Gölge Dergi-Eylül 2014-Sayı 84

Page 1


İÇİNDEKİLER

04-08 Öykü - Taş ve Yumurta Wuthering Heights (1992)

09 Fantastik Şiir- Perili Şatoda Bir Gece

10-17 Çizgi Roman Tanıtım - Geçmişe Bakarak Geleceği Görmek için... 18-20 Öykü- Yalnızlığın Kalesi 21-26 Çizg Roman İnceleme - Tartışma

84.

Sayı ile tekrar birlikteyiz. Gölge e-Dergi'ye ulaşmak için http://golgedergi.blogspot.com Genel Yayın Yönetmeni: Mehmet Kaan SEVİNÇ Editör: Mehmet Berk YALTIRIK golgeedit@gmail.com Yayın Kurulu: Sadık YEMNİ, Ahmet YÜKSEL, Hasan Nadir DERİN, Gülhan D SEVİNÇ, Melahat YILMAZ, Ceren ÇALICI. Grafik Tasarım: Gülhan D SEVİNÇ Redaksiyon: Ceren ÇALICI Kapak: Nadir KUTLUHAN Pinup: Işın TOKOL Gölge e-Dergi internetten yayın yapan özgür ve özgün içerikli tam bağımsız bir dergidir. http://twitter.com/GolgeDergi http://issuu.com/GolgeDergi http://golgedergi.deviantart.com/

Yaratan Çizgi Roman Kapakları 27-31 Öykü - Bir Sadistle Görüşme 32-39 Çizgi Roman - Vatan İçin 40-45 Sinema İnceleme- Robin Williams 46-49 Öykü- Dantel

Editör'ün Kalemi'nden

50-52 Çizgi Roman - Kapıcı Çöpü Almaya Geliyor 53-54 Öykü- Behiye'nin Akibeti 55-69 Sinema - 2013 - 2014 Sezonu Değerlendirmesi 70-73 Öykü- Zihnimdeki Kayıp Anahtar

Sonbahar havası inceden zuhur etmeye başlarken Gölge e-Dergi bir sayıyla daha masaüstünüzde yerinizi almış durumda. Eksiklerle, fazlalarla, yazılarla, çizilerle bir sayının daha hazırlığı geldi geçti. Yine çizgi romanlarla, hikâyelerle, farklı dosyalarla huzurlarınızdayız… Gölge’nin kolektif bir dergi olduğunu tekrar hatırlatarak film-kitap incelemelerinin yanı sıra, çizgi roman incelemelerine de açık olduğumuzu, bunlarla alakalı olarak yazılarınızı da dosya çalışmalarınızı da beklediğimizi belirtmek isterim. Sonbaharın ilk ürpertisi eşliğinde iyi okumalar dilerim.

74-79 Çizgi Roman - Dünya 80-82 Öykü - Akdon

Mehmet Berk YALTIRIK

83-87 Öykü - Ayin 88 Pinup

3


Öykü

Taş ve Yumurta 9 Haziran 1923 Belgrad Ormanı, İstanbul Seyfettin Efendi’nin Facebook sayfasını takip edenler bir süredir yeni hareketliliğin farkına varmışlardır. Bunun sebebi Seyfettin Efendi sayfasını Alper Kaya önderliğinde Mira Reklam Ajansı’nın yönetmesi. Sayfadaki yeniliklerden biri de üç aylık periyodlarla düzenlenen hikaye tamamlama yarışması. Yarışmayı en çok facebook beğenisi alan hikaye kazanıyor. İlk yarışmanın galibi “Taş ve Yumurta” Hikayesiyle Tuğba Turan oldu. Ödül olarak Devrim Kunter’in çizdiği resmi de kazandı. Bir sonraki yarışmaya katılmak isterseniz https://www.facebook.com/seyfettinefendi sayfasını takip etmeniz yeterli. Sözü fazla uzatmayıp size yarışmayı kazanan hikaye ile başbaşa bırakıyoruz.

Seyfettin Efendi, ne zaman içine girse hep huzursuzluk dolduğu ormandaydı gene. İki haftada aldığı üçüncü cinayet ihbarıydı bu! İlk ikisinde olduğu gibi gene cesedi eliyle koymuş gibi bulacağına emindi! Koşar adım ağaçları geçip kendisine tarif edilen seyrek otlarla dolu alanı bulmaya çalıştı. Dallar yanağını hafifçe keserken gökten yere vuran dolunayın ışığında önünü zar zor görebiliyordu. En sonunda, tam olarak kendisine tarif edilen alanı buldu ve uzaktan bile olsa tam da kendisine tarif edildiği şekilde seyrek çimenlerin ortasında yüzükoyun yatan bir kadın vardı. Kadının yanına doğru koşmaya başladı Seyfettin Efendi... Biri aniden kolunu tuttu, bu bir kadındı. Koşarken durdurulduğu için tökezledi, boylu boyunca yere düştü. Elinden silahı, cebinden plastik camlı, tuhaf dairesel ve elastiki saplı bir gözlük fırladı. Elleri seyrek çimenlerin arasındaki çakıllar yüzünden paralandı. Yarı aydınlıkta gözlüğü aldı, cebine attı. Ama silahı ondan daha uzağa fırlamıştı, o anda bulamadı. Silahsız ve savunmasız bırakılmasına çok sinirlenmişti. Hışımla ayağa kalktı. Kadının elleri sevgilisinin kanına bulanmıştı. Nasıl yani? 1923 yılında İstanbul’un göbeğinde bir kadın bir kadını mı bıçaklamıştı? “Kaçti, su tarafa kaçti” diye fısıldadı kadın kırık dökük Türkçesiyle. Anlaşılmıştı. İlk iki cinayet gibi bu da İstanbul’da yaşayan Gayrimüslimlere yönelik bir saldırıydı. Kadının üstü başı yırtık, kan ve toz toprak içindeydi. Cesedin yattığı yere çaktırmadan bir göz atan Seyfettin Efendi, toprağı seyrek de olsa otların bürüdüğü bir alanda buna bir anlam veremedi. Bedeni de elleri gibi titrerken bayılmamak için Seyfettin Efendi’nin koluna tutundu kadın. O anda kadının boynundaki altın haç ay ışığında parlarken adam, burnuna dolan ter ve yemek karışımı koku nedeniyle nefesini tuttu. Kadın Seyfettin Efendi’yi bıraktı. “Burada duramayiz, acil çikmaliyiz ormandan” dedikten sonra koşmaya başladı. O perişan haldeki kadın nasıl da hızlı koşuyordu! Peşinden yetişmek için nefes nefese kaldı. Bir yandan içinden söyleniyordu:

“Cesede bakmaya geldik, yürüyen kokarca çıktı karşımıza, şu işe bak!” Ormanın bulunduğu tepeyi aşınca gözlerine inanamadı. Uçmaya hazır bir zeplinin içinden bir erkek gölgesi az önceki kadını kabine alırken ona da gel gel diye el etmekteydi. Koştu, yetişti. Zeplin yerden havalanmadan saniyeler önce kendini kabine attı. İkisi koşmaktan nefes nefese, diğeri soğukkanlı üç kişi şimdi Belgrad ormanları üzerinden Sarıyer’e doğru bir zeplinle uçmaktaydı: “Demek kısmetimizde İstanbul’u böyle havadan görmek de varmış” Nefesini ilk toparlayarak sessizliği bozan Seyfettin Efendi oldu: “Evet kimsiniz, necisiniz, aşağıdaki ceset kim, kaçtı dediğin adam kimdi anlatın bakalım!” “Ben Matmazel Eleni. Bu Mösyö Alki. Ölen Matmazel Leksi idi.” “Eleni temizlemek, Alki şiddet eylemek, Leksi insanoğlunu korumak olduğuna göre kaçan da Timeus yani hatasız olmalı.” “Hayır. Nicholas.” “İnsanoğlu’nun zaferi. O da güzel.” Eleni’nin anlattığına göre Nicholas bir zamanlar onun sevgilisiydi. Eleni zengin ve köklü bir aileden geliyordu. Nicholas ise onun babasının varlığının peşinden koşan bir zavallı. Eleni onun Leksi ile ilişkisinin öğrendikten sonra kaç kere terk etmeye kalkmış, ama o yalvarıp yakarıp yine kızın ona dönmesini sağlamıştı. En sonunda Eleni Leksi’nin hamile olduğu haberini almıştı. Nicholas’a bir daha asla yoluna çıkmaması için

4

5


Öykü

Öykü

haber göndermişti ama Nicholas bir anlık zevki uğruna bütün bir ömür yetecek kadar varlığı tepecek cinste bir adam değildi. Sanki tepeden tırnağa kötülüktü o... Zeplin Sarıyer sırtlarına doğru ağır ağır seyrederken Seyfettin Efendi sakin ve sessizce bu hikâyeyi dinliyordu. Bir yandan Eleni’nin neleri anlatırken heyecandan sesinin titrediğini, neleri anlatırken bağıracak kadar sinirlendiğini hafızasına kazırken; Alki’nin tavırlarını da gözden kaçırmıyordu. Zavallı Leksi’nin hamile olması Nicholas’ın Eleni ile evlenmesine asla engel olmamalıydı. Nicholas Eleni’ye hamileliğin yalan olduğu, Leksi’yi bir daha asla görmeyeceği haberini yolladı. Eleni bütün bunlara inanmadığı gibi Nicholas’ın patrikhanede çalışan annesi, oğlunun kötü bir niyet peşinde olduğunu sezip Eleni’ye haber uçurmayı başarmıştı. Çaresiz kadın, kendi doğurup büyüttüğü bu adama söz geçiremeyince çareyi ona engel olabilecek tek kişi olan Eleni’ye yalvarmakta bulmuştu: “Ne olur onun bir delilik yapmasına engel olunuz, yalvaririm!” Eleni o akşam babasının en güvenilir ve ketum elemanı olan Alki’ye Nicholas ve Leksi’yi takip ettirmişti. Belgrad ormanlarına doğru yola çıktıklarını öğrenince onlardan önce oraya varabilmek için babasının Fransa’dan getirttiği yeni oyuncağı olan zeplinle yola çıkmışlardı. Ormana girmeden oyuncağı yere indirmeyi başarmış ama zavallı Leksi’nin hayatını kurtaracak kadar erken davranamamışlardı. Nicholas hamile kadını ormanın derinliklerinde bıçakladıktan sonra karşısına çıkan Alki’ye de bir bıçak darbesi savurmuştu. Seyfettin Efendi cinayet mahalline varmadan az önce yetişen Eleni, genç kadını son nefesini vermeden kurtarmayı başaramamıştı. O yüzden elleri ve üstü kan olmuş bir halde idi. Tüm bunları kiliseye ve kilisede yoksullar için aşçı olarak çalışan Nicholas’ın annesinin şerefine bir zarar gelmeden atlatabilmek üzere Seyfettin Efendi’den yardım istemek üzere onu zepline bindirmişti. İşte mesele bundan ibaretti. “Yaralı mısın?” diye sordu Seyfettin Efendi Alki’ye. “Önemli değil canim efendim, küçük bir siyrik.” “Üzerinde küçük bir sıyrık için fazlaca kan var da…” “Benim kanim akti mi durmaz canim efendim. Biraz civiktir.” “Tamam o zaman. İnince seni ve Matmazel Eleni’yi tam bir sağlık muayenesinden geçirtmeliyiz.” “Maalesef sizin istediğiniz yere inemeyeceğiz Seyfettin Efendi.” “Ne demek bu?” “Bu mesele bizim istediğimiz gibi çözümlenene kadar misafirimizsiniz. Siz olay mahalline gelmeden önce sadece cesedin cebine bu üç cinayette de parmağinizin olduğunun iddia edileceğini ve bundan aklanmadan önce ortaya çıkmayacağinizi bildiren bir mektup bıraktim.” “Yerden bu kadar yüksekte iken böyle soğuk şakalar yapmasanız Matmazel Eleni. Ayrıca havada uçtuğumuza göre bu zeplin havadan daha hafif bir gazla dolu olmalı ki o da_” “Hidrojen.” “Evvet! Hidrojen. Ve bildiğiniz üzere hidrojen havadan hafif olduğu kadar da yanıcı bir gazdır. O yüzden üç dediğimde açtığım kabin kapısından atlasanız iyi olacaktır!” Zeplinin Sarıyer sırtlarından geçerek boğaz sularına doğru güneydoğudan esen keşişleme ile iyice alçalarak yoluna devam ettiğini tespit eden Seyfettin Efendi, cebinden çıkardığı kibriti üç dediği anda çakar

çakmaz zeplin alev aldı. Yolcuların üçünün de atladığı o anda Seyfettin Efendi’nin patlama sesine karışan cümlesini kimse duyamadı: “İlk ve muhtemelen son Türk zeplin faciasını yaşamak da bize nasipmiş.” Seyfettin Efendi cebinden Münevver’in belki bir gün lazım olur diye o akşam eline tutuşturduğu deniz gözlüklerini çıkarıp taktıktan sonra karanlık sularda el ele debelenen Eleni ve Alki’den önce karaya çıkmayı başardı. Soluğu Doktor Aziz’in evinde aldı. Kapıda duran faytona oldukça yüklü bir para veren Doktor Aziz, arkadaşına gülerek seslendi: “Ben seni cinayet araştırmasında biliyordum, sen İnatçı Keraban gibi Karadeniz’i dolaşıp geldin galiba İstanbula!” “Mesele mühim Aziz’im. Hemen şoförünü yolla bana Casus Esat’ı bulup getirsinler. Muhtemel Beyoğlu’ndaki Agop’un meyhanesinde kafa çekiyordur bu saatte.” “Tamam tamam hele bir soluklan. Şu üstünü başını bir kurutalım. Sakinleş, bir dur.” Seyfettin Efendi başından geçenleri her ayrıntısı ile Doktor Aziz’e anlatırken Matmazel Eleni’nin sözlerine peşin hüküm katmadı. Fakat hikâye bitince kızın söylediklerinin bir kelimesine bile inanmadığını çünkü olayların gidişatını naklederken Mösyö Alki’nin suratına bakıp ondan onay aldığını, üstelik böyle aşklı, meşkli, bebekli bir cinayet meselesi için kimsenin bir zeplin ile bir polis şefini kaçırma zahmetine girişmeyeceğini düşündüğünü de ekledi. Cümlesi bittiği anda dahi Casus Esat içeri girip bir hazır ol çaktı: “Beni emretmişsiniz Seyfettin Efendi.” “Estağfurullah emir ne demek. Şimdi sizden istirhamım Rum Patrikhanesine bağlı vatandaşlarımızdan kızının adı Eleni olan ve zeplin satın alabilecek kadar varlıklı ve nufüzlu bir ticaret erbabını araştırmanız. Bunun yanı sıra annesi patrikhanede çalışan Nicholas adında bir genç hakkında da istihbarat istiyorum. Bu arada bütün bunların şu son iki hafta içinde meydana gelen diğer gayrimüslim cinayetleri ile bağlantılı olduğundan şüphe ettiğimi söylememe gerek var mı?” “Vallahi Teşkilât-ı Mahsusa adına çalışan şifreli bir haber alma makinesi bile olsa sizin bu isteklerinize yetişemezdi ama ben şansımı denemek istiyorum.” “Bu çabalarınızla belki bir gün merkezî bir haber alma teşkilatı kurarsınız Esat Bey” diye lafa karıştı Doktor Aziz.” “Merkezî mi? Bizim memlekette böyle bir şey kurulursa başına millî kelimesini koyacaklarına bire on bahse varım Aziz’im. Neyse işimize bakalım. Ha unutmadan bu ticaret erbabı şahıs yüklü miktarda hidrojen gazına erişim sağlayabilecek biri olmalı, bilginiz olsun.” Günün ilk ışıkları ile birlikte Casus Esat’tın topladığı istihbarat doğrultusunda Doktor Aziz ve Seyfettin Efendi Eleni’nin babası Mösyö Dimitri’ye ait olduğu tespit edilen Kasımpaşa’daki kaynak fabrikasının önüne geldiler. Onlar işçiler ve patron gelmeden plan yapadururlarken Casus Esat ve Pehlivan İsmail de teşkilattan üç polisle birlikte onlara katıldılar. Saatler yedi buçuğu gösterip işçiler mesaiye gelmeden beş dakika önce şatafatlı faytonuyla mösyö Dimitri yaverine kapının kilidini açtırıp içeri girdi. Peşinden de fabrikanın karşısındaki boş binada saklanmış olan ekip pehlivanın kapıyı kırması ile içeri daldı. “Destur de Mösyö Dimitri! Tevkif edileceksin!”

6

7


Öykü

Fantastik Şiir

“Hangi hakla kapimi kirarak içeri girersin sen müfettis bozuntusu Seyfettin!” “İşte şimdi o hakkı elde ettim Sayın Mösyö Dimitri! Sizi ömrümde hiç görmediğim halde sizin beni şıp diye tanımanız adamlarınız tarafından kaçırılma teşebbüsünün emrini şahsınızın verdiği anlamına geliyor. Tevkifinizde bizzat bulunmaktan şeref duyuyorum efendim. Ben sizi tanımıyordum ama anlaşılıyor ki siz beni kim olduğumu bilecek kadar yakından takip ettirmişsiniz ki pis işlerinizi örtebilesiniz!” * * * “Amirim yine beni hayretler içerisinde bıraktınız. Nasıl bir gecelik basit bir istihbaratın sabahında gelip kızın babasını tevkif ediyorsunuz ve adam karakolda bülbül gibi Mösyö Nicholas’a cinayeti işlemesi için para verdiğini, bu işi gizli yaparsa kızının onu tekrar kabul edeceğini söylediğini ama asıl amacının Nicholas’ı tutuklatarak hapse attırmak ve kızını o soysuzdan ilelebet kurtarmak olduğunu, üstüne üstelik son iki hafta içinde işlenen diğer gayrimüslim cinayetlerini tüm bunları ört bas etmek için adamlarına yaptırdığını itiraf ediyor?” “Çok basit Esat kardeşim. Cinayet mahalline vardığımda Eleni kan revan içindeki elleriyle beni kolumdan yakalamadan ben zaten gizlice cesedi tetkik etmiş üzerindeki mektubu cebe atmış ve maktulün öldürülmesi üzerinden en az iki saat geçmiş olduğunu kurumuş kan izlerinden anlamıştım. Sözde Eleni koluma üzeri henüz kurumamış kanlar ve toz toprak içinde içinde yapışınca burnuma gelen ter ve yemek karışımı koku, onun olsa olsa bir evin aşçısı olduğuna dair beni ikna etti. Üstelik zeplinden atlamadan bir salise önce Alki ve sözde Eleni’nin el ele tutuşması sahnesini görmek de oldukça dokunaklıydı arkadaşlar.” “E peki Eleni ya da her kimse onun ve Alki’nin üzerindeki kan zavallı Matmazel Leksi’ye ait değilse kimin kanı idi?” “Ah söylemeyi unuttum. Bir ceset daha bulunacak. Bu sefer gömülü. Teşkilata söyleyin cinayet mahallinin elli metre civarını iyi arasınlar. “Amirim az önce bir ulak geldi. Ormanda üçüncü cinayetin işlendiği yerin yaklaşık otuz üç metre yakınında kimliği belirsiz bir erkek cesedi bulunmuş.” “Alki’nin bıçakladığı ve aşığı aşçı kadın ile beraber gömdüğü zavallı Mösyö Nicholas’tır. Çünkü Mösyö Dimitri parayı o kadar seviyordu ki, böyle bir servet avcısından onu sadece hapse attırarak kurtulamayacağını biliyordu. Eee ne demişler; taş da yumurtanın üstüne düşse, yumurta da taşın üstüne düşse, olan yine yumurtaya olur…” “Son bir soru amirim. Peki ya Matmazel Eleni nerde?” “Avrupa’da ama yerini mahsus söylemeyeceğim. Onu da bir zahmet teşkilat bulsun yahu! Haydi bugün bir gayrimüslim dostumuzun, Pierre Loti’nin cenazesi var Aziz’im. Söyle şoföre Eyüp’e sürsün.” “İstersen sen yüzerek gel mirim, ne de olsa alıştın!” “............!” Öykü: Tuğba TURAN

8

İllüstrasyon: Devrim KUNTER

Karanlıkta hazin bir ağlayıştı burkan içimi Duyduğum en trajik sesti kesti nefesimi Ne yapıyorsun burada yapayalnız gece vakti Ey kristal gözyaşlarıyla beni ürperten peri

Aklımı karıştırdığın yeter artık gün yüzü göreyim Nefes almak sancılı sıtma, sevinmek bir karahumma Seninle geçen lanetli günler zifirden de daha kara Kaçarken ardımda sahipsiz bir fısıltı ve bir yanılgı Neyi anlatmaya çalışıyor bana bu karanlık gece yarısı

Seni de mi kendine esir etti talihsizlik serüveni Belki de dolaşmaya çıkmışsındır sadece, benim gibi Kızıl alacakaranlık gelecek savrulacak sabahın sisleri Belki gecenin çocukları ayıracak canımızdan tenimizi

Yıldızsız gökte ne arıyor bu dönüp duran esrarengiz karaltı Biliyorum bu geçmişten gelen bir lanet, damarlarımda adı Kadim ruh âleminden gelen bu peri zayıf kalbimi yaraladı Asılmış bulutlara bağırıyor “Bul ilmeğimi hazırlayan cellâdı”

Eski bir rüyanın ısrarcı ve sıcak etkisi olmalısın sen Aydınlık, sevinçli gündüzleri yaşanmaz hale getiren Görkemli şatomda, asaletli sandığım tüm varlığıma Daha önce tatmadığım rezilce bir sefaleti hissettiren

Kızgın kurtların hüzünlü uluyuşu kulağımda soluyor Sanki içimde hiç görmediğim eşsiz bir fırtına kopuyor O gece gibi ömrümce bir daha hiç korkmadım Bir daha geceleri pencereden dışarı bile bakmadım

Gün ışığının hassas kanatlarında kederli bir inilti Sahip olduğum her şeyi kaybettiren bu lanetti Dün gece acımıştım gördüğümde yalnız başına seni İniltinle beni korkutuyorsun, amacın beni öldürmek mi?

Anlatılır bu yüzyıllar öncesinde yaşamış biridir o peri Ruhu da bu kadının lanetlenmiş olarak gezer karaltı gibi Dolanıyor bu şehirde kaderinin önüne getirdiği yerleri Korkmanın daha fazlası onun adı, çıldırtmaktır kehaneti

Bir koridor uzanıyor gotik fenerin zayıf ışığında O koridor korkunun ekip biçildiği devasa bir tarla Yalvarıyorum duymuyor bırak beni insafsız gideyim

Yusuf GÜRKAN - 02.08.2012

Editör Notu: 82. Sayıda yayınlanan “Witch-King’in Kıyım Yemini” adlı şiirin yazarı yanlışlıkla Cevher Karakoç diye belirtilmiştir. O şiirin asıl yazarı Yusuf Gürkan’dır. Kendisi yeni fantastik içerikli şiirleriyle birlikte aramıza katılmıştır. MBY

9


ÇizgiRoman Tanıtım

Geçmişe bakarak geleceği görmek için...

Ramazan Türkmen’in 8. Kitabı, “Malazgirt 1071 / Sultan Alparslan ve Afşin Bey” isimli çizgi roman kitabı yayına hazırlandı. Çok yakında siz duyarlı yüreklerle buluşacak. Eser; Malazgirt Savaşı konusunda o tarihsel realiteyi bu coğrafyadaki mevcutları arasında, görsel ve yazılı en ‘gerçekçi’ dökümantasyonlarla somutlaştırmış çok değerli bir çalışma olma özelliğini taşıyor. Ramazan Türkmen yazıp çizdiği 64 sayfalık eserinde dönemin kostümlerini, doğa ve arazi parçalarını, mekânlarını, atları, eşyaları, bayrak gibi bazı sembolleri, muharebe teçhizatlarını ve Malazgirt Savaşı boyunca savaşa katılanların ruh halini ve dönemin atmosferini tüm detaylarıyla estetik olarak resimledi. Bunun için değerli uzmanlara, tarihçilere ve kaynaklara başvurdu. Ayrıca albümüne döneme ait harita, silahlar, kostümler gibi konularda çok önemli ayrıntıları da desen tadında çizerek ekledi. Gurur duyarak okuyacaksınız. Çizgi roman köklü tarihimizden mutlu bir gelecek kurma çabamıza destek olmayı, çocuk ve gençlerimizin Sultan Alparslan ile Afşin Bey gibi gerçek kahramanlarıyla yakından tanışmalarını, bugünü hazırlayan fedakarlıkları kavramalarını ve 2071 hedefine giden yolda yeni nesillere güçlü bir istikamet çizebilmeyi amaçlıyor.

10

11


ÇizgiRoman Tanıtım Bu çabayı besleyecek kaynak yüce milletimizin onurlu tarihinde fazlasıyla mevcuttur. İşte çizgi romana konu olan Malazgirt Zaferi’de buna hizmet etmek için seçilmiştir. Ve bu bir ilktir. Ramazan Türkmen’in Selçuklular ile başladığı yek vücut bir milletin dudak ısırtan destanlarını sırasıyla çizeceğinin müjdesini de verelim. Biz de bu belgesel çizgi romanın kendi alanlarında çalışacak herkese yeni ufuklar açmasını diliyoruz. Mübarek ecdadımızın, aziz şehitlerimizin hatırasını gururla anıyoruz.

Ne Dediler? Ersin BURAK Çizgi Roman Yazar ve Ressamı

Sevgili Ramazan; Öncelikle beni ziyaret ederek çok mutlu ettin. Hele çalışmalarını yakından görmemi sağladığın için teşekkür ederim. Sezgin Burak, Faruk Geç ve Suat Yalaz’dan sonra gelen bir çizer ve çizgi romancı olarak diyebilirim ki; bu çalışmalarla bizden sonra Türkiye’de çizgi roman boşta kalmayacak. Sana bundan sonra sürekli olarak çizmeni tavsiye ediyor, bitmekte olan Türk çizgi romanına can vereceğine inanıyor, başarılar diliyorum.

Cemal Ragıp DERİN Çizgi Roman Yazar ve Ressamı (Durakoğlu, Şahin Bey, Galatalı Salih) Değerli sanatçı kardeşim, meslekdaşım. Neredeyse bütün ömrü resimli romanla, resim sanatıyla geçmiş bir ağabeyin olarak bu muhteşem çalışmandan ötürü seni kutluyorum. Eline emeğine sağlık. Çizgi romancılık çok zor bir iş. İşte sen bu kolay olmayanı başaran bir çizer ve yazar olarak, bu işe hevesli kardeşlerimizi tekrar heyecanlandıracaksın. Ben, bir işe baktığım zaman altında imza görmeden çigiyi tanımak isterim. Maşallah, senin çizgin imzan olmuş. Tekrar tebrik ediyor ve yeni eserlerini merakla bekliyorum.

12

13


ÇizgiRoman Tanıtım

ÇizgiRoman Tanıtım

A. Hamdi YÜKSEL Yönetmen İlk gençliğimizde her hafta yayınlanan dergilerimiz ve sayfa sayfa takip ettiğimiz tefrikalarımız vardı. Şimdi düşünürken bile modern zamanın bizden kıymetli anılarımızı sorgulamadan aldığını hissediyorum. Şahap Ayhan’ın Tengiz’ini, Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ını, Abdullah Turhan’ın Tolga’sını Karamurat’ı gazete balyaları daha bayide açılmadan almaya çalışırdık. Modern zamanın bize bahşettiği güzelliklerden biri de facebook ve diğer sanal mecralar. Sağolsun Ramazan Türkmen gün gün bizimle paylaştı Afşin Bey’in Malazgirt 1071 macerasını. Her akşam eve geldiğimizde her sabah uyandığımızda sanal alemde yeni bir sayfa paylaşmış mı diye bekledik durduk. Gördüğüm şeyi size söyleyeyim; karakterleri ile arka planları ile savaş sahneleri ile tam bir görsel şölen. Tarih yazmak, tarih çizmek fantazya üretmeye benzemiyor, bir yaşanmışlığı yeniden kurgulamak hele ki herkesin bildiği bir efsaneyi okutmak kolay değil. Yeni Neslin Ayhan’ı, Yalaz’ı, Turhan’ı tanımaya pek olanakları olmasa da akıncıların bayrağını daha da ileriye taşıyacak çizer Ramazan Türkmen’in Afşin Bey’ine ben de saygılı bir selam çakıyorum.

Fatih OKTA

Çizgi Roman Yazar ve Ressamı

Bitti sanılan Türk çizgi romanını şahlandıran bir ustadır Ramazan Türkmen. Çalışmalarını büyük bir hayranlıkla takip ediyorum kardeşim. Eline yüreğine sağlık.

Fikret KOL

Çizgi Roman Yazar ve Ressamı (Alpago)

Her zaman çalışmalarını merak ve takdirle izliyorum. Yerli yerine oturan çizgilerini görmek bana mutluluk veriyor... Durmak yok Ramazan kardeşim. Devam... Yürekten kutlarım seni.

Orhan DÜNDAR

Çizgi Roman Yazar ve Ressamı (Yıldırım Kemal, Keloğlan, Baykan, Dede Korkut) Çizgi romancılık ciddi bir iştir. Sabır, araştırma, titizlik, çok emek ve en önemlisi yetenek ister. Yabancı çizgi romanlarda bu özellikleri taşıyan pek çok örnek vardır. Fakat bizde bir kaç taneyi geçmez. Bunun son örneği Ramazan Türkmen’in yazıp çizdiği “Malazgirt 1071/Sultan Alparslan ve Afşin Bey” adlı eseridir. Bu çalışma, çizgi romancılığımızda bu işin ciddiyetini gösterdiği için ayrıcalıklı bir yeri hak ediyor. Yürekten kutlarım.

14

15


ÇizgiRoman Tanıtım

ÇizgiRoman Tanıtım

T. Yener ÇAKMAK Gazeteci, Ressam, Fotoromancı, Resimli Roman Araştırmacısı

3’üncü Kuşaktan 1’inci Sınıf Bir Eser!

Çizgi Romanın Büyük Ustası, Karaoğlan’ın Babası, SUAT YALAZ,

Değerli sanatçı kardeşim Ramazan Türkmen’in; Türk Tarihinin dönüm noktası, Malazgirt Savaşı ve Türklerin Anadolu’ya girişleri konulu belgesel çizgi romanını nasıl özen ve özveri ile titizlenerek hazırladığını; yapım aşamasında adım adım izledim. Türk Ulusu’na böyle bir baş yapıt hediye ettiği için kendisini kutlar, başarılarının devamını dilerim.

Prof. Namık Kemal SARIKAVAK Ankara, 2014. 1990 ve 1995 yılları arasında Hacettepe Üniversitesi’nde hasbel kader kendisine yazı ve tipografi dersinde hocalık yaptığım değerli kardeşim Ramazan Türkmen, sağlam sanat ve tasarım altyapısı ve yaptığı çalışmaları nedeniyle kendisiyle gurur duyduğum birçok öğrencim arasındadır, ancak kişiliği ve kültürüyle kendi çizgisini, kalemini ve bileğini güçlü kılan ender öğrencilerimden de biridir. Yerel değerleri evrensele taşımada “Afşin Bey” karakteriyle yaptığı hizmet asla küçümsenemez. Benim çocukluğumun gazete çizgi dizileri ve mecmua, dergi biçimindeki akıllara kazınan güçlü ve kalıcı çizgi romanlarının büyük üstadlarından Suat Yalaz’ın Karaoğlan’ı ve Sezgin Burak’ın Tarkan’ı gibi 1970’lerde kalan büyük eserlerini yeniden, kendi öznel değer ve katkılarıyla güncele taşıyan Ramazan Türkmen, geçmişte kalmış onuru ateşlemekte ve canlandırmaktadır. Batı dünyasının yapay süper kahramanlarına karşın, Türkmen’in, tarihi geçmişimizin gerçek, mert, yiğit, güçlü karakterlerini kendi el melekesi, bilek ve zihin gücüyle ve günümüz teknolojisiyle birleştirerek yarattığı son çizgi romanı gelecek için beni yeniden umutlandırmıştır. Bu çalışmasıyla artık ustalığını göstermiş olan üstad Ramazan Türkmen’i kutluyor, çalışmalarının ülkemizin genç nesline örnek olmasını diliyorum. Saygılarımla.

Bestami YAZGAN Şair-Yazar

“Tarihini bilmeyenlerin coğrafyasını başkaları çizer.” demiş eskiler. Çizgilerle tarihe köprü kuran eserinizi muhabbetle selamlıyorum.

16

3’üncü Kuşak okuyucularından Ramazan TÜRKMEN ile “Malazgirt 1071/Sultan Alparslan ve Afşin Bey” çizgi romanını konuşmak üzere buluştu. Buluşmaya yine ülkemiz çizgi romancılarından Orhan DÜNDAR (Yıldırım Kemal), Çizgi filmci ve kitap resimlemecisi Gökhan GÜLKAN birlikte katıldılar. Üstad Suat YALAZ “Malazgirt 1071” çizgi romanı için şunları söyledi: Bu eser, 5 kuşak önce diktiğim fidelerin, bugün, büyüyüp meyve verdiğinin yeni bir belgesi. Bize yabancı, ucuz, sorumsuz çizgi-roman ve filmlerin tutkunu olmadan, konusunu kendi tarihimizden, kendi kültürümüzden alan, gençlerimizi eğlendirirken onlara, geçmişini, soyunu, gelenek ve göreneklerini işleyen, öğretici, eğitici, hayırlı yayınlar yapmanın, filmler çekmenin ülkemiz hayrına olduğunu aklımızdan hiç çıkarmamalıyız. Malazgirt 1071… Eser; belli ki, iyi düşünülmüş, uzun bir araştırmadan sonra özenle öyküsü yazılmış, sonra da resim masasına oturulup, önce kurşun kalem çalışması.. arkadan tarama ucuyla ince çizimler.. sonra çok hassas fırça darbeleriyle bol siyahlı son dokunuşlar derken.. ortaya, nicedir bir benzerine rastlamadığımız dünya güzeli, usta işi, gönül işi, ruh dolu bir eser çıkmış… 2071 hedefinin ilk eseri hayırlı olsun. Ramazan TÜRKMEN’i gönülden kutluyor, daha nice böyle güzel eserler vermesini, onu izleyecek genç yeteneklere “hoca” olmasını candan diliyorum. Ramazan TÜRKMEN ise buluşmaya dair şunları söyledi: Hocamız Suat YALAZ’a içten misafirperverliği nedeniyle bir kez daha teşekkürlerimizi iletiyoruz. Biz Karaoğlan, Tarkan ve çocuk dergileri okuyarak büyüdük. İçimizdeki kıvılcımı Suat YALAZ ateşlemiştir. 1982 yılında çıkmaya başlayan Haftalık Karaoğlan Dergisinin “Okuyucularının Fırçasından” sayfasında çizimlerimin yayınlanması ve Suat YALAZ’ın mektuplarıma cevap yazmasıyla heveslenerek, mesleğe adım atmış oldum. Buluştuğumuzda bu yüzden hayatımızın en mutlu anlarından birini yaşadık.

Buluşmayı organize eden Gökhan GÜLKAN’a ve beni kırmayarak benimle birlikte Ankara’dan İstanbul’a gelen değerli usta Orhan DÜNDAR’a da ayrıca teşekkür ediyorum. Zaman zaman güldüğümüz, zaman zaman da duygulu anlar yaşadığımız görüşmede anılarımız tazelendi. Üstad hem tecrübelerini ve tavsiyelerini aktardı hem de yaşadıklarını anlatarak, geleceğe dair vizyon çizdi, yol gösterdi. Çok güzel ve candan olan, ilham verici bu ilk buluşmamızın ardından tekrarı için sözleşip, birbirimize kitaplarımızı da imzalayarak, istemeye istemeye ayrıldık. İnşallah hep beraber katılımı daha yüksek bir buluşmayla biz de Suat YALAZ hocamızı ağırlar ve çalışmalarının yeniden basılarak şimdiki gençlerimize de aynı ruhu aşılamasını dileriz. Çünkü çizgi roman hepimizin ortak keyif aldığı, kültürel boşluğumuzu doldurduğumuz güzel bir sanat. Çizgi roman dendiğinde herkesin içindeki heyacanı ve önemini biliyoruz. Politik ve stratejik bir araç olduğunu da.. Bizler üstadlarımızla gurur duyuyoruz. Bîrûnî’nin dediği gibi; “herkes kendi çalışmasında yapması gerekeni yapmalı, öncellerini minnettarlıkla karşılamalı, varsa onların yanlışlarını çekinmeden düzeltmeli, kendisine en gerçek geleni de gelecek kuşağa ve sonrakilere aktarmalıdır.” Bizim açımızdan buradan çıkacak sonuç şudur. Ülkemizde bir döneme damga vuran çizgi roman kültürünü, tutkusunu, farkındalığını hep birlikte yeniden artırarak, hikaye ve çizgi kalitesiyle de birleştirerek, tarihimizi, medeniyetimizi geleceğe taşımalıyız. Gelişmiş toplumların yaptığı gibi kendi çocuklarımızın önüne sanatta, bilimde, teknolojide, tarihte, spor ve askerlikte kendi gerçek kahramanlarımızı koyabilmeliyiz. Çünkü çocuklar kendilerine kahraman ararlar. Böylece onların kendilerine güven duymalarına ve hatta meraklarını kışkırtıp ileride birer araştırmacı-mucit ve nitelikli bireyler olmalarına vesile olabiliriz. Biz buna oynuyoruz.

17


Öykü

Yalnızlığın Kalesi Hasta sinirleri için tavsiye ettikleri bu kimsesiz ve gürültüsüz yerlerde, uzun bir akşam gezintisinden dönüyordu. Sıcak bir sonbahar gününün sonuydu. Gecenin yaklaştığını gören tabiat, serin bir nefes almak için kımıldanıyordu. Biçilmiş tarlaların ortasında ıslak bir halat gibi parlayarak uzanan patikaya giderken, karşı tepelerin birinde yüksek bir taş bina gözüne ilişti. Perdesiz pencerelerine vuran güneş, ona kırmızı gözlü bir canavar şekli veriyordu. Ve yıkık duvarlı bir bahçenin ortasında, harap bir kaleyi veya boş bırakılmış bir konağı andıran hazin bir ihtişamı vardı. Vaktin daha erken olduğunu düşünerek bu binayı yakından görmek isteğine kapıldı... Kapının kolunu tuttuğunda, yıllardır görmediği yaşlı bir dostunun elini sıktığını hayal etti. Ona bir yerlerden tanıdık geliyordu burası. Kaybettiği benliği, kendi gibi bu soğuk taş binanın içinde hapsedildiğini anladı. İçeri yavaş adımlarla girdi. Sanki bastığı zeminin canını acıtmamak için özellikle çaba harcıyordu. Etrafta birçok eski eşya vardı. Her biri, başka anlamlar taşıyor gibiydi. Duvarda asılı duran halı, hiçbir zaman ayaklar altına aldırmadığı gururu gibi bakıyordu kayıtsızca. Kibiri de, yerde kırılmış şekilde kalmış bardak parçaları olmalıydı. Çevresindeki herkesi tamamen uzaklaştırmıştı kendinden. Tek gözlü; adeta bu bina gibi yaşamıştı hayatını. İçinde yalnızca bir kişinin yaşamasına olanak sağlayacak şekilde tasarlanmıştı. İçeriye girebilmek için tek bir anahtar vardı ve anahtarın başka birinde daha olma düşüncesi onu rahatsız ediyordu. Üzerine güneş vuran pencereye yaklaştığında yaşlı adam, kendini biraz daha rahatlamış hissediyordu. İçi bu kadar boş olmasına rağmen bir şeylerin burayı doldurduğunu düşündü. Daha önceleri de onun gibileri buraya uğramış olmalıydı. Onlar da binanın her parçasında hayatlarından kesitler yakalamışlardı. Buraya gelenlerle tanışıyor olsaydı “Yalnızlığın Kalesi” diye anlatırlardı; sadece güneşin varlığını yakından bildiği bu izbe binayı. Yaşlı Adam, duvarda asılı olan gururuna doğru ilerlerken, yıllardır fark edilmeyi bekleyen şamdan gözüne çarptı. Üzerinde sayısız mum yakılmış; ama kimse bir kere olsun şamdanı temizlememişti. Eriyen mumlar, sanki kötü hatıralar gibi kaplayıvermişti etrafını... Yerden bulduğu bir taşla masanın üzerinde duran şamdanın etrafını kazıdı. Kararmıştı. Hangi sebebin bu ihtiyar şamdanı kararttığını düşünürken, kaybolan aleve benzeyen bir ışığın kafasının içinde parlamaya başladığını hissetti ve karşısındaki kandilin arkasında, ona benzeyen sayısı belirsiz kanddiler sıralandığını gördü. Şamdanlardan yalnızca bir tanesi yanıyordu. Bu, yıllarca konuşmayı beklediği kadındı. Kırılgan, en ufak bir rüzgârda savrulacak dal parçasından farksızdı. Yaşlı adamın gözünde diğer herkesten farklıydı o. Diğerlerinin arasında tek başına yanan kandil gibi dikkatini çekmişti. Solgun alevi, canlandırılmayı bekledi yıllarca. Bir kez olsun gidip konuşamadı onunla. Bir gölge gibi yıllarca takip ett

18

19


Öykü

Çizgiroman İnceleme

tüm adımlarını. O solgun alevin parlamasından korkuyordu Yaşlı Adam. Belki de canlandırmaya çalıştığında tamamen yok olmasından... Pencerenin kırık olan boşluğundan Yaşlı Adam'ın derin iç çekişinin sözcüsü gibi girdi rüzgâr sakince. Hiçbir dayanağı kalmamış cılız alev sarsıldı çaresiz bir halde. Yaşlı Adam, hemen elleriyle içeri dolan rüzgârın aleve söndürmesine engel olmaya çalıştı. Artık avuçlarının arasındaydı uğruna hayatını değiştirdiği kadın. İster ellerini açar hayatını söndürür, ister elleriyle korumaya devam eder, ona bir şans daha verirdi. Çok geçmeden alevi korumasına gerek kalmadı. Rüzgâr kesildi, kadını koruyan bir çift el şamdanın etrafından uzaklaştı. Güneşin sahip olduğu renk, şamdanın üzerindeki kırmızı alevden geliyor gibiydi. Gitme vakti yaklaşıyordu artık. Yıllardır bulamadığı kadınını gösterdiği için minnettar kalmıştı Yaşlı Adam bu binaya. Hiçbir dostunun yapamadığı iyiliği görmüştü... Sonsuza dek burayı en yakın arkadaşı olarak bilecekti. Son bir kez baktı yaşamının en anlamlı dakikalarının geçtiği yere. Şamdanın rüzgârdan sönmemesi için duvardaki halıyı, pencerede kırık olan yerine üzerine kapadı ve binadan çıktı. Güneş battığında yaşlı adam çoktan oradan ayrılmıştı. Masanın üzerindeki kandilin kırmızı alevi, hiç küçülmeden ve titremeden yavaşça yok oluvermişti. Öykü: Oğuzhan OĞUZ

20

İllüstrasyon: Eren ERSOY

Tartışma Yaratan Çizgi Roman Kapakları Marvel firması, yeniden “çizgi romanları alevlendirme” ya da biz çizgi romancıların bildiği “re-vamp” aşamasında Milo Manara’dan, Spider-Woman çizgi romanı için bir kapak istedi. Manara kapağı bitiripte Marvel bunu yayınlayınca piyasada oldukça ciddi bir yaygara koptu. Kapakta Spider Woman bildiğimiz daracık kostümüyle, çatıya tırmanma pozisyonunda, fakat kalça kısmı gayet provokatif bir şekilde görünüyordu. Manara’nın işlerine aşina olanlar için bu gayet “muhafazakar” bir kapak olarak bile sayılabilir. Fakat bu şehvetli İtalyan’ın işlerini tanımayanlar, hele hele 13-18 yaşında çocuklara hitap eden bir çizgi romanda bu pozu görmekten oldukça rahatsız oldular ve Marvel’i protesto mektuplarıyla bombardımana tuttular. Bu kapağa karşı çıkanlar da oldu, destekleyenler de. En sonunda Manara bir açıklama yapmak zorunda kaldı.

Manara Spider Woman görseli “Super kahramanlar, aslında giydikleri spandex kostümle, çıplak vücutlarına boya sürülmüş gibi durmaktadırlar. Hepsi vücutlarını sergilemektedirler. Gördüğüm kadarıyla eleştiriler iki yönde. Birincisi figürün aşırı erotik durmasında, ikincisi ise anatomik olarak hatalı bulunmasında. Anatomik hata konusunda yorum yapamayacağım. 40 yıldır bu işin içindeyim ve bende hata yapıyorum, yegane amacım bir gün hatasız çizebilmek. Ama erotik bulunması konusunda şaşkınlık içindeyim. Öncelikle bana tuhaf gelen dünyada çok daha önemli işler var. Ferguson’daki zenci gencin vurulması, İŞİD ve Ebola gibi sorunlarla dolu bir dünyadayız. Ben bir İtalyan’ım ve bir kadın figürüne baktığımda içimin ürpermesini isterim. İllustrasyonlarda kadınların daha az erotik görünmesi konusundaki hiper-hassasiyeti anlamıyorum. Kadın vücudunu sansürlememiz, batılı kültürüne ters bir durumdur.” Spider Woman’ın erotik duruş konusu zaten internette oldukça deşildi, o yüzden daha fazla konuyla ilgili yazmak gibi bir niyetim yok. Ama bu kapak tarihteki ilk çizgi romanın tartışma yarattığı kapaklardan değildir. Bu yazımda diğer tartışma yaratan kapaklara da bir göz atmak istedim.

21


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

Manara’dan evvel kapak “fiyasko” larının şahı Greg Horn’du. Emma Frost

İlk olarak Horn’un yaptığı Emma Frost kapaklarına bir bakalım. Bakıldığında aslında ilk başta çok tuhaf bir durum yok. Emma Frost zaten X-Men’lerin en seksi kadını. Elbisesi de aynen bu şekilde. Greg Horn da onu farklı açılardan çizerek ve farklı duruşlarla poz verdirerek kızımızı daha da seksi bir hale getirmiş. Fakat çizgi romanı bir beklentiyle açan okuyucu, kapaktan alakasız bir hikayeyle karşılaşıyordu. Çizgi roman daha çok genç kızlara yönelikti ve 16 yaşında güçleri yeni gelişen çirkin genç kız Emma Frost’un ablalarıyla, babasıyla ve de okuluyla yaşadığı çatışmaları konu alıyordu. Ergenlik çağında olan, vücudu henüz gelişmemiş ve zayıf kişilikli Emma Frost ile kapaktaki seksi, vamp, kötü kız Emma Frost’un alakası yoktu.

Batman ve Power Girl Greg Horn Marvel dışında DC firmasına da kapak çizmişti. Çizdiği kapaklardan özellikle bu ikisi oldukça ses getirmişti. İlk resme bakalım. Power Girl’in en büyük özelliği, iri göğüslü olmasıdır. Horn da bu özelliğini kapağa yansıtarak komik-erotik bir ifade yaratmak istemişti. Tepesinde şınav çekmesi için bağıran bir çavuş, fakat iri göğüsleri yüzünden yere değemeyen ve yüzünde tuhaf bir ifadeyle duran Power Girl’in çizimi erkek okuyucu tarafından mizahi bulunsa da kadın okurlar tarafından oldukça seksist bulunmuş ve beğenilmemişti. Fakat hemen ardından yayınlanan Batman-Catwoman çizimi tam bir bomba oldu

22

Catwoman şu ana kadar hiç giymediği bir elbiseyle, durabileceği en anatomiği bozuk pozisyonda duruyor ve arkasındaki Batman’a şuh bir şekilde kalçalarını sallıyordu. Ama aynı anda okuyucuya poz verdiğini de unutmuyor bize de göğüslerini sergiliyor ve eskiden bir fahişe olduğunu ve diliyle 20 dolara neler yapabileceğini hatırlatıyordu (o zamanki Catwoman enkarnasyonunda, Selina Kyle bir fahişeydi) Batman ise elinde süt ile ifadesiz (ama kabarmış) bir şekilde duruyordu. Hemen deri rengine dikkatinizi çekmek isterim…bir zenciydi !!! Zamanında bu kapaktan dolayı DC’nin bayağı bir başının ağrıdığını anlatmama gerek yok herhalde.

Frank Miller- Holy Terror Frank Miller’i Sin City, Ronin,300 ve de Batman çizimlerinden tanırız. Fakat onun tam bir Amerikan milliyetçisi ve İslam karşıtı olduğunu herhalde sadece ciddi takipçileri bilir. Aslında çizgi romanlarında bununla ilgili ufak tefek ipuçlarına rastlarız, kahramanın hep beyaz olması, kötü adamların ya zenci ya da başka ülke vatandaşlarından oluşması, 300’deki kötü adam Selahattin’in normalde sakallı ve bilge bir olması gerekirken androjen görünümlü ve eşcinsel çizilmesi gibi… Ama Holy Terror , direk olaral İslam dinine yapılan

23


Çizgiroman İnceleme

Çizgiroman İnceleme

bir saldırıdır. Miller, El Kaide örgütüne karşı bir çizgi roman yapıp ilk DC’e götürür. Bunu bir Batman macerası olarak yayınlamak ister. Kapağı da “Holy Terror Batman” olarak düşünmüştür. (Bu aynı zamanda 60’lı yılların Batman dizisindeki her 3-4 kelimesinden birini “Holy…” sözcüğü kullanan Robin karakterine bir göndermedir) DC bu kadar provokatif bir çizgi romanda Batman’ı kullanmak istemeyince Frank Miller “Fixer” adlı bir karakter yaratır ve El Kaide ile kapıştırır.Kapağını da “Holy teror” ( yani kutsal terör) olarak değiştirir. Yayınlandığı günden beri anti-İslamik ve bir propoganda parçası olarak görülen bu çizgi roman’a Warren Ellis, Grant Morrison ve Allan Moore gibi efsane yazarlardan ciddi tepkiler geldiği gibi bazı Amerikan gazeteleri de Miller’i ırkçılıkla ve dinsel ayrımcılık yapmakla suçlamıştır. Bu çizgi romandan sonra Miller’in popülaritesinde ciddi bir düşüş yaşandığını söylememe gerek yok herhalde. Kapak resminde Fixer’in bir El Kaide üyesine saldırdığını görüyoruz.

Catwoman New 52 1. Sayı DC’nin majör kötü kızlarından biri olan Catwoman’ın, Greg Horn dışında da bazı vukuatları olmuştu. Bunun en büyük örneği New 52 serisinin ilk sayısında Guillem March’in çizdiği kapaktır. March’in ilk çizdiği kapakta Catwoman’ın göğüsleri ve kalçaları ön plana çıkartılmış ve kostümü kısmen açık fermuarla çizilmişti. “Bakın 2-3 ay sonra neler çıkacak” tarzında bu kapak internette yayınlandığında ciddi protestolara maruz kaldı. Aynı Manara durumunda olduğu gibi anatomik uygunsuzluk ve gereksiz seksilik söz konusu olmuştu. DC bunun üzerine geri adım attı ve March tekrardan bir kapak çizdi. Bu kapaktaki Catwoman’ın elbisesindeki fermuar tamamen kapalıydı ve anatomik olarak daha düzgün duruyordu.

Superman diyor ki, bas Japona tokadı. 2. dünya savaşında Nazilerin ciddi tehlkesi ve Japonların baskıları altında Amerika, devlet tahvilleri ve bonoları satmaya başlamıştı. Bunu satın alanların paraları direk askeri birliklere aktarılıyordu. Bu yüzden Amerika, 2. Dünya savaşında bu devlet tahvilleri satışını müthiş bir Milliyetçilik havasına büründürerek propoganda amacı olarak kullanmaya başladı. “Askere gidemiyorsanız ülkenize başka türlü yardım edin. Gidin tahvil alın” tarzı sloganlar içeren posterler ve reklamlar her tarafta görülmeye başlandı. Devlet tahvilleri yüksek paraya satıldığından daha düşük bütçelilere de hitap etmek için Amerika devleti 10 centlik pul uygulamasını başlattı ve bunları da tahvillerle aynı sınıfa soktu. Çocuklar da bu propogandalardan nasiplerini aldılar. Superman’da bu kapakta devlet tahvilleri basıyor ve çocuklara tahvil ve pul alarak Japonları “tokatlayabilecekelrinden” bahsediyor. Tabii bu kapağı çok sert eleştirmemek gerekir. Ne de olsa basıldığında 1940’lı yıllardı ve o zamanki anlayış ile şu zamanki anlayış

24

arasında ciddi bir fark bulunmaktadır. O zaman gayet normal göründüğüne eminim, ama şu anda açıktan açığa ırkçılık yapan bir Superman görmek gerçekten tuhaf geliyor.

Little Lulu ve Alf Bazen çok masum espriler, çok yanlış yorumlara yol açabilir. Little Lulu kapağında, arkasına binen “Tubby” oldukça ağır olduğundan Lulu’nun gidemediğini görüyoruz. Aslında gayet basit ve naif bir espri ama ya çizimde çağrıştırdığı … ? Alf’te ise, bir kelime esprisine gidilmiş. Tepede “Koruyucu mühür yoksa almayın” anlamına gelen “Don’t buy if safety seal missing” yazılmış. Seal, yani “mühür” kelimesi aynı zamanda İngilizce’de “fok” anlamına gelmektedir. Alf burada kaçmaya çalışan fok’u tutarak okuyucuya bakıyor ve “Hadi acele et” diyor. Fakat fok’un canhıraş bir şekilde çırpınması, Alf’in kucağına oturması ve Alf’in “Hadi acele et” demesi çok farklı anlamalara yol açıyor.

Speedy Amerikan Çizgi Romanlarının Bronz Çağında, yazarlar daha güncel durumları işlemeye karar verdiler ve ırkçılık, din istismarı, seks ve uyuşturucu gibi konuları çizgi romanlara taşıdılar. Ortak bir macerasında Green Lantern, Green Arrow’un yardımcısı olan Speedy’nin uyuşturucu kullandığını öğrenir ve Green Arrow’a yardımcısının durumunu gösterir. Bu konu kapakta da kullanılır ve piyasada ciddi gürültü kopartır çünkü o zamana kadar uyuşturucunun bahsi bile geçmeyen çizgi romanlarda, açıktan açığa bir süper kahraman’ın eroin kullanması gösterilmiştir. İçerideki hikaye ise oldukça acıklıdır. Green Arrow, yardımcısı Speedy’nin uyuşturucu kullandığını öğrenince onu bağıra çağıra evinden kovar, sokağa atar ve bir daha yanına gelmemesini sert bir tonla bildirir. Speedy çok sonra Green Arrow’un yardımı olmadan bu uyuşturucu probleminden kurtulur, ismini “Arsenal” olarak değiştirir ve kendi süper grubunu kurar. Sonraki maceralarda Green Arrow, diğer kahramanlar tarafından Speedy’e yardımcı olmadığı için ayıplanır ve Green Arrow uzun süre yaptığı hatanın acısını çeker.

Prenses Diana Marvel’in X-Force serisini revamp etme aşamasında, sürreal öyküleriye bilinen Peter Milligan işe alınmıştı. Milligan X-Force grubunu tamamen dağıttı, yerine X-Statix grubunu getirdi. Milligan her sayıda

25


Çizgiroman İnceleme

Öykü

farklı bir şey yapıyor ve okuyucuları şok ediyordu. Mesela ilk sayısında sıfırdan kurduğu grupta tüm kahramanları öldürmüş, geriye sadece iki kişiyi bırakmıştı. Milligan bir macerasında merhum Prenses Diana’yı kullanmak istemişti. Bu macerasında Diana mezardan bir zombie mutant olarak kalkacak ve gruba eşlik edecekti. Fakat macera yayınlanmadan dedikodular basına sızdı ve İngiltere’den ciddi bir tepki geldi. Böyle olunca Milligan karakterin tipini ve saçını değiştirerek hayali bir pop şarkıcısı olan Henrieta Hunter’a değiştirmek zorunda kaldı. Bunlar ve bunların benzerleri gibi kapaklar, çizgi romanlar ve çizgi romanlardan panellerin örnekleri çoğaltılabilir. Fakat burada genelde gözden kaçırılan bir durum söz konusu. Marvel ve DC gibi profesyonel firmalarda, bir yazar veya bir çizerin isteğiyle kapak ya da çizgi roman yayınlanmaz. Çizimlerin hepsi önce 1-2 asistan editör tarafından onaylanır, arkasından ana editör tarafından kabul edilir en sonunda da baş editörün onayına sunulur. Bu yüzden şu anda size sunduğum kapaklar aslında 3-4 farklı göz tarafından incelendikten sonra basılmıştır. Bu yüzden kapaklar daha farklı bir bakış açısıyla incelenmelidir. Bu kapaklar belki gerçekten de yoğun çalışan editörlerin gözünden kaçmış olabilir, ama belki de “reklamın iyisi kötüsü olmaz” mantığıyla hareket edilmiş ve sansasyon yaratılması için bilerek piyasa da sunulmuş olabilir. Her firmanın kendince uyguladığı prosedürler vardır ve sonuçta karar veren son kişinin neyi düşündüğünü tam olarak bilmemiz imkansızdır.O yüzden gelecekte de büyük ihtimal bu tarz kapaklarla karşılaşacağımız mümkündür. Peki, bu kapaklar için gerçekten bu kadar yaygara koparmaya değer mi ? En başa dönecek olursak Manara’nın dediği gibi dünyada bir sürü sorun varken bunların bu kadar didik edilmesi doğru mudur, yoksa diğerlerinin savunduğu gibi bu kapaklar da aslında ciddi sosyolojik problemlerdir ve her birisi üzerinde ciddi ciddi düşünülmeli midir ? Yorum size ait… Tunc PEKMEN 2014…Nihayet biraz serinlik… Eylül 2014

26

Bir Sadistle Görüşme Ne yapmam gerektiğini anladığımda dört yaşındaydım. Eş-dostla gidilen kalabalık bir piknikte, komşunun şaşı gözlü sevimsiz oğlu salıncaktan düşüp kolunu incitmiş, böylelikle bir anda herkesin,ilgi odağı oluvermişti. Eminim ki Mertcan, yedi yıllık ömründe hiç bu kadar yoğun bir ilgi görmemişti. Sonraki dört yıl boyunca sık sık “görünmez kazalar” geçirmeye başlamıştım. Ailem beni doktorlara gösterip bu kadar sık kaza geçirmemin herhangi bir nörolojik veya fizyolojik nedeni olmadığından iyice emin olduklarında çareyi psikolog ve psikiyatrlarda aramaya başlamışlardı. Hatta annem beni hocalara, falcılara, büyücülere bile götürmüştü babamdan gizli. Netice koca bir sıfır… Zamanla ailem, benim pekte ciddi sonuçlanmayan kazalar geçirmeme alışmıştı. Artık başka bir şey yapmalıydım, ama ne? Sekiz yaşına geldiğimde aklımda birçok soruyla, boşlukta öylece asılı kalmıştım. Yeniden ilgi çekmek için başka ne yapabilirdim? Gerçekten istediğim şey sadece ilgi çekmek miydi? Aslında ben ne istiyordum? İstediğimi elde etmek için ne yapabilirdim? Zihnim bu sorularla meşgulken, en büyük hobim ailemin özel eşyalarını karıştırmaktı; annemin çantası, babamın çalışma masasının çekmeceleri, liseye giden ağabeyimin dolabı… O gün can sıkıntısıyla ağabeyimin eşyalarını kurcalarken son girdiği matematik sınavından oldukça düşük not aldığını gösteren sınav kâğıdını buldum. Sürekli “Sakar Şapşal” diye benimle dalga geçen ağabeyimden uzun süredir almak istediğim intikamın yolu açılmıştı. Banyoya gittim; yanıma aldığım sınav kâğıdını kirli sepetindeki pantolonlarından birinin cebine yerleştirip beklemeye başladım. Bir sonraki gün Cumartesi, yani çamaşır yıkama günü olduğundan fazla beklememe gerek kalmadı. Anlaşılacağı üzere cumartesi akşam yemeğinin gündemi, ağabeyimin matematik sınavından zayıf alması ve bunu anne-babasından saklamasıydı. Annemin telaşı, babamın öfkesi bir araya gelmiş, verilen cezayla birleşip ağabeyimin üzülmesine neden olmuştu. Onun o kederli hali bir yana, bu duruma sebep olanın “BEN” olması, apayrı bir zevk ve tatmin hissi yaratmıştı bende. Zihnimi meşgul eden tüm o soruların yanıtı, birer ampul gibi yanıp ışıl ışıl aydınlatıvermişti bir anda ruhumu. Ne mi istiyordum? İnsanların benim yüzümden acı çekmesini… Ben insanların acılarıyla besleniyordum. Neden olduğum acı, heyecana dönüşüp hücrelerime kadar nüfuz ediyor, aldığım zevk tüm gerçekliğiyle içimdeki o koca boşluğu tamamen dolduruyordu. Orta sona kadar kafein bağımlılığı gibiydi, lisede nikotin bağımlılığı gibi… Üniversite son sınıftayken acı vermeye olan bağımlılığım çoktan eroin bağımlılığı gibi olmaya başlamıştı bile. * * * Giderek profesyonelleşmiştim; önce kurbanımı belirliyor sonra en zayıf noktasını tespit edip çektirdiğim acıyla ruhumu besliyordum. Koyu kumral uzun saçlarım, iri siyah gözlerim ve minyon vücut yapım sayesinde kırılgan bir biblo misali masumane bir görünüşüm vardı. Bu da insanların arasında dikkat çekmeden dolaşarak, seçtiğim kurbanları istediğim gibi manipüle etmemi kolaylaştırıyordu. İlk büyük zaferim, babamın ağabeyimi evlatlıktan reddetmesiydi. Sağ olsun sevgili ağabeyim, inatçı ve asabi yapısıyla işimi oldukça kolaylaştırmıştı. Sonrasında, zaten özünde duygularını gösteremeyen sert ve otoriter babama karşı annemi doldurmuş, ince ince işleyerek onu babamdan soğutmuştum. Annebabamın evliliğine son darbeyi, uzun zamandır ilgiden yoksun anneme “Beyaz Atlı Prens” imzalı aşk dolu romantik mektuplar yazarak indirdim.

27


Öykü Anne-babası boşanmış zavallı kız imajı sayesinde hem evde hem de okulda sürekli ilgi görmekse ekstradan bir kazançtı benim için. Fakat her zamanki gibi bu durumun çevremdeki insanlar üzerindeki etkisi de aldığım zevk gibi geçiciydi. İkinci darbeyi indirmenin zamanı geldiğine kanaat getirip, anneme “Beyaz Atlı Prens” imzalı son bir mektup yazdım; “Sana olan duygularımdan artık emin değilim, fark ettim ki, ben seni hep olmanı istediğim bir kadın gibi görüp kendimi kandırmışım bunca zaman. Oysa sen, hayallerimde yaşattığım ve sen olduğunu sandığım o kadının yanından bile geçmiyorsun. Sen, sayfalarca yazdığım aşk dolu mektupların ithaf edildiği kadın değilsin. Bunca zaman sonra nasıl mı anladım? Çünkü o kadını buldum ve o kadına aşık oldum. Beni sakın suçlama, eğer bu kadar kişiliksiz biri olmasaydın sana herhangi bir şahsiyet yükleyip aşık olduğum yanılgısına düşmezdim. Bana yaşattığın zaman kaybına rağmen yine de seni bağışlıyorum. Elveda…” Beyaz Atlı Prens Akabinde, biricik kızı olarak eften püften bir sebeple kavga çıkardım; bu hayatta hiçbir şeyi hak etmeyen basit, sığ ve aptal bir kadın olduğunu haykırdım yüzüne. Aynı gece kendini mutfağa kilitleyip hem bileklerini kesmiş hem de gazı açık bırakarak intihar girişiminin başarıya ulaşmasını garantilemişti. Ödül olarak; neden olduğum acının cömertçe sergilendiği gözyaşı dolu cenaze töreninde kendime büyük bir ziyafet çektim. Ailesi paramparça olmuş, öksüz kalmış zavallı ben! İleride ne yaparsam yapayım hoşgörüyle karşılanmamı sağlayacak güçlü bir zırhtı bu durum benim için. Çektiğim numaraları yutmayan ve bukalemun derimin altındaki gerçek beni az çok görmeyi başaran narsist patronum dışında tabi. Annemin cenazesini bahane ederek bir süreliğine izine ayrılmak için görüşmeye gittiğimde ağlamaktan kızarmış gözlerime bakıp (ki gözlerim, bir gece önceki kutlama amaçlı içtiğim tekila nedeniyle kızarmıştı) ters ters yüzüme bakmış, “Sen çok tehlikeli birisin” demişti. Doğal olarak bu da benim, bir sabah gizlice ofisine girip, çekmecede tuttuğu kalp ilaçlarının olduğu şişeye birkaç Viagra koymam için yeterince haklı bir sebepti. Sevgili patronumun bu beklenmedik ölümü sonucu, baba parasıyla Avrupa’da tam bir sefahat hayatı yaşayan oğlu Cem, kesin dönüş yapıp şirketin başına geçti. Tahmin edileceği üzere oldukça çapkın olan bu genç yeni patronu baştan çıkarmakta hiç zorlanmadım. Zorlandığım tek şey bu ilgiyi uzun süre canlı tutabilmekti. Çekici, şirin, bıcır bıcır bir kız olabilirdim fakat geceleri takıldığı gece kulüplerindeki zengin iş adamı avcısı, boyum kadar bacakları olan mankenler karşısında pek şansım olduğu söylenemezdi. Öncelikle beni ailesiyle tanıştırması için bir sürü numara çevirmem gerekti. Kendimi zorla davet ettirdiğim bir aile yemeğinde anneyi gözüme kestirdim. Çünkü kocası olacak pek sevgili eski patronum tarafından yıllarca psikolojik şiddete maruz kalmış, kolaylıkla manipüle edilebilecek, zayıf karakterli bir kadındı. Kısa sürede sıkça buluşur, uzun uzun dertleşir olmuştuk. Fakat annesinin desteğini almış olmak bile bu genç playboyu nikâh masasına oturtmaya yetmemişti. Cem’in iyiden iyiye beni görmezden geldiği, hatta telefonlarıma bile cevap vermediği bir dönemde, uzun süredir kullanmadığım izinlerimin tamamını kullanıp iki aya yakın işe gitmedim. Amacım dinlenmek ya da tatile çıkmak falan değildi tabii. Sadece planımı hayata geçirmek için zamana ihtiyacım vardı o kadar. Öncelikle, hazırladığım sahte CV ile özel bir onkoloji tedavi merkezine iş başvurusunda bulundum. Özgeçmişim istediğim etkiyi yaratmış olmalıydı ki, birkaç gün sonra arayıp işe kabul edildiğimi söylediler. Sekreterliğini yaptığım, ellili yaşlardaki keçisakallı insan irisi doktorun yatağına girme pahasına da olsa, iki hafta gibi kısa bir sürede, tedavi merkezinin sistemine ve hasta kayıtlarına tam erişim sağlayan

28

29


Öykü

Öykü şifreleri elde etmiştim. Geriye sadece; tedavisi en pahalı kanser türünü seçerek ismimi hasta kayıtlarına eklemek ve belime kadar uzattığım, erkekleri baştan çıkarma konusundaki en iyi silahlarımdan biri olan koyu kumral saçlarımı kazıtmak kalmıştı. Yeterince hastalıklı görünmek için günlerce tüm öğünleri sek kahveyle geçiştirdiğim de cabası. İki ayın sonunda çalıştığım şirkete gittim. Karşılaştığım her personele kansere yakalandığımı söyleyip, haberin Cem’in kulağına gitmesini garantiledikten sonra istifa dilekçemi verdim. Aynı gün, durumumu öğrenmek amacıyla arayan kayınvalide namzedi tarafından akşam yemeğine davet edilmiştim. Kel kafam, morarmış gözaltı torbalarım ve sıska bedenimle istediğim etkiyi yaratacak kadar zavallı göründüğüme kanaat getirince davete icabet ettim. Annesinin ısrarları üzerine tedavi sürecim için gereken maddi manevi tüm desteği sağlayacağına söz veren eski patronum, tahmin ettiğim gibi el altından beni araştırmış, ancak doğru söylediğimi gösteren hasta kayıtlarını görünce ikna olup verdiği sözü tutmuştu. Asıl hedefim şirketi ele geçirmekti, bunun için hızlı hareket etmeliydim. Öncelikle safahat düşkünü şımarık Cem denen o veletten kurtulmalıydım; sonrasında, annesi olacak kocakarıyı halletmek kolaydı. Cem’in yaz sonu yatında düzenlediği doğum günü partisine davet edilmemiş olmama rağmen gitmiştim. Amacım onu tebrik etmek, mumlara üflerken “Happy birthday” şarkısını söyleme falan değildi. Sadece elimdeki, üzerinde “Doğum günü çocuğuna özel” yazan süslü paketi, gelen hediyelerin konulduğu bölüme bırakıp kimselere görünmeden sıvışmaktı. Hediye paketinin içinde en pahalı viskiden bir şişe vardı. Gerçek şu ki; viski sahteydi, tarafımdan içine ekstradan metil alkol ve metil alkolün etkisini hızlandıracak Strychnine adlı bir zehir de ilave edilmişti. Şanslı mıydım, yoksa çevremdeki insanlar işimi kolaylaştırmak için bilinçsizce lehime hareket eden birer piyon muydu bilinmez ama Cem’in de o gece yüksek dozda extacy alması, şüphe çekmeden amacıma bir adım daha yaklaşmamı sağlamıştı. Kocasının ardından, sahip olduğu tek evladını da gencecik yaşta kaybeden yaşlı bunağın, girdiği şeker komasından sağ çıkamamasına gelince; söyleyebileceğim tek şey; Kaymaklı ekmek kadayıfı… Önceden, yüklüce bir ödeme karşılığında ayarladığım noter sayesinde kocakarıya imzalattığım vekâlet ve mazbut aile babası imajını yerle bir edecek fotoğraflarını basına vermekle tehdit ettiğim aile avukatı sayesinde şirket hisselerini ve gayrimenkullerin çoğunu üzerime geçirmeyi başarmıştım zaten. Tahmin edileceği üzere, bu durum polisin dikkatini çekti çekmesine ama ellerinde aleyhimde gözle görülür elle tutulur tek bir kanıt olmadığından hiçbir şey yapamadılar. Hedefime ulaşmış olmanın verdiği tatmin duygusu, bunca zaman içimde besleyip büyüttüğüm canavarı zincirlerinden kurtarıp özgür bırakmıştı. Uzun vadede elde edilebilen, çaresizlikle, korkuyla, kayıplarla, hayal kırıklıklarıyla kıvranan insanların yaşattığı doyum ana öğünlerimi oluştururken; ara öğünlerde atıştırmalık olarak yasa dışı işletilen S&M kulüplerde yeni fiziksel deneyimler eşliğinde içimde kabaran dürtüleri yatıştırıyordum. * * * Altında uzandığı malikâne kadar şatafatlı olmasa da en az gotik tarzda inşa edilmiş malikâne kadar soğuk ve ruhsuz bir yerde gözlerini açtı. İçerisinin rutubetli ve basık olmasına bakılırsa malikânenin bodrumundayım diye tahminde bulundu genç gazeteci. Genişliği yaklaşık elli, boyu ikiyüz cm. civarındaki kalınca bir tahtanın üzerine güçlü bir tutkalla sabitlenmiş bedeni tamamen çıplaktı. Kurtulmaya çalıştı fakat tutkalın içerdiği kimyasallar yüzünden eriyen derisi neredeyse tahtayla kaynaşmıştı. Tam o anda gördü onu. Karşısında dimdik duruyordu. Altmışlı yaşların ortalarında olmasına rağmen kırklı yaşlardaymış

gibi görünen bu ufak tefek fakat oldukça çekici olan kadın elindeki usturayı bir orkestra şefi gibi ahenkle havada sallayarak konuşmaya başladı. “Gerçekten oldukça inatçı, cesur ve bir o kadar da aptal biri olarak takdirimi kazanmayı başardınız. Size defalarca röportaj yapmak istemediğimi ve beni rahat bırakmanızı söyledim fakat gördüğüm kadarıyla bu sizi evime gizlice girip hakkımda bilgi toplamaya çalışmaktan alıkoymamış. Madem benimle ilgili gerçekleri öğrenmek istiyorsunuz, size istediğinizi vereceğim.” Genç gazeteci, cevap vermeye çalışınca dudaklarının da tutkalla birbirine yapıştırılmış olduğunu fark edip çabalamayı bıraktı. Kaderine razı olup dinlemekten başka şansı yoktu. “Ne yapmam gerektiğini anladığımda dört yaşındaydım. Eş-dostla yapılan kalabalık bir piknik organizasyonunda komşunun şaşı gözlü sevimsiz oğlu salıncaktan düşüp kolunu incitmiş, böylelikle bir anda herkesin ilgi odağı oluvermişti…” * * *

30

31

Kadının anlattıkları bittiğinde, gazetecinin çıplak vücudunda, derinliği birkaç milimi geçmeyen usturayla açılmış yüzlerce kesik vardı. Yüzyıllardır insanları kan kaybından öldürmeden uzun süreli işkencelere maruz bırakma konusunda sıkça başvurulan bir yöntemdi bu. “Şimdi sen, Bay Araştırmacı Gazeteci; Time Dergisine çıkmış, dünyanın en başarılı 100 İş Kadını arasında gösterilen birinin evine gizlice girerek etrafındaki sır perdesini kaldırıp Pulitzer Ödülünü almayı planlıyordun. Yanılıyor muyum?” Gazeteci belli belirsiz uluyarak cevap verdi. Kurtulma umudu yoktu. Aklından tek geçen şey, ölümünün hızlı olması için dua etmekti. Eğer konuşabilseydi, ölmek için tüm samimiyetiyle yalvarabilirdi. “Şimdi sana ne olacağını söyleyeyim. Öncelikle ses kayıt cihazını çalıştıracağım. Zira birazdan atacağın çığlıklar benim için çok değerli. Sakın çığlık atamayacağım diye endişelenme, hissedeceğin acı o kadar yoğun olacak ki çığlık atmak için tutkalla yapıştırdığım dudaklarını parçalayarak ağzını açacaksın. Sonra, şu elimde gördüğün şişedeki taze sıkılmış limon suyu ve tuzla hazırlanan karışımı üzerine dökeceğim. Tabi öncesinde sana damardan bir miktar adrenalin enjekte edeceğim ki çabucak bayılıp beni bu zevkten mahrum etmeyesin.” Karanlığın ışığa hükmetmeye başladığı akşam saatlerinde, bu ihtişamlı malikânenin taş duvarları arasında, yaşamla ölüm dans ediyordu. Fonda ise acı dolu çığlıklardan oluşan kusursuz bir senfoni… Öykü: Selin SIROĞLU

İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ


32

33


34

35


36

37


38

39


Sinema

Sinema sıkıcı hava durumu raporları ve cenaze evini andıran içeriğiyle askerleri daha bir deprese eden radyo onun gelişi ile bambaşka bir şeye dönüşür. “Günaydın Vietnam!” haykırışlarıyla açtığı yayını anlattığı fıkralar ve hikâyelerle tam bir komedi şovuna dönüştüren Adrian askerlerin sevgisini kazanırken üst düzey komutanlarında sinirini bozmaya başlar. Savaşı müzik, komedi ve iyimserlikle çevreleyen film Williams’a ilk Oscar adaylığını da kazandırır.

(21 Temmuz 1951- 11 Ağustos 2014)

Chicago, Illinois’te Laura Mclaurin ve Robert Fitzgerald Williams’ın oğlu olarak doğan Williams siyaset bilimi okudu. Okulundan öğrendiği şey hayata karşı her daim gülümseyen insanların kazandığıydı belki de. O dünyanın en çok güldüğü adam olarak anıldı. Ödüller aldı. Başarıları eleştirmenlerin yüzünde gülücükler oluşmasına sebep oldu. Robin sinema dünyasına siyasetle donandığı okulundan mezun olduktan sonra gösteriler yaparak başladı. Gülümsemesine eklediği sıcacık gözleri onun seyirciye ilk seslenişi olan “Good Morning Vietnam!” ile hayat buldu. Yıl 1987… Dünyanın en yetenekli aktörlerinden biri sayıldı ta ki hayatı bir kemerle askıya alana dek. Onun bize verdiği onca gülümseme ve hayat dersinden sonra soruyor insan; neden? Neden bunca gülümsemenin sahibi kendi mutluluğunu koruyamadı. Belki de Chaplin’in dediği gibiydi. En büyük kahkahaların ardında çok büyük acılar gizliydi. Robin Williams’ın bıraktıkları; Good Morning Vietnam(1987): Kara mizah türünün başarılı bir gösterimi olan filmin yönetmenliğini Barry Levinson yapmıştı. Robin bu hikâyede ünlü bir DJ olan Adrian Cronauer’i canlandırır. Vietnam savaşı sırasında ordunun radyosunda yayın yapmak için çağırılmıştır. Başlangıçta

40

Dead Poets Society/ Ölü Ozanlar Derneği (1989): Peter Weir’ın yönetmen koltuğunda harikalar yarattığı yapım En İyi Özgün Senaryo Dalında Oscar’ı kucaklarken Williams’a çok daha büyük bir ödül sunar. Filmde ağzından dökülen her replik o zamanların genç kuşağı için kulağa küpe sözler haline gelir. Her genç onun gibi bir öğretmenin gelip yol göstermesini bekler. Ve her şiir artık biraz Robin Williams’tır. 1959 yılında çok sıkı bir erkek kolejine ki öğrenciler oraya cehennem demektedir; yolu düşen John Keating’in öğretilerini anlatan yapım sinema tarihine adını yazdırır. John Keating sıkı kuralların arasında kendini unutan öğrencilere hayatı şiirin büyülü dizeleri arasında gösterir. Zamanın sadece şu andan ibaret olduğunu ve her şeyden önce kendi öz benliklerini dinlemeleri gerektiğini fısıldar. Fakat bu fısıltılar onu çok seven öğrencilerin çığlıklarına dönüştüğünde okulun yöneticisi tarafından günah keçisi ilan edilir Keating… “Hayatın iliğini sömürmek demek(Carpe Diem) kemiğini boğazına kaçırmak demek değildir. Akıllı insan ne zaman duracağını ne zaman adım atacağını bilmelidir.” Awakenings/Uyanış(1990): Oliver Sacks’ın aynı adlı romanından beyaz perdeye uyarlanan yapım iki dev oyuncuyu bir araya getiren özel bir filmdir.

41


Sinema

Sinema

Robin Williams ve Robert De Niro’nun başrolleri paylaştığı anlatının yönetmen koltuğunda Penny Marshall oturmaktadır. “İnsanlar yaşamın gerçek anlamını unutmuş. Yaşıyor olmanın anlamını… Ellerindekinin ve kaybedeceklerinin ne olduğunu onlara hatırlatmalıyız. Benim hissettiğim, yaşama sevinci, yaşam armağanı ve yaşama özgürlüğü!” Malcolm Sayer içine kapanık, tutuk bir adamdır. İş başvurusu yaptığı bir hastaneye eleman eksikliğinden dolayı alınır. Hastanede briçok hasta bulunmaktadır fakat bu hastalar bizim bildiğimiz gibi değildir. Bir nevi koma halinde olan hastalar değişmeyen yüz ifadeleri, zar zor hareket ettirdikleri eklemleri ve suskunluklarıyla hayata gözlerini kapatmış gibidirler. Sadece nefes alıyorlardır. Sayer bu hastaları kurtarmak için elinden geleni yapar ve sonunda bir tedavi geliştirir. Lakin yetersiz maddi kaynaklar sebebiyle yalnızca bir hasta üzerinde uygulama yapmasına izin verilmiştir ve o hasta (Robert De Niro) onun hayatını değiştirecektir.

korkunç bir katliama yol açar. Jack olanları kendine yediremez ve amaçsız bir alkoliğe dönüşür. Hayatın anlamını içki şişesinde ve boşluğun ortasında arayan derbeder Jack tam da bu sırada katliamda karısını kaybeden Perry ile tanışır. Perry kendine bir dünya yaratmış ve acılarını kendi dünyasına sığınak yapmıştır. İki kaybeden bir kazanan olmayı öğrenmeye çalışırlar, kaybettiklerini anarak… Filmin yönetmeni Terry Gilliam… Mrs. Doubtfire(1993): Üç çocuk sahibi Hillard çifti boşanır. Sorun Daniel Hillard’ın bir türlü çocukluklarından vazgeçip de yuvasının sorumluluklarını üstlenememesidir. Daniel çok sevdiği çocuklarından ayrı kalmak istemez ve aklına şeytanı bile güldürecek bir fikir gelir; kendi çocuklarının dadısı olmak… Yönetmenliğini Chris Columbus’un gerçekleştirdiği film Williams’a yapılan makyaj ve akıcılığı ile akılda kalıcıdır. Jumanji(1995): Chris Van Allsburg’un 1981 yılında dillere düşen aynı adlı kitabından uyarlama olan yapımın yönetmenliğini Joe Johnston üstlenmiştir. Macera sihirli bir oyunu konu alır. Zarlar atılır ve ormanın sihirli dünyasına dalınır. Yapım Robin Williams’ın müthiş oyunculuğu ve mimikleri ile daha sihirli bir hal almıştır. Robin hikâyede oyunu yıllar önce oynayarak kaybeden ve oyunun içinde hapis kalan Alan Parrish’e hayat vermiştir. “Oynamak ister misin?”

Hook(Kanca)1991: Steven Spielberg ismiyle klasik Peter Pan hikayesinin farklı bir anlam kazandığı filmdir. Yapımda içindeki çocuğu unutan ve hayatın boş uğraşlarıyla kendi gölgesine küsen avukat Peter Banning’in çocuğunu kurtarmak için gittiği Neverland’de kendini bulma savaşı anlatılır. Hikaye etkileyici görüntüleri ve hiç dinmeyen aksiyonuyla oldukça beğenilmiş uyarlamadır. Tabi Robin’in Peter’a kattıkları ile…

Good Will Hunting(1997): Oyuncuya “En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu” Oscar’ını kazandıran yapımdır. Senaryosu Ben Affleck ve Mat Damon’un ellerinden çıkan filmin yönetmeni Gus Von Sant… Will Hunting zekâsından ve hayattan kaçan bir dehadır. Çalıştığı üniversitenin koridorunda paspas yaparken kimsenin çözemediği bir matematik teorisini çözdüğünde kendisi de keşfedilir fakat

The Fisher King(1991): Cinnet geçiren bir adam ünlü DJ Jack Lucas’ın söylediklerini yanlış anlaması sonucunda

42

43


Sinema

Sinema hayatı ve aşkı keşfetmek ona can dostu psikolog Sean Maguire ile nasip olacaktır. “Sen birini kaybetmenin ne demek olduğunu bilmiyorsun. Çünkü birini kaybetmen için onu kendinden çok sevmen gerekir.” Patch Adams(1998): Yaşanmış bir hayat hikâyesinden yola çıkılarak perdeye uyarlanan yapımın yönetmeni Tom Shadyac’tır. Hayattan umudunu kesmiş kendini yaşatmaktan çok öldürmeye meyletmiş Hunter (Patch) Adams yatırıldığı akıl hastanesinde gördüklerinden sonra tıp fakültesinde okuyup doktor olmaya karar verir. Kitaplardan ziyade yaşayana yönelen zihniyeti ve hayata tutunmanın yolunun ilaçlardan çok gülmekten geçtiğine dayanan tedavi yöntemleri ile bir anda çalışma arkadaşlarının ve çevresinin hem tepkisini hem de ilgisini çekmeye başlar. Hayatı, aşkı, hastalığı ve ruhun tanımını özünde yeniden harmanlayan bir adamın trajik-komik hikâyesi olan film beyazperdenin unutulmaları arasındadır. “Bir hastalığı tedavi ettiğinde kazanabilir ya da kaybedebilirsin. Ama bir insanı tedavi ettiğinde, sana garanti veriyorum, sonuç ne olursa olsun kazanacaksın.”

bezmiş bir adamdır. Bir gün bir trafik kazası sonucunda bitmek bilmeyen hastane bekleyişinin ardından beyninde patlamak üzere olan bir baloncuk(anevrizma) olduğunu öğrenir. Sinirden deliye dönen adam ne kadar ömrü kaldığını sorduğunda “90 dakika!” cevabını alır ve hayatının son dakikalarında artık mutlu bir adam olmaya karar verir. Nasıl olsa ölecektir bari mutlu ölsündür. Robin Williams yazmakla bitmeyen filmografisi, hayat dersi niteliğindeki karakterleri, akıl almaz oyunculuğu ve mutlu gülümsemesiyle hayatımızdan geldi ve geçti. Hey kaptan, kaptanım! Unutulmayacaksın! Saygılarımla… Melahat YILMAZ

Insomnia(2002): Chistopher Nolan’ın yönettiği psikolojik gerilim filmidir. Yapım Al pacino ve Robin Williams’ı bir araya getiren tek yapımdır. İki usta karşılıklı savaşırken bize de oturup bu seyrin keyfini sürmek kalmıştır. Konusuna gelince; dedektif Will Dormer(Al Pacino) genç bir kızın ölümünü araştırmak için Alaska’nın küçük bir kasabasına ortağı ile adım atar. Buradaki yerel polis ile çalışarak katili bulmaya çalışacaktır. Fakat onun hayatını gölgeleyen bir problemi vardır. Uykusuzluk hastalığı olarak da bilinen “Insomnia”. Bu hastalık tam da şüpheli gördüğü yazar Walter Finch(Robin Williams)’ın peşine düştüğü sırada ona korkunç bir hata yaptırır ve ortağını öldürmesine sebep olur. Katilin peşindeki dedektif de artık bir katildir ve tek sorunu da bu olmayacaktır. “İyi polis bulmacanın parçalarını birleştiremediği için uyuyamaz, kötü polis ise vicdanı el vermediği için…” The Angriest Man in Brooklyn(2014): Henry Altman asabiyet konusunda zirve yapmış ve yaşadıklarıyla tam bir sabır sınavı veren pısırık, sürekli kaybeden hayatından

44

45


Öykü

Dantel …annem ve babamla kucaklaşıp, konuşup hasret giderdikten sonra odama doğru yöneldim. Bilgisayarımın başına oturdum. Bilgisayar ekranının üstünde bir dantel vardı. Danteli alıp bir köşeye fırlattım. Bilgisayarı açıp internet sitelerinde dolanmaya başladım. Haber siteleri “Ünlülerin Gençlikleri” adlı aylık tekrar haberlerini yayınlamış, sosyal paylaşım sitelerindeki insanlar ise yine eski ve yeni aşklarından bahsetmiş, başkalarından duydukları güzel sözleri yazmış, göze batan çarpıklıklara küfretmiş, evlenenler evlilik fotoğraflarını, nişanlananlar nişan fotoğrafları koyup cümle âleme duyurmuş ve hayatında bir daha göremeyeceği beğeni sayısına ulaşmıştı. Üstelik bu beğenilerin çoğu ayıp olmasın diye yapılmıştı. “Bende aynı duruma düşersem bana da yapsınlar.” diye de düşünmüş olabilirlerdi. Bilemiyorum. Fakat resimdeki evli ya da nişanlı çift, beğenilere inançla bakıyordu. Dünyanın en mutlu çiftleri onlardı çünkü. Beğenilmeliydiler! Bir süre daha sosyal paylaşım sitelerinde dolaştıktan sonra, aramın bozuk olduğu kız arkadaşımın profilinde dolaştım. Paylaştığı şarkıları dinleyip halini yorumladım. Fotoğraflarına bakıp iç geçirdim. Başkaları ile konuşup konuşmadığını, konuştuysa da neler hakkında ve nasıl bir üslupla konuştuğunu inceledim. Her şey normaldi. Ardından bilgisayarı kapatıp yatağa yöneldim. Yatağın üstündeki dantel örtüyü yere attım. Yorganı kaldırıp altına girdim ve uyudum. Uyandığımda muhteşem kek ve börek kokuları geliyordu. Elimi yüzümü yıkayıp annemin yanına, mutfağa gittim. “Kolay gelsin anne. Bu ne acele böyle? Elbet pişerler.” dedim. “Olur mu evladım? Bugün altın günüm var. Daha yetiştiremedim hamurları. Hadi sende bir an evvel kahvaltını yap.” dedi annem. Ailemi ziyarete gelmek için seçtiğim hafta, evde anne günü vardı. Yiyecek içecek açısından zengin fakat sosyal olarak zayıf bir aktivite idi benim için. Misafir çocuklarının bilgisayar oynamak istemesi akabinde annemin misafir çocuğunu tutup yanıma getirmesi! Annemin tüm akranlarının beni görmeleri! Benim büyüdüğümü söyleyip ardından bana kız önermeye başlamaları! Bellissima kokusu! Görünmemeliydim. Evimizin küçüklüğü dolayısıyla görünmememe imkân yoktu. Yapabileceğim tek şey kendimi odama kilitleyip, her şeyin dilediğim gibi gerçekleşmesini beklemekti. Kahvaltımı yaptıktan sonra odama gidip bilgisayarı açtım. Sıradan sevgili takibimi yapıp müzik dinledim. Keman çalmak istiyordum fakat bu annemin akranlarını ilgisini çekip, birçoğunu odama toplayabilirdi. Bu yüzden kemanıma bakıp iç geçirdim. Yapacak bir şey bulamayıp uyumaya karar verdim. Rüyamda tekrardan bir üniversite kazanmıştım. Kocaman bir derslikte ders dinliyordum. Ders bitti ve dersliğin çıkışına doğru yöneldim. Anlayamadığım bir sebepten dolayı kaydım ve düştüm. Ayağa kalkmaya çalıştım fakat kalkamıyordum. Yanıma yaşıtım iki tane kız geldi. Bana bakıyorlardı. İkisi de siyah uzun saçlı ve bembeyaz tenliydi. Eşsiz bir güzellikleri vardı. İkisi de aynı anda eğilip kulağıma “Uyan” diye fısıldadılar. Uyanmaya çalıştım. Bir an için bilincim yerine geldi ama hareket edemiyordum. Odamdan tıkırtılar, gülüşmeler ve fısıltılar geliyordu. Dikkatlice dinledim. Dönüp bakmaya çalıştım ama yapamadım.

46

47


Öykü

Öykü Nihayet uykuda kilitlenmem geçip hareket etmeye başlamıştım. Hemen etrafıma baktım. Odam aynı bıraktığım gibiydi. Kalkıp kapının açık olup olmadığına baktım. Kilitliydi. Odada benden başka kimse yoktu ya da ben öyle sanıyordum. Kapının kilidini açıp mutfağa salona yöneldim. Görünme pahasına da olsa bunu yapmak zorundaydım. Salona girdim. Annemin tüm akranları, çılgınlar gibi muhabbet edip muhteşem bir hız ve titizlikle dantel örüyorlardı. Annemi mutfağı çağırdım. Bir müddet beni övmelerini ve tavsiye ettikleri kızları gözden geçirdikten sonra annemle beraber mutfağa gittim. “Ne oldu hayırdır oğlum?” dedi annem. Anneme kâbusumu anlattım. Annem hafiften panikledi ama bana belli etmemeye çalıştı. “Bir daha ki sefere dua oku da uyu. Bir şeycik olmaz.” dedi. Tekrardan odama döndüm. Birkaç dakika sonra annem elinde dantellerle yanıma geldi. “Bak oğlum bunları evinin her yerine koy. Sakın ha kötü durur diye koymamazlık etme he mi yavrum? Yoksa “Onlar” seni ele geçirir. Allah korusun! ” dedi. Dantelleri bana verdikten sonra altın gününe geri döndü. Bende annemin bu korkusuna anlam veremeyip arkasından “Tamam anne.” dedim. Evde kaldığım bir haftalık süre boyunca başka bir kâbus görmedim. Yine sıradan bilgisayar ritüellerimi gerçekleştirdim. Keman çaldım. Annem ve babamla portakal yedim. Annem bir sürü dantel ördü. Babamın anneme, “Hanım, bitiremeyecek gibi olursan bende öğreneyim şu mereti de yardım edeyim sana.” demesi evde bulunduğum süre içinde ki en garip olaydı. Anlam veremediğim şekilde babamda panik ve korku içindeydi. Belli etmemeye çalışıyordu. Aile evi ziyaretimi bitirip kendi evime geri döndüm. Bavulumda ki tüm eşyalarımı dolaba yerleştirip annemin ördüğü tüm dantelleri de bir kenara fırlatmıştım. Kız arkadaşım ne yapıyordu acaba? “Beni düşünüyor mudur ki? Düşünse arardı. Ne bileyim en azından mesaj atardı.” diye geçirdim içimden. Aramaya karar verdim. Uzunca bir süre çaldıktan sonra telefon açıldı. “Alo?” dedim. “Alo?” dedi. Hafif sırıttım. Sesini duymak bile beni mutlu ediyordu. “Nasılsın? İyi misin?” dedim. “İyiyim. Sağ ol. Nasıl geçti ailenle tatilin?” dedi. “İyi geçti çok selamları var sana.” dedim ve durakladım. Ardından konuşmaya devam ettim. “Ben aslında seni çağırmak için aradım. Bana gel. Konuşuruz. Film izler. Şarap içeriz.” dedim. Sessizliği devam edince söyleyecek bir şey bulamadım. “Kedi de seni çok özledi.” dedim. “Senin kedin yok ki?” dedi. “Olsun özledi seni. Gel.” dedim. “Peki, geliyorum görüşürüz 5 dakikaya orda olurum.” dedi hafif gülümseyerek. “Görüşürüz” dedim ve telefonu kapattım. 5 dakika sonra kapıyı kız arkadaşıma açtım. İçeri girdi. Oturduk. İlişkimiz hakkında konuştuk. İlişkimizde çıtayı tekrar yükselttikten sonra odama geçtik. Usul usul birbirimizi soymaya başladık. Ben siyah donumla kaldım. Kız arkadaşım ise kırmızı dantelli iç çamaşırı ile kalmıştı. Sutyeninin kopçasına elim dokundu ki beni durdurdu.

“Ne oldu?” dedim. “Bu iç çamaşırlarını annem bana kâbusumu anlattıktan sonra verdi. Kesinlikle giymem gerektiğini ve gerekmedikçe çıkartmamamı söyledi.” dedi. “Şimdi çıkartman gerekiyor.”dedim. Elimden tutup beni yatağa oturttu. “Merak etmiyor musun kâbusum da ne gördüğümü?” dedi. İç geçirdim ve sordum. “Ne gördün kâbusunda?” dedim. Benim kâbusumun kısmen aynısını bana anlatmıştı. Tek farkı “Uyan.” diye fısıldayanların erkek ve sarışın olmalarıydı. Onunla aynı rüyanın biraz farklısını gördüğümü ve annemin ördüğü dantellerden falan bahsettim. Hızlıca seviştik. Annemi aradım. Telefon iki kere açıldıktan sonra açıldı. Konuşmasına izin vermeden sordum. “Anne bana o kadar danteli neden verdin? Bide “Onlar” seni ele geçirir dedin. Neden dedin onu?” “Oğlum anma öyle gelirler.” dedi. “Ne saçmalıyorsun sen anne?” diye çıkıştım. “Oğlum bak. Dediklerimi yap. Birazcıkta annenin sözünü dinle. Ben senin kötülüğünü ister miyim? O dantelleri evin her yerine koy. O danteller “Onlar”ı uzat tutar. Yakın bir zamanda “Onlar” tüm dünyaya hâkim olmak için inecekler. Tek savunmamız o danteller oğlum.” dedi. Onca soru sormama rağmen sadece dantelleri evin her köşesine koymamda ısrar etti ve dantel örmeye devam edeceğini söyleyip telefonu kapattı. Kız arkadaşım ve ben şaşkın bir şekilde birbirimize baktık. “Sigara içelim mi balkon da?” dedim. “Tamam, içelim.” dedi. Balkona çıktık. Sigaralarımızı birbirimizin suratına üfleyerek içmeye başladık. Uzaklardan helikopter sesleri yükselmeye başladı. Ufka doğru baktığımızda onlarca helikopterin aynı anda yere bir şeyler attığını gördük. Sigaralarımızı bitirdik ve helikopterlerin ne attığını öğrenmek için balkonda bir süre daha bekledik. Nihayetinde helikopterler üstümüzden geçiyordu. Attıkları şeyler birer birer yere ve balkonumuza düşüyordu. Bunlar özenle örülmüş dantellerdi. Hemen içeri geçip dantelleri evin her köşesine koyduk. Kız arkadaşıma kalmasını söyledim. Kabul etti. Televizyonlarda 10 dakikada bir tekrarlanan şey ise dantelleri evin ve sokağın her yerine koyulmasını istemesiydi. Kız arkadaşımla yan yana koyun koyuna televizyondaki dantel gelişmelerini izliyorduk. Ardından flaş haber girdi. Televizyondaki haber şöyleydi. “Dev dantel tamamlandı. Şehrimizin tamamını içine alabilecek kapasitedeki bu dantel bizi “Onlar” dan koruyacak. Diğer şehirlerin dev dantel çalışmaları hala sürüyor.” Hava kararmak üzereydi. Dışarıdan helikopter sesleri gelmeye başladı. Hemen pencereden dışarı çıkıp baktık. Helikopterler dev danteli şehrin üstüne örtüyordu. İnanılmazdı. Gözüm sokakta dağınık şekilde olan dantellere ilişti. Dantellerde kısılıp kalmış, kocaman dişleri, is gibi siyah tenleri ile “ Onlar ”ı gördüm. Hemen kız arkadaşımın gözlerini kapattım. Kız arkadaşımı benimle birlikte gözleri kapalı bir şekilde odaya doğru çevirdim. Ardından gözlerini açtım. Evdeki her dantelin yanında bir tane “ Onlar ”dan vardı. Dev dantel için geç kalınmıştı. Kaloriferin üstündeki danteli alıp kafama koydum.

48

49

Öykü: Uğur DEMİRKAYA

İllüstrasyon: Cihan Oğuz DEMİRCİ


50

51


Öykü

Behiye'nin Akibeti (Ateş Behiye-4)

Behiye’nin ömrü sayısız sıkıntıyla geçti. Şahsuvar Paşa’nın konağından cinayet suçlamasıyla çıkarılıp önce yeniçeri kolluğuna götürüldü. Kadı efendi davayı uzatmadan neticelendirince Baba Cafer Zindanı’na düştü. Buradaki yosmalarla, cazgır kadınlarla yaptığı kavgalar neticesinde namı Ateş Behiye’ye çıktı. Bir gün oradan firar edip sokaklara düştüğünde ömrü yine hengâmeden kurtulamadı. Hamam külhanından yeniçeri kolluğuna sayısız hovardanın yanında geçen ömrü, en sonunda tek başına belinde yatağanıyla sokaklarda dikilmesiyle son buldu. Nefes alırken gördüğü son şey karanlık sokaklarda şavkıyan namlulardı. Kanlar içinde yere yığıldığında dipsiz bir kuyuya düşmüş gibiydi. Gözlerini açmaya çalıştığında önce karanlığı fark etti. Ardından göz kapaklarına dolmuş olan toprağı. Hareket etmeye çalıştığında toprağın çepeçevre etrafına doluştuğunu, üstünü örttüğünü fark etti. Kulağına dışarıdan gelen sesler çarpıyordu. Belli belirsiz fısıltılardı bunlar, dua fısıltıları. Tespih şıkırtılarını ve muskalara sarılan yağlı kağıtların seslerini de işitti. Kimisi genç kimisi yaşlı bölük bölük kadının sesi geliyordu toprağın altına. Ağlama sesleri ve hıçkırıklar duyuyordu uzaktan uzağa, adına ağıtlar yaktıklarını, destanlar okuduklarını işitiyordu Behiye. Karanlığın içinde sanki yanı başında duran birisinden çıkan, gürüldeyen bir ses işitti: “KALK!” diye seslendi Behiye’ye. “KALK AYAĞA NEGUJ KIZI BİLANA!” Behiye cevap vermek için ağzını açtığında soluk almadığını fark etti. Yine de konuşabiliyordu: “Sen… Sen kimsin?” Ses konuştu ancak sorusuna cevap vermedi: “KALK! TOPRAĞINDAN SİLKİN! SENİ ÇAĞIRIYORLAR!” Behiye toprağın içinde sonuçsuzca debelendi: “Ben öldüm. Nasıl kalkayım?” Ses karşılık verdi: “ÖLÜMÜNDEN KALKACAKSIN… SAYISIZ KADININ DUASI VE BEDDUASI ÇAĞIRDI SENİ. ÇAĞIRDIKLARINDA KALKIP ONLARIN ÖCÜNÜ ALAN BİR MÜNTAKİMSİN ARTIK! SİLKİN VE KALK!” Behiye korkuyla inildedi: “İnsan gibi mi dolaşacağım yeryüzünde?” Ses son kez karşılık verdi: “AYAĞI YERE BASMAZ HORTLAK OLACAKSIN Kİ YÜZÜNÜ GÖREN ÇARPILA! YAKALADIĞINI YERE ÇALIP SÜRÜKLEYECEKSİN Kİ ELİNE DÜŞEN KURTULAMAYA! DÜNYA DÖNDÜKÇE SEN DE KABRİNDEN ÇAĞRILASIN Kİ KADINLARIN BEDDUASI SON BULMAYA!” Sonrası o meçhul hikayecinin rivayet ettiği gibi oldu: “Duayla bedduanın birbirini bulduğu anda Ateş Behiye’nin toprağını eşeleyerek çıktığına şahit oldular. Gözlerinde tuhaf bir ışık parlıyor, yıkanmasına rağmen kanlarının akıp bulaştığı kanlı, toprak lekeli kefeni ay ışığında mermer mezar taşları gibi ışıldıyordu. Sanki iki dev kollarının altından yapışmışta ayakları altından sürür gibi havada uçarcasına Hranuş’un evine varmıştı Ateş Behiye. O kefenli, kanlı, ateş gözlü hortlağın halini gören zorbaların şekli şemali değişti, ağzı yüzü eğildi. Kimisine inme indi, kimisi korkudan sekte-i kalp geçirdi. Tam o anda konağın ışıkları söndü, rüzgarlar ve ay ışığı altında parıldayan kefenli ölünün görüntüsü her birini korkudan delirtti. Sabah horozları öterken Behiye geriledi, kabrine geri girerek toprağını örttü. Behiye’nin hortladığı haberi İstanbul'u karıştırdı. Her şeye rağmen güzel ve alımlı o kızın, ölümü bile güzelliğiyle etkileyerek geri döndüğüne inandılar ve ölü olduğunu bilseler bile bu dünyadan çekip gittiğini kabul edemediler. Söylentiler ve hikayeler aldı başını yürüdü. Eceli bile etkileyen hatta aşkından deliye döndürdüklerini anlattıkları Behiye’nin namını bu vakıya nispetle “Ecelyandı” yaptılar, ecel bile aşkından yanmıştı, o aşkın hararetine toprağı eşeleyerek zorbaların ümüğüne çöktüğünü söylüyorlardı. İstanbul’un ilk ve son kadın kabadayısı Ecelyandı Ateş Behiye’nin halen karanlık sokaklarda gezindiği, ateş kızılı gözleri ve saçlarıyla göründüğü zalimi helak edip, kadınlara el kaldıranlara, karısına kızına zulmedenlere göründüğü rivayet olunmaktadır.” Öykü: Mehmet Berk YALTIRIK

52

53

İllüstrasyon: Mehmet Kaan SEVİNÇ


Sinema

2013-2014 Sezonu Değerlendirmesi Bir kez daha Gölge e-Dergi’de geleneksel hale getirdiğimiz bir önceki sezonun filmlerine baktığımız yazımızla karşınızdayız. Ankara Film Festivali’nin Haziran ayına kaymasından, sonrasında da Ağustos sayımızı sadece öykülere ayırmamızdan dolayı bu kez yazımız Eylül sayısına kaldı. Yine de bir yıllık periyodu bozmamak için yazımızı Haziran 2013-Mayıs 2014 dönemi ile sınırlayacağız. Zaten bu yazılarımız genellikle geçtiğimiz sene içinde gözden kaçan filmleri hatırlatma ve ev sinemasında yakalama amaçlı olduğu için iki aylık bir gecikme çok da önemli olmayacaktır diye umuyorum. Ülkemiz sinema dünyasında bu dönemde önemli iki gelişme oldu. Geçtiğimiz yıl dijital projeksiyon cihazlarının yavaş yavaş yaygınlaşmakta olduğunu yazmıştık. Son bir yıl içinde gördük ki, işin yavaş bir tarafı kalmamış, bu süreç çok hızlı bir şekilde gerçekleşmiş. Ülkenin neredeyse tekel oluşturan sinema zinciri Cinemaximum tümüyle dijital projeksiyona geçerken diğer sinemalar da onu takip etti. Box Office Türkiye sitesinin 23 Temmuz 2014 tarihli haberine göre Türkiye genelindeki 2087 salonun 1457 adedi dijital. %70’lik bir orandan bahsediyoruz ve gün geçtikçe bu oran daha da artıyor. Bu durumun olumlu ve olumsuz yanları ayrı bir yazı konusu ama sinemalarımızda gösterime giren film sayısını arttırdığı bir gerçek. Son bir yılın çok önemli gelişmelerinden biri de Başka Sinema. Sonbahar aylarında çok iyi filmlerle sinema dünyasına giren bu oluşum, çoğunlukla festivallerde izlediğimiz ya da bir hafta içinde vizyona girip kaybolan filmlerin gösterildiği bir platform oldu. Özellikle ilk aylarında büyük bir heyecan yaratan bu oluşum, normalde boş olmasına alıştığımız filmleri ve seansları büyük ölçüde doldurdu. İlerleyen aylarda o ilk heyecanın biraz azaldığını gözlemledik ama adımlarını doğru atması durumunda biz sinemaseverler için çok değerli bir oluşum. Ne yazık ki sadece 4 şehrimize yayılabilmiş durumda. Umarım gelecek yıl bu satırlarda Başka Sinema’nın 10 ile genişlediğinden bahsedebilirim (ki bu yazı yazıldığı sırada şehir sayısının arttığı haberini aldık). Başka Sinema da vizyona giren film sayısını arttıran bir başka etkendi. Haziran 2013-Mayıs 2014 dönemi arasında sinemalarımızda 339 film gösterime girmiş. 2007 yılından beri takip ettiğim gösterime giren film sayısının düzenli artışı hızlanarak devam ediyor. Yılın her günü için bir filmin denk gelmesine çok az kaldı. Zaten gerek Başka Sinema, gerekse çeşitli kültür merkezlerinin yaptığı tek gecelik gösterimleri de işin içine dâhil edersek 365 sayısını çok rahatlıkla aşarız. Festivallerden bahsetmiyorum bile. Film sayısındaki bu artış gişeye yansıdı

54

55


Sinema

Sinema

mı? Bir anlamda evet. Bu sezon içinde en çok izlenen film seyirci rekoru iki kez el değiştirdi (düzenli olarak seyirci sayılarının tutulduğu 1989 sonrası için konuşuyoruz). Üstelik 7 milyon barajı gibi yakın zamana kadar geçilmesinin mümkün olmadığını düşündüğüm bir sınır geçildi. Yerli filmlerin gişedeki ağırlığı yine hissedilirken kaçınılmaz olarak bazı iyi filmlerin boş salonlara oynadıklarını da gördük. Sözü fazla uzatmadan tür filmlerinden başlayarak sezon filmlerini değerlendirmeye başlayalım. Ne de olsa önümüzde bahsedilecek 339 film var (merak etmeyin, hepsinin adını anmayacağım). Bir şeyler bizi çok korkutuyor: Önce korku filmleri. Son yıllarda sinemalarımızda gösterime giren korku filmlerinde ciddi bir artış olduğu gözleniyor. Bazıları son derece az seyirciye ulaşsa da çok salonlu sinemaların en az bir salonunda hep bir korku filmi gördük. İşin ilginci yakın zamana kadar yerli sinemada çok fazla örneğini görmediğimiz bu tür, gişe açısından başarılı birkaç örneğin sonrasında komedilerden sonra yerli sinemanın önemli kanallarından biri haline geldi. Ne yazık ki sayı olarak çok olsa da kalite olarak iyi bir yerli korku filmi izleyebildiğimizi söylemek zor. Zaten kendi kültürümüzün içinden korku unsurları çıkarma meselesi cin mevzusuna saplanmış kalmış gibi gözüküyor. Daha isimlerinden anlaşıldığı üzere d@bbe: Cin Çarpması, Ammar: Cin Tarikatı ve Azem: Cin Karası filmleri doğrudan bu konu üzerinden gelişen filmlerdi. Şeytan-ı Racim ve İblis’in Oğlu: 13. Vahşet de çok farklı sayılmazdı. Gulyabani nispeten farklı bir korku figürü sunmasıyla ve işin içine mizahı da katmasıyla farklı bir yerde dursa da o da tam bir başarı değildi. Aslında sezon içinde yabancı sinemadan da benzer filmler izledik. Hatta adı doğrudan Cin (Djinn) olan bir film bile vardı. Üstelik Tobe Hooper gibi hasret kaldığımız bir ustanın filmi olmasına rağmen beklenen tadı vermiyordu. Korku filmlerinin önemli bir bölümü de elbette devam filmleri ve yeniden çevrimlerdi. Bitmek bilmeyen Paranormal Activity serisinin yeni filmi İşaretliler (The Marked Ones), seriyi sevenler için izlenebilir bir filmdi belki ama sevmeyenler için de hiçbir şey ifade etmiyordu. İlki sinemalarımızda gösterime giremeyen Dehşet Kaseti (V/H/S/2) filmi bir kısa filmler toplamasıydı ama içinde sezon içinde gördüğümüz pek çok uzun metraj korku filminden daha iyilerini barındırıyordu. İlki de gayet iyi olan Ruhlar Bölgesi: Bölüm 2 (Insidious: Chapter 2) ise yine iyi korku filmleri arasında adı anılmaya layık bir filmdi. Pek çok benzerinin tersine yarattığı atmosferle birlikte zekice senaryosuyla da dikkat çekiyordu. Amerikan sinemasının diğer ülkelerin sinemalarından yaptığı yeniden çevrimlerin örneklerinden Daire 1303 (Apartment 1303) yılın en kötü filmleri arasındayken, Kan Kokusu (We Are What We Are) ve Sessiz Ev (Silent House) nispeten daha iyi filmlerdi. Kendi sinemalarından yaptıkları yeniden çevrimler içinde Manyak (Maniac) ilk filmden farklı bir noktada dursa da biçimsel özellikleri ile dikkat çeken bir filmdi. Carrie ise yılın en büyük hayal kırıklıklarından biriydi. Bir

56

klasik olan orijinalini geçmesini beklemiyorduk elbette ama filmin kamera önü ve arkasındaki kadrosu iyi bir yeniden çevrim beklentisi yaratmıştı, ne yazık ki olmadı. Bir de doğrudan yeniden çevrim olmasa da bazı klasikleri akla getiren filmler vardı. Örneğin Şeytanın Günü (Devil’s Due) fena halde Rosemary’nin Bebeği (Rosemary’s Baby) filmini akla getirirken, Şeytan Tohumu (The Possession) ise Şeytan (The Exorcist) filminin Yahudi versiyonu gibiydi. Sezonun en başarılı korku filmi çoğunlukla atmosfer yaratmaya odaklanan Korku Seansı (The Conjuring) iken zombi figüründen duygusal bir hikâye çıkarmayı başaran Virüs (The Returned) de izlemeye değer filmlerden biriydi. Her ne kadar korku filmleri kategorimizin vazgeçilmez bir parçası vampirler olsa da türün son yıllarda tekrar gözde olan bu figürünü doğrudan korku öğesi barındıran filmlerde görmedik. Ama başka başka şekillerde sinemalarımıza konuk oldular. Örneğin Vampir Akademisi (Vampire Academy) filminde genç kızlara yönelik bir roman uyarlamasında karşımıza çıkarlarken, Bir Vampir Hikayesi (Byzantium) filminde bir büyüme hikayesinde görüyorduk onları. Vampir Kız Kardeşler (Die Vampirschwestern) ise çocuklara yönelik bir filmdi. Yılın, belki de son yılların en karizmatik vampirleri ise sinemalarımızda ilk kez bir filmi ticari gösterime giren Jim Jarmusch’dan geliyordu. Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive) yüzyıllar boyu sanatla yoğrulmuş iki vampirin hikayesini anlatırken sinemasal hazlar vaat ediyordu. Korku sineması figürlerinin farklı türlerde filmlerde kullanılmasından bahsederken birkaç filmin daha adını anmalıyız. Örneğin Dünya Savaşı Z (World War Z), zombileri kullanarak bir aksiyon filmi ortaya çıkarıyor ve Brad Pitt’ten bir aksiyon starı oluşturmaya çalışıyordu. Frankenstein: Ölümsüzlerin Savaşı (I, Frankenstein) da korkuyla alakası olmayan, fantastik aksiyon denebilecek bir türe dâhil edebileceğimiz bir filmdi. Hayaletleri ise Hayalet Öğrenciler (Promoción Fantasma) filminde 80’lere gönderme yapan bir hikâyede izlerken, Sevimli Hayalet (Das Kleine Gespenst) filminde ise bir eğlenceli bir figür olarak görüyorduk (filmin Casper ile bir ilgisi yok bu arada). İyi Bilim-Kurgu, İyi Sinemadır: Bu sezon bilim-kurgu sineması adına yirmiye yakın film izledik. Bunların bir kısmı yılın iyileri arasına adını yazdırırken bazıları da beklentileri karşılayamıyordu. Kötülerden başlayalım. Son yıllarda bir türlü geçmişteki başarılarını yakalayamayan M. Night Shyamalan, Dünya – Yeni Bir Başlangıç (After Earth) filmi ile yine keyif vermeyen bir işe imza atıyordu. Ölümsüz Polisler (R.I.P.D.) de daha fragmanından ve isminden belli olduğu üzere bir M.I.B. taklidinden öteye geçemiyordu. Nasıl korku sinemasında Carrie’yi hayal kırıklığı yaratan bir yeniden çevrim olarak niteledik, Robocop da bilim-kurgu yeniden çevrimlerinin hayal kırıklığı idi. District 9 filmini pek sevdiğimiz Neill Blomkamp’ın yeni filmi Elysium: Yeni Cennet (Elysium) ilk filmine benzer temalar barındırsa da nihayetinde Hollywood işi bir aksiyon filmine dönüyordu. Yıllar sonra yeniden

57


Sinema

Sinema

buluştuğumuz Riddick ise devam filminden çok serinin ilk filminin daha büyük bütçeli bir yeniden yapımıydı adeta. Fena değildi ama daha iyisi vardı işte. Gençlik romanları birer birer beyazperdeye uyarlanırken yıllar önce yazılmış olan bir gençlik romanı serisinin de ilk bölümünü bu yıl sinemalarımızda gördük. Uzay Oyunları (Ender’s Game) sıradan bir film izlenimi verirken sona doğru rotasını değiştirerek bir anda iyi bir filme dönüşüyordu ama gişede çok büyük bir başarı elde edemedi. İyi diyemediğim ama kötü demeye de gönlümün elvermediği filmlerden biri Sıfır Teorisi (The Zero Theroem) idi. Terry Gilliam’ın 80’lerden kalma kayıp filmi bulundu denilse öpüp başımıza koyacağımız bu film, 2014 yılında biraz eskimiş gibiydi ama yine de izlenmesi gereken bir yapımdı. 2009 yılında önce Star Trek serisi yeniden sinemaya uyarlanacağı zaman herkesin kafasında bir soru işareti vardı ama J.J. Abrams bu işin altından başarıyla kalkarak yepyeni bir kadroyla, eskiyi de unutmadan iyi bir Star Trek filmi ortaya çıkarmayı başarmıştı. Yeni serinin ikinci filmi Bilinmeze Doğru: Star Trek (Star Trek Into Darkness), ilki kadar iyi olmasa da fanları memnun etmeyi başarıyordu. Darısı Star Wars’un başına. Arkasında olduğu hemen hemen hiçbir işle hayal kırıklığı yaratmayan Guillermo del Toro’nun Pasifik Savaşı (Pacific Rim) filmi dev makinler ve dev yaratıkların savaşlarını anlatan, sanki bir animeden uyarlanmış izlenimi veren bir filmdi. Sinema sanatı adına önemli bir yerde durmadığını kabul ederim ama del Toro’nun filmi çekerken çok eğlendiği açıktı ve bu his seyirciye de yansıyordu. Yılın en iyi filmlerinden ikisi de bilim-kurgu kategorisine alabileceğimiz filmlerdi. Bir insan ve bir işletim sisteminin aşkını hiç yadırgatmadan anlatan Aşk (Her), Spike Jonze’nin zekice senaryolarının yeni bir örneğiydi. Yerçekimi (Gravity) ise hikâyesi biraz zayıf olsa da Alfanso Cuaron’un muhteşem yönetmenliğiyle yılın en iyi filmlerinden biri olup çıkıyordu. Fantastik filmler çok fantastik: Büyücüler, efsanevi varlıklar ve benzeri unsurları barındıran filmleri fantastik filmler başlığı altında toplayabiliriz. Percy Jackson: Canavarlar Denizi (Percy Jackson: Sea Of Monsters) tıpkı ilk film gibi tanrılar ve yarı tanırlarla dolu, gençlere yönelik eğlenceli bir hikâye getiriyordu karşımıza. Herkül: Efsane Başlıyor (Hercules: The Legend Begins), işin aksiyon yönüne ağırlık veren bir filmdi. Nuh: Büyük Tufan (Noah) da bu kategoriye alabileceğimiz filmlerden biri. Darren Aronofsky’nin Hollywood’a en fazla yaklaştığı bu yapım yine de Nuh’un içine girdiği ahlaki ikilem üzerine giderek farklı bir yerde durmayı başarıyordu. Elbette bu kategorinin ağır topu Hobbit: Smaug’un Çorak Toprakları (The Hobbit: The Desolation of Smaug) idi. Her ne kadar Hobbit serisi Yüzüklerin Efendisi (Lord of the Rings) serisi kadar ilgi çekmese de sezonun merakla beklenen filmlerinden biriydi ve Orta Dünya’yı beyazperdede görmek isteyenleri yine memnun ediyordu.

58

Her ne kadar tam olarak fantastik filmler kategorisine alamasak da Alacakaranlık (Twilght) serisi ile bir ivme yakalayan, başkarakter olarak genç bir kızı kullanan ve hedef kitlesini de temel olarak bu şekilde belirleyen bazı filmlerden de burada bahsedebiliriz. Ölümcül Oyunlar: Kemikler Şehri (The Mortal Instruments: City Of Bones), Uyumsuz (Divergent) ve Açlık Oyunları 2: Ateşi Yakalamak (The Hunger Games: Catching Fire) bu özellikleri taşıyan ve benzerlikleri olan filmlerdi. Hem konusu hem de başroldeki Jennifer Lawrence’nin etkisiyle bu filmlerin en iyisinin Açlık Oyunları olduğunu söylememiz gerek. Bol bol aksiyon: Her zaman dediğimiz gibi, aksiyon filmi dediğimiz tür aslında diğer türlerle çok fazla iç içe geçen bir tür. İşin içinde bilim-kurgu unsurları da olabiliyor, polisiye unsurlar da. Ama burada daha çok diğer özelliklerinden ziyade aksiyon sahneleri ile öne çıkan örneklere bakmaya çalışacağız. Örneğin Beyaz Saray Düştü (White House Down) işin içine politik bir takım soslar katmış olsa da en iyi örneğini belki de Zor Ölüm (Die Hard) serisinde gördüğümüz bir binanın içinde sıkışıp kalmış iyi adamların çevresindeki kötü adamları birer birer temizleyerek kurtulmaya çalışmalarını anlatan bir aksiyon filmiydi. Çok da iyi sayılmasa da akıcı anlatımıyla keyifli ama gürültülü bir seyir vaat ediyordu. Türün son yıllardaki gözde isimlerinden The Rock’ın Muhbir (Snitch) ve Zor Kazanç (Pain & Gain) filmleri için de benzer şeyler söylenebilir. Zor Kazanç en azından Michael Bay’ın bildik tarzından biraz uzaklaşması ile fena olmayan bir noktada duruyordu. Bir oyun uyarlaması olan Hız Tutkusu (Need For Speed), yeni bir Hızlı ve Öfkeli (Fast & Furious) yaratmaya çalışıyor ama bunda başarılı olamıyordu. Hızlı ve Öfkeli deyince elbette trajik bir kaza sonucu kaybettiğimiz Paul Walker’ı da anmadan geçemeyeceğiz. Genç yaşta kaybettiğimiz Walker’ın hayatını kaybetmeden önce rol aldığı Hızlı ve Korkusuz (Vehicle 19) ve Yasak Bölge (Brick Mansion) da geçen sezon sinemalarımıza uğrayan vasat aksiyon filmleri arasında yerini aldı. Bir önceki sezonun en iyi aksiyon filmleri arasında adını andığımız Baskın (The Raid), ikinci filmiyle karşımıza

59


Sinema

Sinema

çıktı. Evet yine başarılı aksiyon sahneleri içeriyordu ama ilk filmin etkisini veremiyordu ve bu tarz bir film için çok uzundu. Bilerek ve isteyerek abartının dibine vuran, buradan bir mizah çıkaran ve bunu yaparken B-sınıfı filmlere saygısını da gönderen Ustura Dönüyor (Machete Kills) da ilki kadar eğlenceli değildi belki ama meraklısına keyifli dakikalar geçirtmekte de hiç zorlanmıyordu. Elbette özel bir seyirci kitlesi vardı. 50 yaşından sonra aksiyon starı olan Liam Neeson’ın yeni filmi Non-Stop, tam anlamıyla bir aksiyon filmi sayılmasa da kısıtlı bir mekandaki gizemli atmosferi başarılı bir şekilde oluşturuyordu. En iyi olup olmadığı tartışılır ama yılın en estetik aksiyon filmi ise Uzakdoğu sinemasından geliyordu. Wong Kar Wai’nin uzun süredir üzerinde çalıştığı Büyük Usta (Yi dai Zong shi / The Grandmaster), hikâyesinde bazı kopukluklar olsa da dövüş sahnelerini hikâye anlatımı için kullanmayı başarıyordu. Yeşilçam döneminde çok enteresan aksiyon sineması örnekleri çıkaran sinemamız, son yıllarda bu konuda başarılı filmler ortaya koyamıyordu. Bu sezon Panzehir bu konuda güzel bir sürpriz oldu. Hikayesinde mantıksız noktalar olsa da izlenmeye değer iyi bir B-sınıfı aksiyon filmiydi Panzehir.

da Sherlock Holmes göndermelerinin havada uçuştuğu imam/dedektif Selman Bulut karakteri tüm filmi sürüklemekte hiçbir zorluk çekmiyordu.

Polisiyeler, Casusluk ve Suç Öyküleri, Gizemli Entrikalar: Her ne kadar aksiyon filmleri ile yolu sık sık kesişse de temelde polisiye olarak anmamız gereken kimi filmler de vardı. Nicolas Cage’in sıradan filmlerinden Karanlık Cinayetler (The Frozen Ground), Ben Affleck’in komik bir kötü adam olduğu Büyük Kumar (Runner Runner) ve Luc Besson’un vasat çizgisini devam ettirdiği Belalı Tanık (Malavita) ve Son Üç Gün (3 Days to Kill) (burada Luc Besson yapımcı ve senaryo yazarıydı) türün izlemesek de olurdu dediğimiz örnekleriydi. Jack Ryan: Gölge Ajan (Jack Ryan: Shadow Recruit) iyi bir casusluk filmi örneğiyken Trans (Trance) ise kafa karıştırsa da aksamayan senaryosu ile dikkat çekiyordu. Dom Hemingway ve Ridley Scott’ın Danışman (The Counselor) filmleri suç dünyasına farklı açılardan bakan, iyi ama daha iyi olabilirdi dediğimiz filmlerdi. Türün en iyisi özellikle uyumlu oyuncu kadrosu ile dikkat çeken Düzenbaz (American Hustle) idi. David O. Russell’ın Umut Işığım (Silver Linings Playbook) filminden sonra bir kez daha her oyuncusundan maksimum fayda elde ettiği Düzenbaz hem keyifli hem de zeki bir film olmayı başarıyordu. Tür içinde sinemamızdan gelen başarılı örnekler de vardı. Behzat Ç.: Ankara Yanıyor, televizyonda oluşturduğu sadık seyirci kitlesinin bir kısmını sinemaya taşıyabilen bir filmdi. Doğrusu ilk filmden iyiydi ama işi sinema yapıyorum diye fazlaca aksiyona vardırmasa da olurdu. Hâlâ dizinin daha iyi bölümleri vardı diyoruz. Öncesinde hakkında pek bir beklenti olmayan Silsile de sürpriz şekilde iyi bir filmdi. Kazara bir işçiyi öldüren iki sevgilinin hikâyesine sınıf çatışmasını da ekleyen film en iyilerden olmasa da sezonun akılda kalan filmlerinden biri oldu. Silsile’nin belki de en iyi oyuncusu Serkan Keskin’in başrolde olduğu Onur Ünlü filmi İtirazım Var ise çok başarılı karakterleri ile türün yerli sinemadaki en iyi örneğiydi. Her ne kadar işin polisiye kısmı biraz aksasa

Çizgi Roman Uyarlamaları: Her zaman olduğu gibi çizgi roman uyarlamaları bizim için özel bir önem taşıyor. O yüzden onları tür filmleri içine almıyor, ayrı bir bölüm ayırıyoruz. Öncelikle meraklısı dışındaki seyircilerin çizgi roman uyarlaması olduğunu pek fark etmediği filmlere bir göz atalım. Ülkemizde de çizgi romanı yayınlanan İntikam Kurşunu (Bullet to the Head), son yıllarda sinemaya hızlı bir dönüş yapan Slyvester Stallone’nin orta karar aksiyon filmlerinden biri olarak kaldı. Zorlu İkili (2 Guns) da Denzel Washigton ve Mark Wahlberg açısından benzer cümleleri kurabileceğimiz bir filmdi. Her ne kadar uyarlandığı çizgi romandan epey farklı bir noktaya kaysa da birkaç yıl öncenin en keyifli filmlerinden RED’in devam filmi RED 2 ilkinin seviyesinde olmasa da yine keyifle izleniyordu. 300: Bir İmparatorluğun Yükselişi (300: Rise Of An Empire) için de ilkinin üzerine çok şey koyamayan bir uyarlama diyebiliriz. Neyse ki filmi kurtaran eşsiz bir Eva Green vardı ortada. Elbette bir kuşağın çizgi filmlerden hatırladığı Şirinler’in asıl kaynağının çizgi roman olduğunu düşünürsek, keyifli bir çocuk filmi olarak Şirinler 2 (Smurfs 2) filminin adını da anmamız gerek. İlkini sinemalarımızda izleyemediğimiz Göster Gününü (Kick-Ass) filminin bir çizgi roman uyarlaması olduğunu pek çok kişi biliyor herhalde artık. Aslında ikinci film yine ilkinin başarısına ulaşamayan bir filmdi ama yine de giderek tarz sahibi bir çocuktan güzel bir genç kıza dönüşmekte olan Chloë Grace Moretz’in Hit-Girl karakteri için izlemeye değerdi. Çizgi roman uyarlaması filmler ve –ne demekse artık– “sanat filmleri” ya da “festival filmleri” genellikle çok farklı kulvarlarda yer alan filmler olarak düşünülür. Elbette bu satırların yazarı gibi her ikisinden de büyük keyif alanlar vardır ama genellikle bir kesimde “festival filmleri”nin sıkıcı olduğuna dair bir önyargı varken bir kesim de çizgi roman uyarlamalarını sinemadan bile saymaz. Ama işte bu yıl her iki taraf için de bu önyargıları kıracak bir film vardı ortada. Pek az kişinin çizgi roman uyarlaması olduğunu fark ettiği Altın Palmiye sahibi, Mavi En Sıcak Renktir (Blue is the Warmest Color / La vie d’Adèle), hem çok başarılı yönetmenliği ve oyunculukları ile hem de başarılı senaryosu ile yılın en iyi filmlerinden biri, çok kişiye göre de birincisiydi. Gelelim çizgi roman âleminin popüler kanadına, yani Marvel ve DC’ye. Son yıllarda sinema alanında Marvel’in çok gerisinde kalmış olan DC, bu sezon yeni Superman filmi Man Of Steel ile yeni bir evrenin ilk adımlarını atıyordu. Pek yakında Batman ve Wonder Woman’ın da dâhil olacağı bu evrenin ilk filmi çok da iyi sayılmazdı açıkçası. Devamını nasıl getireceklerini göreceğiz. Marvel filmleri ise birkaç koldan karşımıza çıkmaya devam ediyordu. Karakterlerin haklarının farklı stüdyolarda olmasından dolayı solo olarak takılmaya devam eden Örümcek Adam yeni serisinin ikinci filminde

60

61


Sinema

Sinema

orta karar bir yapımla karşımıza çıkıyordu. X-Men evreni ise tam gaz yoluna devam ediyordu. Her ne kadar Wolverine (The Wolverine) karakter adına vasat bir film olsa da eskisiyle yenisiyle ekibi topluyoruz filmi olan X-Men: Geçmiş Günler Gelecek (X-Men: Days of Future Past) kamera arkasında bu işi çok iyi bilen Bryan Singer’ın da olmasının etkisiyle en iyi X-Men filmlerinden biri olarak karşımıza çıkıyordu. Avengers 2’ye doğru tam gaz ilerleyen büyük Marvel evreni ise Thor ve Kaptan Amerika (Captain America) filmlerinin ikincileri ile meraklılarına yine keyifli birer seyirlik sunuyordu. Komedi filmleri: Komedi filmleri de bu sezon sinemalarımızda sık sık gördüğümüz filmlerdendi. Özellikle yerli sinemada çok fazla örneğini gördük. Öncelikle romantik komedilerden bahsedelim. Her zaman söylüyoruz, az sayıdaki örnekler dışında romantik komediler genellikle başı sonu belli filmler oluyor. Zekice diyaloglar ve başroldeki oyuncuların uyumu bu türdeki filmlerin başarılı olmaları için çok önemli. Böyle baktığımızda Aşk Taktikleri (La Stratégie de la Poussette), Gönlümü Çaldın (One Small Hitch), Bu Aşk Fazla Sürmez (I Give it a Year) ve Son Moda Aşk (It Boy) gibi filmler türün sıradan örnekleri olarak kalırken Havada Aşk Var (Love Is In The Air) ve Aşkın Yolu (Take Me Home) gibi örnekler çıtayı biraz daha yükseltiyodu. Bu türde yılın iyileri ise Julie Delpy’nin yazıp yönetip oynadığı New York’ta 2 Gün (2 Days In New York) ve cıvıl cıvıl renkleriyle de dikkat çeken Popüler (Populaire) idi. Aşk Bilmecesi (Chinese Puzzle) de İspanyol Pansiyonu (L’auberge Espagnole) filminden beri yıllardır takip ettiğimiz karakterleri üçüncü kez (bu kez Amerika’da) karşımıza çıkarıyordu. Yerli sinemaya gelince Aşk Oyunu ve Kedi Özledi gibi filmleri türün vasat örnekleri arasında sayabiliriz. Bu İşte Bir Yalnızlık Var ve Patron Mutlu Son İstiyor da tam bir başarı sayılmazdı ama izlenebilir filmlerdi. İşin romantik tarafını tamamen bir kenara bırakan ya da çok az değinen komedi filmlerine geldiğimizde daha çok yerli filmler çıkıyor karşımıza. Bu kez yerlilerden başlayalım o halde. Ne yazık ki bunların büyük kısmı ciddi anlamda kötü filmlerdi. Vay Başıma Gelenler, Mc Dandik, Erkekler, Çılgın Dersane 3, Balayı gibi filmleri bir daha hatırlamak istemediğimiz filmler arasında sayabiliriz. Bir Recep İvedik çeşitlemesi sayılabilecek Şevkat Yerimdar’ı da bu filmler arasına almak mümkün ama kişisel olarak nedense bir sempatim oluştu bu filme ve karaktere karşı. Belki de yaptığı Yeşilçam göndermelerinden dolayı. Yerli komedi filmleri içinde ciddi bir kesim de hikâyesini kırsala taşıyıp yöresel özelliklerden mizah çıkarmaya çalışan filmlerdi. Süper İncir, Tepenin Uşakları, Sürgün İnek, Dursun Çavuş, Gülcemal gibi filmler hep bu anlayışta filmlerdi. Bunların birçoğunun arkasında politik olarak doğru önermeler olsa da sinema olarak başarılı olduklarını söylemek çok zordu. İlkinden çok kısa süre sonra çekilen ve fazla bir yenilik getiremeyen Hükümet Kadın 2 kamera arkasındaki ekiple biraz daha iyiydi ama o da çok aceleye gelmiş gibiydi. Tümüyle “hadi gel köyümüze geri dönelim” anlayışını benimseyen Mandıra Filozofu ise biraz fazla ütopik olsa da bu türde yılın başarılı sayılabilecek komedilerinden biriydi. Sağ Salim 2: Sil Baştan ise ilk film gibi en azından farklı bir komedi anlayışı üzerinden ilerlemeye çalışan bir filmdi.

62

Şehirli komedilerden Erkek Tarafı: Testosteron, sahne üzerinde aynı rolleri defalarca oynamış ekibin uyumuyla eğlenceli olmayı başarıyor ama tiyatrodaki tadı veremiyordu. Kadın İşi: Banka Soygunu da arkasındaki fikir iyi ama sineması yetersiz diyebileceğimiz filmlerden biriydi. Karnaval ise gayet iyi bir şehir komedisiydi ama ne yazık ki çok kısıtlı bir seyirciye ulaşabildi. Sezonun gişe şampiyonlarını ayrıca değerlendirmek istedim. Eyyvah Eyvah 3, serinin diğer filmleri gibi yine düzeyli bir mizah sunuyordu ama tıpkı ikinci film gibi finali çok hızlı ve basitçe toparlanmış gibiydi. Düğün Dernek pek çok kişiyi güldürdü, kabul ediyorum ama bazı ufak sinemasal numaralar ve birkaç espri dışında beni çok güldürmediğini itiraf etmeliyim. Yine de benzerleri yanında iyi bir film sayılabilirdi. Recep İvedik 4 ise bildiğimiz Recep İvedik’ti işte. Sevenlerine bir şey diyemem ama ben sevmiyorum. Yabancı komedi filmlerine geldiğimizde Tina Fey’i yeterince kullanamayan Başvuru: Kabul (Admission), uzun metrajlı bir Google reklamına benzeyen Genç Çıraklar (The Internship), her şeyiyle vasat Ateşli Aynasızlar (The Heat) ve sadece Adam Sandler’ı sevenlerin sevebileceği Büyükler 2 (Grown Ups 2) gibi örneklerin yanında Jennifer Aniston’un hala bir filmi sürükleyebileceğini gösteren Bu Nasıl Aile (We’re the Millers), pek çok Hollywood yıldızının kendi kendisiyle dalga geçtiği Buraya Kadar (This Is The End) ve Ben Stiller’ın zekice komediler yapabildiğini bir kez daha gösteren Walter Mitty’nin Gizli Yaşamı (The Secret Life of Walter Mitty) gibi iyi örnekler de vardı. Yine de bu sezon şöyle dört dörtlük bir komedi izledik demek zor. Çocuk Filmleri ve Animasyonlar: Geçen yıl bu satırlarda sinemamızın çocuk filmlerinin ve çocuklara yönelik animasyonların yavaş yavaş farkına varmakta olduğunu söylemiştik. Bu sezonda da Arkadaşım Max ve İksir ile bu farkındalık devam ediyordu. Hatta yanlarına animasyon olarak, popüler televizyon figürü Ayas’ın filmi de eklenmişti (bir de vizyonda bir hafta bile kalamayan Uzay Kuvvetleri 2911 vardı ama o hikâyeye hiç girmeyelim). Bu filmler için başarılı çocuk filmleri demek çok mümkün değil ama en azından iyi yolda olduğumuzu söyleyebiliriz. Yabancı filmlere geçtiğimizde korku filmleri faslında bahsettiğimiz Vampir Kız Kardeşler dışında Tatlı Cadı Lili: Mandolan’a Yolculuk (Hexe Lilli: Die Reise nach Mandolan) da Avrupa sinemasından gelen keyifli bir çocuk filmiydi. Defalarca sinemaya ve televizyona uyarlanan bir hikâyenin yeni versiyonu Güzel ve Çirkin (La Belle et la Bete) de izlemeye değer bir yapımdı. Son yıllarda karşımıza çokça çıkan klasik masallara farklı bir açıdan bakma akımı Uyuyan Güzel’in farklı bir yorumu olan Malefiz (Maleficent) ile devam ediyordu. Animasyon filmlerine gelince birkaç yıldır gördüğümüz gibi birbirine çok benzeyen ve belli bir seviyeyi aşamayan pek çok film izledik. Kahraman Uzaylılar (Escape From Planet Earth), Acemi Gladyatör (Gladiators), Kuşlar Şehrinde Macera (Zambezia) ve Büyüler Evi: Sihirbaz Kedi (The House of Magic) bunlardan

63


Sinema

Sinema

bir kaçıydı. Tinkerbell ve Korsan Peri (Tinkerbell: The Pirate Fairy) filmi de teknik açıdan çok başarılı bir film değildi ama Peter Pan hikâyesinin öncesini anlatması ile dikkat çekiyordu. Büyük stüdyoların animasyonlarından Uçaklar (Planes) ve Turbo, birbirlerine çok benzeyen yapıları ve özgünlük içermeyen hikâyeleri ile vasat işlerdi. Çılgın Hırsız 2 (Despicable Me 2), Köfte Yağmuru 2 (Cloudy With A Chance Of Meatballs 2) ve Rio 2 için iyi devam filmleri diyebiliriz. Sezonun en iyi animasyonları ise pek çok orijinal fikir barındıran Lego Filmi (The Lego Movie) ve ilk başta sadece küçük kızlara hitap ediyor gibi görünse de izledikçe giderek daha fazla keyif veren Karlar Ülkesi (Frozen) idi. Elbette bir de mutlaka adını anmamız gereken Rüzgâr Yükseliyor (Kaze Tachinu / The Wind Rises) var. Büyük usta Hayao Miyazaki’nin son filmi olduğunu açıkladığı bu yapım Miyazaki’nin başyapıtlarından biri değildi belki ama sezon içindeki en iyi birkaç animasyondan biriydi. Gerçek Yaşam Öyküleri: Her sezon olduğu gibi bu sezon da gerçek yaşam öykülerinden yola çıkarak oluşturulmuş çokça film izledik. Ele alınan karakterlerin çok ünlü olmaları filmlere baştan bir çekicilik katıyor gibi gözükse de sonuç her zaman iyi olmuyor. Farklı alanlarda çok tanınan isimler ile ilgili filmler çok ilgi çekmedi geçen sezon. Steve Jobs’ın hayatını anlatan Jobs, Ashton Kutcher’ın oyunculuktan ziyade taklit yeteneğini sergiler gibiydi. Mandela: Özgürlüğe Giden Uzun Yol (Mandela: Long Walk To Freedom), kötü bir film değildi belki ama yakın tarihin bu çok önemli figürünün neden bu kadar saygı gören bir insan olduğunu anlatmaktan uzaktı. Diana ise sezonun en kötü eleştiriler alan filmlerinden biriydi. Belki de Diana insanların gönlünde çok farklı bir yerde olduğu için hangi film olsa başarısızlığa mahkûmdu. Doğrusu ben çok kötü bir film olarak görmüyorum. Hakkında farklı fikirler olsa da Sofia Coppola’nın Pırıltılı Hayatlar (The Bling Ring) filmi ünlülerin evlerine girip ufak tefek şeyler çalan bir grup genci anlatırken günümüzün popüler kültür dünyası üzerine de alttan altta önemli şeyler de söylüyordu. Bazı gerçek yaşam öyküleri ise neredeyse bir propaganda filmine dönüşüyordu. Örneğin, başarılı bir zanaatkâr olduğu inkâr edemeyeceğimiz ama filmlerinin içeriği tartışmalı olan Paul Greengrass, Kaptan Phillips (Captain Phillips) filminde adeta tek bir Amerikalının kılına zarar vermeye kalkarsanız dünyayı başınıza yıkarız diyordu. Son Kalan (Lone Survivor) da kahraman ve cefakâr Amerikan askerleri temalı bir filmdi. Başkanların Hizmetkarı (The Butler) yıllar yılı Amerikan Başkanlarına hizmet etmiş siyahi bir adamdan yola çıkarak çekilmiş, biraz araştırdığınızda gerçeklerle ilgisinin çok az olduğunu göreceğiniz bir filmdi. Bu da adeta yıllarca siyahi Amerikalıları kullandık ama sonunda onlardan birini Beyaz Saray’a kadar çıkardık demek için yapılmış bir filmdi. Aslında bu yönüyle Oscar’larda da iddialı olabilecek bir filmdi ama siyahi Amerikalılara ne kadar kötü davrandık temalı başka bir film ortaya çıkınca işler değişti. 12 Yıllık Esaret (12 Years a Slave) etkileyici bir filmdi

64

gerçekten ama yönetmen Steve McQueen’in önceki filmlerine bakınca bir geri adımdı. En azından Oscar hedeflenerek yapıldığını çok belli ediyordu ve sonuçta aldı da zaten. Neyse ki gerçek yaşam öykülerinin daha gerçekçi örnekleri de vardı. Örneğin Son Durak (Fruitvale Station) polis şiddetine kurban giden bir bireyin son gününe adeta belgesele yakın bir bakış atıyordu. İki Formula 1 yarışçısının yarış pistindeki ve dışındaki rekabetini anlatan Zafere Hücum (Rush), Hollywood kurallarının dışına çıkmasa da iyi anlatılmış ve iyi oynanmış bir filmdi. Mary Poppins’in yazarının hikâyesini anlatan Mr. Banks (Saving Mr. Banks) de öyle. Yılın en fazla öne çıkan gerçek yaşam öyküleri ise 80’lerde AIDS’in en korkutucu olduğu dönemde geçen öyküsü ve başarılı oyunculukları ile dikkat çeken Sınırsızlar Kulübü (Dallas Buyers Club) ile anlattığı konuya yaklaşımı tartışmalı olsa da teknik açıdan çok başarılı bir film olan Para Avcısı (The Wolf of Wall Street) idi. Ana karakterine adeta bir rock yıldızı havasında yaklaşan Scorsese, karakterin hayatındaki abartıyı tüm filme yedirmeyi başarıyordu. Aşk, Hüzün, Gözyaşı: Elbette hüzünlü aşk filmleri, trajik sonlar, seyircinin gözyaşı torbalarının dolmasını hedefleyen filmler de vardı vizyonda. Bunların bir kısmı hüznü gayet kıvamında tutarken bazıları işi duygu sömürüsü boyutuna sürüklüyordu. Neva, Su ve Ateş, Sürgün, Senin Hikayen, Sonsuz Aşk (Endless Love) gibi filmler işin hüzün yönünü öne çıkaran filmlerdi. Öyle Sevdim ki Seni, Sev Beni, Soğuk gibi filmler son yıllarda örneklerini sıkça gördüğümüz Türk bir erkekle yabancı (genellikle eski Doğu blokundan gelen) bir kadının aşkını konu ediyorlardı. Biraz daha sıra dışı aşk hikâyelerine gelirsek Yasak Aşk (Two Mothers), isminden iki annenin birbirlerine olan aşkını anlatıyor gibi gözükse de aslında iki annenin birbirlerinin oğullarına olan aşkı gibi epey riskli bir konuya giriyordu. Özellikle finale doğru inandırıcılığını yitirse de kimi eleştirilerde söylendiği kadar kötü bir film de değildi. Hindistan’dan gelen Sefer Tası (The Lunchbox) da aşkın yaşı olmadığını gösteren bir başka filmdi. Üstelik

65


Sinema

Sinema

film boyunca ana karakterlerin bir sefertası içinde gidip gelen notlarla haberleşmesi ve neredeyse bir kere bile birbirlerini görmemiş olmaları hikâyeyi daha da ilginç bir hale getiriyordu. Yılın en başarılı aşk filmi ise 10 yılda bir yeni hikâyelerini izlemekten büyük zevk aldığımız Jesse ve Celine’in artık çoluk çocuğa karışmış olduklarını gördüğümüz Geceyarısından Önce (Before Midnight) idi. Yönetmen Richard Linklater ve oyuncular Ethan Hawke ve Julie Delpy yaşadıkça bu hikâyenin devam ettiğini, Jesse ve Celine’in torunlarını görmeye hiç itirazım olmaz doğrusu. Duygu sömürüsü deyince engelli insanlarla ilgili kimi filmlerden de söz etmeliyiz. Ne yazık ki bu hikâyeler kimi zaman sadece seyirciyi ağlatmak için kullanılıyor. Özellikle yerli sinemada bunun örneklerini çokça gördük bu sezon. Benim Dünyam, Bensiz, Özür Dilerim, Sadece Sen gibi filmler konuya çok klişe, ilk akla gelen yönleriyle yaklaşan filmlerdi. Çağan Irmak’ın en iyi filmi sayılmazdı belki ama Tamam mıyız? işi duygu sömürüsüne vurmadan anlatması ile farklı bir yerde duruyordu. Yabancı sinemadan ise bu konuda çok iyi bir film izledik. Hayallerin Ötesinde (Imagine), görme engelli iki insanın aşkını anlatırken, sinemasal açıdan seyircileri de onların duygularına ortak edecek bir anlayış kuruyor ve bazen göremiyor olmanın görmeye göre avantajları olabileceğini de gösteriyordu. Geçtiğimiz yıllarda Türkçe isimlerinde “aşk” geçen filmlerin ne kadar çok olduğundan bahsetmiştik. Son iki sezonda bu sayı 16 ve 18’di. Bu sezon film sayısının artmasına paralel olarak adında “aşk” kelimesi geçen film sayısı da artmış. 20 filmin Türkçe adında “aşk” vardı. Üstelik kısa aralıklarla gösterime giren iki farklı filmin Türkçe adları da Ölümsüz Aşk’dı (Ain’t Them Bodies Saints’in çevirisi çok da kolay değildi, kabul ediyorum). Müzikaller: Aslında belirgin bir şekilde müzikal türüne dâhil edebileceğimiz pek bir film yoktu bu sene. Yine de müzikalden ziyade dans filmi diyebileceğimiz Yılın Savaşı (Battle of the Year) ve duygusal hikâyesi içinde bol bol şarkılar dinlediğimiz Kırık Çember (The Broken Circle Breakdown) zorlayarak da olsa bu kategoriye dâhil edilebilecek filmler. İlki son derece vasat bir filmdi ama ikincisi son derece üzücü hikâyesini duygu sömürüsü yapmadan anlatmayı başarabilen, müzikleri de en az film kadar başarılı, kalburüstü bir yapımdı. Sinemalarımızda çok fazla görmeye alışık olmadığımız Bollywood filmlerinden Aşk Treni (Chennai Express) ise hem müzikal, hem dans filmi diyebileceğimiz ama aksiyon ve duygusallık da içeren bir filmdi. Dört dörtlük bir film değildi belki ama ara sıra Hint filmleri de izlesek hiç fena olmayacak dedirtiyordu. Sınırları biraz daha zorlarsak Coen kardeşlerin eski formlarına geri döndüklerini gösteren Sen Şarkılarını Söyle (Inside Llewyn Davis) filminden de bolca şarkı içermesi nedeniyle burada bahsedebiliriz. Coen kardeşler kaybeden bir müzisyenin öyküsünü anlatırken karşımıza bir kez daha çok renkli karakterler çıkarıyorlardı.

66

Belgeseller: Belgeseller açısından her yıl biraz daha iyi bir sezon yaşıyoruz. Farklı konulara eğilen ve farklı seyircileri hedefleyen belgeseller izleme fırsatı bulduk bu sezon da. One Direction: This Is Us ve Justin Bieber: Believe, hedef kitlesi ilgili sanatçıların hayranı olan genç kızlar olan belgesellerdi. Ünlü bir insanın hayranları ilişkisini inceleyen bizden bir örnek olarak Müslüm Baba’nın Evlatları filmini izlemek mümkündü. Doğa belgesellerini sevenler için Baldan Acı (More Than Honey) filmi karşımıza çıkarken yıllar önce izlediğimiz Baraka’nın devamı niteliğindeki Samsara da sevenlerini mest etmeyi başarıyordu. Bildik anlamda bir belgeselden çok seyircide uyandırdığı duygular ile ön plana çıkan Samsara sadece belgeseller arasında değil sezonun tüm filmleri arasında da en iyilerinden biriydi. LGBT birey olma meselesine anne ve babalar açısından bakan Benim Çocuğum, “benim oğlum ya da benim kızım değil, benim çocuğum” mesajını veren önemli bir belgeseldi. Tümüyle bir sigara bıraktırma seansı şeklinde geçen Bırakmak İstiyorum’u gösterime girmiş olması ilginç bir belgesel olarak niteleyebiliriz. Fena da seyirci çekmedi doğrusu. Festivallerde Mısır’daki Arap Baharı olgusunu ve sonraki gelişmeleri anlatan pek çok belgesel izledik son yıllarda. Çoğunlukla bir yönleriyle eksik bulduğum filmlerdi bunlar. Başka Sinema sayesinde gösterime girme fırsatı bulan Meydan (The Square) ise benzer belgeseller arasında en iyisiydi. İzlerken neden bizim Gezi olayları ile ilgili böyle bir belgeselimiz yok diye de düşündürdü. Bizim sinemamızdan gelen Menekşeden Önce ise keşke Sivas katliamı olmasaydı da böyle bir film izlemeseydik dedirten çok başarılı bir belgeseldi. Bu filmler dışında geniş kapsamlı gösterime girmese de Başka Sinema kapsamında birer gece gösterilen Siirt’in Sırrı ve Gökkuşağının Peşindeki Çocuklar (Bûka Baranê) filmlerini de dâhil edersek belgeseller açısından en verimli yılı geçirdiğimizi söyleyebiliriz. Ve Diğerleri: Sıra geldi tür olarak belli bir kategoriye sokamadığımız filmlere. Sosyal sorumluluk filmi diyebileceğimiz bir grup film vardı örneğin. Kadına şiddet, çocuk gelinler gibi konuları işleyen bu filmler fikir olarak iyi bir amaca hizmet etse de sinema olarak yetersiz filmlerdi. 3 Kadın 3 Kader ve Halam Geldi gibi filmleri bu grupta düşünebiliriz. Aslında gençlik ve büyüme filmlerine ayrı bir başlık ayırsaydık Saksı Olmanın Faydaları (The Perks of Being a Wallflower), Bir Hayalimiz Vardı (Ginger & Rosa), Direniş Günlerinde Aşk (Apres Mai) ve Genç ve Güzel (Jeune et Jolie) filmlerini bu kategoriye dâhil edebilirdik. Hepsi de konuya farklı açılardan yaklaşan belli bir seviyenin üzerinde filmlerdi. Yerli sinemadan da Mavi Dalga kimi eksiklerine rağmen genç olma duygusunu verebilen bir filmdi.

67


Sinema

Sinema Bir de tümüyle ya da ağırlıklı olarak kadın karakterlere odaklanan filmler vardı. Bunun en iyi örneklerinden biri başlarından bir travma geçmiş iki kız kardeşin bir tatil yöresindeki günlerini tekinsiz bir atmosferde anlatan Kusursuzlar idi. Ramin Matin bu ikinci filminde sezonun en iyi yerli filmlerinden birine imza atmıştı. Köksüz de her ne kadar ana karakterlerinden biri ergenlik çağındaki bir genç olsa da ağırlıklı kadın karakterleri ile başarılı bir filmdi. Kadın karakter deyince elbette bu sezonun unutulmaz filmlerinden ve karakterlerinden biri de Frances Ha idi. Fransız Yeni Dalga filmlerine de selam çakan bu yapım, sezonun en keyifli filmlerinden biriydi. Yaşı biraz büyütürsek elbette Gloria filmini de atlamamalıyız. Sezona damga vuran kadın karakterlerden bir diğeri de Woody Allen’ın formunu yitirmediğini gösterdiği Mavi Yasemin (Blue Jasmine) filmiyle Jasmine karakteriydi. Cate Blanchett çok ince bir psikolojik çizgide duran bu karakteri müthiş bir başarıyla canlandırıyordu. İyi oyunculukların üst seviyeye taşıdığı bir başka film de Onur Savaşı (Jagten) idi. Mads Mikkelsen, çocuk tacizi ile suçlanan karakterinin sessiz ama kararlı mücadelesini büyük bir başarıyla veriyordu. Bizim sinemamızda da son yıllarda ne kadar iyi bir oyuncu olduğu keşfedilen Ercan Kesal, Yozgat Blues ve Küf filmlerinin başarısında önemli bir rol oynuyordu. Yıllarca sinemamızdan uzak kalmış Defne Halman’ın ne kadar iyi bir oyuncu olduğunu gösteren Hayatboyu da seyirciye mesafeli duran yapısına karşın bir evliliğin çöküşünün anatomisini getiriyordu karşımıza adeta. Yıllardır farklı filmlerini zevkle izlediğimiz kimi yönetmenlerin yeni filmlerinden de burada söz edelim. Bunların bir kısmı yönetmenlerin eski filmlerini aratıyordu. Şarkı Söyleyen Kadınlar, Kemerlerinizi Bağlayın (Allacciate Le Cinture) ve Kapital (Capital) sırasıyla Reha Erdem, Ferzan Özpetek ve Costa-Gavras için geri adım olan filmlerdi. Bunun yanında hayal kırıklığına uğratmayan yönetmenler de vardı. Örneğin Asghar Farhadi bir kez daha özellikle senaryosu ders olarak okutulabilecek bir filmle karşımıza çıkıyordu. Geçmiş (Le Passé), Farhadi’nin İran dışında da çok iyi filmlere imza atabileceğini göstermesi açısından da önemliydi. Paolo Sorrentino ise Amerika’da bir miktar tökezleyen filmografisini İtalya’ya dönerek tekrar yoluna sokuyor ve Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza) ile yılın en iyi filmlerinden birini ortaya koyuyordu. Wes Anderson da Büyük Budapeşte Oteli (The Grand Budapest Hotel) ile bildik tarzına çok yeni bir şey katmıyordu belki ama filmin ne kadar iyi olduğunu düşünürsek belki de buna gerek yoktu. Sezonun en sıra dışı filmlerinden biri Kim Ki Duk’un Moebius filmiydi. Kendisini aldatan kocasından intikam almak için onun penisini kesmeye çalışan, bunu yapamayınca intikamı oğluna yönlendirerek onun penisini kesen bir anne ile başlayan film öyle noktalara gidiyordu ki başlangıcını anlattığımız bu cümle filmin belki de en “normal” anı oluyordu. Hiç bir kategoriye alamadığımız filmler deyince Kutsal Motorlar (Holy Motors) filminden bahsetmezsek olmaz. Leos Carax’ın sinemaya dönüşünü müjdeleyen bu film

68

sinemada bildik anlatım biçimleri ve hikâye kalıpları dışında bir şeyler yapmanın da mümkün olduğunu gösteren filmlerden biri olarak hayranlık vericiydi. Sezonun ilk 10’u: Yazının finalini yine Haziran 2013-Mayıs 2014 döneminde gösterime giren tüm filmler arasından seçtiğim ilk 10 listesi ile yapalım: 1. Mavi En Sıcak Renktir (Blue is the Warmest Color / La vie d’Adèle) 2. Yerçekimi (Gravity) 3. Kutsal Motorlar (Holy Motors) 4. Muhteşem Güzellik (La Grande Bellezza) 5. Geçmiş (Le Passé) 6. Sadece Aşıklar Hayatta Kalır (Only Lovers Left Alive) 7. Para Avcısı (The Wolf Of Wall Street) 8. Aşk (Her) 9. Mavi Yasemin (Blue Jasmine) 10. Frances Ha

Hasan Nadir Derin http://sinemamanyaklari.com/

69


Öykü

Zihnimdeki Kayıp Anahtar Sağ eli titremeye başlayana kadar yazmayı sürdürdü, en son saymayı bırakmıştı ama defterin yirmi altıncı sayfasında olmalıydı. Sürekli alt alta aynı cümleleri yazıyordu, artık ne için yazdığını bile hatırlamıyordu. Sanırım bir deney olarak başlamıştı her şey, bulanık düşünceler arasında yaptığı şeyi anlamlandırmaya çalışıyordu boş yere belki de. Artık durması gerektiğini kendisine hatırlatırken bir delinin günlüğü olabilecek edebi eserine bir yandan da göz atmayı ihmal etmedi. Son bir kez baktı ve defalarca yazdığı o cümleyi içinden okudu: “BU SEFER KİMLİĞİMİ BULDUM…” İçinden gülümsedi ve huzur içinde defterini kapatıverdi. Çekmecesine defteri kaldırmasıyla ofisine birisinin girmesi bir oldu. Takvimini bugün kontrol edememişti, ondan gelen kişi hakkında bir bilgisi yoktu. Levent, ilk kez buraya geliyordu. O kadar inat etmiş olmasına rağmen bu desteğe ihtiyacı olduğunun farkındaydı artık. Sonuçta bu onu deli kalıbı içerisine sokmazdı ki, gittiği bir hastane değildi ve kendisi bir hasta olmayacaktı. Karşısındaki kişi bir psikologdu ve derdini paylaşıp kafasında çözemediği şeyler hakkında tavsiye alacaktı sadece. Kendisine bunun yanlış bir durum olmadığına inandırmaya çalışıyordu, yine de bir yanı bu kapıdan içeri adımı attıktan sonra bile ona kızıp duruyordu sürekli. Bir süre garip bir sessizlik yaşanmıştı. Levent, psikoloğun suratına bir süre bakamadı ve onun yerine masanın üstüne odaklanmıştı. Masa gayet derli toplu görünüyordu. Telefonu sağ köşede duruyordu ve yanında yapışık ikiz gibi duran bir mendil kutusu konmuştu. Telefonun parlak olmasından zaten o mendil kutusundan sürekli ıslak mendillerin eksildiği anlaşılıyordu. Anlaşılan psikolog biraz fazla titizdi. Ardından psikoloğun isminin yazılı olduğu levhaya gözleri takıldı. O da gülünç derecede parlaktı, adam her sabah onu da parlatıyor olmalıydı. Her harf özenle silinmiş gibiydi ve Levent levhanın üstündeki adı içinden birkaç defa söylerken buldu kendini: Psikolog Oktay Ateş. “Hoş geldiniz”diye karşıladı psikolog gelen kişiyi ve masasının önüne özenle konmuş olan deri koltuğa buyur etti. Pencere kenarında duran psikologların simgesi sayılan yatmalı kanepeye daha geçmeyeceklerdi belli ki. “Merhaba… İki gün önce telefonda konuşmuştuk… Ben şey… Bugün için…” Sinir olmuştu kendisine, çünkü iki seneye yakın kekelemiyordu. Bunu atlattığını düşünüyordu, ama anlaşılan kekelememesinin tek nedeni heyecanlanabileceği bir ortama kendisini sokmayacak kadar çekingen bir hayat yaşaması olduğunu fark ediyordu o anda. Psikolog her zaman ciddi davranırdı, gülümsemeyi ihmal etmezdi ama karşısındakinin kusurları karşısında tepki göstermezdi karşı taraf utanmasın diye. O yüzden gelen kişinin sözlerinde kekeme kısımları duymamış gibi davranarak konuştu o da. “Takvimim bugünlerde çok dolu diye biliyorum. Ondan unutmuşum. Lütfen oturun öncelikle, bugün zaten biraz tanışma şeklinde geçecektir.”

70

71


Öykü

Öykü Levent başka bir şey demeden, diyemeden daha doğrusu, gösterilen deri koltuğa oturuverdi. Kekemelik yapacağından korkuyordu ve dudakları kilit olmuş vaziyetteydi. “Lütfen rahat olun, endişelenmeden konuşabilirsiniz” diye rahatlatmaya çalıştı psikolog hemen. Ama pek işe yaramıyor gibiydi sözleri. Karşı taraf korktuğu şeyin başına gelmesinden dolayı hem utanıyor hem de kendine kızıyor olmalıydı. O da başka bir yol denemeye karar verdi. “İsterseniz önce ben konuşayım, eğer konuşmak isterseniz hiç çekinmeden beni durdurabilirsiniz.” Karşı taraf başını salladı sadece, öneriyi kabul etmişti. “Benliğimizde bazen oturmuş gibi duran karakter özelliklerimiz vardır, bunlar sürekli bizimle beraber anılarımıza yerleşirler, her anımızda bizimle olurlar. Mesela kıskançlığı üzerine yapışmış bir insan, bu karakter özelliğini her anında sergileyecektir. Bu basit bir örnek oldu farkındayım, ama ne demek istediğimi anlatıyor en azından.” Psikolog karşı tarafın onu dikkatlice dinlediğinin farkındaydı, bu iyi bir gelişmeydi. Gelen kişilerin çoğunun dinleme problemi oluyordu. En azından huysuz biriyle karşı karşıya değildi. Sözlerine devam ederken çekmecesini açtı bir yandan da. En son koyduğu defterini görünce içi ürperdi. Onu görmemiş gibi davranarak çekmecede duran dosyalardan birini çıkarttı. “Zihnimizde karanlık bir oda vardır. Anahtarı zihnimizin derinliklerinde kaybolmuştur. Hepimiz farkında olmadan ona ulaşmak isteriz. Orada yüzleşmek istemediğimiz şeyler vardır. Tüm benliğimizin karanlık taraflarını o odaya kapatırız. Ama insanoğlu meraklıdır, bir şekilde kendisine itiraf edemese de o anahtarı arar durur ömrü yettiğince.” Konuşurken bir yandan da çıkarttığı dosyayı açmıştı ve anlattığı şeye örnek olabilecek bir vaka aramaktaydı. “İşte bahsetmeye değer ilginç bir vaka! Size herkese göre normal sayılabilecek bir adamı göstermek istiyorum. Adı mühim değil. O da sıradan sorunlarını konuşmak için buraya gelmişti. Ama seanslarım esnasında zihninin en karanlık kısımlarına yolculuğa çıkmaya başlamıştık ve sonunda farkında olmadan kayıp anahtarı buluvermişti. O odayı açtığı anda artık iş benden çıkmıştı. Birilerine haber vermek zorunda kalmıştım.” “Peki… adama ne oldu?” Levent anlatılan şeylerin kendisiyle ilgisini çözememişti, ama karşı tarafı dinlemek hoşuna gitmişti. Hatta anlatacağı şeyin devamını merak ederken bulmuştu kendini. “Şizofren teşhisi ile akıl hastanesine kaldırıldı. Demem o ki hepimiz aslında karanlık sırlar barındıran birer günahkarız. Sadece zihnimizde kayıp olan bir anahtarın karşımıza çıkıp çıkmamasına bağlı olarak karanlık benliğimiz ortaya çıkabiliyor.” “Ne… ne demeye çalışıyorsunuz? Benim de anahtarı bulmama az mı kaldı?” “Hayır, ben sadece ilgini çekmeye çalışıyordum. Bak, seni konuşturdum bile ve gayet akıcı konuşuyorsun. Kendinden sakın utanma.” Levent gülümsemeyi beklemiyordu konuşmanın devamında. Yani psikoloğun anlattığı şey o kadar önemli değildi, o sadece sohbete katılması için ortaya bir konu atıyordu. Onu konuşturacak ya da merakta bırakıp soru sormasına neden olacak ilginç bir konudan bahsediyordu. “Heyecanlandıkça olan bir durumsa eğer bu, sana önerim sen de konuşmalara dahil ol ve devamında göreceksin konuşmayı başlatan ve insanların dinlediği kişi sen olacaksın.”

72

Levent alt dudağını ısırıyordu, ama psikolog bunu iyi bir işaret olarak görüyordu. Yüreğinde bir şeyler çözülüyor gibiydi. Bu zamana kadar hep endişelenmiş ve korkuyla yaşamıştı. Bu da onda kekemelik olarak ortaya çıkıyordu. Herkeste bir başka şekilde ortaya çıkardı bu durum, kimisinin dudakları kendiliğinden atar, kimisini ateş basar, kimisinin bedeninin bir tarafı uyuşur ya da yüzünde bir yerlerde sinir bozucu sivilceler ortaya çıkar. Heyecanlanmak doğaldır, ama hayatımızda sırf bunu endişelendiğimiz şeylerle karşılaşmamak için bir bahane olarak kullanmak hatalıdır. Levent’in gözleri pencerenin yanındaki yatmalı koltuğa kaymıştı, anlaşılan oraya hiç geçmeyeceklerdi. Psikolog da Levent’in nereye baktığını fark etmişti. “O psikanaliz çalışmalar için kullanılır, senin durumunda sen yatmadan da konuşabiliriz.” Levent bunun üzerine gülmeden duramadı ve bir bilgiyi daha öğrendikten sonra artık kalkma zamanının geldiğini düşünmüştü. Teşekkür etmek için elini uzattığında: “Buraya gelmeden önce gerçekten de endişeliydim. Sitenizdeki resminizi değiştirmenizi öneririm. Hem orada yaşlı duruyorsunuz hem de benim gibileri korkutuyorsunuz” diye takıldı. “Sanırım haklısın. Ah, tabi daha adınızı bile hiç öğrenemedim. Takvime de bakmadığımdan hatırlayamadım da.” “Levent Laleli.” “Tanıştığımıza memnun oldum, Levent Bey. Sanırım bir başka daha seans istemeyeceğinizi tahmin ediyorum, ama ne sıkıntınız olursa olsun çekinmeden arayabilirsiniz.” “Çok teşekkür ederim, Oktay Bey. Çok ilginç bir deneyim oldu benim için, bu şekilde aydınlanacağımı hiç beklemezdim. O karanlık odaya hiç adım atmam umarım.” Levent mutlu bir şekilde ayrılıyordu oradan. Bu yüzden de ayakkabısına sonradan damladığını fark ettiği kana hiç dikkat etmedi ya da umursamadı bile. Bir daha buraya uğramayacaktı ne de olsa ve geride bıraktığı tatlı bir anı olarak hatırlayacaktı. Psikoloğun anlattığı kayıp anahtar zırvalarını pek anımsamayacaktı, ama hayatının geri kalanında bulunduğu ortamlarda ilgisini çeken bir konu olduğu zaman hiç çekinmeden muhabbete katılabilecekti. Psikolog bu endişelerinin yersiz olduğunu ona göstermişti ve bundan sonraki hayatında bir kere bile kekeleme sorunuyla karşılaşmamıştı. Psikoloğu da araması gerekmemişti. Oktay Ateşli’ye ise gelecek olursak o Levent Bey ile telefonda konuşmuş ama hiçbir şekilde yüz yüze gelememişti. Masasının altında ölü bedeni Levent’in psikolog sandığı kişi ile olan seansı boyunca fark edilmeden durmuştu. Kendisini psikolog sanan ve bu kimliğe girmekte pek sıkıntı yaşamayan katili ise ofisinden ayrılmadan önce aynada kendisine bakıyordu. Karanlık odasının kapısını açmış bu kişi, o odanın anahtarını bulmasına vesile olan kişiye akıl hastanesinden çıktığının ertesi günü bir ziyarette bulunmuştu. Her şeyin başında sıradan bir sohbet için gelmişti oysaki ama onunla olan konuşmaları yüzünden benliğindeki karanlık yönlerini keşfetmişti ve en sonunda bunu fark eden psikolog onu akıl hastanesine kapattırmıştı. Hastaneden çıktığı gibi de soluğu burada almıştı. Kimlik bunalımını ise bu şekilde çözeceğini hiç tahmin etmemişti ve anlaşılan iyi bir psikolog da olmayı başarmıştı. Artık bu sefer kimliğini bulmuştu… Yazan: Gürhan ÖZTÜRK

73

lllüstrasyon: İbrahim Muhammet ÇELİK


DÜNYA

74

75

Yazan-Çizen: Murat SEVİNÇ


76

77


78

79


Öykü

Akdon “Beni bir ölünün üstünden çıkardılar. Burada satılacak adam bekliyorum, öbürü tıpkı benim gibi, bugün bir ölünün üstünden çıkmadıysa yarın ikinci veya üçüncü sahibinden sonra bir ölünün üstünden çıkacak. Düşün, düşün, biz insanlardan evvel eskidiğimiz halde kaç insan eskitiyoruz? Bizim ıstırabımızı düşün! Biz vücutsuz kalan bir elbise miyiz, yoksa elbisesiz kalmış bir ıstırabın vücudu mu?” Necip Fazıl Kısakürek, “Eski Elbiselerin Hafızası” Bölüm I: “Ete Kemiğe Büründüm” “Oğul! Sakalım aktır, bildiğim çoktur, belim eğikse de şükür, başım hep diktir. Ozanlardan ataları dinledim, diz kırdım kamların huzurunda serinledim, nice gönle tanrı buyruğun ben esinledim. Gördüm geçirdim, dondan dona girdim, yedi kat göğe ağdım, yağmur oldum yere yağdım. Balalıkta atam Kayan dedi adıma, bu yaşıma eriştim ve yettim muradıma, ak sütü ben bozdum kımız eyledim, sert yele ben sızdım yırlar söyledim; sözümü dinle, kara yazgıyı önle. Oğul! Bilmeze bildiren, yitmişi bulduran, ata yol aldıran, balığı göle daldıran, yüklü kadının karnını dolduran, çiçeği bitiren solduran, yatmışı kaldıran, ozana çaldıran buyruk verende, bulutlarla gölgesin gökyüzüne serende, börü soylu kağanlar bozkırda hüküm sürende, kamlar yürüdü bir zaman, beylere kalmayan acunda, acunun unutulup gitmiş bir ucunda. Gözleri gök rengi, kopuzlarında göklerin ahengi, sözlerinde Bay Ülgen’le Erlik Han’ın avaz avaz cengi, bilmezi uyardılar, dört diyarı dolanıp, günbatımına vardılar. Ak dona büründüler, kuş olup uçtular da yılan olup süründüler, kurt olup göründüler. Oğul! Kamlar göklerle konuşur, Bay Ülgen’e danışır, dondan dona Görklü Tanrı neye isterse dönüşür. Kamlar Tanrı’ya kulak verir, Tanrı cümle yaratığı onlara ulak verir, sıfatına kam denenin artık adı anılmaz, tanrıya dilmaçlık eder kamlar asla yanılmaz. Düşmanları Erlik’tir ki bastığı yer bunludur, bin kere bin fikirli bin bir oyunludur, gökten şüphe ettirmeye çaşıt salar Yek gönderir, gök kamların ayağına bin çeşit köstek gönderir. Oğul! Çağı çatanda Bay Ülgen, ak donuna sarındı, Han Tengri’nin pınarlarında yıkanıp arındı, Erlik Han’a karşı geldi, kılıç vurup kalkan çeldi, Erlik kara donludur, türlü türlü oyunludur, bir o çaldı bir bu vurdu, iki tanrı birbirine yaman lanet savurdu. Tanrı tanrıya baskın gelse, gök çöker yer yarılır, biri basıp meydan alsa, ya yer ya gök darılır. Gök Tanrı buyruğun verdi, ikisini de yere serdi, donlarından azad edip katına aldı kayırmadı, bu ak bu kara demedi, ikisini ayırmadı. Altayların uzağında, bir ormanın kırağında, tanrıların vuruştuğu ata kamların çağında, iki don kaldı geriye, biri karlardan beyaz, biri geceden siyah, birinde tanrının kutu, birinde günah. Oğul! Bana Kayan derler, kam sözünü yayan derler, ozanların ulusuyum, bin bir boşun dolusuyum, sözümü dinle, kara yazgıyı önle. Bu kamların dileğidir, elim gök kamların eli, bileğim tanrı bileğidir, kaç bin yıllık uykumdan uyandırıldım, bu gece kapına dayandırıldım. Erlik Han’ın kara donu çalındı, Bay Ülgen’in akça donu bulundu. Ben kamların bakşısıyım, emanetin bekçisiyim; sen oğlumun oğlusun, benim kutlu görevime damarından bağlısın. Emanete hıyanet olmaz, hainde din diyanet olmaz, ak donun giyilme çağı erdi, görklü tanrı bu muştuyu benim neslime verdi, dilerim Yek usunu

80

81


Öykü

Öykü

bulandırmasın, kanını sulandırmasın. Akça oğul, gökçe oğul, seni Erlik kandırmasın, kutlu olsun vazifen Gök Tanrı utandırmasın!” Batıralp kan ter içinde uyandı. Pek rüya görmezdi, mezarlığa nazır çay bahçesinde sarıklı mezar taşlarını bir süre seyre dalıp, griden ve yağmurdan tiksinmiş bir halde evine döndüğünde yastığa kafasını koyuşuyla kendini içinde bulduğu bol kavgalı rüyalar hariç. Rüya görüyorsa, sadece bu rüyaları görüyor olmalıydı, hatta belki aynı rüyayı tekrar tekrar görüyordu: Çirkin adamlar, hatları belirsiz, karanlıkta acemi fırça darbeleriyle şekillendirilmiş gibi her an beliren ve her an karanlığa karışan gövdeler, boşa giden yumruklar ve her defasında kaçan adamların arkasından bakış; ve uyandığında dahi sıktığı dişlerinde elektrik gibi titrediğini hissettiği öfke. Yüzlerini görememek, boğazlarını sıkamamak, çenelerini dağıtamamak; gözlerine bakamamak öfkeyle, ama çirkin olduklarına –tuhaftır ki- emin olmak. Hele uyanmak; iki kere öfkeli oluyordu uyandığında, neden olduğunu, nereden geldiğini anlayamadığı rüyasındaki sebepsiz öfke ve bir şekilde boğazlamak istediğine emin olduğu çirkin adamların sırrını anlayamayışından doğan hırs. Yine de, bütün günleri bu rüyaların etkisinde geçmiyordu; pek sık olmazdı çirkin adamların gece ziyaretleri. Olduğunda birkaç gün etkisinden çıkamazdı, o kadar. Ardından herkes gibi yaşamaya devam ederdi, lüzumundan fazla gülmeden, lüzumundan fazla somurtmadan. Hiç kimsenin sıradan olmadığı ve herkesin sıradan olduğu dünyada hiç kimse onun kadar sıra dışı değildi ve o herkes kadar sıradandı. Ve Batıralp, kan ter içinde uyandığı o sabaha dek herkes kadar sıradan olmanın rahatlığıyla yaşayıp gitmişti işte, sıra dışı rüyalarıyla hafiften gurur duyarak. Ancak işte kan ter içinde uyanmıştı Batıralp, öfkeden dişleri kenetlenmiş, yumruğu sıkılmaktan parmak boğumları beyazlamış asabi bir uyku mahmuru gibi değil. Karanlıktan korktuğu yaşlarda hissettiklerini hissediyordu şimdi, sanki onu kovalayan ilk köpek yine peşindeydi ve o yine beş yaşındaydı. Rüyasına tuhaf kafiyelerle konuşan bir ihtiyarın girmesinin bekleneceği bir adam varsa dahi, o Batıralp değildi ve zangır zangır titriyordu; korkuyordu, çirkin adamların yüzünü göremeyişinin doğurduğu öfkeye inat, şimdi ne olduğunu anlamıyor ve bu kez öfkelenmiyor, siniyor, küçülüyordu. Bir sigara yaktı. On dört yaşından beri her gün, uyandığında ilk işi sigara yakmaktı; bu defa uykudan yeni uyanmışlıktan acemi ellerle değil, ürkek ve titreyen ellerle aramıştı paketi komodinin üstünde. Dumanı içine çekti, bir an tavana dikti gözlerini. “Altı üstü bir rüya, abartmaya gerek yok” dedi, kalp atışları yavaşlıyordu, titremesi geçiyordu. Bir nefes daha çekip tablaya bıraktı izmariti, ve yavaşça doğruldu yataktan, gözlerini ovuşturdu. Ve kafasını kaldırdığında, dolabının üzerine asılmış bir beyaz kaftan gördü. “Şerefli bir milletin zillete düşen oğlu Çığ oldu ızdıraplar, saçlarını yoldur gel Beşiklerde büyüyor nice Alparslan bağlı Şehitlik kefenini kıratınla aldır gel” Yazan: M. Bahadırhan DİNÇASLAN

Duran Dinçaslan, “Gel”.

82

Illustration: Mehmet Kaan SEVİNÇ

Ayin Cehennem yazının sonlarına doğru nihayet ruh hastası ailemden kurtulmuş ve İzmir’deki eve dönüp yalnız oturmaya başlamıştım. Gerçi stajın başlamasına kadar sadece 20 günlük bir süre olması küfür yaratıcılığımı arttırsa da onlarsız bir gün bile hiç yoktan iyidir şeklinde bir iyimserliğin kollarına kendimi atmıştım. Geldiğimin ertesi günü… İşte sonunda beklediğim, nefes alabildiğim günün sabahı gelip çatmıştı. Ancak doyumsuz doğamın karanlık arzuları, çok geçmeden ruhumu kamçılamaya başlamış ve beni daha fazlasını istemeye yöneltmişti. Şehvani ve şeytani arzularım gün ışığını kabul etmiyor ve gecenin gelmesi için beni sabırsızlığa itiyordu. Ne zamandır bana yazan ancak hiç çekici bulmadığım, liseden tanışıklığım olan kızla aniden son derece nazik ve davetkar bir şekilde iletişim kurmuştum ve inanılmaz bir yüzsüzlükle eve davet etmiştim. Bu kadarına kendim bile şaşırmıştım doğrusu. Kendimi bir b.ka yaramayan medeni cesareti sıfır olan bir nevrotik sanırdım. Ancak yanılmış da olabilirim, yani medeni cesaret konusunda. Bir halta yaramadığım konusunda bütün beyin hücrelerim oy birliği içerisinde hala. Yine de bugün biraz değişik olabilir. Tanrım neler saçmalıyorum, evde yalnızım ve eve bir kız çağırdım, üstelik mucizevi bir şekilde o da daveti kabul etti! Şimdi önemli olan sadece bu. Doğrusu yazın sıcaklarıyla birlikte cinsel arzuları tetikleyen hormonların da genleşmeye ve vücudun her tarafına daha çok yayıldığına kadar bilimsel literatürün kilometrelerce uzağından bile geçmeyen bir teorim var, ama benim teorim olduğu için yine de doğru kabul ediyorum. Zaten teorilerine kendi isimlerini veren bilim insanlarından hep nefret etmişimdir. Yani birisi bir buluşu bilim için değil de kendi egosu için yaptığını bu kadar da belli etmez ki artık. Neyse ki o tür insanların hepsi geçmiş yüzyılda öldü. Eğer hala nefes almaya devam ediyor olsalardı eminim ki hepsini sırf egolarından dolayı parçalara ayırmak için planlar yapıyor ve beynimi fazladan yoruyor olacaktım. Zaten odalarında uyuşturucu kullanılan ve fuhuş yapılan ara sokaklardaki oteller kadar pislikle dolu olan harap olmuş zihnim için daha fazla yük kesinlikle ölümcül olurdu. Öyleyse şimdilik konuya geri dönmeliyim. Esas konu belli, seks. Evet, var oluş sebebim, ancak bir kez bile tamamen yapacak fırsatı bulamadığım şu lanet eylem. Ön sevişmenin yarım kalan tatminsizliği, çölde kavrulurken boğazına giren birkaç damla su gibidir. Hiçbir arzunu dindirmediği gibi daha fazlası için çıldırırsın ama Afrodit’le Eros gökyüzünden kıçlarını göstererek sana kahkahalar atıyordur. İşte o durumdan bıktım artık ve bu gece bir son vermeyi planlıyorum. Tanrım, ne çok şey planlıyorum ve ne kadar azı gerçek oluyor. Tam anlamıyla rezil bir yaşam. Fakat neredeyse buna da alıştığımı söyleyebilirim. Akşamüstü olana kadar bol bol müzik açıp saçma sapan figürler eşliğinde dans ettim. Maksat bedeni ısındırmak ve asıl aksiyona hazırlamaktı. David Guetta’dan Metallica’ya, Ajdar’dan Gorgoroth’a kadar uzanan ve araya Witch House denen hastalıklı türün de nadide örneklerini de kattığım repertuarımdan faydalandım. Bir ara yan komşunun bana seslendiğini duydum. Balkona çıktığımda bıyıklı, yağlı ve benleri olan o domuz suratlı herifin ağzından salyalar saçarak “Oğlum biraz kıs şunun sesini ya başım şişti!” diye bana bağırdı.

83


Öykü O anda beynime sıçrayan öfke nöbetiyle onun burnunun ortasına yumruk atıp iki gözüne parmağımı soktuktan sonra yan balkondan tutup aşağı attığımı hayal ettim. Ancak her zamanki gibi bunların hiçbirini yapamayıp sadece, “Pardon şimdi kısıyorum.” demekle yetindim ve içeri girdim. Eğer birine zamanında gereken tepkiyi vermeyip sonra saatlerce içinizden onunla kavga ediyorsanız siz de benim gibi bir korkaksınız demektir. Neyse ki biz korkaklar bu kadar stresle fazla yaşamayacağız, en azından bununla avunabiliriz. Zaman yaklaşırken evin içinde sandal tütsüsü yakıp elimde dolaştırdım, böylece o garip ve uyuşturan koku her tarafa yayıldı. Aslında sandal yakmanın bu geceye özel çok farklı bir anlamı var. Sandal tütsüsü okült literatürde davet edilen negatif varlıkların biçim alması için gerekli olan temel tütsülerden biridir. Evet, aslında bu gece seksten çok daha fazlasını içeriyor. Bu gece karanlık doğamı yasak hazlarla tatmin edebileceğim bir yeniden doğuş olacak. Cinsellik gibi tarifi imkansız bir zevk şelalesinden tadarken, doğanın görünmeyen şeytani kötülükleriyle iletişime geçmeye çalışacağım. Zaten küçüklüğümden beri asla tek bir amaçla yetinemezdim. Her zaman daha fazlasını, daha derinini ve yasak olanı hayal ederdim. Herkesten gizlediğim narsistik doğam, ruhumun kuytularında bekleyen iblislerin kırbaçlarıyla devamlı tahrik olurdu. Yeniden ve yeniden. Saat geldiğinde zilin sesini duydum. Bu kadar dakik olduğuna göre o da en az benim kadar hevesli olmalı. Nilay’a kapıyı açtığımda ufak çaplı bir şok geçirdim. Tahminimden daha güzeldi. Gerçek hayatta facebook profilinden daha güzel olan nadir kızlardan biri olmuştu. Keskin yüz hatlarıyla birlikte hafifçe öne çıkık çene, uzun düz kumral saçlar ve zayıf yanaklarıyla beni ilk görüşte tahrik ettiğini söyleyebilirim. İçeri davet ettim ve basit hoşbeşlerden sonra biraları açtım. Birbirimizle iletişimi kopardıktan sonra neler yaptığımızı konuşmaya başlayınca maskelerimizi yavaştan sıyırmaya başlamıştık yüzümüzden. İkimiz de birbirimizle bunca sene sonra ansızın bu kadar samimi bir buluşmanın ancak ölümcül bir yalnızlıktan kaynaklanabileceğini biliyorduk. Ah, bir sürü sıkıcı depresif konuşma vardı esas olaya girişebilmek için devasa prosedürler olarak önümde yükselen. “Kız arkadaşın var mı Aytekin?” Aytekin… Ne kadar b.ktan bir isim böyle kahretsin. “Hayır yok Nilay.” “Niye? Senin gibi biri boş kalmaz pek bence.” İltifat içerikli bu ince cümleden sonra suratına inen utangaç ve biraz da davetkar gülümsemesi doğru yolda olduğumu gösteriyor. “Açıkçası çevremdekiler pek öyle düşünmüyor.” “Nasıl yani?” “Yani onlar daha baskın tipleri seviyor hani böyle dediğim dedik. Gerekince arkasını dönüp gidebilen serseri olanlar. Ama bir de altında arabası, üzerinde v yaka tişörtü ve kolunda da dövmesi varsa bu adamlar listenin başında. Ama bana baksana, hiçbiri yok.” Nilay hafifçe kıkırdadı. “Üstüne bir tişört geçiriverirsin, sokaklarda da tonla geçici dövme yapan yer var. Bence serseri olmak o kadar da zor değil.”

84

85


Öykü

Öykü Şakacı sürtük seni. Bende esprisini komik buluyormuş gibi yavaşça güldüm. Eğer fazlaca abartılı gülseydim alay ettiğimi düşünebilirdi ki tam olarak bunu yapıyordum. “Elbette ama asıl eksik olan sert bir karakter. Yani bak, ben bir şeyler paylaştığım bir insana arkamı dönemem kolay kolay. Ne o öyle, kapıyı çarpıp gidince değerli mi oluyorum yani? Hayır karşındaki bir insan ve duyguları var. Duygusal tatmin olmadan bir ilişki sadece cinsellikten ibarettir ve bence hiçbir anlamı yoktur.” Sıktığım palavralara kahkaha atmamak için kendimi zor tuttum. Ancak yüzüme yerleştirdiğim hüzünlü ifadeyle hedefi on ikiden vurduğumu adım gibi biliyorum. Nitekim Nilay’ın koltukta usulca yanıma yaklaşıp önce elimi, sonra da mahrem yerimi okşamaya başlaması aslında onun da bu yalanların hiçbirine inanmadığını anlamama yetiyor. Tanrım, dünya yalanlarla dönüyor. Sarhoşluğun etkisiyle esas eyleme hızlıca geçişimiz nispeten kolay oldu diyebilirim. Böbrek üstü bezlerinin adrenalin salgısıyla sütyenini çıkaramamış oluşum utanca sebep olduysa da onun bu duruma çok alışık olduğu belli. Evet, kız ciddi ciddi deneyimli ve bu benim için bir şans. Benim gibi bakir bir abazaya nasıl ve hangi bölgelerden hangi pozisyonda muamele göstereceğini iyi biliyor. Nitekim klasik ön sevişmeden sonra asıl olaya geçmemizle beyin hücrelerime muhteşem bir haz gelmeye başladı. Hızlıca ileri geri giderken adeta Dionysos’un cennetlerinde yıkandığımı hissediyorum. Ardından Satan’ın cehenneminde alevler içindeki hazlarla seks tanrılığımı ilan ediyorum. İsteklerimi yerine getirmeye hazır Succubus’um zevk dolu inlemeleriyle bana eşlik ediyor. Derinin deriye değmesiyle meydana gelen mükemmel birleşme hissi, sıcak dalgalanmalar içinde var oluşumu yüceltip beni karanlık zirvelere son hızla götürüyor. İşte şimdi tam sırası. Bir elimle önümde diz çökmüş Nilay’ın belini tutup dengemi sağlarken koltuğun arkasında sakladığım devasa kasap bıçağını alıyorum. “Efendi Satan’a selam olsun!” Ayinimin başlangıç cümlesiyle birlikte bıçağı tüm gücümle indiriyorum. Yüzü önüne dönük halde inlemekle meşgul olan Nilay, arkasından yükselen felaketini görememişti bile. Güzel darbe oldu. Sağlam, net, temiz. Açığa çıkan atardamarlardan fışkıran koyu kırmızı kanı izledim. Ardından Nilay’ın yerde yuvarlanan kafasını gözlerimle takip ettim. Feci ölümünün şokuyla gözleri dehşet içinde açık kalmaştı. Hemen ölü bedenin ön tarafını koltuğa dayayıp arkadan da ileri geri giderek desteklemeye devam etti. Evin her tarafına yayılan tütsüyle birlikte az önce işlediğim cinayetin etkisiyle iyice tahrik olmuştum. Kendimden geçercesine haykırıp cesedi haz dolu darbelerimle sertçe sarstım. Her darbede kesik boyundan çıkan damarlardan biraz daha kan geliyordu. “Satan! Satan! Çağrıma cevap verin efendimiz!” Nihayet bağırarak spermlerimi cesedin içine gönderdim. Nefes nefese kalmıştım ve her tarafım kana bulanmıştı. Şimdi son aşamaya gelmiştim ve kalbim heyecanla atıyordu. Koşarak kurbanımın kafasını yerden aldım. Diz çöktüm ve önceden hazırladığım kara maji odasına girdim. Orada duvarda asılı, içinde keçi kafası olan büyük bir pentagramın işlenmiş olduğu kara kumaşın önünde diz çöktüm, kafayı iki elimle yukarı kaldırdım ve tüm gücümle uğursuz kelimeleri bağırdım. Şema Satani leaksim letatek Mekaşer mimuş puranut

86

Yi yu leratson imre fiyatları veegyon Libi lefaneha Satani ve gaoli Amen!

Sözler bittiğinde kendimi çok bitkin hissettim. Adeta yaşam enerjimin büyük kısmını kaybetmiş gibiydim ve başımda korkunç bir baskı vardı. Odadaki karanlık titreşimleri ruhumun en derinlerinde hissediyordum. Sandal tütsüsünden çıkan buharlar aniden pentagram resminin önünde toplanıp girdap gibi dönmeye başlayınca bir an çok korktum ama kendimi topladım. Sonuçta bunu ben istemiştim. Hızla yoğunlaşan dumanlar kapkara bir silüet olarak birleşip de önümde durunca yapabildiğim tek şey yutkunmaktı. Cehennemin derinlerinden titreşen boğuk sesiyle konuştu Gölge, “Ey Karanlıklar Prensi Lucifer’ı çağırmaya cüret eden ölümlü, şimdi talebini ilet!” Benliğimdeki son irade kırıntısını da bir ölümlünün ulaşabileceği en yüksek seviye için, karanlık bir tanrı olabilmek için hevesle harcamaya hazırdım. “Ruhumu size satmak istiyorum efendim. Öldükten sonra sizin askeriniz olarak sonsuza kadar hizmet etmeye hazırım.” “Karşılığında ne istiyorsun?” “Dünyadaki sürem boyunca arzularım için sizden sonsuz destek. Öldükten sonra tamamen sizin olacağım efendim, lütfen bu dünyada bana tanrılığın zevkini yaşatın. Karanlığınızla kutsayın beni. Size sadakatimin göstergesi olarak bu kurbanı sunuyorum.” Bunları dedikten sonra hala elimde tuttuğum kesik kafayı iki elimle Gölge’ye doğru kaldırdım. Gölge’den dakikalarca süren, her saniyesinde tüm benliğimi ürperten korkunç kahkahalar yükseldi. En sonunda boğuk konuşmasına son noktayı koydu. “Artık anlaşma bağlandı. Geri dönüş yok ölümlü. Dünyada istediğin her şeye sahip olacaksın. Öldükten sonra tamamen benimsin.” * * * Başardım evet, sonunda layık olduğum en üst karanlıkla temasa geçebildim. Artık hayatım tamamen değişecek. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Tüm düşmanlarım katliamlarla önümde yere serilirken dünyanın bütün hazlarına sahip olacağım. Bir tanrı olarak tarikatımı kurup tapınılacağım. Alevli kırbaçlarımla dünyayı dize getireceğim ve insanlık denen aşağılık ırka inlete inlete yalnızca benim hükmümü kabul ettireceğim. Artık sizin tanrınız benim!

Yazan: Can ÇELİKEL

87

Illustration: Enver gökhan ALTUN


Pin-up

88


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.