişti. Elimdeki gülleri görünce, “Bu yeni Alper çok düşünceli.” dedi. “Hep öyle değil miydim?” “İlk zamanlar evet.” “Sonra?” “Zamanla böyle incelikler yapmaz oldun, sanırım birlikteliğimiz bir alışkanlık haline geldi. Konuşmalarımız rutinleşti, paylaşmaktan zevk aldığımız noktalar giderek azaldı.” “Bu durumu önlemek için çabalamadık mı?” “Maçları yorumlarına kadar dinlemeseydin, belki konuşup bir çözüm üretebilirdik.” “Bir tek Fenerin maçlarına bakarım.” “O eskidendi, artık takım ayırmıyorsun.” “Konuyu gerçekten çok abartmışım.” Gülerek birbirimize sarıldık. Dudaklarımız, ilk kez karşılaşıyormuşçasına, uzun ve ateşli bir şekilde birleştiler. Ellerim vücudunun alt kısımlarına doğru hareket ettiğinde, kendisini geri çekip, “Acele etme gece daha yeni başlıyor. “dedi. Şarabı açıp havalandırdıktan sonra göze hitap eden görkemli bir salata yaptım. Bu arada Duygu masayı hazırlamıştı. İlk kadehlerimizi “Tanışmamıza” diyerek kaldırdık. “Bu gece son derece nazik ve anlayışlısın. Televizyonun karşısına geçip yemeğin hazırlanmasını bekleyeceğine yardım etmek için kendini paraladın. Sanki ilk defa çıkıyormuş gibiyiz.” “Benim için zaten ilk.” “Demek sonraki günler eski haline döneceksin.” “Sende bu güzellik ve sevgi varken asla.” “Canım benim.” O gece; nasıl tanıştığımızı, evlendiğimizi, ileriye doğru planlarımızı uzun uzun anlattı. Konuşurken gözlerinin içi gülüyordu ve ben onun bu haline bayılmıştım. Evli olmasaydım, kesinlikle yine onunla evlenirdim. Ayağa kalktığımızda ikimizin de başı dönüyordu. Kahkahalarla gülerek yatak odamıza gittik. Önce dudaklarımız, sonra da vücutlarımız birleşti. Sevişmemizin ardından, “Harikaydın canım. Bir an uçuyorum sandım. Uzun zamandır bu kadar çok zevk almamıştım.”dedi. “Eskisi nasıldı bilemeyeceğim, ama bence de muhteşemdi.” Gözlerinde birden muzip bir gülümseme belirdi ve “Sen biraz dinlen ben hemen geliyorum.” diyerek ayağa fırladı. Yorgunluktan göz kapaklarım kapanmaya başlamıştı. “Banyo hazır ekselansları.” Küveti ağzına kadar doldurmuş içine mis kokulu şampuanlar dökmüştü. İçine girince sıcak suyun etkisiyle vücudum gevşedi. Alkolün ve yorgunluğun etkisiyle de kısa zamanda uyuyakaldım. “Hayatım hasta olacaksın, kalk haydi.” Gözlerimi açtığımda, küvetin içinde çırılçıplak yattığımı gördüm. Hâlbuki daha birkaç saniye önce merdivenlerden düşmüştüm. Oradan buraya kadar yuvarlanmam olanaksızdı. O şaşkınlıkla “Neler oluyor?” diye sordum. “Nasıl yani?” Dedi. “Merdivenlerden yuvarlanmıştım.” “Biliyorum canım.”

“Nereden bileceksin? Daha düşmemi bile tamamlamadım.” Sinirle ayağa kalkıp bornozumu giydim ve salona geçtim. Koltuğun üzerinde duran üç adet açılmamış beyaz gülü görünce, tepem iyice attı. “Bunlar nedir?” “Çiçek.” “Çiçekmiş… Saf ayaklarına yatma Duygu, bunlar açılmamış beyaz gül.” “Eeee” “Sakın ne anlama geldiğini bilmiyorum deme.” “Bilmiyorum. Ne anlama geliyormuş?” “Senden hoşlanıyorum ve sevgili olmak istiyorum demektir. Şimdi söyle bana, kim bu adam?” “Acele etme anlatacağım. Önce güllerin anlamını nereden bildiğini söyle. Önüne gelene yolladığından olmasın?” Durakladım. Gerçekten güllerle hiç ilgim yoktu ve bunu Duygu’da çok iyi bilirdi. Zihnimin karanlık kösesinde böyle bir bilgi bulunmasına şaşırmıştım, yine de bozuntuya vermeyip, “Bırak şimdi laf kalabalığı yapmayı, kim bu adam?” diye sorumu yineledim. Gülerek, “Kim olacak sen.” dedi. “Ben mi? Nasıl olur?” Merdivenlerden düşmemden başlayarak yaşananları tane tane anlattı. Söyledikleri aklıma yatmasa da, hiçbir şey hatırlamadığım için mecburen inandım. “Demek hastaneye gittik ve travma geçirdiğim söylendi.” “Evet.” “O zaman şu travmanın zevkini çıkartalım be Duygu’cuğum. Sabah Ali Rıza Bey’i ara; gece fenalaştığımı, hastaneye gittiğimizi ve doktorun en az on gün dinlenmemi önerdiğini söyle..”

12

13

Öykü: Atilla BİLGEN

İllüstrasyon: Mehmet DAL


Çizgi Roman

Çizgi Roman

Sinema

İnceleme

Bir suçlunun gözünden “Joker”

2008 yılında, Brian Azzarello’nun yazıp, Lee Bermejo’nun çizimlerini yaptığı, grafik roman olarak çıkan Joker, Batman’in en derinlikli kötü karakterini bir kez daha yakından tanıma fırsatı sunuyor. Ülkemizde de Gerekli Şeyler tarafından Türkçe basımı yapıldı. Brian Azzarello ve Lee Bermejo ikilisi daha önce de Superman’in azılı düşmanı için Lex Luthor: Man of Steel’de bir araya gelmişlerdi. İlk başlarda adı Joker: The Dark Knight olarak düşünülen yapım The Dark Knight filminin ortaya çıkması ile kısaltılarak sadece Joker ismiyle çıkarılmış. Azzarello’ya göre şehrin kara şövalyesi ismine layık olan bir anti kahraman Joker. Hikayeyi Jonny Frost isimli bir yancının ağzından dinliyoruz. Joker Gotham tımarhanesinden Salı verilir ve onu alma görevi Jonny’e kalır. Jonny, Joker’in çıkışıyla beraber onun hem şoförlüğünü yapacak hem de elinden alınan suç örgütünü tekrar kazanması için yardım edecektir. Joker Killer Croc ile beraber ekibi toplayarak, kendi içeride yatarken yaratılan yeni suç düzenine savaş açarak, eski anarşik suç imparatorluğunu kurmak için çalışmalara girişir. Bu arada suç baronları Penguen, Harvey Dent, Riddler gibi karakterle de yolları kesişir. Tüm bu kargaşanın içinde şehirde kötülerin savaşı yaşanırken Batman de olaylara fazla kayıtsız kalmayacaktır.

14

Joker grafik romanı için Alan Moore'un The Killing Joke’undan beri yapılmış en derinlemesine Joker hikayesi diyebiliriz. Jonny’nin yükselmek ve suç imparatorluğunda bir yer edinebilmek hayali gerçekleşirken, Joker’in kendine bile güvenmeyen, sürekli ölümle dans eden karakterini tanıması Jonny’nin hayata bakışını tekrar sorgulamasına neden olacaktır. Jonny’nin gözünden jokerin hem adamlarını kollayan hem de en ufak hatayı bile affetmeyen kişiliğini daha yakından tanırız. Tüm tanıdıklarını nasıl birer piyon olarak kullandığını görürüz. Başka hiçbir kötüde görmediğimiz bir güç vardır Joker’de. Sürekli güldüğünü düşündürten ağız yarası hırsının dışavurumudur sanki. Karizması Jonny’i ele geçirdiği gibi okuyucuyu da utançla beraber içine çeker. Joker gotik Batman dünyasını film noir etkisi ile birleştirerek bir suç dünyası yaratıyor ve bizi suçluların savaşının ortasına atıyor. Aslında bir dedektiflik hikayesi olan Batman’i de özüne yakın bir alternatif dünyaya sokmuş oluyor. 128 sayfalık bu eser tüm çizgi roman severlere tavsiyemdir. Hikayesi dışında çizeri Bermejo’nun her karesi ayrı birer sanat eseri olan Joker arşivinizde bulunmayı hak ediyor. Ancak şu uyarıyı da yapmadan edemeyeceğim DC’nin klasik parıldayan kahramanlarla dolu hikayeleri gibi bir kitap yok elinizde. Joker’de gerçekten rahatsız edici ölümler, kan ve pislikle dolu bir dünyaya gireceksiniz. İşte bu da suç imparatoru Joker’in gerçekten içinde olabileceği bir dünya. Masis ÜŞENMEZ www.otekisinema.com

15


Röportaj

Röportaj

Röportaj

Bülent ARABACIOĞLU

Bülent Arabacıoğlu ile 40. sanat yılı sebebi ile İstanbul Hatırası Fotoğraf Merkezinde açılan 'Bülent'in Çizgi Dünyası' sergisinde kısa bir röportaj yaptık. Herkesin tanıdığı çizgi kahramanlar Tipitip ve En Kahraman Rıdvan'ın nasıl ortaya çıktığını ve yeni maceralarını konuştuk. Dilan Kaya: 40.Sanat yılınızdaki ilk serginizi açtınız… Tipitip ile başlayan süreci dünden bugüne anlatır mısınız? Bülent ARABACIOĞLU: O zamanlar Hürriyet gazetesinde çalışıyordum. O sırada var olan bir reklam ajansı şöyle bir teklifle geldi: Bir şekerleme firması Türkiye’de ilk defa sakız üretecek, ona bir tipleme istiyoruz diye. Sekiz on tane çalışma yaptım taslak olarak götürdüm. Bir tanesini çok beğendiler öyle çalışmaya başladım. Ama aynı zamanda Hürriyet’te çalıştığım için akşamları ya da hafta sonları falan yapıyorum. Fakat ben yaptım, teslim ettim ertesi yıla doğru ben askere gitmek zorunda kaldım. Ben askerdeyken reklamları çıktı ilk olarak. İlk orada gördüm, çok şaşırdım çünkü ben teslim ettikten sonra firmayla çok uzun görüşmedik. Bu olay olduktan bir süre sonra askerden döndüm. Sonra firmadan bana dediler ki sakız güzel oldu, bunun çizgi filmlerini yapar mısınız reklam filmi olarak? Niye olmasın ama bu konuda deneyimim yoktu. Fakat Çarşaf ’ta beraber çalıştığımız bir arkadaşımız vardı Ateş Benice diye, onunla beraber bir şirket kurduk. Onun daha önceden çizgi film çalışmaları vardı. Ve böylece haftada birer dakikalık çizgi film yapmaya başladık. Çocuklara dizi film gibi geldi haftada bir defa çıkan reklam filmi. Reklam filmi ama sonunda sadece 5 saniye reklam var geri kalan 55 saniye çizgi filmdi. Çocuklar çok büyük keyifle izlediler onu ve çok büyük beğeni kazandı.

16

Bu arada ben Hürriyet’te de çalışmaya devam ediyorum. Çarşaf Dergisi’nin kurucuları arasında biz o zamanın gençleri olarak vardık. Bu çizgi film döneminden sonra ben Gırgır dergisine başladım ve dergiye ilk girdiğimde En Kahraman Rıdvan diye bir tiplemenin taslaklarıyla gittim. O zamanda dergide bunları yayınlayacak yer yoktu. Şu an bunu yayınlayamayız ama sen Laklak’ta biraz çalış dediler. Ve Laklak’ta çalışmaya başladım. Fakat daha sonra dergide(gırgır) bir buçuk iki sayfalık bir boşluk oluştu. Oğuz abi o zaman hemen başlıyorsun dedi. Hazırlık yapmam lazım dedim, hazırlık falan yok hemen başlayacaksın dedi ve gerçekten hemen iki ayağım bir papuçta, ciddi zorluklarla Rıdvan’a başladım. Sonra da bu güne kadar böyle sürdü geldi. Dilan: Bu sergide kaç eser var? Bülent ARABACIOĞLU: Eserlerin bir kısmı baskı bir kısmı orijinaldir, çünkü bazı çalışmaları çünkü bunun içinde karikatür var illüstrasyon var çizgi roman örnekleri var panoramik çalışmalar var reklam çalışmaları var bunlardan değişik farklı konseptlerde 68 tane çalışmayı koyduk. Ama bu 68 çalışma içinde bir bölümü var ki benim sadece hiçbir yerde yayınlanmayan ve yayınlanmayacak olan özel bazı çalışmalar var. Eşime, oğluma yaptığım, yazdığım şeyler var, onları da buraya benim çizgi dünyam olduğu için koyduk. Dilan: En Kahraman Rıdvan’dan da bahsedebilir misiniz biraz?Mesela 5 tane kitabı var şu anda… Bülent ARABACIOĞLU: En Kahraman Rıdvan’da ciddi sancılarla çıktı. Çünkü ben ilk çizimimi götürdüğümde daha iri yarı, kaslı taslaklarla gittim. Fakat bu işi realize etmeye başlayacağımız zaman böyle iri yarı olmaz, bu adam vurduğunu mahveder dedi. Bunun cılız çelimsiz bir şey olması lazım ki içinden mizah çıkarabilelim. Bu yüzden bayağı bir uğraşarak Rıdvan’ı ortaya çıkardık. Ama bayağı zor bir süreçti. Benim için Rıdvan’ın ilk sayısı çok zor bir süreçti. Çok sıkıntılar yaşadım. Uykusuzluklar vardı, stres vardı ve belki o gece daha başlamadan kağıt önümde işi yapamayacağım diyerek

17


Röportaj

Röportaj

Oğuz Abi’nin önüne gittim. Kâğıdı kalemi bırakıp dedim ben bu işi yapamayacağım. Çünkü stresten elim titriyor, çizemiyorum uykusuzluktan. Çünkü Rıdvan’a başlamadan birkaç gün öncesinden uykusuzluk var.Yok dedi sen bunu yapacaksın bugün dedi.Bütün herkesi çağırıp herkes el atacak,bu ilk sayı çıkacak dedi.Gerçekten de ilk sayıda tüm çizerlerin parmağı vardır.Sonrasında tamamen kendim olarak devam ettim. Aslında dört kitaptan fazla. On dört öykü var. Tabii bu öyküler Gırgır’da yayınlandı orada kaldı, ciltlerini biriktiren insanlarda kaldı. Bir albüm haline getirmeye fırsat bulamadık. Uykusuz dergisinden böyle bir teklif geldi.Kronolojik sıraya göre albüm haline getirmek istediler.Seve seve kabul ettim böyle bir şeyi.Şu an beşinci kitap çıktı.Şuan altıncının hazırlıklarını yapıyorum. Tipitip şu an devam etmiyor maalesef. Dilan: Bir dergide devam ettirmeyi düşünüyor musunuz? Bülent ARABACIOĞLU: Şu an için hala kullanım hakları firmada, ilerde çocuklar için kitap haline getirmeyi düşünüyorum. Çünkü o günün çocukları bugünün anne babaları şuanda. Dilan: Eskiden sakız almaya değil de ‘tipi tip’ almaya gidilirdi. Siz bu tepkiyi bekliyor muydunuz? Bülent ARABACIOĞLU: Bu kadar tutacağını firma da bilmiyordu doğrusu. Çünkü rakip bir firma ipi tipten önce 12-13 tane sakız yepyeni çeşidi ile piyasaya girmek üzereyken tipi tip çıkıyor ve bütün planlar alt üst oluyor. Tipitip inanılmaz bir başarı sağladı o dönemde. Firma da bunu bilmiyordu. Hatta ondan sonra taklitleri çıktı ama hiç biri onun yerine geçemedi. Fakat burada şunu unutmamak lazım EVET TİPİ TİP BİR SAKIZ ama ben onu hiçbir zaman sırf sakız reklamı gibi düşünerek işlemedim, ne çizgi filmde ne başka türlü… Mesela biz çeşitli promosyonlarla firmanın elinde birikmiş 84 bin adres vardı, o zamana göre ciddi bir rakam. O zaman da Türkiye’de firmaların elinde bile bilgisayar yok. 84 bin adresi ben, eşim, ortağım ve onun

eşi hep birlikte bir holdingin dolap gibi bir bilgisayarını kiralayarak o adresleri girdik. Her hafta o adresleri bant halinde çıktı verdiler. Biz de tipi tipten haberler diye çocuklara dergi yaptık, o 84 bin adrese ücretsiz olarak ulaştırdık.Biz bunu bedel istemeden çocuklara sununca onların da bize karşı tepkisi çok sıcak oldu. Dilan: Biraz eşinizden de bahsedelim… Sergiyi neden eşinize ithaf ettiniz? BÜLENT ARABACIOĞLU: Eşim benim bir parçam, yıllardır ben onun destekleri sayesinde bu günlere geldim. Çünkü ben gerçekten iki işim olduğunda sanki işim azmış gibi geliyordu.Üç iş dört iş aynı anda çalıştığım oluyordu ve gerçekten başka bir şey ile ilgilenemiyordum.Benim o açığımı her şeyiyle eşim kapattı.Bu yüzden ona ithaf ediyorum, çünkü başka türlü onun hakkını ödeyebileceğimi düşünmüyorum. Dilan: Buraya gelen bir izleyici burada ne görecek? Bülent ARABACIOĞLU: Burada benim en eski çizgilerimden başlayarak çeşitli dönemlerde çeşitli firmalara çeşitli anlayışlarla yaptığım bir seçki var. Bunun içinde ticari çalışmalar da var, amatör çalışmalar da var, haftalık gazete ve dergi çalışmaları da var. Burada amaç buradaki çalışmaları yeni jenerasyona göstermek, eski takipçilerime de canlı olarak görme imkanı olması için böyle bir sergi açtık. Dilan: En kahraman Rıdvan’ı uzun bir aradan sonra Harakiri dergisi için yeni maceralarını çizmeye başlamıştınız fakat Harakiri yeniden kapandı. En Kahraman Rıdvan’ın yeni maceralarını başka bir yerde çizecek misiniz? Biz Çarşaf Dergisini çıkarırken genç çizerlerdik. Usta ağabeylerimiz vardı. Dergi çıkmadan önce neredeyse bir sene hazırlık yapıldı. Fakat bu bahsettiğiniz yeni dergi döneminde bu hazırlıklar yapılmadan çalışmaya başladık. İlk sayı çıktı ikinci sayı çıkmadı. Anlayışlar da değişmiş demek ki bu tiraja bağlı bir durum da değil. Sanıyorum tamamen finansal- idari bir sebep dolayı, sebebini de bilmiyorum. Hayatımda da ilk defa yayıncının bir dergiyi çıkarıp ikinci sayı çıkarmamasıyla karşılaştım. Ama ben çizgiye devam etmek istiyorum. Bu sergi mi olur, internetten mi olur, dergi veya gazete mi olur bilmiyorum. Bu karakter Rıdvan olabilir, panoramik çalışma olabilir, apayrı bir şeyler de olabilir. Ama felsefeyi değiştirmeden devam etmek istiyorum.

18

19

Röportaj-Dilan KAYA


Öykü

Öykü

Kâbuslar ve Şeytanlar "Bir Noel Gecesi" "Tanrının bize armağanı,neol baba.Geyikleriyle birlikte bu gece yanımıza gelecekler,kırmızı paltosuyla bize hediyeler getirecek." Çocuklar mutlu bir şekilde camdan bakıp yağan karı izlerken bir yandan da radyodan bu şarkıyı dinliyorlardı.Yılbaşı gecesi onlar için adeta bir festival tadında olurdu.Anne,baba ve 3 küçük çocuktan oluşan bu aile,yılbaşını muhteşem kutlardı. Camdan bir yandan yağan karı izleyip,bir yandan da babalarının marketten gelmesini bekliyorlardı. Sonra radyodaki bozukluğa takıldılar.Radyonun sesi bir kısılıp,bir yükseliyordu.Radyodan çıkan ses şu şekle dönmüştü: "No...e...ON....radar....UN ELİND....karars...E...HAY..sanıkl....AT...gibile...IN...tuz..." Çocuklar güldüler bu duruma.Zil çaldı ve babaları geldi.Çocuklar heyecanla babalarının elindeki torbaları karıştırmaya başladılar.Çerezler,içkiler,güzel yiyecekler...Oldukça güzeldi.John,Damon ve Suina kardeşler hemen masaya oturup anne ve babalarının masayı hazırlamasını beklemeye koyuldular.Suina babasına noel babanın ne zaman geleceğini sordu.Babasının cevabı heves kırıcıydı : "İnanma artık şu çocuk şeylerine.7 yaşına geldin artık,Noel Baba diye biri yok,anla bunu lütfen." Suina'nın morali bozuldu ve kafasını masaya gömdü. Tam da yemek faslı başlamışken kapı çaldı."Bu da kim?" dedi anneleri.Çocukların babası olan Rohan kapıyı açtı.Kapıda bir hediye paketi vardı."İnanmıyorum Suina,gelin buraya bakın hemen." dedi.Çocuklar ve anneleri olan Poly geldi kapıya.Bu hediye pakedine baktılar.Paketin üstünde "Noel Baba'dan size..." yazan bir not vardı.Rohan hemen pakedi içeri aldı ve büyük bir heyecanla açtı.Paketi açtıkları anda pakedin içinde kesik bir el ve bir not daha gördüler.Çocuklar çok korkmuştu.Notta "hemen çocukların odasına gidip dolabın 2.çekmecesine bakın." yazıyordu.Hep beraber gidip baktılar.Hepsi çok korkmuştu.Dolapta bir not daha vardı.Notta yazanlar iç ürperticiydi:"Şimdi bu evin babasına sesleniyorum.Rohan,sen.3 çocuğun var. Şimdi hemen keskin bir bıçak al.Önce sağ kolunu kes.Bunu yaparak John'un hayatını kurtaracaksın.Sonra sol kolunu kes.Böylece Damon'un hayatını kurtaracaksın.Sonra da cinsel organını kes ve Suina'nın hayatını kurtar.2 dakikan var.2 dakika sonra görüşürüz.".Rohan sinirle bağırdı."Bu ne saçmalık,neler oluyor bu gece?Önce kapının önünde saçma bir noel paketi,sonra da birbiri ardına gelen bulmaca gibi notlar.Şimdi benden organlarımı kesmemi istiyor.Bu ne saçmalık?" Aradan 3 dakika geçti.Rohan hiçbiryerini kesmedi. Kapı tekrar çaldı.Kapıya koştular ve bir not buldular."Çocuklara veda et." Ve bu notu okudukları anda elektrikler kesildi.Çocuklar önce çığlık attılar korkuyla,daha sonra çığlıkları bıçak gibi kesildi ve elektrikler geldi.Işıklar yeniden yandığında 2 çocuğu paramparça katledilmiş halde buldular.Suina ise ortalıkta yoktu. Bütün evi aradılar ama Suina'yı bulamadılar..Rohan ve Poly şok içindeydiler.Neler olmuştu böyle... Kapı tekrar çaldı.Rohan bu sefer kapıyı açmamaları gerektiğini söyledi.Kapıyı önce açmadılar. Sonra evin camları teker teker parçalandı,ardından evdeki bütün kapılar kendi kendine açılıp kapanmaya başladı.Rohan ve Poly henüz çocuklarının acısını atlatamamışken yeni bir korku daha çıkmıştı.Rohan buna

20

dayanamayıp kapıyı açtı ve evdeki fırtına bir anda kesildi.Kapıda yine bir paket vardı.Paketin üstündeki notta: "Rohan,şimdi kendi gözlerini çıkar.Bunu yaparak eşin Poly'nin hayatını kurtaracaksın.Hadi ama biraz cesur ol,bari bunu kaybetme." Rohan bu sefer korkudan titreyerek eline bir kaşık aldı ve gözlerini yuvalarından oydu ve bağırdı: "İstediğin oldu mu lanet olası noel baba?Rahat bırak bizi." Kapıda yeniden bir not gördüler."Tamamdır,şimdi sıra Poly'e geldi.Poly,eşin senin için gözlerini feda etti.Hadi şimdi sende 2 göğüsünü de kes,sonra da dişlerini kerpetenle sök.Sadece 15 dakika vakit veriyorum.Haydi,yoksa eşine veda edeceksin." Poly,"bu saçmalık,bunları yapmayacağım" dedi.Rohan ise buna karşı çıktı.Poly bunları yapmadı.Son 2 dakika kalmıştı artık.Rohan bağırdı:"Haydi artık aptal kadın,ben senin için gözlerimi feda ettim,sen ne yaptın ha?". Poly:"Bunları yapamam,kusura bakma Rohan." dedi. Ve artık onlara ayrılan süre bitmişti.Işıklar yine gitti,ve ışıklar yeniden yandığında Poly ölmüştü.Rohan ışıkların yandığını ve söndüğünü görememişti tabii,sürekli sesleniyordu Poly'e.Poly'den cevap gelmeyince artık onun öldüğünü anladı.Rohan artık iyice korkuyordu,bütün ailesi ölmüştü,noel baba bu sefer ters köşe yapıp Rohan yerine Poly'i öldürmüştü.Korkunç bir geceydi... Rohan,ayak sesleri duydu."Kim o?" diye sordu defalarca kez.Ayak sesleri gitgide yaklaştı ve sonunda Rohan bu sesleri yanıbaşında hissetti ve bir ses duydu:"Ne oldu baba,hani Noel Baba yoktu?Mutlu Noel'ler babacığım." dedi ses.Rohan anladı ki bu ses kızı Suina'ya aitti.Rohan'ın duyduğu son cümle bu oldu ve Suina,Rohan'ı da öldürdü.Gecenin katili olan noel baba,kötü ruhların kontrolü altına geçmiş olan Suina'ydı. Suina babasının kanlarından duvara bir mesaj yazdı."Mutlu Noel'ler." (Yazar Notu:Ne zaman ne olacağımız belli mi,her zaman yarın ölecekmiş gibi yaşayın.Kimseyi üzmeyin,kimseyi kırmayın.Sevdikleriniz için kendinizden fedakarlık edin mesela biraz.Emin olun ki sizi sevenler sizin için fedakarlıklar yapıyor.Karşılıksız bırakmayın.Kim bilir,belki gelecek Noel'de Noel Baba sizin evinize de uğrar.Mutlu Noeller sayın okurlarımız.Gelecek yıl,yine aynı sayfalarda görüşmek üzere,sizi seviyorum.) Öykü: Emre BALCIK

21


Çizgi Roman

Çizgi Roman

İnceleme

İnceleme

1. ÇROP

Çizgi Roman İnceleme Yazısı Yarışmasının 2'ncisi

Antonio'nun Esareti Yalın Alpay

“Yaşamak bir ortamın çaresiz tutsağı olmaktır.” Ortega y Gasset

Yirminci yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da yaşayanlar, dünyada eşi benzeri görülmemiş büyüklükte iki dünya savaşı ile sarsılan kıtada, tüm temel hak ve özgürlüklerinden, en başlıca kişisel gereksinimlerinden yoksun, ölümün gölgesinde bir ömür geçirdiler. Bu savaşlarda harp yalnızca cephelerde sürmüyordu. Ceset ve yanık insan eti kokan savaş meydanlarında, mevzilerde insani şartlardan tamamen uzakta, korkunç yaşamlar süren askerlerin yanı sıra, cephe gerisindeki şehirlerde ve köylerde yaşayan siviller de her an işgal edilme korkusu ile birlikte ekonomik kıtlığı yaşıyor, düşman askerleri kadar bir de kendi ulusundan olan karaborsacılarla, fırsatçılarla ölüm kalım mücadelesi veriyordu. İki dünya savaşı sırasında doğrudan savaş nedeniyle Avrupa’da toplam can veren insan sayısı 55 milyondur. Bu felaket döneminin insanları en ilkel fiziki ihtiyaçlarını bile karşılayamıyorlardı. Bununla birlikte kişi yalnızca bedenden ibaret değildir. Barınmanın, beslenmenin, giyinmenin ve üremenin yanı sıra, insanı insan yapan umutlar, hayaller, idealler, ait olma, sevilme, sevme, kimlik oluşturma, başarma, kendini adama gibi pek çok sosyal ve psikolojik gereksinimler vardır. Savaş bedenleri parçaladığı gibi, ruhları da darmadağın ediyordu. Kişinin dünya üzerindeki varlığı, hayattaki mevcudiyeti tüm bağlarından koparılmış ve bütünüyle anlamsızlaşmıştı. Yaşanılan zorlukların, çekilen acıların, verilen kayıpların mantıklı bir nedenini bulmak ya da göstermek mümkün değildi. Anlamın olmadığı yerde yaşam da manasızlaşıyor, yaşayabilmek için, uğrunda savaşılmasına ya da yaşanmasına değer bir şeylerin yokluğu hissi insanları birbirine yabancılaştırıyor, kişinin kendisini bu dünyada, dönemin ünlü Fransız felsefecisi Sartre’ın söylemiyle “fazladan” (de trop) bir şey haline getiriyordu.

İşte böyle bir ortamın göbeğinde, sıradan bir İspanyol’un yaşamla mücadelesinde hem fiziksel hem de ruhani gereksinimlerinin altında nasıl ezildiğinin, bulduğu ideallerde birlikte yürüdüğü arkadaşlarının, kendi ideallerine nasıl ihanet ettiklerinin, insanların, ülkelerin, piyasaların birbirlerini nasıl acımasızca yok etmeye giriştiklerinin ve bu ortam içerisinde, bu bireyin nasıl o ortamın tutsağı olduğunun ve sonunda da bu ortamdan kurtulmak için nasıl bir yöntem bulduğunun öyküsüdür Uçma Sanatı.

“İnsan özgürlüğe mahkumdur.” Jean P. Sartre

Romanın kahramanı Antonio, romanın en başından beri bir konuya odaklıdır: özgürlük. Köyde başlayan yaşamında, ailesi özellikle de babası onun iradesi üzerinde mutlak bir hegemonya kurmuş ve Antonio’nun tüm özgürlüğünü elinden almıştır. Pazar ekonomisi ilişkilerinin köye sızmasıyla birlikte, toprak yalnızca aileye üretim yapan bir üretim aracı olmaktan çıkarak, pazar için üretim yapan bir enstrümana evrilmiştir. Bu durum da, toprağın mülkiyetine ilişkin ciddi sorunları doğurmuş, köylüler birbirlerinin topraklarına tecavüzlere yeltenince, sınır taşları bile olmaksızın, özgürce serili topraklara, her bir kişinin mülkiyetinin koruyucusu olarak yüksek duvarlar çekilmiş ve köy bir anda çıkışı olmayan bir labirente dönüşmüştür. Adı TaşÇiçek olan bu köy, edebi anlamda, köyün taş olma ve çiçek olma potansiyelini aynı anda taşıdığını gösterir. Antonio’nun çocukluğunda bu potansiyellerden taşın galip geldiğini ve köyün bir taş duvar çöplüğüne döndüğünü görürüz. Antonio bu ortamda kendi özgürlüğünü yaşamaya, kendisini özgür kılmaya uğraşır. Hayaller kurar, kendisine bir düş ortağı bulur fakat tüm hayalleri yıkılır, düş ortağı ise, ortak düşlerinin peşinde koşarken daha çocuk yaşında ölür. Antonio daha on yaşına gelmeden köyden kurtulup, “uçabilmek” için şehre, dayısının yanına kaçar. Birkaç aylık berbat bir deneyimden sonra, dayısının işi kapatması sonucu yeniden baskıcı babasının evine, taş duvarlarla örülü köyüne döner. Antonio özgürlüğüne kavuşmak için çabalamakta, elinden geleni yapmakta fakat otoritenin, baskıcılığın cehenneminden ruhunu bir türlü kurtaramamaktadır. O cehennemin nedenini tüm kitap boyunca türlü kereler, farklı şehirlerde, farklı cephelerde ve farklı ülkelerde yeniden yeniden deneyimleyecektir Antonio. Ve sonunda da o cehennemin kaynağını ve nedenini anlayacaktır: başkaları.

“Cehennem başkalarıdır.” Jean P. Sartre

Bu fazladanlık tecrübesi bir kişiden bir başkasına doğrudan aktarılamadığı için de, Avrupa’nın tüm insanları bu acı deneyimi milyonlarca kez yeni baştan yaşamak ve hayatın anlamsızlığı içerisinde, bir umut, bir mana aramak ve bulur gibi olduğunda onun için savaşmak, sonunda da giriştiği savaşı zorunlu olarak kaybetmek durumunda kaldılar. Kendi isteğinin dışında dünyaya gelmiş ve bu acıların ve anlamsızlığın içine batmış kişidir sıradan bir dönem Avrupalısı.

Romanın başından sonuna değin, Antonio’nun kendi özgür iradesini yaşama geçirmeye çalışmasını ve bağımsızlık için elinden geleni yapmasını okuruz. Fakat Antonio yaşamının hiçbir devresinde bunu başaramaz. Köyden kaçtığında, şehirde çalışmaya başladığında, milislere katılıp savaşa gittiğinde, esir kampına düştüğünde, kaçakçılık ve karaborsacılık yaptığında, şirket kurduğunda, evliliğinde ve hatta sonunda gittiği huzurevinde bile Antonio hep başkalarının kendisini savurduğu cehennemde yaşamak zorunda kalmış, başkalarınca özgür iradesi hep bastırılmıştır. Özgür iradesini yaşama geçirebilmek için, Antonio başkaları ile mücadele etmesi gerektiğinin farkına erken yaşlarda varmıştı. Fakat bu mücadeleyi gerçekleştirebilmesi için, kendisine seçim yapmak üzere (özgür iradenin kökeninde sürekli olarak seçim yapmak vardır) bir takım değerler, ilkeler ve idealler belirlemeliydi. Antonio bunu yapmış ve bu uğurda canını ortaya koyarak cephede bile savaşmış, başka ülkelerde kaçak olmayı göze almıştır. Bu uğurda değer, ilke ve ideal ortakları, yoldaşları edinmiştir. Bununla birlikte roman boyunca Antonio’nun yoldaşları onu ya ölerek, ya değerlerine ihanet ederek, ya da bizzat

22

23

“İnsan dünyaya fırlatılmıştır.” Martin Heidegger


Çizgi Roman Sinema

Antonio’ya ihanet ederek onun kendi değer yargılarını hiçleştirmişlerdir. Uçmak isteyen Antonio’nun tutamak noktalarını ortadan kaldıranlar hep bu başkaları olmuştur. Antonio da sonunda tutamaksız kalmış ve kendi değer yargılarının aksine işlerde de bulunmuş fakat sonunda yine dönüp dolanıp, başka bir tutamak bulamadığı için eski değer yargılarına sığınmış, bir yandan da yaşamının boşa geçmiş bir hayaller ve değerler ürünü olmaması için buna gayret etmiştir. Antonio, bir türlü anlam veremediği ve manasız bulduğu yaşam mücadelesinde bir tek şeyin peşini hiç bırakmamış ve hep ona özenmiştir: özgürlük yani uçma sanatı. Ve doksan yılın sonunda, onu nerede bulacağını anlamıştır: başkalarının olmadığı bir yerde.

“Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: intihar.” Albert Camus

İntiharın, kişinin başarısız yaşamından bir kaçış olduğuna dair yaygın bir görüş vardır. Bununla birlikte intiharın tarihi bize çok daha farklı şeyler söylemektedir. İntihar bir kaçış yolu olarak kullanıldığı gibi, onur, inanç, isyan araçları olarak da sıkça kullanılmıştır ve kullanılacaktır. Bununla birlikte intiharın az bulunan ve hem en basit hem de en karmaşık güdülenmelerinden birisi felsefi olanıdır. Bu güdülenmeye göre kişinin yeryüzündeki yaşamının acı ya da zevk dolu olması, mutlulukla ya da mutsuzlukla geçmesi, sıradan ya da olağanüstü bir hayat olması önemsizdir. Felsefi intihar kararında önemli olan kişinin kendi felsefi ve inançsal varsayımlarına göre dünyanın anlamlı olup olmaması ve bu anlamlı ya da anlamsız bulunan dünyada yaşamanın felsefi olarak yaşamaya değer bulunup bulunmamasıdır. Antonio’nun bir tanrı inancı yoktur, bu nedenle yaşam onun için yeryüzünden ibarettir ve bir öte dünya yoktur. Bu onun inançsal varsayımıdır. Antonio’nun felsefi varsayımı ise, mutlak özgürlüktür. Buna göre Antonio için ulaşılması gereken yer mutlak özgürlüktür ve bu özgürlüğün vaat edildiği bir öte dünya algısına da sahip değildir. Bu yüzden onun özgürlüğü elde etmesi gereken yer bu dünyadır. Antonio da tüm yaşamı boyunca bu idealin peşinden koşar, zaman zaman para için bu idealinden şaşar gibi olur ve bunu fark ettiği anlar derhal o işini bırakarak kendisini yeniden mutlak özgürlük idealine verir. Fakat çevresindeki tüm toplumsal edimler ve başkaları yüzünden bir türlü bu mutlak özgürlük düşüncesini gerçekleştiremez. Birlikte yola çıktığı arkadaşları bile bu uğurda ya ölürler ya da düşüncelerinden vazgeçerek, tam da karşısında durdukları anti-ideallerine kapılırlar. Antonio’nun bu dünyada cehennem hayatı yaşamasının bu anlamdaki tek nedeni başkalarıdır. Her şey özgürlüğün karşısındadır.

“Özgürlük kişiye şahdamarı uzaklığındadır.” Seneca

Antonio bir korkak değildi. Yaşamı boyunca idealini gerçekleştirmek için elinden geleni yaptı ve sonunda da ihtiyar, elden ayaktan düşmüş bir 90’lık idealist olarak kendi felsefesi için gerekli olan şeyi düşünüp taşındı, buldu ve tasarladı. Toplumun ve başkalarının baskısını, kendi bedeni ve zihni üzerindeki otoriterliğini yok etmek, toplumun edilgen bir dişlisi olmak yerine, tüm kararlarını ve sorumluluklarını yalnızca kendisinin belirleyeceği bir birey olmak için, özgür olmak için, uçma sanatına erişmek için geriye kalan tek seçeneğe yöneldi. Antonio’nun yaşamının son eylemi bir kaçış değil, meydan okuyuşların en yükseği, en üst mertebesiydi. O özgür ve birey olabilmek için, bir kişinin altından kalkabileceği en zor işe girişti. Bir anlık bir kurtuluş çabasıyla, refleksle yapılmış, daha işlendiği an pişman olunmuş bir eylem değildi onun girişimi. Tamamıyla düşünülmüş, planlanmış, uygulaması güç olan, emek ve adanmışlık isteyen bir eylemdi. Antonio özgür bireyliğini kurmak için, kendisini yok etmeyi seçti ve kendisini uçma sanatının kollarına bıraktı. Mutsuz bir yaşam geçirdi ama mutlu öldü.

24

25


26

27


28

29


30

31


Öykü

Boşluk ODTÜ A4 çıkışı.. Tuhaf bir sonbahar akşamı.. Gecenin karanlıkları beni tatlı şirin küçük boşluklarıma iterken bir sigara yaktım. Duman boğazıma girerken o hoş "titretici" hissini yayınca yine bir anlığına, küçük de olsa bir anlığına mutlu ve tatminkar hissettim. Her zamanki gibi yalnızca geçiciydi, solmuş hayallerim gibi eriyip gitti hiçliklerin ortasında. Onu düşündüm her mutsuz hissettiğimde olduğu gibi. Onun uzaklığını, aslında onun uzaklığı değil benim beceriksizliğimi düşündüm. Ne kadar korkağım? Ne kadar pısırık, uyuz, beceriksiz, işbilmez ve de en kötüsü yalnızım. Gerçekten dostum olan kaç kişi vardı? Oda arkadaşlarım? Lisemden "kanka"lar? Hiçbiri. Şu an sigaram ve ben varım sadece. Yürüyorum. Umursamaz gecenin pervasız kollarına yapılan bir umutsuzluk yürüyüşü bu. Tünelin sonunda ışık yok. Bekleyen yok. Gülümseme yok. Yalnızca daha kötüye doğru yapılan, şartların getirdiği, yanılmasamların en üçlü uyuşturucu olduğu bir zaman diliminde yapılan yürüyüş. Sigaramın eşliğine hayranım doğrusu. Bana kimsenin vermediği tatmini veriyor. A4'ten güvenliğin "Bu çocuk napıyor lan bu saatte burda?" bakışları altında çıktım. Biraz yürüyüp durdum. Yüzüncü Yıl'a bakıyorum. Çoğu ışık sönmüş. Taş binalar gecenin duygusuz gardiyanları gibi beni gözetliyor. Yolun sert bir meyille inen aşağı inen sol tarafı ve ileride yükselen apartmanlar garip bir tezat hissi oluşturuyor bende. Yüz metre ötemde görevlilerin kulübesi, ben ve sessiz gece. Sanki hepimiz birşeyi bekliyorduk. Yalnız gecedeki o bir belirip bir kaybolan o garip enerji hissi... O davetkar karanlıklar, sanki uzaklarda kuytularda beliren tuhaf parıltılar... Yaşanamayan anların ve alınamayan tatların, boşa geçen yakıcı zamanın yansımaları göz kırpıyor bana, ilerisi görünmeyen sokaklardan. Peki ya o görevliler, gecenin üçünde uyuklayan o adamlar? Onlara da birşeyler anlatıyor muydu gece? Onlar da benim gibi, herşeyi bir anda değiştirecek sihirli olayı mı bekliyorlardı? Sıkıcı ve tekdüze yaşamlarından onlar da benim gibi bunalmamış mıydı? Dumanla yıkanan zihnim bir kez daha anlık da olsa acı verici gerçeklikten sıyrıldıktan sonra adım atacak gücü buldum kendimde. Kulübeyi; göbekli, orta yaşlı ve bıkkın hayatları geride bırakarak yürüdüm. Naz Gıda'ya doğru yaklaşırken birkaç ara sokağa göz atarak geçtim. Kimsesizlikten başka birşey fısıldamadılar bana. Işıkları kapanmış dükkanı gördüm. İnsanları uyuşturucu tatmine götüren maddeleri satan o dükkan... belki de en büyük kötülüğü onlar yapıyordu. Biraz ileride yol ikiye ayrılıyordu. Ana yoldaki lambalardan sıkılmaya başlamıştım. Daha belirsizin heyecanına atılmak varken sıradanlığa ne gerek vardı ki? Yan yola saptım. Adımlarımı hızlandırdım, sigaram da bitmek üzere zaten. Birden içgüdüsel olarak ceplerimi kontrol etme ihtiyacı duydum. Tahmin edileceği gibi yanımda kendimi savunabileceğim herhangi birşey yoktu. Bir çakım olsaydı keşke... Üşengeçliğimden bir türlü alamadım gitti. Her neyse. Birşey olacaksa olur artık. Çıplak elle dalarım ben de. Hah! Çok da deneyimlisin ya dövüşte... Öyleyse g.t e giren şemsiye açılmaz. Yürürken apartmanlara bakıyorum sürekli. Belki açık bir ışık görürüm. Olsa ne olacak ki? Büyük ihtimal erotik sitelerde takılan bir ergendir. Aklıma da direk bu gelir zaten. Deyyüs! Hava da soğudu mu ne? Üstümde kıytırık bir mont var kendine hayrı yok daha bir de beni ısıtacak. Olaya bak, hiç de açık ışık yok. Sigaram da bitti. Oha! O ne lan? İleride birisi var. Yarısı yanmayan loş ışıklardan dolayı biraz seçebiliyorum. Sanırım siyah giyinmiş.

32

33


Öykü

Öykü

Ve... O vücut hatları, dar bir pantolonla hafif belirginleşen kalça, uzun ve omzu geçen saçlar, evet bu bir kız! S..tir... Kalbim hızlandı anında. Güm güm diye kanı pompalıyor vücuduma vahşice. Salgılanan adrenalin her zamanki gibi cesaretimden çok bağırsaklarıma etki ediyor, hızla gelen dışkı adeta günlerdir süren kabızlığıma meydan okuyor. Ben ve vücudum, ilginç doğrusu. Kız adımlarını hızlı atıyor, öyleyse ben de hızlanmalıyım, güzel mantık! Hızlanıyorum, bir yandan ses yapmamaya da çalışıyorum, şimdilik beni farketmesin. Bu saatte bu kız ne yapıyor olabilir? Neden? Acaba içmekten mi geliyor? Kızılaydan falan? Ya da ailesiyle kavga etti ve sinirden dışarı çıktı... Aile mi? Kesinlikle sevgilisiyle bir olaylar oldu, mutlaka öyledir. Biraz yaklaşınca hıçkırık seslerini duyuyorum. Ağlıyor, kesin sevgilisyle kavga etti. Belki çocuk buna tokat attı, aldattı ya da başka bir hayvanlık etti. İnsanlar birbiryle dalaşmak için ne kadar da can atıyor... Sessizce yürüdüğüm için beni hala farketmedi, ama yaklaştım her an arkasını dönebilir. Kız ağlıyor, bu gerçeği bir kez daha hatırlattım kendime. Peki ağlıyorsa ne olacaktı? 'Bu senin için bir fırsat, ona usulca yaklaşıp derdini sorarsın. Zaten zayıf bir halde, büyük ihtimal sana açılacaktır. Yavaş yavaş teselli edip, gönlünü yapacaksın. Kanına tesir edeceksin, eğer becerebilirsen, yeterince iyi yapabilirsen, sana açılmaktan daha fazlasını yapabilir.' Hayır, ben bunu yapa-'bilirsin! Yapmalısın, macera istemiyor muydun? Al sana, bundan iyisi mi olur.' Hayır, hani ahlak kuralları, din, namus, zinaya yaklaşmamak? Onları hatırla. Başın derde girebilir, yapma. Peki ya yapmadım diyelim, sonra ne olacak? Boş boş yurduma geri döneceğim, duşumu alıp dana gibi uyuyacağım, yarın da bomboş ve uzun bir cumartesi geçireceğim, ama şimdi bu kızı etkilersem kimbilir neler olur. 'İşte böyle, biraz cesur ol, her gün aynı şeyler nereye kadar, biraz eğlenmene bak.' Ya kız aslında temiz biriyse, yalnızca ilgi ve sevgiye ihtiyacı varsa benim ona böyle yaklaşmam adilik değil de nedir? 'O öyle biriyse zaten sana yanaşmaz, hem bu saatte sokakta tek başına gezmeseymiş.Ona bazı şeyleri anlatmanın zamanı gelmedi mi sence de?' Hayır hayır olmaz! Ya öldükten sonra Tanrı'ya ne hesap veririm? Fısıltı bu sefer susmuştu. Aklıma gecenin neler getirebileceğine dair kışkırtıcı düşünceler istemsizce doluşmaya başladı. Tenin tene değerkenki titreşimleri, nefes nefese kalmış bedenler, sıcak bir yatağın aydınlattığı kararmış amaçlar, şarap kırmızısı dudaklardan çıkan, gecenin peçesini aralayan inlemeler... Kalbim olasılıkların getirdiği şehvet vaatleriyle deli gibi atıyor. Kendimi kontrol edemiyorum. Hayır, abartıyorum, sadece- bana döndü! Şaşkınca gözlerini açtı ve yavaşladı. Kızın suratı gayet hoş. Kumral saçlı ve keskin yüz hatlarına sahip. Gözyaşlarının akarken çizdiği yol loş ışıkta görülüyor. Vücudu dal gibi incecik. Artık kendimi sorgulamak için çok geç. Yavaş adımlarla yaklaştım ve birkaç adım saygı mesafesi bırakarak durdum. Olanca kibarlık ve iyi niyetimle söze girdim. "İyi misin?" "İyiyim ben, sağol." Kız ürkmüştü, admılarını hızlandırp benden uzaklaşmaya başladı. Ben hızlı birkaç adımla yanına vardım. Korkmuş bir şekilde bana baktı. O birşeyler söyleyemeden ben atıldım. "Merak etme, kötü bir niyetim yok, sadece bana iyi değilsin gibi geldi. İstersen sana gieceğin yere kadar eşlik edeyim. Bu saate böyle dolaşman tehlikeli." Sanırım sahtekarlık diye buna denir. "Hayır istemiyorum, zaten yakın hemen şurası gittiğim yer." Eliyle sokağın sonuna doğru bir apartmanı işaret etti. Pek de yakın sayılmazdı. "Ben rahat edemeyeceğim, seninle geliyorum ne olur ne olmaz, evine geldiğimiz an seni bırakırım rahat ol." dedim ve yürümeye başladım. Onun hala orada durduğunu görünce döndüm "E hadisene!" dedim. "Bak cidden ben başımın çaresine bakabilirim gerek yok ama sen bilirsin" diyip yürümeye başladı yanımda. Şimdi derdini öğrenme zamanıydı. "Derdin nedir? Niye ağlıyorsun? Bana anlatabilirsin." Cevap vermedi, sanki bıkkınmış gibi iç çekip

yürümeye devam eti. Güzel bir giriş yaptığımı düşünmüştüm aslında, ona anlatması için açık kapı bırakmıştım, demek ki istediği böyle birşey değilmiş. Neyse en azından eşlik etmeme birşey demedi, hiç yoktan iyidir. 'Sen öyle san, ne istediğini biliyorsun, sana daha fazlası gerek.' Bir dakika geçti. "Sevgilimle kavga ettim. Bana tokat attı. Bana tokat attı ya düşünebiliyor musun! Bana babam bile hiç vurmamıştı şimdiye kadar." 'Açılmaya başladı,önce onun istediği genellemeyi yap.' Söylemem gereken zihnimde belirdi. "Şimdi sebebini bilmiyorum ama ne olursa olsun bir kıza el kalkmaz. Adam gibi konuşsun öyle çözsün meseleyi." "Hayvanmış işte bilemedim, nasıl vurur bana ya, şerefsiz. Hayvan konuşabilir mi hiç, konuşmaz tabi." Kız tekrar hıçkırmaya başladı. "Neyse geçti artık tanımış oldun onu en azından, daha kötü birşey de yapabilirdi sana. Millet öküz olmuş, delikanlı adam kıza el mi kaldırırmış!" "Hata bende, kandım sözlerine kaptırıverdim kendimi,erkek milleti değil mi? Hepsi domuz işte. Sen üstüne alınma." Ben havalı bir şekilde gülümsemeye çalıştım. "Sorun değil, seni anlıyorum. İnsanlara dikkat et bundan sonra, senin gibi temiz kalpli birine vurabilecek biriyle de takılma." Kaşlarını şaşırmışça çatıp baktı. "Beni tanımıyorsun, olayı bile bilmeden iyi biri olduğumu nereden bildin?" Bunu soracağını düşünerek söylemiştim. Şimdiki söyleyeceğime vereceği tepki çok önemli, risk alma zamanı geldi. "Çünkü dışarıdan bakınca herşeyinle masum ve iyi niyetli görünüyorsun, zaten senin gibi bir güzellikten de kötü birşey beklenemez. Böyle bir yüzü öpmek varken tokat atmak tam bir aptallık. Şimdi o hayvanın yerine ben olup sana sarılmayı çok isterdim." Göğsümdeki güm güm atmalar ve bağırsaklarımdaki sancı işimizi yeterince zorlaştırırken karşımda bana bön bön bakan bir çift göz de çok yardımcı olmamıştı. Uzun süre sessizlik oldu. Bakışlarından kızın ne düşündüğünü tam anlayamasam da çok da olumlu olmadığı belliydi. İsmini bile bilmediğim birine beş dakika içinde asılmıştım. Olumlu düşünmemesi normaldi. Sanırım bu sefer de ben tokat yiyeceğim. Kız tam anlamıyla afallamıştı. "Sen, yani nasıl, ben... Ne desem ki..." Tokat gelmemişti, sapık diye bağırıp kaçan da yoktu, yoksa bu iyiye işaret mi? Kafamı çevirip başka yönlere bakmaya başladım ve sözlerim önemli değilmişçesine bir hava takındım. "Her neyse, seni rahatsız etmek istememiştim. Sadece senin gibi birine böyle yapılması beni sinirlendirdi ve seni çok güzel bulduğumu da söylemek istedim. Yoksa içimde kalacaktı, biliyorum çok saçma ve çocukça olabilir ama bu böyle, bunu bilmeni isterim." Son hamlemi de yapmıştım. Gerisi ona bağlıydı. Gerçi ne umuyordum ki? Sevgilisiyle yeni kavga etmiş mutsuz bir kız ne idüğü belirsiz bir yabancıya mı tutulacaktı? 'Elbette öyle olacak, ya ne sandın, avlanma böyle olur.' Hiç sanmıyorum, bu kız gerçekten temiz birine benziyor. Kızın yüzünden zihnindeki kargaşa okunabiliyordu. "Bak ben, bugün çok yoruldum,kötü bir gün geçirdim,artık evime dönmem lazım-" O konuşurken sesinde bir değişiklik vardı. O ton, sanki kızgınlık değildi, az da olsa bir hoşlanma mıydı? Belki bir ego tatmini de olabilirdi ama ya onun zaten zayıf durumdaki savunmasında bir açık yakaladıysam? "-sana yardımın için teşekkür ederim ve daha seni tanımıyorum bile, bir anda karşıma çıktın ve-" O anda içimde şimşek hızında çakan patlamayı unutamam. Ani bir güç, karşı konulamaz bir dürtü bütün irademi saniyenin onda birinde kuşatıp tüm kaslarımı uyarmıştı. 'Dudaklarına yapış!'

34

35


Öykü

Röportaj

Bir an sonra kendimi o kırmızı ve ıslak dudaklardan doyasıya tadarken buldum, şaşkınlık ve korku doluydu ilk başta. Öpüşmenin ilk saniyelerinde kaçacak ve bağırmaya başlayacak sandım. Titrek, ürken soluğuydu belki bunu bana düşündüren, belki o yaşların neminin hala kurumaması... Ama kaçmadı. Devam etti tüm gücüyle. Acısının tazeliği öpüşmesindeki hararete de yansımıştı, kederinin alevleri dudağında yanıp ruhumu tutuşturmaya yetiyordu. Tüm varlığımla ürpermişitm. Dizlerim kesiliyordu, bir an düşeceğim sandım. O öpücük neler neler haykırıyordu, acı,hayal kırıklığı, öfke, şaşkınlık, korku... En önemlisi de amansız yalnızlığın ölüm grisi boşluğu... Dertlerimiz farklıydı belki de, başka başka şeylere hüzünleniyorduk, ama acımızı dindirmek için aynı eylemde birleşmiştik, doyasıya öpüşmek. Yazık,ne o sahte sevgililerden sahte mutluluklardan başka birşey görmüş ne de ben yıllardır o birlikte sonsuza kadar mutlu yaşanacak insanı görmüştüm, ama o an aşkın uyuşturan sarhoşluğuna sığınıp korkunç gerçeklikten sıyrılmıştık. Hiçbir şeyi umursamadık. Aradığımız buydu belki de. Yıllardır hissettiğimiz, sürekli o "birşeyler eksik!" diye bağıran o kahrolası ses susmuştu sonunda, belki bir dakikalığına da olsa . Yalnızlığın zincirlerini kalbimizden sökmüştük o altmış saniyede. Zihnime saldırmaya devam eden ve bana daha da ileri gitmemi söyleyen fısıltılaraysa artk yanıt vermiyordum, daha fazlasına yeltenmeyecektim, ben bunu istiyordum, şehvetle boyanmış ama duygusuz bir kurtuluş değildi istediğim, bu gece hissetiklerimdi istediğim, daha fazlasını yapmayacaktım. Buraya kadar o fısıltıların ilhamıyla gelmiştim belki ama bundan sonrası bana aitti. Artık onları dinlemeyecektim. *

*

*

Saat sabah dört buçuğa doğru yurt odamda yatarken elimdeki kağıt parçasına düzgünce yazılmış ismine ve altındaki telefon numarasına bakıyordum. Belki de yarından itibaren her şey daha farklı olacaktı. Öykü:Can ÇELİKEL

Röportaj

Filiz Özdem “Ejderler, Ecinniler, Gulyabaniler ve Cümle Yaratık” kitabı ile idefix'de tanıştım. Alışkanlığımdır her sabah gazete okur gibi kitap satış sitelerini dolaşır: Kim ne yazmış, diye bakarım. Şehir hayatı merkezi bir yere gidip kitapları ziyaret etmeme elvermeyebiliyor, yada yeni çıkan kitaplar reyonuna her kitap konmayabiliyor. Bu alışkanlığım şimdiki kütüphanemin oluşmasında çok yardımcı oldu. “Ejderler, Ecinniler, Gulyabaniler ve Cümle Yaratık” kitabı önce çocuk kitabı kategorisinde olduğu için günlerce döndüm döndüm baktım, sonrasında Kadıköy'de Penguen kitabevinde en arka rafta gördüm kitabı. Hemen elime aldım 'okuyabilirim' dedim kendi kendime. “Filiz Özdem, insanoğlunun binyıllardır anlatılagelen kahramanlık hikâyelerinin özünü oluşturan güçlü olma arzusunun temelinde var olan, insanın kadim duygularından “korku”nun izini sürerken, Kızılderili efsanelerinden İskandinav efsanelerine, Antik Yunan mitolojisinden Keloğlan masallarına kadar çokrenkli bir masal kültürünü okurla buluşturuyor. “ yazısı içindeki KORKU kelimesi zaten epey ilgimi çekmişti. Benim çocukluğumun korku yazarı Ömer Seyfettin’di. Onun Diyet’ini, Kaşağı’sını asla unutamam. Yeni nesil gençliğin ilgisini çekebilecek bir kitap “Ejderler, Ecinniler, Gulyabaniler ve Cümle Yaratık”. Ben de hazır kitabı da okumuşken yazarı Filiz Özdem’e ‘röportaj yapabilir miyiz’ diye sordum, o da sağolsun kabul etti. Filiz Özdem, yeni kitabınıızın adına baktığımızda “Ejderler, Ecinniler, Gulyabaniler ve Cümle Yaratık” (bundan sonrası için Ejderler olarak kısaltacağım). Kitap ismi de içeriği de fantastik. Fantastiğe ilginiz nasıl başladı? Aslında bu kitap, yeni nesil “fantastik” kitaplardan farklı. Çünkü bu, kastettiğiniz “fantastik” kitaplar gibi yeni üretilmiş bir kitap değil; dünya kültürünün binlerce yıllık sözlü anlatı geleneğinden gelen efsane

36

37


Röportaj

Röportaj

ve masallardan derleyip yeniden aktardığım hikâyeler yer alıyor Ejderler’de. Bu anlamıyla benim fantastik metinlere değil, edebiyata meraklı olduğumu söylemek yanlış olmaz. Benim “fantastik” sayılabilecek yazarım, metinlerinde derin bir felsefe bilgisi bulduğum ve çok iyi bir yazar olan Ursula K. Le Guin’dir. Ejderler’e dönecek olursam, hikâyelerin tümünü, efsaneleri de masal dili kullanarak “mişli geçmiş” kullandım. Bu masal dilini seviyorum. Kitabın ismini resimleriyle birleştirdiğimizde zihnimizde sanki bir “korku” kitabı canlanıyor. Oysa ki bu bir çocuk kitabı. Siz çocukluğunuzda bu tarz kitaplar okudunuz mu? Yoksa yeni neslin tutkusu mu korku kitapları okumak? Ben çocukluğumda korku kitapları okumadım. Hiç de sevmem. Efsanelerle ilgili iki kitabı hazırlarken ressam arkadaşım Aysu Koçak’tan resimlemesini rica ettim. O da beni kırmadı. Kitap oluşurken kafamda canlanan, arzu ettiğim karanlık, insanı biraz ürperten desenlerin onun elinde nasıl etkileyici biçimde can bulacağını tahmin ediyordum. Kafamda hep hayalî bir geçmiş fotoğrafı duruyordu. Kavurucu yaz günlerinde, taştan bir bağ evinde serin bir odaya çekilmiş, elindeki kitaba bakan bir kız çocuğu. Tabii bu çocuk benim. Sekiz-dokuz yaşlarındayım. Dedemin bana verdiği bir masal kitabını hem okuyorum hem de büyük bir merakla ve biraz da ürpermeyle, siyah-beyaz resimlerine bakıyorum. Kitabın ne olduğunu hatırlamıyorum bile. Sadece içimde duygusu kalmış. O kasvetli, gravür tadındaki desenlere bakarken hissettiğim tuhaf, tarif edilmez “korku”. Benim için Yeryüzünden Binbir Efsane ve Ejderler, öznel olarak geçmişime, çocukluğuma bir selam çakmak anlamına geliyor. Ama sadece bu kadar değil tabii. Korku, pedagojik olarak çocuğun bilmesi, tanıması gereken bir duygu aslında. Çünkü korku, çocuğun dünyayla sınırını çizen bir duygu. Mesela “kaybetme korkusunu” alabildiğine işleyen Andersen masalları ya da Kemalettin Tuğcu kitapları okuyarak büyüyen benim kuşağım mensuplarının hepsinin ruh hastası olması gerekirdi. Ama benim bildiğim herkes gayet normal. Ayrıca korku derken, korkutulmaktan, sindirilmekten söz etmiyorum tabii. Varoluşsal bir kavram olarak korkudan söz ediyorum. Ayrıca, Ejderler bir korku kitabı değil; insanın cesaretinin ve korkularının simgesi olan ejderleri, devleri, canavarları işleyen efsaneleri, masalları bir araya getirirken, editörüm Fahri Güllüoğlu’nun pek güzel söylediği gibi “insanın karanlık coğrafyasına açılan”, hikâyelerin sonlarına düştüğüm notlarla insanın korkularına açılan ve onları sorgulama konusunda adımlar atmaya çalışan bir kitap. Ejderler’in başında da söylediğim gibi, korkularımızı bilmek, kendimizi bilmek demek… Her nesil kendi ütopyalarını, beklentilerini, umutlarını ya da tam tersini ortaya koyan metinlere yönelir. Dileyelim ki, hiçbir neslin gençliği, hayal etmekten vazgeçmesin. Yazarlara ve yayınevlerine düşen de, yeni neslin dünya algısını, bilgisini kışkırtacak hem içeriği, konusunu ele alışı hem de baskısıyla nitelikli ürünler ortaya koymak.

38

Ben bu kitabı Yeryüzünden Binbir Efsane kitabınızla aynı formatta görüyorum. Yeryüzünden Binbir Efsane ile kesişen, örtüşen yerleri var mı? Bir seri diyebilir miyiz bu kitaplar için? Bir seri değil aslında. Mesela, şimdiye kadar beş kitabı yayımlanan“Kitap Kurtları İçin” serisinde ben hayvanları anlatıyor gibi görünüp aslında çocuklara kültür tarihi, doğa sevgisi, kitap sevgisi gibi binbir türlü şeyden söz ediyorum. Kaplumbağa derken sözü Kaplumbağa Terbiyecisi’ne, Osman Hamdi’ye, oradan olaylar, olgular, kişiler arasında bir bağlantı kurarak bir düşünce silsilesiyle arkeolojiye; ya da keçiyi anlatırken lafı keçiboynuzuna, keçiboynuzundan çekirdeğine, buradan “iki dirhem bir çekirdek” sözünün nerden geldiğine; ya da deve maddesinde devekuşundan söz edip deve yumurtasına, devekuşu yumurtasının örümcek gibi hayvanları bir mekândan uzak tuttuğuna, Mimar Sinan’a, onun yüzyıllar önce yaptığı anıtsal eserlere devekuşu yumurtası koyduğuna, vs getiriyorum. Yeryüzünden Binbir Efsane’de, Ejderler’de yaptığım da benzer bir şey sayılabilir. Yeryüzünden Binbir Efsane’de bahane edip aktardığım efsanelerin arasında kültürlerin kardeşliğine değiniyorum. Neredeyse bütün dünyadan, kültürlerden, dinlerden örnekler veriyorum. Bu arada kimi çocuklar, ortak bir coğrafyada yaşadığımız Yezidilerin, Süryanilerin adını belki ilk kez bu kitap aracılığıyla duyuyor. Ejderler ise, edebiyat ve folklor tarihinin önemli metinlerinde yaşayan, benim de çok sevdiğim hayalî hayvanların üstünden yeni ergenlerin dünyasında, insana, insan olma yolunda bizi bekleyenlere, öğretilmiş ya da kodlanmış kimi şeylerin dünyasında bir çentik açmaya çalışıyor. Onların dünyasında bir sorgulama alanını kışkırtmaya çalışıyor. Kitapta Japon Yuki Onna, Kuzey Amerika yerlileri Navajolar, Kar Adamı Yeti, Gemici Sindbad gibi çok değişik kültürlerin kahramanlarını-efsanelerini yazmışsınız. Ne kadar zaman aldı bu kahramanları bir araya getirmek? Eşzamanlı olarak hep birden fazla kitap üzerine çalıştığım için, araştırma okumalarım sırasında pek çok not alırım. O sırada bir sürü malzeme kendiliğinden birikmiş olur. İllüstratör Aysu Koçak’la nasıl çalıştınız? Resimleri tarif mi ettiniz yoksa okuduğu hikâyelerinizden kendi çıkarımları mı? Demin de söz ettiğim gibi Aysu Koçak benim çok eski arkadaşımdır. Aslında Aysu Koçak illüstratör değil, ressam. Sadece benim kitaplarım için bu desenleri yaptı. Yazar kitabı çatarken ne kadar özgürce çalışıyorsa, bence resimleyen de aynı özgürlükle çalışmalıdır. Sonuçta iki farklı disiplin bir araya geliyor, el ele tutuşuyor. Herkes elini gönlünce uzatmalı ki, ortaya çıkan da gönülden olsun. Edebiyat ve resim farklı yaratma alanları, matematikleri farklı. Hem yaratı müdahaleye gelen bir şey değildir. Söylediğim gibi, ben Aysu Koçak’a sadece çocukluğumda okuduğum o kitapla ilgili duygumu anlattım. Sonra o hikâyeleri okuyup ne istiyorsa onu yaptı.

39


Röportaj

Edebiyattan Sinemaya

Edebiyattan Sinemaya Uyarlamalar-8

Çocuklar için kitap yazmak nasıl bir duygu? Çocuklar için yazmak, benim edebiyatçı kimliğimin bir uzantısı. Yetişkinler için yazmaktan bir farkı yok benim için. Bu arada ben çocukların küçük insanlar olduğunu düşünmüyorum. Yani şimdi küçükler, sonra büyüyüp insan olacaklar gibi… Onların dünyası beni çok derinden etkiliyor. Daha bir yaşındayken bile çocuğun “persona”sı halinde, tavrında ışıyor. Tabii bir oluş halindeler. Bu oluşun bir durdurağı olduğunu kim iddia edebilir? Dediğim gibi, çocukların küçük insanlar olduğunu düşünmüyorum, ama yetişkinlerin büyük çocuklar olduğunu düşünüyorum. İyi ki de öyle, yoksa nasıl tahammül edebilirdik hayata?

Dokuz Kehanet-Celestine Prophecy

Yazarken çocuklara okutuyor ya da soruyor musunuz yazdığınız şeyleri? Hayır, okutmuyorum. Sadece daha küçük yaş grupları için yazdıklarımı, 2005 doğumlu yeğenim Simay’a okuyorum. Yeni neslin çocuklarının okuduğu kitaplarda vampir tutkusu, büyücülük hevesi, mutantlar, zombiler ve benzer oldukça geniş bir hayal gücü var. Sizin yeni neslin beğenileri ve alışkanlıklarına bir edebiyatçı olarak bakışınız nasıl? Ben bu konuda müdahaleci ya da tutucu değilim. Tabii bir edebiyatçı olarak, gençlerin de yetişkinler için istediğim gibi, nitelikli kitaplar okumasını isterim. Ben büyürken, okuma anlamında yönlendiren kimsem yoktu. On-on bir yaşımdayken bir yandan Yaşar Kemal, bir yandan Mario Simmel, bir yandan Tarkan, Kızılmaske, bir yandan da cep fotoromanlarına kadar önüme çıkan ne varsa her şeyi okuyordum. Ne yaman çelişki gibi değil mi? Sonuçta, okuduğum hiçbir şeyin zararını görmedim, bilakis her biri bana pek çok şey kattı. Tarkan’lardan Joyce’lara, Dostoyevski’lere uzanan yol, benim için çok renkliydi. Sizin sevdiğiniz masallar hangileri, masal kahramanlarınız kimler? Benim en sevdiğim ve kıskandığım, keşke ben yazsaydım dediğim, Michael Ende’nin Pimpirik ile Sümsük kitabındaki hikâyelerden biridir. Yıllar önce oğlum küçükken bir gece ona okuyordum, sonra onu unutup kendim okumaya başladım. Michael Ende müthiş bir yazar. Sonra, Angela Carter’ın bildik masalları yetişkinler için yeniden yazdığı Kanlı Oda çok etkileyici bir kitaptır. Peki, sırada hangi kitaplarınız var? 2013’te çocuk edebiyatı dalında, çeşitli yaş gruplarına hitap eden kitaplarım var. Kitap Kurtları İçin serisinin altıncısı: Kedinin Kanadı Olsa çıkacak. Ayrıca, Zürafa Fazi, Gökkuşağının Altından Geçen Kedi gibi kitaplar var. Bir de yeni yılın başında, yetişkinler için bir romanım yayımlanacak: Rüya Bekleyen Adam. Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz Ben teşekkür ederim. Sçyleşi:Ahmet YÜKSEL

40

Zihninizle değil, ruhunuzla bakın Dünyaya açılmak için bekleyen Ve bizden önce zaten gelmiş olan hayata bakın Daha yakından bakın ve görecek gözleri bulun… Celestine Prophecy Filminden. Bu ay, tüm dünyada çok satmış Celestine Prophecy, bizde çevrilmiş ve yayınlanmış ismiyle “Dokuz Kehanet” isimli romandan ve bunun aynı isimli film uyarlamasından bahsedip, “kehanet” olgusuna da göz atacağız. DOKUZ KEHANET (CELESTINE PROPHECY) ROMANI ve KONUSU: Romanın ismi, Peru’da _sözde_ Celestine Harabeleri’nde arkeolojik olarak bulunan el yazmalarındaki bilgilere atıfla “Celestine Kehaneti” şeklinde konmuştur. Ülkemizde ise bu isim, romanda bahsedilen “9

41


Edebiyattan

Edebiyattan

Sinemaya

Sinemaya

Anlayış”, ya da “9 Bilgi”den yola çıkılarak “9 Kehanet” olarak konulmuştur. Gerçekte böyle bir yer yoktur ve böyle kehanetler de bir yerlerde bulunmamıştır. Bazı internet sitelerinin bunları gerçekmiş gibi yazdığını biraz şaşırarak da olsa gördüğüm için bunu belirtmek istedim. Roman, 1993 yılında James Redfield tarafından yazılmış ve çok kısa sürede kendi baskısı olarak yaklaşık 100.000 adetlik bir başarıya ulaştıktan sonra, 1994 yılından itibaren Warner Books tarafından yayın hakları satın alınmıştır. Kitap, New York Times Çok Satanlar Listesi’nde üç yıl devamlı olarak kalmış ve şu ana kadar tüm dünyada 40’ı aşkın ülkede, 23 milyonu aşan bir satış grafiğine ulaşmıştır. Romanın konusuna gelince, kahramanımız (filmdeki ismiyle John), yıllar önceki arkadaşı Charlene ile buluşur. Arkadaşı kendisine, arkeolojik bir kazıda Peru’da bir harabede Aramik diliyle yazılmış olarak bulunan bazı el yazmalarından bahseder. Bu el yazmalarının dokuz öğretiyi kapsadığını fakat bunları elde etmenin pek de kolay olmadığını belirtir ve kendisinin Peru’ya gitmesini tavsiye eder. Bu çağrıya uyan John, uçakla Peru’ya gitmeye karar verir. Gerek uçakta, gerekse Peru’ya gittikten sonra uygun eşzamanlılıklarla ve durumlarla bu yolculuğunda karşısına çıkması gereken _ yardımcı olan ya da engelleyici konumda olan_ kimseler karşısına çıkmaya başlar. Örneğin spiritüel konulara ve el yazmaları ile ilgili bilgilere hâkim olsan Will ile tanışacak, yine kendisi gibi el yazmalarını araştıran Marjorie isimli genç bayanla da bu arayışı birlikte sürdürecektir. John, bu arayışını gerçekleştirirken sadece el yazmalarını değil, kendisini ve yaşamı daha iyi tanıma ve keşfetme yolculuğuna da çıkmış olacaktır. Her bir öğretiye ulaştıktan sonra diğer öğretinin kapsamına da ulaşmak için çaba göstereceklerdir. Esas amaç, kimsenin bilmediği ve tüm öğretileri kapsayan dokuzuncu öğretiyi bulup öğrenmek olacaktır. Üstelik bu sonuncusu, yazılı da değildir. Fakat, Peru hükümeti ile birlikte kilise, askeri güçleri de kullanarak bu araştırmacıları saf dışı etmek ve el yazmalarını imha etmek için ellerinden gelen her şeyi yapacaklardır… Romanla ilgili benim dikkatimi çeken bir husus da, her bir öğretiye ilerlenirken romanın içinde daha önce bahsedilen geçmiş öğretilerin sık sık hatırlatılması oluyor. Yazar, adeta bunları bize öğretmeye azmetmiş gözüküyor ve bu didaktik tavrı biraz göze çarpıyor. Ayrıca, romandaki “iyiler”in her zaman doğruları fark eden, algıları neredeyse daima açık, neredeyse tümünün insanlardaki enerji alanlarını gözle görebilen kimseler olmaları da romandaki gerçeklik duygusunu biraz zedelemekte. Fakat, bunlara karşın Yeni Çağ öğretileri ve bilgileri, yeterli tekrar yapıldığı için özümsenmiş oluyor. Ayrıca, bu bilgiler macera ve kovalamacıların içerisine başarılı bir şekilde enjekte edildiği için roman kolay ve akıcı bir şekilde okunabiliyor. Elbette romanda macera, bir fon teşkil etmekte; buna eşlik eden “bilgiler” merak uyandırmaktadır. Bu bilgilere uzak olanlar için roman, safsata türü gözükebilecek iken; az çok “insan enerjisi, aura, chi, insanın evrimleşmesi (tekamül)” gibi kavramlara alışık olanlar için oldukça cazip bir roman olabilecektir. DOKUZ KEHANET KİTABINDAN BAZI AFORİZMALAR: Çoğu insan, yaşamı boyunca başka insanların enerjisini sahiplenmenin peşinde koşar. Sevmek için kendini zorlamayacaksın, sevginin içine girmesine izin vereceksin. Annenin yaşantısında değiştirmek istediğin hususlar, gerçekte kendi yaşamında değiştirmek istediğin hususlardır. Hepimiz hayatımızın belli dönüm noktalarını dikkatle inceleyip, bunları evrimimizin ışığında sorgulamalıyız. Geçmişi berraklaştırmak, bireysel yollarla çocukluğumuzda öğrendiklerimizi kontrol etmekle başlar. Bu alışkanlığımızdan bir kez kurtulduk mu, kendimizi daha yüksek seviyedeki evrimsel kimliğimizde buluruz.

42

Sevgi duyamazsan kendine zarar verirsin, sevgi sayesinde titreşimlerini yüksekte tutarsın ve sağlıklı olursun. İnsanlar, aralarındaki şiddetli rekabet dolayısıyla birbirlerini yaşlandırıyorlar. Eğer insanlar birbirlerine hükmetmeye son verip birbirlerinin içindeki iyilikleri dışarıya çıkarmaya gayret ederlerse, günün birinde bütün insanlık bu davranışa sahip çıkacaktır. ROMANDA KONU EDİLEN ÖĞRETİLER: Romanda 9 farklı öğretiden söz ediliyor ve roman okundukça bunlar aşama aşama öğreniliyor. Romanı okuyacaklar için sürprizleri bozmamak ve romanın da hakkını vermek için biz sadece 3 öğretiden özet olarak bahsedelim: 1’NCİ ÖĞRETİ: Değişim, ilk öğretiyle başlıyor. Bu öğretiye, insanın mevcut durumuyla ilgili genelde bir hoşnutsuzluk, huzursuzluk duygusu eşlik ediyor. Çünkü hepimiz hayatımızda daha fazla doyum arıyoruz ve aradığımız doyuma ulaşamamaya tahammül edemiyoruz. Bu durumumuzu kavradıktan ve kabullendikten sonra “anlayış” kendini belli etmeye başlıyor. Şans veya tesadüf dediğimiz şeyler hayatımıza daha fazla girmeye başlıyor. Fakat, bunlar basit tesadüfler değil, anlasak da anlamasak da hepsi bir anlam taşıyan anlamlı eşzamanlılıklar veya karşılaşmalar bunlar. Böylelikle bireyin yaşantısını değiştiren gizemli veya normal olayları ve verilmek istenen mesajları algılamaya başlaması, en azından başka bir oluşumun harekete geçtiğini hissetmesi, ilk öğretinin anlaşıldığını gösteriyor. 2’NCİ ÖĞRETİ: Hâlihazır dünyadaki anlayışımız yeterli değil. Yeni bir anlayışın inşasına ihtiyaç var ve üstelik tüm dünyada buna ihtiyaç var. Bu gezegendeki yaşamın arkasında ne var? Biz gerçekten ne için bu hayattayız? Şimdi başka bir uyanışa geçmek üzereyiz. 3’NCÜ ÖĞRETİ: Buna inanan bilim insanları fazla olmasa da, artık bu evrende sonsuz bir enerji sistemi olduğuna inanmalıyız. Bu görünmez güç (enerji) insanda da mevcut. İlahi olan bu enerji, ormanlarda, eski doğal çevrelerde ve doğal güzelliklerde daha yoğun olarak hissedilebilir. Bizler de kendi doğal enerjimizi yükseltmek ve yüksek tutmak için ayrıca titreşimi yüksek olan doğal gıdalar ile beslenmeli, bu yediklerimizi gerçekten fark ederek, tadını özümseyerek yemeliyiz. Evren, tümüyle enerjiden oluşmaktadır ve kendi enerjimizle bitkilerin iyi yetiştirilişinden başka şeyleri de etkimiz altına alarak daha iyi yaşayabiliriz… YAZAR JAMES REDFİELD KİMDİR? Yazar James Redfield, 19 Mart 1950 yılında Birmingham, Alabama’da (A.B.D’de) doğmuştur. Yazar, 15 yıl kadar süreyle psikoterapist olarak çalışmış ve “Ergen Psikolojisi” konusunda çalışmaları olmuştur. Elbette bu alandaki çalışmaları ve deneyimleri, kitabı yazmasında oldukça yardımcı olmuştur. Bunun yanı sıra Taoizm ve Zen gibi Doğu Filozofisi konuları ile birlikte, genç yaşlarından itibaren Gelecek Bilimi, Ekoloji, Tarih ve Mistizm gibi konularla da ilgisini sürdürmüş, 1989 yılında terapistlikten ayrılarak kendini yazmaya adamıştır. Yayınladığı İlk kitabı olan “Celestine Prophecy” romanında Yeni Çağ Felsefesi’ne dair konuları modern psikoloji ile başarılı bir şekilde harmanlamış ve klişe haline getirdiği temel “Anlayış” ya da “Kavrayış”lari kitabında “9 Insights_9 Anlayış” olarak okurlara başarıyla sunmuştur. Diğer bir anlamda da Doğu’nun Felsefesi ile Batı’nın Bilimi’ni aynı kapta buluşturma becerisini göstermiştir. Halen 62 yaşında olan yazar, bu ilk romanını 43 yaşındayken yazmıştır.

43


Edebiyattan

Edebiyattan

Sinemaya

Sinemaya

JAMES REDFIELD Yazarın bazı kitapları ülkemizde Altın Kitaplar etiketi altında yayınlanmaktadır. En çok baskı yapan ve yapmaya devam eden “Dokuz Kehanet” kitabından başka “Onuncu Kehanet (1997)”, “Kehanetlerin Gizemi (2000)(The Secret Of Shambala), “İleriyi Görmek Geleceği Yaşamak” (2003)(The Celestine Vision) isimli kitapları da bulunmaktadır. Yazarın Türkçeye çevrilmemiş “Twelfth Insight (2011)”, “The Purpose Of Your Life (1999)” gibi başka kitapları da bulunmaktadır. Eşi Salle Merrill Redfield’ın da Türkçe’ye çevrilmemiş “The Joy Of Meditating”, “ Creating A Life Of Joy” gibi çok satan kitapları ve meditasyon kasetleri bulunmaktadır. BAŞARISIZ BİR UYARLAMA FİLMİ: THE CELESTINE PROPHECY Kitabın olağanüstü satış başarısından sonra, 2004 yılında yazar James Redfield ve eşi romanı filmleştirme projesine başlamışlar ve yönetmen Armand Mostrianni ile anlaşmışlar ve film, 2006 yılında tamamlanarak vizyona girmiştir. Oyuncu kadrosu olarak, Matthew Settle, Thomas Kretschmann, Sarah Wayne Callies, Annabeth Gish ve Hector Elizondo gibi pek tanınmamış oyuncular tercih edilmiştir.

Filmden, Celestine Harabesi Görüntüsü

Film kitaba oldukça sadık kalınarak çekilmiştir. Filmdeki olaylar ve hatta kişiler, neredeyse romandaki ile aynı benzerlikte yer almışlar, sadece romanda geçen bazı olaylar filmin uzunluğuna ayarlanması için sadeleştirilerek çıkarılmıştır. Elbette bu durumun esas nedeni, yazar James Redfield’ın film senaryosuna da katkısının olması ve eşi Salle Redfield ile birlikte yapımcı kadrosunda mali güçleri ile birlikte yer almaları, böyle bir “benzerlik tercihi”nde etken olmuştur. Fakat, sonuç romanda görüldüğü ve filmde de umulduğu kadar parlak olmamıştır. Filmin IMDB Notu: 4.8 gibi oldukça düşük bir not seviyesindedir. Başarısız bir uyarlama film olmasıyla ilgili çok şey söylenebilir elbette. Örneğin, romanda anlatılan “öğretiler” ya da “anlayışlar” filmde gerektiği gibi ve yeteri kadar izleyiciye sunulamamıştır. “9 farklı öğreti”nin gerektiği gibi izleyiciye sunulması için, 96 dakikalık filmin süresi az gelmiş ve bir anlamda bu “anlayışlar” adeta senaryo içinde koşturularak filmde verilmiştir. Bu nedenle belki mini bir dizi film ile ve daha güzel bir senaryo ile daha başarılı bir uyarlama sağlanabilirdi diye düşünüyorum. Ayrıca oyuncu seçiminin de pek başarılı olduğunu söyleyemeyiz. “Spiritüel bir film olmasına rağmen, maalesef oyuncuların bazıları” bu ruhtan uzak bir performans sağlamışlardır. Sonuçta, kitabı okusun-okumasın, filmi izleyen çok sayıda kişiyi hayal kırıklığına uğratan bir film olmuştur. Bu film Türkiye’de, Türkçe dublaj ya da altyazı seçenekli DVD olarak satışa sunulmamıştır. Ancak istenirse film, internetten Türkçe altyazısı da bulunarak seyredilebilir.

44

KEHANET OLGUSU VE 21 ARALIK 2012 FENOMENİ: Kehanet, kelime anlamı olarak duyular dışı sezgi yoluyla, doğrudan doğruya geleceğin fark edilmesi veya bilinmesi olarak tanımlanabilir. Kehanet olgusuna ve arayışına en ilkel kabile kültürlerinden en gelişmiş diyebileceğimiz uygarlıklara; tarihin en eski zamanlarından günümüze kadar her toplumda ve her zaman rastlamamız mümkündür. Çünkü, insandaki temel bir arayış olan geleceği bilme güdüsü ile geleceğin belirsizliğine dair cevap/cevaplar bilinebilmekte veya bilindiği iddia edilmektedir. Kehanet deyince akla gelen ilk isimlerden biri, 16’ncı yüzyılda yaşayan Nostradamus olmaktadır. Yazdığı şifreli ve mecazi dizelerle yüzyıllar sonrasına ait olaylarla ilgili isabetli kehanetleri ile ün kazanmıştır. Öyle ki, birçok dizesi, ancak olaylar gerçekleştikten sonra anlaşılabilmiştir. 19 ve 20’nci yüzyılın en ünlü kâhinleri arasında Amerikalı Edgar Cayce de bulunuyordu. Kendisi, küçükken geçirdiği bir kaza sonucunda komaya girmiş, bu komada iken ve koma sonrasında medyumik ve psişik özellikte konuşmaları başlamıştı. Transta bulunduğu sırada isabetli tanılar, teşhisler, kehanetlerde bulunan Cayce, kendi ölüm gününü ve saatini de bilmişti. Bunların benzeri olarak, tarihte sayısız kehanet ile kâhin/kâhine sayılabilir. Fakat, tüm bahsedilen ve iddia edilen kehanetler de elbette her zaman gerçekleşmemiştir. Özellikle de, 20’nci yüzyılın sonlarına doğru olan yıllar ve halen bulunduğumuz 21’nci yüzyıl için… Günümüzde ise, hatta şu zamanlarda bahsi en çok geçen konu da, 21 Aralık 2012 tarihi ile ilgili yapılan kehanetler ya da tahminlerdir. Bazı kimseler tarafından, bu tarihin, dünyanın sonu olduğuna ilişkin korku dolu açıklamalar da bulunmaktadır. Hatta Hollywood da geçtiğimiz yıllarda bu tarihle ilgili Knowing (Kehanet), 2012 filmleri gibi bazı felaket filmleri hazırlayıp dünyaya pazarlamıştı. Bilimsel olarak bu tarihte “bir şeyler” olacağına dair bir veri bulunmamaktadır. Dünyanın manyetik kutbunun değişmesi ya da dünyanın foton kuşağına girip birkaç günlük karanlıkta kalması ya da elektriklerin tamamen kesilmesi gibi

45


Edebiyattan

Edebiyattan

Sinemaya

Sinemaya

tahminlerde de bulunulmuştur. Bilim insanları bu iddiaları da yalanlamakta ve gerekçe olarak da verilerin yetersizliğini göstermektedirler. Geçtiğimiz günlerde NASA’dan bazı bilim adamları bu tartışmaya katılarak ellerinde böyle bir veri olmadığını ve dünyanın sonu gibi görüşlere katılmadıklarını açıklamışlardı. Bize göre de dünyanın sonu gibi belki çok eski zamanlar için doğru, fakat günümüz için yeniden yorumlanması gereken “geçiş dönemi” için eski uygarlıklar neler demiş, çok kısa olarak göz atalım: Aztekler, şu anki Güneş’in beşinci güneş olduğunu ve dünyanın da beşinci devre içinde bulunduğunu, 26.000 yıllık bir dönemin bittiğine işaret ediyorlar. İnkalar, 2013’den önce bir göktaşının Dünya’nın arınma sürecini başlatacağına inanıyorlar. Birçok Kızılderili bilge, dünya için beşinci çağın 2012 yılında başlayacağı konusunda hemfikirdir. Hopi Kızılderilileri, 2012 yılında bir çağın kapanacağını iddia eder. Onlara göre, 25 yıl sürecek bir arınma döneminden sonra “Ortaya Çıkış” adını verdikleri yeni bir dönem başlayacaktır. Büyük Arınma döneminde, kötüler ve iyiler ayıklanacak, kötülüklerle uğraşan insanlar yok olup gidecekler. Çerokilerin de 2012 yılında biten bir takvimleri bulunuyor. Bundan önceki dönemlerin ise, felaketlerle sonlandığına, bu nedenle içinde bulunduğumuz dönemin de bu şekilde sonlanacağına inanıyorlar. Seneka Kızılderilileri, 2012’den önce 25 yıllık bir arınma döneminin geçirileceğine inanıyorlar. Maori gelenekleri, 2012’de insanlardaki yanılsama örtüsünün kalkacağını ve fiziksel ile ruhsal düzlemlerin birleşeceğine inanmaktadırlar. Afrikalı Şamanlar da 2012’den bahsediyor. Örneğin Zulular, 2012’de felaket olacağına inanıyor. Mısır mitlerine göre 2012’nin sonu, gezegensel bilinçte meydana gelecek bir değişimin müjdecisi olacaktır. Tibet ve Yahudi Takvimleri, 2012’yi uzun bir dönemin sonu olarak gösteriyor. Vedalar, yani Kutsal Hint Metinlerinde ışığa doğru yükseliş 2012 yılında başlıyor. Brahma’nın Nefes Verişi’nin 26.000 yıl sürdüğü kabul edilir. Nefes verişin sonunda, cennet kapılarının açıldığı kozmik bir an gelir. İşte bu sessiz anda, insanoğlu için dönüşümsel bir sıçrayış da dahil birçok mucizevi olay gerçekleşebilir. Ülker Yıldız Kümesi (Pleiades) Takvimi, 21 Aralık 2012’de sonlanır. Mayalar, 21 Aralık 2012’de Dünya’ya gelecek olan enerjinin kişilerde ve gezegende var olan kundalini enerjisinin faaliyete geçeceğine inanarak bu güne “Yaradılış Günü” adını vermişlerdir. (Yukarıdaki uygarlıklar ile ilgili metin, Diana Cooper’ın “Meleklerden Mesajlar” Maya Kitap 2011 kitabından alınmıştır) Görüldüğü gibi özellikle Mayalar, çok belirgin olarak 21 Aralık 2012 tarihini vermişler, diğer bazı uygarlıklar da 2012 yılını belirterek veya belirtmeden “Büyük Geçiş”, “Arınma Dönemi Başlangıcı” gibi sıfatlarla belirttikleri bu zamanı tanımlamışlardır. Kehanetleri ve takvimleri bir tarafa koysak bile, 21 Aralık 2012 tarihi, astrolojik olarak da önemlidir. Öner Döşer’in Büyük Uyanış kitabında belirttiği üzere, Dünya, Güneş ve Samanyolu Galaksisi’nin merkezi aynı hizaya girecek; ayrıca Neptün, Plüton ve Uranüs birbirleriyle etkileşime girecek şekilde dizilecekler. Neptün, yüksek ruhaniliği, Plüton, dönüşümü ve Uranüs ise değişimi simgeliyor. Tüm bunların Dünya’ya yüksek bir enerji olarak yansıyacağı belirtiliyor. Bu tarihten itibaren de Dünya, bulunduğu boyuttan kimilerine göre dördüncü boyuta, kimilerine göre de beşinci boyuta frekans olarak yükselişini gerçekleştirecektir. Bu frekans yükselmesinin Dünya’da fiziksel herhangi bir yansımasının olup olmayacağı, eğer olursa nasıl olacağı belki de sorulması gereken esas sorudur. Bilimin de günümüzde kabul ettiği bir gerçek şudur: Tüm evren enerjidir. Evrende frekansı

46

en yüksek enerji ise, sevgi enerjisidir. Öner Döşer, kitabında 2012 stresinden kurtulmanın ilacının sevgi enerjisine bağlanmak olduğunu; bu nedenle tahammülü, hoşgörüyü artırmamız gerektiğini, ardından da kişisel egoyu aşmanın gerekliliğinden bahsetmekte ve bu şekilde dünyanın artan frekansına ancak uyum sağlayabileceğimizi büyük tarihi kişilik ve düşünürlerden verdiği alıntılarla belirtmektedir. Sonuç olarak, 21 Aralık 2012 tarihi, dünya için bir bitiş değil, yeni bir dönemin başlangıcı olarak kabul edilmelidir. Birçok eski uygarlıkların kehanetlerinde, eski takvimlerde ve astrolojik haritalarda da bu “değişim-geçiş” hattı zaten gözükmektedir. Dolayısıyla bu tarihi tamamıyla görmezden gelmek veya gelmemek, kişilerin kendilerine kalmış bir durumdur. Büyük felaketler haricinde, bizleri nelerin beklediğini kesin olarak bilemesek de, kadim uygarlıkların birçoğunun da benzer şekillerde belirttiği gibi, daha arınmış bir dünyaya bir adım daha yaklaştıracak ve “önemli potansiyeller taşıyan bir gün” şeklinde nitelendirmek sanırım yanlış olmaz. Bu potansiyellerin ve sonuçlarının neler olduğunu belki daha sonra, daha iyi değerlendirebiliriz, tüm dünya ile birlikte… SON SÖZ VE DİĞER BAZI SEÇENEKLER: Sonuç olarak, Dokuz Kehanet romanı, kişisel ve toplumsal gelişime/dönüşüme, ruhsal bir yolculuğa ve Yeni Çağ (New Age) felsefesine inanan, ilgi duyan ya da merak eden kişilere tavsiye edilecek, bazı kadim uygarlıkların “Altın Çağ” olarak da isimlendirdikleri ve ütopik sayılabilecek bir dünyanın müjdesini de veren başarılı bir kitaptır. Kitaptan uyarlanan filmi ise, seyredilmese de olur denebilecek türde, ancak kitabı okuyamayacaklar için, yeterli olmasa da “anlayışlar”a ilişkin bir fikir verebilecek tarzda vasat bir filmdir.

Eğer “Dokuz Kehanet” kitabını okuyup beğenirseniz, aynı yazarın bu ilk kitabının devam serisi olan ve Altın Kitaplar’dan çıkmış olan kitaplarını da alıp okuyabilirsiniz. Bunlar, “Onuncu Kehanet” ya da “Kehanetlerin Gizemi” isimli kitaplar olabilir. Romandan daha farklı olarak, eğer kehanetler ile ilgili, tarihte gerçekleşmiş ve gerçekleşmesi beklenen kehanetleri de kapsayan daha geniş kapsamlı bir kitap isterseniz, Ege Meta Yayınlarından çıkmış olan “Kehanetler ve Kâhinler“ isimli kitap, uygun bir seçenek olabilir. Ya da 21 Aralık 2012 tarihinde takvimleri biten Maya uygarlığının kehanetlerini okumak isterseniz Sınır Ötesi Yayınları’ndan çıkmış olan “Maya Kehanetleri” isimli kitabı alabilirsiniz. Bu kitaplardan biraz daha farklı olarak dünyanın yakın bir zamanda tümüyle bir foton kuşağına gireceğine ilişkin iddiadaki bir kitap olan ve Siriuslular ile kurulan bağlantı sonucu yazıldığı belirtilen Akaşa Yayınları’ndan çıkmış olan “Galaktik İnsan” isimli kitap da başka bir seçenek olabilir.

47


Kitaplık

Edebiyattan Sinemaya

21 Aralık fenomeniyle ilgili son bilgileri ve tartışmaları öğrenmek isterseniz, Türkiye’de astrolojinin önemli isimlerinden Öner Döşer’in 2010 yılında yayınlanan “Büyük Uyanış 2012: Öncesi ve Sonrası” kitabını alabilir, hatta kendisiyle birlikte, Sirius Ufo Uzay Bilimleri Başkanı Haktan Akdoğan’ın birlikte konuşmacı olarak katılacakları, 15 ve 16 Aralık 2012 tarihlerinde aynı konuşma program içeriği ile sunulacak olan İstanbul Taksim Martı Otel’deki “2012 ve Ötesi” isimli toplantıya da _yer kaldıysa_ katılabilirsiniz. Biraz da filmlerden söz edersek, “What The Bleep Do We Know? (Ne Biliyoruz ki?)” isimli yarı belgesel de, mevcut yaşantımızda durumumuza daha farklı olarak spiritüel ve kuantum dünyasından bakmayı sağlayarak, bilim ile spiritüalitenin başarılı bir sentezini oluşturuyor. Başarı kazanan bu filmden sonra, seriyi takip eden yine kuantum dünyasına kendi hayatımız açısından bakan “Down The Rabbit Hole isimli ikinci filmi de çekilmiş ve ülkemizde DVD olarak Kanal D Video’dan ”Tavşan Deliği” ismiyle yayınlanmıştı. Mevcut yaşantımızı sorgulatan, yaşantılarımızın niçin istediğimiz gibi gitmediğini araştıran ve dünyada birçok uzmana danışılarak hazırlanan belgesel türdeki ve Tom Shadyac yönetmenliğindeki 2011 yapımı “I am”(Ben) isimli filmi de internette bulup seyretmenizi tavsiye ederim. T. Sadyac’ın yaşadığı önemli bir bisiklet kazası sonrası çektiği bu filmden başka, yine aynı dönemde “Happy” isimli belgeselin de yapımcısı olmuştu. Bu belgesel, insanların nasıl ve nelerden mutlu olduğuna dair, araştıran ve sorgulayan ve tabii gülümseten bir belgeseldi. Bir de, Steven Spielberg’in Philip K.Dick’in bir öyküsünden uyarlayıp yönettiği “Minority Report_Azınlık Raporu” bilimkurgu filmini de henüz seyretmediyseniz seyretmenizi özellikle tavsiye ederim. Filmde, Agatha isimli bir kâhine ve yardımcıları sayesinde geleceğin kontrol edilmesi ve böylelikle suçların önlenmesi konu ediliyordu. Caner KELER www.canerinevreni.blogspot.com

48

Flaneur Comics, çizgi romanın Türkiye’deki serüvenine ana-akım dalgaların ötesinde ve dışında bağımsız yapıtlar kazandırarak katkıda bulunmak niyetinde: “Bağımsız” olma halinin kendi özgünlüğüne ve özgürlüğüne “bağımlı” olmaktan geçtiğini unutmadan, bir çizgi roman “patlaması”ndan söz edilen yerde patlamayı tutarlı ve gelişen bir çizgiye oturtma ve kalıcı bir ilgiyi beslemekle birlikte, kendi özgün tavrını ve estetiğini oluşturan/oluşturması gereken yerli piyasaya hiza çizgileri çizme niyeti. Flaneur Comics, yalnızca sanatsal boyutla ve hikâye seçimiyle sınırlı olmayan, her biri koleksiyon parçası olmaya aday ve kimi edisyonları sınırlı sayıda, numaralandırılmış olarak basılacak kitaplarında mizanpajdan yan metinlere dek eserlere hak ettiği özenin gösterileceği vaadiyle, 2012’nin son çeyreğinde iki sıkı çalışmayla yayın “ömrüne” başlıyor. Bu ömrü “hayat” yapmak ise elbette yeraltı çizgi roman edebiyatından klasiklerin derli toplu sunumlarına varıncaya dek pek çok başka sıkı çalışmayı da kataloğuna katarak koleksiyoner okura ulaşmakla olanaklı olacak.

49


Öykü

Kitaplık

Güya Tabirleri

‘’Mizah dergileri koleksiyonunuzun arasında yeni bir yer açınız. Yepyeni bir mizah dergisi daha mizah dünyasına adım attı.Kendilerine hoş geldiniz der, yayın hayatlarının uzun olmasını dileriz. Kolay gelsin arkadaşlar…

Günaydın demeyeceğim hiçbirinize. Anneniz değilim sizin. Aklınızı kuru mama ile besleyin ve her gün düzenli gezmeye çıkartın. Yoksa kafanızın içine pislemeye devam ediyor. Bu arada, çıktığınız gezilerden eve geri dönmeyi unutmayın. Yok ille de burnumun dikine gideceğim derseniz ‘İnatçı Keraban’ gibi kendinizi eve gitmek için dünyayı turlarken bulabilirsiniz. Ben turladım. Kendime tavsiyem: Bir dahakine yanıma yürüyüş ayakkabısı alacağım. Kırmızı stilettolarla dağlardan falan geçmek pek kolay olmadı çünkü. Sıkıntıdan patlamakta olan çöplüklerden, hasretinden eskimiş prangalardan, yanmakta olan metan gazlarından, köklerine çöp değince ismi ‘organik’ olan anam-babam usulü bostanlardan geçtim. İki düşman ülke arasındaki fındıkkabuğu kadar sığ ama iki insan arasındaki asla geçilemeyecek kadar derin hendeklerden geçtim. Aşka dair neyi aşikar kılıyorsa yakılmaya, güce dair neyi anlatıyorsa yıkılmaya mahkum duvarlardan geçtim. Üzerinde bas’mayın’ diye uyarı bile olmayan tarlalardan, dünya kupası oynanmış stadyumlardan, çizme şeklinde denmekten bıkılmamış diyarlardan, adalardan, modalardan ve oralardan gelen ‘yar’lardan vazgeçerek geçtim. Yazın; geceleri yürüdüm, gündüzleri uyudum. Kışın ekvatoru belime doladım. Baktım, artık güney yarıküredeydim. Yağmur(suz) ormanlarından, tuz(suz) göllerinden, petrol(süz) üreten ülkelerinden geçtim. Dünyanın evrimleşmemiş tüm maymunlarıyla dans ettim. Bence, maymundan insana evrimleşen bütün maymunlar pişman, dedim. O sırada bütün bunlardan arınmış olan ben; Beatrice ile birlikte gökyüzünde sevgi ile ağırlanmakta idim. Derken bir gün geldi ‘dünyanın merkezi’ne rastladım. Güncelledim kendimi, sık kullanılanlara ekledim. Ben sana pervaneyim, dedim. Aynadan baktığında göremediğin tek göz benim. Ayın etrafında döndüğü dünya, dünyanın etrafında döndüğü güneş benim. Yuvarlağın hiç ulaşamadığı merkez noktası, merkezde sonsuz sayıda kesişerek yuvarlağı oluşturan her çap benim. Pi sayısı kadarım. Sınırsızım, hiçim. Pervaneye yaklaştıkça kopan kelebek, ışığa yaklaştıkça yanan bir böcek, güneşe yaklaştıkça balmumu kanatları eriyen bir denek. Etrafında dönüp dolaşmak benim harcım, ulaşamamak yapı iskeletim. İhtirasım tuğlalarım, sevincim kiremitim. Hiç bir zaman bitirilmemiş evlerde söylenmiş şiirlerim. Ölüp gittikten sonra bile hatıralarının çetelesini tuttuğum insan aydınlatır gecelerim. Erimiş şekerden cadı evlerim. Cebimde geceleyin yol gösterecek tapu senetlerim. Minik kırıntılarını yollara döktüklerim. Dönüp arkama bakmadan yürüdüklerim. Madem ilk dolunayda eve dönmeyecektim. Neden yollarımı aydınlatmak istedim. Maymunlardan biri bana şunu sorunca kendime geldim: So you think you can dance?

Serdar GİLKAL 50

BALIK HAFIZA http://tugbaturan.com/

51


Yazarın

Yazarın

Kaleminden

Kaleminden

Çağdaş Esaret Kampı Yazar : Kayahan Demir Yayınevi : Yakın Plan Yayınları Türü : Gerilim, Korku Sayfa Sayısı : 180 Çıkış Tarihi : Kasım, 2012 Fiyatı : 10,00 TL ISBN No : 978-605-5535-57-5

“Bu kitap sİzİ KEFENSİZLER MEZARLIĞI’na götürecek. Yazıları yok olmuş mektupları okuyacak, CESET RESSAMLIĞI’nın doğuşuna tanıklık edeceksiniz. ÇAĞDAŞ ESARET KAMPI’na ellerinizle gönderdiğiniz insanları göreceksiniz. SEN BENSİN AMA BEN SEN DEĞİLİM, diyen biriyle karşılaşmamak için dua edeceksiniz. RÜYA İLE GERÇEK ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ’ye düşmemek için uyanık kalacaksınız. Hayatınızın kadınını GÖLGEDEKİ SIR PERDESİ’nDe saklandığını öğrenecek ve ÖLÜMÜN SOĞUK NEFESİ’ni ensenizde hissedeceksiniz. Korku ve gerilim yüklü bu öykülerin saydam kancalarından kaçamayacaksınız…” Türkiye’de “Korku-Gerilim Yazarı” olmak... Uzun yıllardır, neredeyse çocukluğumdan beri, hayal etmiş olduğum bu unvana sonunda ulaşmış gibi görünüyorum... Elbette, bu alanda daha çok yeni olduğumdan, Fenerbahçelilerin de tabiriyle, “Bir Stephen King ve ya Sadık Yemni değil!” diyebilirsiniz... Haksız da sayılmazsınız bu düşüncenizde, çünkü çocukluğumdan beri kitaplarını hayranlıkla okuduğum bu usta kalemlerin, edebiyat alanında, bırakın şimdi, bir ömür üzerlerine çıkabileceğimi de sanmıyorum açıkçası. Ama bir Türk Korku Yazarı olarak, onlara yakın, özgün ve kendi gelenek göreneklerimizi yansıtan başarılı bir yazar olabilme yolunda ilerlemeye çalışacağım. “Türklerden Korku-Gerilim Yazarı mı çıkarmış!” zihniyetinin kalıplaşmış olduğu toplumumuzda, böyle bir tabuyu yıkabilmek ve gelecekte de nice Türk Stephen King’ler çıkartabilmek için de elimden geleni yapacağıma emin olabilirsiniz...

52

Vurguladığım gibi, aslında yazarlık maceram çocukluğumdan boy göstermeye başlamıştır. Çocukken yazdığım ve başrollerini çeşitli hayvanların paylaştığı masallar daha dün gibi hatırımdadır... O dönemlerde dahi, bir kitabımın çıkması, kitabın üzerinde ismimin ve hatta fotoğrafımın bulunması için her şeyimi verebilirdim. Belki yıllar sonra çıkan ilk kitabımda, fotoğraf gibi gereksiz bir şeye yer vermemiş olsam da, ismimin yer aldığı bir kitaba sahip olabildim. Bizzat ellerimle kâğıtlara yazdığım ve sonrasında günlerce o kâğıtlardaki yazıları bilgisayarıma aktardığım, benim izlerimi taşıyan korkuyla kaplı öykülerimin nefes aldığı bir kitaba... Şimdi gelelim, kitabın ismine... Birçok insanın “Bu ne biçim bir korku-gerilim kitap ismi” diyebileceğini tahmin ediyorum. Çünkü bu isim insanların kafasında, kitabın bir tür araştırma kitabı olabileceği düşüncesini uyandırabilir... Ancak ben özellikle kitabın bu isme sahip olmasını istedim. Çünkü bana göre bu isim, her ne kadar fark edilir bir durum olmasa da, kitabın içeriği hakkında da ipucu veriyor olmalı okura... Kitabı bir “Çağdaş Esaret Kampı”na, kitaptaki her bir öyküyü de, bu kamptaki odalara benzetebilirsiniz. Yani okur, aslında kampta ziyaret ettiği her bir odada birbirinden bağımsız korku dolu olaylara şahit olacak... Belki de kampın her bir odası sizi sonu belli olmayan bir yolculuğa çıkaracaktır, kim bilir? Kitabın ismi olan “Çağdaş Esaret Kampı” ise, yaşamımda nefret etmiş olduğum birkaç şeyden biri olan sigara sayesinde dünyaya geldi... Yani aslında “Çağdaş Esaret Kampı” olarak isimlendirdiğim, sigaranın ta kendisidir... Hiçbir yaptırımı olmadan milyonlarca insanı kendisine çağdaş yollarla esir eden bir şeyi de, daha farklı bir şekilde ifade etmem pek doğru olmazdı herhalde... Böylelikle, şu anda dünyadaki insanlık için en büyük tehlikelerinden biri görünen sigara, bir “Korku-Gerilim” eserine de konu olmuş oldu... Yedi öykümden birisi olan “Çağdaş Esaret Kampı” isimli öyküm belirli kesimlere sigarayı bıraktırabilir mi bilmiyorum; ama açıkçası en büyük dileğim, benden pek hoşlanmayan, ancak sigara da kullanmayan insanların bu öyküme inat sigaraya başlamamaları olacaktır... Sonuçta kaş yapıyım derken göz çıkarmak istemem... Elbette, şaka bir yana abartılarla dolu o öykümün sigara kullanan ve ya kullanmayan birçok insana bir şeyleri kazandırması beni çok mutlu ederdi... Artık sizin de izninizle, yazımdaki en klişe ancak bir o kadar da önemli bölüme, yani teşekkür kısmına geçiş yapabilirim: Kitabımın hazırlanmasında emeği geçen herkese; benden manevi desteklerini hiçbir zaman esirgememiş olan sevgili dostlarıma, aileme, İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Yazılı ve Görsel Sanatlar Kulübü’ne ve son olarak da, çeşitli öykülerime ve bu ayki “Yazarın Kaleminden” bölümünde bizzat bana yer veren “Gölge e-Dergi” ailesine ve Dergi Editörü saygıdeğer Mehmet Kaan Sevinç Bey’e de canı gönülden teşekkürlerimi sunarak, yazımı kitabın da son sayfasında bulunan “Son Söz”ümle bitirmek isterim: “Bir “Korku-Gerilim” yazarı, ancak okuyucusunun uykularını kaçırabildiği ölçüde bir yazardır. Nasıl ki bir mizah kitabı yazarı, okuyucusunu yeterince güldürebildiğinde ve bir drama yazarı okuyucusunu ağlatabildiğinde başarılı sayılıyorsa, bir korku-gerilim yazarı da ancak okuyucusunun içinde ürperti rüzgârlarını estirebildiği takdirde başarılı sayılabilir... Elbette bu kitabın size kaç uykusuz geceye mal olacağını bilemem... Ancak tek dileğim, belki de sizlerce gerçekleşmesi mümkün görünmeyecek olan bu öykülerimin yaşamlarınıza tıpkı bir fener gibi ışık tutmasıdır... Ben yaşadığım sürece insanların yaşamına ışık kaynağı olabilecek olan korkuyla kaplı yeni öykülerimi yazmaya devam edeceğim... Siz değerli okurlarımla, yeni ancak daha farklı bir yolda tekrardan karşılaşabilmek ümidiyle...” Kayahan DEMİR...

53


Tanınmayan

Tanınmayan

Çizerler

Çizerler

Jean Pierre GIBRAT Jean Pierre Gibrat, Türkiye’de çok tanınmasa da Fransa-Belçika ekolünde uzun yıllardır emek veren bir ustadır ve sadece çizer olarak değil, çinici ve renkçi olarak da sayısız eserde izine kolayca rastlanabilir.

Gibrat, 14 Nisan 1954’te Paris’te doğar. Çocukluğu Rueil-Malmaison’da geçer. Daha çocukluğundan öğrenmeye aç olduğu ve okumaya meraklı olduğu ortaya çıkar. Böylece Gibrat bir yandan karakalem çalışmaları yaparken, bir yandan tarih ve coğrafya eğitimi alır. 1972 yılında felsefeye merak sarar ve öğrendiklerini çizimleriyle birleştirmeye karar verir. 1973 yılında reklam ve grafik , 1975 yılında ise görsel resim derslerini alır. 1977 yılında artık piyasaya açılmaya hazır bir haldedir. İşlerini haftalık çıkan dergi Pilote’a gönderir ve kabul edilir. Gibrat, burada o zamanlar yeni yeni meşhur olmaya başlayan yazar Jackie Berroyer ile ortak işler çıkartmaya başlar. Spiru-vari bir çocuk kahraman olan Goudard’ın maceraları haftalık dergilerin içlerinde yer almaya başlar. Goudard’ın maceraları tamamlanınca bunlar cilt olarak ta yayınlanır. Yalnız Goudard, Spiru gibi seri kahramanlardan farklı olarak çizgi romanda yaşı ilerleyen ve büyüdükçehayata bakış açısı değişen ve farklı kararlar veren bir kişiliktir. Yine Spiru’dan farklı olarak çizgi romanları cinsellik,politika,yoksulluk

54

gibi konuları da içermektedir. Haylaz bir mahalle çocuğunun zamanla büyümesi ve farklı kızlarla maceralar yaşaması, oldukça tutulur ve 1978-1985 yılları arasında Gibrat ve Berroyer ikilisi tam 5 farklı Goudard macerası yayınlarlar. Gibrat bu zaman zarfı içinde hem çizgisini çok daha realist hale getirir, hem değişik boya tekniklerinde kendini geliştirir hem de güzel kızları çizmenin daha fazla hoşuna gittiğini görür. Sonra çok farklı bir ortağı olur. Uzun süre film çevirdikten sonra bu işten yorulan aktris Danny Saval ile ortak bir çizgi roman yapmaya başlarlar ve Gibrat burada bilim kurgu ve fantazi konulu hikayeler olan “Zaza” adlı bir karakterini öykülerini çizmeye başlar. Bilim kurgu ve fantazide aradığını bulamayan Gibrat daha gerçekçi öyküler çizmek istediğinden MSF ile ortak bir işbirliğine girer. MSF ya da açılımı Médecins Sans Frontière olan kuruluş ( Türkçe anlamı sınırları bulunmayan doktorlar)

55


Tanınmayan

Tanınmayan

Çizerler

Çizerler

ile ortaklaşa bir sürü çizgi roman çıkartır. MSF, gönüllülerden oluşan ve genellikle sivil savaşın bulunduğu, ya da halkın kötü durumda olduğu ülkelere gidip orada görev yapan ve halkın sağlığıyla ilgilenen doktorların kurduğu bir kuruluştur. Gibrat burada gerçekten çalışmış doktor, hemşireler ve yetkililerle konuşur . Onların anlattıklarından derlediklerini yazarlara anlatır ve bu şekilde senaryosu ortaya çıkan “Görev Afrika”,”Görev Tayland” ve de “Görev Guetamala” çizgi romanlarını piyasaya sürer. Goudard bir ara erotik işler de yapar ( Pinokyo masalının erotik versiyonu olan “Pinocchia”) ve bu esnada kadın formuna iyice hakim olur. Artık Gibrat kendisinin yazıp çizdiği bir hikayeyi yayınlamaya hazırdır. Tarih ve arkeolojiyi sevdiği için, eski zamanda geçen bir hikaye çizmeye karar verir. Normalde Fransızların çok içine girmek istemediği bir konu olan 2. Dünya savaşını ve Almanların Fransa’yı işgal ettikleri yıllar olan 1940-1944 yıllarını seçer. Fransızların hiç savaşmadan Hitler’e ülkelerinin anahtarını teslim etmeleri, topu topu bir avuç kişinin direniş gösterdiği, sonra da İngiliz ve Amerikalılar sayesinde özgürlüklerine kavuştukları halde niye kendilerini hala büyük bir millet sanmaları ve Fransızca dışında bir dil konuşmamaları benim gibi Gibrat’ın da ilgisini çekmiş olacak ki, direnişe katılan - ve o yıllarda neredeyse hiç bulunmayan- cesur bir kaç Fransız’ın hikayesini anlatmaya karar verir. İngiliz ve Amerikalılar olmasa Fransızca’nın tarihe karışacağı ve tüm Fransız’ların Almanca konuşacağı gerçeğine girmeden, daha naif, daha şiirsel ve romantik bir hikaye yazmaya karar verir Gibrat. Felsefe eğitimi aldığından hikaye içine biraz felsefi öğeler de katmayı ihmal etmez. Hikayeyi çizmeden evvelse hikayenin geçeceği yerleri uzun uzun ziyaret ederek skeçler yapar, o dönemin insanlarının hangi şartlarda yaşadığını öğrenir ve giysilerini de ona göre tasarlar. Bu hikayenin köyde geçmesini ister ve arka karakterleri de ona göre çizer. Gibrat eski filmlerde sadece ekranda 2-3 saniye duran, fakat o anda insanları çok etkileyen arka plan oyuncularına eskiden beri hayrandır. Kitabında da onu yapmaya çalışır ve ana karakterler dışında sürüyle arka plan karakteri tasarlar. İlk kendi yazıp çizdiği hikaye Le Sursis ilk bölümü 56 sayfa olarak 1997 yılında yayınlanır. İkinci bölümü 1999 yılında 55 sayfa olarak basılır ve hikaye biter. ( Türkiye’de ikisi tek hikaye olarak Gibrat- Erteleyiş adıyla Flaneur Yayıncılık tarafından basılmıştır.) Hikaye köyde bir cafe işleten Cecile ve öldüğü zannedilen bir

56

direnişçi olan Julien’in aralarında yaşadığı ilişkiyi konu alır. Öyküde aynı Gibrat’ın istediği gibi bir sürü arka hikaye ve arka karakter vardır, ama bu hikayeyi karmaşıklaştırmaz, tam tersi daha da zenginleştirir. Gibrat tüm kahramanlara farklı bir ruh ve karakter eklemeyi başarmış, muhteşem çizimleriyle de bütünleştirmiştir. Cecile’in macerası çok tutulunca, Gibrat Cecile’in kız kardeşi olan Joanne’in macerasını da çizmeye karar verir. “Le vol du Corbeau” adlı çizgi romanın ilk bölümü 2002 yılında 64 sayfa olarak, ikinci bölümü de 2005 yılında yine 65 sayfa olarak yayınlanır. Joanna, Cecile’ göre daha başına buyruk ve deli dolu bir kızdır ve hikaye bu sefer bir köyde değil, Paris’te geçmektedir. Konu biraz Erteleyiş’e benzese de burada dönen politik olaylar daha karışıktır. Yine Erteleyiş’ten farklı olarak arka plan yeşillikler içersinde güzel manzaralı bir köyde değil, kömür dumanları arasında binalaşan Paris şehrinde geçer. Gibrat hala çizgi roman çıkartmaya, pin-up poster gibi işler yapmaya devam etmektedir. Eğer bu muthiş ustayla henüz tanışmadıysanız, bir başyapıt olan “Erteletiş” adlı kitabı almanızı öneririm. Tunç PEKMEN www.uzunjohn.com

57


Sinema

Gezici Festival 18. Kez Bizi Sinemalara Çağırıyor Aralık geldi çattı ve Ankaralı sinemaseverler bir kez daha Gezici Festival programlarını yapmaya başladılar. Adı üzerinde elbette Ankara çıkışlı bu festival sadece Ankara ile sınırlı kalmayacak. Hoş bu yıl fazla dolaşmayacaklar, Ankara dışında sadece Sinop’a gidiyorlar ama olsun, geçmişte üç hafta içinde altı farklı ilde dolaştıklarını hatırlıyorum. Önümüzdeki yıllarda yine rotalarını genişleteceklerdir. Bu yılki festival 30 Kasım-10 Aralık tarihleri arasında gerçekleştirilecek. Pek sevdiğimiz festival ekibi 6 Aralık’a kadar Ankara’da olacak, 7-10 Aralık’ta ise Sinoplu sinemasever ile buluşacaklar. Bu yıl Gölge e-Dergi olarak yine Gezici Festival’i destekliyoruz ve festival ile ilgili bir dosya hazırladık. Öncelikle festivalin bölümlerine bir göz atalım sonra da sözü dosyamıza katkıda bulunan diğer yazarlara verelim. Dünya Sineması: Bu bölümde her zaman olduğu gibi yine yepyeni keşifler ile usta yönetmenlerin yapımları bir arada. Haneke’nin Aşk (Amour / Love) filminin bu bölümün en merakla beklenen filmi olduğunu söyleyebiliriz. Filmekimi ve Altın Portakal’da kapalı gişe oynayan bu filmin Gezici Festival’in de en ilgi çekecek filmlerinden biri olacağını şimdiden tahmin edebiliriz. Dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden birinin kendisinden alışık olmadığımız bir konuya ne şekilde eğildiğini göreceğiz. Geçtiğimiz yılın Oscar galibi Artist filmini Gezici’de izlemiştik. Bu yılın dikkat çeken yapımlarından biri ise Düşler Diyarı (Beasts Of The Southern Wild). Artist’in geldiği noktaya gelmesi zor gözüküyor ama ödül sezonunda bolca adı geçeceğinden emin olduğumuz bu film festivalin kaçırılmayacak bir diğer filmi. Sinema salonlarında animasyon eksikliği yaşamıyoruz ama bunların hemen hemen hepsi çocuklara yönelik yapımlar oluyor. Hâlbuki dünyada yetişkinleri hedefleyen çok başarılı animasyonlar da var. Bunları ancak evde izleme şansımız oluyor. Neyse ki festivaller bu filmleri sinema salonunda izlememize vesile olabiliyor. Güney Kore’den gelen Domuzların Kralı (Dae Gi Eui Wang / King of Pigs) de bunlardan biri.

58

59


Sinema

Sinema

Fragmanından anladığımız kadarıyla şiddet dozu da epey yüksek olan bu filmi meraklıları kaçırmayacaktır. Balkanlardan gelen filmlerin mizah anlayışı bize yakın olabiliyor. Bu nedenle Sırbistan, Hırvatistan, Makedonya ve Slovenya ortak yapımı Onur Yürüyüşü (Parada / The Parade) de kendimize yakın bulacağımız bir film gibi gözüküyor. Farklı farklı etnik kökenlerden gelen savaş gazilerinin beraberce bir eşcinsel onur yürüyüşünü milliyetçiler ve neo-nazilerden koruma görevine talip olması pek çok farklı konuya değinen dolu dolu bir film olmalı. Bazı filmler yönetmenleri, bazıları konusuyla dikkat çekerken bazen filmden tek bir kare o filmi izlemek için bir istek yaratır. İşte Peru filmi Temizlikçi (El Limpiador / The Cleaner) benim için böyle bir film oldu. Bir masada karşı karşıya oturan bir adam ve başında kartondan bir kutu olan çocuk imgesi filmi merak etmemize yeterli oluyor. Çocuğu salgın hastalıktan korunmak için bu kutuyu takmasına ikna eden bir adamın öyküsü bize tam bir festival havası yaşatacak gibi gözüküyor. Festival takipçileri Pablo Larraín ismini Tony Manero ve Post Mortem ile hatırlayacaklardır. Şilili yönetmen bu filmleri ile birlikte bir üçleme oluşturduğunu söylediği Hayır (No) filmi ile bir kez daha ülkesinin geçmişine bakıyor. Bu kez Pinochet’nin başkanlığa devam edip etmemesinin oylandığı referandum dönemine odaklanan yönetmen yine ilgi çekici bir film ortaya çıkarmış. Başroldeki Gael García Bernal’ın da hayranları vardır, biliyorum. Onlar da kaçırmasın. Yine Şili’den gelen Kaplanın Yılı (El Año Del Tigre / The Year of the Tiger) ise ülkenin bugününe bakıyor ve 2010 yılında yaşanan deprem ve tsunami felaketinin sonrasına odaklanıyor. Festivalin bu yıl Şili sineması ile ilgili küçük bir toplu gösteri yaptığını söylemek yanlış olmaz. Perşembeden Pazara (De Jueves a Domingo / Thursday Till Sunday) da Şili’de geçen bir yol filmi ve aile draması. Bu bölümün son filmi Orada Burada (Aquí y Allá / Here and There) adlı bol ödüllü İspanya / Meksika filmi de ilgimizi bekliyor. Türkiye 2012: Festivalin bu bölümünde sinemamızın bu yıl içinde çıkardığı önemli yapımlar yer alıyor. Bu filmlerin bir kısmı gösterime girdi, bazıları da sırasını bekliyor. Zeki Demirkubuz’un Dostoyevski’yi Ankara’ya taşıyan başarılı uyarlaması Yeraltı, Yeşim Ustaoğlu’nun ülkemizde kadının yaşadıklarını çok başarılı ve gerçekçi bir şekilde anlatırken etkileyici bir sinema dili yakaladığı Araf, çocuk gelinler sorununa yalın ve etkileyici bir bakışla bakan Reis Çelik filmi Lal Gece

60

ve İki Dil Bir Bavul sonrası yine anadil meselesini farklı bir bakış açısıyla ele alan Babamın Sesi vizyonda kaçıranlar ya da ikinci/üçüncü kez izlemek isteyenler için seyircisini bekliyor. Bu filmlerde Engin Günaydın, Neslihan Atagül ve İlyas Salman’ın çok başarılı oyunculuklarını izleme şansını da kaçırmamak gerek. Henüz gösterime girmeyen filmler arasında Altın Portakal’ın en beğenilen yapımlarından Zerre ve Venedik’te Geleceğin Aslanı ödülünü alan Küf öne çıkıyor. Kısa filmleri ve belgeselleri ile tanıdığımız ve sevdiğimiz Belmin Söylemez’in Şimdiki Zaman filmi de merakla beklediğimiz yapımlar arasında. İnan Temelkuran’ın Siirt’in Sırrı, Derviş Zaim’in ise Devir filmleri ile belgesel alanında neler yaptıklarını da merak ediyoruz doğrusu. Bu bölümdeki hemen hemen her filmin gösterimine yönetmenin de katılacağını belirtmeden geçmeyelim. Yani daha önce vizyonda ya da başka festivallerde izlenmiş olsa da yönetmenlerin filmlerle ilgili söyleyeceklerini duymak için bile kaçırmamak gereken gösterimler olacak. Tuncel Kurtiz’in ‘Bir Daha, Bir Daha’ İzlediği Filmler: Gezici Festival, geçtiğimiz yıl Zeki Demirkubuz’un seçtiği filmlere bir bölüm ayırmıştı. O zaman, keşke bu uygulama başka isimlerle devam etse demiştik. Sesimizi duymuş olmalılar ki bu yıl da karşımızda Tuncel Kurtiz’in seçtiği filmler var. Bu bölümün kişisel olarak bende en büyük heyecanı yaratan filmi All That Jazz. Küçük ekranda defalarca izlediğim bu filmi sinema perdesinde izlemek için sabırsızlanıyorum doğrusu. Bob Fosse’nin bu otobiyografik özellikler de taşıyan müzikali bildik müzikallere pek benzemez. Kalp krizi geçirip hastanede yatan bir yönetmeni anlatmaktadır sonuçta. Seyircisine hoşça vakit geçirtir ama bir hüzün de her zaman mevcuttur. Zaten şu şekilde şarkı sözleri olan bir müzikalin de bildik kalıpların içinde kalması beklenemez herhalde: “Bye bye life / Bye bye happiness / Hello loneliness / I think I’m gonna die”. Ayrıca bu filmde birkaç yıl önce kaybettiğimiz Roy Scheider de kariyerinin en iyi performanslarından birini sergiler. Visconti’nin dev filmi Leopar (Il Gattopardo) da bu bölümün öne çıkan filmlerinden bir diğeri. İtalya’da bir devrin kapanıp aristokrasinin gücünü kaybetmesini anlatan bu film her sinemaseverin en az bir kez görmesi gereken yapımlardan biri. Dev film derken abartmıyoruz, neredeyse bir saati görkemli bir balo sahnesinden oluşan 185 dakikalık bu film seyirciden de belli bir çaba bekliyor ama karşılığını da veriyor. Geçtiğimiz yıl Ankara Film Festivali’nde Robert Altman toplu gösterisini takip ederken Nashville de olsaydı ne güzel olurdu demiştik. Tuncel Kurtiz seçtiği filmlere Nashville’i de dâhil ederek bize bu başyapıtı da sinema perdesinde görme fırsatını verdi. Altman’ın sinemasının tüm karakteristik özelliklerini bulabileceğiniz bu film sinema perdesinde görme fırsatının kaçırılmaması gereken filmlerden biri. Filmde çeşitli Altman filmlerinden alışık olduğumuz üzere çok sayıda karakter ve öykü var. Bu yüzden hikâyesini

61


Sinema

Sinema

özetlemek bile çok güç. Nashville’de country ve gospel müzik yapan kişiler etrafında dönen bir (aslında birden fazla) hikâyesi olduğunu söyleyip gerisini izleyiciye bırakalım. Kendi işlediği cinayeti kendisi soruşturan bir polisi anlatan Elio Petri filmi Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Yurttaş Hakkında Soruşturma (Indagine Su Un Cittadino Al Di Sopra Di Ogni Sospetto / Investigation of a Citizen Above Suspicion) ve Alain Tanner’in 68 kuşağına farklı bir açıdan baktığı filmi 2000 Yılında 25 Yaşında Olacak Jonas (Jonas Qui Aura 25 Ans En L’an 2000) ise bu bölümün diğer yapımları. Savaşla Büyümek: Savaş içinde yaşayan ve bu ortamda büyümek zorunda kalan çocukların anlatıldığı bu bölümde çocuk askerler sorununu duygu sömürüsüne kaçmadan anlatan Savaş Cadısı (Rebelle / War Witch) ve Bağdat’ta bir yetimhanede kalan çocukların hikâyesini anlatan Annemin Kollarında (In My Mother’s Arms filmleri) yer alıyor. Ayrıca festival kapsamında yine Savaşla Büyümek başlığı altında Uluslararası Af Örgütü, Gündem Çocuk Derneği ve Uluslararası Çocuk Merkezi’nin desteğiyle bir de panel düzenlenecek. Üretim Hatası: İş hayatı ve üretim sistemlerinin geldiği noktayı sorgulayan bu bölümde yer alan Öğün, Çalış, Güven (Work Hard - Play Hard) filminde gelişen teknoloji ile değişen iş kavramı konu ediliyor. Yarın (Zavtra / Tomorrow) filmi ise Rus sanatçı grubu Voina’nın otorite karşıtı eylemlerine odaklanan bir yapım. Üretim Hatası bölümünde bu iki belgesel dışında Havai Fişekler (Fireworks) ve Makine Adam (Hombre Máquina) adlı iki de kısa film yer alıyor. Özel Gösterim: Özel gösterim başlığı altında gösterilecek olan Kan Akmalı - Gizlice Nazilerin Arasında (Blut Muss Fliessen - Undercover Unter Nazis) belgeseli günümüzde neo-nazilerin yaşayışlarını gizli kamera ile tespit eden ilgi çekici bir yapım. İzlerken epey rahatsız olacağımızı, bu devirde hala bu fikirleri savunan insanların nasıl var olabildiğini merak edeceğimizi tahmin ediyorum ama bir yandan da bu görüşlerin sahiplerini tanımak için izlenmesi gereken bir film. Bu arada filmin yönetmenini de festivalde konuk edip aklımıza takılanları sorma fırsatını bulacağız.

62

Kısa İyidir: Gezici Festival’in seçtiği kısa filmleri eskiden beri sevdiğimi her fırsatta belirtirim. Az ama öz filmler seçerler. Haklarında çok fazla bir şey bilmiyoruz ama bu yıl seçtikleri 18 filmden de büyük kısmını seveceğimizi tahmin ediyorum. İzleyip göreceğiz. Haklarında pek bir şey bilmiyoruz dedik ama yine de Rezan Yeşilbaş’ın Sessiz (Be Deng) filminin Cannes dahil pek çok festivalde en iyi kısa film ödülünü aldığını belirtmeden geçmeyelim. 80’lerde Kürtçe konuşmanın yasak olduğu bir hapishanede bir karı-kocanın hiç konuşmadan geçen birkaç dakikasını anlatan film gerçekten etkileyici. Büyülenmenin Ötesinde: Larry Jordan’ın Filmleri: Amerikalı bağımsız sinemacı Larry Jordan’ın animasyonlarının gösterileceği bu bölümde sekiz kısa bir de uzun metrajlı film izleyeceğiz. Özellikle farklı denemelere açık olan sinemaseverler için iyi bir keşif olabilir. Çocuk Filmleri: Hollanda: Gezici Festival’in ilk günlerinden bu yana ihmal etmediği seyircilerden biri de çocuklar. Belki de ilk festivallerde okulları ya da anne ve babaları ile bu filmleri izlemeye gelen küçük sinemaseverler bugün festivalin diğer bölümlerinin değişmez takipçisi oldular. Bu yıl Hollanda’dan gelen sekiz animasyonun yer aldığı bu bölümde çocuklarını bahane edip gelen büyüklere de rastlamak şaşırtıcı olmayacaktır. İşte 18. Gezici Festival’in ana bölümleri bunlardan oluşuyor. Bunlar dışında festivalde bir de “Yeni Medya Belgeseli Atölyesi” başlığı altında bir belgesel projesinin geliştirileceği bir atölye düzenlenecek. Ayrıca festivalin her yıl yaptığı gibi sinema kitaplığımız da yeni bir kitaba kavuşacak. Tül Akbal Süalp ve Burçe Çelik’in editörlüğünü üstlendiği Devrim Yahut Vasat başlıklı kitap, teknoloji ve sanat arasındaki ilişkiye bakıyor. Önümüzdeki ay detaylı bir festival günlüğü ile buluşmak üzere sözü festivalin Türkiye 2012 bölümüne daha yakından bakan Sinan Yusufoğlu’na bırakıyoruz. Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/

63


Sinema

Sinema

Sinema Yazarlarından Gezici Festival Filmleri

Gezici Festival’de Türkiye Sineması Türkiye Sineması her geçen sene daha güçlü filmlerle seyircinin karşısına çıkıyor. Bu sene çekilen filmlere baktığımızda da bu durumu görüyoruz. Ne yazık ki bu filmler sadece festivallerde ve çok sınırlı kopyalarla vizyonda seyirciyle buluşuyor. Gezici Festival’in Türkiye Sineması bölümünde de yılın en iyi filmleri Ankara ve Sinop’ta festival seyircisiyle buluşacak. Türkiye’de kadın olma hallerinden, yakın tarihin derin acılarına; Anadolu’nun öteki yüzüne bakan hikâyelerden işçi sınıfı hallerine uzanan filmlerle Gezici Festival’in Türkiye Sineması bölümü oldukça doyurucu bir program sunuyor. Gelin programda gösterilecek bazı filmlere daha yakından bakalım. Bir anne ve oğul hikâyesi üzerinden Maraş Katliamı sonrası bir ailenin parçalanmasına bakan Babamın Sesi gücünü sakinliğinden alan bir film. Anne Besê ve oğlu Zeynel’in seslerle örülü bir dünyada yalnızlıklarını ve geçmişle yaşadıkları ‘travmatik’ ilişkiyi oldukça etkileyici bir sinema diliyle aktaran Babamın Sesi, bir ailenin ‘iktidarın sesi’ altından nasıl da çaresiz kaldığını anlatıyor. Bu çaresizliği Ali Aydın’ın ilk uzun metraj filmi Küf’te de görüyoruz. İlk film olmasına rağmen oldukça güçlü bir filme imza atan yönetmen, hikâyesini Cumartesi Anneleri’nden esinlenerek yazdı. Venedik’te en iyi ilk filmlere verilen “Geleceğin Aslanı” ödülünü de alan Küf, 18 yıldır oğlundan haber alamayan bir babanın bekleyişi üzerinden uzun süre akıldan çıkmayacak bir hikâye yaratıyor. Babada Basri’yi ete kemiğe büründüren Ercan Kesal’ın muazzam oyunculuğu hikâyenin etkisini katbekat artıran filmin önemli artılarından. Aynı zamanda oldukça güçlü atmosferi, görüntü ve sanat yönetimi de Küf’ü kuşkusuz yılın en iyi filmlerinden biri yapıyor. Festivalde gösterilecek bir diğer ilk film Türkiye sinemasında sıkça rastlamadığımız bir mesele üzerinden kuruyor sinemasını. Erdem Tepegöz ilk filmi Zerre’de önemli bir meseleyi güçlü bir sinema dili ve oldukça etkileyici bir hikâyeyle kuruyor. İstanbul’da hasta kızı ve yaşlı annesiyle yaşayan ve onlara bakmak zorunda olan işçi bir annenin hikâyesi; işçi sınıfının gün geçtikçe zorlaşan yaşamına dair bir ağıt gibi. Zeynep karakterine hayat veren Jale Arıkan’ın oldukça etkileyici oyunculuğu da uzun süre akıldan çıkmayacak nitelikte. Göçmen erkek ve şiddetin olağanlaştığı bir dünyada savrulan gençler üzerine yaptığı filmlerle; ‘erkek’ dünyasını oldukça sert bir şekilde perdeye taşıyan İnan Temelkuran’ın ilk belgesel filmi Siirt’in Sırrı genç bir sporcu kadının hikâyesini anlatıyor. Siirt’li milli güreşçi Evin Demirhan’ın hem erkek dünyasının sınırlarında, hem de yoksullukla çevrili bir ortamda güreşçi olmasını ve Avrupa’da büyük başarılar elde etmesini oldukça katmanlı bir belgeselle ortaya koyan yönetmen, bir kadının sporcu olma sürecinde yaşadığı zorlukları gözler önüne seriyor. Evin Demirhan’ın oldukça renkli kişiliği ve mücadele azmi; İnan Temelkuran ve Kristen Stevens’ın etkileyici belgesel diliyle birleşince ortaya mutlaka görülmesi gereken güçlü bir film çıkıyor. Gezici Festival’in Türkiye 2012 programında yukarda zikrettiğimiz filmlerin yanı sıra bu sene birçok festivalde gösterilen ve ödüller alan Zeki Demirkubuz’un Yeraltı, Yeşim Ustaoğlu’nun Araf, Derviş Zaim’in Devir, Belmin Söylemez’in Şimdiki Zaman, Reis Çelik’in Lal Gece filmleri de Ankara’da ve Sinop’ta seyirciyle buluşacak. Sinan Yusufoğlu

64

Gezici Festival dosyamızda bir bölümü de sinema yazarlarının festivalde gösterilecek filmlerle ilgili görüşlerine ayırmak istedik. Görüşleri ile katkıda bulunan, katkıda bulunmak isteyip de zamansızlıktan dolayı görüş iletemeyen tüm sinema yazarlarına teşekkürlerimizle. Düşler Diyarı (Beasts of the Southern Wild): Filmin adını ilk kez bu yılki Sundance Film Festivali’nden yayılan heyecan ve övgü dolu cümleler sayesinde duymuştuk. Neredeyse tek bir ağızdan sarf edilen sözler içinde belki de en dikkat çekeni, onun yıllardır perdeye uğramış en taze ve en heyecan verici film olduğunu vurgulayan sözlerdi. Türkiye’de ise film ilk kez geçen Ekim ayında düzenlenen Film Ekimi’nde ağırlanmıştı. En son, 15 Kasım gecesi, 3. Malatya Film Festivali’nin ödül töreninde, Uluslararası Jüri tarafından En İyi Yönetmen, set tasarımı nedeniyle de Jüri Özel Ödülü’ne layık görüldü. Film, festival programının Uluslararası Yarışma seçkisindeydi. Ödül gecesine katılamayan genç yönetmen Benh Zaitlin’in yerine ödüllerden birini kabul eden John Sayles ‘Bu, Katrina kasırgasından doğan bir film’ ifadesini kullanırken, filmin yapımcısı olan eşi Maggie Renzi “Düşler Diyarı”nı önümüzdeki aylarda yapılacak Oscar ödüllerine aday olmasını da beklememiz gerektiğini dile getirdi. Kendi tarihi, inanılmaz eserleri görmezden gelişlerle dolu olan Akademi’nin neyi aday gösterip göstermediğini hala umursuyorsanız tabii. Düşler Diyarı’nın baş karakteri Hushpuppy (ya da Film Ekimi’ndeki gösterimlerinde kullanılan Türkçe altyazıların çevirmeni Azize Tan’ın nefis çevirisiyle Cimcime) sular altına kalma riskiyle karşı karşıya olan bir baraj bölgesinde biricik evlerini, köklerini terk etmemekte kararlı olan hasta babası ve diğer insanlarla birlikte tufanı bekliyor. Tufanın sebebi, kutuplardaki efsanevi yıkım canavarının artık uyanmış olması. Cimcime, doğanın bir parçası olan bu canavardan da korkmuyor. Nefes kesici bir ilk on beş dakikaya sahip film, ilerleyen dakikalarında nispeten daha dingin bir anlatıma odaklanıyor ve Türkçe adına yaraşır, unutulmaz nitelikte düşsel bir sahneyle noktalanıyor. “Whale Rider / Balinanın Sırtında”yla yakın akrabalığı olan filmi bu kez kaçırmamaya çalışın. Kerem Sanatel

Aşk (Amour / Love): Yedinci sanatın ‘has’ ürünlerinden biri. Hayata şöyle bir dönüp bakmak. Seksenlerinde bir çift, yakın çevreleri ve aralarındaki ilişki. Cemal Süreya, Turgut Uyar, özellikle Edip Cansever dizeleri tadında Haneke’nin enfes şiiri! Birlikte kalmak, geçmiş-bugün-gelecek, sınıfsal oluşlar, aşk, fedakârlık, karşılıksızlık ve hepsinin ötesinde bir güvercin çırpınışı hayat. Öte yandan bir “Rilke” netliği peliküle sinen. Mesafenin asla soğuk kılmadığı anlatı. İki dev oyuncunun şefkatle değindiği incelikler. Artık dolmayacak koltuklar, nefes alınmayacak odalar, dokunulmayacak piyano, kitaplar; orada duran bir ömür. Birlikte olmanın gücü, aşkın direnci, ölüme inat yine aşk...

65


Sinema

Sinema Murat Erşahin - Sinema

Hayır (No): Pablo Larrain Tony Manero’da John Travolta’nın Cumartesi Gecesi Ateşi’nde canlandırdığı Tony Manero karakteriyle kafasını bozmuş bir adamın hikâyesi çevresinde darbe dönemindeki baskıları ortaya koymuş, alan dışında iktidarın kalabalığı nasıl manipüle ettiğini incelikli anlatımıyla ekrana taşımıştı. Arkasından gelen Morg Görevlisi’nde, Şili’de gerçekleşen 73 darbesinin ortasında gizemli bir şekilde ortadan kaybolan sevgilisini arayan Mario’nun peşinden bizleri Allende hükümetinin nasıl devrildiğiyle yüzleştirmiş ve savaş alanına dönen meydanlara cesurca kamerasını uzatmıştı. No’da ise Larrain bundan önceki iki filminde daha dolaylı yoldan gösterdiklerini seçim öncesi yaşanan bir kampanyayla açık ediyor. Bir tarafta Evet’çiler diğer tarafta Hayır’cılar kıyasıya birbirini karalama yarışı içine girmişken, arka planda iktidarın kendi iktidarını meşru göstermek için başvurduğu oyunları görüyoruz. Larrain bir kez daha ülkesinin belirli bir dönemini merceğine alıyor ve sadece kendi ülkesindeki darbenin değil, aynı zamanda genel olarak dünyadaki bütün darbelerin de iç yüzünü sarsıcı bir şekilde bizlerle paylaşıyor. Barış Saydam

Devir: Son yıllarda Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Erden Kıral gibi “alıştırdıkları ve alıştıkları” tarzın dışına çıkan yönetmenlerin arasına Devir’le Derviş Zaim de katıldı. Zaim sanki “iki film arası hem iş hem tatil” niyetine çekmiş belgesel kurmaca arasında gidip gelen bu filmi. Bir bütünlükten yoksun olduğu hissiyatı vermesi dışında, dramatik açıdan da bir tatmin duygusu yaşatmıyor Devir. Anadolu’da yaşayan bir geleneği bize tanıtması, insanın doğayla ve doğanın en has çocuğu hayvanlarla ilişkisine yönelik felsefi yorumu filmin akılda kalan etkileyici unsurları. Ancak yeni dönem Türk sinemasının “usta” yönetmenleri arasında sayılan bir ismin elinden çıktığını kanıtlamaya yetmiyor. Ege Görgün – tersninja.com

Zerre: Belgesel gerçekliğinde memleket halleri. Hasta küçük kızı ve yaşlı annesine bakan; hayata tutunmaya çalışan Zeynep’in öyküsü. İşsizlik, yoksulluk, tıka basa imkânsızlıkla yoğrulmuş büyük şehrin küçük insanları. Korunaksız, yalnız. Onca yoksulluk varken gülümseme çabası. Yarına ertelenen umut. Havada uçuşan sayısız zerrecikler gibi gerçek kahramanları hayatın. Boğazınıza takılıp kalan şeyler filmin ardından. Perdeden geçen gerçeklik hissi. Haksızlık ve çaresizlik içinde günü kurtarma çabası. Ses ve görüntünün uyumu. En iyi ses çalışmasının belirgin olarak öne çıktığı film ‘doğru› her şeyin ötesinde.

Babamın Sesi: İstanbul Film Festivali’nde En İyi Senaryo ödülünü kazandıktan sonra Adana Altın Koza Film Festivali’nde ise En İyi Film ve En İyi Senaryo ödüllerini kazanan Babamın Sesi, ilk önce bir belgesel olarak tasarlanmış bir projenin kurmacaya dönüştürülmesi sonucu ortaya çıkmış bir sinema eseri. Filmin yönetmenlerinden Zeynel Doğan’ın kendi ailesinin öyküsünü çıkış noktası alan filmde başrolde Zeynel Doğan’ın annesi Base Doğan kendisini, Zeynel Doğan da Base’nin oğlunu oynuyor. Diğer iki temel karakter, Base’nin kocası ve büyük oğlu ise salt kasetlerdeki ses kayıtlarının dinlenmesi üzerinden filmde yer alıyorlar. Babamın Sesi, hem amatör oyunculara yaslanma, hem de anlatıda önemli yer tutan iki karakteri salt sesleri üzerinden aktarma gibi iki riskli tercihin de altında kalmamış. Hem Base Doğan oldukça etkileyici ve inandırıcı bir oyunculuk performansı sergiliyor, hem de ses kayıtlarının öyküye basitçe yedirilmesi değil, anlatının lokomotifi olması başarılmış. Kuşkusuz burada geleneksel ticari sinema anlatım kalıplarının dışında bir anlatım ve bu bağlamda bir başarı söz konusu, yoksa geleneksel anlatım kalıplarının alışkanlıklarıyla bakıldığında ise bambaşka yargılara varılması işten bile değil. Anlatım dilindeki özgünlükleri bir yana Babamın Sesi, insanın içini acıtan, slogancılığa kaymadan en acı gerçekleri yüzümüze vuran çok etkileyici bir film. Etnik ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan toplumsal baskının, bu topluluklardaki bireylerin üzerinde nasıl kendi etnik ve mezhepsel kimliklerini gizleme, örtbas etme kaygısına yol açtığını sergiliyor her şeyin ötesinde. Ayrıca, özel olarak Maraş Katliamı’nın anımsandığı sekanslarda, linç güruhlarının atmış olduğu sloganların İslamcı niteliğini vurgulayarak bu topraklardaki hoşgörüsüzlüğün ve baskıların kaynaklarına ilişkin olarak sahte liberal ezberleri bozması da çok dikkat çekici. Kaya Özkaracalar - Yurt

Lal Gece: Ülkemiz sorunları sinemamızda ya çok mesafeli bir bakış açısıyla ele alınıyor, ya da bir takım ‘film yöneten’ler, bu sorunları liberalize bir söyleme dökerek, onları sorun olmaktan çıkarıp başka bir kisve altında anlatıyordu. Öyle bir anlatıyorlardı ki, bir mucize gerçekleşecek sorunlar bir çırpıda çözülecekti onlara göre. Ve o kadar da kompleks değildi bu sorunlar. Olsundu, güzel günler bizi bekliyordu... Fakat bir gün, uzun bir süreden sonra Reis Çelik, Lal Gece ile çıkıp geldi! 13-14 yaşındaki bir kızın dedesi yaşındaki bir adamla evlendirildiği gerçeğini önümüze atan Çelik, bununla da kalmıyor bizi bu ‘uyumsuz’ çiftin zifaf gecesine şahitliğe çağırıyordu. Sorun, o kadar çözümsüz, çözümü zor duruyordu ki ortada, bunu o gece ancak bir el silah sesi çözebilirdi. Aslında bu silah sesi, ülkemizdeki süreğen sorunların çözümsüzlüğün işaretiydi bir nevi. Niye sadece baktığımızı, sadece şahit olduğumuzu sorguluyordu Çelik! Deyiş yerindeyse ‘şamar gibi’ iniyordu yüzümüze hikâyenin finali... Lal Gece, ülkemizin sorunlarına mesafeli durmayan, onlara beylik, sözde çözümler üretmek yerine; içeriden bir bakış atmayı deneyen, onları etraflıca anlamaya çalışan, bunu da alnının akıyla başaran bir

66

67

Murat Erşahin - Sinema


Sinema

Sinema deneme. Çelik’in, sadece bir toplum tarafından köşeye sıkıştırılmış bir kadını değil, toplumun adeta cinsel tetikçiliğe soyundurduğu erkeği de derinlemesine analiz ettiği Lal Gece, gelecekte ‘başyapıt’ olarak anılmayı hak ediyor bana kalırsa. Ercan Dalkılıç – Tersninja.com / Aydınlık

Leopar (Il Gattopardo / The Leopard): 1860’ların Sicilya’sından başlayarak İtalya’nın dönüşüm sürecine ayna tutan Leopar, yönetmen Luchino Visconti’nin aile geleneklerinden, yaşam deneyimlerinden ve toplumsal değişim üzerine düşüncelerinden beslenir. Hem dış hem de iç mekânı muazzam bir titizlikle kullanan yönetmen, merkezine aldığı Prens Salina’nın (Burt Lancaster) ailesindeki değişimle başta Sicilya olmak üzere İtalya’nın değişimini de incelikli bir dille yansıtmayı başarır. Köklü bir saltanat geleneğinin son varisi olan Prens Salina sahip olduğu geniş topraklarla birlikte o topraklar üzerinde yaşayan insanlar üzerinde de oldukça önemli bir nüfuza sahiptir. Fakat orta sınıf gün geçtikçe nüfuzunu arttırmaya başlar. Garibaldi’nin reform hareketi bir değişimi kaçınılmaz kılarken, tüccar sınıfı da yeni düzenin en önemli zümresi hâline gelir. Monarşiden demokrasiye doğru bir değişim yaşanırken, bir yandan da Prens Salina’nın ailesinde de bir değişim yaşanmaktadır. Prens Salina çok sevdiği yeğeni Tancredi (Alain Delon)’yi Sicilya’nın en önemli tüccarı olan Don Calogero’nun kızı Angelica (Claudia Cardinale)’yla evlendirmektedir. Toplumsal değişimin bireysel değişimle birleştiği ve eski aristokrat geleneklerinin yeniden canlandırıldığı filmde, Visconti toplumsal değişim üzerine düşüncelerini de hikâyeden kopmadan vermeyi başarır. Barış Saydam

Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Yurttaş Hakkında Soruşturma (Indagine su un cittadino al di sopra di ogni sospetto / Investigation of a Citizen Above Suspicion): 1970’de Cannes Film Festivali’nde büyük ödül ile birlikte FIPRESCI ödülünün de sahibi olan Elio Petri imzalı Her Türlü Kuşkunun Ötesinde bir Yurttaş için Soruşturma, o senenin ‘En İyi Yabancı Dilde Film Oscar’ının da sahibi olmuştu. Adından başlayarak Kafka’yı dünyasına davet film ‘Dava’dan bir alıntı ile bitiyor: “Bize nasıl görünürse görünsün, o bir kanun kuludur, yani kanuna aittir, bu yüzden insanların yargılarından uzakta bulunur”. Film, bu alıntının da altını çizdiği gibi, hem kanuna ait hem de insani yargılardan uzak olan eski polis müfettişi yeni emniyet müdürü bir adamın hikâyesini anlatıyor. Kanunun herkesin üzerinde oluşunu kendi statüsünü kullanarak sınamak isteyen bu adamın kanunsuzluğu, filmin, hem İktidar ve Kanun üzerine hem de ‘68 sonrası İtalya üzerine sert bir yorumda bulunmasına da aracı olmuş oluyor.

All That Jazz: Yönetmeninin yarı-otobiyografik özelliklerini taşıyan ama anlattıklarıyla izleyicisinin hayatla hesaplaşmasına yardımcı olan çok az film vardır. Bob Fosse’nin “All That Jazz”i bunu başarabilen üç-beş filmden biridir... “All That Jazz” her Bob Fosse filmi gibi zor bir filmdir. Koreograf, sahne sanatları yönetmeni, oyuncu, yazar ve yönetmen olan Fosse kendi hayatından da izler taşıyan 1979 tarihli bu filminde öyle bir çatı kurar ki, film Fellini klasiği “Sekizbuçuk” halinden ve olanca ‘Amerikan müzikali’ ışıltısından yavaş yavaş çıkıp bir çeşit Ingmar Bergman klasiği “Yedinci Mühür”ün etkisine ulaşır. Çünkü Fosse’un filminde de bu sefer beyazlar içindeki güzel bir kadınla vücut bulan ‘ölüm’le hesaplaşan yine kendi gibi bir koreograf ve yönetmen olan bir adam vardır... Fosse’un bu büyük filmi sadece bir adamın ölüme giderken kendisiyle girdiği hesaplaşmayı görkemli bir müzikal film kimliğiyle anlatmıyor, şov dünyasının ikiyüzlülüğü ve samimiyetsizliğine de sık sık vurgu yaparken ‘yaratıcı’nın da kaybolmuşluğunun, yalnızlığının nasıl da mümkün olabileceğini gözler önüne seriyor. Burak Göral – Arka Pencere

Tommy (1975) ile birlikte modern müzikal klasiklerinin en önemlisi olarak anılabilecek Bütün O Caz, farkını da melankolisi, kirliliği, kurgusu ve koreografileriyle ortaya koyuyor. Zira bunların ilkinde Ken Russell’ın biraz ‘pop-art’a da kayan geleneğindeki ‘The Who’ bazlı kurmacayı abartan rockçı hikayesi-rock operası gözlemi, bir tiyatro yönetmeni-koreografı Bob Fosse’un üzerinden canlandırılıyor. Üstad kendi çektiği filmde Roy Schneider’a kimliğini emanet edip, özyaşamsal bir sürecin izini sürerken ‘sahne arkası müzikali’ adlı türün ilk döneminin sanatın dünyasına bakan formatını farklılaştırma çabasına giriyor. Elbette geleneksel müzikallerin iç baymaya başlayan görkemli koreografileri, demode duran müzikleri, gerçekliğe bel bağlama muhafazakarlığı ve düz lineer akışı devre dışı bırakılıyor. Ana karakterin hap içtiği sanrısal dünyayla start alan film, ‘hip-hop kurgu’yu sinemaya sokan, snorricam kullanan, yakın ve orta ölçekli planları devreye sokarken teleobjektif ile zoom objektifleri de unutmayan bir görsel yapı getiriyor beraberinde. Lineer olmayan akışın bir anlamda parçalardan oluşan bir ‘LSD sancısı’nı, 60’ların sonundaki ‘video klip estetiği’ne yaklaşan hızlı kurguyla perçinlemesi ise ‘ritim duygusu’ ve ‘dans koreografisi’ odaklı anlatıyı ‘modern dünya tasvirli’ bir bütüne kavuşturuyor. Böylece ‘şov dünyası’nın yaptıklarını, bireyi sömürmesini, ölüme sürüklemesini ele alan ‘halüsinatif bir vals’in içinde kaybolmamak adeta imkansız hale geliyor. Bütün O Caz, büyük oranda Fosse’nin Cabaret (1972) sonrası daha canlı, cesur ve dönüşümcü bir sürece ulaşmasını sağlıyor. Bunun devamında da ‘caz dansı’ geleneğiyle dikkat çekip De-Lovely, Evita ve Nine gibi birçok filmde iz bırakırken sahne-hayat ilişkisiyle de bezenen özel, önemli ve büyüleyici bir film modelinin adresine dönüşüyor. Kerem Akça - Habertürk

Senem Aytaç – Altyazı

68

69


Öykü

Bölüm-1

İlka Aşk Ve Kaçış Aynı Kapıdan Geçer… Yeşillerin ortasındaki bir göldeyim. Sessizlik huzur verici olmaktan ziyade çıldırtıcı… Delirebilirim. Suyun içinde yatıyorum. Su beyaz giysimin ince kumaşı misali tüm bedenimi sarıyor şefkatle. Huzur bu mu? Canım yanmıyor artık. Üzerimden geçen siyah yılanın kıvrımlarını bedenime özgürce sürmesine bile aldırmıyorum. En son duyduğum yankılanıyor kulaklarımda. Her güzellik bir gün sona ermeye mahkûmdur! Âşık olduğum adam söylemişti bunu bana dudaklarıma kondurduğu sıcacık son öpücükten sonra. VOLKAN Onu gördüğüm ilk günü hatırlıyorum. Güzelliğini… Ona bakarken elimdeki meyve sandığını neredeyse düşürüyordum. Ne kadar süre öyle kaldım bilemiyordum ama en sonunda ondan bir gülümseme çalmayı başarmıştım. Bu kasabaya geldiğimin üçüncü ayıydı. Beni bulamayacakları kadar uzak bir yerde olmalıydım. Güzellikleri yok etmek için yarışan o şehir insanlarından uzakta. Yollar aşmalıydım. Trenler, otobüsler, yol şeritleri… Sahteliklerden arınmaya ve kaçmaya başladığım ilk anımı hatırlıyordum. Baktığım şu güzelliğin yanından bile geçemeyecek bir kadını günahlarından kurtarmaya çalışıyordum. O kadın kendini para için satmaya o denli hevesliydi ki tanıştığımızda. Barda oturmuş şarabımın bardağın içindeki yansımasını seyre dalmıştım. Rengi annemin saçlarının rengindeydi. Yoksa babamın ona elindeki vazoyla vurduktan sonra saçlarının aldığı renkte mi demeliydim? Adını bile hatırlamak istemediğim o kadın yavaşça yanıma yanaşmış ve uzun bacaklarını daha rahat görebilmem için yanlamasına oturup ‘’Merhaba!’’ demişti. Dudakları kan kırmızısı bir rujun etkisi altındaydı. O ruj onu esir almıştı ama onun haberi yoktu bundan. Bilmiyordu o rengin içinde boğulmanın ne demek olduğu. Dönüp onu baştan aşağı süzerek başımla selamlamıştım, ilgilenmediğimi belirten bir soğuklukla. Ama o durmadı. Durmalıydı! Adı neydi? Hale… Sadece benimle olacağını söylediğinde karanlık bir kış gecesiydi. Yeni boyadığı kızıl saçlarını kurutmaya çalışıyordu. Üzerinde beyaz, askılı bir atlet vardı. Ve iç çamaşırı. Boyanın kokusu midemi kaldırmıştı. Hayatım boyunca nefret ettiğim bir şey varsa o da kendini olduğundan farklı göstermek adına orasını burasını boyayan kadınlardı. Sonra o en sevdiği rengin derinliklerine çektim onu. Çünkü biliyordum asla sözünü tutmayacaktı. O ilkimdi! Daha sonrakileri ait oldukları yere göndermem daha kolay oldu. Evime bir oda yaptırmıştım. Onların ölüm şekillerini belirlemek kumar olsun diye… Yarım bir duvarın etrafını puslu camlı bir çerçeve kaplıyordu. Dizaynını kendim çizmiştim. Sadece bana özel bir ibadethaneydi o oda. Camlı, puslu çerçevem bir düzenek halinde günahkâr bedenlerin içinden ruhlarını nasıl döküp almam gerektiğini gösteriyordu bana. Yapmam gereken tek şey siyah deri koltuğuma gömülmek ve ipi çekmek oluyordu. Düzenek her seferinde dişlilerin sesleriyle şarkısını söylüyor ve oyuncak bebek başka bir yerinden kırılıp, bükülüp ruhun teslim yolunu gösteriyordu. Bazen bir araba çarpıyordu bebeciğe, bazen bacakları ayrılıyor, bazen kolları kopuyordu.

70

71


Öykü

Öykü

Ölüm yolu farklı olan ruhların defin işlemleri aynıydı benim mecramda. Ben çiftçiydim. Topraktan geleni toprağa verip, ruhlarını beyaza gark edendim ben… Şimdi karşı kaldırımdaki şu güzelliğe bakınca tüm kötülükleri arkamda bıraktığımı fark ediyordum. Gülüşü bu ilkbahar sabahında içimi güneşten daha fazla ısıtmıştı. Kısacık bir andı bu yaşadığımız ama anlamıştım o benim aradığım masumiyetti. Hep masum kalması gerekendi o. Başını utangaç bir tavırla eğip takı dükkânından içeri süzülüşünü seyretmiştim olduğum yerden. Bu kasabaya geldiğim anda karar vermiştim. Geçmişim yoktu. Zenginlik, bol para yoktu. Hepsi doğumumda bana konan isimle birlikte ölmüştü. Planımı öyle ince yapmıştım ki eminim şu anda arkamdan timsah gözyaşları döken ve o yaşları paramla silip ölümüme içinden şükürler eden bir sürü insan vardı. Uzak akbabalar! Ben, Volkan Kalyoncu ölmüştüm. Büyük bir şirketin tek sahibi ve varisi olan zengin ve gizemli adam elim bir trafik kazası sonucu ölmüştü. Yanıma sadece ihtiyacım olacak kadarını almıştım. Yeni adım Eza’ydı. Garip bir isim seçmiştim kendime. Lakin söylemesi farklı bir keyif vermişti bana. Bu kasabayı tesadüfen bulmuştum. Sadece şöyle bir dolaşmak için gelmiştim. Fakat kamyonetimden inip de sokaklarını arşınlamaya başladığım andan itibaren kasaba beni kendisine mahkûm etmişti. Sakin, içten, sessiz bir yerdi burası. İnsanları dost canlısıydı. Hele o yeşilliklerle bezeli göl… Nilüferlerle kaplı, yeşilliklerin içinde, kendi zamanını yaratan bir göldü. Gölün etrafı beyaz kır çiçekleriyle çevriliydi. O çiçeklerin arasında gülümseyen gelincikler vardı. Beyaz ve kırmızının uyumunu hep çok sevmiştim. Suyla birleşen yeşilin kokusu tüm duyularımı harekete geçirmişti. Mükemmeldi. Gölün kıyısında duran banka oturup saatlerce bu manzarayı seyretmiştim. Karanlık iyice çöktüğündeyse kendime kasabada kalabileceğim bir motel bulmuş yeni hayatımın planlarını yaparak uykuya dalmıştım. Bu kez kötülük ellerime bulaşamayacaktı. Kasabaya uyandığım ilk sabah önce kendime yaşayacak şirin bir ev aramaya başlamıştım. Bulmuştum da. Hem de aradığımdan fazlasını. Küçük bahçeli bir ev ve arkasında uzanan şirin bir sera… Gülümseyerek emlakçiye dönüp "Alıyorum" demiştim. Hayat verecektim bu kez. Kollarımı sıvayıp çalışmaya başlamıştım. Hevesliydim. İlk kez kendi emeğimin, alın terimin değerinin farkına varmıştım. İçimde yaşayan, kanla beslenen, öldürerek çoğalan canavar sessizliğe gömülmüştü. Beni terk etmesi için dualar etmiştim adımı ölüme mahkûm ettikten sonra ve sanırım dualarım kabul oluyordu. Sabahın ilk ışıklarıyla kalkıyor gölün derin sihrinde son bulan bir yürüyüşün ardından serama dönüp müşterilerimle ilgileniyordum. Önceleri garip karşıladıkları ve sırf kim olduğumu merak ettikleri için başlattıkları ziyaretleri artık rengârenk çiçeklerime ve hormonsuz sebzelerime dönmüştü. Onları her seferinde gülümseyerek, ellerimin toprak karasıyla karşılıyor ve keyifle uğurluyordum. Onlardan biriydim en nihayetinde. İstediğimde buydu zaten. Hiç tanımadığım bir coğrafyada, hiç tanımadığım insanların ve onların gündelik yaşantıları içinde kaybolmak! Basit bir hayat hep dilediğim olmasına rağmen yıllarımı istemediğim okullarda okuyarak, babamın filoları hatırına önümde diz çöken insansıların arasında tükettim. Annemin kırık ruhuna tanık oldum. Gün geçtikçe kendinden kaybettikleriyle mücadelesini resimlerine döken gözü yaşlı bir kadındı benim annem. Arap prensim diye göğsüne çekip koklardı beni. Yüreğindeki acıların bir birleşimiydi koyu tenim onun gözünde. Babamın uzaklığına inat benim sevecen bir çocuk olmamı isterdi. Namuslu ve sadık bir kadındı. Her ne kadar babam o gece bunun tersini haykırıp onu kızıla boyasa da ben hep onun masumiyetine inandım. O öldüğünde on beş yaşındaydım. Onun alınıp götürülen bedenine titreyerek bakmıştım.

Kulağıma ilk kez fısıldamıştı canavarım. "Her güzelliğin bir sonu vardır!" diye. Sonrasında o eve bir daha uğramadım ta ki babam layığını bulup da bir çukurun içinde geberene dek. O gün kaldırımın karşında onu takı dükkânına girerken gördüğümde annemin bana yıllardır ilk kez gülümsediğini hissetmiştim. Masum, sıcak ve kısacık o gülümseme bana gitmem gereken yönü fısıldamıştı. Ona gitmeliydim. Onunla tanışabileceğim yollar aramaya koyuldum kendimce. Takı dükkânını gözlemeye başlamıştım. Aslında bilerek yapmıyordum bunu. Kalbimi izliyordum. O dükkânda çalışıyordu. Her sabah aynı saatte dükkânı açıyor. Karşıya koşar adımlarla geçip benim sebze meyve verdiğim manavın yanında ki pastaneden bademli kurabiye alıp dükkânına dönüyordu. Yüzünden eksik olmayan gülümsemesiyle karşılıyordu müşterilerini. Kızıl, gür saçlarını genellikle yanından toplayıp kulağının arkasına bir gül sıkıştırıyordu. Benim dükkânın önüne bıraktığım her alışında etrafına meraklı gözlerle baktığı gülü. Gülümseyerek gülü eline alışını seyrediyordum. Ona sevgiyle dokunuşunu. Dolgun dudaklarına götürüp öpüşünü… Çok kadın tanımıştım lakin bu öpüş kadar mahrem bir anı hiç yaşamamıştım. Dükkânı her gün aynı saatte kapatıyordu. Bütün komşularına tek tek iyi akşamlar dileyip iki sokak aşağıdaki evine gidiyordu. İkinci kattı evi. Bazen bir köşeye sinip gölgelere çekilerek onu seyretmeye devam ediyordum. Üstünü değiştirmesini, çiçeklerine bir bir öpücükler kondurup tüm şefkatiyle onlarla ilgilenmesini, gece yarısı ışıklarını söndürüşünü… Gözlerimi kapadığımda onun uyurken aldığı huzurlu nefesleri bile duymaya başlamıştım. Ben onun hayatının tam ortasındaydım sonunda. Artık onunda benim hayatıma tutunmasının zamanı gelmişti. Her şey planladığım gibi gidiyordu. Ertesi sabah takı dükkânına gittim. Elimde pembe bir gülle… Masumiyetin, salt sevginin rengi pembeydi bence ve onun yanaklarına en çok uyan renkte buydu. Kapıda ki çıngırak benim geldiğimi söylüyordu. Tezgâhın arkasındaki bölmeden gökkuşağının renkleriyle bezenmiş perdeyi aralayarak geldi masumiyet. Gülümsüyordu. Üzerinde krem rengi çiçekli bir elbise vardı. Diz kapaklarında bitiyordu etek kısmı. Minik babetler giyinmişti. Çok güzeldi. Gülümseyerek yanıma yanaşıp’’Merhaba, nasıl yardım edebilirim?’’ diye sordu. Donup kalmıştım. Bahar havası bile içimdeki soğukla başa çıkamıyordu. Ya o da diğerleri gibiyse sorusu beynimi kemirirken ne kadar süre öylece yüzüne bakarak kaldım bilmiyorum. Narin eliyle koluma dokunup "İyi misiniz?"diye sorduğunda derin bir nefes alıp kendimi onun kokusuna hapsettim. Başımı sallayıp "Kusura bakmayın. Zor bir gündü" diyebildim. Gülümsedi yeniden. Dudakları ne güzeldi gülümsediğinde. Ne olur diye dua etmeye başladım masum olduğunu söyle. Ölmen gerekmesin! Düşüncelerin yeniden beni kuşatmasına izin vermemeye çabalayarak konuştum. ‘’Ben güzel bir kızı yemeğe davet etmek istiyorum. Ama henüz tanışmadık bile.’’ Yüzü anlayamadığını belli eden bir ifadeyle yanıyordu. Kaşlarının arasındaki çizgi belirginleşmişti. Bunu kaygılandığında yapıyordu. Bir süre susup onu seyrettim. Sonra devam ettim.’’Ona güzel bir toka hediye etmek istiyorum. Fakat ben nasıl bir şey olması gerektiğini bilmiyorum.’’ Gözlerime baktı o an. "Tamam, şöyle yapalım" dedi ve ellerini kavuşturup onu takip etmemi isteyerek tokaların olduğu yere doğru ilerledi. Küçücük elleriyle tokalara dokunuyor bazen de başını kaldırıp bana gülümsüyordu. Birden tam önümde durdu ki aramızda sadece bir iki santim vardı, sordu. "Adını biliyor musunuz?"Başımı hayır anlamında sallayınca dudaklarını büzüp tokalara bakmaya geri döndü. Bu hareketi yapınca gamzeleri belirginleşmişti. İçimden kahkahalar atmak istedim. Onun baktığı yöne doğru eğilip "Adını bilmiyorum henüz ama gülleri çok sevdiğini biliyorum" dedim. Sonra dediğimden pişman olup

72

73


Yazan-Çizen: Sümeyye KESKİN

Öykü

cümlemi toparlamaya çalıştım. Vücudunu dikleştirmiş bütün dikkatini bana vermişti. "Yani ben elinde sürekli gül görüyorum. Bende bu kasabada yaşamaya başladım. Sebze, meyve yetiştirdiğim bir seram var. Onu görüyorum. Neredeyse her gün…" Başımı yere eğip tepkisini bekledim. Yavaşça gözlerimi ona doğru çevirdiğimde gülümsediğini fark ettim. ‘’Bir dakika!’’ deyip hızla ilerlediğinde endişeyle beklemeye başladım. Poşet hışırtılarını dinliyor bir taraftan da dükkânı inceliyordum. Her yer ışıldıyordu. Kadınlar kendilerine güzellik silahını sekçiklerinden beri bu yaratıklar onların dünyanın masumiyetini bozmalarına yardımcı oluyorlardı. Sonra öncesinde tanıdığım ve saflığa uğurladığım kadınlar geldi aklıma. Hepsi bunları takıp takıştırıp beni kandırmaya çalışmışlardı. Param vardı çünkü. Geri döndüğünde elinde kırmızı gül şeklinde minik bir toka tutuyordu. Klipsi olan tokayı avucumun içine bıraktı hevesle. "Bunlar bugün geldi."Gözleri ışıldayarak bana bakıyordu. Başımı tokadan kaldırıp gözlerine çevirdim. "Fazla sade değil mi?" diye sordum. "Hem nasıl takacak ki bunu?" Tokayı elimden alıp saçına götürdü. Kızıl saçlarındaki tokayı çıkarıp onları eliyle bir yana topladı. Büyülenmişçesine seyrettim bu sahneyi. Annemin her gece saçlarını taramalarım geldi aklıma. Yalvarırdım ona. "Ne olur anne ben tarayayım bu gece de saçlarını. Çok güzeller!" Dolan gözlerimi ondan gizleye çalışarak kırpıştırdım. Fark etmiş miydi? Tokayı saçlarına nazikçe yerleştirip "İşte!" diye gülümsedi. Bende gülümsedim dolan gözlerime inat. "Alıyorum" dedim. Kasaya doğru yürüdük beraber. Çekingen bir tavırla "Şanslı bir kızmış"zdedi. Gülümseyip "Adım Eza!" dedim. "Hayır, şanslı olan benim." Parayı uzattığımda onu kasadan nasıl uzaklaştıracağımı düşünüyordum. Utangaç bir tavırla "Benimki de Semina" dedi. "Tanıştığımıza memnun oldum". Kekeleyerek "Aslında bu tokadan bir tane daha almak istiyorum" diyebildim. Parayı kasaya yerleştirip başını salladı. Hızla depo olarak kullandıkları odaya yönlendi. Bende hemen onun için yazdığım notu, tokayı ve gülü tezgâha bırakıp dışarı çıktım. Şimdi yapmam gereken tek şey kalıyordu. Onu davet ettiğim yerde beklemek! Öykü: Melahat YILMAZ

74

İllüstrasyon: Gülhan D SEVİNÇ

75


Sinema

Tarihte

Kritik

Bu Ay

Tarihte Aralık Ay'ı

Bahtsız CivCiv CALİMERO “Ama haksızlık bu öyle değil mi?” Calimero, ilk olarak 14 Temmuz 1963 yılında İtalya’da kirlilere sabun aşkına ortaya çıkan bir reklam karakteridir. Nino ve Tony Pagot tarafından yaratıldı. Lakin sarı renkli ailesinin tek civcivi olan bahtsız şirin karakterimiz o denli sevildi ki sonrasında Japon animatörlerin elinde adını dünya çocuklarına duyurmayı başardı. İşin başında aslında siyah değildi cici civcivimiz yalnızca çok kirliydi. Miralanza AVA İtalyan Sabun Ürünleri Şirketi onu temizlik imandan gelir sözünün şirin maskotu olarak kullandılar. Calimero her bölümün sonunda yıkanıp aklandığında ortaya çıkıyordu ki aslında ak pak beyaz bir civcivdi temizliğe ihtiyacı olan… Calimero Japon animatörler tarafından 1972’de TV’ye uyarlandığında çocuklar onu bağırlarına bastılar, gözlerinden sakındılar. O kadar sevdiler ki o İtalya başta olmak üzere yayınlandığı her ülke de ikon haline geldi Calimero. Kafasında doğum hatırası yarım yumurtası, iyi ve saf kalbi, başına gelen her kötülükten sonra sadece boynunu büküp haksızlıkları dile getirmesi neredeyse üç kuşağın diline pelesenk etti o malum cümleyi; “Ama haksızlık bu öyle değil mi?” Calimero ev hanımı annesi, sürekli işinden şikâyet eden babası, ne olursa olsun onun yanından hiç ayrılmayan güzeller güzeli kız arkadaşı Priscilla ile temiz olup, her durumda temiz kalmanın güzelliğini anlattı bizlere. Calimero saflığı ve iyi düşünmesi ile doğruyu esprili bir dille aktarmayı başardı her daim. Karakterimizin lisansı iki kez Japon animatörler tarafından alındı. İlki 1972 yılında çekilen seri iki yıl boyunca 84 bölüm halinde 12 dakikalık sürelerle yayınlandı. Daha sonrasında 1992’de tekrar sahalara dönen Calimero bu kez 36 bölüm olarak her serüven 23 dakika süreyle misafir oldu evlerimize. Calimero yıllar boyunca aynı sevgi ve muhabbetle karşılandı, baş köşeye oturtuldu ve yaşadığı haksızlıklar aynı duygularla karşılık gördü. Calimero’yu çok sevdik. Çünkü o farklıydı. İçimizde olması gereken hasletlere bir cevaptı o. Ailesinin tek farklı renkli civciviydi. Her daim doğruyu söyledi, her daim haklının yanında oldu. Şansızlığı onu durduramadı. Haksızlıkları kafasındaki doğum lekesi misali yansıttı, yarım yumurtasının içinden. Günümüzün oluruna inat, o hep olması gerekeni söyledi karşısında kim olursa olsun. Öyle olmanız ve öyle kalmanız dileğiyle… Efendim geldik bir ayın daha sonuna. Kış geldi kapımızı çaldı, aldık sıcacık evlerimize misafir ettik. Bu yazı da sıcak evlerimizin konforunda sıcak çaylarımıza tatlı olsun niyetine beğeninize sunulur. Sevgiler ve saygılar eşliğinde… “Hepiniz milletvekili olabilirsiniz, bakan olabilirsiniz. Hatta cumhurbaşkanı olabilirsiniz. Fakat hepiniz MUSTAFA KEMAL ATATÜRK sanatkâr olamazsınız.”

76

Efendim geldik kış ayına. Hayatta böyle değil mi zaten? Dört mevsim, dört devinim… Yaşamak başlı başına bir döngü gibi… Biz de bu aya geldik çattık. Kış çetindir derler ben de diledim ki her türlü zorluğa göğüs germiş bir mucizenin sözüyle başlayıp bitirelim bu ayı. İyi okumalar… “Hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnızca iki şey vardır. Galip olmak, mağlup olmak…” MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

Buster KEATON

(4 Ekim 1895-1 Şubat 1966) Sinema yüz ve beden dilinin aynı anda kullanıldığı, sessizliğin diğer görsellerle bastırıldığı ve insanlara mucize gibi gelen beyaz bir perde aracılığıyla aktarıldığı dönemlerde ifadesiz, hiç değişmeyen, adeta taşlaşmış bir yüzle tanıştı. Altı aylıkken merdivenlerden tepe üstü düşüşüne tanık olan vaftiz babası Harry Houdini’nin şaşkınlıkla hiç tepki vermeyen bebeğe bakarak babasına dönüp” That was some buster your baby took!” demesi ile “Buster” lakabını alan o adamla perde gülümsemeye doydu. Onun adı Buster Keaton’dı. Gerçek adı Joseph Francis Keaton olan oyuncu 4 Ekim 1895’de Kansas’ta doğdu. Sessiz sinema’nın en ünlü oyuncusu, sinemacısı, yapımcısı ve senaristlerinden biri olmayı başardı. Anne ve babası ünlü Vodvil Komedyenleri’ydi. Buster üç yaşındayken ailesinin yanındaki yerini alıp “Üç Keaton” ismi altında dünyayı karış karış gezerek gösterilere çıkıyordu. Ailesi onu sahne de adeta bir top misali sağa sola fırlatıyorlardı. Tüm bu gösteriler sebebiyle adı incitilemeyen küçük çocuğa çıkmıştı. Hatta bir seferinde babası onu sorun yaratan bir seyircinin üzerine fırlatmış adamın üç kaburgası kırılmıştı. Buster ise burnu bile kanamadan işine geri dönmüştü. Daha çocuk yaşından itibaren despot babasının emri altında zor şartlarla çalışmayı, hiç şikâyet etmemeyi ve ne olursa olsun isyan etmemeyi öğrendi. Bu süreç onun

77


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

yirmi bir yaşına kadar artarak devam etti. Mutsuzdu, köle gibi çalışıyordu ama hayatta kalmalıydı. Kaldı da! Tüm zorluklar ona ifadesiz yüzünü kazandıracak ve sinema tarihi onu “Büyük Taştan Surat” olarak hatırlayacaktı. Keaton, 1917 yazında tanışıp, beraber on beş kısa film çekeceği ve sinema seyircisine merhaba diyeceği adam olan komedyen-yönetmen Fattie Arbuckle birlikte ilk filmi olan “The Butcher Boy” da rol aldı. Bu filmde oynaması için tek bir şartı vardı üstadın kısa süreliğine bir kamera istiyordu. Aldı kamerayı. Söktü, inceledi, çekimler yaptı. Fattie ile çektikleri kısa filmlerde akrobatik hareketleri ile ön plana çıktı. En zor sahnelerde bile dublör kullanmadan düşüyor, kalkıyor ve sonra tekrar aynı süreci yaşıyordu. Bu sahneler sinemada onun sihri olarak kabul edildi. Sonra ki jenerasyonlar arasında da etkileri güçlü oldu. Günümüz sinemasında bu etkiyi taşıyan en önemli örnek Jackie Chan olmuştur. Sanatçı onun akrobatik hareketlerinden ne denli etkilendiğini sinema kariyerinin ilerleyen yıllarında itiraf edecekti. Buster,1920 yılında askerden döndükten sonra ilk uzun metrajlı filmini çekti ve birden bire yıldız oldu. Tüm sahne ışıkları onun etrafında parlıyordu artık. Bir yıl içinde ise kendi yapım şirketinde yazıp, yönettiği ve oynadığı filmleri vardı. 1928 yılında bu ışıltı MGM stüdyosuna geçince sönecek ve Keaton hayatımın en büyük hatasıydı dediği kayıp yıllarını yaşayacaktı. Filmlerinde sadece oyuncu olarak boy gösteriyor, tehlikeli sahnelerde dublör kullanmak zorunda kalıyordu. Şirket sanatçısını koruma politikası altında onun tüm yeteneklerini ve hayatını kısıtlama yoluna gitmişti. Gülümsemesi ya da yüzüne herhangi bir ifade vermesi yasaktı oyuncunun. Özel hayatında görüşeceği kişileri bile şirketi seçer olmuştu. Tüm bunlar yetmezmiş gibi o yıllarda kendisini çok yıpratan düşüşüne bir de özel hayatındaki sorunlar eklendi. Boşanması ve alkolle ilgili sorunu onun kendini de yitirmesine sebep oldu ve 1935’de bir kliniğe yatırıldı. Kendini toparladığında Hollywood dışında bir iki film çekti. Daha sonra ise yurda dönüp oyunculuk yaptığı şirkette komedi yazarı olarak çalışmaya başladı. 1940 yıllarda bazı filmlerde çeşitli rollerde oynadı. Sonrasında 50’lili yıllara gelindiğinde misafir oyuncuydu Keaton. Bu filmlerin en önemlileri başta Chaplin ile aynı sahneyi paylaştığı Limelight, Sunset Boulevard, It’s a Mad Mad Mad World’dür. Bu filmlere yaptığı kısa ziyaretler onun adını yeniden duyurdu, eski filmleri yeniden sinemalarda gösterilmeye başlandı. Üniversitelerde tez konusu haline getirildi ve ona özel bir Oscar ödülü kazandırdı. Keaton, 1976’da kanser yüzünden hayata gözlerini yumduğunda 70 yaşındaydı. Ölümcül bir hastalığı olduğunu bile bilmeden ölmeden önceki son gecesini arkadaşıyla kâğıt oynayarak geçirdi. Hayatı boyunca yaşadığı mutsuzluklar yüzünde hiçbir şekilde ifade bulamamıştı. Onca yeteneğine ve sahne performansına rağmen iş hayatında da özel hayatında da yüzü gülmedi ünlü oyuncunun. Değeri hiçbir zaman tam bilinemedi. O sinemanın Dead-Face’siydi. Her ne kadar yüzünde her hangi bir ifade yakalayamasanız da sizi alıp götüren bir ışığı vardı oyuncunun. Kendini yormadan, abartısız, sade anlatımıyla güldürmesini her daim bildi. Lakin kendi gülememişti. Bir röportajında gazetecinin sorduğu; filmlerinizde neden bu kadar ciddisiniz sorusuna verdiği cevap günümüz oyuncularına ders niteliği taşır. Şöyle demişti üstat; “Müzikhole başladığım zamandan beri fark ettim ki, az ya da çok gülünç bir numara tamamlandığında, seyircilerin tepkisine ne kadar kayıtsız kalınır, sonra da bu tepkiden ne kadar şaşkınlık duyulursa seyirci

78

o kadar çok gülmektedir. Bunun tersine bazı komedi oyuncuları seyirciye katılıp onlar ile yüz göz olurlar. Bir komedi oyuncusu perdede gülmeye başladığı anda, seyirciye gördüklerini ciddiye almaması gerektiğini, bütün bunların bir şaka olduğunu söylemiş olur. Gerçekten böyle davrandıklarında artık onları hiç kimse ciddiye almaz ve seyirciyi en gülünç durumlarda bile güldürememe olasılığı ortaya çıkar. Bir komedi filmi oyuncu içinde eninde sonunda aptal numarası yapmak anlamına gelir. Ve bunu ne kadar ciddiye alırsa sonucu o kadar komik olur.”

Buster Keaton

Büyük taş surat, gözünü dünyaya açtığı andan itibaren atıldı, itildi ve bu durumu her daim o hariç herkesi güldürdü. Sinemanın en usta komedyenlerinden sayıldı fakat kendisi yaşarken bu değerden uzakta kaldı. Zaman zaman Charlie Chaplin gölgesi düştü üstüne. O yine de ifadesizliğini korudu dünyaya karşı. Tepkileri rahat, naif ve sadeydi her daim. Anlamak isteyenlerin anlayabileceği alt metinleri vardı, çoğu kez anlaşılamadı. Gölge-e Dergi sessizce sunar Buster Keaton…

Bazı filmleri; The Navigator(1924): Yönetmenliğini Donald Crips ile üstlendiği 59 dakikalık sessiz filmidir. Rollo sevdiği kız olan Betsy ile evlenmek ister. Tüm hazırlıkları yapar. Hatta Honolulu’da bal ayı için gemi biletlerini bile hazırlar ve kızın karşısına dikilir. Tek sorun vardır Betsy evlenmeyi kabul etmez. Bunun üzerine Rollo tatile tek başına çıkmaya karar verir. Geminin kalkış saati erken olduğu içinde gemiye gece binmek ister. Fakat yanlış gemiye biner yani Betsy’nin babasının gemisine. Betsy ve babası da gemiye bakmak üzere oraya giderler. Lakin birilerinin bu gemi için çok başka planları vardır. Sonuç olarak bomboş bir gemide iki âşık hasbelkader buluşur ve komik olaylar baş gösterir. Sherlock Jr. (1924): Buster Keaton’un yönettiği ve başrolünde oynadığı film en komik 100 yapım arasında 62. Sırada yer alır. Sakar bir yeniyetme dedektifin başından geçen olayları 45 dakika süreyle anlatan filmin en önemli sahnesi saat sahnesidir. Bu sahne daha sonra Jackie Chan tarafından da bire bir kullanılacaktır. Our Hospitality (1923): Yönetmenliğini John Blystone ile birlikte yaptığı 73 dakikalık filmidir. Filmde babası kan davası yüzünden öldürüldüğü için başka bir şehre halasının yanına gönderilen genci canlandırır. Willie birlikte yolculuk ettiği güzel kızın teklifini kıramaz ve onun yemek davetini kabul eder.

79


Tarihte

Tarihte

Bu Ay

Bu Ay

Fakat küçük bir sorun vardır. Bu kız kanlılarının kızıdır. Misafirperverliklerinden dolayı aile onu kendi evlerinde öldüremez lakin dış kapıdan bir adım bile dışarı çıkarsa vurulacaktır. The General(1927): Yönetmenliğini bu kez Clay Bruckman ile üstlendiği 107 dakikalık uzun metrajlı filmidir. Film gişede çok büyük bir başarı kazanamamış olsa da sonrasında sinema tarihinin en önemli filmlerinden biri olacaktır. Filmde sevdiği kızla evlenmeye çalışan sırf bu uğurda kendi askere kabul ettirmek için yapmadığı fedakârlık kalmayan bir tren mühendisini canlandıran Keaton’ın en bilinen yapımlarından biridir. Ustanın bu filminin en önemli özelliklerinden biri de epik bir yapım olmasıdır. Film gerçek bir olaydan yola çıkmıştır. Ve o zamana kadar yapılmış en nesnel tarih yaklaşımına sahiptir. Collage (1927): Yönetmenliğini James W. Horn’un yaptığı 66 dakikalık filmidir. Filmde son derece sakar ve yeteneksiz olan Ronald’ın sevdiği kızı etkilemek için okulun spor takımına girmek adına verdiği mücadele anlatılır. Sonunda kürek takımına giren Ronald’ın sakarlıkları burada da bitmeyecektir. Steamboat Bill Jr. (1928): Yönetmen olarak Charles Reisner’i gördüğümüz yapım Keaton’un son bağımsız filmidir. Film babasının izinden giderek ünlü bir gemi kaptanı olmaya çalışan bir genci anlatır. İşler babasının en büyük rakibinin kızına âşık olunca sarpa saracaktır. Ustanın diğer önemli filmlerini ise şöyle sıralayabiliriz. One Week (1920), The Playhouse (1922), Go West (1925), The Haunted House (1921)…

Steamboat BILL JR. Willie Canfield sönük, kendi halinde bir üniversite öğrencisidir. Annesine verdiği söz üzerine daha önce hiç tanışmadığı babasını görmek için yollara düşer. Babası ile ilgili hiç bir şey bilmemektedir. Hatta neye benzediğini bile! Bundan dolayıdır ki babasına bir not gönderir öncesinde, onu kolay tanıması için yakasına beyaz bir karanfil takacaktır. Sorun şudur ki; babasının ondan daha büyük sorunları vardır. Nehir üzerinde onun işini kapmak için bekleyen yeni ve konforlu bir tekne ve onun havalı ve paralı sahibi J. J King gibi. Sorunlar oğlu Will gelince tavan yapar lakin Will J. J King’in güzel kızına abayı yakmıştır. Bir de ona göre henüz tam olarak erkek değildir. Çelimsizdir, sessizdir. İki rakip onlar görüşmesin diye ellerinden geleni yaparlar. Ta ki bir fırtına her şeyi silip süpürene kadar… 1928 yapımı bir Buster Keaton klasiği, Steamboat Bill Jr. Onun komedi dehasını görmek isteyenler için izlenmesi gereken olmazsa olmaz filmlerinin başında geliyor. Yönetmenliğini Charles Reisner’in üstlendiği 70 dakikalık yapım ayrıca ölmeden izlenmesi gereken 100 film listesinin de vazgeçilmezlerinden. Buster Keaton yani “Büyük Taştan Surat” bu filmle sinema dünyasının dâhileri arasındaki yerini güçlendirmeyi başarmış ayrıca kendine özgü komedi tanımını da geniş bir kitleye kabul ettirmiştir. Tüm bunların yanı sıra Keaton’un son bağımsız filmi olarak bilinir. Yapım, Keaton’un akrobasi dolu bugün bile bir oyuncunun kolay kolay cesaret edemeyeceği sahnelerle bezenmiştir. Sanatçının kesinlikle dublör kullanmadığını belirtirsek sanırım yapımdaki bu sahnelerin değeri daha da iyi anlaşılabilir. Keaton çoğu zaman Chaplin’le kıyaslansa da ikisini birbirinden ayıran yegâne özellik bu filmde de görülmektedir. Chaplin duruma göre kullandığı yüz ifadeleriyle, jest ve mimikleriyle seyirciyi etkisi altına almayı başaran dâhilerdendir. Fakat Keaton hiçbir şey yapmamasına rağmen güldürmeyi başarmıştır. Yüzü ifadesizdir ama onu gördüğünüzde sizin yüzünüzün ifadesi bir anda değişiverir. O öylece durur ama siz gülümsersiniz. Düşer, kalkar, kafasına ev düşer, arabaların altında kalır lakin yüzü değişmez kalıbını korumaya devam eder. Sonuç değişmez, siz onun hallerine gülümsersiniz. Siyah beyaz ekrandan yansıyan sakin ışığı sizi alıp götürür. Hala tanışmayanlarınız varsa Büyük taştan surat ile tam zamanıdır. Kendinize bir iyilik yapın ve bu ifadesiz yüze bu filmle “Merhaba…” deyin. Gülümsemek garantisi bizden size hediye… Melahat YILMAZ www.otekisinema.com

80

81


Öykü

Köpeklerin Hükümdarı Şehrin tüm köpeklerinin imha edilmesinin hükmü verilip, belediyelerden ve sokaklardan devşirilme kelle avcıları zehirlerle, kementlerle, zincir ve sopalarla sokaklara inerek, arabalarla, bağırıp çağıran kalabalıklarla şehirdeki renk renk, bölük bölük, cins cins, boy boy her köpeği ölümüne kovalamaya başlamışlardı. Şehr-i İstanbul, tarihinin bir başka kıyımına daha tanıklık etmekteydi. Gün batımına yakın sokak sokak, mahalle mahalle ilerleyen satırlı, zincirli, sopalı dehşetlerin bağırtıları eşliğinde, şehrin kadiminden kalma köpekler eski yurtlarından birer birer sürülüyordu. Köpeklerin Padişahlığı’nın asırları bulan payitahtı, köpeklerin aşiretlerinin, klanlarının efsanevi yurdu küflü söylentilere ve tozlu sayfalara karışmaktaydı. Şehrin betonarme binalar tarafından kuşatılmış, sırt sırta verip beton tahakkümüne direnen ahşap evlerin bulunduğu bir mahallesindeki birkaç köpek, “Köpeklerin Hükümdarı”nın sarayının yolunu tutmuştu. Diğer evlere göre daha heybetli duran metruk bir köşkten içeriye giren köpekler, köşkün selamlığında bulunan eski, püskü ancak bir zamanlar değerli olması muhtemel küflü bir koltuktan ibaret tahtının üzerinde beklemekte olan Köpeklerin Hükümdarı, Büyük Kalbisarru’nun huzurunda saygıyla oldukları yere çöktüler. Köşkün sağından solundan gölgeler arasından çıkıp gelen Köpekler Hükümdarı’nın hassa askerleri gelenlerin etrafını sararak padişahlarını beklemeye başlamışlardı ki bunların her biri pitbull, doberman, rottweiler, kangal gibi çeşit çeşit köpek cinslerinden devşirilmiş, her biri psikopat sahiplerinin ve köpek dövüşçülerinin ellerinden kaçıp gelmiş, gözünü budaktan sakınmaz kahraman köpeklerdi. Gelen köpekler, Kalbisarru’dan gelen buyrultu mahiyetindeki havlamayı işitince hep bir ağızdan acı acı ulumaya başladılar. Sanki olanı biteni haber vermiyorlar da, asırlarca şehirde hakir görülüp horlanan her bir köpeğin ağıtını okuyorlardı. Hükümdarı hassa köpekleri, olanca acarlıklarına rağmen bu içli iniltiler, ulumalar karşısında dayanamayarak onlarla birlikte uluşmaya, gözyaşı dökmeye başlamışlardı. Kalbisarru’nun gözlerinde acı vardı ancak onlar gibi değildi. O bu acıların mislini yaşamış, defalarca benzer acıları yaşamıştı ki gözyaşları bedenini asırlar önce terk etmişti. Çünkü Kalbisarru ölümsüzdü ve şehirlerin yükselip, namlı imparatorların zuhurundan çok önce, devlerin ve perilerin zamanlarında yeryüzünde yürümüştü. Kadim Sümer’in hüküm zamanlarında yaşamakta olan, Uruk kentinin köpeklerinden biriydi uzun zaman önce. Şehirleri ve bölgeleri sahiplenen ilk köpeklerin torunlarındandı. Her köpek gibi ölümlüydü. Ta ki efsanevi Uruk Kralı Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu bir yılana kaptırmasının ardından, bir şekilde otu yutmadan ülkeler aşan yılanın kendisine çok yakın bir yerde can vermesine kadar. Bulduğu yılanın ağzındaki otun kokusu hoşuna gidip yediğindeyse ilk başta hiçbir şey fark etmemişti. Derken yavaş yavaş diğer köpekleri etkisi alabildiğini, insan dilini anlayabildiğini fark etti. Yediği ot onu sadece ölümsüzleştirmemiş, adeta tanrısal bir güç bahşetmişti. Ölümsüz olduğunu da bir ateş yığını içerisine düştüğü halde hiç yara almadan çıkabilmesine borçluydu. Onun namını duyan Uruk Kralı, ölümsüzlüğünü görünce tanrılardan bir işaret kabul ederek köpeği yanına almıştı. İlk adını o zaman almıştı. Kalbisarru yani Köpek Kralı, böyle demişti kadim Sümerler ona. Kalbisarru köpekler üzerinde hâkimiyet kurmaya başlamış, uzak diyarlardan çeşit çeşit köpeklere gelerek emrine girmişti. Uzun yıllar boyunca köpekler üzerinde hâkimiyet kurmuş, sahibi olan Uruk kralları misali o da köpekler arasında nam salmıştı. Ancak ne zamanki görkemli Sümer medeniyeti yıkılmaya yüz

82

83


Öykü

Öykü

tutmuş Mısır’a kaçmıştı uyruklarıyla. Ölümsüz köpeğin namını duyan kadim Mısır firavunları onu sarayına almış, uyrukları sokak köpekleriyle birlikte orada yaşayagelmişti. Kalbisarru’nun bu göçü uyruklarını her kral gibi yaşatabilmek ve nesillerini payidar kılmaktı. Pers Orduları’nın Mısır’a girmesinin ardından köpeklere hürmet gösterdiklerinden ötürü, ahalisini toplayan Kalbisarru İran’a göç etmişti. Orada şahların, hükümdarların saraylarında yaşayıp abad olmuşken, İskender’in orduları gelende açlıktan tebaasına saldırıp yiyenler zuhur edince saltanatının tehlikeye düştüğü görüp tebaasından kurtarabildikleriyle beraber Asya bozkırlarına kaçmıştı. Asırlar boyu İpek Yolu’nun artıklarının ardından ömür sürmüştü. Bir gün Cengiz Han ortaya çıkmış, sürek avı niyetiyle bulundukları ormanı çerileriyle sarmıştı. Çemberin içerisinden bir hayvan sağ kalamamışken, bir tek o kurtulmuş, tebaasını yeniden toplamak üzere oradan kaçarak ta o dönemin İstanbul’una kadar gelmiş, oraya kurmuştu payitahtını. Konstantinopolis, Kostantiniyye olanda Al-i Osman saltanatında en şaşaalı, en güzel asırlarını yaşamıştı tebaasıyla birlikte. Her birine yemekler dağıtılıyor, kapı önlerinde ottan samandan yatacak yerler hazırlanıyor, camii çıkışlarında bunlara mahsus yemek artıkları dağıtılıyordu. Köpeklerin her biri mahalle ve sokağı sahiplenmiş, her sokağa, mahalleye has köpek sürülerini oluşturmuştu. Hiç biri mahallesini terk etmediği gibi mahallelerine yabancı kimseleri de sokmazlardı ki her biri Kalbisarru’nun tebaasıydı. Her bir köpek kendi mahallesinde doğup büyür, insanların akıp geçtiği kalabalık caddelerde bile düşüp kalkarlarken onlara hiçbir kimse ilişmiyordu. Köpeklerin Hükümdarlığı’nda onlara kim dokunabilirdi ki? 1826 senesinde, yeniçerilerin kırılmasından sonra, şehre gelen İngiliz turistlerden birinin şikayeti üzerine, Sultan Mahmud Han köpeklerin toplanıp Hayırsızada’ya bırakılmalarını emretmişse de mahalle insanlarının köpeklerine sahip çıkıp, tepki göstermeleriyle padişah kararını geri almıştı. Uzunca bir süre zeval görmeseler de hakimiyetleri bir kez sarsılmıştı. 1865 senesinde birkaç bin köpeğin Hayırsızada’ya bırakılmasını kimse engelleyemedi. Kalbisarru tebaasının intikamı için Beyazıt semtinde büyük bir yangının çıkmasını sağlamış, ahali bunu ölüme terk edilen köpeklerin ahının neden olduğuna inanmıştı. Derken Sultan Reşad saltanatında bu kararın misli uygulanmış, seksen bin köpek sokaklardan sürüle sürüle teknelerle Hayırsızada’ya bırakılmıştı. Seneler sonra ise 1920’ye dek otuz bin köpek daha itlaf edilmişti bu yolla. Değişen dünyada ve inşa edilen yeni bir dönemde eski şeylerle birlikte köpeklere de yer olmadığını hem Kalbisarru hem de tebaası olan köpekler yaşayarak ve itlaf edilerek öğrenmişlerdi. Kalbisarru hükmünü yitirdiğini hissediyordu. Eski görkemli günleri geride kalmıştı. İnsanların hakimiyetini ensesinde hissediyordu ve biliyordu ki kurtuluş yoktu. Yenileceğini bile bile son ölüm kalım savaşlarını verecekti. İstanbul çok ölüm kalım savaşı görmüştü. Tarih Bizans kuşatmalarını, Sultanahmet’teki sipahi kıyımını, yeniçeri kırımını yazmıştı. Şimdi ise köpeklerin direnişine tanık olacaktı. Kalbisarru; Ölümsüz Köpek, Köpeklerin Hükümdarı tahtında doğrularak yeri göğü inleten tüyler ürperten bir uluma koyuvermişti. Uluma sesi şehrin sokaklarından yayılıp köpeklerin kulaklarına ulaşmıştı. Kaçmakta olan köpekler hükümdarlarının çağrısıyla geri çekilmeye başlamıştı. Onun çağrısını alan her bir köpek son direnişlerini gerçekleştirmek üzere ahşap köşkün yolunu tutmuştu. Onları kovalayan kelle avcıları da adamlarıyla birlikte çepeçevre sararak sokakları onların peşlerine düşmüştü. Köpekler ahşap evlerin olduğu yere öbek öbek doluşunca ikinci uluma gelmişti. Kalbisarru’nun emriyle sokağa dalan itlaf ekiplerine saldırmışlar, insanlarla hayvanlar arasında emsali görülmemiş kıran kırana bir savaş başlatmışlardı. Yere devirdikleri itlaf ekiplerine birbiri ardına dişlerini geçiriyorlar, zincir ve sopa darbelerine rağmen mücadeleyi bırakmıyorlardı. Ancak gelenler insandı, silahlıydı, kalabalıktı ve

her birini geriletmeyi başarmışlar, bölüklerin aralarına girerek köşke kadar yaklaşmışlardı. Sağ kalabilen köpekler köşke doğru çekilirken üçüncü uluma gelmiş, köşkün kapılarından fırlayan Hükümdar’ın hasa köpekleri saldırıya geçmişti. Her biri kavgalarda pişmiş, itin kopuğun elinde ona buna caka satmaktan dolayı bıçkın, kemikli etle beslene beslene parçalamaya alışkın kallavi köpek cinsleri, itlafçıları çil yavrusu gibi dağıtmışlardı. Bu kez kaçma sırası insanlara gelmiş, birbirlerini ezerek gerisingeri betonarmelerin gölgelerine atmışlardı kendilerini. Diğer köpeklere de bir cesaret gelmiş, Hassa köpeklerinin ardından hücuma geçmişlerdi. İtlafçılar, kelle avcıları ve kiralık psikopatlar, köpeklerle doğrudan başa çıkamayınca şeytan akıllarına rezil ve iğrenç kere iğrenç bir fikir düşürdü. Ahşap evleri yakacaklardı, böylece köpekler çemberin dışına çıkamadan yanıp kavrulacaklardı. Aynısını Belgrat Orman’ında Yeni Odalar’da yapmışlardı şimdi neden yapamayacaklardı? Silahlı adamları sokağın giriş çıkışlarına koyarak ateş kusarken, zeybeklere pusu kurar gibi bidon bidon benzini evlerin arka bahçeleri üzerinden boşaltarak ateşe verdiler. Kadim binalarla birlikte asırlık ağaçlar alev aldı, köpekler ateşlerden kaçışırken menzile girenleri yağlı kurşunlar hakladı. Karanlığın içinde gün doğmuşçasına şavkıdı alevler. İstanbul’un sokak köpekleri bire varıncaya kadar ateşler içinde kavruldu. Bir tek uluma sesi kalmayınca sokağın girişini tutan itlafçılar küle dönmekte olan ahşap mahalleyi alevlere terk ettiler. Betonarmelerin balkonlarına çıkan insanlar bu kanlı manzarayı film misali seyretmekteydiler ki birçoğu yanık et kokusundan rahatsız olarak televizyon önlerine geri döndü. Alevler dinince karınlarını leşle doldurmaya alışık leş kargaları ve lağım fareleri köpek cesetlerine üşüştükleri sıra, Kalbisarru harabelerin içinden çıktı. Ateşlerin zarar veremediği vücudunda, tek bir zayıflık emaresi yoktu. Gözlerinde gözyaşı yoktu ki herhangi bir acı hissettiği söylenemezdi. Adamlarının leşleri üzerinden kargaları ve fareleri kaçıra kaçıra terk etti mahalleyi. Giderayak son bir uluma daha koydu. İnsanlar uykularında dehşetle ürperirken, kırımdan sağ kalabilen birkaç köpek onu bularak krallarının ardından yeraltına, lağım kanalizasyonlarına indiler. Kalbisarru artık elinden nicedir ekmek yediği insanoğlunun yaptıkları karşısında hiçbir sadakat borcu kalmadığını görerek uyruklarıyla birlikte, İstanbul’un dağları sayılan dehlizlere ve tünellere sığınmıştı. Kurt bunalınca ovaya iner, kul bunalınca dağa çıkar misali bu kuşatmadan sağ kalabilen köpekler şehrin dehlizlerine ve kanalizasyonlarına sığınmışlardı. Her biri lağım fareleriyle beslenirken, bulduğu bir Bizans mahzeninin kırık lahdini taht bellemiş Kalbisarru, orada kaldığı süre içerisinde uyruklarını yeniden toplamaya başlamıştı. İnsanlara saldırarak onların leşlerini çekiştire çekiştire yiyecekleri zamanı beklemeye koyulmuştu. İlk önce evsizlerden ve savunmasız çocuklardan başlamışlardı. Saldırıyorlar, parçalıyorlar ve öldürdükten sonra lağımlara geri kaçıyorlardı. Sokaklarda köpek göremeyen itlafçılar çaresizdi. Bir gün ötekilere sıra gelinceye kadar böyle yaşayacaklardı. Kalbisarru’nun elinde zamandan bol ne vardı ki? Onlardan soncusuna diş geçirene dek gölgelerde yaşadı ve kana susamış köpek sürülerine hükmedecekti. Arada adamlarının başında sokaklara çıkacak ve korkunç ulumalarıyla insanların kabuslarına dahi girmeye muvaffak olacaktı.

84

85

Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


86

87


88

89


90

91


92

93


Röportaj

Röportaj

Röportaj

Firuz KUTAL Firuz Kutal ara ara Gölge’ye destek veren Oslo’da yaşayan Türkiye’nin önemli çizerlerinden birisi. Gölge ekibinden röportajlarımız sürerken Firuz ağabeyimizi de unutmayalım dedik. Uzun bir röportaj çıktı ortaya. Biz, derdin ne kardeşim dedik o uzun uzun içindeki protest, aktivist, anarşist ruhu anlattı. Buyurun, birlikte okuyalım... Abi senin durum ilginç, Endüstri ve Matematik bölümlerini oku, bilgisayar yüksek lisansı için Norveç’e git, sonra karikatür çiz, mizah yap, illüstrasyonla uğraş. Neden sen de herkes gibi doğru dürüst bir iş için sıvamadın kolları? Keh… Keh… Öncelikle bu söyleşi için çok teşekkür ederim. Yardımlarını esirgemeyen Sinop Belediye›sine, Çekirge Kaymakamlığına, Çankırı Tapu ve Kadastro Dairesi ve Merzifon Güzel Sanatları Sevenler Derneği’ne de bu vesileyle selam yolluyorum. Lafı uzatmayayım, sen git o kadar oku, diplomaların olsun, sonra da çizgi mizgi ile uğraş diyorsun, ama aslında mesela Matematik ya da Endüstri Mühendisliğinde “Operation Research” diye bir dersi okumasaydım, resim derslerindeki kompozisyon perspektif, oran, bir bilim olan renk vb. konuları ile kolayca içli dışlı olamayabilirdim. İki üniversite diplomasi almak için yılları harcadım, sanat ile uğraşmak ve okuluna da girip, 5 – 6 küsur yıl daha geçirmek pek bir cesaret işiydi, evet. Üstelik herkesten “Ağaç yaşken eğilir; sanat için genç başlamak lazım,” gibi şeyler de duyuyordum. Oluşmaya bir adım kalmış bir hayatı bir kenara koyup, yeni, üstelik insanın kız bile vermediği görsel bir alanda durmaya çalışmak düşündürmedi desem yalan olur. Ama hayat kısa, fazla durmaya gerek yok, sevdiği işi yapmak gibi bir şey de var. Oslo’daki okula girince, kafamda ıkınıp sıkılacağıma profesyonelliği öğreneyim dedim. Galiba herkes gibi olmamaya da eğilimliydim, ondandır bu konuya sıvanmalar büyük olasılıkla… ‘Çizmek’ eylemi nasıl başladı? Üniversiteden önce var mıydı çizgi virüsü? Çizgiye, hep birilerine kızdığım için başladım dürüstçe söylemek gerekirse… Çetin Altan diyordu, insanın rahatsız eden dertleri olmazsa neden sanatla uğraşsın diye. Belki bu da doğrudur benim için. İlk çizgilerimi ilkokulda okul sırasına yaptığımı hatırlıyorum. O zaman galiba okulun masaları, tahtaları bize

94

kendi malımız gibi bir şey olarak gelmezdi, her an bulunur, kötüleşirse yenisi gelir diye düşünüyor olsam gerek, bol bol sıralara çizdiğimi hatırlıyorum. Aslında galiba sadece coğrafya öğretmenimi çiziyordum. Pis bir coğrafya öğretmenim vardı; bilgisiz, öğretmeyen, kendisini çok önemseyen birisi idi… Çocuklar elbette böyle insanları anlar, ben de ona soru sorardım, aslında amacım onu sıkıştırmak değildi, öğrenmekti, ama o bir bahane bulur kulağımı çekerdi. Bununla da yetinmedi, bir gün kızılcık dalından ince bir sopa ile geldi, 50 küsur yıldır yaşıyorum, o sopanın kulağımdaki acısını hiç unutmadım. Kişiliksiz otorite meraklısı insanlar hep oldu hayatımda, onlara bakınca hep bu acıyı duyarım. Küçücük çocuğa vuran bir zihniyet, onu adam edeceğine inanıp aslında ezen, silen, karartan, korkuyu içlere işleten bir zihniyetti bizimkisi. Bu ıstıraptı. Saygı duymadığınız birine sopa ile de olsa saygı duyamazsınız. Saygıyı kendisi ile barışık öğretmenlerime duydum hep. Bu o ıstırabımdan çıkartan çizgilere sarılmak oldu. Coğrafya hocamı, zaten bodur biriydi, daha da bodur ve koca burunlu filan çizmek çok keyif veriyordu. Onun sopası karşısında elimde çok büyük bir direnç vardı, bir güçtü çocuk aklımda. İnsan en çok ona takılanlardan öğreniyor, işin iyi tarafı coğrafya hocam bendeki sanatçı olma nüvelerini attırdı, anlayacağın. İlk karikatürleri her halde Gırgır dergisine verdin (Google’ın yalancısıyım)… Nasıl bir şeydi o dönemde bir mizah dergisinde karikatürlerinin yayınlanması? Boğaziçi Üniversitesi’ne girdim. Anne, babamdan ayrı bir hayat yasamaya karar vermiştim; ev tutmuş, arkadaşlarla kalıyordum, derslerim iyiydi, okulda asistanlık yapmaya başlamıştım, o zaman öyle bir uygulama vardı bizim üniversitede, notları iyi olanlara bu olanağı veriyorlardı, alt sınıflara bir çeşit yan hocalık yapıyordunuz ve maaşı da vardı. Oradan biraz para geliyordu, ama yine de zor geçiniyordum. Gırgır’ın çizerlere para verdiğini birisi söylemişti, ben de şimdi anlamsız gelen çizgilerimle gittim. Sonra da epey bir gittim geldim, Oğuz Aral insanın ciğerini okur ve üstelik alırdı da… Keh… Keh… İlk çizgim basıldığında da elime gecen para ile Tarihi Sultanahmet Köftecisi’nde 1,5 porsiyon köfte, piyaz ve yoğurt yemiştim, tadı hâlâ kafamda ve epey para da geriye kalmıştı. Zengindim bir bakıma. Ne kadar değerliydi o parayı kazanmak genç biri, hayata yeni başlayan biri için, anlatamam. Parasızlıkta bu tür şeyler çok önemli, paranın kendisinden daha çok sizi yücelten, kendinize güveni ortaya çıkartan bir işlevi de vardı o alışverişin; bir şeyi başarmak ve karşılığında bir çeşit takdir edilmek duygusu yüceltici ve değerliydi. Oğuz Aral, coğrafya hocam misali otoriterdi, ona yer yer kızdığım oldu, ama Gırgır’la kısa ilişkime rağmen hep kendisine saygı duydum. Kestirip atmazdı, insanı zorlar ve sonuç aldığında da överdi kendi çapında. Bugün insanlar pedagoji filan biliyor, çocukların ruhundan daha çok anlıyor, Oğuz Abi el yordamıyla ve bence sezgileri ile hareket

95


Röportaj

Röportaj

ederdi, çok insanın kalbini kırmış, küstürmüştü de, ayırırdı yetenekleri olanları, o zamanların gençliğini eğitmek gibi bir misyonu olduğunu sonradan anladım. Onun yaptığı is sadece ticaret değil, bir çeşit okul idi birçok karmaşık dünyası olan genç insan için. Kurtuluyordu bir bakıma gençler Gırgır ve Oğuz Aral›a bir şekilde bulaştığında. Böyle düşünüyorum şimdi. Bu işten yemek yiyenler ya da yemeyenler de dâhil koca bir aile fertleri gibi bir sürü insan oradan geçti. Bugün Türkiye Kültürü denilen neyse ona şu ya da bu şekilde katkı üreten çok yaratıcı insanda payı vardır. Oğuz Aral insani kitap okumaya iterdi; yaptığın konusunda bilgili değilsen pek bir şey olmadığını hissederdi insana. Otoriteydi, sevmesi zordu, ama öğreten, suyunu sıkarken tortu da bırakan biriydi bence. O dönemler zor donemlerdi. Griler yoktu, çoğu kez siyah ya da beyaz seçimler, siyasetteki beklentilere uyumlar ya da uyumsuzluklar, bocalamalar, kavgalar, sığlıklar ve derinlik arayışları, korkular, keskinlikler vb. içinde sanat iyi bir şeydi. O zamanlarda da mı siyasi karikatürler çiziyordunuz? Siyasi karikatürler çizmeye ne zaman başladın? Gırgır benim için kısa sürdü. Karikatür basan her yere çizgi ürettim. Gazetelerden, dergilere birçok yere çizdim. Çok amatör şeylerdi. Bir yanımda Zagor, Blek, Kaptan Swing, Mister No, Kinowa vardı, öte yanda genç olan bildik ya da tanıdık insanların gün gün ölmeleri vardı. O yıllarda Boğaziçi Üniversitesi Tiyatro Kulübü, Müzik Kulübü, Sinema Kulübü ve Karikatür Kulübü faaliyetlerini de sürdürüyordum. Tiyatro ile Bertolt Bretch›le haşır neşir oldum. Karikatür ve çizginin başka formları da olacağını oralarda görmeye başladım. Gırgır çizgisi ile tanımlanan bir mizah anlayışı yanında Türkiye›de Turhan Selçuk, Tan Oral, Ali Ulvi, Tonguç Yaşar vb. ile tanımlanan grafik ve günceli asabilen, «düşündüren çizgi» anlayışını keşfettim. O sıralarda Boğaziçi Üniversitesi Karikatür Kulübü başkanlığı yaptım, üç dönem filan galiba. Bu bana birçok değerli insanla tanışma fırsatı verdi, simdi aramızdan ayrılan birçok

oturmuş çizeri, bugün yaşlı, o zaman genç birçok yeni yetme çizeri tanıdım. Nasreddin Hoca şenliklerine, Antalya Film festivallerine davet edilince de bol bol çizdim. Sanırım beni şekillendiren yer yine de Boğaziçi Üniversitesi Tiyatro ve Sinema Kulüpleridir. Brecht, Ibsen, Kafka, Sartre, Camus vb. gibi insanların çalışmaları yanı sıra insana dair yazılar yazan bir suru yerli yabancı insanı okuma fırsatım da oluyordu. Sinema Kulübü ise görsel zenginlikti. Daha Türkiye’de gösterilmemiş birçok filmi, hatta yasak olan birçok filmi konsolosluklarından ödünç alarak izleme olanağımız oluyordu. Bisiklet Hırsızları, Isa Eboli›de durdu, Fassbinder ve Passolini filmleri, Ingmar Bergman›ın gösterilmeyen filmlerini vb. Bugünkü birçok fantezi ve gerilim filmin ilkleri denilebilecek filmler, Film Noir türü birçok çalışma, Fil Adam, Vampire Nosferatu, Costa Cavras filmleri vb. her gün üzerinde konuşma ve irdeleme olanağı bulduğumuz ortamlar sağlıyordu. Nuri Bilge Ceylan, Reha Erdem gibi bir unlu yönetmenler de orada yetiştiler. Askeri darbeler zamanıydı, yapılan her şey tedirgin ediciydi. Genç olarak potansiyel olarak zararlı hissettiğimiz bir dönemdi. Gelenekçi ve militan bir ülkede kafalar cendere içinde gibidir. Rahat olamazsınız, insana ve iyiye dair yaratıcı olmanıza çok izin vermezler. Çıkmazdır çoğu kez sokaklar, 70-80 arası böyleydi en azından, tırmanan cinayetlere dönüşen bir ortam, milliyetçilik, vatanseverlik, burjuva, küçük burjuva, tartışmalar, kavgalar, aramalar, Che, Gramsci, Mao, Perinçek, Marx, Lenin, Engels, Troçki, Birikim Dergisi, TİP, iGd, TKP ve 1 Mayıslar, kanlı ve korkulu günler, kurşunlanmalar, sevgisizlikler, korkular, güvensizlikler, kuşkular, polisler, komplo teorileri, silahlı ve silahsız devrimler… Siyaset o dönemden bir anlama mekanizması idi, ya içindeydin çemberin ya da dışında. Soruları soran, aydın olmaya çalışan bir genç için nereden gelirse gelsin insana yakın bir tarafta olmayı seçmek başlı başına siyasetti zaten. Sol bir seçenekti, faşistler de vardı, ama öteki üniversiteler gibi değildi. O yıllarda tiyatro afişleri ile ilgilenmem, çizgiyle ifade özgürlüğü gazete ve dergilere geçmemi kolaylaştırdı. Anlamlı ya da anlamsız düşündüklerini insanın kâğıda koyması ve kendinden dışarı çıkartıp, başkalarının yorumlarına acık tutması ilginçti. O zamanlarda, şimdi psikiyatrist olan Yankı Yazgan ve Dr. Levent Efe ile çizgi anlamında çok ilginç ve yaratıcı bir dostluğa başladık, hâlâ da sürüyor. Ne Gırgır, ne de Grafik çizgi, düşündürücü mizah bizi cezbediyordu. İkisinin de kendilerini tanımlamak adını ötekisini dışlamaları, mutlaklaştırmaları çok rahatsız ediyordu. Düşündürücü mizah çok fazla barış güvercini hastasıydı mesela. İlle de yazı kullanmamayı erdem olarak algılamak yetmiyordu. Yazılı çizgilerin içinde çok etkili olanları vardı,

96

97


Röportaj

Röportaj

ve güfte gösterisi ile insanlara ulaşmanın zevkini ve heyecanını tattılar. Kimi zaman slayt gösterileri ile de çok şenlikli, zengin, aktif bir sergi havamız hep vardı. Bugün nerede sergi açarsam acayip bir durum oluyor, birlikte açılan o sergilerin tadını hep özleyeceğim. neden görmezlikten gelinsin ki? Siyaset ve tutuculuk, bugün de, sanatı tuttuğu takım gibi tutanlar ya da üretenler için bir araç haline getiriyor Türkiye’de. Belki doğrudur, ama sanatın bir hayat tarzı olduğunu anlamak lazım. İlle de kesinlik üretmeden görsel şölen de sunma yetisi olmalı. En azından biz böyle düşünüyorduk ve yazıyorduk 30 yıl önce bu konuda. Bugünkü karikatürler arasında da neden çizgiye gerek var ki, sorusunu sorduğunuz çalışmalar var. Çizgi, okuma yazma oranı az olan bir ülkede biraz da insanlara ulaşmak için kullanılmış ve tüketilmiş bir araç. Oysa yazı ile çizginin birbirini tamamlaması ya da ikisinden bir başka renk oluşturulması apayrı bir şey. Ken Parker sevdiğim bir çizgi roman serisi. İtalyanlar için de değişik bir seri idi. Orada da anlatılan yanında hep çizginin de ayrı bir tadı olduğunu hissedersiniz. Bütün bu çeşit düşünce arayışları Levent Efe’yi, Yankı Yazgan’ı ve beni belki üçüncü hatta dördüncü bir bakış, bir yol olabilir tartışmasına getiriyordu. Ama sesimizi çok duyuramadık. Yazdığımız seri yazılar var, belki bir gün kitap yaparız, hâlâ geçerli düşünce kırıntıları onlar… Üçümüzün ilişkisi, etrafımızda yetenekli bir avuç insan ile birlikte bir çeşit küçük enstitü oluşturmayı sağlamıştı. Örneğin «N›olcam ben?» sergimizde gençliği, «Bana Ne?» sergimizde de, her şeyin pasifleştirmeye yönelttiği insanları, «Neredeyim ben?»de de barış, demokrasi, özgürlük arayışını ele alıyorduk. Bildiğim kadarıyla 1970-80›li yıllarda bizim dışımızda kimse tarafından daha önce yapılmayan yöntemlerle çizgi sergiliyorduk. Tek tek, kocaman bezlere çiziyorduk, bağımsız karelerden oluşan ama yanana gelince bir öykü anlatan çizgi roman misali, bezlere yaptığımız çalışmaları yan yana getirip, asıp okullarda, festivallerde sergiliyorduk. Bu çeşit sergilerle Türkiye’nin birçok kentini dolaştık. «Efkâr-ı Aşk Makamından bir Mısra» adlı sergide ise Gülay Kutal şiirlerini resimledim, bu da bu haliyle yapılmış bir şey değildi. Sergi o zamanlar var olan Epsilon diye Bakırköylü bir genç müzik grubunun şiirleri bestelemesiyle başka bir şekle büründü, sergiler konser alanı oldu, gençler özgün beste

Sonra da Cumhuriyet döneminiz var. Cumhuriyet’te çizmeye nasıl başladın? 12 Eylül’ü yaşadık. Bir bakıma, dağıttı insanları. Yumuşak bir şey gibi algılanıyordu, ama partilere, derneklere üye olan insanlar birden yok olmuştu. Askeri darbe çok fazla sessizlik üretmişti. Çok da suçlu olmayan bir sürü insan, o anda kendi kendilerini suçlu ilan ediverdiler. İlgili ilgisiz, yaşlı, genç, banyolarında çok da «zararlı» olmayan ama öyle varsayılan kitaplarını yakıyordu. Korkuyorduk. Sonra askerin istediği bir hükûmet kuruldu. Hayat devam ediyordu, ben de o dönemin siyasetçilerinin sessiz sedasız ortalarda dolaşmalarını çizmek istedim. Cumhuriyet gazetesinin “Siyaset” ekinde çizmeye bu yüzden başladım. Darbenin ilk zamanlarında çizerlerin ne çizdiğini ya da bir şey çizip çizmediğini araştıracak birileri olsa ilginç sonuçlar çıkabilir. Bugünkü birçok çizer o zamanlar yok olmuştu ortadan. Bir avuç insan havadan sudan şeyler dışında iş yapıyordu her şeye rağmen. Çizerlerin büyük çoğunluğu galiba içine kapandı. Ben, ortaya çıkmayı tercih edenlerdenim. Gazetecilik deneyimim filan yoktu, ama Cumhuriyet›in o zamanki Yayın İşleri Müdürü Okay Günsenin’e “Ben çizmek istiyorum,” dedim, “Olur,” dedi. Çizdiğim şeye başlık koymadım, daha doğrusu çizginin başlığı yazı ile o günün tarihi idi. Değişik bir şeydi, sevildi mi bilemem. Kendimi korumak için soyutlama fazla idi. Cumhuriyet’in “Siyaset” ekinde işte tam bu anlayışla çizmeye başladım. Bulabildiğim haberleri kendi süzgecimden derleyip, topluyordum bir bakıma çizgi ile ve orada yaptığım çalışmalardan birine baktığımda bugün artık hemen her espride gördüğümüz, ama o zaman pek olmayan alt alta balonlarla çizmeyi sanki ilk sunanlardanım gibi gelir; yanılıyor da olabilirim. Aslında ben komik bir mizah yapmaktan yanaydım. Latif Demirci sevdiğim biriydi. Onun mizahını seviyordum. Mizahin eğlence olduğunu düşünmüşümdür ancak o dönemler gerçekten garipti, zorluyordu insani ciddileşmeye…

98

99


Röportaj

Röportaj

Bugünkü sorunların, gençlerin zihinsel ve zihni yaklaşımlarının da o zamanlardan şekillendiğini biliyorum maalesef. Türkiye›de pek özgürlüğü, eşitliği bilemedik. Mesela Cumhuriyet, askeri anlayan ve Kemalist bir gazeteydi. Bugün de öyle. Orada bulunduğum sürede Yazı İşleri Müdürü Okay Günsenin’in odasında girdiğimde ağzı açık seyrederdim duvarını. 12 Eylül’ün pratiklerinden biri rütbeli askerlerin, gazetelerde ne yayınlanacağını denetlemesiydi. Cumhuriyeti de galiba önce albay sonra gitgide rütbe düşürerek, binbaşı, yüzbaşı ve hatta belki onbaşı filan denetler olmuştu. Bu rütbeli askerlerin işi gelen haberleri okumak, ayırmak, yayınlanmasına izin vermek ya da vermemekti. Yazı İşleri Müdürü’ne ait odanın duvarlarını işte bu izin verilmeyen haberlerin faksimileleri kaplamıştı. Tek bir boş yer yoktu. Bir çeşit Türkiye’ydi orası. Sonra ordumuz çekildi gazeteden. İşin bence trajikomik ve çizer olarak benim de kafamı dağlayan, Cumhuriyet gibi bir gazeteden ayrılmaya iten şey, bu denetleyici askerler gittikten sonra bile gelen haberleri kendi elleriyle yasaklamaya devam etmeleri olmuştu. Haklı ya da haksız ama beni dağıtan şeydi duvardaki görüntüydü. Sonra değişmiştir mutlaka, ama bu yüzden oradan ayrıldım. Aradığım bu değildi. Ayrılırken 12 Eylül yönetimine ufak tefek de olsa dokunan çizgilerime o yıl (galiba 1982) Yazarlar Birliği her yıl verdiği gazetecilik ödülünün bana vereceklerini çıtlattı, ama benim basın kartım yoktu, hiç olmadı. O dönemde çizerlik bugünkü gibi gazeteye-dergiye bir mail atmak kadar kolay mıydı yoksa düzenli olarak her gün gazetede çizmek mecburiyeti var mıydı? Bu dönem dediğin şey, teknolojinin hayatimiz girmesi elbette görece çok yeni bir olay. Teknoloji sözcüğü Yunanca tencnikos’dan geliyor ve artistik olan, profesyonellik anlamına geliyor. Bugünkü teknoloji bu kavramları aşan bir şey oldu. İyi yanları elbette çok, küreselleşmenin de ihtiyacını karşıladı, insanları da yakınlaştırdı. Her şeyi de değiştirdi. Hele grafik ve görsel sanatlar ile uğraşanlar için dehşetli kolaylıklara vesile oldu. Sadece mesela Letrasetle yazı yazdığımızı, tek tek harfleri kazıdığımızı filan düşünmek yeterli bunu anlamak için; saatler alırdı iki satır yazı, hele hata yapınca temizlemek için çeşitli sorunlarla uğraşırdık. Gerçi şimdi de insanların bir renk seçimi için milyonlarca renk seçeneğinden çoğunu denemek için tıklayıp durmalarına üzülüyorum. Ya da facebook denilenin karşısında harcadığımız zamana hayıflanıyorum. Bugün bilgisayar hâlâ insanların aracı değil, amacı gibidir. Eski gelenek olanı savunacak halimiz yok, yanlış da olur, ama mesela bir yazar oturup daktilo ile yazı yazarken kafasında ya da yanındaki notlarda çoğu şeyi çözmüş olur, öyle yazardı yazacağını, samimi olurdu yazılan. Bugün gitmediği ülkelere gider gibi yaparak yazan yazarlar da var; yazdığı paragrafların mükemmelliği için oradan buraya “copy&paste” yönetimi ile yazısını hallaç pamuğu ederek, paragraflarını değiştirerek yazan da çok. Çizerler yapacaklarını ekranda şekillendiriyor. Bütün bunlar başka bir kafa yapısına gebe. Kol ile beyin arasındaki ilişki bence kafamızı açıyordu, ufuk yaratıyordu, bugünse elimizle ilişkimiz tıklamaya indirgendi. Bugün okullarda yazı yazan

100

çocukların yazıları çok kötü, ama zekiler. Bilgisayar ve cep telefonu konularında uzmanlar. Ama sanki herkes bireysel olanı ertelemiş gibi de davranıyor; daha çok birbirine benzer ve klişe işler bu yüzden yeniden beğenilere sunuluyor, teknoloji yeniden yeniden sunulanları anlayan, yeniden zevk alan, eskiden de yapılmış demeden o an içinde özümseten hale getirdi insani. Eskisi zordu, ama derinlik de olabiliyordu. Bugün her şey çok yönlü, çok renkli, çok seçenekli. Gazete meselesinde de, evet her gün Cağaloğlu yokuşunu tırmanırdım. Bu harika bir şeydi. Cağaloğlu Yokuşu diye bir olay vardı… Herkes konuşur, gazetede bir masan olurdu, evet. Karşındakilerle küçük sohbetler etme fırsatı çok değerliydi. Ben Tan Oral, İsmail Gülgeç ve Behiç Ak›ın civarlarındaydım. Onların nasıl düşündüğünü, nasıl kâğıdı tutup çizdiğini, ya da çizemediğini izlemek, neye özenir, neyi boşluyorlar, neye odaklanıp, neyi dışlıyorlar, bunlara dikkat etmek öğreticiydi. Teknoloji yalnızlaştırıyor gibi ya da facebok vb. yerlerde 1500 arkadaşından 5›i senin yaptığını beğendiğinde, kendisini herkes beğenmiş gibi görmeni sağlıyor. Yanılsamalara gebe. Oysa Behiç Ak ile oturduğunuzda onun size bakıp başkasına dair bir şey söylemesinden etkilenmemeniz, üzerine düşünmeden çekip gitmeniz mümkün değildir. Yüz yüze iletişimi de kaldırdı teknoloji. Sanallaşırdı ya da. Bugün iş seyahatine gidip ekranından video ya da Chat ile çocuklarını öpmek için bilgisayarını öpen insanlar dolu oldu etrafta. Onların çocukları da bilgisayarlardan öpülmeye alışıyor gitgide. Dokunmanın sessiz ve dayanılmaz sakinliğinden mahrum olunuyor biraz. Şairlerin çoğu ile Cağaloğlu’ndaki kitabevlerinde karşılaşırdım, hepsi de sanki o camianın parçası gibi davranırdı size, abiydiler hepsi. Aziz Nesin, Dağlarca, Cemal Süreyya, Refik Durbaş, Erdal Öz, Ferit Edgü, Doğan Hızlan, Muzaffer İzgü vb. birçok insanla, iki kelime de olsa sohbet iyi gelirdi; ağızlarından çıkan şeyler bazen saçma da olabilirdi, yine de bambaşka bir derinlikti, sıcaklıktı. Simdi elektronik olarak kurduğumuz ilişkilerde, yüz yüze bakmanın rahatlığını değil, kendi kendimizle kalır gibi konuşmanın rahatlığını yaşıyoruz sanki. Ötekisi galiba sıcak temastı, bilgisayarımızdan uzattığımız el ise uzaktan kumanda bir şey. Karanlıkta neyi yokladığını bilmeden sallamaya benziyor. Geleneksel ve eskiyi özler değilim, tarihi seviyorum, ama nostalji olandan kuşkulu olurum. Benimkisi bir tespit, bugünün dili ve kafa yapısı farklı olmalıdır, oluyor, zaten bunu kavrarsan yaşlanmazsın; kavramazsan eskilere takılırsın, dünyan da küçülür, iflas eden tüccarlar gibi sürekli eski defterlerindeki hesaplar pesinde koşarsın. Yeninin ne olduğunu fark etmeli, ama gidenin de ne olduğunun farkına varmalı. Paris›teki Etnografya Müzesi’ni geziyordum, bir odanın önünde artık yok olmuş canlı âleminden dondurulmuş hayvanlar vardı. Hepimizin çocukluğunda bildiği vb. hayvanların artık olmadığını orada kavradım. Olduğunu varsaydığım bir sürü yaratık aslında çoktan dünyadan kaybolmuş. Eşekler bile yok oluyor artık. Bir devinim var iyi kötü. Her şey değişiyor, teknoloji karşısında çaresiz olunmamalı, birilerinin tekelinde olan teknoloji karşısında mutlaka değer olarak bildiğimiz şeyleri önemsemeli, elektrikler kesildiğinde şimdi ne yapacağım derseniz çaresiz, yani çok bağımlı olmuşsanız

101


Röportaj

Röportaj

bilgisayara, yaşama adına belki iş işten geçmiş demektir, nefes alamayacaksınız demektir, dediğim budur… Bize o dönemden biraz anı anlatsanız, Cumhuriyet’in her zaman pek çok çizeri vardı. Nasıl bir ortamı bulunuyordu o zamanlar Cumhuriyetin? Biraz önce anlattıklarım dışında pek uzun kalmadım orada. Cumhuriyet’in mesela bayram günlerinde asker üniforması giymiş küçük çocukları kocaman ön sayfaya taşımaya başladığını fark edince rahatsız olmaya başladım. Kemal Gökhan, Kamil Masaracı, Kemal Ürgenc, Mümtaz Arıkan, Musa Kart vb. şimdi çizen birçok insan daha ya başlamamıştı ya da benimle aynı saatlerde gelmiyorlardı oraya. Herkes biraz kendi bacağından asılı koyunlar gibiydi, bana öyle gibi gelmiştir o zamanlar. Bir de Necdet Şen vardı, gazeteciliğe dair çizgi romanını severdim, Belki sıcak ilişki için birlikte ciddi zaman geçirmek gerekiyordu oradaki insanlarla ya da 12 Eylül ortamı denilen zaman dilimi dışında olunmalıydı, ben o kadar kalmadım. Norveç serüveniniz nasıl başladı? Gündüz Vasıf Hocamı çok severdim. Onun gibi sevdiğim birçok hocam 12 Eylül döneminde sessiz sedasız üniversiteden ayrıldı. Okulda bildik hava kalmamıştı, amacım asistan olarak devam etmekti, mühendis de olmuştum ama küçük bir fabrika deneyimimden sonra o hayatın uygun olmadığını düşünüyordum. Her yer zaten askerlik gibiydi, o zaman askerliği aradan çıkartayım dedim; iki diplomam vardı, o yıl öğretmenleri 4 ay, mühendisleri 16 ay alacaklardı, ben de matematikçi diplomamla başvurmuştum, ama son anda karar değiştirdiler; öğretmenler 16 ay yapacaktı. Son anda benim ikinci diplomam var, mühendisim diyemediğim için önce İzmir’de sonra Ankara›da askerliğimi 16 ay yaptım. Çevirmen olarak görev yaptığım için rahattım. Yine de 12 Eylül zamanlarıydı, Genel Kurmaydaydım. Mesela Kenan Evren›in cikciği kapıda nöbet tutup, selam veriyordum kendisine. Askerlik bitince yorulduğumu düşündüm, yurt dışında bir iki yıl mastır yapmak iyi olacaktı. Avusturya›ya gittim, ama oralarda okullara başvuramadım, çoğu zaman konu para idi. Almancam da yoktu. Gülay’la okuldan tanışıyorduk, ortak bir arkadaşımızın annesini çok severdik, evlerine davet edildiğimizde kadın çok güzel kekler yapardı. Edward Munch ile tanıştırdı beni. Keh… Keh… Yani kitaplarıyla; evi çocuk kitapları ile doluydu. 20-25 yıldır bir Türk’le evliydi ve iki çocuğu olmuştu. Biz kadının Norveçli olduğunu bilmiyorduk, zaten hiç Norveç’e geri de dönmedi galiba. Türkçesi çok güzeldi, demokrat, akıllı biriydi. Yurtdışı meselesini konuşurken o da “Değişik ama Norveç’i deneyin,” demişti. Norveç kadınları destekliyordu, Gülay burs aldı, ben de onun peşinden Avusturya›da 1 yıl kaldıktan sonra Norveç’e bilgisayar mastırına başlayacaktım. İlk yıl bursum yoktu ve Norveç dünyanın en pahalı ülkesiydi. O yüzden küçük bir sergi açtım, resimlerin hepsini sattım. Bir yıl Norveçce öğrenirken, Norveçce öğreten Norveçli öğretmenim, yetenekli olduğumu, neden Güzel Sanatlar’a başvurmadığımı sordu, çekindim, duyduğuma göre girmek de zordu, 1000›in üzerinde kişi

102

başvuruyor ve sadece 16 kişi giriyordu. 2 gün filan el çizimi sınavı vardı mesela. Öğretmenim destekledi, itekledi, sınavlara girdim, kazandım. Aslında hem Güzel Sanatlar resim bölümünü kazandım, hem de Tatbiki Güzel Sanatları. Macintosh 1984 yılında çıktı, Oslo, Tatbiki Güzel Sanatlarda bu makinalardan 10 tane görsel sanat için satın alan ilk okuldu İskandinavya’da. Teknolojinin cazibesine kapıldım. Türkiye’den Boğaziçi Bilgisayar Bölümü’nden derslerim vardı, biliyordum ne mene bir şey olabileceğini. Gerçi o zamanlar Uzay Yolu filmlerinin arka fonundaki gibi tonla işkilli, havalandırmalı, öğrencilerin girmesinin yasak olduğu dev makinalarda, punch kartlarını Fortan vb. dillerde yazarak kullanıyorduk bu mereti. Macintosh ile çizgi film yapmak, ekranda çizebilmek, yazabilmek, çeşitli yazı türleri ile oynamak vb. fikri cazipti, çağdaştı, yaşıma uygundu, orayı seçtim. 5 yıl eğitimle, Grafik Tasarım ve illüstrasyon bölümünden mastır derecesiyle mezun oldum. Doktora yapabilirdim. Ancak o sıralar devlet televizyonunda dijital makina kullanan arıyorlardı ve çok insan da yoktu kullanan. Uzaman olarak alındım. Öğrenci olarak geldiğim ve okul bitince ayrılmak zorunda olduğum Norveç, bu yüzden sorunsuz, uzman kalma izni verdi. Norveç televizyonunda kısa bir süre çalıştım. 200›ün üzerinde dijital kısa jenerikler, uçan 3D logolar filan yaptım. Bilen bilir Wavefront diye çok pahalı olan ve Norveç’te sadece 2 tane satın alınmış makinelerdi onlar, onları kullandım. Şimdi 3D2D programlar çok gelişti, deri, kıl, saç vb. ile artık insanlaşıyor modelleriniz, ama benim zamanımda zevk vermiyordu oluşan 3D karakterler, bir şekilde bilgisayar kokuyordu. Elle çizilmiş, klasik çizgi film tadına asla erişilmiyordu ve sonuçta kullana kullana o işin cazibesini bir süre sonra kaybettim. Uçan logolar, ya da Türkiye’de Lades diye bir tavuk firmasına yaptığım reklam filmi gibi şeyleri sevmemeye başladım. Teknoloji ne kadar iyi oluyorsa olsun, 3D boyutlu işlerin zihniyeti ve mutfağı ortadaydı. Matematik hesapları olan bir bilim dalıydı ve yaratıcılık denilen ile biraz çatışıyordu. Sadece eğlenceli çizgi film yapılsa belki idare ederdim, ama çok anlamsız üç boyutlu grafikler vb. de yapıyordum, sonuçta kendi başıma durmak, kendi yağıyla kavrulmak istedim ve 1996 yılından beri bir stüdyo kurdum, orada bağımsız olarak çalışıyorum. Norveç’te çizer olmak nasıl bir şey? Türkiye şartlarına göre bir karşılaştırma yapabilir misiniz? Çizer olmak dünyanın her yerinde aynı diyeceğim, yalan olacak. Değil. Ancak dilini ne kadar iyi de

103


Röportaj

Röportaj

konuşsanız bazen aşamadığınız şeyler oluyor. En olumsuzu kendi ülkenizde iyi kötü sizden söz eden insanların iş alanı yaratıyor olmasın, bu yolla kaynakların ve işlerinizi siz bir şey yapmadan sizi pazarlamasının eksikliği (BU NE DEMEK ANLAMADIM!) ve her an, herkese, kendinizi bir kaç defa kanıtlamak zorunda olmanız. Ne kadar akıllı ya da ne kadar becerikli olduğunuzu çok sık hatırlatmak zorunda kalıyorsunuz. Yapmadınız mı, iş gelmiyor. Bir hata yapılır diye korkunca hata da yapıyorsunuz. Yine de Türkiye ile kıyaslanmayacak şeyler var. Öteki ülkelere göre İskandinavya’da görece bir demokrasi kültürünün olduğu açık. O da değişiyor gerçi ya, neyse. Hayat, kimseyi izole yaşatmayan, küreselleşen bir hayat bugün… Dolayısıyla, herkesin hayatı herkese bir şekilde endeksli oluyor. Yine de mesela hakkınız olanı daha kolay almanız mümkün. Sizi kandırmaya eğilimli tonla insan yok etrafınızda, ille de Türkiye’deki gibi her an uyanık ve tedirgin olmak zorunda olmayabiliyorsunuz. İşinizin telifini hem devlet organları sizden bağımsız bir sistemle kolluyor, hem de faturanız ödenmezse onu alacak mahkemeler mevcut. Elbette buraları da mesela bir Amerika ve İngiltere gibi profesyonel değil. Ara sıra İngiltere’de iş yapıyorum, paranız disiplinli bir şekilde, siz ardına düşmeden ödeniyor hesabınıza. Norveç’te de bazen hatırlatmak lazım. Türkiye›de para pek konuşulmuyor, gönderin deniyor, ama bu adam ne yer, ne içer, acaba sembolik de olsa bir miktar söyleyelim mi filan, diyene rastlamadım ya da büyük sanatçı olarak gördüklerine sadece olması gerektiği gibi davranıyorlar herhalde… İyi niyetli olanı ne kadar çok kullanırsak, o kadar iyi olur düşüncesi var galiba. Bir de Türkiye’de çoğu insan başkaları için, belki de insanların sayısı çok ve seçenekler fazla olduğu için, yaramazsa değiştirilebilir, hata yaparsa silebiliniz, şeklinde bir yaklaşımı içinde. Oysa insan kolay yetişmiyor. Etrafınız bakın, şu ya da bu nedenle ne kadar çok kırgın insan var aslında. İki kuruş para veren de, veremeyen de aynı şekilde davranıyor. Oysa antlaşma yap, uy, sonuç herkesi mutlu etsin. Yapılan işlerde bir hızlı tüketme durumu hâkim, oturup kafayı koyup nefes almalara yer yok. Koşturursan, kayıtsız şartsız birilerinin yardımına koşarsan dostların var. Norveç’te çocuk kitabı resimlemelerinde ya da kitap kapaklarında telif sadece bir baskı için geçerli ve bunu antlaşma ile belirtmek de gerekmez. Dolayısıyla bir kaç baskı yapan bir işte gittikçe azalan telif yüzdesi ile eski çizimlerinizle de para kazanıyorsunuz, büyük bir şey değil, ama rahatlatıcı bir yanı var.

Benim elimde Gülay Kutal ile birlikte yaptığınız “Biz Duvar Yazısıyız” kitabı var. Bir dönemin en popüler mizah kitabı, daha liseye gidiyordum o kitap yayınlandığında. Sanırım o kitap hâlâ türünün en çok satan kitaplarından biridir. O kitabın çizimlerini yapan kişiyle bir gün “abi” diyerek yazışacağımı hiç düşünmemiştim. Hazır bu fırsat doğmuşken hemen sorayım. O kitabın özel bir hikâyesi var mı? Çok doğru, bu kitap bir neslin insanları tarafından çok iyi biliniyor. Biz de o yüzden adımızı söylediğimiz bazı yerlerde senin tepkine benzer yaklaşımlarla karşılaşıyoruz. Hatırlıyorlar bizi. Bu da hoş. Biz o kitabı derlediğimizde sadece duvarlarda gördüğümüz yazılara sevgimizi paylaşma amacındaydık. O kitaptan önce elbette Türkiye›de, özellikle İngilizce bilenlerce grafiti-duvar yazıları- biliniyordu. Ama kimsenin aklına onu kitap yapmak gelmemişti herhalde. Yurtdışına çıkınca, önce Avusturya’da ve sonra İngiltere ile Norveç’te her köprü altını, her metro üzerindeki yazıları fotoğraflamaya başladık, dolaşırken bir eğlence idi. Sonra kitaplarını aldık, Gülay beğendiklerini çevirdi, derledi. Kitap çıktı. Çok tutuldu. Yayınevi sonra, Türkiye versiyonunu da yaptı.

Norveç ve Türkiye dışında illüstrasyon ve karikatürlerinizin yayınlandığı yerler var mı? Dünyada her yıl siyasi çizerlere 10 adet olarak verilen Birleşmiş Milletler mükemmellik ödülünden birini aldım 2009›da ve daha sonra 2011’de İtalya’da video dalında Fax for Peace and Tolerance yarışmasında video dalında birinci oldum. Bu tür şeyler bağlantılar sağlıyor. Facebook vb. ilişkileri arttırdı. Ara sıra değişik ülkelerde sergilere çağrılıyorum, dergilerinde basılıyor çizgilerim. Simdi Le Monde çizeri Plantu›nun başkanlığını yaptığı Cartooning for Peace çizerleri arasına da girdim, o vesileyle de çizgilerim çeşitli ülkelerde dolanıyor. Bu hafta Porto Rico›da çizgim sergilendi mesela. Norveç ve Türkiye dışında İngiltere’de gazete ve dergilerde basılıyorum. Bir ajansla anlaştım, onlar çizgilerimi satıyor. Bir Almanya deneyimim vardı, ama uzun sürmedi. Bir ara Hrant Dink nedeniyle çizdiğim çalışmalar Türkiye’de değil, ama Fransa ve Almanya›daki Ermeni dergilerini ilgilendi.

Karikatürlerin genelde yazısız. Dil sorunu yok. Ama aynı anda hem Türkiye’ye hem de Norveç’e üretiyorsunuz. Türkiye üzerine yaptığın karikatürlerde Norveçlilerden ‘Kardeş bu ne?’ diye soranlar oluyor mu? Yazısız ortaya çıkmanın dünyanın neresinden gelirse gelsin insanlara yaklaştırıcı bir yani var. Seninle aynı dili konuşmasa bile anlıyor ne demek istediğini. Bir de elbette deneyim diye bir şey var. Henrik Ipsen, Norveçli biliyorsundur, o deneyimi, gözlük takmaya benzetiyor, görmeyen gözlerin daha net görüyor, diye. Böylece sessiz ama iletişim kuran bir dünya beni rahatlatıyor. Bazen başarılı oluyorum, bazen olamıyorum, ama görsel bir haz bulmakla ilgileniyorum yaptıklarımda. Ama yazıyı da seviyorum. Bazen uzattığımda oluyor. Yazısız ya da yazılı ama bir anlatım dilinin sadece kendi ülkesi sınırları içinde kalması yetmiyor insana. Yapılan isler artık dünya küreselleştiği ve bir bakıma insanların hepsini standartlaştırdığı için - bu iyidir, ya da kötüdür ayrı tartışma - yaptığın şeyi algılayan dünyanın her köşesinden insan bulmak

104

105


Röportaj

Röportaj

mümkün. Latin Amerikalı ya da Şilili biri ile konuştuğunda Türkiye’deki sana özgün gelen birçok gelişimin, askeri darbelerin, insanların boş vermişliğinin, korkuların vb. birçok sana özgün olduğunu düşündüğün şeyin aslında yıllardır onlarda da yaşandığını öğreniyorsun. Dünya’da ortak kapitalizm diye bir şey var, acı çekenler ve rahat edenler var. Yani sorunlar üç aşağı beş yukarı birbirini andırıyor. Dolayısıyla sen mesela Kırkpınar güreşçisini resmetsen de yine bir şekilde iletişim kuruyorsun birçok insanla. Elbette ben zaman içinde Türkiye ile Norveç’i kıyaslamayı bıraktım. Yanlış oluyordu. Elbette iki ülkenin benzer yanları var. Futbol takımları örneğin benzer standarda. İki ülke de izole yaşamış dünyadan, bunun getirdiği bir gurur ve kendine güven var, öte yandan biraz da içi boş bazen önemsedikleri ülkeler karsısında güçlü olsa bile yeniliyorlar. Türkiye’nin alman takımları karşısında bir hafta iyi ikinci hafta kötü oymaması gibi, Norveç takımları da Manchester United ya da Barcelona karşısında benzer bocalamaları yaşıyorlar. Bu kendisiyle barışık olmama durumunun, izole yaşamanın getirdiği yanılsamalar, kendini önemsemeler ya da önemsememeler olduğunu düşünüyorum. İki ülkenin hiç benzemeyen yanları da var. Burada yaşlılar örneğin 80 yaşında da olsa bir şekilde hayatin içindeler, çocuklar ya da engelli insanlar da. Kendi başlarına kayak yapmaya gidiyor yaşlı teyzeler, amcalar. Türkiye’de ise yaşlımız ev içinde tutulur, toplum içinde tutmak yerine. Trafikte yaşlı biri görürseniz korkutmaya çalışırlar ki adam araba kullanmayı bıraksın, ötekileri engellemesin diye. Bizde saygı varmış gibi yapılır, ama oldukça toplum dışında iterek yaşamasının beklendiğini görürüz. Adalet, hukuk, demokrasi konuları da başka başka kulvarlarda. Hiç bir yer tam güllük ya da gülistanlık ya da çok kötü değil. Her yerin iyisini ve kötüsünü teraziye koyup tartmalı. Kıyaslama ise yaramıyor kanımca. Çizerliği soruyorsun, aslında Amin Maalouf›un dediği gibi beni ben yapan kimliğimde karikatürcülük ve çizerlik de sadece görsel kimliklerimin bir parçası. Pazarlamayı sevmediğim, internette her yaptığımı paylaşmayı istemediğim için belki bilinmiyordur, ama bir de grafik tasarımcısıyım, dolayısıyla kitap, dergi, logo, tasarımı ile de çalışıyorum ara sıra. Ancak bazı nedenlerden dolayı o alanda az iş buluyorum şu son yıllarda, o yüzden daha çok illüstrasyon ve siyasi çizgiye döndüm. Siyasi çizgi özel bir şey olduğu için ilgi çekiyor, para da kazandırıyor. Kimseye hesap vermek zorunda olmadan yapıldığı için de daha rahat. Grafik tasarımda birilerinin işini yaptığın için onların kıstaslarını önemsemek zorundasın. İkişer, dörder dakikalık çizgi filmler de yaptım kısa da olsa. Ama tek başına yapıldığında çok zaman aldığı için üzerine pek gitmedim. Çizgi filmi, salonda yaptığından dolayı gülen ya da tepki verenleri izlemek hoş. Çizgi roman bambaşka bir dünya… Hep içimde olmuştur, hep sevdim. Bir gün, ölmeden filan ciddi projeler yapacağımı umuyorum.

bazıları da destekler - öte yandan birden idam isteyenlerden olunca bu çok kafa karıştırıyor. Bir yanda ekonomik ayakta durmalar ve hatta başarı istatistiklerine girmesinden söz edilirken, öte yandan dünyada en çok gazetecinin Türkiye’de hapiste olduğunun söylenmesi iyice kafa bozabiliyor.

Norveç’ten Türkiye nasıl gözüküyor? Norveçliler Türklere dair tarihi her türlü söylemden etkilenmişti. Yeni zamanlarda da Türklerin çoğunluğuyla deneyimleri iyi değil. Mesela bir adam burada çocuklara verilen çocuk yardımı parasını almak için, köyünde bir muhtarla anlaşıp, doğan çocukları nüfusuna aynı soyadı ile yazdırıp, çocuk parası alıyor, çocukların sayısı artınca şüphelenip komik tedbirleri çıkartıyor ortaya. İşçileri ya da göçmenleri kastetmiyorum aslında. İş adamları ile deneyimler de pek olumlu olmamış. Olumsuz şeyleri bir kenara bırakayım, AKP’nin kendisini Hıristiyan partiler benzeri bir tutucu bir parti şeklinde sunması, buradakilerin bir bakıma rahatlamasını sağladı. Hamas›ı terörist bir örgüt olarak görürken, seçilip devleti ve halkını temsil edene dönüştüğünde de kabul edilen Hamas örneği gibi bir şeydi. Batı’dakiler gelişmekte olan ya da az gelişmiş kapalı toplumların bağnazlığından ve ne yapacağının bilinmemesinden çok çekiniyor. Bugün Norveçliler Türkiye sahillerindeki mekânlardan ev satın alıyor, İspanya’dan Türkiye’ye kayan ciddi bir kesim var. Türkler memnun, onlar memnun gibi. Buralarda demokrasi denilenden uzak işleri algılamak hiç kolay değil. Mesela Başbakan bir yandan insan hayatı deyip kürtajdan yana iken - ki bunu Hıristiyan kuruluşlardan

Bu arada hemen fırsat bulup araya sıkıştıralım Fire adında çok dilli bir mizah dergisi çıkartıyorsunuz. Nasıl gidiyor Fire? Ortak bir dil oluştu mu? Fire dergisi yeni bir proje. Hayati Boyacıoğlu ve Günberk Gülderen ile çıkartmaya çalışıyoruz. Çok yeniyiz, Türkiye’de basmak, izin almak, para bulmak hepsi dev sorunlar, şimdi ikinci sayıyı çıkarttık. Girişilen iş hiç kolay değil, içerik açısından dünyanın çeşitli ülkelerinden en kaliteli olabileceğini düşündüğümüz işleri seçiyoruz. Türkiye ayağı biraz zayıf kalıyor. Bize kızanlar oluyor, neden yerel yapmıyoruz bu işi diye. Ama ilahi her zaman zaten öyle olunuyor, böyle Türkiye dışındakilerle bir araya konulduğunda ak ile kara ortaya çıkıyor, bu rahatsız edebilir, onu bilemem. Bizde güncel olaylar konusunda uzman çok, taraf tutmada da herkes uzman, düşman diye bellediğine karşı bir dil oluşturmak en kolayı. Başkası üzerinden konuşanlara sen ne yapıyorsun dediğimizde, hatırı sayılır iş bulmakta zorlanıyoruz. İyi olanların çoğu da ya küskün, ya da burnu Kaf Dağı’nda. Kaygılar, beklentiler çok farklı hep; çırak çizerler hep çırak gibi çiziyorlar. Yenileştirmeye, değişikliği denemeye çalışan az. Eleştireni de yok, eleştireni de hemen susturuyoruz, herkes hırsla karikatür çizip duruyor. Zanaatçı mı, sanatçı mı tartışması tali kalıyor, Gırgır’dan edindiğimiz bir söylemle, bazı çizerler gazete kâğıdı çizerleri olarak sunuyor kendilerini. Kendi mizahını kategorileştirmişler çoktan. Öteki mizahlara karşı bir çeşit yorgunluk var. Bir de sadece elit kitleye hitap eden, galerilerde şekillenen isçiliği ön planda olan işler var. Bunlar da mutlu. Herkes her koşulda kendini önemsiyor, yüceleştiriyor. Bu dergide bu kurulan kaleleri görmezlikten gelelim, müdahale edelim dedik, Fire derginde uluslararası illüstratörleri de, fotoğrafçıları da, tek kişilik sahne gösterilerini de, çizgi romancıları da karikatürcüler kadar aynı mekânda buluşturmak niyetindeyiz. Karikatürcüler, illüstratörler vb. farklıyız tavrını kenara koysa, yapılan işin özü konuşulsa daha yol alınacak. Öğrenilecek birbirinden. Bir koruma ve etiketleme telaşında insanlar. Buna bir de kemikleşmiş bir yapıda gibi görünen Karikatürcüler Derneği’ni eklemek lazım, ama konu o değil. Sonuçta yola çıktık, olur, olmaz derken, şimdi ikinci sayısı çıktı. Seçici oluyoruz, her şeyi basmamaya çalışıyoruz, ama basmadıklarımız için de bir internet sayfası da yapacağız. Neden elektronik değil de baskı dersen, belki bunlar son demlerdir, yine de kaliteli olanın basılı olması, elimizde tutulması hâlâ başka bir duygu gibi geliyor da ondan. Kalite denilen rastgelelikten bağımsız, güzel olanın ölçülerek sunulması ise buna basılmış poster tadında sayfalar anlam katıyor. İnternette çok seslilik hâkim, bu fena değil elbette, ama bir gerekliliği tatmin etmenin de değişik formları var. Millet para versin, alsın, para verdiğine değer biçsin, diye de düşünüyoruz. Şimdiki internet dergiciliğinde bence ele avuca

106

107


Röportaj

Röportaj

sığmayan bir hareketlilik var, bütün kolaylıklarına rağmen. Fire dergisini eline alan, ekranda kullanacağı dakikadan daha çok zaman harcıyor. Bu da bence heyecanlı. İçi boşsa ve zaman harcıyorsa elbette yıkıcı olur, ama dolu ve katkısı büyükse, tadında önemli bir değişiklik varsa, o zaman bu proje işe yarayacak. Arkasındaki çaba değer mi değmez mi, anlaşılır mı, bunu önemseyen bir kitle bulunur mu, göreceğiz. Derginin ilk sayısı en çok İtalya’da ses getirdi, oysa sadece bir tane İtalyan hanım çizer vardı. Türkiye’de ulaştıramadık, dergi hakkında yazı yazabileceklere yolladık ama başarılı olamadık sonuç almayı. Abi senin çizgi romanların da var. Gölge’de de yayınlıyoruz sen gönderdikçe. Bir karikatürist olarak, tek karede hayatı yorumlayan biri olarak çizgi roman yazmak-çizmek nasıl bir şey? Çizgi Roman’a hep meylim olmuştur. Çünkü ideolojik olanın anlatılmasına, öyküsüne, storyboard›una, karakterlerine, karelerin ya da sayfaların yan yana gelirken kare sürekliliğinin önemsenmesine, incelenmesine, estetiğine birçok yöne eğilmek, sentez yapmak isidir. Mutfak çalışmasını önemsiyorum çizgi romanda. Her şeyi beğenmiyorum, ama yerel olan, herkes gibi olmayan da ilgimi çekiyor. Türkiye çizerleri biraz dışarı hayran gibiler. Çok örnek görünce kimin hangi havadan esinlendiğini anlamak kolaylaşıyor, bu belki doğal, ama taklit tadında olunca insan hep kendisine orijinalleri varken, neden onu okuyayım sorusunu soruyor. Çizgi roman ile uğraşmak yer yer hem resmi bilen, çizen hem de bir film yönetmeni gibi düşünen ve bir senaryo yazarı gibi olay örgüsünü kuran olmak demek. Bu da zaten başlı başına heyecanlı bir şey. Ben seviyorum. Takip ettiğiniz çizgi romanlar-çizgi roman serileri var mı? Elbette var. Çok. Yürüyen Ölüler serisini ilgi ile izliyorum. Before Watchmen serisini takip ediyorum. Fantastik Dörtlü ve gözü görmeyen süper kahraman Daredevil’ı da okuyorum. Super Girl ve Cat Woman da ilgimi çekiyor. En çok da Belçika ve Fransız kökenli tarihi ya da fantezi serileri beğeniyorum. Thorgal hayranıyım. Bunlar dışında Joe Sacco›nun Gazze›nin dipnotlarını, Sarajevo›dan fax›ini, ,jacamin ve Matz›in Tetikçi’sini, Mobieus›un kitaplarını, Blueberry›i de seçiyorum. Mister No ve Zagor›u hâlâ alıyorum. Ken Parker ve Julia›ya da bayılırım. Son zamanlarda Manga öyküleri de sever oldum.

1

3

2

4

5

7

6

8

Takip ettiğiniz çizerler kimler? Türkiye’de, Ender Özkahraman’ın Orası Hikâyelerini çok severek izliyorum. İsmail Gülgeç’in

108

109


Röportaj

Öykü

Rüya avcısı

aramızdan ayrılmadan yaptığı Başkomser Nevzat kitaplarını da beğeniyorum. İlban Ertem bir zevk. Levent Cantek›in yönettiği Deli Gücük serisindeki çizerler de beni oldukça etkiliyor. Penguen Dergisi›ndeki Bahadır ve diğerlerinin çizgilerini de seviyorum.

(Deliler Tiyatrosu)

Norveç’te çizgi roman üretimi nasıl? Hangi tür çizgi romanlar okunuyor? Satış rakamları nasıl? Norveç’te çizgi roman kültürü belli bir çevre içinde kalmış durumda. Daha çok anarşist çevreler denilecek çevrelerde yaşıyor. İlginç Fanzin seklinde dağıtılan öyküler var. Yine de dünyada kitaplarını bulabileceğiniz, veteran Christopher Nielsen, Knut Naerum, Karine Haaland kitapları dışında Lise Myhre›nin Nmisi birçok gazetede çeşitli dillerde günlük bant olarak yayınlanıyor. En çok İngilizce basılan 30›un üzerinde kitabı ile Jason›da bilinen bir Norveçli. Tarihi konularda bazen ilginç çalışmalar çıkıyor, bazıları film oluyor. Özellikle Hitler zamanındaki direniş hareketlerinden esinlenen kahramanları anlatan kitaplar bulunuyor. Ama daha çok Fransız ve Amerikan çizgi roman kültürü izleniyor. Yine de çizgi roman çok satmıyor galiba. Ama komik Walt Disney›in Donald Duck karakterli dergisi aylık yayınlanıyor ve Norveç’te çok popüler. Yakın zamanda Türkiye’de bir sergi ya da bir kitap düşüncesi var mı? Evet, Nisan ayında bir sergi planlıyorum. Size haber veririm. Gölge bize bile fark ettirmeden 63. sayıya geldi. İçinde bulunduğunuz, destek verdiğiniz Gölge hakkında birkaç cümle etmek ister misiniz? Gölge’nin ilk sayılarını bana Mehmet Kaan Sevinç tanıtmıştı. İlk sayıdan beri ilgiyle izledim. Aynı dönemin insanlarıyız ve birçok ilginç yazı neredeyse araştırma tadında üretiliyor. Özveri var, dakiklik var. Bayraklar bırakılsa da alan çıkıyor. Çizgi roman incelemeleri yansıra sinema ve öykü alanında çağdaş, güncel ve ilginç yazılar okuduk. Benim Fire dergimizde söylediğim gibi sanat disiplinlerinin arasında gidip gelmeler gerçekten zenginlik yaratıyor. Bu haliyle bu kadar sayı götürüldüğü için kutluyorum. Önemli bir iş yapıldığı açık. İnsan elbette bu kadar emeğin profesyonelleşmesi, belki kurumlaşması hiç değilse bir müze ya da sergi ile kitlelere daha çok sunulmasını ister, eski sayfalardan derlenmiş bir yıllık kitap serisi arşivlere girmeyi sağlar. Manga şu an çok popüler gençler arasında, facebook›dan izlediğim kadarıyla birçok öykü ve karakter çalışmaları var, keşke onları ya da facebook›daki tartışmaları iki üç sayfada yayınlasak, bilmiyorum ne düşünürler, ama bence yeni bir şeyler oluyor. Onlarla iletişimin kopmaması için belki de Manga dili üzerine çeşitli yazılar da ilginç olabilirdi. Kendi adıma, böyle özgün bir projede küçücük de olsa bir yerinden tutma olanağı sağladınız, seviniyorum bundan dolayı. Bu güzel çalışmanın parçası olmak zevkli ve öğretici. Gölge e-Dergi Türkiye’nin Kültür Hayatında 63 değil 200 sayı da gitsin bence… Teşekkür ederim. Ben de... Söyleşi: Ahmet YÜKSEL

110

Merhaba. Benim adım Rüya Avcısı. Daha önce tanışmıştık. Kendimi bırakıp insanların rüyalarında dolaşıyorum. Şahıslar umurumda değil, ben onların hayalleriyle besleniyor, karanlık dünyalarında nefes alıyorum ve iştahıma uygun olanı yutup, aklımda sindiriyorum. Şimdi algılarımı temizleyip, kim bilir kimlerin rüyalarını yaşayacağım? Merhaba, içeri girebilir miyim? Uuuuuu uzun süredir beslenmeye çıkmadım. Açım yine, hayallere, kâbuslara ve karanlık düşlere açım. Biliyorum siz de açsınız ve beni bekliyorsunuz. Peki, sizi daha fazla bekletmeyeceğim. Size söz veriyorum, hepimizin doyacağı ve keyiften öleceği bir rüya daha avlayacağım. Mmmmmm ben buna hazırım. Peki, siz hazır mısınız? Aslında sizin hazır olmanız benim çokta umurumda değil, açlık nasıl bir şeydir benden daha iyi kimse bilemez. Zzzz. Ben başlıyorum. Beni takip edin ve dikkatli olun. Ssssss Bir tiyatro sahnesi görüyorum. Büyük bir sahne. Kırmızı kadifelerle kaplı duvarları var. Seyirci koltukları bomboş. Oooooo hemen bir yer bulup oturmalıyım, gösteri başlamak üzere. Bakalım benim için neleri var? En öndeyim. Sahnenin içi, duvardaki kadifelerden dolayı kıpkırmızı. Karanlık ve kırmızı birbirine ne kadar yakışıyor. Kimse yok sahnede ama bir hareketlilik var. Adım sesleri ve fısıldanmalar duyuyorum. Hadi başlasın artık, açlık canımı yakmaya başladı. Başlıyor. Sahneye ilk önce beyaz saçlı, yaşlıca bir adam çıkıyor. Korkunç bir alkış kopmasını bekliyorum ama tiyatroda tek ben varım ve sadece ben alkışlıyorum. “Bravo baba!” diye bağırıyorum. Ffffff fena keyiflenmeye başladım. Beyaz saçlı adam şaşkınca sahnenin ortasına geliyor ve takip ışığı kırmızı bir tonda sadece onu aydınlatıyor. Ben alkışlamaya devam ediyorum. Yaşlı adam beni görünce selam veriyor ve gülmeye başlıyor. Gülmek tiyatronun kadife duvarlarına çarpınca katlanıyor ve yerini kahkahalara bırakıyor. Öyle bir kahkaha ki bunlar, adam deli gibi hareketler yaparak olduğu yerde kıvranıyor. Gözlerinden yaşlar geliyor. “Bravo baba, devam et. Harikasın!” diye bağırıyorum, genç bir kadın sesiyle. Sahneye tam o sırada yaşlıca bir kadın itiliyor. Kadın neredeyse yere düşecek. Şaşkınca, takip ışığından rahatsız olmuş gibi eliyle yüzünü siper ederek, etrafına bakınıyor. “Harikasın anne, bak ben buradayım, hadi başla!” diye bağırıyorum tekrar. Uuuuu bu iyi işte. Enfes bir rüyaya dalmışım. Açlığım yavaş yavaş yok olmak üzere ama ziyafet devam etmeli. Yaşlı kadın kocasının yanına kadar şaşkınca yürüyor ve onun kahkahalar atan yüzüne bakıyor. Korkuyor ama garipsemiyor. Hemen seyircinin olduğu yere bakıyor. “Bravo anne, hadi başla artık!” Kadının gözleri büyüyor. Önce utanarak küçük bir gülücük atıyor. “Bravo anne!” Kadın, kocasına bakıyor tekrar ve

111


Öykü sanki ona eşlik ediyormuş gibi gülmeye ve daha sonra kahkaha atmaya başlıyor. Kadının sesi kulakları tırmalayacak kadar gerçek ve yırtıcı çıkıyor. Deliler tiyatrosunda iki kişi avazları çıktığı kadar gülmeye devam ediyor. Şşşş ellerini dizlerine vuruyorlar, gözlerini kapatarak can çekişiyorlarmış gibi başlarını iki yana sallayarak kahkaha atmaya devam ediyorlar. Ben alkış yaparak onların kahkahasına tempo tutuyorum. Kırmızı sahne gürültüye boğuluyor. Sahneye orta yaşlı bir adam giriyor. Üzerinde doktorların giydiği beyaz önlükten var. O da diğerlerinin yanına gelirken çok şaşkın. “Evet aşkım, sen olmazsan bu gösterinin ne anlamı var? Hadi sende katıl onlara!” diye bağırıyorum, zevkten yapış yapış olmuş sesimle. Orta yaşlı adamın şaşkınlığı uzun sürmüyor ve boyun eğerek diğerlerinin yanına gelerek, kahkaha ayinine katılıyor. Hhhhh bakalım devamı nasıl olacak? Ben şimdiden doydum ama eksik olan bir şeyler var. Eğer rüya aniden biterse, yeni bir rüyaya geçmem gerekecek. Bunu istemiyorum, deliler tiyatrosunun devam etmesini istiyorum. Evet devam edecek. Sahneye genç bir kadın giriyor. İç çamaşırlarıyla. Bir süre sahnenin kenarında şaşkınca, kahkaha atan guruba bakıyor. “Sen de gel sürtük! Katıl onlara!” Sahnedeki kadın şaşkınca seyircilerin olduğu yere bakıyor ama beni göremiyor. Utanç, korku ve şaşkınlıktan boğulmak üzere olan kadın, mecburi adımlar atarak diğerlerine katılıyor ama o gülmüyor. “Gülsene fahişe, hadi sen de gül bana!” sesimdeki öfke canımı yakıyor. Bu can acısı hoşuma gidiyor. “Hadisene, sen de gül diyorum sana!” Kadın gülmeye başlıyor. Sonra kahkahalar atmaya başlıyor. Çıplak vücudunu dövmeye başlıyor. Deliler sahnesine yavaş yavaş başkaları da giriyor. Kahkahalar tempo tutuyor. Takip ışıkları kırmızı kadifenin rengiyle iyice kızarıyor. Sadece ben alkışlıyorum onları. Ooooo bu nasıl bir rüya? Bu rüyanın içinde yaşamak istiyorum. Bu rüyanın içinde ölmek istiyorum. Mmmmm bayıldım. Sahne nerdeyse insanla doluyor ve herkes yırtınırcasına kahkaha atıyor. Kahkahalar çınlıyor ve kanat seslerini andırıyor. Ben aniden alkışlamayı kesiyorum. Ellerimi iki yana kaldırıyorum ve bir birine kuvvetle vuruyorum. Acayip bir şaklama sesi duyuluyor. Bir anda ışıklar sönüyor ve kahkahalar susuyor. Her yer zifiri karanlığa bürünüyor. Ellerimi iki yana açıyorum ve tekrar birbirine vuruyorum. O korkunç şaklama sesi tekrar duyulunca takip ışıkları yanıyor ve sahnedeki herkes görünüyor. Bu sefer kimse gülmüyor. Hepsinin yüzünde bir yalvarma var. Hepsi ağlamak üzereymiş gibi bekliyor. “Demek gülmüyorsunuz ha. Sizin kahkahalarınızı durdurmam ne kadar kolay görüyorsunuz değil mi?” Vay vay vay. Sessiz olun ve rüyanın sizi nereye sürükleyeceğine karışmayın. Beyaz saçlı adam yalvararak konuşuyor “kızım…” “Kes sesini baba!” Yaşlı kadın “kızım lütfen beni…” “Anne sus, bana gülerken düşünecektin bunları.” “Hayatım, ben seni daima sevdim, lütfen….” “Sen hiç konuşma. Artık yanındaki o sürtüğe gidebilirsin.” “Anne lütfen.” “Kızım üzgünüm buna bir son vermeliyim.” Sesim titriyor. Deliler tiyatrosu yalvarışlı inlemelerle yıkanıyor. Ben ellerimi yana açıyorum ve birbirine çarpıyorum. Mmmmm. Bir anda kararıyor her yer. Oooooo şimdi tiyatro sahnesinde olan benim. Takip ışığı tam üzerimde.

112

113


Öykü

Biraz önce sahnedeki herkes koltuklarda beni seyrediyor. Seyirciyi alkışlamaya başlıyorum. Beni izleyenleri göremesem de seslerini duyuyorum. Hepsi ağlıyor. Herkes ağlıyor. “Bunu görmenizi istedim” diye gür bir şekilde haykırıyorum. “Her şey az sonra bitecek, benden artık kurtulacaksınız.” Seyircilerden bir feryat yükseliyor ama ben ellerimi birbirine vurarak onları susturuyorum. “Artık bana gülemeyeceksiniz. Buna dayanamıyorum.” Alkışlamayı kesiyorum. Sessizce bekliyorum. “Bu rüyayı, tam burada, kendi isteğimle bitiriyorum.” Galiba ağlamaya başladım. “Artık kimse bana gülemeyecek.” Ellerimi yanlara ve yukarı doğru açıyorum. İiiiii bitiyor. Bitmesi gerekiyor. Ellerimi hızla birbirine vurmadan önce, seyircinin arasında küçük bir kız çocuğu görüyorum. “Üzgünüm kızım” diyorum ve hızla ellerimi birbirine vuruyorum. Her yer kararıyor. Bitti. Bu işi seviyorum. İnsanların bilinçaltlarında yüzmeyi, onların korkularıyla beslenmeyi seviyorum. Evet siz de seviyorsunuz, yoksa burada olur muydunuz? Bunların hepsi birer rüya elbette ama şunu unutmayın, rüyalar, gerçeğin doğmamış çocuklarıdır. Daha fazla uzatmayacağım, çünkü sindirmem gereken bir lezzet var. Ben şimdi gidiyorum. Siz de gidin ve rüyalar görün. Ne görmeye çalıştığınıza karar vermeyin, ne görmeniz gerektiğinize bilinçaltınız karar versin. Ben böylesini daha çok severim. Ben sadece onları ziyaret ederim. Benim adım Rüya Avcısı, daha önce karşılaşmıştık. Öykü: Erol ÇELİK

114

İllüstrasyon: Buğra BERAH

115


Pin-up

116


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.