Faziletler Medeniyeti 2

Page 1

Faziletler Medeniyeti 2 HİZMET Hizmet, Cenâb-ıı Hakk’ın bizleri mes’ûl kıldığı ictimâî kulluk vazifemizdir. Mü’minin hayâtı, bütün yaratılmışlara hizmet sâyesinde, bereket, mânâ derinliği ve ulviyet kazanır. Fânî bedenini Allâh için hizmet yolunda kurban eden kişi, ölümsüz olan rûhunu, ebediyyen âzâd etmiş olur. Mevlânâ Hazretleri bunu ne güzel ifâde eder: “İbâdet ederek, ihsan ve ikramlarda bulunarak ve halka hizmet ederek elde edeceğin gönül gözü ile, bu gördüğün çeşitli renklerden başka renkler görürsün. Âdî taşlar yerine inciler, mücevherler cevherler seyredersin. İnci de nedir ki? Sen kendin deniz olursun; göklerde seyreden, gezip dolaşan güneş kesilirsin.” Cenâb-ıı Hak, biz kullarına sayısız nîmetler bahşetmiştir. Bu nîmetlerle de mahlûkâtına hizmet etmemizi murâd etmektedir. Kendilerine lutfedilen lutfedilen nîmet ve imkânlara rağmen, bencilce davranıp hizmete koşmayanlar ve hayatlarını yalnız şahsî menfaatleri çerçevesi içinde yaşayanlar, meyvesiz bir ağaca benzerler. İnsanoğlu, bu yönüyle âdeta bir çınar ağacı gibidir. Çınar ağacı, büyük bir ihtişâma sâhiptir. Asırlar boyunca da yaşayabilir. Lâkin çınar ağacının herhangi bir meyvesi yoktur. Hattâ gövdesinden kereste bile olmaz, sadece yakılacak odun olarak kullanılabilir. Fakat bir zeytin ağacı, dikildikten bir sene sonra, hemen meyve vermeye başlar. Hâlbuki âlbuki bir çınar kadar ihtişâmı da yoktur. İnsan da zenginlik, sıhhat, ilim vs. gibi maddî ve mânevî bakımdan muhteşem imkânlara sâhip olduğu hâlde, çınar ağacı gibi meyvesiz yaşarsa, kendine yazık etmiş olur. Akıllı bir insan, zeytin ağacı misâli hemen meyve yve vermeye, yâni etrafına faydalı olmaya bakmalıdır. Onun meyvesi ise, mahlûkâta hizmettir. Cenâb-ıı Hak, hizmete büyük bir sır lutfetmiştir. Allâh’a ibâdet etmek için yaratılan insana hizmet, bir nevî Allâh’a ibâdet makâmındadır. Allah Teâlâ, dînine hizmet hizmet eden ve kullarının sıkıntılarına çâre olmaya çalışan kimselerin husûsî sıkıntılarına kefil olur. Bütün meşgûliyeti kendi derdinden ibâret olanları ise dertleriyle baş başa bırakır.


Hizmet, nefsin hodgâmlığından kurtularak diğergâm bir ruhla mahlûkâta yönelmek sûretiyle Allâh’ın rızâsını aramaktır. Samîmiyetle yapılan hizmetler, hakîkatte, Hakk’a vuslat iştiyâkının davranışlara aksetmiş bir ifâdesidir. Her mü’min, Allâh’ın rızâsını kazanabilmek için, mensub olduğu cemiyete güzelce hizmet etmeyi mühim bir vazife bilmelidir. Zîrâ hayâtında hizmeti düstur edinen kimse, yaşadığı cemiyette hangi mevkîde bulunursa bulunsun, Hak katında pek kıymetli bir makam sâhibi demektir. Nitekim hadîs-i şerîfte: “Bir kavme hizmet eden kimse, (ecir ve mükâfâta nâiliyet bakımından) onların en büyüğü, efendisidir.” buyrulmaktadır.[1] Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bir kimse, yol üzerinde bir ağaç dalı gördü ve; «Allâh’a yemin ederim ki, bunu müslümanları rahatsız etmemesi için buradan kaldıracağım.» dedi, (kaldırdı ve) bu yüzden cennete nâil oldu.” (Müslim, Birr, 128) “Bir şahıs yolda yürürken önünde bir diken dalı gördü ve onu kenara attı. Bu sebeple Allah ondan râzı oldu ve kusurlarını affetti.” (Buhârî, Ezân 32, Mezâlim 28; Müslim, Birr 127, İmâre 164) Unutmamak gerekir ki, Hakk’ın rızâsı bâzen samimiyetle yapılan küçücük bir amelde gizlidir. Dolayısıyla küçük-büyük demeden her türlü faydalı hizmete koşarak devamlı sûrette Hakk’ın rızâsını aramak îcâb eder. Hak katında en makbul amel, Allah rızâsı için insanlara hizmet etmek ve güzel ahlâk sâhibi olmaktır. Zâten Hak yolunda yürümek de, insanlara hizmetten, onlara faydalı olmaktan başka bir şey değildir. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır.” buyurmuştur. (İbn-i Hacer, el-Metâlibu’lÂliye, I, 264) Nitekim ilâhî rızâya muvâfık düşen küçük bir hizmet, yerine göre nice nâfile ibâdetlerden üstün olabilmektedir. Bu hakîkatin asr-ı saâdette yaşanmış bir misâli şöyledir: Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellemuygun bir yerde konaklamışlardı. Sahâbenin bir kısmı oruçluydu. Oruçlu olanlar, yorgunluktan uykuya daldılar. Oruçlu olmayanlar ise, gölgelenecek çadırlar kurdular, abdest almak ve hayvanları sulamak için su taşıdılar, oruçluların hizmetlerini gördüler. İftar vakti geldiğinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bugün, oruç tutmayanlar (daha fazla) ecre nâil oldu.” bu*yur*du*lar. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Sıyâm, 100-101; Nesâî, Savm, 52)


Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ömrü, baştan sona bereketli hizmetlerle süslenmiştir. Evvelâ O, bütün hayâtını, insanların hidâyete ermesi ve iç âlemlerinin mânevî güzelliklerle tezyîn edilmesi gibi ulvî bir hizmete adamıştır. Bununla birlikte diğer zâhirî hizmetleri de en güzel bir şekilde îfâ etmiştir. Meselâ Kâbe yenilenirken, Kuba Mescidi ve Mes*cid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, ashâbının bütün ısrarlarına ve mânî olma gayretlerine rağmen, onlarla birlikte çalışmıştır. Bir kır gezisinde herkes bir iş aldığında, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellemde odun toplama vazifesini üstlenmiş, ashâbının; “Biz Siz’in yerinize de yaparız.” diye ısrar etmelerine rağmen kabul etmeyip aldığı vazîfeyi îfâ etmiştir. Yine kendisine gelen kabîle temsilcileriyle yakından ilgilenmiş ve bizzat onların hizmetinde bulunmuştur. Yanına bir ziyaretçi geldiğinde, evdeyse hemen altına bir minder vermiş, dışarıda ise ridâsını çıkarıp misafirinin altına sermiştir.

Fahr-i Kâinât Efendimiz’deki bu yüksek tevâzu ve hizmet rûhu, bütün ümmet için eşsiz bir numû*nedir. Esâsen O’nun hayâtı, baştan sona Hakk’a, insanlığa ve bütün mahlûkâta hizmetle geçmiştir. O’nun yetiştirdiği mübârek nesil de, hayatlarını Allah ve Rasûlü’ne âmâde kılmış; Allah yolunda hizmet, hayatlarının en büyük lezzeti hâline gelmiştir. Kardeşlik duygularının zayıfladığı, ictimâî huzur ve sükûnun kaybolduğu, kin ve husûmetin çoğaldığı zamanımızda, bu hizmet rûhuna daha fazla ihtiyaç hissedilmektedir. Böyle zamanlarda yapılan ufacık bir hayır ve hizmete Cenâb-ı Hak çok büyük mükâfatlar ihsân eylemektedir. Bu hususla ilgili olarak İmâm-ı Rabbânî Hazretleri şöyle buyurur: “Peygamber Efendimiz’in sünnetine ve O’nun getirdiği hükümlere tâbî olma nîmetine eren kimse ne kadar bahtiyardır. Bugün O’nun dîninin hak olduğuna inanarak yapılan küçük bir iş bile büyük işler mesâbesinde kabûl edilir…” (Mektûbât-ı Rabbânî, 44. Mektûb) Dolayısıyla kendimizi ve nesillerimizi Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hizmet aşkıyla tezyîn etmeliyiz. Her türlü hizmeti, severek ve şefkatle îfâ eden, fazîlet timsâli mü’minler hâline gelmeliyiz. Ancak, yapılan hizmetlerin Hak katında mak*bûl olması, bâzı şartlara bağlıdır. Buna göre hizmet; ihlâs, merhamet ve diğergâmlık dolu bir gönülle ve sadece Allah rızâsı için yapılmalıdır. Hizmette yavaş ve tembel davranmak, iyi niyetle bile olsa işleri ağırdan almak, hizmetin değerini düşürür. Yapılan bir hizmet ile Hakk’ın rızâsına nâil olabilmek için, onu büyük bir nîmet bilmek ve ibâdet vecdiyle îfâ etmek gerekir. Asr-ı saâdette yaşanan şu hâdise, bu hususta ne ibretli bir misâldir:


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının bir kısmını gazveye göndermişti. İçlerinden biri geri kaldı. Âilesine: “–«Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle namazını kılayım, sonra kendisine selâm verip vedâ edeyim.» düşüncesiyle geri kalıyorum. Bir de bana duâ buyursun ki, o duâ benim için kıyâmette şefaatçi olsun.” dedi. O zât, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’le namaz kıldıktan sonra O’na yöneldi ve selâm verdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Arkadaşlarının seni ne kadar geçtiğini biliyor musun?” dedi. Sahâbî: “–Evet, sabah erkenden aldıkları mesâfe kadar beni geçtiler.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Nefsimi elinde tutan Zât’a yemin ederim ki, onlar fazîlette seni, doğu ve batı arasındaki en uzak mesâfe kadar geçtiler.” buyurdu. (Ahmed, III, 438) Diğer bir rivâyette ise: “–Yeryüzündekilerin tümünü infâk et*sen, onların o erken çı*kış*la*rındaki fazîleti elde edemezsin.” buyurdu. (Tirmizî, Cuma, 28/527; Ahmed, I, 256; Beyhakî, III, 187) Bu sahâbî, kendince iyi bir niyetle hizmetten geri kaldığı hâlde, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ihtârına muhâtap oldu. O kişi, Allah Rasûlü’ne yakın olarak O’nu memnûn etmek isterken, Efendimiz’in mübârek kalb-i pâkini mahzûn eyledi. Demek ki en mühim şey, Allah yolunda muhabbetle hizmet edebilmektir. Şahsî hazlar ve telâkkîler sebebiyle topluluktan ayrılarak hizmetten geri kalmak, büyük mânevî kayıplara yol açmaktadır. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, birlik ve beraberlik içinde hizmet etmemizi murâd etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (es-Saff, 4) Muhabbet, zahmetleri rahmete inkılâb ettiren, en tesirli bir iksirdir. Muhabbet ile yapıldığında, en ağır hizmetler bile kolaylıkla ve huzur içinde îfâ edilir. Allah yolundaki her hizmeti muhabbet ve şefkatle îfâ edebilen merhametli ve fedâkâr bir mü’min, etrafı için büyük bir huzur ve neş’e menbaıdır. O her an, yaptığı hâlisâne hiz*met*lerle bu kub*bede hoş bir sadâ bırakarak, Allâh’ın sevdiği bir kul olma gayreti içindedir. Muhammed İkbâl’e âit şu temsîlî sözler, zorluklar karşısındaki her hizmet ehlinin yoluna ışık tutacak mâhiyettedir: “Bir ceylan, diğer bir ceylana dert yanıyordu: «–Bundan sonra Kâbe’de, Harem-i Şerîf’te yaşayacağım. Orada yatar-kalkar, orada otlarım. Zîrâ ovalarda avcılar pusu kurmuşlar, gece-gündüz biz âhûların izinde dolaşıyorlar. Artık avcı derdinden emân bulmak istiyorum. Gönlüm biraz da huzûra kavuşsun!..»


Bunları dinleyen diğer ceylan, ona şu sözlerle karşılık verir: «–Ey akıllı dostum! Yaşamak istiyorsan tehlike içinde yaşa. Kendini dâimâ bileyi taşına vur; cevheri temiz olan kılıçtan daha keskin yaşa! Tehlike, kudreti imtihan eder. Cisim ve canın nelere kâdir olduğunu bize o bildirir.»” İnsanlık âlemine yapılabilecek en öncelikli ve hayâtî hizmet, İslâm’ı tebliğ ve tâlim etmektir. Yâni insanlara iyiyi, güzeli, doğru ve hayırlı olanı tavsiye edip, onları kötülüklerden menetmek sûretiyle Hakk’a ve hakîkate dâvet etmektir. Zîrâ Allâh’ın Kitâbı’nı ve Rasûlü’nün Sünnet’ini hayâtımıza tatbik edebilmemiz için, evvelâ hakkı tebliğ ve halka hizmet vazifesinin gönlümüzde bir sevdâ hâline gelmesi zarûrîdir. 1. Hakk’a Dâvet Bir mü’mini diğer insanlardan ayıran en mühim vasıflardan biri, merhamettir. Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen merhametin bir tezâhürü olarak yapılan ulvî hizmetlerin başında da İslâm’ı tebliğ ve Hakk’a dâvet gelir. İnsanları hayra çağırmak, yanlışlarını düzelterek bilmedikleri doğruları öğretmek, mâneviyatlarını takviye edip gönül âlemlerini Hakk’a yönlendirmek, onlara yapılabilecek en büyük hizmettir. İnsanların hem bu dünyalarını hem de ebedî âlemlerini güzelleştiren bu hizmet, îman nîmetinden dolayı Hakk’a şükür vazifemizin de en güzel bir tezâhür şeklidir. Hakk’ın rızâsını kazandıran bereketli ve fazîletli bir amel-i sâlihtir. Bir insan için Cenâb-ı Hakk’ın şu medhine nâil olmaktan daha büyük bir mazhariyet düşünülebilir mi?: “(İnsanları) Allâh’a dâvet eden, sâlih ameller işleyen ve «Ben müslümanlardanım.» diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (Fussilet, 33) Yüce Rabbimiz, kendilerinden râzı olduğu ve ebedî kurtuluşa erdirdiği, sâlih kullarından olmamızı arzu ederek şöyle buyurmaktadır: “Sizden, hayra dâvet eden ve iyiliği emredip kötülükten nehyeden bir topluluk bulunsun. İşte onlar felâha erenlerdir.” (Âl-i İmrân, 104) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, tebliğ hizmetinin ehemmiyetine dâir şöyle buyurmuşlardır: “Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, (en kıymetli dünyâ nîmeti sayılan) kızıl develere sâhip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9) Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, servetinin çoğunu köleleri hürriyetine kavuşturmak ve onların hidâyetine vesîle olmak için sarf ederdi. Zîrâ bir mü’mini sevindirmek ve onun kulluk vazifelerini huzur içinde îfâ edebilmesini sağlamak, Hazret-i Ebû Bekir radıyallâhu anh- için târif edilmez bir saâdet kaynağı olmuştu. Servetini bu şekilde harcayıp tüketmesinden hoşlanmayan babası Ebû Kuhâfe birgün:


“–Oğlum, sen hep zayıf ve güçsüz köleleri satın alıp âzâd ediyorsun. Madem köle âzâd edeceksin, şöyle güçlü-kuvvetli köleler satın al da, tehlike ve kötülüklere karşı önünde durup seni korusunlar.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ise: “–Babacığım, benim böyle davranmakta yegâne maksadım Allâh’ın rızâsını kazanmaktır. Ben onları âzâd etmekle ancak Allah katındaki mükâfâtı istiyorum.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir’in bu ve benzeri cömertlik ve hizmetlerini medhetmek üzere şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Malını Allah yolunda harcayıp takvâ sâhibi olan (haramlardan sakınan ve), o en güzel kelimeyi (kelime-i tevhîdi) tasdik eden kimseyi Biz de en kolay yola muvaffak kılarız.” (el-Leyl, 5-7)[2] Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Hidâyet yoluna dâvet eden kimse, ona tâbî olanların ecirleri kadar ecir alır. Bu, kendisine tâbî olanların ecrinden de bir şey eksiltmez! Kötü bir yola dâvet eden kimse de, kendisine tâbî olanların günahları kadar günah alır. Bu da, ona tâbî olanların günahlarından hiçbir şey eksiltmez!..” (Müslim, İlim, 16; Ebû Dâvûd, Sünnet, 6/4609) Görüldüğü gibi hem hakkı ve hayrı tebliğ, hem de şerre ve bâtıla dâvet yönündeki faaliyetlerin karşılığı, kar topunun yuvarlanarak büyük bir çığa dönüşmesi gibi katlanarak artmaktadır. Tebliğ hizmeti, aynı zamanda “büyük bir cihâd”dır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı bütün gücünle büyük bir cihâd et!” (el-Furkân, 52) Âyet-i kerîmedeki bu “büyük cihâd” emrinin, henüz mü’minlerin müşriklerle mücâdele edecek maddî güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde gelmiş olması, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koymaktadır ki, o da, Kur’ân-ı Kerîm’in hayâta tatbik edilmesi ve insanlara anlatılmasıdır. Zîrâ o dönemde mü’minlerin elinde Allâh’ın kelâmından başka hiçbir vâsıta yoktu. Sadece Kur’ân’ı öğreniyor ve onu tebliğ ediyorlardı. Çok büyük çile ve meşakkatlere katlanarak İslâm’ın hidâyet dâvetini insanlara duyurmaya çalışıyorlardı. Tebliğ hizmetinde, arzu edilen netîceye ulaşabilmek için, evvelâ Kur’ân ile meşgûliyette duygu derinliğine ulaşmış hassas bir gönle sâhip olmak ve Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmak gerekir. Zîrâ İslâm’ın en güzel tebliği, kişinin âdeta canlı bir Kur’ân gibi yaşayarak, İslâm’ın güzelliklerini kendi hayâtında sergileyebilmesiyle gerçekleşir.


Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, her fırsatta ümmetine tebliğ vazife ve mes’ûliyetini hatırlatmış ve buna teşvik etmiştir. Nitekim hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Benden bir âyet bile olsa insanlara ulaştırınız.” (Buhârî, En*bi*yâ, 50) “Bizden bir hadis işiten ve onu başkalarına ulaştırabilmek için aynen muhafaza eden kimsenin Allah yüzünü ak etsin. (Çünkü) kendisine bilgi ulaştırılan nice insan vardır ki, o bilgiyi, bizzat işiten kimseden daha iyi anlar ve tatbik eder.” (Tirmizî, İlim, 7) İnsanlığı kötülük ve şerden uzaklaştırarak güzellik ve hayra dâvet etmenin, bir bakıma Hakk’a îmânın mihenk taşı mevkiinde olduğunu ihtâr eden şu nebevî beyan da çok ibretlidir: “Sizden her kim bir kötülük görürse onu eliyle düzeltsin; buna gücü yetmezse diliyle düzeltsin; buna da gücü yetmezse kalbiyle buğzetsin, ki bu, îmânın en zayıf hâlidir.” (Müslim, Îmân, 78) Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi birgün, iyiliği tavsiye edip kötülüğe mânî olma mes’ûliyetinden bahsederken şöyle bir misal vermiştir: “Gemi yolcuları alt ve üst katlara yerleştiler. Geminin alt katında seyahat edenler; «Su ihtiyacımızı karşılamak için ikide bir yukarı çıkıyor, üsttekileri rahatsız ediyoruz. Geminin tabanında bir delik açıp suyu oradan alalım.» diye konuştular. Bu durumda üst kattakiler onlara mânî olmazsa, hepsi birden boğulup giderler. Şayet onlara gemiyi delmenin yanlış olduğunu anlatırlarsa, hem kendilerini, hem diğerlerini boğulmaktan kurtarırlar.” (Buhârî, Şehâdât, 30; Tirmizî, Fiten, 12) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İsrâiloğulları’nın nasıl bozulmaya başladığını da şöyle haber vermiştir: “İlk zamanlar, kötülük yapan birini görünce: «Bak arkadaş! Allah’tan kork ve bu yaptığından vazgeç! Çünkü bunu yapmak sana helâl değil!» diye uyarırlardı. Ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüklerinde onunla birlikte yiyip içmek ve yanında oturabilmek için bir daha îkaz etmezlerdi. İşte o zaman Allah Teâlâ onların kalplerini birbirine benzetti.” Peygamber Efendimiz bunları söylerken bir yere yaslanarak konuşuyordu. Birden doğruldu ve sözünü şöyle tamamladı: “Ya siz de birbirinize iyi şeyleri tavsiye eder, kötülüklerden sakındırır, zâlimin zulmüne mânî olursunuz, yahut da Allah Teâlâ kalplerinizi birbirine benzetir, İsrâiloğulları’na lânet ettiği gibi size de lânet eder.”[3]


Gazâlî Hazretleri, gayr-i müslim ve fâsıklarla beraberliğin, başlangıçta zihnî yakınlığa, bu yakınlığın da zaman içinde kalbî beraberliğe dönüşeceğini bildirmiştir. Bu ise insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir. Tebliğ vezîfesinin ihmâli, kişiyi hem bu dünyada hem de âhirette pek çok sıkıntılara dûçâr eder. Bu hususta Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle buyurur: “(Ashâb-ı kirâm arasında şu hakîkati) duyardık: Kıyâmet gününde bir kişinin yakasına, hiç tanımadığı biri gelip yapışır. Adam şaşırarak: «–Benden ne istiyorsun? Ben seni hiç tanımıyorum ki!» der. Yakasına yapışan kişi ise: «–Dünyada iken beni hatâ ve çirkin işler üzerinde görürdün de, îkaz etmez, beni o kötülüklerden alıkoymazdın.» diyerek ondan dâvâcı olur.”[4] Tebliğ hizmetinde bulunacak kişinin; ilim, amel-i sâlih ve güzel ahlâk üzere yaşayarak numûne olması zarûrîdir. Zîrâ câhilin tebliğinin, hem üslûp itibârıyla hem de muhtevâ bakımından yanlışlıklardan berî olması düşünülemez. O hâlde, bu yolda ilk olarak, “ilmî ve kalbî sermâye”ye ihtiyaç vardır. Diğer taraftan, tebliğ vazifesinde bulunacak her mü’minin, önce kendi şahsiyetini olgunlaştırması îcâb eder. Zîrâ insanları hakka ve hayra dâvet için en tesirli irşad vâsıtası; hakkın, hayrın, fazîlet ve doğruluğun canlı ve müşahhas bir timsâli hâline gelmektir. Bu bakımdan her peygamber, evvelâ yaşadığı nezih hayatla kendisinin “emîn ve sâdık” olduğunu insanlara tescil ettirerek çevresinde büyük bir îtimad kazanmıştır. Dolayısıyla kalbi mânevî marazlar ve dikenlerle dolu bir kimsenin tebliğe kalkışması, boşuna bir yorgunluk ve büyük bir hatâdır. Böyleleri, kaş yapayım derken göz çıkarmak misâli, hayra çağırayım derken İslâm’a zarar verir, insanları dînden-îmandan uzaklaştırırlar. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın dediği gibi; “Eğrinin gölgesi de eğri olur.” Yâni eğri cetvelden doğru çizgi çıkmaz. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede, İslâm’a dâvetin usûlünü şöyle beyân buyurur: “(Rasûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle dâvet et! Ve onlarla en güzel şekilde mücâdele et…” (en-Nahl, 125) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, hikmet ve güzel öğüdün kıymetini şöyle ifâde eder: “İnsanları, düşündürücü hikmetli sözlerle îkâz edin ki, kalpleri huzur bulsun.” “Kalbini öğütle yaşat, hikmetle aydınlat!”


İnsanları irşâda çalışırken açık ve anlaşılır bir üslûb kullanılmalıdır. Zîrâ Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi; “Ne kadar çok bilirsen bil, söylediklerin, karşındakilerin anlayabileceği kadardır.” Yine bir mü’min, tebliğ ve irşad hizmetinde üslûp olarak “muâhezeyi kendisine, müsâmahayı gayriye” yöneltmeli ve yumuşak bir lisan kullanmalıdır. Tebliğ hizmetinde dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da tebliğcinin kendisini toplumdan mes’ûl hissetmesi ve muhâtabına değer vermesidir. Tebliğin muhâtabı olan insanın, Allâh’ın yarattığı şerefli bir varlık olduğunu hatırından çıkarmamasıdır. Şimdi, bahsi geçen mevzûlarla alâkalı târihin kaydettiği sayısız fazîlet tablolarının bir kısmını birlikte mütâlaa edelim: Fazîlet Tabloları

Fazîlet Tabloları Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in Hakk’a dâvet husûsundaki titizlik ve gayretini Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Sen, (önce) yakın akrabâlarını inzâr et, (âhiret azâbıyla uyar!)” (eş-Şuarâ, 214) âyeti nâzil olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni çağırdı: “–Ey Ali! Yüce Allah, en yakın hısımlarımı inzâr etmemi emretti. Bu bana çok kaygı verdi. Biliyorum ki ben ne zaman kavmime bu işi açmaya kalksam, muhakkak hoşuma gitmeyen şeylerle karşılaşacağım… Ey Ali! Bize, bir kap yemek hazırla ve üzerine de koyun budundan koy. Bir kap da süt getir. Sonra, Abdülmuttaliboğulları’nı çağır da onlarla konuşayım ve emrolunduğum şeyi kendilerine tebliğ edeyim.” buyurdu. Hazret-i Ali, Peygamber Efendimiz’in emri ile hazırladığı şeyleri onlara ikrâm etti. Bir kişinin bile kendi başına yiyebileceği az bir yemeğin kırk kişiye yettiğini gören Ebû Leheb: “–Şaşılacak şey! Arkadaşınız sizi büyük bir sihirle büyüledi! Doğrusu biz, bugünkü gibi bir sihir hiç görmedik!” diyerek Rasûlullâh’ın konuşmasına imkân vermedi. Ebû Leheb’in sözleri, Rasûlullah Efendimiz’in çok ağırına gitti. Sustu ve o mecliste hiç konuşmadı. Orada bulunanlar da bir müddet sonra dağılıp gittiler.[5] Lâkin Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu uğurda karşılaştığı sıkıntılara aldırmadan vazifesine sabırla devâm etti. Ertesi gün akrabâlarını tekrar topladı ve yine aynı sıkıntılarla yüzyüze geldi. Buna rağmen onları İslâm’a dâvet etti.[6]


Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu davranışından şunu anlıyoruz ki tebliğ; sabır, ikram ve tebessümle yapılmalıdır. Zîrâ insan, ihsâna mağlûptur. Fahr-i Kâinât Efendimiz, birgün Safâ Tepesi’ne çıkarak Kureyş Kabîlesi’nin bütün kollarına tek tek seslendi. Onlar da bu dâvete icâbet ederek Safâ Tepesi’ne geldiler. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüksek bir kayanın üzerinden onlara şöyle hitâb etti: “–Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” Kureyşliler hiç düşünmeden: “–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.[7] Karşısındaki insanlardan bu tasdîki alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlara şu ilâhî hakîkati bildirdi: “–O hâlde ben şimdi size, önünüzde şiddetli bir azap günü bulunduğunu, Allâh’a inanmayanların, o çetin azâba uğrayacaklarını haber veriyorum. Ben sizi o çetin azaptan sakındırmak için gönderildim. Ey Kureyşliler! Size karşı benim hâlim, düşmanı gören ve âilesine zarar vereceğin*den korkarak hemen haber vermeye koşan bir adamın hâli gibidir. Ey Kureyş cemaati! Siz uykuya dalar gibi öleceksiniz. Uykudan uyanır gibi de diri*leceksiniz. Kabirden kalkıp Allâh’ın huzûruna varmanız, dünyâdaki her hareketinizin he*sâbını vermeniz muhakkaktır. Neticede hayır ve ibâdetlerinizin mükâfâtını, kötü işlerinizin de cezâ ve şiddetli azâbını göreceksiniz! Mükâfat ebedî bir cennet; mücâzat da ebedî bir cehennemdir.”[8] Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hitâbesine, orada bulunanlardan umûmî bir îtiraz gelmedi. Yalnız amcası Ebû Leheb: “–Hay eli kuruyası! Bizi buraya bunun için mi çağırdın?” diyerek münâsebetsiz ve ya*kışıksız sözler sarf etti. Hakâretleriyle Peygamber Efendimiz’in aziz kalbini incitti. Ebû Leheb’in bu tavrı üzerine, onu ve hanımını zemmeden ve cehennemlik olduklarını îlân eden “Tebbet Sûresi” nâzil oldu: “Ebû Leheb’in iki eli kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşte yanacak. Odun taşıyıcı olarak ve boynunda hurma lifinden bükülmüş bir ip olduğu hâlde karısı da (ateşe girecek).” (Tebbet, 1-5) (Buhârî, Tefsîr, 26/2, 34/2, 111/1-2; Müslim, Îmân, 355) Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ulaştığı kalbî kıvam ve kemâl ile, bütün beşeriyeti hidâyete getirme iştiyâkı içinde dîn-i mübîn-i İslâm’ı ömür boyu tebliğ etmiş, kendisine tevdî edilen bu ilâhî emâneti îfâ şuuru, onu zirvelerin zirvesi hâline getirmiştir. Vazifesini icrâya


mânî olacak bütün dünyevî teklifleri tereddütsüz reddederek, Hakk’a kulluğu her şeyin üstünde telâkkî etmiştir. Tebliğin ilk döneminde vukû bulan şu hâdise, bu hakîkati ne güzel ifâde etmektedir: Müşrikler, Ebû Tâlib vâsıtasıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber göndererek dâvâsından vazgeçmesini istemişlerdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü şu mukâbelede bulundu: “–Amca! Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğden vazgeçmem için, güneşi sağ elime, ayı da sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu dâvâdan vazgeçmem! Ya yüce Allah, onu bütün cihâna yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür giderim!” Sonra da mübârek gözleri yaşardı ve ağladı. (İbn-i Hişâm, I, 278; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 9697; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64) { Rasûl-i Ekrem Efendimiz, İslâm’ı yaymak ve insanlara en büyük hizmette bulunmak için kapı kapı dolaşır ve ilâhî hakîkatleri tekrar tekrar anlatırdı. Bıkmak, usanmak nedir bilmezdi. En acımasız bir şekilde düşmanlık edenlere bile aynı hakîkatleri defâlarca anlatmıştı. Buna misâl olabilecek bir müşâhedesini Muğîre bin Şûbe şöyle nakleder: “Ben ve Ebû Cehil, Mekke sokaklarından birinde giderken Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile karşılaştık. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Cehil’e: «–Ey Ebu’l-Hakem! Gel, Allâh’a ve Rasûlü’ne tâbî ol da senin için Allâh’a duâ edeyim?» buyurdu. Ebû Cehil ise: «–Yâ Muhammed! Sen yine ilâhlarımıza dil uzatacak, onlara tapmaktan bizi menedeceksin, değil mi? Yemin ederim ki söylediğin şeylerin hak olduğunu bilseydim Sana tâbî olurdum!» dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz ayrılıp gidince de bana dönüp: «–Vallâhi ben iyi biliyorum ki O’nun söyledikleri hak ve gerçektir!..» îtirâfında bulundu…” Daha sonra Ebû Cehil îmân etmemesinin, kabîleler arası üstünlük sağlama yarışından ve kıskançlıktan kaynaklandığını anlatmıştır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 113) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine birgün Ebû Cehil ve arkadaşlarının yanına uğramıştı. “–Ey Muhammed, vallâhi biz Sen’i yalanlamıyoruz; Sen bizim yanımızda son derece sâdık bir insansın. Ancak biz, Sen’in getirmiş olduğunu yalanlıyoruz.” dediler. Böylece, vicdânen kabul ettikleri bir hakîkati, nefsâniyetlerine tâbî olarak reddettiler. Cenâbı Hak şu âyet-i kerîmeyi inzâl buyurarak onların bu perişan hâllerini ibret için gözler önüne serdi:


“Onların söylediği sözlerin Sen’i hakîkaten üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar Sen’i yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allâh’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.” (el-En’âm, 33)[9] Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hakk’a dâvet husûsunda sâhip olduğu pek çok güzel hasleti gösteren şu hâdise ne güzel bir misaldir: Kureyşliler çok saygı gösterdikleri Husayn’a giderek: “–Şu adamla bizim adımıza konuş. O ilâhlarımıza dil uzatıyor, onlara kötü sözler söylüyor.” dediler ve birlikte Allah Rasûlü’nün kapısına kadar geldiler. Müşrikler kapıya yakın bir yere oturarak beklemeye başladılar. Husayn ise içeri girdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz: “–İhtiyara yer açın!” buyurdu. Husayn’ın müslüman olan oğlu İmran ve arkadaşları oldukça kalabalık bir cemaat hâlinde Allah Rasûlü’nün yanında bulunuyorlardı. Husayn, Peygamber Efendimiz’e: “–Bu Sen’den duyduklarımız nedir!? Tanrılarımızı reddediyor, onlara dil uzatıyormuşsun. Hâlbuki Sen’in baban akıllı ve hayırlı bir kimseydi.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu karşılığı verdi: “–Ey Husayn, kaç tanrıya tapıyorsun?” “–Yedisi yerde biri gökte sekiz tanrıya.” “–Sana bir zarar isabet ettiğinde hangisine yalvarıyorsun?” “–Göktekine.” “–Malın helâk olduğunda kime yalvarıyorsun?” “–Göktekine.” “–Senin isteklerine icâbet eden yalnız bir ilâh iken ne diye başkalarını O’na ortak koşuyorsun? Şükrederek onları râzı ettiğini mi sanıyorsun, yoksa seni helâk etmelerinden mi korkuyorsun?” “–Her iki sebepten de değil.” Husayn, o güne kadar Peygamber Efendimiz gibi bir zât ile hiç konuşmadığını anlamıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey Husayn! Müslüman ol, selâmet bulursun.” buyurdu. Husayn: “–Kavmim ve yakınlarım var, ne söyleyeyim?” diye sorunca Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


ُ ْ‫َي ْن َفعُن۪ ى عِ ْلمًا َو ِز ْدن۪ ى اَ ْم ۪رى ِ◌الَر‬ ‫ِيك ِا ۪ ّنى اَل ٰلّ ُھ َّم‬ َ ‫شدَ اَسْ َت ْھد‬ “–Allâh’ım! İşimi kemâle erdirmem için Sen’den hidâyet istiyorum. Bana faydalı olacak ilmimi artır, de!” buyurdu. Husayn, bu duâyı yaptı ve bir müddet sonra da müslüman oldu. Ayağa kalkınca, oğlu İmran sevincinden babasının başını, ellerini ve ayaklarını öptü. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu hâli görünce hislenerek ağladı ve: “–İmrân’ın yaptığına ağladım. Babası Husayn kâfir olarak içeri girdiğinde İmran ayağa kalkmadı, onun yüzüne bile bakmadı. Ama İslâm’a girince hakkını ödedi. İşte bu incelikten dolayı duygulandım.” buyurdu. Husayn ayrılmak istediğinde Allah Rasûlü ashâbına: “–Kalkınız, kendisini evine kadar uğurlayınız!” buyurdu. Onun yanındaki kalabalıkla kapıdan çıktığını gören Kureyş müşrikleri: “Husayn da dînini terk etti.” diyerek kendisi ile görüşmeden dağılıp gittiler.[10] Fahr-i Kâinât Efendimiz, Husayn -radıyallâhu anh-’ı, hikmetle, güzel öğütle ve mükemmel bir ahlâk ile İslâm’a dâvet etmişti. Bu muhteşem üslûp karşısında âdeta eriyen Husayn, daha oradan ayrılmadan îman nîmeti ile şereflendi. Hazret-i Âişe vâlidemiz, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Uhud Harbi’nden daha fazla daraldığınız bir gün oldu mu yâ Rasûlallah?” diye sormuştu. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdular: “–Evet, senin kavminden çok kötülük gördüm. Bu kötülüklerin en fenâsı, onların bana Akabe Günü[11]yaptığıdır. Ayrıca Tâifli Abdükülâl’in oğlu İbn-i Abdiyâlîl’e sığınmak istemiştim de, beni kabûl etmemişti. (Beni ayak takımına taşlatarak her tarafımı kan revân içinde bırakmıştı.) Ben de geri dönmüş, derin kederler içinde yürüyüp gidiyordum. Karnü’s-Seâlib mevkiine varıncaya kadar kendime gelemedim. Orada başımı kaldırıp baktığımda, bir bulutun beni gölgelediğini gördüm. Dikkatlice bakınca, bulutun içinde Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı fark ettim. Bana: «Allah Teâlâ, kavminin Sana ne söylediğini ve Sen’i himâye etmeyi nasıl reddettiğini duymaktadır. Onlara dilediğini yapması için de Sana, Dağlar Meleği’ni gönderdi.» diye seslendi. Bunun üzerine Dağlar Meleği bana seslenerek selâm verdi. Sonra da:


«Ey Muhammed! Kavminin Sana ne dediğini Cenâb-ı Hak işitmektedir. Ben Dağlar Meleği’yim. Ne emredersen yapmam için Allah Teâlâ beni Sana gönderdi. Ne yapmamı istiyorsun? Eğer dilersen şu iki dağı (Mekke’deki Ebû Kubeys ile Kuaykıân dağlarını) onların başına geçireyim.» dedi. O zaman: «Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların nesillerinden sâdece Allâh’a ibâdet eden ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayan kimseler getirmesini dilerim.» dedim.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111) Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, bütün bu eziyetleri, insanları ebedî saâdet ve selâmete dâvet etmek için çekmişti. Şahsına revâ görülen ezâ ve cefâları, büyük bir sabır, tevekkül ve rızâ hâliyle karşılayıp insanların hidâyeti için var gücüyle gayret göstermişti. Medîneli Enes bin Râfî, birkaç genç arkadaşıyla Mekke’ye gelmişti. Hazrec Kabîlesi’ne karşı Kureyşlilerle andlaşma yapmak istiyorlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onların geldiklerini haber alınca hemen yanlarına varıp onlarla birlikte oturdu. Geliş sebeplerini öğrenince de: “–Size bundan daha hayırlısını haber vereyim mi?” buyurdu. “–Nedir o?” dediklerinde: “–Ben Allâh’ın Rasûlü’yüm. Allah beni kullarına gönderdi. Onları Allâh’a dâvet ediyorum. Allâh’a ibâdet etmelerini, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarını söylüyorum. Bu hususta Allah bana kitap indirdi.” diyerek İslâm’ı anlattı ve onlara Kur’ân-ı Kerîm’den bâzı âyetleri okudu. İçlerinden İyâs bin Muâz isminde bir genç: “–Arkadaşlar! Vallâhi bu teklif, geldiğiniz işten daha hayırlıdır.” dedi. Ancak arkadaşları tarafından hakâret ve eziyetlerle susturuldu. Medîne’ye döndüklerinde ise Buâs Savaşı patlak verdi. Fazla zaman geçmeden İyâs bin Muâz vefât etti. Ölümü esnâsında başında bulunanlar, onun devamlı tesbihatla meşgul olduğunu işittiler. Müslüman olarak öldüğünden hiçbirinin şüphesi yoktu. Çünkü İyâs -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nü dinlediğinde İslâm’ı iliklerinde hissetmiş ve onu kabul etmişti.[12] Tebliğ hizmetini, kim olduklarına bakmadan bütün insanlara şümullendirmek îcâb eder. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtereme kızı Zeyneb’i hicret esnâsında deveden düşürerek vefâtına sebep olan azılı İslâm düşmanı Hebbâr bin Esved’e, Mekke fethine kadar müslümanlara her türlü düşmanlığı yapan İkrime bin Ebû Cehil’e, Hazret-i Ham*za’yı şe*hîd eden Vah*şî’ye ve hat*tâ amcasının ce*se*di*ni parçalatıp ci*ğe*ri*ni hırs*la ısı*ran Ebû Süf*yân’ın ka*rı*sı Hind’e bile tebliğ ka*pı*sını ka*pat*ma*mış*tır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, vefâtına yakın geçirdiği şiddetli hastalık esnâsında dahî tebliğ ve irşad vazifesine devâm etmiştir. İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:


Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı. “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz!” dedim. “–Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıztırap çekmekteyim.” buyurdu. “–Herhâlde bu, iki kat sevap kazanmanız içindir?!” dedim. “–Evet, öyledir. Allah, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı müslümanın günahlarını bağışlar. O müslümanın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür.” buyurdu. (Buhârî, Merdâ, 3, 13, 16; Müslim, Birr, 45) Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, çok ağır hasta olmalarına rağmen, ashâbına ebedî hakîkatleri öğretmeye ve onları İslâm terbiyesi üzere yetiştirmeye devâm etmiştir. Bu durum, hem O’nun tebliğ vazifesindeki hassâsiyetini hem de ümmetine duyduğu şefkat ve merhametin enginliğini göstermektedir. Allâh’ın dînini tebliğ ve tâlim etmek, peygamber mesleği denilebilecek mukaddes bir vazifedir. Allâh’ın en seçkin kulları olan peygamberler, bu uğurda her türlü meşakkate katlanmışlardır. Onlardan biri de insanları 950 sene sabırla Hakk’a dâvet eden Hazret-i Nûh aleyhisselâm-’dır. Bir baba, oğluna Nûh -aleyhisselâm-’ı göstererek: “–Bak oğlum, buna inanma!” demişti. O da babasının elinden asâyı aldı, Nûh -aleyhisselâm-’ın başına vurarak onu kan revân içinde bıraktı. Nûh -aleyhisselâm- ise: “–Yâ Rabbî! Hayır dilemiş isen, hidâyete erdir! Yoksa Sen onlar hakkında hükmedinceye kadar bana sabır ver! Çünkü Sen hükmedenlerin en hayırlısısın!” diye duâ etti. Şuayb -aleyhisselâm-’ın tebliğinden bir tabloyu da Kur’ân-ı Kerîm şöyle haber vermektedir: “(Hazret-i Şuayb) dedi ki: «Ey kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delîlim varsa ve O, bana tarafından güzel bir rızık vermişse, buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sâdece gücümün yettiği kadar ıslâh etmek istiyorum. Fakat muvaffakıyetim, ancak Allâh’(ın yardımı) iledir. Ben yalnız O’na dayandım ve yalnız O’na döneceğim.»” (Hûd, 88) Şuayb -aleyhisselâm-, bu âyet-i kerîmedeki; “Size yasak ettiğim şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum.” ifâdesiyle; “Size ancak yaptığım şeyleri emrediyorum. Eğer sizi bir şeyden menediyorsam, onu ilk olarak ben terk ederim.” demiş ol*mak*tadır. Tebliğde bu hassâsiyete sâhip olmak, Cenâb-ı Hakk’ın medhettiği mühim bir haslettir. Başkalarına iyiliği tavsiye ederken kendini unutmak, şiddetle yasaklanmış ve zemmedilmiştir. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:


“(Ey ehl-i kitâb âlimleri!) Siz Kitâb’ı (Tevrât’ı) okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) hâlde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (elBakara, 44) “Ey îmân edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında büyük gazaba sebep olur.” (es-Saff, 2-3) Fahr-i Kâinât Efendimiz, İskenderiye Mukavkısı’na Hâtıb bin Ebî Beltaa’yı elçi olarak göndermişti. Mukavkıs, Allah Rasûlü’ne götürmesi için ona bâzı hediyelerle birlikte Mâriye ile kardeşi Sîrin’i verdi. Hâtıb -radıyallâhu anh-, yolda bu iki kardeşe İslâm’ı anlattı ve onları müslüman olmaya teşvik etti. Onlar da îmân ettiler. (İbn-i Sa’d, VIII, 212) Yâni Hâtıb -radıyallâhu anh-, onların hakîkatle buluşmaları için Medîne’ye varmalarını beklememiş, tebliğ hizmetini ilk fırsatta îfâ etmişti. Ashâb-ı kirâm, bütün his ve davranışlarının, Allah rızâsına muvâfık olması için gayret göstermişlerdi. Bu yüzden bütün imkân ve kuvvetlerini i’lâ-yı kelimetullah uğrunda cömertçe sarf ettiler. Onların nazarında hayâtın en zevkli ve mânâlı anları, insanoğluna tevhîd mesajını tebliğ ettikleri vakitlerdi. Îdâm edilmek üzere olan bir sahâbî, kendisine son arzusunu gerçekleştirmek için üç dakikalık fırsat tanıyan hakîkat mahrûmu “zavallı”ya teşekkür ederek şöyle diyordu: “–Bu üç dakikayı bağışladığın için sana minnettârım! Zîrâ bu ikrâm ettiğin üç dakikada sana tevhîd hakîkatini tebliğ ederim de belki senin hidâyetine vesîle olurum.” Fâtih Sultan Mehmed Han, Trabzon Rum İmparatorluğu üzerine sefere çıkmıştı. Şehre arkadan ulaşmak için dağlık ve ormanlık bir arâziden geçiyordu. Bâzen baltacılar, önden giderek yol açıyorlardı. Yolun müsâit olmadığı bir yerde Fâtih’in atı kaydı. Sultan Fâtih, bir kayaya tutunmak için uğraşırken elleri kanadı. Bu hâli müşâhede eden, beraberindeki Uzun Hasan’ın anası Sârâ Hatun, tam fırsatı olduğunu düşünerek: “–Oğul! Han oğlu hansın, yüce bir hükümdarsın! Trabzon gibi küçük bir kale için bunca meşakkate katlanman revâ mıdır?” dedi. Çünkü Uzun Hasan, Trabzon Rum İmparatorluğu ile akrabâlık kurmuş ve bu yüzden annesini, bu seferden vazgeçirmek için Fâtih’e ricâcı olarak göndermişti. Fâtih, elleri sıyrıklarla dolu olduğu hâlde doğruldu ve şöyle dedi: “–Ey ihtiyar ana! Bilmez misin ki, elimizde tuttuğumuz, dîn-i İslâm’ın kılıcıdır. Sen zanneyleme ki, çektiğimiz bunca zahmetler, kuru bir toprak parçası içindir. Bilesin ki, bütün gayretlerimiz Allâh’ın dînine hizmet içindir. İnsanları hidâyete kavuşturmak içindir. Yarın Allâh’ın huzûruna vardıkta, yüzümüz kara olmasın diyedir. Elimizde İslâm’ı tebliğ ve tâzîz imkânları varken, birtakım zahmetlere katlanmayıp ten rahatlığını tercih edersek, bize gâzi denilmesi revâ olur mu? Ehl-i küfre İslâm’ı götürmezsek, onların azgınlıklarına mânî olmazsak, huzûr-i ilâhîye hangi yüzle çıkarız?!.”[13]


İnsanlara bir taraftan İslâm’ı anlatırken, diğer taraftan da onların ihtiyaçlarıyla meşgul olmak îcâb eder. Bilhassa yeni hidâyete eren kişiler, ilk günlerinde birtakım zorluklarla karşılaşabilirler. Bu günler, onların, maddî ve mânevî desteğe en fazla muhtaç oldukları bir devredir. Asırlarca İslâm’ın sancaktarlığını yapan ecdâdımız, bu hassâsiyeti de en güzel şekilde sergilemişlerdir. Osmanlı’da, cuma günleri dîvan toplantısı sonunda, ihtidâ eden, yâni İslâm ile şereflenen yeni müslümanlara 50 akçe destek parası verilirdi. Şimdi olduğu gibi o zamanlar da dîn değiştiren bir kişi, bütün akrabâlarını, cemaatini hattâ tezgâhını gözden çıkarmış demekti. Bu sebeple, hidâyete eren dul kadın veya yalnız ihtiyarlara ev ve geçim imkânı dahî sağlanırdı.[14] { Hâsılı, Hakk’a ve hayra dâvet husûsunda biz mü’minlere düşen, yılmadan, vazgeçmeden, ye’se ve rehâvete kapılmadan, her fırsatta îtidal üzere tebliğ hizmetine devâm etmektir. Neticeyi de Allâh’a ha*vâ*le edip tevekkül etmektir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, müslümanları kendilerinden ve âilelerinden olduğu kadar, çevrelerinden de mes’ûl kılmıştır. “Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker” ile vazifelendirmiştir. Bu vazifeyi güzelce îfâ edenlerin hem kendilerinin hem de muhitlerinin ebedî kurtuluşa nâil olacağını va’detmiştir. Bunun aksine, tebliğ hizmetinde ihmâlkâr davrananların da büyük bir zarar ve ziyâna dûçâr olacaklarını îkaz ve ihtâr a. Güzel Örnek Olmak Hakk’a dâvet hizmetinde bulunurken tesirli söz söyleyebilmek ve hayırlı bir netîce elde edebilmek için, her şeyden evvel örnek bir karakter ve şahsiyet sergilemek lâzımdır. Zîrâ yaşanmayan ve örnek davranışlarla misallendirilmeyen hakîkatler, kuvveden fiile çıkma im*kânı bulamaz. Hayâta geçirilmeyen fikirler, kitap satırları arasında kalmaya mahkûm olur. O hâlde bir müslümanın İslâm’a yapabileceği en büyük hizmet, onu önce kendi hayâtına en güzel bir şekilde tatbik etmektir. Zîrâ söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmayan bir kimsenin insanları iknâ edebilmesi mümkün değildir. Allah Teâlâ; kişinin sözü ile özünün, konuştuklarıyla yaptıklarının birbiriyle tezat teşkil etmemesini emretmiştir.[15]Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, böyle bir tezat içinde bulunanların hazin âkıbetini şöyle beyan buyurur: “Kıyâmet gününde bir kimse getirilip cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarı fırlar ve o hâliyle değirmen çeviren merkep gibi döner. Cehennem ehli başına toplanır ve: «Ey filân, bu ne hâl? Sen bize iyiliği emredip kötülükten nehyetmez miydin?!» derler. O da:


«Evet, size iyiliği emreder fakat kendim yapmazdım; sizi kötülükten sakındırır fakat kendim yapardım.» diye cevap verir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 10) Başkalarına iyilikleri tavsiye ederken kendilerini unutan gâfillerin bu fecî âkıbeti, hepimiz için büyük bir ibret olmalıdır. Öğrendiğimiz ve başkalarına tavsiye ettiğimiz güzelliklerle evvelâ kendi hayâtımızı süslemeliyiz. Böyle yaşayan samîmî kimseler, yüzlerine bakılınca Allâh’ı hatırlatan sâdık ve velî kullardan olurlar. Nitekim ashâb-ı kirâm: “–Allâh’ın velî kulları kimlerdir?” diye sorduklarında, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “(Allâh’ın velî kulları) yüzlerine bakıldığında Allah Teâlâ’yı hatırlatan kimselerdir.” buyurmuştur. (Heysemî, X, 78; İbn-i Mâce, Zühd, 4) İşte bir bakıma bu hadîs-i şerîfin îzâhı mâhiyetinde, başımızdan şöyle bir hâdise geçmişti: Merhum Sâmi Efendi Hazretleri ve refâkatinde bulunan merhum pederim Mûsâ Efendi ile Bursa’dan İstanbul’a dönüyorduk. Yalova’da araba vapuruna binmek için vâsıtamızla sıraya geçecektik. Araçların kargaşaya mahal vermeden düzenli olarak sıraya girmesiyle alâkadar olan kâhyâ, bizim arabamıza da yer gösterirken gözü arka tarafta oturan Sâmi Efendi ve Mûsâ Efendi’ye ilişti. Hergün yüzlerce sîmâ ile karşılaşan kâhyâ, şaşkınlık içinde bir an durakladı. Sonra yaklaştı. Arabanın camından içeriye daha dikkatlice baktı; derin bir iç çekti ve şöyle dedi: “–Allah Allah! Ne garip dünya! Yüzler var melek gibi… Yüzler var Nemrut gibi…” Velhâsıl, özüyle, sözüyle, hâl ve davranışları itibârıyla güzel örnek olabilmek, İslâm’ı tebliğ hizmetinde kullanılabilecek en tesirli bir lisandır. Bu lisan, hikmet ve ibretler sergisi olan kâinâtın, sessiz-sözsüz, fakat son derece fasih ve beliğ lisânı gibidir. Yine bu lisan, hakîkate teşne her idrâk tarafından anlaşılabilen “hâl lisânı”dır. Bu lisânı anlamayan hiçbir millet yoktur. Bu lisân ile konuşulduğunda kendisine ulaşılamayacak hiçbir insan mevcut değildir. Hâl lisânının sürçmesi ve hatâsı da yoktur. Gâyet sâde, özlü, berrak ve anlaşılır bir lisandır. Fazîlet Tabloları Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, dünyayı teşrîfinden itibâren müstesnâ bir hayat yaşamış, İslâm’ı tebliğe başladığında da her şeyden önce üstün ahlâkı ve nezih hayâtıyla örnek olmuştu. Risâlet vazifesi kendisine tevdî edildiğinde, mes’ûliyetinin büyüklüğünden duyduğu endişe ile muzdarip bir hâlde bulunan Peygamber Efendimiz’i, zevce-i muhteremesi Hatîce vâlidemiz şu sözleriyle tesellî ve teşvik ediyordu: “Asla korkma! Vallâhi Allah Teâlâ Sen’i hiçbir zaman utandırmaz. Zîrâ Sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru söylersin, işini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın, fakire ihsanda


bulunur, hiç kimsenin veremeyeceği kadar verirsin. Misâfire ikrâm edersin. Hak yolunda zuhûr eden hâdiseler karşısında (insanlara) yardım edersin! Emânete riâyet edersin. Senin ahlâkın pek güzeldir.” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, Îman, 252; İbn-i Sa’d, I, 195) Şüphesiz ki bu ifâdeler, âlemlere rahmet ve insanlığa örnek şahsiyet olarak gönderilen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, gönülleri fetheden sayısız güzelliklerinden sadece bir kısmını sergilemekteydi. { Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a dâvet mektubu kendisine ulaşan Umman meliki Cülendî, önce Fahr-i Kâinât Efendimiz’in hayâtı hakkında mâlûmat istedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yüce ahlâk ve fazîletlerini öğrendikten sonra da şöyle diyerek müslüman oldu: “–Allah bana bu ümmî Peygamber’i tanımayı nasîb etti. O, hiçbir iyiliği, ilk defâ kendisi tatbik etmeden kimseye emretmiyor; her kötülükten uzak kalıyor ve insanlara örnek olarak o kötülüklerden nehyediyor. O mutlaka gâlip gelecek, kendisine mânî olunamayacaktır. Mutlaka üstün gelecek, darda bırakılmayacaktır. O, ahde vefâ gösterir, va’dini yerine getirir. Ben kesinlikle kabul ediyorum ki, O bir peygamberdir.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 262) Hakîkaten Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir şeyi emrettiğinde bunu evvelâ kendisi yaşayarak örnek olur, ardından mü’minler de O’ndan gördüklerini bir ibâdet heyecanı içinde tatbîke çalışırlardı. Bu, Allah Rasûlü’nün en büyük tâlim ve telkin metodu idi. Aynı zamanda bu keyfiyet, O’nun getirdiği dînin hak olduğunu gösteren en büyük delillerden biridir. Çünkü bir emir getirmiş, bunu evvelâ kendisi tatbik etmiş; bir şeyden nehyetmiş, bundan evvelâ kendisi uzaklaşmış; bir nasihatte bulunmuş, evvelâ kendisi o nasihatten hisse almış; insanları Allâh’ın azâbıyla korkutmuş, en çok korkan kendisi olmuş; Allâh’ın rahmetiyle ümidlendirmiş, ümid edenlerin önderi bizzat kendisi olmuştur… { Mâlik bin Huveyris -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: Yaşça akran beş on kişiyle (İslâm’ı öğrenmek üzere) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gidip yirmi gün kaldık. Peygamber Efendimiz, pek merhametli ve şefkatli idi. Âilelerimizi özlediğimizi anlayınca geride kimleri bıraktığımızı sordu. Biz de söyledik. Bunun üzerine buyurdu ki: “Ehlinizin yanına dönünüz ve aralarında bulununuz. Onlara gerekli bilgileri öğretiniz, söylenecek şeyleri söyleyiniz.” Daha birçok şeyler buyurdu ki, şimdi bunların bir kısmını hâlâ hatırlıyorum, bir kısmını ise hatırlayamıyorum. Sonra şöyle devâm etti:


“Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız. Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun, en yaşlınız da imam olsun.” (Buhârî, Ezân, 18) Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz evvelâ bu sahâbîlerine fiilî bir kıstas olmuş, dînin nasıl yaşanacağını öğretmiş, sonra da kavimlerine dönerek onların arasında söz ve davranış cihetiyle numûne-i imtisâl bir hayat sürmelerini emretmiştir. Zîrâ bizzat ve hâl ile numûne olabilmek, en tesirli tebliğ ve tâlim metodudur. { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazı ilk vaktinde kılmayı tavsiye eder, geciktirmeyi hoş görmeyerek ashâbına şu îkazda bulunurdu: “Namazın ilk vaktinde Allâh’ın rızâsı, son vaktinde ise affı vardır.” (Tirmizî, Salât, 13/172) Ümmetine böyle tavsiyede bulunan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu fazîleti herkesten daha titiz bir şekilde bizzat kendisi yaşardı. Zîrâ O, hayâtı boyunca namazlarını dâimâ ilk vaktinde kılmıştır. Nerede ve ne hâl üzere bulunursa bulunsun, vakti girdiği anda hemen namazını kılmaktan çok hoşlanırdı.[16] Bunun misallerinden biri şu hâdisedir: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı (bir sefer esnâsında) dar bir geçide girmişlerdi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bir bineğin üzerindeydi. Yağmur üzerlerinde devamlı yağıyor, altlarında meydana gelen çamur (bataklık hâlini almış, yere inmelerine mânî oluyordu). Namaz vakti de gelmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müezzine emretti, müezzin ezan okudu, kâmet getirdi. Fahr-i Kâinât Efendimiz de bineğinin üzerinde öne geçti ve ashâbına namaz kıldırdı. Îmâ ile namaz kılıyordu. Secdeleri yaparken rükûdan biraz daha fazla eğiliyordu. (Ahmed, IV, 173-174) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de şöyle der: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, namazı son vaktine kadar iki defâ bile tehir etmeden Allah Teâlâ O’nu katına aldı.” (Tirmizî, Salât, 13/174; Ahmed, VI, 92) Yâni bir defâ mâzerete binâen namazını tehir etmek mecbûriyetinde kalmıştı, onun dışında ise hep ilk vaktinde kıldı. { Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, haramları terk husûsundaki örnekliğine dâir bir misal de şöyledir: Allah Rasûlü, altın kullanmanın erkeklere haram kılındığını ashâbına tebliğ ederken parmağındaki altın yüzüğü cemaate göstermiş:


“–Ben bu yüzüğü takıyor ve kaşını da elimin içine çeviriyordum.” dedikten sonra onu çıkarıp atmış ve: “–Vallâhi bir daha onu takmayacağım!” buyurmuştur. (Buhârî, Eymân, 6) İslâm, erkeklerin altın yüzük vb. şeyleri kullanmalarını yasaklamıştır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, erkeklerin erkeklik vakârını, hanımların da hanımlık haysiyetini muhâfaza ederek yaşamalarını murâd etmektedir. İşte bu misalde olduğu gibi Rabbimiz bütün ilâhî hükümlerini tebliğ etmesi için, kullarına Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i örnek şahsiyet olarak lutfetmiştir. Dolayısıyla insanları Allâh’ın dînine ve râzı olduğu işlere dâvet etmenin en güzel yolu, tıpkı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yaptığı gibi, o güzellikleri önce şahsî hayâtımızda sergileyerek örnek olabilmemizdir. { İnsanlar örneksiz yapamadıkları için, kendilerine iyi veya kötü, muhakkak bir örnek şahsiyet bulurlar. Bu sebeple insanların kendisini örnek alıp tâbî olduğu kişiler, bilhassa dînî mevzularda çok hassas davranmalıdırlar. Zîrâ onların bu husustaki en küçük bir hatâsı, toplumun büyük bir kısmına mâl olabilir ve pek çok kişiyi yoldan çıkarabilir. Birgün İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, çamurda yürüyen bir çocuğa rastlamıştı. Ona merhamet ve şefkatle tebessüm ederek: “–Evlâdım, dikkat et de düşmeyesin!” dedi. Çocuk da, zekâ ve basîret parlayan gözleriyle İmâm’a döndü ve kendisinden beklenmeyecek bir olgunlukla şu karşılığı verdi: “–Ey İmâm! Asıl sen dikkat et ve düşmekten sakın! Çünkü âlimin düşmesi, âlemin düşmesi demektir. Benim düşmem basittir, düşersem yalnız ben zarar görürüm. Fakat sizin ayağınız kayacak olursa, size tâbî olup peşinizden gidenlerin de ayakları kayar ve düşerler ki, bunların hepsini kaldırmak, oldukça güçtür!..” Ebû Hanîfe Hazretleri, bu sözden çok müteessir oldu ve sarsıldı. Artık o günden sonra, talebeleriyle birlikte uzun müzâkerelerde bulunduktan sonra fetvâ verirdi. Talebelerine de şu nasihatte bulunurdu: “Şayet bir meselede size daha kuvvetli bir delil ulaşırsa, o hususta bana tâbî olmayınız. İslâm’da kemâlin alâmeti budur. Bana olan sevgi ve bağlılığınız da ancak bu şekilde ortaya çıkar…”[17] { Halîfe Ömer bin Abdülazîz, insanlara güzel örnek olabilme husûsunda zirve şahsiyetlerden biridir. Onun pek çok güzel hâllerinden biri de şöyledir: O, bir gece evinde otururken vezir*lerinden biri kapıya geldi. Halîfe:


“–Böyle vakitsiz ziyâretinizin sebebi nedir?” diye sordu. Vezir: “–Müzâkeresi elzem olan bir mesele için geldim.” cevâbını verdi. Ömer bin Abdülazîz: “–Ayrı bir odada meseleyi müzâkere için başka kandilim yok. Beytülmâl’den ancak bir kandile kifâyet edecek kadar yağ almaktayım, onu da âilem ile birlikte kullanıyorum.” dedi. Vezir: “–Yarınki istihkâkınıza mahsûben lâzım olan yağı Beytülmâl’den alsak olmaz mı?” diye sordu. Halîfe; “–Olur.” diyerek bir senet yazdı ve veziri, kiler emînine gönderdi. Kiler emîni senedi okuduktan sonra: “–Bu yalnız yarınki istihkâkın senedidir, kifâyet etmez. Halîfenin, yarına çıkacağına dâir de bir senet imzalaması lâzımdır ve o senedi de getirmeniz îcâb eder.” cevâbını verdi. Bu cevap üzerine çâresiz kalan vezir, kendi evinden tedârik ettiği yağ kandilini alarak tekrar halîfenin huzûruna çıktı. Görüşmek istediği meseleyi müzâkere edip karara bağladıktan sonra vezir, halîfeye hitâben: “–Efendim, Beytülmâl’den aldığınız şeylerin kâfî gelmediği görülüyor. Biraz daha fazlasını emir buyursanız da bir kısmını ihtiyaten biriktirip vefâtınızdan sonra evlât ve torunlarınızın zarûrî ihtiyaçları için bıraksanız?!” dedi.

Bu teklif karşısında Ömer bin Abdülazîz şu muhteşem cevâbı verdi: “–Eğer benim geride kalan evlâtlarım sâlih kimselerden olurlarsa, onların sıkıntıya düşmelerinden korkmam. Zîrâ Cenâb-ı Hak; «…Allah sâlih kullarının velâ*yet ve vesâyetini bizzat deruhte eder.» (el-A’râf, 196) buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, onların velîsi ve vasîsi olduktan sonra onların ilerde karşılaşacakları hâllerden hiç endişe etmem. Yok, sâlih değil de sefih olacaklarsa, böyleleri hakkında da yine Kur’ân-ı Kerîm’de; «Mallarınızı sefihlere vermeyiniz…» (en-Nisâ, 5) buyrulmuştur. Bu nehy-i ilâhîye rağmen sefih olacak çocuklarıma mal mı toplayacağım!”[18] { Ömer bin Abdülazîz’in, halîfe olduğu günden itibâren çocuklarına karşı muâmelesi de değişmişti. Hilâfete geçtiği gün, halk büyük kalabalıklar hâlinde Ömer bin Abdülazîz’e bey’at ederken izdiham sebebiyle oğlu Abdülmelik’in elbisesi yırtılmıştı. Bunu gören Ömer bin Abdülazîz, oğluna: “–Evlâdım, git elbiseni diktir. Zîrâ bugünden itibâren belki bu elbiseden başka bir elbise bulamayacak ve buna muhtaç olacaksın!” demişti.


Ömer bin Abdülazîz, her gece kızlarına uğrar, hâl ve hatırlarını sorduktan sonra uyumaya giderdi. Bir gece yine onlara uğramıştı. Babalarının geldiğini duyan kızları, elleriyle ağızlarını kapatarak kapıyı açtılar. Ömer bin Abdülazîz, yanlarında bulunan mürebbiyelerine, niçin böyle yaptıklarını sorunca, şu cevâbı aldı: “–Yanlarında mercimek ve soğandan başka yiyecek bir şey yoktu. Soğan kokusu sizi rahatsız etmesin diye ağızlarını kapatıyorlar.” Onların bu zühd, edeb ve hassâsiyeti karşısında Ömer bin Abdülazîz’in gözleri yaşardı ve kızlarına: “–Kızlarım! Sizin çeşitli ve güzel yemeklerle dünya nîmetlerine tâlip olmanız, babanız için bir âhiret vebâli olabilirdi.” dedi. { Her hususta örnek bir şahsiyet sergilemenin ehemmiyetini gösteren şu misâl de pek ibretlidir: Emevî halîfelerinden Velid bin Abdülmelik, güzel binâlara meraklıydı. Onun devrinde insanlar da ona bakarak emlâk ve binâ merakına düştüler. Meclislerde ve mahfillerde devamlı inşaattan bahsedilir oldu. Süleyman bin Abdülmelik, yiyip içmeye düşkün bir hükümdardı. Onun zamanındaki insanlar da yeme-içme lâkırdılarıyla vakitlerini israf ederlerdi. Ömer bin Abdülazîz ise âbid, zâhid ve takvâ sâhibi bir mü’mindi. Onun döneminde halk, ibâdet, tâat ve infakta yarışır hâlde idi. Meclislerde; “Bu gece evrâdın ne idi, Kur’ân-ı Kerîm’den kaç âyet hıfzettin, bu ay kaç gün oruç tuttun ve ne kadar infakta bulundun?” gibi sözler konuşulur, böylece insanlar birbirlerini hayra teşvik ederlerdi.[19] {

Abdullah bin Mübârek Hazretleri, kötü huylu bir kimseyle yolculuk yapmıştı. Seyahatleri bitip ayrıldıklarında, Abdullah bin Mübârek içli içli ağlamaya başladı. Bu hâle şaşıran dostları: “–Neden ağlıyorsun? Seni bu kadar mahzûn eden şey nedir?” diye sordular. O kadri yüce Hak dostu, derin bir iç çekti ve nemli gözlerle: “–O kadar yolculuğa rağmen beraberimde bulunan arkadaşımın kötü hâllerini düzeltemedim. O bîçârenin ahlâkını güzelleştiremedim. Düşünüyorum ki; acabâ benim bir noksanlığımdan ötürü mü ona faydalı olamadım? Şayet o, benden kaynaklanan bir hatâdan dolayı istikâmete gelmediyse, yarın hâlim nice olur!..” dedi ve boğazında düğümlenen hıçkırıklarla ağlamaya devâm etti.


{ Velhâsıl, insanlar görerek öğrenmeye daha müsâittirler. Önlerinde güzel bir örnek olduğunda hemen onu taklit etmeye başlarlar. Dolayısıyla İslâm’ı ve güzel ahlâkı tebliğ ve tâlim ederken o güzellikleri bizzat yaşayarak örnek olmak çok mühimdir. Yâni bildiklerimizle amel etmek ve güzel bir örnek olabilmek, mücerred sözlerden çok daha tesirli bir vâsıtadır. Bu sebeple hâl ehli insanlar, Hakk’a ve hayra dâvet hizmetinde daha fazla muvaffak olmaktadırlar. İslâm’ı tebliğ husûsunda güzel örnek olmak, kişinin bizzat kendi nefsini de mes’ûliyetten kurtarır. Zîrâ insan, kendi yapmadığı şeyleri başkalarına söylediğinde, ilâhî itâba mâruz kalır. Şuna da dikkat etmek gerekir ki, Cenâb-ı Hak kişiyi, söylediği ve yazdığı hakîkatler husûsunda samimiyet imtihânına tâbî tutuverir. Bildikleriyle amel etmeyen kişiler, her zaman için bu imtihânı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. b. Yumuşak Bir Lisâna Sâhip Olmak Cenâb-ı Hak, kullarının güzel, sağlam, dürüst, açık, beliğ, tesirli, tatlı, gönül alıcı ve yumuşak söz söylemelerini arzu buyurmaktadır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler. Sonra şeytan aralarını bozar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (el-İsrâ, 53) Gönle, yumuşak söz kadar tesir eden başka bir şey yoktur. “Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır.” darb-ı meseli de bunu açıkça ortaya koymaktadır. Yumuşak bir lisâna sâhip olmayı gerektiren en mühim saha da, hiç şüphesiz İslâmî hakîkatleri tebliğ faâliyetleridir. Pek çok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîfte, tebliğin yumuşak ve hikmetli sözlerle, muhâtabı rencide etmeden yapılması lâzım geldiği anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hak, Mûsâ ve Hârun aleyhimesselâm-’ı, Firavun gibi azgın ve doğru yoldan sapmış bir insana gönderirken bile, yumuşak bir üslûp kullanmalarını emrederek şöyle buyurmuştur: “Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, nasihat dinler veya Allah’tan korkar.” (Tâhâ, 44) Firavun’a bile yumuşak söz söylenmesi emredildiğine göre, onun kadar azgın ve sapkın olmadığı muhakkak olan diğer insanlara karşı nasıl bir üslûb ile yaklaşmak lâzım geldiği kolayca anlaşılabilir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tebliğ vazifesindeki muvaffakıyeti, O’nun yüksek hilim ve müsâmahasının bir bereketi olmuştur. Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in bu husustaki fazîlet ve kemâlini şöyle ifâde buyurur: “(Ey Rasûlüm!) O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)


“Andolsun ki size kendi içinizden öyle izzetli bir peygamber gelmiştir ki, sıkıntıya düşmeniz O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkündür. Mü’minlere karşı raûf (çok şefkatli) ve rahîm (son derece merhametli)dir.” (et-Tevbe, 128) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, bana farzların ikâmesini emrettiği gibi, insanlara lutuf ve merhametle muâmele edip yumuşak söz söyleyerek onların kalpleri arasında muhabbet filizleri yeşertmemi de emretti.”[20] Zünnûn-ı Mısrî -kuddise sirruh- der ki: “Her ne kadar nefsâniyetleri sebebiyle câhillik edip hoş görmeseler de, insanları muhtaç oldukları hususlarda yumuşak bir lisan ve mütebessim bir çehre ile irşâda çalışmak, îmânın alâmetlerindendir.” Üslûbun güzelliği ve yumuşaklığı yanında samîmiyet de başta gelen esaslardandır. Zîrâ meşhur bir darb-ı meselde ifâde edildiği gibi: “Söz kalpten çıkarsa kalbe kadar gider, dilden çıkarsa kulağı aşamaz.” Yine bu hususta Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- da: “Kalbi ve sözü bir olmayan kimsenin yüz dili bile olsa, o yine dilsiz sayılır.” buyurmuştur. Samîmî bir kalpten yumuşak bir üslûb ile sâdır olan tatlı sözler, ahlâkî olgunluktaki yüksek seviyeyi gösteren alâmetlerdir. Bu olgunluk hâli, kişinin şahsına karşı yapılan kabalık, eziyet ve cefâlara sabretmesini ve hatâlar karşısında affedici olmasını îcâb ettirir. Dolayısıyla tatlı bir dil ve yumuşak bir üslûp sâhibi olmak, zor, lâkin feyizli ve bereketli bir yoldur. Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, merhametli, kibar, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sâhibi bir insandı. Kaba bir kimse O’na: “–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmasına rağmen O, her defâsında yumuşak bir üslûpla: “–Buyur, isteğin nedir?” diye mukâbelede bulunmuştur. Yâni muhâtabının kabalığına rağmen hiçbir zaman nezâket ölçüleri dışına çıkmamıştır.[21] { Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in mülâyemetini şöyle anlatır: “Ahlâkı, Allah Rasûlü’nden daha güzel olan bir başkası yoktur. Ashâbından veya âilesinden kim O’nu çağırsa hemen; «Buyur!» derdi. Sâhip olduğu bu yüce ahlâk sebebiyle Allah Teâlâ:


«Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlâk üzeresin!» (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu.” (Vâhidî, s. 463) { Çölden gelen bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen karşı çıkarak adamı azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Onu kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80) Sonra da Rahmet Peygamberi Efendimiz, o kimseye mescitlerin ehemmiyetini ve âdâbını tatlı bir dille îzâh ettiler. { Sa’d ed-Delîl -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün nezâketini ve tatlı dille irşâdını şu şekilde anlatır: “Hicret esnâsında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile birlikte bize uğradı. O sırada Ebû Bekir’in bir kızı, kabîlemizde sütannesinde idi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu. Biz kendisine: «–Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem Kabîlesi’nden “Mühânân” diye bilinen iki hırsız vardır. İsterseniz onların üzerine biz varalım.» dedik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Sen bizi onların yanına götür!» buyurdu. Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe yokuşunu çıkıp yanlarına vardık… Âlemlerin Sultanı Efendimiz, onları yanına çağırıp yumuşak bir lisanla İslâm’ı anlattı ve müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslüman oldular. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isimlerini sorduğunda: «–Biz mühânânız (hakîr görülen iki kişiyiz).» dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Bilâkis siz, mükremânsınız (şerefli iki kimsesiniz.)» buyurdu ve onları müjdeci olarak önden Medîne’ye gönderdi.” (Ahmed, IV, 74) { İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:


“Ben bir seriyyeye katılmıştım. Askerlerden bir kısmı firar etti, ben de içlerindeydim. Ordudan uzaklaşınca: «–Şimdi ne yapacağız, cihaddan kaçtık, Allâh’ın gazabıyla dönüyoruz.» diye aramızda konuştuk. Sonunda: «–Medîne’ye girelim, bizi kimse görmez.» diye düşündük. Ancak Medîne’ye varınca: «–Rasûlullah Efendimiz’e gidip, kendimizi arz edelim, bizim için bir tevbe imkânı varsa onu yerine getirelim, yoksa geri dönelim.” diye kararlaştırdık. Sabah namazından önce mescide varıp beklemeye başladık. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescide geldiğinde ayağa kalktık ve: «–Biz fîrârîleriz!» dedik. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi bize yönelerek: «–Hayır siz, fîrârîler değil, devlet başkanına yardım etmek için gelen ve savaşa tekrar dönmek üzere manevra yapan kişilersiniz!» buyurdu. Kendisine yaklaştık, mübârek ellerinden öptük. Bize: «–Ben müslümanların ilticâgâhıyım.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 96/2647; Tirmizî, Cihâd, 36/1716) Ne güzel bir ahlâk… İnsanların hatâlarını affederek onlara hep yumuşak bir üslûp ve tatlı bir lisanla yaklaşarak mahâretli bir gönül tabîbi olabilmek… Şunu unutmamak îcâb eder ki, herkes güzel bir alâkaya ve teveccühe muhtaçtır. İnsanlara gösterilen güzel alâka, düşman olanın düşmanlığını azaltır, dost ve yakın kimselerin ise muhabbet ve yakınlığını ziyâdeleştirir. { Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-, insanları tevhide dâvete, babası Âzer’den başlamıştı. Ona yumuşak bir üslûpla şöyle dedi: “…–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere ni*çin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırât-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahman’dan bir azap dokunup da şeytana (cehennemde) arkadaş olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45) Âzer ise kızarak: “«–Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzaklaş; git!» dedi.” (Meryem, 46)


Fakat İbrâhim -aleyhisselâm-, Âzer’e yine tatlı sözler ve yumuşak bir edâ ile mukâbele etti: “«Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47) Kendisine bağırıp çağıran, hakâret ve tehditlerle kovan kişiye karşı; “Selâm!” diyerek selâmet dileyebilmek ve ona yumuşak bir lisân ile mukâbele edebilmek, ne ulvî bir ahlâktır! { Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, çok genç yaşta hidâyete ermiş, âilesinin kendisine ağır işkenceler yapmalarına ve mîrastan mahrum bırakmalarına rağmen dîninden dön*memişti. Çünkü o, zâhiren fakir ve garip kalsa da, bâtınen îman aşk ve vecdiyle dolu zengin bir gönle sâhip olmuştu. İslâm’ın tebliği husûsunda âdeta bir heyecan âbidesiydi. Nitekim Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın Medîne’ye gidişiyle, İslâm orada inkişâf etti ve büyük bir hızla yayıldı. Çünkü Peygamber Efendimiz’in tebliğle vazifelendirdiği bu genç sahâbî, insanlara Allâh’ın dînini anlatmak ve halkı hidâyete erdirmek için tahammül ötesi bir gayret sarf ediyordu. Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın gayretleri bereketiyle hidâyete nâil olan ilk bahtiyarlardan Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, İslâm’ın bu ilk muallimini evinde ağırlıyor ve bütün çalışmalarında kendisine yardımcı oluyordu. O birgün Mus’ab’ı yanına alarak Zaferoğulları’nın bahçesindeki bir kuyunun başına oturmuştu. Abdüleşheloğulları’nın önde gelenlerinden Sa’d bin Muâz, bunu haber alınca Üseyd bin Hudayr’a: “–Sen işini iyi bilen ve kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın. Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan şu adamların yanına git ve onları îkâz et! Bir daha mahallemize gelmesinler! Es’ad akrabam olmasaydı, bu işi kendim yapardım.” dedi. Üseyd, mızrağını kaptığı gibi yanlarına vardı ve gâyet öfkeli bir şekilde: “–Siz buraya niçin geldiniz? Şu yanındaki yabancıyı, zayıflarımızın inançlarını bozması için mi getirdin?! Bir daha sakın böyle bir şey yapmaya kalkma! Eğer canınızı seviyorsanız hemen burayı terk edin!” dedi. Basîretli bir sahâbî olan Mus’ab -radıyallâhu anh- ona gâyet sakin bir şekilde ve tatlı bir dille: “–Biraz oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Sen akıllı bir kim*se*sin, sözlerimi beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen kabûl etmezsin.” dedi. Üseyd: “–Yerinde bir söz söyledin!” dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp yanlarına oturdu. Hazret-i Mus’ab, ona güzel bir üslûpla İslâm’ı anlatıp biraz Kur’ân-ı Kerîm okudu.


Üseyd, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediği zaman, daha konuşmaya başlamadan önce yüzünde İslâm’ın nûru parıldadı ve kalbi İslâm’a yumuşadı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında da: “–Bu ne güzel, ne yüce bir kelâm! Siz bu dîne girmek istediğiniz zaman ne yaparsınız?” dedi. Üseyd -radıyallâhu anh- kalkıp, Hazret-i Mus’ab ve Es’ad -radıyallâhu anhümâ-’nın tâlimâtı üzere gusletti, elbisesini temizledi ve şehâdet getirdi. Sonra da kalkıp iki rekât namaz kıldı. Namazını bitirince: “Yanınıza gelirken geride öyle bir adam bırakmıştım ki, o size tâbî olursa, kavminden hiç kimse ona muhâlefet etmez. O, Sa’d bin Muâz’dır! Ben şimdi gider onu size gönderirim!” deyip ayrıldı. Bir müddet sonra Sa’d, kızgın bir şekilde yanlarına geldi. Fakat o da nihâyetinde Mus’ab radıyallâhu anh-’ın tatlı ve yumuşak diliyle beyân ettiği ilâhî hakîkatlere teslîm olarak İslâm’a girdi. Sonra kabîlesinin yanına giderek: “–Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Onlar: “–Sen bizim efendimiz, fikirce en üstünümüz ve reisimizsin.” dediler. Bunun üzerine Sa’d -radıyallâhu anh-: “Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edinceye kadar, erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.” dedi. O gün akşama kadar bu kabîleden müslüman olmayan kimse kalmadı.[22] İşte tatlı bir dil ve yumuşak bir edâ ile İslâm’a dâvetin bereketi: Yüzlerce sadaka-i câriye… Zîrâ ihsan ve ikrâmı bol olan Rabbimiz, İslâm’a giren kişilerin kazandığı sevapların bir mislini de onların hidâyetine vesîle olan kimselere lutfedeceğini va’detmektedir. { Târihin meşhur Haccâc-ı Zâlim’i, zulmüyle şöhret yapmış olsa da filozof tabiatlı bir insandı. Birgün, cuma namazında onu gören hatib; “Cihâdın en fazîletlisi, zâlim sultânın karşısında hakkı ve adâleti söylemektir.”[23]hadîsini hatırlayarak hutbede Haccâc hakkında pek çok ağır sözler söyledi. Haccâc-ı Zâlim, sükûnetle dinledi. Namazdan sonra hatîbi huzûruna çağırtarak ona sordu: “–Sen öyle neler söyledin bakalım hutbede?!” Hatib, nasıl olsa kellesinin vurulacağı düşüncesiyle geri adım atmadan Haccâc’a hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûb ile tekrar etti. Haccâc: “–Tuhaf şey.” dedi. “–Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin İslâmî dâvetin metotlarından haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha fazîletli olduğu muhakkak olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, benden daha kusurlu ve üstelik ehl-i küfürden olduğu muhakkak olan


Firavun’a gönderirken Cenâb-ı Hak, ona «leyyin» yâni suyun akışı gibi yumuşak bir lisan kullanmasını emir buyurmadı mı?” Hatib söyleyecek söz bulamadı. İrşad metodundaki hatâsını anladı ve özür diledi. { Hâsılı yumuşaklık, mü’minlerin vazgeçilmez vasıflarından biridir. Hakk’a dâvet ve halka hizmette en mühim düsturdur. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allah Rafîk’tır (rıfk sâhibidir), rıfkla (yumuşaklıkla) muâmeleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere vermediği sevâbı, rıfkla muâmeleye verir.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 77) Bu mevzûda Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurur: “Allâh’ın; «Ey Mûsâ! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!» sözünü iyi anla! Zîrâ kaynayan yağa soğuk su dökersen, ocağı da harap edersin, tencereyi de…” Her insanı kaynayan bir yağ gibi görmek lâzımdır. Zîrâ herkeste izzet-i nefis vardır. Hiç kimse sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin en güzel yolu, tatlı dil, yumuşaklık ve tevâzûdur.

Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, merhametli, kibar, nâzik, ince ruhlu ve rikkat-i kalbiyye sâhibi bir insandı. Kaba bir kimse O’na: “–Ey Muhammed, ey Muhammed!” diye defâlarca bağırmasına rağmen O, her defâsında yumuşak bir üslûpla: “–Buyur, isteğin nedir?” diye mukâbelede bulunmuştur. Yâni muhâtabının kabalığına rağmen hiçbir zaman nezâket ölçüleri dışına çıkmamıştır.[21] { Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, Peygamber Efendimiz’in mülâyemetini şöyle anlatır: “Ahlâkı, Allah Rasûlü’nden daha güzel olan bir başkası yoktur. Ashâbından veya âilesinden kim O’nu çağırsa hemen; «Buyur!» derdi. Sâhip olduğu bu yüce ahlâk sebebiyle Allah Teâlâ: «Muhakkak ki Sen, büyük bir ahlâk üzeresin!» (el-Kalem, 4) âyet-i kerîmesini inzâl buyurdu.” (Vâhidî, s. 463) {


Çölden gelen bir bedevî, Mescid-i Nebevî’nin içinde küçük abdestini bozmuştu. Sahâbîler hemen karşı çıkarak adamı azarlamaya başladılar. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Onu kendi hâline bırakın. Abdest bozduğu yere de bir kova su döküverin. Siz kolaylık göstermek için gönderildiniz, zorluk çıkarmak için değil.” buyurdular. (Buhârî, Vudû’ 58, Edeb 80) Sonra da Rahmet Peygamberi Efendimiz, o kimseye mescitlerin ehemmiyetini ve âdâbını tatlı bir dille îzâh ettiler. { Sa’d ed-Delîl -radıyallâhu anh-, Allah Rasûlü’nün nezâketini ve tatlı dille irşâdını şu şekilde anlatır: “Hicret esnâsında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ile birlikte bize uğradı. O sırada Ebû Bekir’in bir kızı, kabîlemizde sütannesinde idi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- kısa yoldan Medîne’ye varmak istiyordu. Biz kendisine: «–Burası Rekûbe geçidinin Gâir yoludur. Burada Eslem Kabîlesi’nden “Mühânân” diye bilinen iki hırsız vardır. İsterseniz onların üzerine biz varalım.» dedik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Sen bizi onların yanına götür!» buyurdu. Bunun üzerine yola koyulduk. Rekûbe yokuşunu çıkıp yanlarına vardık… Âlemlerin Sultanı Efendimiz, onları yanına çağırıp yumuşak bir lisanla İslâm’ı anlattı ve müslüman olmalarını istedi. Onlar da müslüman oldular. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- isimlerini sorduğunda: «–Biz mühânânız (hakîr görülen iki kişiyiz).» dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Bilâkis siz, mükremânsınız (şerefli iki kimsesiniz.)» buyurdu ve onları müjdeci olarak önden Medîne’ye gönderdi.” (Ahmed, IV, 74) { İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: “Ben bir seriyyeye katılmıştım. Askerlerden bir kısmı firar etti, ben de içlerindeydim. Ordudan uzaklaşınca: «–Şimdi ne yapacağız, cihaddan kaçtık, Allâh’ın gazabıyla dönüyoruz.» diye aramızda konuştuk. Sonunda:


«–Medîne’ye girelim, bizi kimse görmez.» diye düşündük. Ancak Medîne’ye varınca: «–Rasûlullah Efendimiz’e gidip, kendimizi arz edelim, bizim için bir tevbe imkânı varsa onu yerine getirelim, yoksa geri dönelim.” diye kararlaştırdık. Sabah namazından önce mescide varıp beklemeye başladık. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mescide geldiğinde ayağa kalktık ve: «–Biz fîrârîleriz!» dedik. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi bize yönelerek: «–Hayır siz, fîrârîler değil, devlet başkanına yardım etmek için gelen ve savaşa tekrar dönmek üzere manevra yapan kişilersiniz!» buyurdu. Kendisine yaklaştık, mübârek ellerinden öptük. Bize: «–Ben müslümanların ilticâgâhıyım.» buyurdu.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 96/2647; Tirmizî, Cihâd, 36/1716) Ne güzel bir ahlâk… İnsanların hatâlarını affederek onlara hep yumuşak bir üslûp ve tatlı bir lisanla yaklaşarak mahâretli bir gönül tabîbi olabilmek… Şunu unutmamak îcâb eder ki, herkes güzel bir alâkaya ve teveccühe muhtaçtır. İnsanlara gösterilen güzel alâka, düşman olanın düşmanlığını azaltır, dost ve yakın kimselerin ise muhabbet ve yakınlığını ziyâdeleştirir. { Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-, insanları tevhide dâvete, babası Âzer’den başlamıştı. Ona yumuşak bir üslûpla şöyle dedi: “…–Babacığım! İşitemeyen, göremeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere ni*çin tapıyorsun? Babacığım! Bana, sana verilmeyen bir ilim verildi. Bana tâbî ol; seni sırât-ı müstakîme ulaştırayım. Babacığım, şeytana tapma! Çünkü şeytan, Rahmân’a isyân etmiştir. Ey babacığım! Doğrusu ben sana Rahman’dan bir azap dokunup da şeytana (cehennemde) arkadaş olmandan korkuyorum!” (Meryem, 42-45) Âzer ise kızarak: “«–Ey İbrâhim! Sen benim tanrılarımdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer (onlara dil uzatmaktan) vazgeçmezsen, andolsun seni taşlarım. Uzun bir süre benden uzaklaş; git!» dedi.” (Meryem, 46) Fakat İbrâhim -aleyhisselâm-, Âzer’e yine tatlı sözler ve yumuşak bir edâ ile mukâbele etti: “«Sana selâm olsun! Rabbimden senin için mağfiret dileyeceğim. Çünkü O, bana karşı çok lütufkârdır.» dedi.” (Meryem, 47)


Kendisine bağırıp çağıran, hakâret ve tehditlerle kovan kişiye karşı; “Selâm!” diyerek selâmet dileyebilmek ve ona yumuşak bir lisân ile mukâbele edebilmek, ne ulvî bir ahlâktır! { Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, çok genç yaşta hidâyete ermiş, âilesinin kendisine ağır işkenceler yapmalarına ve mîrastan mahrum bırakmalarına rağmen dîninden dön*memişti. Çünkü o, zâhiren fakir ve garip kalsa da, bâtınen îman aşk ve vecdiyle dolu zengin bir gönle sâhip olmuştu. İslâm’ın tebliği husûsunda âdeta bir heyecan âbidesiydi. Nitekim Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın Medîne’ye gidişiyle, İslâm orada inkişâf etti ve büyük bir hızla yayıldı. Çünkü Peygamber Efendimiz’in tebliğle vazifelendirdiği bu genç sahâbî, insanlara Allâh’ın dînini anlatmak ve halkı hidâyete erdirmek için tahammül ötesi bir gayret sarf ediyordu. Mus’ab -radıyallâhu anh-’ın gayretleri bereketiyle hidâyete nâil olan ilk bahtiyarlardan Es’ad bin Zürâre -radıyallâhu anh-, İslâm’ın bu ilk muallimini evinde ağırlıyor ve bütün çalışmalarında kendisine yardımcı oluyordu. O birgün Mus’ab’ı yanına alarak Zaferoğulları’nın bahçesindeki bir kuyunun başına oturmuştu. Abdüleşheloğulları’nın önde gelenlerinden Sa’d bin Muâz, bunu haber alınca Üseyd bin Hudayr’a: “–Sen işini iyi bilen ve kimsenin yardımına muhtaç olmayan bir adamsın. Zayıflarımızın inançlarını bozmak için mahallemize gelmiş olan şu adamların yanına git ve onları îkâz et! Bir daha mahallemize gelmesinler! Es’ad akrabam olmasaydı, bu işi kendim yapardım.” dedi. Üseyd, mızrağını kaptığı gibi yanlarına vardı ve gâyet öfkeli bir şekilde: “–Siz buraya niçin geldiniz? Şu yanındaki yabancıyı, zayıflarımızın inançlarını bozması için mi getirdin?! Bir daha sakın böyle bir şey yapmaya kalkma! Eğer canınızı seviyorsanız hemen burayı terk edin!” dedi. Basîretli bir sahâbî olan Mus’ab -radıyallâhu anh- ona gâyet sakin bir şekilde ve tatlı bir dille: “–Biraz oturup söyleyeceklerimi dinler misin? Sen akıllı bir kim*se*sin, sözlerimi beğenirsen kabûl edersin, beğenmezsen kabûl etmezsin.” dedi. Üseyd: “–Yerinde bir söz söyledin!” dedikten sonra, mızrağını yere saplayıp yanlarına oturdu. Hazret-i Mus’ab, ona güzel bir üslûpla İslâm’ı anlatıp biraz Kur’ân-ı Kerîm okudu. Üseyd, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlediği zaman, daha konuşmaya başlamadan önce yüzünde İslâm’ın nûru parıldadı ve kalbi İslâm’a yumuşadı. Kur’ân-ı Kerîm hakkında da: “–Bu ne güzel, ne yüce bir kelâm! Siz bu dîne girmek istediğiniz zaman ne yaparsınız?” dedi.


Üseyd -radıyallâhu anh- kalkıp, Hazret-i Mus’ab ve Es’ad -radıyallâhu anhümâ-’nın tâlimâtı üzere gusletti, elbisesini temizledi ve şehâdet getirdi. Sonra da kalkıp iki rekât namaz kıldı. Namazını bitirince: “Yanınıza gelirken geride öyle bir adam bırakmıştım ki, o size tâbî olursa, kavminden hiç kimse ona muhâlefet etmez. O, Sa’d bin Muâz’dır! Ben şimdi gider onu size gönderirim!” deyip ayrıldı. Bir müddet sonra Sa’d, kızgın bir şekilde yanlarına geldi. Fakat o da nihâyetinde Mus’ab radıyallâhu anh-’ın tatlı ve yumuşak diliyle beyân ettiği ilâhî hakîkatlere teslîm olarak İslâm’a girdi. Sonra kabîlesinin yanına giderek: “–Ey Abdüleşheloğulları! Beni nasıl bilirsiniz?” diye sordu. Onlar: “–Sen bizim efendimiz, fikirce en üstünümüz ve reisimizsin.” dediler. Bunun üzerine Sa’d -radıyallâhu anh-: “Siz Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân edinceye kadar, erkek ve kadınlarınızla konuşmak bana harâm olsun.” dedi. O gün akşama kadar bu kabîleden müslüman olmayan kimse kalmadı.[22] İşte tatlı bir dil ve yumuşak bir edâ ile İslâm’a dâvetin bereketi: Yüzlerce sadaka-i câriye… Zîrâ ihsan ve ikrâmı bol olan Rabbimiz, İslâm’a giren kişilerin kazandığı sevapların bir mislini de onların hidâyetine vesîle olan kimselere lutfedeceğini va’detmektedir. { Târihin meşhur Haccâc-ı Zâlim’i, zulmüyle şöhret yapmış olsa da filozof tabiatlı bir insandı. Birgün, cuma namazında onu gören hatib; “Cihâdın en fazîletlisi, zâlim sultânın karşısında hakkı ve adâleti söylemektir.”[23]hadîsini hatırlayarak hutbede Haccâc hakkında pek çok ağır sözler söyledi. Haccâc-ı Zâlim, sükûnetle dinledi. Namazdan sonra hatîbi huzûruna çağırtarak ona sordu: “–Sen öyle neler söyledin bakalım hutbede?!” Hatib, nasıl olsa kellesinin vurulacağı düşüncesiyle geri adım atmadan Haccâc’a hutbedeki sözlerini biraz daha sert bir üslûb ile tekrar etti. Haccâc: “–Tuhaf şey.” dedi. “–Sen bilgili bir adama benziyorsun. Lâkin İslâmî dâvetin metotlarından haberin yok. Sen hiç Kur’ân okumuyor musun? Senden daha fazîletli olduğu muhakkak olan Mûsâ -aleyhisselâm-’ı, benden daha kusurlu ve üstelik ehl-i küfürden olduğu muhakkak olan Firavun’a gönderirken Cenâb-ı Hak, ona «leyyin» yâni suyun akışı gibi yumuşak bir lisan kullanmasını emir buyurmadı mı?” Hatib söyleyecek söz bulamadı. İrşad metodundaki hatâsını anladı ve özür diledi.


{ Hâsılı yumuşaklık, mü’minlerin vazgeçilmez vasıflarından biridir. Hakk’a dâvet ve halka hizmette en mühim düsturdur. Nitekim Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allah Rafîk’tır (rıfk sâhibidir), rıfkla (yumuşaklıkla) muâmeleyi sever. Sertliğe ve diğer şeylere vermediği sevâbı, rıfkla muâmeleye verir.” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 77) Bu mevzûda Mevlânâ Hazretleri de şöyle buyurur: “Allâh’ın; «Ey Mûsâ! Firavun’a karşı yumuşak söz söyle, ona yumuşaklık göster!» sözünü iyi anla! Zîrâ kaynayan yağa soğuk su dökersen, ocağı da harap edersin, tencereyi de…” Her insanı kaynayan bir yağ gibi görmek lâzımdır. Zîrâ herkeste izzet-i nefis vardır. Hiç kimse sert sözlerden ve kabalıktan hoşlanmaz. Gönüllere girebilmenin en güzel yolu, tatlı dil, yumuşaklık ve tevâzûdur. c. İslâm’ın Güler Yüzünü Göstermek

c. İslâm’ın Güler Yüzünü Göstermek Kâmil bir mü’min, bütün mahlûkâta karşı müşfik ve mütebessim olur. Yaratılanları Yaratan’dan ötürü sever ve sayar. İslâm’ı en güzel şekilde anlayarak onun güler yüzünü, insanlara, hayvanlara ve cemâdâta ilâhî bir lutuf olarak takdim eder. Böyle mü’minlerden oluşan bir toplumun huzur içinde olacağı muhakkaktır. İslâm, insanları dâimâ huzur ve saâdete sevk eden ilâhî bir dîndir. Asıl mesele, müslümanların onu aslî muhtevâsıyla kavrayıp temsil edebilmeleridir. İslâm’ı lâyıkıyla yaşayıp, getirdiği güzellikleri insanlara sergilediğimizde, onu kabul etmeyecek hiçbir insaflı insan bulunamaz. Müslümanlar, dînlerinin güler yüzünü bütün âleme gösterebildikleri takdirde, her akıllı kişi İslâm’ın va’dettiği ebedî saâdeti idrâk edecek ve onun bütün güzellikleri ihtivâ eden huzurlu iklîmine girmek için can atacaktır. Zulüm ve bâtılın karanlık sokaklarında bunalan, korku ve endişeler içinde boğulan insanlar, hep İslâm’ın güler yüzüyle saâdete kavuşmuşlardır. İslâm’ı bilmeyen veya yanlış tanıyan niceleri, Allah dostlarının hayâtında onun hakîkî çehresini görünce hayran kalmışlardır. Nitekim İslâm’ın şefkat ve merhametini sergileyen gönül ehli Hak dostları, nice kararmış ve katılaşmış kalpleri yumuşatarak hidâyet yoluna sevk etmişlerdir. İslâm’ın güler yüzünü sergileyebilmenin en güzel yolu, onu güzelce öğrenmek ve Allah Rasûlü’nün Sünnet-i Seniyyesi istikâmetinde hayâtımıza tatbik etmektir. İslâm’ın güler yüzü, evvelâ bizim hayâtımızda, yâni hâl ve davranışlarımızda sergilenmeli, daha sonra da sözlü veya yazılı bütün ifâdelerimizde temâşâ edilmelidir. Fazîlet Tabloları


Sâib bin Ebi’s-Sâib -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Allah Rasûlü’nün yanına gittim. Ashâb-ı kirâm beni medhetmeye ve hakkımda güzel şeyler söylemeye başladılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ben onu sizden daha iyi tanırım!» buyurdu. Ben de bunun üzerine: «–Doğru söylediniz, anam-babam Siz’e fedâ olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Siz benim ortağımdınız, hem de ne iyi bir ortaktınız!.. Ne karşı koyardınız ne de münâkaşa ederdiniz.» dedim.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 17/4836; İbn-i Mâce, Ticârât, 63) Fahr-i Kâinât Efendimiz’de İslâm’dan evvel de müşâhede edilen bu nezâket, zarâfet, güler yüz ve mülâyemet, insanların müslüman olmasını kolaylaştırmıştır. { Zeyd bin Hârise -radıyallâhu anh-, sekiz yaşında iken Benî Kayn süvârileri tarafından yapılan bir baskında kaçırılıp köle olarak satılmak üzere Ukaz Panayırı’na götürülmüştü. Hakîm bin Hizâm, onu, halası Hazret-i Hatîce için dört yüz dirheme satın aldı. Âlemlerin Efendisi Zeyd’i görünce: “–Bu köle benim olsaydı muhakkak onu âzâd ederdim!” buyurdu. Hazret-i Hatîce büyük bir memnûniyetle: “–Öyleyse Sen’in olsun!” dedi. Peygamber Efendimiz de onu hemen âzâd etti. (İbn-i Hişâm, I, 266; İbn-i Sa’d, III, 40) Zeyd’in babası, oğlunun kaybolmasına çok üzülmüş ve onu aramaya çıkmıştı. Oğlunun Mekke’de olduğunu hacılardan öğrenince, hemen kardeşiyle birlikte yola çıkıp Âlemlerin Efendisi’ni buldular. O’na Zeyd için gereken bedeli vermeye hazır olduklarını söyleyerek, ödeyecekleri miktar husûsunda insaflı davranmasını istediler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Bundan başka bir çözüm yolu olamaz mı?” buyurdu. “–Nedir o?” diye sorduklarında da: “–Onu çağırın ve tercihinde serbest bırakın! Eğer sizi seçerse hiçbir bedel ödemenize gerek yok! Eğer beni tercih ederse, vallâhi benimle kalmak isteyeni hiç kimseye tercih etmem!” buyurdu. Zeyd’in babası ile amcası:


“–Sen bize çok insaflı davrandın, büyük lutuf ve ihsanda bulundun!” diyerek memnûniyetlerini ifâde ettiler. Zeyd ise: “–Vallâhi ey Muhammedü’l-Emîn! Ben hiç kimseyi Siz’e tercih etmem! Siz benim için anne ve baba makâmındasınız. Ben ancak Siz’in yanınızda kalırım.” cevabını verdi. Baba ve amcasının sitem dolu sözlerine karşı da: “–Ben bu zâttan öyle şeyler gördüm ki, hiç kimseyi O’na tercih edemem ve O’ndan hiçbir zaman ayrılmayacağım!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, Zeyd’in sadâkatini görünce, onu elinden tutarak Kâbe’ye götürdü ve: “Ey insanlar! Şâhit olunuz ki Zeyd benim oğlumdur, ben ona vârisim, o da bana vâris olacaktır.” diyerek onu evlât edindi.[24] Zeyd -radıyallâhu anh-’ın babası ve amcası bunu görünce, gönül huzuruyla memleketlerine döndüler. (İbn-i Hişâm, I, 267; İbn-i Sa’d, III, 42) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, insanlara karşı muâmele ve muâşereti öyle güzeldi ki, hiç kimse O’ndan ayrılmak istemiyordu. O’nun şefkat ve merhamet deryası olan yumuşak tabiatına, dâimâ bir gül bahçesi gibi mütebessim çehresine, velhâsıl güzel ahlâkına herkes meftûn oluyordu. { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Huneyn’de elde edilen ganimetleri bir müddet bekletmiş, daha sonra taksim etmişti. Bu taksim işinde yavaş davranmasının hikmeti, ancak Cîrâne’ye gelişinin onuncu günü anlaşılabildi. Mağlûb olan Hevâzin Kabîlesi’nden bir heyet, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, müslüman olduklarını bildirdiler. Bu vesîleyle de esirlerinin ve mallarının geri verilmesini talep ettiler. Bu esnâda Sa’doğulları’ndan biri ayağa kalktı ve: “–Yâ Rasûlallah! Şu gölgeliklerde bulunanlar, Sen’in süt halaların, teyzelerin ve Sana süt emzirip bakmış olan kadınlardır! Eğer biz, Şam veya Irak kralını emzirmiş ve şimdiki duruma düşüp de kendilerinden şefkat ve ihsanlarını talep etmiş olsaydık, bizden esirgemezlerdi. Hâlbuki Sen, süt emzirilip bakılanların en hayırlısısın!” dedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Ben ganimet taksimini bugüne kadar beklettim. Ama siz hayli geciktiniz! Şimdi ya esirleriniz, ya da mallarınızdan birini seçin!..” Bunun üzerine, gelen heyet, esirlerini tercih ettiler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sel*lemde:


“–Ben, bana ve Abdülmuttaliboğulları’na düşen esirleri size bağışlıyorum. Diğerleri için de yarın öğle namazından sonra bana geliniz!” buyurdular. Ertesi gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını toplayarak onlara meseleyi anlattı. Kendisinin payına düşen esirleri serbest bıraktığını da bildirerek şöyle buyurdu: “–Sizden her kim, esirlerini bedelsiz, gönül rızâsı ile vererek kardeşlerini memnun etmekten hoşlanırsa, böyle yapsın! Her kim de kendi payına düşeni bedelsiz olarak vermek istemezse, bunu Allâh’ın ihsân edeceği ilk ganimetten öderiz. Dileyen de böyle yapsın!..” Fahr-i Kâinât Efendimiz’in ashâba mürâcaat etmesi, esirlerin onların hakkı olması sebebiyle idi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, payına düşen esirleri bırakıp kendilerinden de bunu talep etmesi üzerine, bütün ashâb-ı kirâm aynı fazîletten nasîb alabilmek için, gönül hoşnutluğu ile: “–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” dediler. (Bkz. Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135) Böylece o gün Hevâzin Kabîlesi’ne altı bin harp esiri, hiçbir karşılık alınmadan iâde edildi. Târih, böyle bir manzaraya hiçbir zaman şâhid olmamıştı. Ancak o an şâhid oluyordu ki, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine aşıladığı İslâm ahlâkı ve fazîletleri sâyesinde, bir dakika içinde altı bin esir, dünyevî hiçbir karşılık beklenmeden serbest bırakılmıştı. Bu eşsiz fazîlet tablosu karşısında bütün Hevâzinliler, topyekûn İslâm’ı kabûl ettiler. Hattâ o sırada Tâif’te bulunan kabîle reisi Mâlik bin Avf da durumu öğrenince şaşırdı ve Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ilk dâvetiyle o da İslâm ile şereflenenler kervanına katıldı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona hem yüz deve ihsan buyurdu hem de onu yine kabîlesine reis olarak tâyin eyledi. (İbn-i Hişâm, IV, 137-138) { Cömertliğiyle dillere destân olan Hâtim-i Tâî’nin oğlu Adiy, hitâbeti kuvvetli, hazır cevap, şerefli, fazîletli ve cömert bir zât idi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hicret’in dokuzuncu yılında Hazret-i Ali’yi, Tayy Kabîlesi’nin putu Füls’ü yıkmaya gönderdiğinde, Adiy, Şam’a kaçmıştı. Kızkardeşi Seffâne ise esirler arasında Medîne’ye getirilmişti. Varlık Nûru Efendimiz, Seffâne’yi serbest bıraktı ve elbise, binek hayvanı ve yol azığı verip kavminden güvenilir bâzı kişilerin yanına katarak Şam’a gönderdi. Adiy bin Hâtim, hâdisenin devâmını şöyle anlatır: “Seffâne akıllı bir kadındı. Ona (Allah Rasûlü’nü kastederek): «–Şu zâtın durumu hakkındaki görüşün nedir?» diye sordum. Bana:


«–Vallâhi, senin hemen O’na katılmanı dilerim. Eğer gerçekten peygamberse, O’na tâbî olmakta başkalarının önüne geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Bir hükümdarsa, O’nun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar senindir!» dedi. «–Vallâhi yerinde görüş budur! Ben bu zâta gideceğim. O bir yalancı ise (yalancılığı) bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, kendisine tâbî olurum!» dedim ve Medîne’ye gittim. Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanında akrabâ, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki, O’nda ne Kisrâ’nın ne de Kayser’in saltanatı vardır. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimden tuttu, beni evine götürdü. Giderken, düşkün ve yaşlı bir kadın O’nu yolda durdurdu ve ihtiyâcını arz etti. O da uzun bir süre ayakta durup kadıncağızın derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrâm etti: «–Bunun üzerine otur!» buyurdu. Ben: «–Hayır! Onun üzerine Sen otur!» dedim. Rasûlullah bana: «–Hayır, sen oturacaksın!» buyurdu. Minderin üzerine oturdum, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise kuru yere oturdu. İçimden; «Vallâhi bu, hükümdar işi değildir!» dedim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Adiy! Müslüman ol, selâmet bulursun.» deyince: «–Benim dînim var.» dedim. «–Senin dînini senden daha iyi biliyorum!» buyurdu. «–Benim dînimi benden iyi mi biliyorsun?» dedim. «–Evet! Sen Rekûsî[25]değil misin? Kavminin elde ettiği ganimetlerin dörtte birini yemiyor musun?» diye sordu. «–Evet öyle.» dedim. «–Aslında bu, dînine göre sana helâl değildir!» dedi ve daha fazla bir şey söylemedi. Rasûlullah bunu söyleyince çok mahcup oldum! Kendisine:


«–Evet! Öyledir vallâhi!» dedim. O zaman anladım ki O, Allah tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beni utandıran sözü bir daha tekrarlamadı. Sözlerine devamla: «–Senin İslâm’a girmene mânî olan sebebi de biliyorum. Sen; “Ona zayıflar, Arapların değer vermediği güçsüz kimseler tâbî oluyor.” diyorsun. Sen Hîre’yi bilir misin?» buyurdu. «–Görmedim ama duydum.» dedim. «–Canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allah bu dâvâyı tamamlayacak. Öyle ki tek başına bir kadın Hîre’den çıkarak gelip Allâh’ın evini tavâf edecek. Sonra Kisrâ bin Hürmüz’ün hazineleri fethedilecek!» buyurdu. «–Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?» diye sordum. «–Evet Kisrâ bin Hürmüz’ün!» buyurdu. Sonra da: «–Çok sürmez, dünya malı o kadar artacak ki, kimse tenezzül etmeyecek, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacak!» bu*yur*du. Müslüman olduğumda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sevindi, yüzünde büyük bir sürur müşâhede ettim. Ensâr’dan birinin evinde misâfir olarak kalmamı istedi. Sabah-akşam onun evine gidip gelmeye başladım. Hiçbir namaz vakti girmezdi ki, Allah Rasûlü’nü özlemiş olmayayım!” Yıllar sonra bu hâdiseyi anlatan Adiy -radıyallâhu anh- der ki: “Vallâhi bir kadının Hîre’den devesinin üzerinde korkmadan yola çıkıp şu Beytullâh’ı haccettiğini gördüm. Kisrâ’nın hazinelerini fethedenler arasında ben de vardım. Canımı kudret elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, Efendimiz’in söylediği sözlerin üçüncüsü de mutlaka olacaktır. Çünkü onu Rasûlullah söyledi.”[26] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği üçüncü haber de vakti gelince tahakkuk etti. Halîfe Ömer bin Abdülaziz, zekât memurunu Afrika ülkelerine göndermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine o da bu paralarla pek çok köle satın alıp âzâd etti.[27] { Hazret-i Mevlânâ, asr-ı saâdette insanlığı ve vicdânı kaybolmuş, duyguları dumûra uğramış, kaba-saba bir insanın, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ince, zarif hâlleri ve hidâyet üslûbu ile nasıl îmân ettiğini, kendine mahsus hikâye üslûbu ile şöyle anlatır: Birtakım müşrikler, akşam vakti mescide gelip Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e misâfir oldular. Dediler ki:


“–Ey bütün dünyadaki insanları mânen misâfir eden yüce insan! Biz buraya, Sana misâfir olarak geldik. Yiyeceğimiz, içeceğimiz yok. Ayrıca biz çok uzaklardan geldik. Burada tanıyanlarımız da yok. Haydi keremini, ihsânını göster. Biz garipleri sevindir, gönüllerimize neşe nurları saç.” Peygamber Efendimiz sahâbîlerine: “–Ey dostlar!” diye buyurdu. “Bunları pay edin, evlerinize götürün, ikramlarda bulunun, çünkü siz, benimle aynı ahlâkta ve cömertliktesiniz. Benim vasıflarımla mütehallî olmaya çalışıyorsunuz.” Ashâbdan her biri, bir misâfir seçip götürdü. Aralarında, eşi benzeri olmayan, iri yarı, kaba saba biri vardı. Pek iri cüsseli biriydi. Bu fil gibi adamı, kimse alıp evine götürmeye cesaret edemedi. Kâsedeki şerbet tortusu gibi mescitte yalnız kalakaldı. Kimsenin götürmediği o iri adamı, Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- aldı, hâne-i saâdetine götürdü. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in süt veren yedi tane keçisi vardı. Kıtlık babası gibi olan o iri misâfir, sofrada ekmeği de, yemeği de, o yedi keçinin sütünü de tamamıyla yedi ve içti. Bütün ev halkı bu duygusuz, nâdan adama öfkelendi. Çünkü bütün ev halkının gıdası, bu insafsızın midesine inmişti. O obur adam karnını davul gibi şişirdi, sekiz-on adamın yiyeceğini yalnız başına yedi. Yatma zamanı gelince de bir odaya girdi. Hizmet eden kızcağız, bu hodgâm insana kızgınlığı sebebiyle kapıyı üstüne kilitledi. Dışardan kapının zincirini taktı. Misâfirin, gece yarısı dışarı çıkması lâzım geldi. Sabaha kadar karnı ağrıdı. Yatağından fırlayıp kalktı. Kapıya doğru koştu. Elini kapıya götürünce, onun kapalı ve zincirli olduğunu anladı. Kapıyı açmak için o obur hileci, çeşit çeşit hileler yaptı, uğraştı durdu. Fakat kapıyı açamadı. Sıkıştıkça sıkıştı. Oda kendine dar gelmeye başladı. Şaşırdı kaldı. Ne dermanı vardı, ne rahatı… Çare bulmak ve sıkıntısını unutmak üzere uyumak için kıvrıldı, uyudu. Rüyasında kendini bir virânede, yıkık bir yerde gördü. Oracıkta abdestini bozuverdi. Uyanıp da yattığı yeri pislik içinde görünce, utancından deli gibi oldu. “–Bu gece bir geçse de, kapının açılmasını duysam.” diye beklemeye başladı. Bu bekleyiş, böyle pislik içinde görünmemek için, kapı açılınca ok yaydan fırlar gibi kaçmak içindi. Sabahleyin Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi. Oda kapısını açtı. O yolunu kaybetmiş adama yol verdi. Ancak Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kapıyı açarken o rezil olmuş kişi görüp de utanmasın diye kendisini gizlemişti. Misâfir kaçtı gitti… Âlemlere rahmet olan Peygamber Efendimiz, gülümsedi: “–Bana su kabını getirin, hepsini kendi elimle yıkayayım.” buyurdu. Orada bulunanların hepsi de yerlerinden fırladılar ve utançlarından dediler ki:


“–Canımız Sana kurban olsun. Sen bırak da pisliği biz yıkayalım. Bu iş el işidir, gönül işi değildir. Biz Sana hizmet etmek için yaşıyoruz. Hizmeti Sen yaparsan, biz ne işe yararız?” Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdu ki: “–Bana olan sevginizi biliyorum. Fakat, bunu şimdi benim yıkamamda bir hikmet var.” Ev halkı, Hazret-i Peygamber’in bu sözünü duyunca, bu işin derûnundaki sır meydana çıksın diye beklemeye başladılar… O îmansız misâfirin küçük bir putu, bir muskası vardı. Boynuna takıyordu. Onun kaybolduğunu anlayınca karârı kalmadı. Kendi kendine; “–Bu değerli ilâhımı, farkına varmadan, yattığım odada bırakmış olmalıyım.” dedi. Yaptığı kötü işten utanıyordu ama, boynuna astığı muska puta olan bağlılığı, utancını giderdi. Putunu aramak için koştu geldi. Hazret-i Mustafâ’nın odasında putunu gördü. Gördü ama kendisinin pislediği yatağı, Allâh’ın kudret eli ve rahmeti olan Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizzat yıkadığını da gördü. Putu kalbinde kırdı, onun muhabbetini gönlünden kazıdı. Kendine geldi; ulvî bir cezbeye tutuldu. Yenini yakasını yırttı. İki elini yüzüne, başına vuruyor, kafasını kapı ve duvara çarpıyordu… “–Ey yeryüzünün şânı, şerefi olan yüce insan! Senin keremine karşı gösterdiğim gafletten utanıyorum.” diyordu. Muzdarip bir gönülle yeryüzüne sesleniyordu: “–Ey hikmetlerle dolu yeryüzü! Sen Allâh’ın emrine uyuyor, O’na boyun eğiyor, O’nun aşkı ile dönüp duruyorsun. Ben ise senin üstündeki nîmetlerle perverde olan âciz bir kimse olduğum hâlde nefsime mağlûbum, azıyorum. Sen Allâh’a karşı hor, hakîr oluyor, O’ndan titreyip zikrediyorsun. Ben ise, O’nun emirlerine karşı geliyorum. Yazık bana!..” Her an yüzünü göğe kaldırıyor, Hazret-i Peygamber’e: “–Ey cihânın kıblesi, Sana bakacak yüzüm yok!” diye feryâd ediyordu. Onun cezbe hâli, titremesi, çırpınması iyice artınca, Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o küfürden kaçmak isteyen zavallıyı can sarayına aldı, huzura kavuşturdu. Onun vîrâne olmuş gönlünü ihyâ etti. Ona ince, derin ve esrarlı sözler söyledi. Böylece, daha evvel putunun zebûnu olan o gâfil kişi, daha önce yabancısı olduğu bu yüce ahlâk ve hassas gönül karşısında, yakın bir dost oluverdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, o mânâ pâdişâhının lutuflarından, engin tevâzû sâhibi oluşundan, şaşırdı kaldı… “–Ey Allâh’ın birliğinin şâhidi, bana kelime-i şehâdeti öğret… Allâh’ın birliğine îman ve Sen’in peygamberliğini tasdik edip saâdet kervanına katılayım. Ben artık bu kaba varlıktan, bu duygusuz vicdan ve fil bedenimden usandım, artık îmânın sonsuz sahrâsına varayım.” dedi.


Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o adama îmânı tâlim etti. O mübârek kelime-i tevhîdi söylemesi, yâni “Lâ ilâhe illâllah Muhammedün Rasûlullah” demesi, bağlanmış düğümleri çözdü. Hazret-i Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bu gece de, hem hânemizin, hem gönlümüzün misâfiri ol!” buyurdu. Müslüman olan o bahtiyar adam dedi ki: “–Vallâhi nerede olursam olayım, nereye gidersem gideyim, ebede kadar Sen’in misâfirinim. Ben ölü idim, beni dirilttin. Artık ben Sen’in âzatlı kölenim. Sen’in kapıcınım. Zaten dünya da, âhiret de Sen’in şefaat sofranın misâfirleridir.” O gece bedevî, Hazret-i Peygamber’in misâfiri oldu. Bir tek keçiden sağılan sütün, ancak pek azını içebildi. Sonra şükretti ve sofradan çekildi. Peygamber Efendimiz: “–Süt iç, yemek ye.” diye üstüne düştü ise de, o yeni mü’min dedi ki: “–Vallâhi ben gerçekten doydum. Bunu, utanıp sıkılarak veya övünüp gösteriş yapmak için söylemiyorum. Artık, Sen’in feyzinle dolu bir lokma, yüzlerce lokmaya bedel oldu. Ben, dün geceki oburca yiyişimden daha fazla doydum…” Hâsılı kâfirlik hırs ve zilletinden kurtulunca, bu ejderha mide, bir karınca gıdâsı ile doydu, gitti…[28] Bu kaba saba müşrik bedevî, Rasûlullah’ta İslâm’ın güler yüzünü, af, müsâmaha, şefkat, nezâket ve zarâfetini müşâhede edince âdeta erimiş ve nâzik, müşfik, muhabbetli ve firâset sâhibi bir müslüman oluvermiştir.

Mânevî buhranlara gömülmüş insanları kendi hâllerine terk etmek yerine, onlara İslâm’ın güzelliklerini ve güler yüzünü sergileyebilmek gerekir. Zîrâ bu gibi kimselerin, Hakk’a ve hayra yönelip İslâmî bir yaşayışa adım atabilmeleri için bu tür mânevî yardımlara ihtiyaçları vardır. Yezid bin Esamm şöyle anlatır: “Şam ehlinden güçlü kuvvetli, nüfuz sâhibi bir kimse vardı. Zaman zaman Hazret-i Ömer’in yanına gelirdi. Bir ara Ömer -radıyallâhu anh- onu göremez oldu. Çevresindekilere: «–Falan zât ne yapıyor, artık görünmez oldu?» dedi. «–Ey mü’minlerin emiri! O kendisini şaraba verdi.» dediler. Hazret-i Ömer, kâtibini çağırarak:


«–Yaz! Ömer bin Hattâb’dan falan kimseye. Selâm sana! Kendisinden başka ilâh olmayan, günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin ve ihsânı bol olan Allâh’a hamd ederim. O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur, dönüş ancak O’nadır.» Ömer -radıyallâhu anh- mektubu yazdırdıktan sonra arkadaşlarına dönerek: «–Allâh’a yönelmesi ve Allâh’ın, onun tevbesini kabul buyurması için kardeşinize duâ ediniz.» dedi. O zât, Hazret-i Ömer’in mektubunu alınca; «Allah günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı çetin olandır.»[29]cümlesini tekrar tekrar okudu ve: «–Allah beni hem azâbı ile korkutmuş, hem de günahlarımı affedeceğini va’detmiş.» diyerek ağladı. Daha sonra da güzelce tevbe etti. Hazret-i Ömer o zâtın tevbe ettiğini haber alınca: «–Bir kardeşinizin yoldan çıktığını, günaha saplandığını gördüğünüzde, onu doğru yola getirmeye ve Allâh’ın affına güvenmesini sağlamaya çalışınız. Tevbe nasip etmesi için Allâh’a duâ ediniz. Kendisine bedduâ ederek aleyhinde şeytana yardımcı olmayınız.» dedi.”[30] { Yine İslâm’ın güler yüzünü sergilemeye dâir güzel bir hâdiseyi Hazret-i Mevlânâ şöyle hikâye eder: “Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri zamanında, ateşe tapan biri vardı. Birgün mü’min bir kişi, ona dedi ki: «–Ne olur müslüman olsan da selâmete ersen; şeref ve ulu*luk elde etsen…» Ateşe tapan kişi de şu cevâbı verdi: «–Ey benim kurtuluşa ermemi murâd eden kişi! Her ne kadar ağzımda sağlam bir mühür varsa da, yâni îmânımı açıkça söyleyemiyorsam da, gizliden gizliye ben Bâyezîd’in îmânına inanıyorum. Çünkü onda bambaşka bir güzellik ve derinlik var. Ben henüz dîne, îmâna tam gönül vermiş değilim, ama onun îmânındaki yüceliğe hayranım. O; herkesten farklı, zarif, ince ruhlu, latif, nurlu, çok yüce, numûne bir insan. Yok eğer beni dâvet ettiğin îman, sizin îmânınız ise, ben o îmanda yokum… Zîrâ benim sizdeki îmâna ne meylim ne de isteğim var. Çünkü bir kimsenin gönlünde îmân etmeye yüzlerce meyil olsa da îmâna gelmek is*tese, sizin sertlik ve katılığınızdan dolayı kaskatı kesilir, soğur. Artık onda îmân etme meyli de zaafa uğrar. Zîrâ o, sizde İslâm nâmına mânâsı olmayan bir isim ve âdeta kuru bir iddiâ görmüş olur. Bu hâl; susuz çöllere, gül, meyve-sebze yetiştirecek münbit bir arâzi gözüyle bakmak kadar acâip ve mânâsızdır…


Benim görebildiğim kadarıyla îmânın bütün câzibe ve nûrâniyeti Bâyezîd’in îmânında var. Onun îmânının bir zerresi, bir katreye damlasa, onu bir umman hâline döndürür. Sizin îmânınız ise, kabukta kaldığı için riyâ ve gösterişin esâretine girmiş. Gelip geçici bir inanç, çirkin sesli ve ruhsuz bir müezzin gibidir ki, sevdireceği yerde uzaklaştırır. Yâni sizin îmânınız, gül bahçesine girse, güllere diken olup onları kurutur. Fakat Bâyezîd Hazretleri’nin îman güneşi, o mübârek rûhunun feyiz semâsından doğar da bu âlemde parlarsa, bu değersiz dünya, tâ yerin dibine kadar zümrüt kesilir, cennete döner; mü’minlerin gönül dünyaları da feyiz menbaı olur. Onun için Bâyezîd’in îmânı ve sıdkı, benim gönlümde ve canımda îmâna karşı târifsiz bir muhabbet, iştiyak ve hasret* uyandırdı…” { Rivâyet edildiğine göre İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin bir mecûsîde malı vardı. Onu istemek üzere mecûsînin evine gitti. Evin kapısına gelince ayakkabısına bir pislik bulaştı. Ayakkabısını silkelediğinde pislik mecûsînin evinin duvarına sıçradı. Şaşıran ve ne yapması gerektiğine bir türlü karar veremeyen Ebû Hanîfe Hazretleri kendi kendine şöyle dedi: “–Eğer pisliği bu hâlde bıraksam, mecûsînin evinin duvarının çirkin görünmesine sebep olacağım. Yok oradan kazısam, bu sefer de duvarın toprak sıvası dökülecek!” Derken kapıyı çaldı, bir hizmetçi çıkınca ona: “–Efendine; «Ebû Hanîfe kapıda bekliyor.» diye haber ver!” dedi. Bunun üzerine adam kapıya çıktı ve Ebû Hanîfe’nin malını isteyeceğini zannederek özür dilemeye başladı. Ebû Hanîfe ise: “–Şu anda bu önemli değil.” dedi ve duvarın durumunu anlattı. “–Bu duvarı nasıl temizleyebilirim.” dedi. Bu incelik ve âlicenaplık karşısında son derece duygulanan mecûsî: “–Ben önce nefsimi temizleyerek işe başlayayım!” dedi ve o anda müslüman oldu. İşte Ebû Hanîfe Hazretleri, bu kadar küçük bir meselede mecûsîye zulmetmekten çekindiği ve bundan dolayı ondaki malını ona bıraktığı için mecûsî îmâna geldi. Düşünmek gerekir ki; zulüm ve haksızlıktan bu kadar titizlikle çekinen bir mü’minin Allah katındaki izzet ve mükâfâtı nasıl olur?[31] {


İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri’nin komşularından ayyaş bir genç vardı. Bu genç, sabahtan akşama kadar içer, geceleri de yerinde duramaz, nâralar atıp küfürler savurarak etrafı dayanılmaz derecede rahatsız ederdi. Bir gece gencin attığı nâralar kesilince, Ebû Hanîfe Hazretleri sabahleyin gidip gencin başına bir hâl gelip gelmediğini araştırdı. Arkadaşları, içki yüzünden kavgaya karışıp hapse atıldığını söylediler. Ebû Hanîfe Hazretleri bu duruma çok üzüldü. Hapishâneye giderek yetkililerden onu serbest bırakmalarını ricâ etti. Memurlar ancak kefâlet ile serbest bırakabileceklerini söyleyince İmâm-ı Âzam Hazretleri kefil oldu ve sarhoş komşusunu hapisten kurtardı. Durumu öğrenen genç, derhâl İmâm’ın yanına koşup nedâmet gözyaşları döktü. Artık içkiye tevbe ettiğini söyledi. Bundan sonra ona lâyık bir komşu ve talebe olacağına söz verdi. Büyük İmâm, gence şefkatle baktı ve mahzun bir sesle: “–Delikanlı; görüyorsun ya, seni gerçekten biz ziyân ettik! Sana ulaşma gayretini gösteremedik. Asıl sen bize hakkını helâl et!” dedi. { Nakledildiğine göre İbrâhim bin Edhem Hazretleri, sızmış hâldeki bir sarhoşun pis kokulu ve bulaşık ağzını yıkamış, bunu niçin yaptığını soranlara da: “–Eğer yüce Allâh’ın adını zikretmek için yaratılan dil ve ağzı bulaşık olarak bıraksaydım, hürmetsizlik olurdu…” demişti. Adam ayıldığında ona: “–Horasan zâhidi İbrâhim bin Edhem senin ağzını yıkadı…” dediler. Bu durumdan mahcub olan sarhoşun gönlü de uyandı ve: “–Öyleyse ben de tevbe ettim…” dedi. Böyle bir hâle vesîle olan İbrâhim bin Edhem Hazretleri’ne rüyâsında Hak katından şöyle nidâ edildi: “–Sen bizim için onun ağzını yıkadın! Biz de senin için onun kalbini yıkadık!..” { Meşhur Hak dostlarından Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bâzı gençlerin yanlış yolda olan kimseleri desteklemek üzere bir savaşa katılmaya hazırlandıklarını görünce; “Allâh’ım! Onları koruyup gözet!” diye duâ etmişti. Bunu duyan bâzıları, Mâruf-i Kerhî gibi bir İslâm büyüğünün zâlimi desteklemeye gidenlere bu şekilde duâ etmesine hayret ettiler ve ona: “–Şimdi sen bu adamlara hayır duâ mı ediyorsun?” diye sordular. Büyük velî onlara şu cevâbı verdi:


“–Ben Allah’tan onları koruyup gözetmesini istedim. Eğer Cenâb-ı Hak onları gözetirse, gitmek istedikleri yere gidemezler.” Yine Mâruf-i Kerhî -kuddise sirruh- Dicle kenarından geçiyordu. Bir bölük gâfil genç de, orada şarap içip eğleniyorlardı. Mâruf Hazretleri’ni görünce, işlemekte oldukları mel’anet sebebiyle kendilerine bedduâ edeceğini düşünerek keyifleri kaçtı. Bunun da kızgınlığıyla içlerinden biri dayanamayıp kalktı ve müstehzî bir tavırla: “–Yâ Şeyh! Haydi durma, bizim şu anda Dicle’nin azgın sularına gark olmamız için hemen bedduâna başla!” dedi. Mâruf Hazretleri hiçbir gazap emâresi göstermeksizin merhametle ellerini kaldırdı ve: “–Yâ İlâhî! Bu yiğitlere dünyâda hoş dirlik verdiğin gibi, âhirette de dirlik ver.” dedi. Ummadıkları bu ifâdeler karşısında gençler: “–Yâ Şeyh! Siz ne diyorsunuz? Bu dediklerinize bir mânâ veremedik!” dediler. İhlâs ve takvâsı sebebiyle şu kısacık sözlerine Cenâb-ı Hakk’ın tesir bereketi lutfettiği Mâruf-i Kerhî Hazretleri şöyle dedi: “–Evlâtlarım! Hak Teâlâ, size âhirette dirlik vermek isterse, tevbe etmenizi nasîb eyler.” Yiğitler beklemedikleri bu müşfikâne tavır karşısında önce bir müddet düşünmeye ve nefs muhâsebesine daldılar. Akabinde, içlerinde büyük bir pişmanlık duydular. Derken intibâha gelerek nedâmet gözyaşları içinde şaraplarını döktüler, çalgılarını kırdılar ve tevbe ettiler. Her iki cihânın saâdet ve selâmetine tâlib oldular. { Osmanlı asırları, padişahından halkına kadar İslâm’ın güzelce özümsendiği ve güler yüzünün her dem sergilendiği müstesnâ bir zaman dilimi olmuştur. Bunun ispatı mâhiyetindeki şu misal ne kadar ibretlidir: Cihangir Hünkâr Fâtih Sultan Mehmed Han, İstanbul’u fethettikten sonra, âlimler, ârifler ve paşalarla birlikte, muhteşem bir merâsim ile Edirnekapı’dan şehre girdi. Beyaz atının üzerinde askerlerine son tâlimâtını şöyle verdi: “–Gâzilerim! Cenâb-ı Hakk’a hamd ü senâlar olsun ki, İstanbul’un fâtihleri oldunuz! Mukâvemet etmeyip aman dileyenlere aslâ dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin! Sadece size helâl olan ganimetlerden alın!..” O’nun insan hakları beyannâmesinden çok evvel îlân ettiği bu hükümler, millî târihimizin en şerefli vesîkalarından biridir. Bu âdilâne tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fâtih’in ayaklarına kapandı. Fâtih, onu ayağa kaldırarak:


“–Bizim dînimizde insanlar karşısında Allâh’a secde eder gibi eğilmek haramdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hristiyanlara her türlü hak ve hürriyetleri iâde ediyorum. Şu andan itibaren artık hayâtınız ve hürriyetiniz husûsunda gazab-ı şahânemden korkmayınız!.. Patrikhâne, Rum ortodoks cemâatinin lideri olarak târih içinde kazanmış bulunduğu bütün imtiyazları muhâfaza edecektir…” dedi. İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, umûmî bir af îlân etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki âlim ve filozof papaz vardı. Fâtih, onlara cezâlarının sebebini sordu. Onlar da: “–Biz, Bizans’ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmünden, işkencelerinden, yaptığı rezâlet ve sefâhatten dolayı kendisini îkâz ettik. Âkıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu îkâzımıza kızarak bizi zindana attırdı.” dediler. Bu ifâdeler, Fâtih’in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet tedkîkat yaptıktan sonra kanaatlerini bildireceklerini ifâde ettiler. Papazlar, ellerindeki fermanla her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara: “–Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!” dedi. En kalabalık ve en ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâkî üstünlük sergileyen hâllerini müşâhede ettiler. Bir çarşıya girdiler ki, tam o esnâda ezân okunuyordu. Esnaf, dükkânını kilitlemeden câmiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin teminâtı altında idi. Namazı, huzur içinde ve âdeta son namazlarıymış gibi edâ ediyorlardı. Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyâmet günü Mevlâ’nın huzûruna çıkmak istemiyordu. İstisnâsız herkes, Allah rızâsını düşünüyor, Allah rızâsı için konuşuyor, Allah rızâsı için yaşıyordu. Sultânın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için duâ ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sâhibi, derin bir gönle sâhip insanlarla doluydu. Papazlar, bu hâlleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, mahkemelerde ağır cezâlık bir dâvâya rastlamadılar. Hırsızlık, cinâyet, ırza tecâvüz, dolandırıcılık vs. âdeta meçhûldü. Bir muhâkeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar. Kadı efendiye bir dâvâcı ve dâvâlı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mesele arz etti: “–Efendim, bendeniz bu din kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm: «–Buyur, bu senindir; al!» dedim.


O da: «–Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!.. Artık o altınlar bana helâl olmaz!..» deyip kabul etmedi. Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı.” Kadı efendi, öbür kişiye söz hakkı verdi. O da: “–Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vâkî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsûlde bir hakkım yoksa, altındakinde de öyledir!..” dedi. Papazların hayretle temâşâ ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir vak’a idi. Kadı, bu iki samîmî müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin sâlih bir oğlu, diğerinin de sâliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızâsı ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O bir küp altını da, gençlerin düğün ve çeyiz masraflarına harcamalarına hükmetti. Burada, hakîkat üzere yaşanan bir İslâm ahlâkı ve adâleti sergileniyordu. Papazlar, bütün bunları gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere: “–Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misâfir eder misiniz? Çaresiziz!” dediler. Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde çekip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler. Merak içinde bekleyen papazlar, kızlarına, gecenin nasıl geçtiğini sordular. Onlar da, olanları şöyle anlattılar: “–Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle: «–Rabbimiz bizleri cehennem azâbından korusun! Bizleri, ânı istikbâlle değiştiren ahmaklardan eylemesin!» diyorlardı. Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile.” Papazlar, hristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyasla değişmiş, sokaklardaki pislik azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Herkes huzur içinde işine devâm ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nâra atan insanlara rastlanmıyordu. Fakir hristiyan âilelere bile ev dağıtılmıştı. Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih’in huzûruna çıktılar. Müşâhedelerini bir bir arz edip:


“–Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devâm eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sâhip olan insanların dîni, elbette hak dîndir..” dediler. Kelime-i şehâdet getirip müslüman oldular. { Hâsılı, İslâm’ın güler yüzünü göstermek, Hakk’a dâvette en müessir yoldur. İslâm târihi boyunca enbiyâ, evliyâ ve asfiyânın tâkip ettiği bereketli bir usûl ve ulvî bir hizmettir. Zâten insanı kurtaracak olan da bu hâldir. Yoksa başkalarına söylediğini kendisi yapmayan ve öğrendiklerini içine sindirememiş olan kimselerin, muhatapları bir tarafa, kendilerine bile bir faydası dokunmaz. Çünkü Allah Teâlâ, amelsiz mücerred sözleri ve riyâ ile yapılan ihlâssız amelleri kabul etmez. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “Allah, kulunun amelsiz sözünden râzı olmaz.” buyurmuştur. Sâdî-i Şîrâzî de şöyle der: “Ne kadar okursan oku, bilgine yakışır şekilde davranmazsan câhilsin.” Bir mü’min, yaptığı amelleri her türlü kalbî illetlerden arındırıp ihlâs ve ihsan mertebesine yükseldiğinde, İslâm’ın güler yüzünü lâyıkıyla sergilemeye başlamış olur. Cenâb-ı Hak bu güzel hâli ve hizmeti cümlemize nasip ve müyesser eylesin! Âmîn!.. d. İrşâdı Terk Etmenin Hazin Âkıbeti: Ahlâksızlığın Yayılması ve Toplu Helâk Bir imtihan mekânı olarak yaratılan bu dünyâda Allâh’ın sayısız nîmetleri içinde yaşarken, O’nun emir ve yasakla*rına karşı çıkmak, en dehşetli bir nankörlük, en karanlık bir cehâlet ve âkıbeti en korkunç bir hamâkattir. Îman hakîkatlerine ve ilâhî ahlâk ni*zâmına sırt dönerek böyle bir nankörlüğe saplananlar, sonunda ilâhî intikâma dûçâr olurlar. Târihin ibret dolu sayfaları, âdeta bir milletler kabristanıdır. Îmansızlık, ahlâksızlık ve zulüm, milletlerin en büyük helâk ve yok oluş sebepleridir. Îmansız ve zâlim kavimlerin “sekerât-ı mevt”leri ne müthiş ilâhî intikam tecellîleridir. Hayatta en çok korkulan tûfanlar, kasırgalar, zelzeleler, kıtlıklar, yıldırımlarla dolu azap bulutları, düşman işgalleri ve salgın hastalıklar gibi ilâhî gazap tecellîleri, insanlar için aynı zamanda ilâhî bir tehdit veya îkaz mâhiyetindedir. “Tabiat olayları” olarak görülen bu tip vak’alar, gelişigüzel olmayıp birçok sebep ve hikmete bağlı olarak meydana gelirler. Dış görünüş itibârıyla fizikî bâzı sebeplere bağlı olarak cereyân eden acı hâdiselere gönül gözüyle bakıldığında, hakîkatte onların bâzı insanların isyan ve günahlarının bir netîcesi veya bâzı kişiler için ilâhî bir îkaz mâhiyetinde olduğu görülür.


Ağaçtan düşen bir yaprağın bile, Allâh’ın izniyle ve ilâhî bir kaderle düştüğü, Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edilmektedir.[32]Aksi hâlde kâinatta, fizikî bir anarşi meydana gelirdi. Bütün fizikî hâdiselerin içinde binbir türlü mânevî esrar gizlidir. Bu sırlar, peygamber*lere ve ehl-i kalbe ayandır. Kur’ân-ı Kerîm, geçmiş kavimlerin helâk edilişlerini anlatırken bunun sebepleri üzerinde durmakta ve böylece sonradan gelen nesilleri îkâz etmektedir. Bu sebeplerin başında, Allâh’ın nîmetlerine karşı nankörlük etmek, şükredecek yerde bol nîmetler içinde şımarmak, zulüm ve haksızlıkta ileri gitmek, ahlâksızlık ve edepsizliğe özenmek, irşadda bulunmayı terk etmek ve kendine yapılan îkaz ve irşâdı kulak ardı etmek gibi günahlar gelmektedir. Günahlar ise, affedilmedikleri takdirde, cennete girme yasaklarıdır. İnsanlığı helâke sürükleyen bu günahların engellenmesi ise ancak firâsetli mü’minlerin, İslâm’ı hayâtın her safhasına şâmil kılmaları ve bütün hâl ve davranışlarıyla numûne olmalarına bağlıdır. Mü’minlerin îfâ ettiği tebliğ ve irşad, ancak bu sâyede kemâle erer. Âyet-i kerîmede buyrulur: “Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110) Peygamber Efendimiz de şöyle buyurmuştur: “Sizler yardım görecek, ganimetler elde edecek ve birçok memleketleri fethedeceksiniz. Sizden kim bu vakte erişirse, Allah’tan korksun, iyiliği emredip kötülükten nehyetsin…” (Tirmizî, Fiten, 70/2257) Mü’minler, dâimâ hayırlara anahtar, şerlere kilit olmalıdır. Zîrâ Peygamber Efendimiz, hayra anahtar ve şerre kilit olanları müjdelemiş ve; “Ne mutlu onlara!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19) Müslümanlar, cehâlet, menfaatperestlik ve ihmâlkârlık gibi muhtelif sebeplerle kendi İslâmî yaşantılarından fire verip dînî mes’ûliyetlerini unuttukları zamanlarda, toplumda çürümeler meydana gelir. Bu çürüme ve çöküntüler, zamanla etrafa yayılarak nezih bir hayat yaşamaya gayret eden insanları da içine alır. Yâni başlangıçta mânî olunmayan ferdî bir zaaf, daha sonra önü alınamaz hâle gelerek umûmîleşir ve fâsık-sâlih bütün insanlara zarar verir. Bunun hazin âkıbeti ise, insanların yavaş yavaş toplu helâkin eşiğine doğru sürüklenmeleridir. Nitekim âyet-i kerîmede buyrulur: “Öyle bir fitneden sakının ki o, içinizden sadece zulmedenlere erişmekle kalmaz (umûma sirâyetle hepsini perişan eder). Biliniz ki, Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Enfâl, 25) Bâzı günahlar vardır ki, zararı umûma şâmil olur. O günahın sebep olacağı fitne ve karışıklık, getireceği sıkıntı ve belâ, yalnızca o günahı işleyenleri ve zâlimleri yere sermekle kalmaz. Zâlimlerle birlikte o işe bulaşmamış, o günahı işlememiş mâsumlara da isâbet eder. Günahkârların yanında, zâhiren suçsuz görünenler de musîbete uğrarlar.


Bu sebeple müslümanlar, üzerlerine düşen vazife ve mes’ûliyetleri en güzel şekilde yerine getirmeli, ölümü ve hesâbı hiçbir zaman unutmamalıdırlar. Maalesef insanlar, nefsânî menfaatleri karşısında çoğu zaman çeşitli teviller yaparak Allâh’ın emirlerinden tâvizler vermeye yönelmektedirler. İlâhî emirleri îfâ husûsunda umûmun seviyesizliğine kıyasla, kendi yaptıkları az bir hizmet ve gayreti kâfî ve hattâ çok görme gafletine düşmektedirler. İlâhî yasakları, âdeta zamanın îcâbıymış gibi meşrû ve mübah görerek; “Herkes yapıyor, ben de mecbûrum.” gibi bahânelere sığınmaktadırlar. Hâlbuki bu mevzûlarda hoşgörüye(!) kimsenin hakkı ve salâhiyeti yoktur. Çünkü dînin hükümlerini koyan Cenâb-ı Hak’tır. Dînin kâidelerini O koyduğu gibi, sonunda insanları hesâba çekecek olan da O’dur. İnsan, evvelâ İslâm’ı kendi hayâtının her safhasına yansıtarak kâmil bir mü’min şahsiyeti inşâ etmeli, sonra da o İslâm şahsiyeti ile çevresine tebliğ ve irşadda bulunmalıdır. Çocuklarını zamanında terbiye etmeli, dînî eğitimlerini kesinlikle ihmâl etmemelidir. Yakından uzağa doğru herkese mârufu, yâni iyilikleri emretmeli, münkerden, yâni kötü ve çirkin şeylerden de nehyetmelidir. Zîrâ bu vazife ihmâl edildiğinde mes’ûliyeti çok ağır olmaktadır. Bu hizmette yorgunluk ve bezginlik göstermek, ilâhî azâbın umûmî gelmesine sebep olur. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İsrâiloğulları’nın bozulmaya başladığı devreyi anlattıkları bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “İsrâiloğulları arasında zulüm yaygınlaştığı dönemlerde, bir kimse diğerini günah işlerken görünce evvelâ onu bu yaptığından nehyederdi. Fakat ertesi gün o adamı aynı vaziyette gördüğü hâlde onunla oturup kalkabilmek ve yiyip içebilmek (menfaat sağlayabilmek) için kötülükten sakındırmaz, îkazda bulunmazdı…” (Tirmizî, Tefsîr, 5/6, 7; İbn-i Mâce, Fiten, 20; Ebû Dâvûd, Melâhim, 17/4336) Diğer bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulur: “Allah Teâlâ bir kavme azap gönderdiği vakit, o azap, orada bulunanların hepsine erişir. Sonra da herkes amellerine göre yeniden diriltilir.” (Buhârî, Fiten, 19; Müslim, Cennet, 84) Günah ve isyanları bertarâf etmek için son nefese kadar çalışıp da bütün maddî ve mânevî gayretlerine rağmen fitneye mânî olamayanlar, Allah katında mâzur sayılırlar. Bununla birlikte o zâlim ve gâfillerin içinde bulunup onlara yakınlık gösterdiklerinden ve onlarla komşuluk ettiklerinden dolayı dünya hayâtında aynı musîbete uğramaları da muhtemeldir. Böyle kişiler, âhiret hayâtında ecir alırlarsa da dünyada sıkıntı çekerler ve bunların çektikleri sıkıntı, o sıkıntıya sebep olan zâlimlerin azâbını artırır. Zeyneb bint-i Cahş -radıyallâhu anhâ- şöyle rivâyet etmektedir: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birgün korkudan titreyerek yanıma geldi ve: “–Allah’tan başka ilâh yoktur. Yaklaşan şerden dolayı vay Arabın hâline! Bugün Ye’cûc ve Me’cûc’un seddinden şu kadar yer açıldı.” buyurarak baş parmağı ile şehâdet parmağını birleştirip halka yaptı. Bunun üzerine ben:


“–Ey Allâh’ın Rasûlü! İçimizde iyiler de olduğu hâlde helâk olur muyuz?” diye sorunca, Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Kötülük ve günahlar çoğaldığı vakit, evet.” buyurdu. (Buhârî, Fiten 4, 28, Enbiyâ 7, Menâkıb 25; Müslim, Fiten 1. Bkz. Ebû Dâvûd, Fiten 1; Tirmizî, Fiten 23; İbn-i Mâce, Fiten 9) Demek ki toplumdaki iyiler de, kötülere göz yumup ses çıkarmadıkları ve onları îkâz etmek için kâfî derecede gayret göstermedikleri takdirde, cezâya müstehak olmaktadırlar. Bu hakîkati Rasûl-i Ekrem Efendimiz, hadîs-i şerîflerinde şöyle ifâde buyurmuştur: “İnsanlar fenâlıkları görüp de onu değiştirmeye çalışmazlarsa, çok geçmeden Allah Teâlâ onların başına umûmî bir belâ verir.” (İbn-i Mâce, Fiten, 20) “Canımı kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, ya iyilikleri emreder ve kötülüklerden nehyedersiniz, ya da Allah kendi katından yakın zamanda üzerinize bir azap gönderir. Sonra Allâh’a yalvarıp duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez.” (Tirmizî, Fiten, 9/2169) İnsanlık târihi, îman ve ahlâk yolundan sapmış azgınlar üzerine inen nice ilâhî azap tecellîlerine şâhid olmuştur. Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin kibirli halkı; peygamberlerle mücâ*dele eden, kendisinin tanrı olduğunu iddiâ eden ve sonunda Kızıldeniz’in girdaplarında boğulan Firavun; bir sineğin mağlûb ettiği Nemrut; yaşayışları hayvanlardan daha aşağı olan Lût kavminin, hayâdan yoksun, ahlâksız ve edepsiz insanları ve daha nice zâlimler, hep günah ve isyanlarında ısrar ettikleri için acıklı bir âkıbetle helâk edilmişlerdir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Onlara, kendilerinden evvelkilerin; Nûh, Âd ve Semûd kavimlerinin, İbrâhim kavminin, Medyen halkının ve altüst olan şehirlerin haberi ulaşmadı mı? Peygamberleri, onlara apaçık mûcizeler getirmişti. Allah onlara zulmede*cek değildi, fakat onlar kendi kendilerine zulmetmekte idiler.” (et-Tevbe, 70) Başlarına gelen felâketler, kendi günahlarının acı neticeleriydi. Yaptıkları hatâ ve isyanlar sebebiyle, hem dünya hem de âhiret hayatlarını perişan etmişlerdi. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde fesat zuhûr etti, düzen bozuldu. Bu, belki (tuttukları kötü yoldan) dönerler diye Allâh’ın onlara, yaptıkları şeylerin bâzı kötü neticelerini tattırması içindir.” (er-Rûm, 41) “Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzün*dendir. (Bununla beraber) Allah, (günahlarınızın) çoğunu da affediyor.” (eş-Şûrâ, 30) Rabbimiz, biz kullarına ne kadar da merhametli! Doğru yoldan saparak günahlara dalan kullarını îkâz etmek için bâzı dünyevî cezâlarla muhtelif îkazlarda bulunması, aslında O’nun engin merhametinin bir tezâhürüdür. Zîrâ âhiretteki azâbın yanında dünyevî îkazlar çok


küçük kalır. Bu sebeple Allah Teâlâ kullarına dünyada birtakım sıkıntılar yaşatır. Üstelik kullarının işlediği günahların tamamını da bu dünyada cezâlandırmaz. Onlara, günahları terk ederek hakka dönmeleri için mühletler ve fırsatlar verir. İlâhî îkazlara gönül verip hakka rücû ettikleri takdirde, eski günahlarını da affedeceğini bildirir. Hattâ kullarının tevbelerindeki samîmiyetleri nisbetinde eski günahlarını sevaplara tebdîl edeceğini müjdeler. O’nun rahmet ve mağfireti bu kadar geniştir. Lâkin, nefsânî hayâtın aldatıcı seraplarına kanarak, sayısız ilâhî îkazlara ısrarla kulak tıkayan ve tevbe edip nefsini ıslâh etme fırsatlarını inatla reddeden insanları da sonunda acı bir şekilde yakalayıverir. Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Şüphesiz O’nun yakalaması, pek elem vericidir, pek çetindir!” (Hûd, 102) İslâm’dan başka tutulacak bir ebedî saâdet yolu yoktur. Müslümanlar, dinlerini yaşama husûsunda birbirlerini teşvik etmeli, âdeta birbirini yıkayan iki el gibi olmalı ve Allâh’ın emirlerinden aslâ tâviz vermemelidirler. Zîrâ Allâh’ın emirleri gözardı edildiği, ilâhî hudutlar çiğnendiği zaman, dünyanın nizâmı bozulur; hak, adâlet, insaf, merhamet, muhabbet, can ve mal emniyeti ortadan kalkar; zulüm, haksızlık, ahlâksızlık, açlık, hırsızlık ve cinâyetler her tarafı kaplar. İnsanlar sokağa çıkmaktan korkar hâle gelirler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, o günlerin geleceğini; “Öyle bir zaman gelecek ki…” buyurduğu bâzı hadîs-i şerîflerinde haber vermiştir: “Öyle bir zaman gelecek ki, insanlar iyiliği özendirmeyecek, kötülükten de sakındırmayacaklar.” (Heysemî, VII, 280) “Sizin üzerinize öyle bir zaman gelecek ki, o vakit siz, iyilikleri emretmeyen ve kötülükleri yasaklamayan kimselerin en hayırlı kişiler olduğunu düşüneceksiniz.”[33] Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün: “–Gençlerinizin fıska düştüğü ve kadınlarınızın azdığı zaman hâliniz nice olur?” buyurmuştu. Yanındakiler hayretle: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, yâni böyle bir hâl başımıza gelecek mi?” dediler. “–Evet, hattâ daha beteri!” buyurdu ve devâm etti: “–Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker yapmadığınız vakit hâliniz nice olur?” Ashâb-ı kirâm yine hayretle: “–Yâni bu olacak mı?” dediler. “–Evet, hattâ daha beteri!” buyurdular ve devâm ettiler: “–Münkeri emredip, mârûfu yasakladığınız zaman hâliniz nice olur?”


Yanında bulunanlar iyice hayrete düşerek: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bu mutlaka olacak mı?” dediler. “–Evet, hattâ daha beteri!” buyurdular ve devâm ettiler: “–Mârûfu münker, münkeri de mârûf kabûl ettiğiniz zaman hâliniz nice olur?” Sahâbîler: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bu mutlaka olacak mı?” diye sordular. “–Evet, olacak!” buyurdular.” (Heysemi, VII, 281) Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–İnsanlar üzerine öyle bir zaman gelecek ki, o vakit mü’minin kalbi tuzun suda eridiği gibi eriyecek!” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “–Niçin eriyecek yâ Rasûlallah?” diye sordular. Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Kötülükleri görüp de onları değiştirmeye güç yetiremediği için.” buyurdular. (Ali elMüttakî, III, 686/8463) Hadîs-i şerîflerde haber verilen bütün bu hâdiselerin günümüzde aynen yaşanmakta olduğunun farkında mıyız acabâ? O hâlde bu ilâhî îkazlara daha ciddî bir şekilde kulak vermemiz îcâb etmektedir. Aksi takdirde yarın ilâhî huzurda ileri sürebilecek hiçbir mâzeretimiz kalmaz. Zîrâ Allah ve Rasûlü, bizim için lüzumlu olan her şeyi açıkça beyân buyurmuşlardır. Âyet-i kerîmede bu durum şöyle ifâde edilir: “Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ezZümer, 27) Cenâb-ı Hak, cümlemize, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şerîflerden gereken ibreti alarak hayâtımızı rızâsına muvâfık bir şekilde tanzîm edebilmeyi nasîb eylesin! İslâm’ı evvelâ en güzel şekilde öğrenip yaşamayı, sonra da diğer insanlara hikmet ve güzel öğütle anlatabilmeyi lutfeylesin! Ahlâksızlığın ve edepsizliğin toplumumuzda yayılmasına fırsat vermesin. Bizleri ve nesillerimizi îmansızlık ve ahlâksızlık bataklığından muhâfaza buyursun!

2. İlim ve Kur’ân Hizmetleri İlim ve Kur’ân yolunda gayret göstermek, insan nesline yapılabilecek en mühim hizmetlerden biridir. İnsanın dünyaya âit bedenî varlığını devâm ettirebilmesi için maddî gıdâlar nasıl zarûrî


ise, ebedî hayattaki saâdetini sağlayacak olan rûhî ve mânevî gıdâlar da aynı şekilde zarûrî ve elzemdir. Kur’ân-ı Kerîm’de beyân edildiği üzere, bir insanın maddî hayâtını kurtarmak, bütün insanlığı kurtarmak gibi bir ecir kazandırırsa,[34]bir gönlü ihyâ etmek ve bir kişinin mânevî hayâtını kurtarmak gibi ulvî hizmetlere Cenâb-ı Hak, kim bilir ne büyük mükâfatlar ihsân eder. Zîrâ insanın yaratılış maksadı dünyada ebedî kalmak değil, mâneviyâtını takviye ederek âhiret âlemine hazırlık yapmaktır. Onun maddî bedenini beslemesi bile, hayâtiyetini sürdürerek rûhî tekâmülünü gerçekleştirme ve dolayısıyla da ebedî saâdete hazırlanma gâyesine mâtuftur. Cenâb-ı Hakk’ın ilim sâhibi olduğunu, gizli açık her şeyi bildiğini ifâde eden pek çok güzel ismi mevcuttur. Kul, Allâh’ın ilim sıfatından nasîb alma gayreti içinde olmalıdır. Çünkü ilim, en büyük hazine ve en mühim kuvvettir. Şeyh Sâdî’nin ifâde ettiği gibi; “Her kim bilgili ise, kuvvetli olur.” İlmin, sadece sâhibine değil, başka insanlara ve hattâ canlı-cansız bütün varlıklara da faydası dokunur. Zîrâ hak ile bâtılı ayırmanın en mühim vâsıtası ilimdir. İlm-i nâfî ile meşgul olmak, Allah rızâsını kazanmak için tutulan en iyi yol ve en üstün ibâdettir. İslâm, cehâletin her çeşidini reddetmiş ve kınamıştır. Çünkü cehâletin her türünde küfür ve isyandan bir hisse vardır. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur: “Cehâlet öyle bir binektir ki, üzerine binen zelil olur, arkadaşlık yapan yolunu kaybeder.” Şunu da unutmamak gerekir ki bütün ilimler, Cenâb-ı Hakk’ın kâinâta koyduğu kâideleri (yâni sünnetullâh’ı) tespit gayretinden ibârettir. Öyleyse hakîkî ilim sâhibi olmak, o kâidelerden hareketle hikmet ve sırlara intikal edebilmek ve hattâ orada da takılı kalmayıp o hikmet ve sırların mutlak menbaına ulaşabilmektir. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, zâhirî ilimlerin deryâsındayken yaşadığı hâlini “hamdım”, hikmet ve sırlara vâkıf olduğu zamanları “piştim”, kâinat kitabının sayfalarını çevirerek vardığı mârifetullah devresini de “yandım” diye ifâde etmiştir. O hâlde insanoğluna en faydalı olan ilim, mutlak ilim sâhibi olan Cenâb-ı Hakk’ın âdeta süzülmüş bir öz hâlinde Kur’ân-ı Kerîm’e derc ettiği ilâhî hakîkatlerdir. Bütün bunlar, insanı mârifetullâha götürür ki, zâten ilimden matlûb olan da budur. Cenâb-ı Hak biz kullarını, bu keyfiyetteki ilmi tahsîl etmeye âyet-i kerîmelerde şöyle teşvik buyurur: “…De ki: Ey Rabbim! İlmimi artır.” (Tâhâ, 114) “…Allah, içinizden îman edenlerin ve kendilerine ilim verilenlerin derecelerini yükseltir…” (el-Mücâdele, 11) “…Allah’tan, kulları içinde ancak ilim sâhibi olanlar (lâyıkıyla) korkar…” (Fâtır, 28)


“İşte Biz, bu misalleri insanlar için veriyoruz; fakat onları ancak âlimler düşünüp anlayabilir.” (el-Ankebût, 43) Kays bin Kesîr şöyle anlatır: “Dımaşk’ta bulunan Ebu’d-Derdâ Hazretleri’ne Medîne-i Münevvere’den bir zât geldi. Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-: “–Ey kardeşim, seni buralara kadar getiren nedir?” diye sordu. Medîne’den gelen kimse şu cevâbı verdi: “–Bir hadîs-i şerîf. Bana ulaştığına göre sen o hadîsi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem’den rivâyet ediyormuşsun. (İlk râvîden dinlemek için geldim.)” “–Herhangi bir ihtiyaç için gelmedin mi?!” “–Hayır.” “–Ticâret için de mi gelmedin?!” “–Hayır.” “–Sadece o bir tek hadîs-i şerîfi öğrenmek için geldin, öyle mi?! Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işitmiştim: «Kim ilim öğrenmek için yola çıkarsa, Allah Teâlâ ona cennet yolunu kolaylaştırır. Melekler, ilim öğrenenlerden hoşlandıkları için onlara kanat gererler. Göklerde ve yerde bulunan varlıklar, hattâ sudaki balıklar bile âlimlerin affedilmesi için Allâh’a yalvarırlar. Bir âlimin, sadece ibâdetle meşgul olan bir kimseye üstünlüğü, on dördüncü gecesinde ayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir. Âlimler peygamberlerin mîrasçılarıdır. Peygamberler, altın, gümüş değil, sadece ilmi mîras bırakmışlardır. İşte bu ilim mîrâsına konan kimse, çok büyük bir kısmete ermiş olur.»” (Tirmizî, İlim, 19/2682; Ebû Dâvûd, İlim, 1/3641) Fahr-i Kâinât Efendimiz, ilmin fazîletini diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle beyan buyurmuşlardır: “Yalnız şu iki kimseye gıpta edilir: – Allâh’ın kendisine ihsân ettiği malı Hak yolunda harcayıp tüketen kimse; – Allâh’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına da öğreten kimse.” (Buhârî, İlim 15, Zekât 5, Ahkâm 3, İ’tisâm 13, Tevhîd 45; Müslim, Müsâfirîn 268) İlim bir nevî cihaddır. Çünkü cihâdın gâyesi, insanlara İslâm’ı duyurup ulaştırmaktır. Yoksa toprağı kanla sulamak değildir. Sırf toprak elde etmek için yapılan savaşlar, insanlığın yüz karası bir zulümdür.[35]Dolayısıyla İslâm’da cihâdın en mühim vâsıtası ilimdir. Nitekim hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur:


“İlim tahsil etmek için yolculuğa çıkan kimse, evine dönünceye kadar Allah yolundadır.” (Tirmizî, İlim, 2/2647) “Bir kimse İslâm’ı ihyâ edip yaşatmak için ilim tahsil ederken ölürse, onunla peygamberler arasında sadece bir derece vardır.” (Dârimî, Mukaddime, 32) İlim ve Kur’ân faâliyetlerinde dikkat edilmesi gereken en mühim husus, ihlâs ve samîmiyettir. Allah rızâsı gözetilmeden ve muktezâsıyla amel edilmeden yapılan Kur’ân ve ilim hizmetleri, insana hiçbir fayda sağlamaz. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Kim kendisinde Allâh’ın rızâsı aranan bir ilmi sadece dünyâlığa sâhip olmak için öğrenirse, o kimse kıyâmet gününde cennetin kokusunu bile duyamaz.” (Ebû Dâvûd, İlim, 12/3664) İlimden maksat, ilm-i nâfîdir. Mâlâyâni mâlûmatla meşgul olmak değildir. İlim, insanı Allâh’a itaate, sâlih amellere sevk etmeli ve insanlara hizmete vesîle olmalıdır. Cenâb-ı Hak, hakîkî ilim sâhiplerini târif ederek şöyle buyurur: “Yoksa gece saatlerinde (seherlerde) secde ederek ve kıyamda durarak ibâdet eden, âhiretten sakınan ve Rabbinin rahmetini arzulayan kimse (o inkârcı gibi) midir? (Rasûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle Burada Rabbimizin medhettiği âlimler: - Geceleri secde ve kıyâm hâlinde samîmi olarak kulluğa devâm eden, - Allah Teâlâ’nın âhiretteki hesâbından ve azâbından korkan, yâni âhiret endişesi içinde olan, - Rahmeti sonsuz olan Rabbimizin merhametine nâil olmayı uman ve bunun için gayret sarf eden kimselerdir. Âyette bahsedilen kıvâma gelebilmek için gayret etmek ve duâya sarılmak îcâb eder. Zâten büyük ruhlar dâimâ duâ hâlinde yaşarlar. İlmin insana faydalı olması, onunla amel edilmesine bağlıdır. Hayâta intikal etmeyen bilgiler, kitap satırlarında kalmaya veya zihinlerden silinip unutulmaya mahkûm olur. Yezîd bin Seleme -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz’den pek çok hadîs işittim. Sonrakilerin önceden işittiklerimi unutturacağından korkuyorum. Bana hepsinin yerini tutacak şümûllü bir söz söyleseniz!” dedim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bildiklerin hakkında Allah’tan kork, (yâni onlarla amel et ki unutmayasın ve yenilerini öğrenebilesin)!” buyurdular. (Tirmizî, İlim, 19/2683) {


Bütün ilimlerin kaynağı ve hazinesi ise mukaddes kitâbımız Kur’ân-ı Kerîm’dir. Bu sebeple en şerefli amel, Kur’ân öğrenmek ve onun tâlimiyle meşgul olmaktır. Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Kur’ân-ı Kerîm, öyle bir kelâm-ı ilâhîdir ki o, vukû bulacak her türlü fitneye karşı insanı selâmete erdirir. Onda sizden öncekilerin haberleri, sizden sonrakilerin durumları, insanlar arasında meydana gelecek hâdiselerin hükümleri vardır. O, hak ile bâtılı birbirinden ayırır, mâlâyâni değildir. Kendisini terk eden azgını Cenâb-ı Hak helâk eder. Onun dışında hidâyet arayanı, Allah dalâlete düşürür. O, Hak Teâlâ’nın sapasağlam ipi, zikr-i hakîmi ve sırât-ı müstakîmidir. Kendisine bağlananlar hiçbir zaman sapmaz, onu söyleyen diller yanılmaz. Âlimler ona doyamaz. Çok tekrar edilmekten dolayı tâzeliğini asla kaybetmez. İnsanları şaşırtan mûcizevî husûsiyetleri bitip tükenmez. Cinler, onu dinledikleri zaman; «…Gerçekten biz, hayranlık veren bir Kur’ân dinledik…»[36]demekten kendilerini alamamışlardır. Kur’ân’a dayanarak konuşanlar doğru söylerler. Onunla hüküm verenler isâbet ederek âdil davranırlar. Onu tatbik edenler ecir kazanır ve ona çağıranlar dosdoğru yolu bulurlar.” (Tirmizî, Fedâilü’lKur’ân, 14/2906; Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 1) Hasan-ı Basrî Hazretleri de şöyle der: “Allah Teâlâ yüz dört kitap indirmiştir. Bunların bütün ilimlerini dördünün içinde toplamıştır: Tevrat, İncil, Zebur ve Kur’ân. Sonra diğer üçünde bulunan ilimleri de Kur’ân’a derc etmiştir.”[37] Kalb-i pâk-i Muhammedî’ye indirilen ve O’nun tarafından yaşanarak tefsîr edilen Kur’ân-ı Kerîm’e hizmet etmek, nebevî ahlâk ile ahlâklanmanın en mühim tezâhürlerindendir. Nitekim: “Sizin en hayırlılarınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.”[38]buyuran Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetine, her hâlükârda Kur’ân ile meşgul olma husûsunda zirve bir numûne olmuştur. Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm eğitimi her mü’minin en başta gelen vazifesi ve mes’ûliyetidir. Diğer bir ifâdeyle Kur’ân-ı Kerîm’e muhabbet ve hizmet, mü’min olmanın bir şiârıdır. İlim ve Kur’ân-ı Kerîm hizmetinde bulunanların, evvelâ kalpleri ilâhî muhabbetle dolu olmalıdır ki, o feyizli kalplerden bir hâl in’ikâs ederek talebe veya cemaati duygu derinliğine ve tefekküre sevk etsin. Nitekim: “–Kur’ân tilâveti için hangi ses ve kıraat daha güzeldir?” diye soranlara, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Kur’ân okuyuşunu duyduğunda Allah’tan korktuğunu hissettiğin kimsenin sesi ve kıraatidir.” cevâbını vermişlerdir. (Dârimî, Fedâilü’l-Kur’ân, 34) Aksi hâlde dilden kalbe inmeyen bir kıraatin ve ilmin, insanı Kur’ân’ın sonsuz tefekkür ufkuna ve duygu derinliğine götüremeyeceği âşikârdır.


Fazîlet Tabloları Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Ebû Talha -radıyallâhu anh- birgün Peygamber Efendimiz’in yanına varmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayakta Ashâb-ı Suffe’ye Kur’ân öğrettiğini gördü. Allah Rasûlü, açlıktan iki büklüm olan belini doğrultmak için karnına taş bağlamıştı. İşte Rasûl-i Ekrem Efendimiz ve ashâbının en mühim meşgûliyeti, Allâh’ın kitâbını öğrenip öğretmek, anlayıp anlatmaktı. En büyük arzu ve iştiyakları da Kur’ân’ı tekrar tekrar okumak ve dinlemekti.[39] Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Ne zaman Sen bir işte bulunsan, ne zaman Kur’ân’dan bir şey okusan ve siz ne zaman bir iş yaparsanız, o işe daldığınız zaman Biz mutlaka üstünüzde şâhidizdir. Ne yerde ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey Rabbinden uzak (ve gizli) kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, apaçık kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” (Yûnus, 61) Âyet-i kerîmede evvelâ, “ne zaman bir işte bulunsan” diye umûmî bir ifâde kullanıldıktan sonra bir de husûsiyle Kur’ân okumaktan bahsedilmesi ve Kur’ân’ın öncesinde şân zamirinin[40]kullanılması, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in en mühim ve en büyük işinin Kur’ân okumak olduğuna işâret etmek içindir.[41]İşte Kur’ân-ı Kerîm hizmeti, bu kadar şerefli ve fazîletli bir amel-i sâlihtir. { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün mescide girince halka hâlinde oturmuş iki grupla karşılaştı. Gruplardan biri Kur’ân-ı Kerîm okuyor ve Allah Teâlâ’ya duâ ediyordu. Diğeri ise ilim öğreniyor ve öğretiyordu. Bunu gören Nebiyy-i Muhterem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Bunların hepsi hayır üzeredirler. Şunlar Kur’ân-ı Kerîm okuyor ve Allah Teâlâ’ya duâ ediyorlar. Allah dilerse onlara (istediklerini) verir, dilerse vermez. Şunlar da ilim öğrenip öğretiyorlar. Ben de ancak bir muallim olarak gönderildim.” buyurdu ve hemen ilimle meşgul olanların yanına oturdu. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 17) İlimle meşgul olanlar da Kur’ân ve hadîs ilmi tahsil ediyorlardı. Sâdece Kur’ân okumak da fazîletli bir ameldir. Lâkin mühim olan, Kur’ân ilmiyle meşgul olarak hüküm ve hikmetlerini anlamak ve mûcibince amel etmektir. { İlim ve Kur’ân meclislerinin fazîletini anlatan şu hâdise ne kadar mânidar ve ibretlidir: Ebû Vâkıd el-Leysî -radıyallâhu anh- anlatıyor:


Birgün mescitte Peygamber Efendimiz’in huzûrunda bulunuyorduk. O esnâda kapıda üç kişi göründü. Biri içeri girmeden gitti. Diğer ikisi ise içeri girip Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına kadar geldiler. İçlerinden birisi, halkada gördüğü bir boşluğa oturdu. Diğeri ise, yer kalmadığı için ve kimseyi de rahatsız etmemek düşüncesiyle halkanın hemen arkasına oturuverdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sohbetinin bir yerinde şöyle buyurdular: “Size şu üç kişinin hâlini anlatayım mı? Halkaya oturan, Allah Teâlâ’ya sığındı, Allah da onu himâyesine aldı. İkincisine gelince, o kimse Allah’tan hayâ etti, edebe sarıldı; Allah Teâlâ da o kulundan hayâ etti, onu azâbından emin kıldı. İçeri girmeyen diğerine gelince, o, bu meclisten yüz çevirdi. Allah da ondan yüz çevirdi.” (Buhârî, İlim, : ) İlim ve Kur’ân hizmetlerinde, ilmiyle âmil olmanın ehemmiyetini vurgulayan şu rivâyet çok mühimdir: Ebû Abdurrahman es-Sülemî şöyle anlatır: Rasûlullâh’ın ashâbından, bizlere Kur’ân-ı Kerîm tâlim eden biri vardı. Bize şu haberi verdi: “Biz, Peygamber Efendimiz’den on âyet alır, bunlardaki bilgi ve amelleri öğrenmeden diğer on âyete geçmezdik. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize hem ilim hem de ameli (birlikte) öğretirdi.” (Ahmed, V, 410; Heysemî, I, 165) { Ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Yâ Rasûlallah! Amellerin hangisi daha fazîletlidir?” diye sordular. O da: “–Allâh’ı bilmektir!” buyurdu. “–Hangi amel mertebeyi artırır?” diye sordular. Yine: “–Allâh’ı bilmek!” buyurdu. Bunun üzerine: “–Yâ Rasûlallah! Biz amelden soruyoruz, Siz ilimden cevap veriyorsunuz!” dediklerinde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Allâh’ı bilerek yapılan az amel (bile) fayda verir. Fakat cehâletle yapılan çok amel (bile) fayda sağlamaz!” buyurdular.[42] İlim ve Kur’ân hizmetlerinden maksat; Allâh’ı tanımak, sâlih ameller işlemek ve ilâhî vuslat iştiyâkıyla kalben mesâfe almaya çalışmaktır. { Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilim ve Kur’ân hizmetlerini devamlı teşvik etmiştir. Kur’ân’ı iyi bilenlere her yerde kıymet vermiş, onlara dâimâ öncelik tanımıştır.


Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Tebük Seferi’ne çıkarken Neccâroğulları’nın sancağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sâbit’i görünce, sancağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallah! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber Efendimiz: “–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, siz de Kur’ân’ı tercih ediniz! Zeyd, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir. Burnu kesik zenci köle bile olsa, Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş olan kimse başkalarına tercih edilir!” buyurdu. Evs ve Hazrec kabîlelerine de, sancaklarını, Kur’ân’ı Kerîm’i daha çok ezberlemiş olan kimselere taşıtmalarını emretti. Bunun üzerine Avfoğulları’nın sancağını Ebû Zeyd, Benî Selime’nin sancağını da Muâz -radıyallâhu anh- taşıdı.[43] Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Yemen’e bir heyet gönderecekti. Onların yaşça en küçüklerini başlarına emîr tâyin etti. Kâfile birkaç gün bekledi, bir türlü yola çıkamadı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlardan biriyle karşılaştı ve: “–Ey filân! Sana ne oldu, hâlâ Yemen’e gitmedin mi?” buyurdu. Adam: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, emîrimizin ayağı rahatsızlandığı için gidemedik.” dedi. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, emîrin yanına geldi, onun ayağına üfleyerek yedi defâ: “Allâh’ın ismiyle, Allâh ile, Allâh’a sığınıyorum. Burada olanın şerrinden Allâh’ın kudretine sığınıyorum.” dedi. O kişinin ayağı iyileşti. İhtiyarlardan birisi: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! O, yaşça en küçüğümüzdür. Sen bize onu emîr mi tâyin ediyorsun?” diye sordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz onun Kur’ân’ı iyi bildiğini hatırlattı. İhtiyar: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer Kur’ân’ı ezberledikten sonra uyuyarak ona saygısızlık etmekten ve onunla amel edememekten korkmasaydım ben de öğrenirdim.” dedi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurdu: “–Kur’ân’ı öğren. Zîrâ Kur’ân, içi misk doldurulup ağzı bağlanan bir kırbaya benzer. Kırbanın ağzını açarsan ondan güzel bir misk kokusu çıkar. Olduğu gibi bırakırsan koyduğun yerde durur ve kokusu çıkmaz. İşte Kur’ân da buna benzer. Okuyup amel ettiğinde ondan istifâde edersin. Sadrında kalırsa ondan lâyıkı vechile istifâde edememiş olursun.” (Heysemî, VII, 161) { Uhud’da Ensâr: “–Yâ Rasûlallah! Şehidlerimiz pek çok. Ne yapalım, bize ne emir buyurursunuz?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Derin ve geniş kabirler kazınız, her kabre ikişer, üçer kişi defnediniz!” buyurdu.


“–Önce hangilerini koyalım?” diye sordular. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–En çok Kur’ân bileni önce koyunuz!” buyurdu. (Nesâî, Cenâiz, 86, 87, 90, 91) { Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında iki kardeş vardı. Biri, (ilim öğrenmek için) Hazret-i Peygamber’in yanına gelir, diğeri geçimlerini sağlamak için çalışırdı. Çalışan kardeş birgün, diğerini (çalışıp kazanmıyor diye) Allah Rasûlü’ne şikâyet etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona: “–Belki de sen, onun sâyesinde iş buluyor ve rızkını kazanıyorsun!” buyurdu. (Tirmizî, Zühd, 33/2345) { Allah Teâlâ, bizlere Mûsâ -aleyhisselâm-’ın ilim öğrenmek için duyduğu iştiyâkı ve bu uğurda katlandığı meşakkatleri misal olarak vermektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Hani Mûsâ hizmetkârına; «Durup dinlenmeyeceğim; tâ iki denizin birleştiği yere kadar varacağım yahut senelerce yürüyeceğim.» demişti.” (el-Kehf, 60) Nihâyet Hazret-i Mûsâ, Hızır -aleyhisselâm- ile karşılaştığında muallimin yanındaki talebe edâsına büründü ve ona şöyle dedi: “(Allah tarafından) sana öğretilen rüşd’ü (hakîkate ulaştıracak ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için sana tâbî olabilir miyim?” (el-Kehf, 66) Selâm verdikten sonra sözüne, kendisine tâbî olmak için izin isteyerek ve ancak izin verdiği takdirde yanında bulunacağını ifâde ederek başladı. Ardından; “Allâh’ın sana öğrettiği rüşd’ü (ilim ve hikmeti) bana da öğretmen için…” ifâdesini kullandı. O’nun yanına, imtihan etmek için veya mütekebbir bir edâ ile değil, öğrenmek ve ilmini artırmak isteyen mütevâzı bir talebe olarak gitti. Allâh’ın bizzat konuştuğu bir Rasûlü olan Mûsâ -aleyhisselâm-, âlim bir kişiden üç meseleyi öğrenmek gâyesiyle, yorgun düşünceye kadar yol yürüdü, açlığa susuzluğa katlandı.[44]

Rivâyet olunur ki İlyas -aleyhisselâm-, Ölüm Meleği’ni görünce dehşet içinde ürperdi. Azrâil aleyhisselâm-, bunun sebebini merak ederek: “–Ey Allâh’ın Peygamberi! Ölümden mi korktun?” diye sordu. İlyas -aleyhisselâm- cevâben: “–Hayır! Ölümden korktuğum için değil, dünyâ hayâtına vedâ edeceğim için bu hâldeyim…” dedi. Sonra sözlerine şöyle devâm etti:


“–Dünya hayâtında Rabbime kulluk yapmaya, iyilikleri emredip kötülüklerden menetmeye gayret ediyor, vaktimi ibâdet ve amel-i sâlihlerle geçiriyor, güzel ahlâk ile yaşamaya çalışıyordum. Bu hâl benim huzur kaynağım oluyor, gönlüm sürûr ve mânevî neş’elerle doluyordu. Ölünce bu zevkleri ve lezzetleri yaşayamayacağım ve kıyâmete kadar mezarda rehin kalacağım için üzülmekteyim!” dedi. Ölüm gelmeden ve fırsat eldeyken, bütün gayretimizle ibâdet etmeli, ilim ve Kur’ân hizmetlerine koşmalı ve bol bol amel-i sâlih işlemeye çalışmalıyız. { Küleyb bin Şihâb anlatıyor: Ali bin Ebî Tâlib -radıyallâhu anh-, Kûfe Mescidi’nden sesler yükseldiğini duyunca ne olduğunu sordu. Kendisine: “–Bâzı kimseler Kur’ân okuyor ve öğreniyorlar.” denildi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-: “–Ne mutlu onlara! Onlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- nezdinde insanların en sevgilileri idiler.” dedi. (Heysemî, VII, 162) { Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, kendisinin çok fazla hadîs rivâyet ettiğini söyleyenlere şu cevâbı vermiştir: “Muhâcir kardeşlerimiz ticâretle ve Ensâr kardeşlerimiz de ziraat ve hurmalıklarıyla meşgul olurlarken, ben yarı aç yarı tok, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılmaz, onların bulunmadıkları zamanlarda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunur, onların şâhid olmadığı nice şeylere şâhid olur ve onların ezberleyemediklerini ezberlerdim.” (Bkz. Buhârî, İlim, 42) İşte bu şartlar altında Allah Rasûlü’nün mübârek söz, fiil ve hâllerini sonraki nesillere taşıma şerefine nâil olan sahâbîlerin başlıcalarından olan Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, bizzat Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’dan ve diğer büyük sahâbîlerden duyduğu, mükerrerleriyle birlikte, 5374 hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Böylece en çok hadis rivâyet eden sahâbî olmuştur. Bu mübârek sahâbîden, 800’den fazla sahâbî ve tâbiî hadis rivâyet etmiştir. { Ashâb-ı kirâm, Kur’ân tâlimini büyük bir tâzimle îfâ ederlerdi. Abdullah bin Mes’ûd radıyallâhu anh- birisine bir âyet okutur (öğretir) ve: “Bu âyet, üzerine güneşin doğduğu veya yeryüzünde bulunan her şeyden daha hayırlıdır.” derdi. Sonra da bu sözünü Kur’ân’ın her âyeti için tekrar ederdi. (Heysemî, VII, 166)


Yine şöyle buyururdu: “Ortadan kalkmadan evvel ilme sarılınız. Onun ortadan kalkması ilim sâhiplerinin yok olup gitmesidir. İlme sarılın, çünkü bir insan ona ne zaman muhtaç olacağını bilemez…” (Dârimî, Mukaddime, 19) { Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der: “Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederim; Allâh’ın kitâbından hiçbir sûre indirilmemiştir ki, ben onun nerede nâzil olduğunu bilmeyeyim. Yine Allâh’ın kitâbından hiçbir âyet inmemiştir ki, ben onun kimin hakkında nâzil olduğunu bilmeyeyim. Bir kimsenin Allâh’ın kitâbını benden daha iyi bildiğini duysam ve deveyle ona ulaşmak da mümkün olsa, hiç durmaz hemen yola düşerim.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, : ) İlim denildiğinde ilk akla gelen, Kur’ân ve Sünnet ilmidir. Bu rivâyet, ashâb-ı kirâmın, ilimde engin bir deryâ olduklarını ve bilmediklerini öğrenmek için ne büyük bir aşk ve şevk taşıdıklarını göstermektedir. Hakîkaten de onlar, ilim ve Kur’ân hizmetleri husûsunda büyük fedâkârlıklara katlanıyorlardı. Nitekim Câbir bin Abdullah, Abdullah bin Üneys’e bir tek hadîs sormak için tam bir aylık yol yürümüştür. (Buhârî, İlim, 19) Tâbiînin önde gelenlerinden Ebu’l-Âliye şöyle demiştir: “Biz, Basra’da iken Rasûlullâh’ın ashâbından gelen bâzı rivâyetler işitiyorduk. Buna gönlümüz râzı olmuyor, hemen bineğimize atlayıp Medîne’ye gidiyor ve hadîs-i şerîfi bizzat ashâbın ağzından dinliyorduk.”[45] Saîd bin Müseyyeb de şöyle demiştir: “Sâdece bir hadîs öğrenmek için gece-gündüz uzun yolculuklar yapıyordum.” (İbn-i Kesîr, elBidâye, IX, 106) Ashâb-ı kirâm, tâbiîn ve İslâm ulemâsı, ilmin ve sünnetin sağlam bir şekilde tespit edilmesi için; açlık, yorgunluk ve türlü meşakkatlere tahammül ettiler. Cenâb-ı Hak da onları kıyâmete kadar hayır duâlarla yâd edilecekleri mübârek bir makâma yükseltti. Ortaya koydukları eserler, Allâh’ın kitâbından sonra en fazla îtimâda şâyan kaynak olma şerefine nâil oldu. { Abdullah bin Selâm’ın oğlu Yûsuf -radıyallâhu anh- anlatıyor: Bir müddet Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın yanında kaldım ve ondan ilim öğrendim. Vefâtına yakın bana:


“–İnsanlara vefât etmek üzere olduğumu haber ver!” dedi. Ben de insanlara haber verdim ve geldim. Evin içi ve dışı insanlarla dolup taştı. Kendisine: “–Vefât etmek üzere olduğunu insanlara haber verdim, evin içi-dışı insan doldu.” dedim. “–Beni onların yanına götürün!” dedi, götürdük. “–Beni oturtun!” dedi, biz de kendisini oturttuk. Sonra şöyle dedi: “–Ey insanlar! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işittim: «Kim abdest alır ve abdestini güzelce tamamlar, sonra da iki rekât namaz kılar ve bunu eksiksiz olarak tamamlarsa, Allah ona istediğini hemen ya da daha sonra mutlaka verir.»” Sonra sözlerine şöyle devâm etti: “Ey insanlar! Sakın namazda (kıbleden) başka tarafa dönüp bakmayın. Zîrâ başka taraflara dönüp bakan kimsenin namazı kabul olmaz. Nâfilede kendinize hâkim olamayıp bunu yaptıysanız bile, sakın farzda yapmayın, mutlaka dikkat edin.” (Ahmed, VI, 442-443) Bu mübârek sahâbî, son nefesine kadar Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’den aldığı ilmi neşredip insanlara öğretmekle meşgul olmuştur. Vefât edeceğini anlayınca da namazla ilgili mühim gördüğü bir hadîsi bütün insanlara tekrar hatırlatmak istemiştir. Peygamber Efendimiz’in vefâtı esnâsında tekrarladıkları son sözlerinin: “Namaza, özellikle namaza dikkat ediniz. Elinizin altında bulunanlar hakkında da Allah’tan korkunuz.”[46]olduğunu ve bu sözleri mübârek lisanları söyleyemeyecek hâle gelince, içten içe tekrarladıklarını[47]düşünürsek, Ebu’d-Derdâ Hazretleri’nin vefât ânında yaptığı bu hatırlatmanın taşıdığı inceliği daha iyi idrâk edebiliriz. { İmâm Abdullah el-Fârisî şöyle der: “Ben Ebû Hanîfe’nin yanındayken, evinin çatısından üzerime bir tuğla düştü ve başımı kanattı. Bunun üzerine İmâm-ı Âzam bana: «–Diyet mi istersin, yoksa üç yüz hadîs-i şerîf mi?» dedi. Ben de: «–Hadîs-i şerîf isterim.» dedim. O da bana hadîs rivâyet etti.”[48] { İbn-i Sîrin -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır: “Birgün mescide girdim. Baktım ki, Semîr bin Abdurrahmân kıssa anlatıyor, Humeyd de ilim öğretiyor. Bunların hangisinin halkasına oturayım diye düşünürken beni bir uyuklama aldı. Rüyamda biri gelerek:


«–Hangisinin halkasına oturayım diye düşünüp duruyorsun. İstersen sana Humeyd’in yanında oturan Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın mekânını göstereyim!» dedi.” (Dârimî, Mukaddime, 32) İbn-i Sîrin Hazretleri, ilâhî bir lutufla Cebrâîl meclisini tercih etti ve ismi kıyâmete kadar yâd edilecek büyük bir âlim oldu. { Otuz sene boyunca ilim için diyar diyar gezen Yakup bin Süfyân, şöyle anlatır: “Yolculuk esnâsında azığım iyice azaldı. Geceleri yazıyor, gündüzleri okuyordum. Bir gece, kandil ışığında oturmuş yazıyordum, mevsim kış idi. Birden gözlerimden yaşlar boşandı ve bir şey göremez oldum. Memleketimden ayrı düştüğüme ve ilim hayâtımın sona ermesine üzülerek ağlamaya başladım. Gözlerime bir ağırlık çöktü ve uykuya daldım. Rüyamda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i gördüm. Bana: «–Yakup, niçin ağlıyorsun?» diye sordu. «–Yâ Rasûlallah! Gözlerimi kaybettim. Bundan sonra ilim öğrenemeyeceğim için üzüldüm.» dedim. «–Yaklaş!» buyurdu, yaklaştım. Sanki okuyormuş gibi yaparak ellerini gözlerimin üzerinde gezdirdi. Uyandığımda gözlerim görüyordu. Sayfaları elime aldım ve oturup yazmaya devâm ettim.”[49] { Yıldırım Bâyezid Hân’ın oğullarından Şehzâde Süleyman, derslerine karşı alâkasızlığı sebebiyle hocası tarafından hafifçe cezâlandırılmıştı. Şehzâde buna hiddetlenerek doğruca saraya gitti ve hocasını babasına şikâyet etti. Yıldırım Han, hocaefendiyle görüşerek şehzâde Süleyman’ı niçin cezâlandırdığını sordu. Hocaefendi, gâyet sâkin ve vakur bir şekilde şu târihî cevâbı verdi: “–Pâdişâhım! Şehzâdeniz yarın bu devletin idâresine tâlip olacaktır. Ümmet ona emânet edilecektir. Onun câhil kalması, milletine zarar verir. Evet, o şimdi bir şehzâdedir, ancak henüz ilim ve hâl erbâbı olamamıştır. Dolayısıyla ben onu yetiştirmeye ve îcâb ettiği şekilde kendisini terbiye etmeye mecbûrum…” dedi. Yıldırım Bâyezid, hürmetle gözlerini yere indirdi ve: “–Haklısınız hocam! Siz gerekirse, beni de cezâlandırırsınız! Sizin gibi hocaefendiler başımızda olduğu müddetçe, biz cihâna hükmederiz.” dedi. İnce ruhlu pâdişâhın cevâbındaki nükteyi kavrayan hocaefendi, ertesi gün derse gelip de kendisine oğlunu niçin cezâlandırdığını soran Yıldırım Hân’a iltifat etmedi. Böylece hocasının


mânevî rütbesinin büyüklüğünü bizzat babasının üzerinde gören şehzâde, hatâsını anladı ve o günden sonra derslerine son derece gayret gösteren bir talebe oldu. { Fâtih Sultan Mehmed Han, vezirleriyle bütçe müzâkeresi yapıyordu. Sultân’ın medreseler tahsisâtına ayırdığı meblâğ bir hayli kabarıktı. Mâliye veziri, bu meblâğı öğrenince, hayretle derin bir sükûta büründü. Vezirin bu tavrını fark eden firâset ve basîret sâhibi Fâtih: “–Paşa! Bütçe meselesinde asıl konuşması gereken kimse mâliye veziri iken, acep siz niçin konuşmaz oldunuz?” dedi. Vezir, hâlini belli etmek istemeyip: “–İstifâde ediyorum sultânım…” dedi. Fâtih: “–Paşa! Gâlibâ medreseler tahsisâtı için koyduğum meblâğı fazla gördünüz!” diyerek onun düşüncesine vâkıf olduğunu hissettirince vezir mecbûren: “–Evet sultanım! Memleketin binbir derdi varken, bunlardan sadece biri olan ilim tahsîline gereğinden çok fazla tahsisât ayırmışsınız!” diyerek sükûtunun sebebini izhâr etti. Bunun üzerine hem vezirini küstürmemek hem de meseleyi halletmek isteyen firâsetli sultan, sâkin ve iknâ edici bir üslûb ile şunları söyledi: “–Paşa! Her meslek fire verir. Bilhassa ilim mesleğinin firesi daha çoktur. Çünkü Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «(Zâhirî ve bâtınî) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.» buyurmuşlardır.[50]Peygamber vekîli olabilmek ise, öyle kolayca elde edilebilecek bir makam değildir. İşte bu bakımdan ilim mesleğinin firesi, diğerlerine göre daha fazla olur. Diğer meslekleri şöyle düşünürüm. Kirli bir suya, siyah kurşunî yahut kahverengi bir kumaşı batırırım. Kuruduğunda da onu sarık diye sarabilirim. Çünkü rengi, kir göstermez. Fakat bir beyaz tülbent öyle mi? Onu değil kirli bir suya batırmak, üzerine sinek bile konsa fark edilir ki, ilim mesleği de böyledir.” Sözünün burasında Sultan, vezire sordu: “–Paşa! Kendilerine imkân sağladığımız yüz talebeden kaçı yetişiyor? Aralarından üç-beş tane adam çıkıyor mu?” Mâliye veziri: “–Evet sultânım! Yetişiyor elbette. Ama bu kadarından ne çıkar ki?!” dedi. Sultan mânidar bir şekilde tebessüm etti ve: “–Paşa! Bilir misin ki bunca ahâlîyi tenvîr edip yetiştiren de işte bu üç-beş kişidir.” Vezir başını önüne eğdi ve gerçeği îtirâf ederek:


“–Evet sultânım; bu doğrudur…” dedi. Meseleyi basîret ve firâseti sayesinde kolayca halleden Fâtih’in gönlü, son derece huzur doldu ve vezire: “–Paşa! Madem ki medreselerimizdeki her yüz talebeden üç-beş tane de olsa, ahâlîyi tenvîr edecek ciddî insan yetişebiliyor, o hâlde onların hatırına fire sayabileceğimiz diğerlerini de bakıp gözetmeye râzı olmalıyız!..” dedi. { Yavuz Sultan Selim Han ve ordusu, Adana civarında şiddetli bir yağmura tutulmuşlardı. Her yer çamur deryâsı olmuştu. O sırada Selim Han, devrin meşhur âlimlerinden Kemâl Paşazâde ile yanyana at üstünde sohbet ederek gidiyorlardı. Birden Kemâl Paşazâde’nin atı ürktü ve ürken atın ayağından sıçrayan çamurlar, Yavuz’un üstündeki kaftana geldi. Kemâl Paşazâde çok üzüldü, rengi attı. Yavuz, ona dönerek mütebessim bir çehre ile: “–Ulemânın atının ayağından sıçrayan çamur, bizim için şereftir, mübârektir. Bu çamurlu kaftanı, ben ölünce sandukamın üzerine örtün!” buyurdu. İlim erbâbına gösterilen bu hürmet ve iltifat, Osmanlı Devleti’nde ilmin revaç bulup tekâmül etmesini sağlayan en büyük kuvvet ve destek olmuştur. { Velhâsıl, ilim ve Kur’ân hizmetlerine ehemmiyet vermek ve bu hususta her türlü zorluğa katlanmak îcâb eder. Her yaştaki insana Kur’ân’ı ve Sünnet’i, yâni İslâm’ı öğretmek için gayret sarf etmek gerekir. Zîrâ dünya ve âhiret saâdetimiz buna bağlıdır. İlim ve Kur’ân hizmetlerine katılmak, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu müjdesinden nasîb almaya vesîledir: “İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim, kendisine duâ eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyyet, 14) İlim ve Kur’ân hizmetleri, insanı dünyada da âhirette de azîz eyler. Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırarak vuslata nâil eyler. Sâlih bir kul olup Hakk’ın rızâsına ermek isteyen her mü’min, ilim hizmetine koşmalı ve bu hizmette bulunanlara elinden geldiğince destek olmalıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Mü’min, cennete girinceye kadar işittiği hiçbir ilme doymaz.” (Tirmizî, İlim, 19/2686) 3. İctimâî Hizmetler Cenâb-ı Hak, kullarının toplum içinde yaşamasını irâde buyurmuş ve onları birbirlerine muhtaç bir vaziyette yaratmıştır. Namazları cemaatle kılmayı, fakirlere zekât vermeyi ve imkân bulanların hacca giderek İslâm âlemi ile tanışıp görüşmesini emretmiştir. Bütün


bunlar, insanların Allâh’a kullukta yardımlaşmaları ve birbirlerini teşvik etmeleri içindir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak ictimâî hizmetlere büyük ecirler lutfetmiştir. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına: “–Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?” “–Bugün kim bir yoksulu doyurdu?” “–Bugün bir hasta ziyâretinde bulunan var mı?” diye sorar ve: “Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse o mutlaka cennete girer.” buyururdu. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu suâlleriyle bir mü’minin sırf ferdî muhtevâda kalmayıp ictimâîleşmesinin, yâni bencillikten sıyrılıp diğergâm ve cömert bir gönle sâhip olmasının zarûretini ifâde buyurmuştur. Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- bu nevî ictimâî hizmetlerin kıymet ve fazîletini şöyle haber vermiştir: “Kim oruçlu olur, hasta ziyâret eder ve cenâze teşyîinde bulunursa, (küçük) günahları affedilir. Sonra işledikleri ise bunun hâricindedir.” (Ahmed, III, 440) Bir kudsî hadîste ise ictimâî hizmetlerin kulu Allâh’a yaklaştıracağı şöyle anlatılmaktadır: Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur: “–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyâret etmedin.” Âdemoğlu: “–Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyâret edebilirdim?” der. Allah Teâlâ: “–Falan kulum hastalandı, ziyâretine gitmedin. Onu ziyâret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun? Ey Âdemoğlu, Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın.” buyurur. Âdemoğlu: “–Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?” der. Allah Teâlâ: “–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacaktın. Bunu bilmez misin?


Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, vermedin.” buyurur. Âdemoğlu: “–Ey Rabbim! Sen âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?” der. Allah Teâlâ: “–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun, bunu bilmez misin?” buyurur. (Müslim, Birr, 43) Bu yüzden mü’minler olarak biz de etrafımızdan kendimizi mes’ûl hissederek ictimâî ibâdetleri hiçbir zaman ihmâl etmemeliyiz. İnsanlara iyiliği tavsiye edip kötülükten alıkoymak, onları incitmemek, şahsımıza yapılan fenâlıklara katlanmak, insanlarla hoş geçinmek, cuma namazına gitmek, müslümanlarla birlikte hayır meclislerinde, ilim ve zikir toplantılarında bulunmak, hastaları ziyâret edip cenâze teşyîinde bulunmak, muhtaçlara yardım edip câhillere yol göstermek gibi bütün ictimâî ibâdetler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnetidir. Zîrâ O, bütün bir ömrünü Allâh’ın kullarına hizmet ederek geçirmiştir. Peygamber Efendimiz hayâtında pek çok meşakkatlere katlanmış, eziyet görmüş, sıkıntı çekmiştir. Lâkin dâvâsında muvaffak olup Allah’ın müslümanlara kuvvet ve zaferler lutfettiği zamanlarda bile bir kenara çekilip rahat etmeyi aslâ düşünmemiştir. Mübârek yeğeninin incinip rahatsız olmasından gönlü muzdarip olan Abbâs -radıyallâhu anh, Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüksek bir taht üzerinde oturup insanların eziyetlerinden selâmete ermesini istemişti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise: “–Hayır! Allah beni içlerinden alıp huzûra kavuşturuncaya kadar onların arasında bulunacağım. Varsın ökçelerime bassınlar, elbisemi çekiştirsinler, kaldırdıkları tozlarla beni rahatsız etsinler!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 193; Heysemî, IX, 21) Mü’minleri de şöyle îkâz etti: “Bir müslüman, insanların arasına karışıp onların ezâlarına katlanırsa, onlara karışmayıp ezâlarına katlanmayandan daha hayırlı olur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 55/2507) Müslümanın, din kardeşine tebessüm etmesi, selâm vermesi, yoldaki taşı kaldırması, yabancıya yol göstermesi, yükünü taşıyamayana yardım etmesi, bilmeyene öğretmesi, helâlinden rızık kazanarak âilesini geçindirmesi, mâtemlerin civârında bulunup kalbi kırıkları tesellî etmesi, infakta bulunması, câmiye doğru adım atması ve emsâli bütün hayırlar, mü’min için kıymetli birer ictimâî ibâdet ve hizmettir. Cenâb-ı Hak, büyük bir lutuf eseri olarak kullarına hayır yollarını kolaylaştırmış ve bu hizmetlerin karşılığında büyük mükâfatlar va’detmiştir. Bu sebepledir ki kâmil mü’minler, cennete girinceye kadar hiçbir hayra doymazlar.


İctimâî hizmetlerin en mühimlerinden biri de, evlenmek istediği hâlde çeşitli imkânsızlıklar sebebiyle evlenemeyen mü’minlere yardımcı olmaktır. Böyle bir sadaka-i câriye işleme fırsatı yakalayan bir mü’min, Cenâb-ı Hakk’ın emr-i ilâhîsine tâbî olarak büyük bir kazanç elde etmiş olur. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Aranızdaki bekârları, kölelerinizden ve câriyelerinizden sâlih olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lutfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lutfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de, bu ictimâî ibâdetin kıymetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuşlardır: “En fazîletli şefaatlerden (teşvik edilen amellerden) biri, evlilik husûsunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 49) Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri de, nikâha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şöyle buyurur: “En üstün sadaka-i câriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zîrâ onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesîle olana da bir ecir vardır.” Tabiî bütün hizmetler gibi bunun da tam bir ihlâsla, yâni sâdece Allah rızâsı için yapılması zarûrîdir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu kıvâma eren mü’minleri şöyle müjdeler: “Kim Allah Teâlâ için verir, Allah Teâlâ için meneder, Allah Teâlâ için sever, Allah Teâlâ için buğzeder ve Allah Teâlâ için bekârları evlendirirse, (yâni her işini Allah rızâsı için yaparsa), îmânını kemâle erdirmiş olur.” (Ahmed, III, 438) Görüldüğü gibi ictimâî hizmetleri ihlâsla îfâ edenler, büyük ecirlere nâil olmaktadırlar. Tasavvufî eğitimde de ictimâîleşmek esastır. Bilhassa Nakşîlikte, mânevî terbiye vâsıtası olarak, yine ictimâî bir metod olan “sohbet” esas alınmıştır. Buna ilâveten, tek başına tenhâ bir yerde halvete çekilmek yerine, toplum içinde bulunup kalben Hak Teâlâ ile halvet hâlini sürdürebilmek daha makbûl görülmüştür. Bunu ifâde etmek için; “halvet der encümen” yâni halk içindeyken bile Hak Teâlâ ile beraberlik şuurunu muhâfaza edebilmek, en mühim esas olarak konulmuştur. Diğer bir ifâde ile; “El kârda, gönül Yâr’da” düstûruyla yaşayabilmek hedeflenmiştir. Ecdâdımız, ictimâî hizmetlerin ehemmiyetini çok iyi idrâk etmiştir. Bu sebeple de şahsî ihtiyaçlarını karşılamak için gösterdikleri gayret ve himmetten daha fazlasını, halkın istifâde edeceği eserleri inşâ etmek için göstermişlerdir. Bunu, azılı İslâm düşmanları dahî îtirâf etmek zorunda kalmışlardır. Nitekim on altıncı asır sonunda memleketimize gelen ve son derece mutaassıp bir Protestan papaz olan Salomon Schweigger, pâdişahından halkına kadar bütün müslümanların, kendi evlerini gâyet mütevâzı yaparken câmileri ve kamu eserlerini çok muhteşem ve mutantan yaptıklarını görünce, hayretini gizleyemeyerek bu durumu


Seyahatnâme’sine kaydetmiştir. Papazın bu kayıtları, aynı zamanda müslümanların dînlerine bağlılığını gösteren bir vesîkadır.[51] Kâmil bir îmânın ilk meyvesi, Yaratan’dan ötürü yaratılanlara gösterilen şefkat ve merhamettir. Şefkat ve merhametin en güzel tezâhürü de mahlûkâta hizmettir. Bu sebeple ictimâî hizmetler, Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhamet esâsı üzerine binâ edilmelidir. Bu esaslara binâen halka yapılan bütün hizmetler, umûmî mânâsıyla Hakk’a ibâdet mâhiyetindedir. a. Yaratılana Şefkat (Şefkat li-Halkillâh) Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de sık sık, af ve merhamete dâir sıfatlarını bildirmiş, hattâ “merhamet edenlerin en merhametlisi”[52]olduğunu ve merhametinin her şeyi ihâta ettiğini[53]haber vermiştir. Mahlûkattaki bütün merhamet tezâhürleri de esâsen Cenâb-ı Hakk’ın bu nihâyetsiz rahmetinin bir tecellîsidir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellemşöyle buyurur: “Cenâb-ı Hak rahmetini yüz parçaya ayırdı; bunun doksan dokuzunu kendi katında tuttu, bir cüz’ünü de yeryüzüne indirdi. İşte bu bir cüz rahmet sebebiyle bütün yaratılmışlar birbirlerine merhamet ederler. Hattâ ana atın, (süt emzirirken) yavrusuna zarar vermemek için ayağını yukarı kaldırması bile, bu yüzde birlik rahmetin eseridir.” (Buhârî, Edeb, 19; Müslim, Tevbe, 17) Kendisi nihâyetsiz derecede merhametli olan yüce Rabbimiz, kullarının da birbirlerine karşı şefkat ve merhamet hisleriyle dolu olmalarını murâd etmektedir. Bu sebeple Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en mühim vasıflarından biri de engin merhametidir. Allah Teâlâ, O’nu âlemlere rahmet olarak göndermiştir.[54]Bu yüzden Hak Teâlâ, kendi isimlerinden Raûf (çok şefkatli) ve Rahîm (çok merhametli) sıfatlarını Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e de lutfetmiştir.[55]Hâlbuki önceki peygamberlerden hiçbirine bu sıfatların ikisini birden bahşetmemiştir.[56] Yaratılan her şeye şefkat, merhamet ve tebessümle yaklaşabilmek, îmanda ulaşılan seviyenin bir göstergesidir. Kâmil bir mü’min, karanlık bir gecenin mehtâbı gibi nurlu, diğergâm, hassas, rakîk, merhametli, şefkatli ve cömert insandır. Merhametten uzak gönüller ise, âdeta canlı cenâzeler durumundadırlar. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924) “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65) “Merhamet, ancak şakî olanın kalbinden alınır.” (Tirmizî, Birr, 16/1923; Ebû Dâvûd, Edeb, 58/4942)


“Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta şefkatle bakabilme” ahlâk-ı hamîdesi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu cihânşümûl hadîs-i şerîfinde ne güzel ifâde edilmektedir: Birgün Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Nefsim kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “–Yâ Rasûlallah! Hepimiz merhametliyiz.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sözlerini şöyle îzah etti: “–Benim kastettiğim merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkâta şâmil olan merhamettir, evet, bütün mahlûkâta şâmil merhamet!..”[57]

Mü’minleri îman vecdi içerisinde yaşatacak, nefislerinin hodgâmlığından ve bencilliğinden kurtarıp ruhlarını derinleştirecek en mühim hasletlerden biri, merhamettir. Merhametin meyveleri de, cömertlik, tevâzu, hizmet, affetmek ve hasetten kurtulmaktır. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne güzel buyurur: “Mü’minlerin, birbirlerine acımakta, birbirlerini sevmekte ve birbirlerine şefkat göstermekte bir vücut gibi olduklarını görürsün. Bu vücûdun herhangi bir uzvu muzdarip olduğu takdirde, diğer kısımlarının da uykuları kaçar, ateşler içinde onun ıztırâbını duyarlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66) Merhamet, dünyada vicdan huzuru ve cennet müjdesi, âhirette ise ebedî saâdet sermâyesidir. Nitekim bir zât, Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh-’a gelerek: “–Bana nasihatte bulun!” demiş, Muâz -radıyallâhu anh- da: “–Merhametli ol ki, ben de senin cennete girmene kefil olayım.” buyurmuştur.

p>Fazîlet Tabloları Bir bedevî, âlemlere rahmet olan Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in bâzı çocukları öptüğünü görünce hayret etmiş ve: “–Demek Siz çocukları öpüyorsunuz ha! Hâlbuki biz onları hiç öpmeyiz.” demişti. Bu şahsa acıyarak bakan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“–Allah Teâlâ, senin kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim ki!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65) { Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Zeyneb’in can çekişmekte olan çocuğunu gördüğünde ağlamıştı. Bunu gören sahâbîlerin bir kısmı hayretlerini gizleyememiş ve: “–Siz de mi ağlıyorsunuz yâ Rasûlallah?!” demişlerdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Bu bir merhamet tezâhürüdür. Allah Teâlâ onu kullarının kalplerine koymuştur. Cenâb-ı Hak, ancak merhametli kullarına rahmet eder.” (Buhârî, Cenâiz, 33; Müslim, Cenâiz, 11) { Ebû Üseyd -radıyallâhu anh-, Bahreyn’den aldığı birtakım esirlerle Peygamber Efendimiz’in huzûruna gelmişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kadın esirin ağladığını gördü ve ona: “–Niçin ağlıyorsun?” diye sordu. Kadın: “–Şu adam oğlumu sattı.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Üseyd’e: “–Bu kadının oğlunu sattın mı?” diye sordu. “–Evet.” cevâbını alınca: “–Kime?” buyurdu. Sahâbî: “–Absoğulları’na.” dedi. Bu cevap üzerine Allah Rasûlü, sahâbîye: “–Hayvanına bin, git, kadının oğlunu al ve getir.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, IV, 176/10044) { Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Bir defâsında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e esirler getirilmişti. Bir de baktık ki esirlerden bir kadın büyük bir endişeyle, kaybettiği çocuğunu arıyor, esirler arasında bir çocuk bulduğu vakit, onu alıyor göğsüne bastırıyor ve emziriyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize: “–Bu kadının çocuğunu ateşe atacağına ihtimal verir misiniz?” diye sordu. “–Hayır, vallâhi aslâ atamaz!” dedik. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz:


“–İşte Allah Teâlâ kullarına, bu kadının yavrusuna olan şefkatinden daha şefkatli ve merhametlidir.” buyurdu. (Müslim, Tevbe, 22) { Müslümanlar, düşmanları bile olsa Allâh’ın kullarına şefkat ve merhametle muâmele ederler. Mus’ab bin Umeyr’in kardeşi Ebû Azîz, Bedir’de müşriklerin bayraktarlığını yapmıştı. Savaşın sonunda esir düştü. Ebû Azîz, esâreti müddetince müslümanlardan gördüğü şefkat ve merhameti şöyle nakleder: “Bedir Savaşı’nda ben de esir düşmüş, Ensâr’dan bir topluluğa teslîm edilmiştim. Bedir’den dönerken, sabah ve akşam yemekleri geldiğinde ekmeklerini bana tahsis ederler, kendileri kuru hurma ile öğünlerini geçiştirirlerdi. Çünkü Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bize güzel muâmelede bulunmalarını tavsiye etmişti. Onlardan birinin eline bir ekmek parçası geçse hemen onu bana getirirdi. Ben hayâ eder o ekmek parçasını onlardan birine iâde ederdim, ancak o ekmeği tekrar bana verir, kesinlikle el sürmezdi.” (İbn-i Hişâm, II, 288; Heysemî, VI, 86) { Ebû Vâkıd -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye geldiği zaman, Medîneliler, diri develerin hörgücünü kesiyor, diri koyunların da butlarından koparıp yiyorlardı. Bu durum üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Hayvan diri iken ondan kesilen bir şey meyte (lâşe) hükmündedir, yenilmez.» buyurdu.” (Tirmizî, Sayd, 12/1480) Âlemlere rahmet olarak gönderilen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in dünyayı şereflendirmesiyle hayvanlar bile zulümden kurtulup şefkat ve merhametle tanıştılar. { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, koyunu kulağından çekerek boğazlamaya götüren birine rastlamıştı. Hemen müdâhale ederek: “–Hayvanın kulağını bırak da boynunun kenarından tut!” buyurdu. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bıçakların iyice bilenerek hayvanlardan saklanmasını, onlara gösterilmemesini emretmiş ve: “Biriniz hayvanı boğazlayınca bunu hızlı ve tam yapsın!” buyurmuştur. (İbn-i Mâce, Zebâih, 3) {


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda giderken bir grup insana rastladı. Binek hayvanlarının üzerinde oldukları hâlde durmuş (muhabbet ediyorlardı.) Onlara şöyle buyurdu: “Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve (kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde istirahat ettirin. Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız için kürsü edinmeyin (sırtlarında durarak sohbet etmeyin). Nice binilen hayvan vardır ki, sırtına binenden daha hayırlıdır ve Allah Tebâreke ve Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.” (Ahmed, III, 439) İnsanların vahşette sırtlanları geçtiği bir devirde, hayvanların dahî birtakım haklara sâhip olduğunun îlân edilmesi, İslâm’ın nasıl bir hak, adâlet, şefkat ve merhamet dîni olduğunu sergilemesi bakımından kâfî bir misaldir. Ayrıca nice hayvanların, onlara binen gâfil insanlardan daha hayırlı olduğunun ve Allâh’ı daha çok zikrettiğinin beyân edilmesi, biz mü’minlere, mahlûkâta bakış husûsunda ne muhteşem bir düşünce ufku telkin etmektedir. Bütün mahlûkat, kendi idrak mertebeleri dâhilinde yüce Rabbimizi zikir hâlindedir. Fakat bizlere verilmiş olan sınırlı idrâk ile, onların zikrini anlayamıyoruz. Nitekim bu hakîkat, âyet-i kerîmede şöyle îzah buyrulmaktadır: “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbîh eder. O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbîhini anlayamazsınız. O, halîmdir, mağfiret edicidir.” (el-İsrâ, 44) { Kıtlık zamanında Yûsuf -aleyhisselâm-’a: “–Sen, hazinelerin sorumlusu ve tasarrufçusu olduğun hâlde niçin kendini aç bırakıyor, doyasıya yemiyorsun?” diye sorulmuştu. Şu cevâbı verdi: “–Ben doyarsam, aç olanları unutup hâllerini anlayamamaktan korkarım!”[58] { Ümmü Kays bint-i Mihsan -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: “Oğlum ölmüştü. Bu sebeple çok üzüldüm. Onu yıkayan kimseye: «–Oğlumu soğuk su ile yıkama, onu öldüreceksin!» dedim. Bunun üzerine (kardeşim) Ukkâşe hemen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gidip benim söylediklerimi haber verdi. Allah Rasûlü tebessüm etti ve: «–Böyle mi söylüyor! Allah onun ömrünü uzun eylesin!» buyurdu.” Hadîsin râvîsi der ki: “Biz, onun kadar uzun yaşayan bir başka kadın bilmiyoruz.” (Nesâî, Cenâiz, 29)


İnsan mükerrem yaratılmıştır. Dolayısıyla dirisine olduğu gibi ölüsüne de hürmet göstermek îcâb eder. Bu sebeple cenâzenin çok soğuk veya kaynar su ile yıkanması, hırpalanması vs. nehyedilmiştir. Bu hadîs-i şerîften çıkarılabilecek farklı bir nükte daha vardır ki, o da Ümmü Kays -radıyallâhu anhâ-’nın, oğluna şefkati sebebiyle gassâle müdâhale etmesi ve bunu haber alan Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ona bu şefkatinden dolayı, uzun ömürlü olması için duâ etmesidir. Dolayısıyla bu rivâyetten, şefkat ve merhamet sâhibi kişilerin ömürlerinin uzayacağı da anlaşılabilir. { Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- bir seyahat esnâsında, bir hurma bahçesine uğradı. Bahçenin hizmetçisi siyahî bir köle idi. Köleye üç adet ekmek getirmişlerdi. Bu sırada bir köpek geldi. Köle, ekmeklerden birini ona attı. Köpek, ekmeği yedi. Öbürünü attı. Onu da yedi. Üçüncüyü de attı. Onu da yedi. Bunun üzerine Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh- ile köle arasında şöyle bir konuşma geçti: “–Senin ücretin nedir?” “–İşte gördüğünüz üç ekmek.” “–Niçin hepsini köpeğe verdin?” “–Buralarda hiç köpek yoktu. Bu köpek uzaklardan gelmiş olmalı. Aç kalmasına gönlüm râzı olmadı.” “–Peki bugün sen ne yiyeceksin?” “–Sabredeceğim, günlük hakkımı Rabbimin bu aç mahlûkuna devrettim.” Bu güzel ahlâk karşısında hayran kalan Abdullah -radıyallâhu anh-: “–Sübhânallah! Bir de benim çok cömert olduğumu söylerler. Hâlbuki bu köle benden daha cömertmiş!” buyurdu. Ardından da o köleyi ve hurma bahçesini satın aldı ve köleyi âzâd edip, hurmalığı ona bağışladı.[59] { Nakledildiğine göre, Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin bir talebesi vardı. Birgün onu, kendi şahsiyetini lekeleyecek bir durumda yakalamışlardı. Bundan son derece mah*cub olan talebe, oradan ayrıldı ve bir daha dergâha gelmedi. Aradan bir müddet geçtikten sonra, gönül hânesi harâb olmuş bu talebe, sohbet arkadaşlarıyla çarşıdan geçmekte olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin gözüne ilişiverdi. Talebe, hocasını fark edip, utancı sebebiyle oradan hızla uzaklaştı. Durumu sezen Cüneyd -kuddise sirruh-, yanındakilere dönerek:


“–Siz gidin, benim yuvamdan bir kuşum kaçmış!” deyip, talebesinin ardına düştü. Bir ara geri dönüp bakan talebe, hocasının kendisini tâkip etmekte olduğunu görünce, daha da heyecanlandı ve adımlarını sıklaştırdı. Gide gide bir çıkmaz sokağa girdi. Mahcûbiyetin verdiği telâşla, gayr-i ihtiyârî, başını duvara çarptı. Hocasını karşısında gördüğünde ise renkten renge girdi ve başını önüne eğdi. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri: “–Evlâdım! Nereye gidiyorsun, kimden kaçıyorsun! Bir hocanın talebesine yardım ve himmeti asıl böyle zor günlerinde olur.” dedi ve onu şefkatle bağrına basıp dergâha götürdü. Hocasının ayaklarına kapanan talebe, yaptığı mâsiyetlere pişman olup tevbe etti… İslâm, suçluyu toplumdan tecrid etmek yerine, ona merhametle yaklaşarak mânevî yaralarına merhem olmayı tavsiye eder. Çünkü merhamete en fazla muhtaç olanlar, günah bataklığına saplanarak mânevî âlemlerini harâb etmiş olan günahkârlardır. Bu hâlin yakın târihten bir misâli de şöyledir: Merhum Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri’nin bir talebesi, geçirdiği bir buhran sebebiyle mânen zaafa uğrar ve sarhoş bir vaziyette kapısına gelir. Kapıyı açan kişi: “–Bu ne hâl! Hangi kapıya geldiğinin farkında mısın?” diye azarlayınca, bitkin ve bîçâre adamcağız: “–Beni merhametle kucaklayacak başka kapı var mı ki!..” diyerek çâresizliğini dile getirir. Olup bitenleri içeriden işiten Sâmi Efendi, hemen kapıya gelir ve o gönlü zedelenmiş talebesini içeriye buyur ederek, can sarayına alır. Onun vîrâne olmuş gönlünü, merhamet, şefkat ve muhabbetle ihyâ eder. Bu rakîk gönül üslûbu ile irşâda mazhar olan o şahıs da, bütün menfî hâllerinden kurtularak zamanla sâlihler zümresine dâhil olur. { Esmâ bint-i Ebî Bekir -radıyallâhu anhümâ- der ki: “Câhiliye devrinde Zeyd bin Amr’ın ayakta dikilip sırtını Kâbe’ye dayayarak şöyle dediğini işittim: «–Ey Kureyş cemaati! Vallâhi ben hâriç hiçbiriniz İbrâhim -aleyhisselâm-’ın dîni üzere değilsiniz!» Zeyd, diri diri toprağa gömülecek kızları kurtarıp hayatlarını bağışlardı. Kızını öldürmek isteyen adama: «–Onu öldürme! Onun külfetini ben üzerime alıyorum.» der ve kızı alırdı. Kız büyüyüp serpilince babasına: «–Dilersen onu sana teslîm edeyim, dilersen ihtiyaçlarını görmeye devâm edeyim.» derdi.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 24)


Zeyd’deki bu merhamet duygusu, onu şirk ve küfürden muhâfaza etmiş, “hanîf” olarak âhirete intikâl etmesini sağlamıştır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında: “O, kıyâmet gününde, benimle Îsâ -aleyhisselâm- arasında ayrı bir ümmet olarak diriltilecektir.” buyurmuştur. (Heysemî, IX, 416) {

Mevlânâ Hazretleri, Mecâlis-i Seb’a isimli eserinde şu hikâyeye yer verir: Veresiye et satan kasabın biri, hesap tutmak için bir genci işe almıştı. Ona: “–Falana şu kadar, filâna bu kadar et verilmiştir.” diye yazdırırdı. Günün birinde bir kuş gelerek bir parça et kaptı. Kasap, hemen kâtibe; “–Kuşa da yüz dirhem et, diye unutmadan yaz!” dedi. Aynı kuş, başka birgün yine âdeti vechile gelmişti. Kasap, tuzak kurduğu için onu yakaladı, derhal başını keserek diğerlerine ibret olsun diye yüksekçe bir yere astı. Bu sefer kâtip, kasaba: “–Senin alacağını evvelce kuşun hesâbına yazmıştım, şimdi kuşun hakkını senin hesâbına kaç kuruş olarak yazayım?” dedi. Kasap bir feryat kopardı ve: “–Etin hesâbı kolaydır, fakat başın hesâbını isterlerse ne yaparım?” diye ağlamaya başladı. { II. Abdülhamid Han zamanında birgün yüksek seviyede bir memurun, Çırağan Sarayı önünden geçerken gûyâ: “–Âh Sultan Murâd Efendimiz!.. Sen başımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!.” şeklinde bir söz söylediğine dâir bir jurnal alınmış ve bundan dolayı da o memurun Fizan’a sürgün edilmesi husûsunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Bu duruma îtirâz eden Sadrâzam Said Paşa’nın: “–Efendimiz! Bu ne hâldir, anlayamıyorum?! Bu memurun takrîben altı ay önce irtikâb ettiği hırsızlık ve rüşvet suçu sâbit olduğu hâlde kendisini affetmiştiniz. Şimdi ise, çok hafif ve sıradan bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!” demesi üzerine, II. Abdülhamid Han, Sadrâzam’a şu cevâbı vermiştir: “–Hayır Paşa! Ben onu bu jurnalden dolayı sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep, bahsettiğin o hırsızlık ve rüşvet suçudur. Ayrıca bu jurnali de kasden kendim verdirttim. Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çolukçocuğunu ve akrabâlarını da cezâlandırmış olurdum. Onlar da, eş ve dostlarına karşı mahcub olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ benim sultanlığıma karşı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler… Böyle olmasını tercih ettim!..”


İnsanların kendi aleyhinde düşünmelerine râzı olarak bir âilenin izzet ve şerefini düşünebilmek, ne büyük bir insanlık, fazîlet ve merhamet numûnesidir. { Rivâyet olunur ki, merhamet yoksulu bir kişi, ineğin buzağısını onun gözü önünde kesmişti. Bunun üzerine o şahsın eli kurudu, tutmaz oldu. Birgün bu şahsın önüne yuvasından bir kuş yavrusu düştü. Anası gelip perişan hâlde çırpındıysa da yavrusunu yuvaya çıkaramadı. O şahıs, bu yavruya merhamet edip yuvasına koydu. Allah Teâlâ’nın lutfuyla, o şahsın eli iyileşip eski hâline döndü. { Çanakkale muhârebelerinde, îmanlı askerlerimizin engin şefkat ve merhamet hissi, sadece din kardeşlerini değil, kendilerini öldürmeye gelmiş olan düşman askerlerini dahî şümûlüne almaktaydı. 1930 yılında kendilerine âit bir anıt mezarın açılışına gelen Fransız Generali Guro, şehid Türk askerlerinin kabirlerini de ziyâret etmek isteyerek, etrafındaki çoğu Fransız olan topluluğa şu ibretli hâdiseyi anlatmıştır: “–Efendiler! Müslüman Türk askeri, ender bulunan bir askerdir. Bu hususta size zihnimde hâlâ taptaze duran bir hâtıra nakletmek istiyorum: Bir sabah, günün ilk ışıkları ile birlikte Türkler’le süngü harbine başlamıştık. Onlar, çok ama çok mâhir dövüşüyorlardı. Kendileriyle başa çıkmak mümkün değildi. Akşam geç vakte kadar süren bir çarpışmadan sonra yaralılarımızı toplamak üzere karşılıklı bir anlaşma yaptık. Her iki taraf da yaralılarını almaya başladıklarında, ben de harp sahasına çıktım. O hengâmede gördüğüm bir manzara, değme ressamların fırçalarından bile çıkamayacak bir tablo oluşturmaktaydı. Her şeyi bir kenara bırakıp büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla seyre koyuldum: Bir Türk askeri, kendi yaralarına yerden avuçla aldığı toprakları bastırıyor, kucağında taşıdığı yaralı için ise, gömleğini yırtıp onun yarasını sarmaya çalışıyordu. Efendiler! Kendi yarasına toprak bastırdığı hâlde kucağındaki yaralı için gömleğinden parçalar koparan bu fedâkâr, kahraman ve asil askerin kucağındaki yaralı kimdi biliyor musunuz?..” Sözlerinin burasında hıçkırmaya başlayan General, gözyaşlarını mendiliyle silmeye çalışarak derin bir iç çekti ve boğuklaşan sesiyle: “–Efendiler! O Türk yiğidinin kucağındaki yaralı, bir Fransız askeriydi, bir Fransız askeri!..” dedi. Ardından yere çöktü; elini yüzüne kapatıp ağladı, ağladı, ağladı…


Askerin bu muhteşem hâli, bir mü’minin rûhundaki ufku göstermeye kâfîdir: Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz’in ahlâkı ile ahlâklanmak… { Ecdâdımızın ne muazzam bir fedâkârlık ve merhamet ufkuna sâhip olduğunu göstermesi bakımından Corneille Le Bruyn isimli bir batılının şu müşâhedesi de ne kadar mânidardır: “Türklerin iyiliği sâdece insanlara münhasır kalmayıp kuşlara bile şâmildir. İçlerinden bâzıları, pazar kurulan yerlere muntazaman devâm ederek kafeslerde satılan kuşları satın alıp hemen âzâd ederler. Bunu yapmalarının sebebi, mahşer gününde o kuşların huzûr-i ilâ*hîye gelip insanlardan görmüş oldukları iyiliğe şehâdet edeceğine inanmalarıdır.” { Osmanlı topraklarında geçirdiği zaman zarfında gördüğü sayısız fazîlet numûnelerini aklıhavsalası almayan Fransız Comte de Bonneval, bir müşâhedesini şöyle dile getirmiştir: “Osmanlı ülkesinde verimsiz ağaçların sıcaktan kurumasına meydan vermemek üzere her gün sulanmaları için işçilere para vakfedecek kadar aşırılığa giden Türkler bile görmek mümkündür.” İslâm’ın insana kazandırdığı gönül ufkunu tanımayanları hayretlere düşüren bu tablo, bütün mahlûkâtı Rabbinin bir emâneti telâkkî edip şefkat, merhamet ve muhabbete lâyık gören mü’minler için gâyet tabiî bir durumdur. { Meşhur seyyah Du Loir, Paris’te neşredilen seyahatnâmesinde şöyle der: “Türk örf ve adetlerinin husûsiyetlerine dâir son müşâhedelerimi de şöylece hülâsa edeyim: Onların hayır ve hasenâtı yalnız insanlara değil, hayvanlara bile şâmildir. Bütün Osmanlı ülkesinde “imâret” denilen misâfirhâneler vardır. Buralarda vakfedenin koyduğu şart gereğince, hangi dîne mensub olursa olsun, bütün fakirlere ihtiyaçları nispetinde yardım edilir. Bütün yolcular, imârethânelerde üç gün kalabilir ve kaldıkları müddetçe her öğünde birer tabak pilavla ağırlanırlar. Şehirlerde yol kenarlarında bu imâretlerden başka her türlü şahsa kapıları dâimâ açık duran ve “kervansaray” denilen umûmî binalar da vardır. Bâzı Türkler de hayrât olarak yol boylarında yolcuları susuzluktan kurtarmak için çeşmeler yaptırırlar. Bâzıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller inşâ ettirirler. Buralarda tıpkı resmî dâirelerde olduğu gibi aylıklı memurlar vardır ve vazifeleri, isteyenlere su vermektir.


Zenginler, hapishâneleri ziyâret edip borcunu ödeyemediği için hapsedilmiş olanları kurtarırlar. Hâllerini anlatmaktan utanan fakirlerin ihtiyaçlarını, misli görülmemiş bir hassâsiyet ve gizlilik içerisinde araştırıp onlara yardım ederler.” { Allâh’ın mahlûkâtına şefkat ve merhametin en muazzam tezâhürlerinden biri de vakıflardır. İslâm târihindeki vakıflar, Allah Teâlâ’nın kullarında görmek istediği şefkat ve merhamet hislerinin müesseseleşerek ebediyet kazandığı ictimâî ibâdet ve hizmet mahalleridir. Sâdece Osmanlı’da kurulan vakıfların bâzılarından bahsetmek, meselenin ehemmiyetini ortaya koymaya kâfîdir: Osmanlı Devleti’nde kurulan vakıfların gerçek adedini tespit edebilmek çok zordur. Ancak bunların 26.300 kadarı tespit edilebilmiştir ki, sâdece bu sayı bile ecdâdımızdaki merhamet ufkunu göstermesi bakımından hayli ibretlidir.[60] Osmanlı Devleti’nin zirvede bulunduğu bir zamanda sadrâzamlık yapan ve Sırp kökenli olmasına rağmen, samîmî bir mü’min ve başarılı bir devlet adamı olan Sokullu Mehmed Paşa’nın vakıf tesis etmekteki hassâsiyeti, buna misâl gösterilebilir. Gerçekten de o büyük insan, câmi, medrese, çeşme gibi pek çok hayır eserleri vücûda getirmiş ve bunları vakıf sûretinde ebedîleştirmiştir.[61] { Nakîbü’l-Eşrâf[62]Es’ad Efendi’nin vakfiyesinden alınmış olan şu satırlar da, bir mü’minin rûhî derinliğini göstermesi bakımından oldukça mânidardır: “…Herkesin gözü önünde olmayan, izbelerde yaşayan, son derece yaşlı ve fakir kimselere veya bir hastalık sebebiyle iş yapmaya kudreti olmayan âcizlere, odun, kömür ve diğer ihtiyaç maddeleri tedârik edile! Kimsesiz ve yoksul kız çocuklarından evlenme çağına gelenlerin de çeyizleri alına!..” { Osmanlı dönemindeki vakıfların 1.400 kadarının hanımlar tarafından kurulmuş olması da dikkat çekicidir. Bunlardan Nûr Bânû Vâlide Sultan, İstanbul’un Anadolu ve Rumeli yakasında birçok eser yaptırmıştır. Üsküdar Toptaşı’ndaki Atik Vâlide Câmii; imâreti, medresesi, dâru’ş-şifâsı ve çifte hamamı ile muhteşem bir eserdir. Devletin zirvesinde yer alan bu hanımlar, dünyanın debdebesine kapılmadan büyük bir tevâzu ve merhamet örneği sergileyerek servetlerini, ayrım yapmadan bütün insanların hayrına sarf etmişlerdir. {


Böyle hanımların biri de Mâhpeyker Kösem Vâlide Sultan’dır. O da Yeni Câmi’nin temelini atmış, Üsküdar Çinili Câmii ve yanına da mektep, çeşme, dâru’l-hadîs, çifte hamam ve sebil yaptırmıştır. Ayrıca Anadolu Kavağı’ndaki câmiyi inşâ ettirmiştir. Onun, yetim ve fakir kızları evlendirmek için kurmuş olduğu vakıf da meşhurdur. Bunlardan başka daha birçok hayrâtı vardır. Dikkate şâyandır ki, vâlide sultanlar arasında celâlli tabiatiyle tanınmış olduğu hâlde Kösem Sultan bile, vakıf tesis etmekteki gayretiyle, zayıf ve mahtaçlara şefkat ve merhamet husûsunda zirve bir şahsiyet olmuştur. { Kösem Sultan’ın temelini attığı hâlde, bitirmeye ömrü vefâ etmediğinden yarım kalmış olan Yeni Câmi’yi tamamlatarak ibâdete açmak şerefi, Hatîce Turhan Sultan’a nasîb olmuştur. Bunun yanında mektep, medrese, imâret, kütüphâne ve çeşme hayrâtları da vardır. Ayrıca Yeni Câmi vakfiyesinde dikkati çeken bir husus da, kandil ve Ramazan gecelerinde bâzı çeşmelerden bal şerbeti akıtılması ve namazdan çıkan cemaate ikrâm edilmesidir. Balın kalitesi dahî vakfiyeye tescîl edilmiştir. O zamanın en vasıflı balı, bugün adı “Pazar” olarak değiştirilmiş olan Rize’nin kazası Atina’dan getirilirdi. Vakfiyede ne kadar pahalı olursa olsun dâimâ bu balın kullanılması, başka balın kullanılmaması şart koşulmuştu ki, bu da hayırdaki keyfiyet ve hassâsiyetin derecesini gösteren tipik bir misâldir. Bu Hanım Sultan, vakıflarının devâmını sağlamak için çok zengin gelir kaynakları bırakmış ve bu vakıfların idâresi için de maaşlı 116 memur vazifelendirmiştir. { Pertevniyâl Vâlide Sultan da, İstanbul Aksaray’daki “Vâlide Câmii” ile “Yâ Vedûd Mescidi”ni inşâ ettirmiş, ayrıca kütüphâne, çeşme ve mektep yaptırarak hepsini vakfetmiştir. { Kânûnî’nin kızı Mihrimah Sultan, Edirnekapı’da ve Üsküdar’da birer “selâtîn câmi” ile büyük vakıf eserleri inşâ ettirmiş olmasına rağmen, son derecede mütevâzı ve mahviyet sâhibi bir kimse idi. Bunu, şu misâl çok güzel bir sûrette ifâde etmektedir: Mekke ve Arafat’ın suyu, vaktiyle Hârun Reşid’in hanımı Zübeyde Hanım tarafından, Arafat ve Tâif arasında çıkan ve “Ayn-ı Zübeyde” diye meşhur olan kaynaktan getirtilmişti. Zübeyde Hanım, bu suyu Arafat’a ulaştırabilmek için Huneyn Vâdisi’ndeki bütün hurma bahçelerini satın alarak maksadı istikâmetinde kullanmıştır. Bu hayır işinde 1.700.000 miskal altın sarf ettiği kaydedilmektedir.[63] Fakat Kânûnî devrinde bu su yollarının zamanla bozulduğu ve çeşmelerin kâfî miktarda akmadığı söyleniyordu. Bunu öğrenen Mihrimah Sultan, babası Kânûnî’nin huzûruna çıkarak bu kadîm su bendinin Başmîmar Sinan tarafından tamir edilmesini ve bu hizmetin de gizli kalmasına âzamî gayret gösterilmesini ricâ etmiş ve bu maksatla sâhip olduğu bütün zînet ve


mücevherâtı tahsis etmiştir. (50.000 altın ödediği de kaydedilmektedir.) Mimar Sinan, Süleymâniye Câmii’nin temelleri atıldıktan sonra bir müddet ortadan kaybolmuştur ki, bunun sebebi pek bilinmez ve güyâ câminin temellerinin oturması için kasten ortalıktan kaybolduğu söylenir. Hâlbuki bunun sebebi, “Ayn-ı Zübeyde”nin su kanallarının tâmiri ve bu hayrın sâhibi olan Mihrimah Sultan’ın hizmet ve himmetinin gizli kalmasını istemiş olmasıdır. { Vâlide sultanlar içinde hayrât bakımından en meşhurlardan biri de, Bezmiâlem Vâlide Sultan’dır ki, asırlarca hizmet veren ve târihe mâl olan pek çok hayır eserleri bırakmıştır. Yaptırdığı câmilerin en büyüğü, Dolmabahçe Sarayı yanındaki Vâlide Câmii’dir. Meşhur Galata Köprüsü de onun vakfıdır. Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın Şam’a kurduğu bir vakıf da çok mühimdir. Vakıf şartı ise: - Şam’ın tatlı suyunu hacılara ulaştırmak, - Hizmetkârların kırdığı veya zarar verdiği eşyâları, onların haysiyet ve şahsiyetleri rencide olmasın diye tazmin etmektir. Hayır eli çok uzaklara kadar uzanan Bezmiâlem Vâlide Sultan’ın hizmetlerinin en büyüklerinden biri de şahsî servetinden büyük bir meblâğ vakfederek yaptırdığı Gurabâ-i Müslimîn Hastahânesi’dir. Bu büyük eser, câmi ve çeşmesiyle 1843 yılında hizmete açılmış olup, o günden beri ümmet-i Muhammed’in fakirlerine şifâ dağıtmaktadır. Bu vâlide sultanlar, hayrât ve hasenâtta bilhassa su teminine çok ehemmiyet vermişler, Mekke ve Arafat gibi İstanbul’u da vakıf suyu ve çeşmeleriyle donatmışlardır. Bunun için hâlâ ayakta duran bentleri tesis etmişler ve su yollarını tâmir ederek İstanbul’u dâimâ ihtiyacı karşılayacak derecede bol suya kavuşturmuşlardır. Çünkü Cenâb-ı Hak, her şeyi sudan yarattığını bildirmiş[64]ve hayâtı su üzerine binâ etmiştir. Bu durumda mahlûkâta merhametin en mühim tezâhürlerinden biri de su hizmetleri olmaktadır. Kişinin durumuna göre bir bardak su ikrâm etmesi bile buna dâhildir. Böyle vakıf hizmetleriyle meşhur olanlardan biri de, yakın târihimizin siyâset ve takvâ hayâtında müstesnâ bir yeri olan II. Abdülhamid Han Hazretleri’dir. Onun İstanbul’a getirdiği ve kırk çeşmeye taksim edilmek sûretiyle dâimî bir sûrette akıttığı “Hamidiye Suyu”, bugün inşaatlar ve kazılar sebebiyle pek çoğu zâyi olmuşsa da, hâlen varlığını devâm ettirmektedir. { Hâsılı kâmil bir mü’min olabilmek için merhamet, şefkat ve muhabbet gibi ulvî hasletlerimizi kuvvetlendirmeli ve onları bir ibâdet vecdi içerisinde mahlûkâta hizmet şeklinde tezâhür ettirmeliyiz. Şefkat, merhamet ve muhabbet hislerine sâhip olmadan yapılan gönülsüz hizmetlerden hayırlı bir netice alabilmek mümkün değildir. İctimâî hizmetlerin temel harcı, bu ulvî hislerdir.


Yeryüzündekilere merhamet edelim ki, semâdakiler de bize merhamet etsinler. Yarattığı varlıklara merhamet edelim ki, Cenâb-ı Hak da biz âciz kullarına merhamet buyursun. O’nun rahmet ve b. İnfak Müslüman şahsiyetinin tekâmülünü ve ictimâî hizmetlerin devâmını sağlayan en mühim hususlardan biri de, Allah yolunda, O’nun rızâsını tahsil gâyesiyle, mal, can ve imkânlardan infakta bulunmaktır. Dînin asıl gâyesi, Allâh’ın birliğini tasdîkten sonra, zarif, hassas, derin duygulu insan yetiştirmek ve bu sûretle huzurlu bir cemiyet husûle getirmektir. Bu gâyenin gerçekleşmesinde, îmandan kaynaklanan şefkat ve merhamet hislerinin bir tezâhürü olan zekât ve infakların çok mühim bir yeri vardır. Kur’ân-ı Kerîm’de 200 küsur yerde zikredilen infak, malın ve canın Allâh’a adanışıdır. Yâni Rabbimizin ihsân ettiği nîmetleri, yine O’nun uğrunda sarf etmektir. Buna göre müslüman da, hem malını hem de canını büyük bir rızâ ve teslîmiyetle Allâh’a adayan insandır. Cenâb-ı Hakk’ın esmâ-yı hüsnâsından biri de, “el-Vehhâb”dır. Yâni her zaman, her yerde ve her şeyi çok çok ve bol bol verir, karşılık beklemeden ve devamlı olarak lutfeder. Bu sebeple bütün mahlûkâtı da “verme, infâk ve ikrâm etme” tabiatıyla yaratmıştır. Meselâ arı, kendi ihtiyacının kat kat fazlası bal yapar, büyük bir titizlik ve intizâm ile onu paketler. Bunun cüz’î bir miktârını kendisi yer ve çoğunu insanlara ikrâm eder. Meyve ağaçları da nesillerinin devâmı için pek çok meyve verir. Binlerce meyvenin içinden sadece birisi tohum olup ağaç bitirse, kâfî gelir. Diğer meyveler ise insanların ve diğer canlıların istifâdesine arz edilir. Kesilip yenilen hayvanlar, kendi hayatlarını devâm ettirmek için beslenirler, bir müddet yaşadıktan sonra da etlerini insanlara ikrâm etmek üzere can verirler. Toprak, ayaklar altında ezilmesine rağmen, üzerinde gezen can*lı*ların cürûfunu alıp temizler ve yetiştirdiği türlü nebâtât ile devamlı ikram ve ihsân hâlinde olur. Aslında bütün bu misaller, insanın da diğergâm olması ve çalışıp kazandığı malın veya sâhip olduğu imkânların bir kısmını kendi ihtiyaçlarına ayırdıktan sonra çoğunu infâk etmesi lâzım geldiğini telkin etmektedir. Yâni Cenâb-ı Hak, tabiatta bunun binbir misâlini insana göstermektedir ki, o da diğergâm ve infâk ehli bir kul hâline gelebilsin. Bütün varlıkların yegâne yaratıcısı ve sâhibi olan, her türlü ihtiyaçtan münezzeh bulunan yüce Rabbimiz, kullarının verdiği sadakaları bizzat kendisinin aldığını beyân ederek[65]infâka verdiği ehemmiyeti vurgulamaktadır. Kullarının, kendi rızâsı istikâmetinde yaptıkları hayırları ve verdikleri sadakaları; “Karz-ı hasen: En güzel borç” nâmıyla kabul etme lutfunda bulunmaktadır. Üstelik bu borcu bizzat kendisinin, hem de kat kat fazlasıyla ödeyeceğini taahhüd etmektedir.


Âyet-i kerîmede buyrulur: “…Namazı kılın, zekâtı verin, Allâh’a gönül hoşluğuyla borç (karz-ı hasen) verin. Kendiniz için önden (dünyada iken) ne iyilik hazırlarsanız Allah katında onu bulursunuz; hem de daha hayırlı ve mükâfatça daha büyük olmak üzere!..” (el-Müzzemmil, 20) Peygamber Efendimiz de infâka teşvik sadedinde şöyle buyurur: “Sadaka kesinlikle malı eksiltmez, bir kul elini sadaka vermek için uzattığında, o sadaka sâilin eline geçmeden evvel, muhakkak Allah Teâlâ’nın eline konulmuş olur…” (Ali el-Müttakî, VI, 377/16134; Taberânî, Kebîr, IX, 109) Cenâb-ı Hak, kendisine yakın kullarından olabilmemiz için sevdiğimiz şeylerden infâk etmemiz gerektiğini bildirerek şöyle buyurur: “Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, aslâ birr’e erişemezsiniz. Her ne infâk ederseniz; şüphesiz Allah, onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92) Âyet-i kerîmede geçen “birr” ifâdesi; hayrın kemâl noktası, Allâh’ın rahmeti, rızâsı ve cenneti mânâlarında tefsîr edilmiştir. Bunun yanında Cenâb-ı Hak, “birr”in ne olduğunu diğer bir âyet-i kerîmede şöyle târif buyurur: “Birr, yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz değildir. Asıl birr (sâhipleri), Allâh’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanan, servetini -kendisi için ne kadar kıymetli olsa da- (Allâh’ın rızâsını gözeterek) akrabâsına, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve insanları kölelikten kurtarmaya harcayan; namazlarında devamlı ve dikkatli olan, zekâtını veren, verdiği sözü tutan, felâket, zorluk ve sıkıntı anlarında sabredenlerdir. İşte sadâkat gösterenler, bu vasıfları taşıyanlardır. Müttakîler ancak onlardır.” (el-Bakara, 177) İyiliğin, sadâkatin ve takvânın târif edildiği bu âyet-i kerîmede infâka dâir kısmın genişliği dikkat çekicidir. Bir hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur: “Ey Âdemoğlu! (Allâh için) infâk et ki, sana da infâk olunsun!” (Buhârî, Tefsîr 11/2, Nafakât 1; Müslim, Zekât 36, 37) En kıymetli infak, müslümanların en zayıf ve muhtaç olduğu zamanlarda yapılandır. Allah Teâlâ, insanların maddî veya mânevî ihtiyaçlarının had safhada olduğu bir devrede infâk eden kullarını diğerlerinden üstün tutmuş ve onlara; “Fetih’ten önce infak edenler” diye bir fazîlet pâyesi vermiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Size ne oluyor ki, Allah yolunda infâk etmiyorsunuz? Oysa göklerin ve yerin mîrâsı Allâh’ındır. İçinizden, Fetih’ten önce infak eden ve savaşanlar (diğerleriyle) bir olmaz. İşte


onlar, derece olarak sonradan infâk eden ve savaşanlardan daha büyüktür. Bununla beraber Allah, her birine en güzel olanı va’detmiştir. Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Hadîd, 10) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, infâkın fazîletini beyan sadedinde şöyle buyurmuştur: “Her sabah iki melek iner. Biri; «Yâ Rab! İnfâk edene, infâkına karşılık yenisini ihsân eyle!» der. Diğeri de; «Yâ Rab! Cimrilik edenin malını telef et!» diye duâ eder.” (Buhârî, Zekât, 27; Müslim, Zekât, 57) “Ey Âdemoğlu! İhtiyacından fazla olan malını sadaka olarak vermen, senin için iyi; vermemen ise kötüdür. İhtiyacına yetecek kadarını elinde tutmandan dolayı ayıplanmazsın. İyiliğe, geçimini üstlendiklerinden başla. Veren el, alan elden daha üstündür.” (Müslim, Zekât, 97; Tirmizî, Zühd, 32) “Kim, helâl kazancından bir hurma kadar sadaka verirse -ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı kabul buyurur. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sâhibi adına ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8, Tevhîd 23; Müslim, Zekât 63, 64) İnfak, sadaka ve hizmet gibi sâlih ameller, zâhiren başkalarına faydalı oluyormuş gibi görünse de, hakîkatte insanın kendisine daha fazla fayda sağlamaktadır. Zîrâ infak, kişinin nefsine iyiliği, güzelliği ve hayrı telkin etmektedir. Çünkü iyilikler bu sûretle benlikte yer eder ve rûh, bunlarla ünsiyet peydâ eder. Nitekim âyet-i kerîmede zekât ve infâkın, hem malı temizlediği hem de kalbi arındırdığı bildirilmiştir.[66] Diğer taraftan infak, insanın en küçük bir hayır ve hasenâta dahî son derece muhtaç olacağı kıyâmet günü için mühim bir hazırlıktır.[67]O hâlde insan, ölümden sonra fayda vermeyecek olan nedâmet feryatlarından kendini korumak için, bugün fırsat elde iken, îcâb eden bütün tedbirleri alma azminde olmalıdır. Hikmet ehli şöyle demiştir: “Bir kul öldüğünde, malı husûsunda iki musîbetle karşılaşır ki, daha önce bunlar gibisini hiç görmemiştir: Birincisi; bütün malının elinden alınmasıdır. Diğeri de; bütün malı elinden gitmesine rağmen bunların hepsinden hesâba çekilmesidir.” Bir insan için, üstelik kendisine fayda vermeyen bir maldan dolayı hesâba çekilmek, ne kadar da müşkil bir durumdur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu durumdakiler için şöyle buyurmuştur: “Yazıklar olsun, yazıklar olsun o kimseye ki, ehl ü ıyâlini hayır (servet) üzere bırakır da, kendisi Rabbinin huzûruna şerle varır.” (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, no: 9693)


Yâni mîrasçılarına büyük bir servet bırakır, fakat kendisi, malı helâl yoldan kazanmadığı, malıyla hayır işlemediği ve evlâtları da malını kötü yollarda kullandığı için huzûr-i ilâhîye günahkâr bir şekilde çıkar. Faydalı mal ise, infaklarla ve hayır hizmetleriyle önceden âhirete gönderilenlerdir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, sizin her biriniz ile tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Soluna bakacak, âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecektir. Sonra önüne bakacak, karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecektir. O hâlde artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz ile kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât, 9, 10; Müslim, Zekât, 67, 97) Hadîs-i şerîften anlaşıldığına göre sadaka ve infak, var olanın fazlasını vermekle başlar. Varlığı olmayan için ise, yarım hurma ve gönül alıcı güzel bir söz dahî Allâh’ın rızâsını kazandıran bir infaktır. Bu infaklar, kulun ihlâs ve samîmiyeti nisbetinde, cehennem ateşine karşı siper olur. Şefkat, merhamet ve bunların en tabiî netîcesi olan cömertlik ve infâkın, her müslümanın tabiat-i asliyesi hâline gelmesini arzu eden Fahr-i Kâinât Efendimiz, bu bakımdan her mü’mini zengin kabûl eder. Çünkü O, hadîs-i şerîflerinde, mü’minlerin yaptıkları emr bi’l-mârûf, getirdikleri tekbîr ve tevhîd, mazluma yardım, muzdaripleri tesellî, muhtaçların gönüllerini hoşnut etme, yollardaki eziyet verici şeyleri kaldırma, hasta ziyâreti ve hattâ yerine göre bir tebessüm gibi her türlü sâlih amelin, birer sadaka hükmünde olduğunu bildirmiştir. Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâm: “–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz şu cevâbı verdi. “–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yâni malının yarısını tasadduk etmiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49) Hadîs-i şerîf, tasadduk edilen malın miktârından ziyâde, tasadduk edenin fedâkârlık seviyesinin mühim olduğunu göstermektedir. Demek ki hakîkî zenginlik, mal çokluğu ile değil, gönül tokluğu iledir. Gerçek mü’minler de, gönül zenginliği nîmetine sâhip olup, imkânları nisbetinde infakta bulunanlardır. Zîrâ infak, her mü’minin mükellef bulunduğu diğergâmlık ve mes’ûliyet duygularının kâmil bir tezâhürüdür. İnfakta bulunurken dikkat edilecek bâzı edeb kâideleri şunlardır:


1. İhlâsa dikkat edilmeli, gösterişe kaçarak ve dünyevî maksatlarla infakta bulunulmamalıdır. (Bkz. el-Bakara, 264) 2. “Sağ elin verdiğini sol elin duymayacağı” şekilde vermek gerekir. Bu şekilde infâk edenler, günahları affedilen ve kıyâmetin dehşetli ânında Arş’ın gölgesi altında bulunacak olan mes’ud kimselerdir. (Bkz. el-Bakara, 271; Buhârî, Ezân, 36) 3. Başa kakmak ve incitmek sûretiyle sadakalar boşa çıkarılmamalıdır. Cenâb-ı Hak, bu husûsu ısrarla emreder. (Bkz. el-Bakara, 262-264; el-İnsân, 8-11) 4. Kişi, kendine verildiğinde gönül huzûruyla alamayacağı kalitesiz ve bayağı şeyleri, fakirlere infak diye vermemelidir. (Bkz. el-Bakara, 267) 5. Bilhassa veren, alana teşekkür hissiyâtı içinde olmalıdır. Çünkü onu mes’ûliyetten kurtarıp ecre nâil eylemektedir. Fazîlet Tabloları Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Mekke’yi fethetmiş, müslümanların gasp edilmiş hakkı olan Kâbe’nin anahtarını eline almıştı. Herkes Efendimiz’in anahtarı kime vereceğini merak ediyordu. Aslında pek şerefli olan Kâbe anahtarını muhâfaza etme ve örtüsüyle ilgilenme (Hicâbe) vazifesini ashâbın bütün ileri gelenleri istiyorlardı. Önceden beri sikâye (hacılara su ikrâm etme) vazifesini deruhte eden amcası Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh- gelerek, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den Hicâbe vazifesini de istedi. Peygamber Efendimiz, amcasına: “–Ben size insanların Beytullâh’a göndereceği örtü gibi şeylerden geçiminizi sağlayacağınız şeyi değil, hacıların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere servetinizden harcayarak bu yüzden hayra nâil olacağınız zahmetli vazifeyi veriyorum!” buyurdu ve hacılara su ikrâm etme vazifesine devâm etmesini söyledi. Abbâs -radıyallâhu anh-’ın Tâif’te üzüm bağı vardı. İslâm’dan önce de sonra da oradan kuru üzüm taşır, Zemzem’in içine katarak hacılara ikrâm ederdi. Kendisinden sonra oğulları ve torunları da hep böyle yaparlardı. (İbn-i Hişâm, IV, 32; İbn-i Sa’d, II, 137; Vâkıdî, II, 838) Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, akrabâlarına, dünyevî menfaat temin eden vazifeler yerine, Allâh’ın kullarına hizmet edecekleri, infâka dayalı vazifeler vermiştir. İşte bu durum, dünyada zahmetli bir külfet gibi görünen infak ve hizmetlerin, ebedî hayatta en büyük saâdet sermayesi olduğunu gösteren açık bir delildir. { Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz şöyle nakleder:


Birgün Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- yüzünün rengi değişmiş olarak yanıma geldi. Bu hâlinin bir ağrı sebebiyle olduğunu zannederek korktum ve: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, neyiniz var, yüzünüzün rengi değişmiş?” dedim. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi şu cevâbı verdi: “–Bize dün gelen yedi dinar yüzünden bu hâldeyim. Akşam oldu hâlâ onları infâk edemedik!” (Bkz. Ahmed, VI, 293; Heysemî, X, 238) Bu hâdise, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, Kur’ânî ifâdeyle, “Raûf ve Rahîm” oluşunun, yâni merhamet ve şefkatte zirve noktada bulunduğunun tipik bir misâlidir. { Vefât ettiği gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın ya*nında bulunan altı-yedi dinarı fakirlere dağıtmasını emretmişti. Bir müddet sonra dinarların ne olduğunu sordu. Hazret-i Âişe’nin telâştan onları dağıtmayı unutmuş olduğunu öğrenince, dinarları isteyip avuçlarına aldı: “–Allâh’ın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundur*duğu hâlde Rabbine kavuşmayı uygun görecek değildir!..” buyurduktan sonra, onların hepsini Ensâr’ın fakirlerinden beş ev halkına dağıttı. Bundan sonra da: “–İşte şimdi rahatladım!..” buyurarak hafif bir uykuya daldı. (Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238) İşte cömertler sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın, ölüm döşeğindeyken bile terk etmediği infak hassâsiyeti… { Hazret-i Hatîce vâlidemiz varlıklı bir hanım idi. Mekke-i Mükerreme’nin başta gelen zenginlerindendi. Canını, malını ve bütün varlığını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adamıştı. İslâm’ın ilk yıllarında Allâh’ın dînine en kuvvetli maddî ve mânevî desteği o mübârek vâlidemiz sağlamıştı. Bu sebeple Vefâ Güneşi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz onu hiçbir zaman unutmadı, dâimâ hayırla yâd etti. { Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da ticâretle meşgul olan varlıklı bir sahâbî idi. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e peygamberlik geldiğinde kırk bin dirhem servete mâlikti. Malının büyük bir kısmını İslâm uğrunda infâk etti. Kalan beş bin dirhemi de hicret ederken yanına aldı. İslâm’ın ilk günlerinde müslüman olup da işkencelere mâruz kalan köleleri büyük meblâğlar ödeyerek satın alır ve hürriyetlerine kavuştururdu.[68]


Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın şu sözü meşhurdur: “Bana dünyâdan üç şey sevdirildi: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüzüne bakmak, kızımın O’na zevce olması ve malımı O’nun yolunda harcamak.” { Tebük Seferi’ne çıkılacağı zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ordunun ihtiyaçları için ashâbını infâk seferberliğine dâvet etmişti. Hâlbuki o sırada Medîne’de büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Buna rağmen ashâb-ı kirâm, yüksek bir îman vecdi içinde dünyânın bütün fânî menfaat düşüncelerini bertarâf edip büyük bir infak ve fedâkârlık yarışına girdiler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- malının tamâmını getirdi. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3675) Bir defâsında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu cömert arkadaşını taltîf ederek: “Ebû Bekir’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından fayda*lanmadım…” buyurmuştu. Bütün varlığını Allâh Rasûlü’ne fedâ eden o mübârek sahâbî, bu sözden bir nevî ayrı görülme mânâsı hissederek ağladı ve Allah yolunda infak ederken taşıdığı hâlet-i rûhiyeyi sergileyen şu müthiş cevâbı verdi: “–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallah?!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) { Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize tasaddukta bulunmamızı emretmişti. O günlerde malım da vardı. Kendi kendime; «Ebû Bekir’i geçersem ancak bugün geçebilirim.» dedim ve malımın yarısını getirdim. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ehline ne bıraktın?» buyurdu. «–Şu getirdiğim kadar da onlara bıraktım.» dedim. Ebû Bekir de elinde bulunan malın tamamını alıp getirdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ebû Bekir, çoluk çocuğuna ne bıraktın?» buyurdu. «–Onlara Allah ve Rasûlü’nü bıraktım.» cevâbını verdi. Kendi kendime; «Vallâhi onu hiçbir hususta kesinlikle geçemem!» dedim.” (Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)


{ Abdurrahman bin Hubâb -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını Ceyşü’l-Usre’ye[69]yardım etmeleri için teşvik ederken ben de yanındaydım. Osman bin Affân -radıyallâhu anh- ayağa kalktı ve: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle yüz deve benden!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ordu için bağışta bulunmaya tekrar teşvik etti. Hazreti Osman yine kalkıp: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle iki yüz deve benden!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tekrar teşvikte bulundu. Yine Osman -radıyallâhu anh- kalktı ve: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Allah yolunda çuluyla ve semeriyle üç yüz deve benden!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i minberden inerken gördüm, hem iniyor hem de: “Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez! Osmân’a bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!” buyuruyordu. (Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63) Hazret-i Osman, buna ilâveten bin dinar getirip Allah rızâsı için infâk etmiştir. (Tirmizî, Menâkıb, 18/3701) Bu rivâyetler, Hazret-i Osman’ın müstesnâ cömertliğini ifâde etmekle beraber, Allah yolunda infâkın ne kadar makbûl ve mağfirete vesîle olduğunu göstermektedir. { Fakir müslümanlardan Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh-, gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve şöyle yalvardı: “Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir ve teşvik buyurdun. Hâlbuki beni, üzerine binip Rasûl’ün ile birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sâhip kılmadın! Rasûl’ünün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulundurmadın. Ben her zaman mal, beden ve eşyâdan üzerime düşen sadakayı vermişimdir. Ey Allâh’ım! Kulların içinde bana nasîb ettiğin şu bir parça malımı tasadduk ediyorum.” Sabah olunca Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip: “–Yâ Rasûlallah! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyâmı tasadduk ediyorum. Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkımı helâl ediyorum!” dedi.


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; aşk, muhabbet, ihlâs ve sehâvetle dolu olduğu kadar, engin bir müsâmaha ve merhametle de yüklü olan bu sözler karşısında sâdece: “–Allah sadakanı kabûl etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün de ona: “–Ben senin sadakanı kabûl ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabûl olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994) { Ebû Mes’ûd el-Ensârî -radıyallâhu anh- şöyle der: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bize tasaddukta bulunmayı emredince bizden biri çarşıya gider, sırtında yük taşıyarak bir müd (yiyecek) kazanır ve ondan infâk ederdi. Bugün onlardan her birinin yüz bin (dinarı) var.” (Buhârî, Zekât, 10) { Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ayağa kalktı ve: “–Ey insanlar, tasaddukta bulunun ki kıyâmet günü size onunla şehâdet edeyim. Belki de biriniz, devesinin yavruları tok ve rahat içinde yatarken yakınında oğlu açlıktan kıvrılmış hâldedir. Belki de birinizin ağaçları güzel meyve vermiş, malı artarken komşusu hiçbir şeyi olmayan bir yoksuldur. Bir adam yok mu ki develerinden birini sadaka olarak versin de bu fakir âile için sabah bir ihsan, akşam bir ihsan olsun. Deve onlara sabah-akşam süt versin. Uyanık olun! Bunun mükâfatı pek büyüktür.” buyurdular. Bir kişi kalktı: “–Ey Allâh’ın elçisi, benim develerim var; yanımda dört deve sürüsü var (bu develerimden birisi sadaka olsun).” dedi. Bir başkası kalktı. Kısa boylu ve fazla güzel olmayan bir adamdı. Çok güzel bir deveyi çekiyordu. Münâfıklardan birisi Hazret-i Peygamber’in duymadığını düşünerek yanındakine: “–Devesi kendisinden daha hayırlı.” diye fısıldadı. Ancak bunu duyan Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Yalan söyledin, o, devesinden de, senden de daha hayırlıdır.” buyurdular. Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- kalktı ve: “–Yâ Rasûlallah! Sekiz bin dirhemim var. Dört binini âileme bıraktım, dört binini de getirdim. Onları Allâh’a takdîm ediyorum.” dedi. Münâfıklar bu miktârı çok buldular. Fahr-i Kâinât Efendimiz:


“–Allâh’ım, onun getirdiğini de âilesine bıraktığını da bereketli eyle!” diye duâ ettiler. Sonra Âsım bin Adiyy -radıyallâhu anh- kalktı ve yetmiş vesk[70]hurma tasaddukta bulundu. (Münâfıklar) her ikisiyle de eğlendiler ve: “–Bu ancak bir riyâdır. Bunlar gösteriş olsun diye böyle çok tasaddukta bulunuyorlar. Gizlice verselerdi ya, parça parça verselerdi ya!” dediler. Sonra Ensâr’dan Ebû Akîl -radıyallâhu anh- kalktı: “–Yâ Rasûlallah! Benim malım yok, lâkin geçen akşam falan kimselere sırtımda ücretle yük taşıdım. Onlardan aldığım iki sa‘[71]hurmanın birini ehlime bıraktım birini de Allâh’a yakın olabilmek için tasadduk etmeye getirdim.” dedi. Münâfıklar buna da gülüştüler ve: “–Deve sâhipleri develer getirdi, gümüşü olan gümüş getirdi, bu da şu hurmacıkları getirmiş. Allah, Ebû Akîl’in bir sa‘ hurmasına muhtaç değildir.” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Allah senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirdiği hurmanın toplanan yardımlar içine dökülmesini emretti. Bu hâdiseler üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Sadakalar husûsunda mü’minlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden baş*kasını bulamayanları çekiştirip alay eden (münâfık)lar var ya; Allah, işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.” (et-Tevbe, 79)[72] { Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle anlatmıştır: Birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte öğle namazı kıldık. Mescide bir yoksul geldi ve oradakilerden sadaka istedi, fakat kimse sadaka vermedi. Yoksul ellerini semâya kaldırarak: “–Ey Allâh’ım, şâhit ol ki Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın mescidinde sadaka istedim ama kimse bana bir şey vermedi.” dedi. Hazret-i Ali o esnâda rükûda idi. Yoksula sağ elinin küçük parmağındaki yüzüğü işâret etti. O da gelip parmağındaki yüzüğü aldı. Hazret-i Ali’nin işâretini ve yoksulun yüzüğü alıp gidişini Rasûl-i Ekrem Efendimiz de görmüştü. Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Sizin velîniz (dostunuz) ancak Allah’tır, Rasûlü’dür ve îmân edenlerdir ki, namaza devâm ederler ve rükû hâlinde (bile) zekât verirler. Kim Allâh’ı, Rasûlü’nü ve îmân edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allâh’ın tarafını tutanlardır.” (el-Mâide, 5556) (Râzî, XII, 23; Taberî, VI, 186) {


Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’a Hayber ganimetlerinden kıymetli bir arâzi düşmüştü. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi ve: “–Yâ Rasûlallah! Hayber’de öyle bir yerim oldu ki, bugüne kadar onun gibi kıymetli bir yer elde edememiştim. Onu ne yapmamı emredersiniz?” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu: “–İstersen onun aslını vakfet ve tasaddukta bulun!” Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, arâzisini şu şartlarla vakfetti: “Onun aslı satılamaz, hibe edilemez ve ona vâris olunamaz. O, fakirler, yakın akrabâlar, köle âzâd etmek, Allah yolunda harcamak, yolda kalmış kimseler ve misâfirler içindir. Onu idâre edenin, malı biriktirmeden yemesinde ve arkadaşına yedirmesinde herhangi bir beis yoktur.” (Buhârî, Şurut 19, Vasâyâ 28, Eyman 33; Müslim, Vasiyet 15) { Enes -radıyallâhu anh- şöyle der: Medîne’de Ensâr arasında en fazla hurmalığı bulunan, Ebû Talha idi. En sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki Beyruhâ ismindeki hurma bahçesiydi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu bahçeye girer ve oradaki tatlı sudan içerdi. “Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla birr’e (yâni hayrın kemâl noktasına) erişemezsiniz…” (Âl-i İmrân, 92) âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Ebû Talha, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi ve: “–Yâ Rasûlallah! Cenâb-ı Hak Sana; «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe, asla birr’e erişemezsiniz…» âyetini gönderdi. En sevdiğim malım Beyruhâ isimli bahçedir. Onu Allah rızâsı için tasadduk ediyorum. Allah’tan onun sevâbını ve âhiret azığı olmasını dilerim. Beyruhâ’yı Allâh’ın Siz’e göstereceği şekilde kullanınız.” dedi. Bu*nun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle bu*yur*du: “–Seni tebrik ederim! Kârlı mal dediğin işte budur! Seni duydum Ebû Talha. Onu akrabâlarına vermeni uygun görüyorum.” Ebû Talha: “–Öyle yapayım yâ Rasûlallah!” dedi ve bahçeyi bâzı akrabâlarıyla amcaoğulları arasında taksim etti. (Buhârî, Zekât 44, Vesâyâ 10, 17, 26, Tefsîr 3/5; Müslim, Zekât 42, 43) { Âyet-i kerîmede buyrulur:


“Verdiğinin kat kat fazlasını kendisine ödemesi için Allâh’a güzel bir borç (isteyene fâizsiz ödünç) verecek yok mu? Darlık veren de bolluk veren de Allah’tır. Sonunda sadece O’na döndürüleceksiniz.” (el-Bakara, 245) Karz-ı hasen (Allâh’a güzel borç verme) hakkındaki bu âyet-i kerîme nâzil olduğunda Ebu’dDahdah -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek: “–Yâ Rasûlallah! Allah bizden borç mu istiyor?” diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Evet, ey Ebu’d-Dahdah, Allah borç istiyor!” diye cevap verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Dahdah -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den elini uzatmasını istedi ve O’nun elini tutarak: “–Ben, içinde 600 hurma ağacı bulunan bağımı Allâh’a borç (karz-ı hasen) olarak veriyorum!” dedi. Sonra da yürüyerek bağına geldi ve kapısında durdu. Hanımı, çocukları ile birlikte orada idiler. Hanımına seslenerek: “–Ey Ümmü Dahdah! Bahçeyi boşaltın! Çünkü ben bu bağı Allâh’a borç verdim…” dedi. Hanımı da ona: “–Ey Ebu’d-Dahdah! Çok kârlı bir alışveriş yapmışsın! Allah alışverişini mübârek kılsın.” dedi. Hemen bahçeden çıkarak orayı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e teslim ettiler. Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-: “Cennette Ebu’d-Dahdah için hazırlanmış, dalları sarkan nice iri hurma ağaçları var!” buyurdu. (Bkz. Taberî, II, 803; Râzî, VI, 141-142, 166, [el-Bakara, 245 tefsîrinde]; Hâkim, II, 24/2194) { Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, sâhip olduğu kırk bin dinarın on binini gece, on binini gündüz, on binini gizli, on binini de açıktan olmak üzere tamâmen tasadduk etmişti. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Mallarını gece ve gündüz, gizlice ve açıkça infâk edenler yok mu, işte onların Rableri katında ecir ve mükâfâtları vardır. Ve onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar hiçbir zaman mahzun da olmazlar.” (el-Bakara, 274) (Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, III, 44) Diğer taraftan, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da dört dirhem gümüşten başka hiçbir şeye mâlik değil iken, bunun birini gece, birini gündüz, birini gizli, birini de açıktan olmak üzere hepsini tasadduk etmişti. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Niçin böyle yaptın?” diye sorduğunda:


“–Rabbimin va’dettiği ecirleri hak edebilmek için.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Umduğuna nâil oldun.” buyurarak onu müjdeledi. (Vâhidî, s. 95) { Birgün dilencinin biri Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın önünde durup bir şeyler istedi. Hazret-i Ali, oğlu Hasan veya Hüseyin’e: “–Annene git, kendisine bıraktığım altı dirhemden birini al getir.” dedi. Oğlu gitti, sonra geri döndü ve: “–Annem o altı dirhemi un almak için ayırdığını söyledi.” dedi. Hazret-i Ali: “–Bir kul, Allâh’ın katındakine kendi elindekinden daha fazla güvenmezse îmânı kâmil olmaz! Git, ona söyle, altı dirhemin tamamını göndersin.” dedi. Hasan veya Hüseyin gitti, altı dirhemi getirdi, babasına teslim etti. O da bunları dilenciye verdi. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- daha evden içeri adımını atmamıştı ki devesini satmak isteyen bir adam yanına geldi. Hazret-i Ali: “–Deveni kaça satıyorsun?” diye sordu. “–Yüz kırk dirheme.” cevâbını alınca da: “–Parasını bir müddet sonra vermek üzere onu kapıya bağla!” dedi. Adam deveyi bağlayıp gitti. Derken başka bir zât çıkageldi ve: “–Bu deve kimin?” diye sordu. Hazret-i Ali: “–Benim.” dedi. “–Onu satıyor musun?” “–Evet” “–Kaça?” “–İki yüz dirheme.” “–Peki, aldım gitti.” Adam iki yüz dirhemi verdi, deveyi aldı. Hazret-i Ali, deveyi satın aldığı zâta yüz kırk dirhemi verdi, arta kalan altmış dirhemi de Hazret-i Fâtıma’ya getirip teslim etti. Hazret-i Fâtıma vâlidemiz:


“–Bu nedir?” diye sordu. “–Bu, Allâh’ın; «Her kim bir hasene ile gelirse ona o yaptığı iyiliğin on katı vardır…» (elEn‘âm, 160) buyurarak peygamberi vâsıtasıyla bize va’dettiği mükâfâttır.” dedi. (Ali elMüttakî, VI, 572-573/16976) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah yolunda yapılan infakların vesîle olduğu ilâhî lutuflardan birini şöyle haber vermişlerdir: “Bir kimse çölde yolculuk ediyordu. Semâdan; «Falan adamın bahçesini sula!» diye bir ses duydu. Başını kaldırıp baktı, gökte sadece bir bulut vardı. Evet, ses oradan geliyordu. Adam hayretler içinde kaldı ve bulutu tâkip etmeye başladı. Kara taşlık bir yere gelince, bulut suyunu boşalttı. Yağmur suları bir derede toplandı. Bu defâ o şahıs suyu tâkip etmeye başladı. Önüne bir bahçe çıktı. Bir kişi elindeki kürekle suyu oraya buraya çevirerek bahçesini suluyordu. Onunla konuşmaya karar verdi: «–Ey Allâh’ın kulu, ismin nedir?» diye sordu. O zât, buluttan duyduğu ismi söyledi. Sonra da: «–İsmimi niçin soruyorsun?» dedi. O da: «–Biraz önceki yağmuru yağdıran bulut vardı ya…» diye söze başladı. «Bir kimse o buluta senin adını söyleyerek; “Falanın bahçesini sula!” dedi. Ben de bulutu tâkip ederek buraya kadar geldim. Adını da onun için soruyorum. Sen hangi davranışın sebebiyle Allâh’ın bu lutfuna mazhar oldun?» dedi. Bahçe sâhibi şunları söyledi: «–Madem merak ediyorsun söyleyeyim: Şu gördüğün bahçe ürün verince oturup hesap yaparım. Ürünün üçte birini sadaka olarak dağıtırım, üçte birini çoluk çocuğumla birlikte yerim, üçte birini de tohumluk yaparım. İşte benim yaptığım bundan ibârettir.»” (Müslim, Zühd, 45; Ahmed, II, 296) { Hak dostlarından Muhammed Sevkâ Hazretleri’nin yeğeni kendisinden bir şey istemişti. Bunun üzerine Hazret ağlamaya başladı. Yeğeni: “–Amcacığım, ağlayacağını bilseydim istemezdim.” deyince amcası şöyle cevap verdi: “–Ben neden sen istemeden önce vermedim diye ağlıyorum.” (Ebû Nuaym, Hilye, V, 6-7) Cenâb-ı Hak, fakirleri sîmâlarından tanımayı meleke hâline getirmemizi arzu buyurmaktadır.[73]Zîrâ asıl mârifet, muhtâcı istemek mecbûriyetinde bırakmadan sıkıntıdan kurtarabilmektir.


{ Bir fakihle Şeyh Şiblî arasında şöyle bir konuşma cereyân etmiştir: Fakihlerden biri, imtihan etmek maksadıyla malın ne kadarının infâk edilmesi gerektiğini Şeyh Şiblî Hazretleri’ne sordu. Şeyh Şiblî -rahmetullâhi aleyh- şöyle cevap verdi: “–Bunun cevâbını fakihlerin mezhebine göre mi, yoksa Hak âşıklarının meşrebine göre mi istiyorsun?” Fakih: “–Her ikisine göre de olsun.” dedi. Şiblî Hazretleri cevap verdi: “–Fakihlerin mezhebine göre, meselâ iki yüz dirhemin, üzerinden bir yıl geçtikten sonra, kırkta birine tekâbül eden beş dirhemini vermek gerekir. Âşıkların meşrebine göre ise, derhal iki yüz dirhemin iki yüzünü de verip «yakayı kurtardım» diye bir de şükretmek gerekir.” Fakih dedi ki: “–Biz bu mezhebi (malın kırkta birinin zekât olarak verileceğini) âlimlerimizden öğrendik.” Buna mukâbil Şiblî de: “–Biz de bu meşrebi Ebû Bekir Sıddîk Efendimiz’den öğrendik. O, nesi var nesi yoksa hepsini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in önüne koydu.” dedi. { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Yâ Âişe! Yarım hurmayla bile olsa fakiri geri çevirme!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 37/2352) Bu hadîs-i şerîften ilhâm ile, muhterem pederim Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, istemeyi meslek hâline getirmiş kimselere, yâni dilencilere de sadaka verir ve: “–Vermemeye alışmamak için, az da olsa vermek lâzım!..” buyururlardı. { Hâsılı infâk etmek, Cenâb-ı Hakk’ın pek çok esmâ-yı ilâhiyyesinin bir tecellîsidir. Bu sebeple infâk etmeyi sevenler, Allâh’ın ahlâkıyla ahlâklanma yolunda büyük mesâfe katetmiş demektir. Cenâb-ı Hak, biz kullarının da infâk ehli olmamızı arzu buyurmaktadır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hadîs-i kudsîde şöyle buyurmuştur: “Allah -azze ve celle-; «Sen infâk et ki, Ben de sana infâk edeyim.» buyurdu.


Allâh’ın hazîneleri geniştir. Bütün mahlûkâta verdiği rızıklar O’nun hazînesinden hiçbir şey eksiltmez. O, gece-gündüz ardı arkası kesilmez infaklarda bulunur. Semâ ile arzı yarattığı günden beri Allâh’ın infâk ettiği şeyleri düşünün! Bunlar, O’nun mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir.” (Buhârî, Tefsîr 11/2, Tevhîd 22) Cenâb-ı Hak büyük bir lutufta bulunarak, kullarına sadaka ve infak yollarını kolaylaştırmıştır. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Kardeşine karşı izhâr edeceğin tebessümün bir sadakadır. Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’lmünker’de bulunman sadakadır. Yolunu kaybeden kimseye yolu gösterivermen sadakadır; gözü görmeyen âmâya yardımda bulunman sadakadır; yoldan taş, diken, kemik (gibi şeyleri) kaldırıp atman sadakadır; kendi kovandan kardeşinin kovasına su boşaltman sadakadır.” (Tirmizî, Birr, 36/1956) Yâni bir mü’min, ister zengin ister fakir olsun, samîmî bir şekilde isteyince mutlaka infâk edecek bir şey bulur. İmkânı nisbetinde malından, canından, vaktinden, kuvvetinden, ilminden, kâbiliyetinden, sanatından, dilinden, kalbinden ve duâlarından infakta bulunabilir. İctimâî plandaki huzur, sükûn, birlik, beraberlik ve kardeşlik için, mü’minlerin îman heyecanı içinde infâkın her çeşidine gayret göstermeleri îcâb eder. Unutmayalım ki, Hakk’ın rızâsı için yapılan her türlü samîmî infak, en güzel âhiret azığı ve ebedî saâdet sermâyesidir.

c. Allah Yolunda Gayret Allah yolunda gayretli olmanın İslâm dînindeki adı “Cihâd”dır. Cihâd, İslâm’ın muhâfazasına ve devâmına medâr olan her fiili içine alan geniş bir mânâya sâhiptir. Dolayısıyla, cihâd için, düşmana karşı mutlaka silâhlı bir mücâdele yapmak gerektiği şeklinde bir düşünceye kapılmamak îcâb eder. Nitekim âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde ifâde buyrulan mal ve can ile cihâddan kasıt da, yalnızca silâhla savaşmak değildir. Zîrâ silâh, zulmü kaldırmak ve hakkı tevzî etmek için son çâre olarak mecbur kalındığında kullanılan bir vâsıtadır. Cihâdın hedefi fetihtir. Fetihlerin en ulvîsi ise gönüllerin fethidir ki, bunu gerçekleştirebilmek için, başta sözlü ve yazılı tebliğ olmak üzere pek çok yol ve vâsıta mevcuttur. Nitekim cihâd âyetlerinin çokça nâzil olduğu Mekke döneminde mü’minlerin henüz ciddî bir harp gücü yoktu. Onlar, câhiliye insanlarının zulüm ve terörüne karşı İslâm’ı, yâni insanlığı, hakkı, adâleti tevzî ve tebliğ adına sâdece bir mü’min şahsiyeti sergileyebiliyorlardı. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, onların bu hâlini “büyük cihâd” diye isimlendirmiştir.[74] Bu geniş mânâsıyla cihâd, müslümanlar için çok mühim bir vazifedir. Onun ehemmiyetini şuradan da anlayabiliriz ki, Cenâb-ı Hak, bâzı emirlerinde mükellefiyetin hem nisâbını ve hem


de nisbetini beyan buyurmuştur. Meselâ zekâtın, ne miktarda mala sâhip olunursa ödenmesi gerektiği belli olduğu gibi ne nisbette ödeneceği de bellidir. Namaz, oruç vs. de hep böyledir. Bunlar tâyin edilen miktarda îfâ edildiğinde mü’min, borçtan kurtulmuş olmanın gönül huzuruna erişebilir. Lâkin, cihâd için ne nisâb, ne de nisbet bildirilmiştir. Bu yüzdendir ki, sâhip olunan imkânları Allah yolunda son haddine kadar sarf etmek gerekmektedir. Zîrâ, ne kadar gayret edilirse edilsin, yine de borcun ödendiğine dâir bir kanaat sâhibi olunamaması, gayretin âzamî derecede sarf edilmesini gerektirmektedir. Böyle olduğu hâlde, bugün İslâmî esaslar arasında en fazla ihmâl edilen mevzû, cihâddır. Hâlbuki farzların sıralanmasında o ilk sırayı teşkil etmektedir. Lâkin insanların çoğu, dîn gayretiyle İslâm’ın muhâfaza ve müdâfaası istikâmetindeki küçük bir amelde bulunmakla mes’ûliyetini yerine getirdiğini düşünerek hemen tesellîye kavuşmakta, rehâvete kapılmaktadır. Çoğu kimse, bu hususta miktârı tâyin edilmemiş bir borç altında olduğundan gâfildir. Gerçek bir mü’min, îman nîmetini kendisine ulaştıran geçmişlerinin hizmetlerini takdir etmekle birlikte, bu nîmetin gelecek nesillere intikâlini sağlayacak amellere de dört elle sarılmak mecbûriyetindedir. Çünkü günümüzdeki en büyük cihâd, mü’minin kendini toplumun gidişâtından mes’ûl hissederek emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker’de bulunması, yâni İslâm’ı güzel bir üslûb ile bizzat yaşayarak çevresindekilere anlatmasıdır. Allah yolunda gayret sâhibi olmak, her mü’min için, hem aslî bir vazife hem de en büyük bahtiyarlıktır. Cenâb-ı Hak, rızâ-yı ilâhîsi yolunda gayret etmenin kulları için ne kadar kârlı bir ticâret olduğunu şöyle beyân buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Size, elem verici bir azaptan kurtaracak ticâreti göstereyim mi? Allâh’a ve Rasûlü’ne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (es-Saff, 10-11) Yüce Rabbimiz, kendi yolunda yardımlaşarak, kardeşçe ve muhabbetle çalışan kullarını sevdiğini bildirmiş[75]ve onları şöyle müjdelemiştir: “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette (muvaffakıyet) yollarımızı gösteririz…” (el-Ankebût, 69) Zâten Allâh’ın rahmetini ummaya hak kazananlar da ancak böyle kimselerdir.[76] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz birgün ashâbı ile birlikte yürürken durmuş ve: “İçinizde, benim Kur’ân’ın nüzûlü ve tebliği husûsunda gayret ve titizlik gösterdiğim gibi, onun tefsîr edilip anlaşılmasında da aynı tavrı sergileyecek kimseler vardır!” buyurmuştur. (Ahmed, III, 82) Fahr-i Kâinât Efendimiz bu sözüyle, Allâh için çalışan mü’minleri medhetmiş ve onları kendi dâvâsının temsilcileri olarak gördüğünü beyân etmiştir.


Mevlânâ Hazretleri, her hâlükârda Allah yolunda gayret göstermek gerektiğini ne güzel ifâde eder: “İster yavaş gitsin, ister acele edip koşsun, arayan elbette aradığını bulur. Ey Hak yoluna düşen kişi, isteğine iki elinle sarıl! Çünkü istek, iyi bir kılavuzdur. Topal da olsan, sakat da olsan, uyuklasan, hattâ kusurlu da olsan, yine O’nun yolunda ol, O’na doğru sürün, O’nu, yâni Allâh’ı ara! Allah yolunda sürüne sürüne çevgen önündeki bir top gibi O’na doğru koş! Bâzen söz söyleyerek, bâzen susarak, bâzen koklayarak her taraftan O Hakîkat Pâdişâhı’nın feyz kokusunu almaya çalış!” Yine Hazret-i Mevlânâ, Allah yolunda olmanın ehemmiyetini ve faydasını şöyle ifâde eder: “Uykun varsa bile Hak yolunda uyu, yoldan kalma! Allah yolunda uyurken belki kâmil bir yolcu rastlar da, seni gafletten, uykudaki hayallerden kurtarır.” Birgün ashâb-ı kirâmdan biri, hangi ibâdetin cihâda denk olduğunu sordu. Rasûl-i Ekrem Efendimiz ona, böyle bir ibâdetin bulunmadığını söyledi. Adam ısrarla aynı soruyu soruyor, Efendimiz de aynı cevâbı veriyordu. Sonunda Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şunları söyledi: “Allah yolunda cihâd eden kimse neye benzer bilir misin? Savaşa giden yiğit, cepheden dönünceye kadar; hiç ara vermeden namaz kılan, hiç iftar etmeden oruç tutan ve Allâh’ın âyetlerine hakkıyla itaat eden kimse gibidir. Sen bunu yapabilir misin?” (Buhârî, Cihâd, 1; Müslim, İmâre, 110; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 1) Allah yolunda gayret, herkesin imkânına ve istîdâdına göredir. Herkes aynı şeyden mes’ûl değildir. Kimi malıyla, kimi canıyla, kimi ilmiyle, kimi konuşmasıyla, kimi de beden kuvvetiyle, elinden geldiğince Allah yolunda çalışır ve O’nun rızâsını kazanmaya gayret eder. Mü’min, niyetiyle yaptığı her işin Allah yolunda olmasını sağlayabilir. Samîmî bir niyetle yaşarken, yemesi, içmesi, çalışması, hattâ uyuması bile Allah yolunda sayılır. Helâlinden kazanmak için çalışması, evlâtlarını İslâmî bir terbiye ile yetiştirmek için gayret göstermesi, güzelce ibâdet edebilmek için yiyip içmesi ve uyuması bile ibâdet sayılır. Bu esnâda, imkânı nisbetinde Allâh’ın dînine yardımcı olması veya bu gâye ile çalışanlara destek vermesi de Allah yolundaki gayretler cümlesindendir. Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, büyük bir tevâzû ile Allâh için yapılabilecek her işe koşmuştur. Bir devlet başkanı olduğu hâlde Mescid-i Nebevî’nin inşâsında ashâbıyla birlikte ker*** taşımıştır. O bir taraftan ker***leri taşırken, bir yandan da:

‫َخ ْي َبرْ ِح َما َل الَ ْال ِح َما ُل ٰھ َذا‬


‫َوأَ ْط َھرْ َربـ َّ َنا أَ َبـرُّ ٰھ َـذا‬ “Bu yük Hayber yükü değildir. Ey Rabbimiz! Bu, Sen’in katında daha kalıcı, daha iyi ve daha temiz bir iştir.” buyurmuştur. (Buhârî, Menâkıbü’l-Ensâr, 45) Peygamber Efendimiz bu sözleriyle; taşımakta oldukları yükün dünyevî bir menfaat için olmadığını, Allah yolundaki bu gayretin, insanların Hayber’den ticâret maksadıyla getirdikleri hurma ve kuru üzüm gibi maddî metâlardan daha kârlı ve hayırlı olduğunu ifâde buyurmuştur. Yine mescidin inşâsı esnâsında, toprak taşıyan bir adam, Âlemlerin Efendisi’ne rastlayınca O’na: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Müsâade buyrunuz, kerpicinizi ben taşıyayım!” demişti. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm- ise cevâben: “–Sen git, başka bir tane al! Zîrâ sen Allâh’a benden daha çok muhtaç değilsin!” buyurdu.[77] Demek ki her insan Allah Teâlâ’ya muhtaçtır ve O’nun rızâsını kazanmak için elinden gelen her hizmete koşmak zorundadır. Bu sebeple de her müslüman, imkânı ve gücü nisbetinde Allah yolunda ihlâsla gayret etmelidir. Allah Teâlâ, kullarını güçlerinin yetmeyeceği hususlarda mes’ûl tutmamakla birlikte, yapabilecekleri hizmetlerdeki ihmalleri sebebiyle de hesâba çekecektir. { Mescid-i Nebevî yapılırken, herkes ker***leri birer birer taşıyor, Ammar bin Yâsir radıyallâhu anh- ise, biri kendisi, diğeri de Peygamber Efendimiz için olmak üzere ikişer ikişer taşıyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu gördü, tozlarını silkeledi ve: “–Ey Ammar! Sen ker***leri niçin arkadaşların gibi birer birer taşımıyorsun?” diye sordu. O da: “–Allah’tan, bunun ecrini bekliyorum!” dedi. Bunun üzerine, Peygamber Efendimiz onun sırtını sıvazladı ve: “–Ey Sümeyye’nin oğlu! Diğer insanlar için bir ecir var, senin için ise iki ecir var!” buyurdu. (Ahmed, III, 91; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 256) { Abdullah bin Evfâ -radıyallâhu anh-’ın, hanımı vefât ettiğinde insanlara söylediği şu sözler, ashâb-ı kirâmın Allah yolundaki hizmet ve gayretlere olan şevk ve heyecanlarını ne güzel dile getirmektedir:


“–Onun tabutunu taşıyın, hem de şevkle taşıyın! Çünkü o ve hizmetçileri, temeli takvâ üzerine kurulan Peygamberimiz’in mescidi için geceleri taş taşırlardı. Biz erkekler de gündüzleri ikişer ikişer taşırdık.” (Heysemî, II, 10) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbıyla birlikte Bedir’e doğru yola çıktığında, deve sayısı yetersiz olduğundan, bir deveye sırayla üç kişi biniyordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz de, devesine Hazret-i Ali ve Ebû Lübâbe -radıyallâhu anhümâ- ile nöbetleşe biniyordu. Yürüme sırası Peygamber Efendimiz’e gelince arkadaşları: “–Yâ Rasûlallah! Lütfen siz binin! Biz, Siz’in yerinize de yürürüz.” dediler. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise: “–Siz yürümeye benden daha tahammüllü değilsiniz. Ayrıca ben de sevap kazanma husûsunda sizden daha müstağnî değilim.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 21; Ahmed, I, 422) İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sevap kazanma husûsundaki bitmez tükenmez azmi… Bir müslüman da Server-i Âlem Efendimiz’in izini tâkip ederek hiçbir zaman hayra ve sevâba doymamalı, son nefesine kadar Allah yolunda ecir kazandıracak adımlar atmalıdır. Zîrâ bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Sabah veya akşam Allah yolunda birazcık yürümek, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır…” (Buhârî, Cihâd, 6) { Genç sahâbîlerin Allâh’ın rızâsını tahsîl için gösterdikleri gayreti sergileyen şu misaller de pek mânidardır: Peygamber Efendimiz, Bedir’e gitmeden önce ordusunu teftiş etmiş, on beş yaşından küçük olanları geri çevirmişti. Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh-, o gün yaşadığı bir hâtırasını şöyle nakleder: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşı küçük olanları çevirmesinden az önce, kardeşim Umeyr’i saklanmaya çalışırken gördüm: «–Ne oldu sana kardeşim?» dedim. «–Allah Rasûlü beni küçük görür de geri çevirir diye korkuyorum! Hâlbuki ben sefere çıkmayı çok istiyorum ve Allâh’ın bana şehîdlik nasîb etmesini ümîd ediyorum!» dedi. Gerçekten de kardeşim Umeyr, Rasûlullâh’a arz edilince onun henüz küçük olduğunu görüp: «–Sen geri dön!» buyurdu. Umeyr ağlamaya başladı. Onun üzülmesini istemeyen Peygamber Efendimiz de kendisine müsâade buyurdu. Umeyr küçük olduğu için kılıcını ben


bağlayıveriyordum. Bedir’de şehîd düştüğü zaman 16 yaşlarında idi.” (Vâkıdî, I, 21; İbn-i Sa’d, III, 149-150) { Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Uhud Harbi’ne çıkarken, bir yerde durmuş ordusunu teftiş ediyordu. Savaşa katılabilecek yaştaki gençlere izin veriyor, müsâit olmayanları ise geri çeviriyordu. Semüre bin Cündeb ile Râfî bin Hadîc de geri çevrilenler arasında idi. Züheyr bin Râfî: “–Yâ Rasûlallah! Râfî iyi ok atar!” diyerek onun orduya katılmasını istedi. Râfî bin Hadîc hâdisenin devâmını şöyle anlatır: “Ayaklarımda mestlerim vardı. Parmaklarımın ucuna basarak uzun görünmeye çalıştım. Rasûlullah da benim orduya katılmama izin verdi. Semüre bin Cündeb, bana müsâade edildiğini duyunca, üvey babası Mürey bin Sinân’a: «–Babacığım! Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Râfî’ye müsâade etti. Beni ise geri çevirdi. Hâlbuki ben güreşte onu yenebilirim.» dedi. Mürey -radıyallâhu anh-: «–Yâ Rasûlallah! Benim oğlumu geri çevirip Râfî’ye izin verdiniz. Oysa oğlum güreşte Râfî’yi yener.» dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Semüre ile bana: «–Haydi güreşin bakalım!» dedi. Güreştik, neticede Semüre beni yendi. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemona da izin verdi.”[78] Genç sahâbîlerden Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-, Uhud’da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i mü*dâfaa ederken şehîd olmuştu. Bunun üzerine meleklerden biri, Hazret-i Mus’ab’ın sûretine gi*rerek elinden sancağı almıştı. Peygamber Efendimiz ise henüz O’nun şehâdetinden haber*dar olmadığı için sancaktara hitâben: “– ‫ مُصْ َعبُ َيا َت َق َّد ْم‬: İlerle ey Mus’ab!” buyurmuşlardı. Bunun üzerine melek dönüp bakınca onun Mus’ab değil, bir melek oldu*ğunu fark eden Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, mübârek sahâbîsinin şehîd ol*duğunu anlamışlardı. Daha sonra Mus’ab bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın mübârek naaşı bulunmuş, ancak bu sefer de onu saracak bir kefen bulunamamıştı. (İbn-i Sa’d, III, 121-122) Sonunda kısa da olsa bir kefen bulundu. Fakat onunla başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu. Vaziyet Allah Rasûlü’ne bildirildi. Fahr-i Kâinât Efendimiz, mübârek şehîdin başının kefenle, açıkta kalan ayaklarının da Arfec denilen güzel kokulu otlarla örtülmesini emir buyurdu. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 27) {


Müslümanlar Bedir’e gelip yerleştiklerinde, Kureyş, Umeyr bin Vehb ve süvârîlerinden Ebû Üsâme’yi birbiri ardınca İslâm ordusunu teftiş etmek için göndermişlerdi. İslâm ordusunun etrafını dolaşan bu iki gözcü de, yaklaşık şu beyanda bulundular: “–Vallâhi, ne kısır ve iri develer ne atlar ne sayıca çok asker ve ne de büyük bir hazırlık gördüm! Fakat öyle bir cemaat gördüm ki, onlar âilelerine dönüp gitmeyi değil, şehîd olmayı arzu ediyorlar! Kılıçlarından başka kendilerini savunacakları bir şeyleri ve sığınakları da bulunmuyor!” (Vâkıdî, I, 62) { Enes -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre, Bedir’de müşrikler yaklaştığında Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennete girmek üzere ayağa kalkınız!” buyurdu. Ensâr’dan Umeyr bin Hümâm -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallah! Genişliği göklerle yer arası kadar olan cennet mi?” diye sordu. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm-: “–Evet.” buyurdu. Umeyr: “–Ne iyi, ne âlâ!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Niye öyle söyledin?” diye sordu. Umeyr -radıyallâhu anh-: “–Allâh’a yemin ederim ki yâ Rasûlallah, cennet ehlinden olmayı istediğim için öyle söyledim, başka bir maksadım yok.” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Şüphesiz sen cennetliksin.” buyurdu. Umeyr, bu söz üzerine torbasından birkaç hurma çıkartıp onları yemeye başladı. Sonra da: “–Eğer şu hurmalarımı yiyinceye kadar yaşarsam, bu gerçekten uzun bir hayattır.” diyerek elindeki hurmaları attı ve cihâda koştu. Sonra şehîd oluncaya kadar müşriklerle savaştı. (Müslim, İmâre, 145; Ahmed, III, 137) { Tafâve Kabîlesi’nden bir tüccar şöyle anlatır: “Kâfilemizle Medîne’ye gitmiştim. Mallarımızı sattıktan sonra kendi kendime; «Şu zâta (Peygamber Efendimiz’e) bir uğrayayım da kabîleme O’nunla alâkalı haberler götüreyim.» diyerek Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına vardım. Bana bir ev göstererek şöyle buyurdu: «–Şu evde bir kadın oturuyor. Bir İslâm birliği ile gazâya çıkmış, geride on iki keçi ile bir dokuma tezgâhı bırakmıştı. Döndüğünde keçileri ile dokuma tezgâhının kaybolduğunu gördü.


Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk’a; “Yâ Rabbî! Sen’in yolunda sefere çıkan kimseleri hıfz u emânına aldığını bildirmiş, teminat vermiştin. Keçilerim ve tezgâhım kaybolmuş, Sen’den keçilerimi ve tezgâhımı istiyorum.” diye duâ etti… Sabah kalktığında kaybolan keçilerini ve tezgâhını iki kat fazlasıyla buldu. İşte kadın orada, istersen git kendisine sor!» Ben de: «–Sana inanıyor ve Sen’i tasdîk ediyorum, (kadına sormaya gerek yok)!» karşılığını verdim.” (Ahmed, V, 67; Heysemî, V, 277) { Ensâr’dan Selimeoğulları’nın reisi Amr bin Cemûh, topal bir kimse idi. Kendisinin dört oğlu vardı; Allah Rasûlü ile birlikte savaşlara katılırlardı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemUhud Gazvesi’ne çıkacağı sırada Amr da sefere katılmak istedi. Oğulları: “–Sen cihâd ile mükellef değilsin. Allah Teâlâ seni özür sâhibi olarak kabûl etti. Biz senin yerine gidiyoruz.” dediler. Amr -radıyallâhu anh-: “–Siz zâten Bedir günü benim cennete girmeme mânî oldunuz. Vallâhi ben bugün sağ kalsam dahî, muhakkak birgün şehîd olup cennete gireceğim!” dedi. Sonra hanımına da: “–Herkes şehîd olup cennete giderken ben sizin yanınızda oturup duracak mıyım?” diyerek çıkıştı. Hemen kalkanını aldı ve: “–Allâh’ım! Beni âileme geri çevirme!” diye duâ ettikten sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Peygamber Efendimiz’e: “–Oğullarım beni Medîne’de bırakmak istiyorlar. Beni, Sen’inle birlikte savaşa çıkmaktan menediyorlar. Vallâhi, ben şu topal hâlimle cennete ayak basmayı arzuluyorum.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Allah Teâlâ seni mâzur görmüştür. Sana cihâd farz değildir.” buyurdu. Amr -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallah! Siz benim Allah yolunda ölünceye kadar savaşarak şehîd olup şu topal ayağımla cennette yürümemi uygun görmez misiniz?” dedi. Nebiyy-i Muhterem Efendimiz: “–Evet, uygun görürüm.” buyurdu. Oğullarına da: “–Artık babanızı savaştan menetmeyiniz. Umulur ki, Allah ona şehâdet nasîb eder.” buyurdu. Amr kıbleye döndü ve: “–Allâh’ım! Bana şehîdlik nasîb eyle! Beni mahrum ve me’yûs olarak ev halkımın yanına döndürme!” diyerek duâ etti ve cihâda katıldı.


Uhud Harbi’ne iştirâk eden, şehâdet heyecânıyla dolu bu sahâbî, cihâd esnâsında; “Vallâhi ben cenneti özlüyorum.” demiş, netîcede kendisini korumaya çalışan bir oğlu ile birlikte şehîd düşmüştür. Daha sonra Fahr-i Kâinât Efendimiz onun hakkında: “Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Amr’ın cennette topallayarak yürüdüğünü gördüm!” buyurmuştur. (Vâkıdî, I, 264-265; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 208) { Kabîlesinin İslâm’a girmesine önce îtirâz eden, fakat daha sonra da bu hareketine pişman olan Usayram, tepeden tırnağa silâhlanmış bir hâlde Uhud’a, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi ve: “–Yâ Rasûlallah! Sizinle birlikte önce savaşa mı katılayım, yoksa müslüman mı olayım?” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Önce müslüman ol, sonra savaş!” buyurdu. Bunun üzerine Usayram müslüman oldu, sonra savaştı ve şehîd oldu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Az çalıştı, fakat çok kazandı!” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 13; Müslim, İmâre, 144) Yaralıların arasında yatarken, kendisine meraklı nazarlarla bakan*lara son nefesinde: “–Ben müslüman olmak için geldim. Allah ve Rasûlü uğrunda çarpıştım ve yara*landım!” diyordu. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, bu mübârek şehîdi, bir bilmece gibi sahâbîlere sorar: “–Söyleyin bakalım, hayâtında bir kere bile namaz kılmadan cennete giren kişi kimdir?” derdi. İnsanlar cevâbını bilemez, kendisinin söylemesini isterlerdi. Ebû Hüreyre de: “–O, Usayram, yâni Amr bin Sâbit’tir!” derdi. (İbn-i Hişâm, III, 39-40; Vâkıdî, I, 262) { Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anhümâ- şöyle demiştir: “Uhud Harbi’nden önceki gece babam beni yanına çağırdı ve: «–Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîlerinden ilk şehîd edilecek kişinin ben olacağımı sanıyorum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra, benim için geride bırakacağım en kıymetli kişi sensin. Borçlarım var, onları öde. Kardeşlerine dâimâ iyi muâmelede bulun.» dedi.” Diğer bir rivâyete göre, bu îman heyecânını oğluyla da paylaşma arzusunu şöyle dile getirdi: “*–Câbir! Evde himâyeye muhtaç kızlar olmasaydı senin de şehîd olmanı isterdim!..” Câbir -radıyallâhu anh- devamla der ki:


“–Sabahleyin babam ilk şehîd düşen kişi oldu. Bir başka şehîd ile birlikte onu bir kabre defnettim. Sonra onu müstakil bir yere defnetmek istedim. Altı ay sonra onu mezarından çıkardım. Bir de ne göreyim: Kulağı(nın bir kısmı) hâriç, bütün vücûdu kabre defnettiğim günkü gibiydi! Onu yalnız başına bir mezara defnettim.” (Buhârî, Cenâiz, 78) { Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- bir başka rivâyette şöyle anlatır: Bir defâsında ben mahzun bir hâlde iken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile karşılaşmıştım. Bana: “–Seni niye böyle üzgün görüyorum?” buyurdu. “–Babam Uhud’da şehîd oldu. Geriye bakıma muhtaç kalabalık bir âile ve bir hayli de borç bıraktı.” dedim.[79]Bunun üzerine: “–Allâh’ın babanı nasıl karşıladığını sana haber vereyim mi?” buyurdu. Ben de; “–Evet!” deyince sözlerine şöyle devâm etti: “–Allah, hiç kimse ile yüz yüze konuşmaz, dâimâ perde arkasından konuşur. Ancak, babanı diriltti ve onunla perdesiz yüzyüze konuştu: «–Ey kulum, ne dilersen Ben’den iste, vereyim!» buyurdu. Baban: «–Ey Rabbim, beni dirilt, Sen’in yolunda tekrar şehîd olayım!» dedi. Allah Teâlâ Hazretleri: «–Ama Ben daha önce; ölenlerin artık dünyâya geri dönmeyeceklerine hükmettim.» buyurdu.[80] Baban da: «–Ey Rabbim, öyleyse (benim hâlimi) arkamda kalanlara bildir!» dedi. Bu talep üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: «Allah yolunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Bilâkis onlar diridirler; Allâh’ın, lutuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile mesrûr bir hâlde Rableri yanında rızıklara mazhar olmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehîd kardeşlerine de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesini vermek isterler.» (Âl-i İmrân, 169-170)” (İbni Mâce, Mukaddime, 13/190) { Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, ashâb-ı kirâmın Allah yolundaki gayret ve şevkine dâir müşâhedelerini şöyle nakleder:


“Hendek Gazvesi günü, insanların ardından gittim. Arkamdan bir ses geldi. Dönüp bakınca Sa’d bin Muâz ile kardeşinin oğlu Hârise bin Evs’i gördüm. Olduğum yere çöktüm. Sa’d’ın sırtında dar bir zırh vardı, kolları zırhtan dışarı çıkmıştı. Cihâda katılmayı teşvik eden ve ecel geldiğinde ölümün ne kadar güzel olduğunu bildiren bir şiir okuyordu. Annesi ona: «–Evlâdım! Koş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yetiş! Geciktin vallâhi!» diyordu. Ben: «–Sa’d’ın zırhı, parmaklarına kadar bütün vücûdunu örtseydi iyi olurdu.» dedim. Açık kalan kollarından okla vurulabileceği endişesini taşıyordum. Bu sözüme karşılık annesi bana: «–Allah hükmünü yerine getirir (takdîr edilen ne ise ancak o olur)!» dedi. Hakîkaten Sa’d o gün yaralandı.” (Ahmed, VI, 141; İbn-i Hişâm, III, 244) Hazret-i Sa’d -radıyallâhu anh-, yarasının ağır ve öldürücü olduğunu anlayınca: “–Allâh’ım! Eğer Kureyş müşrikleriyle herhangi bir çarpışma daha takdîr ettiysen, beni de o çarpışmada bulunmak üzere sağ bırak! Çünkü Rasûl’üne işkence ve kötülük yapan, O’nu yalanlayan ve yurdundan çıkaran o Kureyş kavmiyle çarpışmayı istediğim kadar, başka hiçbir kavimle çarpışmayı istemiyorum. Eğer bizimle onlar arasındaki çarpışma bu kadarsa, yaramı şehîdliğe vesîle kıl! Beni huzûruna kabul buyur! Kurayzaoğulları’nın cezâlandırıldıklarını görüp sevininceye kadar da canımı alma!” diyerek duâ etti. (Vâkıdî, II, 525; İbn-i Sa’d, III, 423) Sa’d -radıyallâhu anh- duâsını bitirir bitirmez kanı dindi, bir damla bile akmadı. (Tirmizî, Siyer, 29/1582; Ahmed, III, 350) Hazret-i Sa’d, Kurayzaoğulları’nın cezâlandırıldıklarını görünce, yarası tekrar açıldı. Bir müddet sonra o Peygamber âşığı sahâbî, rûhunu şehîden teslîm ederek rahmet-i Rahmân’a nâil oldu.[81] { Tebük Seferi’ne hazırlıkların yapıldığı esnâda ashâb-ı kirâm, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte, Allah yolunda canlarını fedâ edebilme seferberliğine çıkmanın ulvî heyecânını yaşıyorlardı. Ancak ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamıştı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bâzen üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allah Rasûlü ile berâber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler vardı. Onlar da, Allah Rasûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. Bunun üzerine fakirlerin harpten muaf olduklarını bildiren şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “(Ey Rasûlüm!) Kendilerine binek sağlaman için Sana geldiklerinde (Sen); «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.» deyince, infâk edecek bir şey bulamadıkları için kederlerinden gözyaşı döke döke dönen kimselere de herhangi bir mes’ûliyet yoktur!” (et-Tevbe, 92)


Âyet-i kerîmede, Hakk’ın rızâsına kavuşmak ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte olabilmek için teessürlerinden gözyaşı döktüklerinden bahsedilen bu güzîde sahâbîlerin ihtiyaçlarını, İbn-i Yâmin, Hazret-i Abbâs ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhümtedârik ettiler.[82]Bir kısmına da daha sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- binek temin etti. (Buhârî, Megâzî, 78) Seferden muaf oldukları hâlde Allah Rasûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalpleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin mukâbilinde sefere katılma nîmet ve şerefine mazhar oldular. { Tebük Seferi’ne çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâbdan Ebû Zer -radıyallâhu anh- da orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk etmiş ve yaya olarak binbir meşakkatle ordunun ardından yetişmişti. Bunu gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mütebessim bir çehreyle: “–Allah selâmet versin! Ebû Zer yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.” buyurdular. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince ta*hakkuk etmiş ve Ebû Zer -radıyallâhu anh-, gerçekten yalnız yaşamış ve yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000) { Allah yolunda mes’ûl olunan bir gayretten geri kalmak, kişinin mânen helâkine bile sebebiyet verebilir. Nitekim Ebû Hayseme -radıyallâhu anh-, Tebük Seferi’nin zorluğu sebebiyle başlangıçta Medîne’de kalmış, yola çıkan İslâm ordusuna iştirâk etmemişti. Birgün bahçesin*deki çardakta âilesi kendisine mükellef bir sofra hazırlamıştı. Ebû Hayseme bu manzarayı görünce bir an Allah Rasûlü ve ashâbının ne hâlde olduğunu, buna mukâbil kendisinin durumunu düşündü. Yüreği sızladı ve kendi kendine: “–Onlar bu sıcakta Allah yo*lunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım, olacak şey mi?!” dedi. Bu nedâmetle, kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden derhal yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı. Ebû Hayseme’nin geldiğini gören Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun bu davranışından memnun oldu ve: “–Yâ Ebâ Hayseme! Neredeyse helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ etti. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)


{ Birgün Hâris bin Hişâm ile Süheyl bin Amr -radıyallâhu anhümâ-, halîfe Hazret-i Ömer’in yanına gittiler. Onu aralarına alarak oturdular. Bir müddet sonra halîfenin yanına ilk Muhâcirler gelmeye başladı. Her bir Muhâcir geldikçe Hazret-i Ömer; “–Şöyle biraz açıl ey Süheyl! Biraz ileri git de yer ver ey Hâris!” diyerek onları kenara oturtuyordu. Sonra Ensâr gelmeye başladı. Hazret-i Ömer yine Süheyl ile Hâris’e yeni gelen Ensâr’a yer vermelerini söyledi. Öyle ki, onlar insanların en sonuna oturdular. (Hazret-i Ömer, meclisine gelen kişiyi, İslâm’a girmekteki önceliğine ve ihlâsına göre yakınına oturtuyordu.) Hazret-i Ömer’in yanından çıktıklarında Hâris, Süheyl’e: “–Ömer’in bize yaptığını gördün mü?” dedi. Süheyl -radıyallâhu anh- da: “–Onu kınamaya hakkımız yok! Asıl biz kendimizi ayıplayalım. Bu durumu başımıza kendimiz getirdik. O insanlar İslâm’a çağrıldıkları zaman hemen koştular, hiç beklemeden kabul ettiler. Biz çağrıldığımızda ise yavaş davrandık, geri kaldık!” dedi. İnsanlar Hazret-i Ömer’in yanından dağılınca, Hâris ile Süheyl tekrar onun yanına varıp: “–Ey mü’minlerin emîri, bugün yaptıklarını gördük. Ancak şunu da biliyoruz ki, bu durumu başımıza getiren yine biziz. Acabâ bu hatânın telâfisi mümkün müdür?” dediler. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Bunun telâfisi ancak şu şekilde olabilir.” dedi ve Rum tarafındaki cephelere işâret etti. Bunun üzerine onlar da cihâd için çıkıp Şam’a gittiler ve bir daha da dönmediler. (Ali elMüttakî, XIV, 67/37953; Hâkim, III, 318/5227) { Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-’ın oğlu Ebû Bekir, ashâbın Allah yolundaki gayretine güzel bir misâl olan şu muhteşem hâdiseyi nakleder: Babam Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh- düşmanın karşısında durmuş şöyle diyordu: “–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Şüphesiz cennet kapıları kılıçların gölgeleri altındadır.» buyurdu.” Bunun üzerine üstü başı perişan biri ayağa kalkıp: “–Ey Ebû Mûsâ! Bu sözü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- söylerken işittin mi?” diye sordu. Ebû Mûsâ: “–Evet, işittim.” cevâbını verdi. Bunu duyan adam, arkadaşlarının yanına dönüp: “–Sizleri selâmlıyorum!” dedi ve kılıcının kınını kırıp attı. Sonra elinde kılıcıyla düşmanın üzerine yürüdü ve şehîd oluncaya dek düşmanla savaştı. (Müslim, İmâre, 146; Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd, 23/1659)


{ Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh-, Rumlara karşı tertib edilen gazâya katılmıştı. Yolda hastalandı. Vefâtı yaklaşınca asker arkadaşlarına şöyle dedi: “–Şayet ölürsem beni yanınıza alın ve Rum topraklarına doğru gidebildiğiniz en son noktaya götürün. Düşman saflarıyla karşılaşıp (daha fazla ilerleyemez olduğunuzda) beni oraya, ayaklarınızın altına defnedin!..” (Bkz. Ahmed, V, 419, 416) İşte Eyyûb Sultan Hazretleri, hayâtı boyunca Allah yolunda cihâd etmiş, vefâtından sonra da kabriyle ve türbesiyle arkasından gelen İslâm askerlerine hedef göstermek sûretiyle hizmetine devâm etmiştir. { Osmanlı Beyliği, gerçek bir devlet olma husûsiyetini Orhan Gâzi zamanında kazanmıştır. O da babası Osman Gâzi gibi, Anadolu içerisindeki hesaplaşmalardan ziyâde “küffârla gazâ” mefkûresini benimsemişti. Bu yolda gözlerini başta İstanbul olmak üzere tâ ötelere dikmişti. Bunun için kendisine “merzbânü’l-âfâk” (ufukların sâhibi) ünvânı verilmiştir. Bir yerde bir aydan fazla durmayıp i’lâ-yı kelimetullah yolunda sürekli cihâd üzere bir hayat yaşadığı bilinmektedir. Bununla birlikte O: “Mürüvvet, gazâdan efdaldir!” diyerek asıl fethi gönüllerde tecellî ettirmeyi tercîh ediyordu. { Özdemiroğlu Osman Paşa, Allâh için gayret etmiş, büyük başarılar elde etmişti. III. Murad Han, Paşa’nın muvaffakıyet dolu hizmetlerine bir mükâfât olarak onu kendisine sadrâzam yaptı. Özdemiroğlu Osman Paşa, bu vazifede yaklaşık dört ay hizmet ettikten sonra Kırım’ın karışması üzerine kendi isteği ile tekrar serdâr oldu. Bu sırada Kırım’daki isyânın bastırıldığı haberinin gelmesi üzerine bir hatt-ı hümâyûn ile doğu serdarlığına tâyin edildi. Ecdâdımız makam ve mevkîden ziyâde Allah rızâsının nerede daha çok olduğuna bakıyordu. Özdemiroğlu da sadrâzam olduğu hâlde kendi isteğiyle tekrar cepheye gitmiş, Allah yolunda cihâd ederken şehîdlik mertebesine yükselerek Rabbine kavuşmuştur. { Gençliklerinde, kuvvetleri yerindeyken, savaş meydanlarında düşmana karşı kılıç sallayarak hizmet eden yeniçeriler, artık sakallarına ak düşüp de kılıç sallayacak dermanları kalmadığı zaman, sırtlarında meşin bir su kırbası ve ellerinde kalaylı bir tasla sokak sokak gezer, Kerbelâ’da bir yudum suya hasret bırakılarak şehîd edilen Hazret-i Hüseyin -radıyallâhu anhiçin su dağıtıp sevap kazanmaya çalışırlar, “Hasaneyn’in (Hazret-i Hasan ve Hüseyin’in) rûhu için” diyerek, susayanlara su ikrâm ederlerdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgili torunu Hazret-i Hüseyin’in yürek dağlayan hâtırası, iştahla içilen her yudum suyun ardından tâzîz edilir ve onun mübârek dudaklarından


esirgenen birkaç yudum su, o günden beri dünyanın dört bir yanında bütün susayanlara ikrâm edilirdi.[83] { Yüksek tahsil talebesi olan zâbit Muzaffer, Çanakkale Harbi’nin sürüp gitmesi üzerine ihtiyâca binâen gönüllü olarak ordu saflarına katılmıştı. Üç aylık bir tâlimden sonra Çanakkale’ye sevk edildi. Ancak harp bitmişti. Birliklerin büyük bir kısmı doğu cephesine sevk edilecekti. Bunun için de harpte yıpranmış olan nakil araçlarının lastik vs. ihtiyaçlarının giderilmesi gerekiyordu. Bu iş için, İstanbullu zâbit Muzaffer vazifelendirilmişti. Zâbit Muzaffer, elindeki tezkere ile derhal İstanbul’a gitti. Aradığı malzemeleri bir yahûdî tüccarında bularak erkân-ı harbiye kaymakamına çıktı. Fakat kaymakam, maddî imkânsızlıklar sebebiyle askerin ayağına postal, sırtına kaput bulamadıkları gerekçesiyle istenilen meblâğı veremeyeceklerini söyledi. Kaymakamın yanından mahzun bir şekilde ayrılan zâbit Muzaffer, ne yapacağını bilemez bir hâldeydi. Birliğine eli boş olarak nasıl dönebilirdi? Cephede çekilen sıkıntıları düşünerek sonunda kararını verdi ve yahûdî tüccarın yanına varıp, siparişlerini hazırlamasını, sabah namazından sonra almaya geleceğini ve parasını da o zaman ödeyeceğini bildirdi. O gece, sabaha kadar çalışarak bir yüz liralık kağıt para hazırladı. İlk bakışta anlaşılamayacak kadar aslına benzeyen bir kağıt paraydı bu… O zamanlar kağıt paraların üzerinde: “Bedeli Dersaâdet’te altın olarak tesviye olunacaktır.” ibâresi yazılırdı. Zâbit Muzaffer de, kendi hazırladığı yüz liralığın üzerine: “Bedeli Çanakkale’de altın olarak tesviye olunacaktır.” yazdı. Sabahleyin erkenden yahûdî tüccardan mallarını aldı ve bu parayı vererek bir gemiyle Çanakkale yolunu tuttu. Üç gün sonra yahûdî tüccar, elindeki parayı bozdurmak için Osmanlı Bankası’na gittiğinde, mesele ortaya çıktı. Para sahte idi. Paranın üzerinde kasdedilen altın ise, Çanakkale’de dökülen ve altından daha kıymetli olan şehîd kanlarıydı. Her nedense yahûdî, bu duruma sükût etti ve hiçbir aksülamelde bulunmadı. Ancak hâdise, bütün İstanbul’a yayıldı ve bundan Şehzâde Abdülhalim Efendi’nin de haberi oldu. Şehzâde, derhal alâka gösterdi. Taklit parayı, yahûdîden bedeli olan altını vererek aldı ve bunu zarif bir mahfaza içinde emniyet müzesine hediye etti. { Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’ın: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine kulluk et!” (el-Hicr, 99) buyruğuna ittibâ ile, son nefesimize kadar Allah yolundaki gayretlerimizi artırarak sürdürmeliyiz. Çünkü bu dünya


kazanma yeri, âhiret ise karşılık görme mekânıdır. Dünyadayken amel defterlerimizi ne kadar hayrât ve hasenât ile doldurabilirsek ebedî hayatta o kadar mes’ûd oluruz. Bununla birlikte yaptığımız hayırlara, kazandığımızı düşündüğümüz ecirlere de hiçbir zaman güvenmemeliyiz. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın mağfireti, fazlı ve rahmeti, kulların biriktirdiği şeylerden daha hayırlıdır.[84]Bu da kalbin her zaman Allâh ile beraber olmasına ve ihlâslı gayretlere bağlıdır. d. Allah Yolunda Fedâkârlık

d. Allah Yolunda Fedâkârlık Muhabbetin en bâriz alâmeti fedâkârlıktır. Bir sevginin büyüklüğü, sevilen uğrunda yapılan fedâkârlıkla ölçülür. Seven, sevdiği uğruna her şeyini kolayca fedâ ederek bu yolda karşılaştığı bütün meşakkatlere katlanır. Allâh’a ve dînine muhabbet besleyen mü’minlerin de, Allah yolunda her türlü imkânlarından, farz olan mükellefiyetlerinin dışında da infakta bulunmaları ve bu uğurda bâzı meşakkatlere katlanmaları lâzımdır. Zâten Allah Teâlâ’nın lutfettiği nîmetlerin sarf edilebileceği en fazîletli yer, yine Allah yoludur. Mevlânâ Hazretleri şöyle buyurur: “Mal ile beden, kar gibi erir, gider. Fakat onlar, Allah yolunda harcanırsa, Allah onlara alıcı olur. Kur’ân’da; «Allah, cennet karşılığında mü’minlerden canlarını ve mallarını satın aldı…» (et-Tevbe, 111) buyrulmuştur.” Cenâb-ı Hakk’ın satın aldığı bir şey de eriyip zâil olmaktan kurtularak büyük bir kıymet ve şeref kazanır. Yüce Rabbimiz, bilhassa zor zamanlarda kullarından fedâkârlık beklemektedir. Kulların bu fedâkârlıklarını da Kur’ânî ifâdeyle; «Karz-ı hasen: Allah yolunda verilen güzel bir borç» sayarak karşılığını kat kat fazlasıyla ödemeyi va’detmektedir. Fedâkârlık, kâmil mü’minlerin şiârıdır. Yine fedâkârlık, kulu Rabbine yaklaştıran en müstesnâ insanlık cevheridir. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, Allâh’ın rızâsına nâil olabilmemiz için ihlâs ve samîmiyetle fedâkârlıkta bulunmamız emredilmektedir. Fedâkâr bir mü’min, bütün güzel sıfatları kendisinde cem eder. Fedâkâr bir mü’min; cömert, merhametli, mütevâzı, hizmet ehli ve ruhlara ebedî hayat aşısı yapan bir gönül doktorudur. Fedâkâr bir mü’min, îsar ehlidir, yâni kendisi de muhtaç olduğu hâlde, mü’min kardeşlerini kendisine tercih ederek elindeki imkânları onlara devretme fazîletini gösterebilen kimsedir. Yine fedâkâr bir mü’min, Allah yolundaki her hizmeti muhabbet ve şefkatle îfâ eden bir ümit ve îman menbaıdır. O, ruhlara huzur bahşeden her gayretin ön safında yer alır. Yine o,


sözleri, davranışları ve örnek ahlâkı ile dâimâ Allâh’ın rızâsını talep hâlindedir. O, dertlinin, muzdaribin yanında, kimsesizlerin ve ümitsizlerin başucundadır.

Bize örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kirâm, yaşlısı ve genciyle Allah ve Rasûlü’nün muhabbetini kalplerine yerleştirmiş ve bu uğurda büyük fedâkârlık numûneleri sergilemişlerdir: Nitekim genç sahâbîler, Peygamber Efendimiz’in tebliğ mektuplarını taşıma şerefine ermek için âdeta birbirleriyle yarışmışlardır. Allah Rasûlü’nün bir arzusunu yerine getirebilmek uğruna her türlü fedâkârlığı göze alıp hiçbir mâzeret öne sürmeden, canla başla hizmete tâlip olmuşlardır. Sarp dağlar ve ıssız çöller aşarak gittikleri diyarlarda, cellâtların arasından geçip kralların huzûrunda Allah Rasûlü’nün mektubunu büyük bir îman cesareti ile okumaları, onların Allah ve Rasûlü’ne duydukları engin muhabbetin bâriz bir tezâhürüdür. Mevlânâ Hazretleri, Divân-ı Kebîr’inde ne güzel buyurur: “Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci mercan da nedir, bir sevgiye harcanmadıktan, bir Güzel’e fedâ edilmedikten sonra?!” Yâni insanın canı ve malı, Allah yolunda fedâ edildiğinde ve Allah Teâlâ’ya cennet karşılığında satıldığında büyük bir değer kazanmaktadır. Aksi takdirde israf ve hebâ edilen kıymetler hükmüne girmektedir. Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tebliğe ilk başladığında kendisine teklif edilen mal, makam ve nefse hoş gelecek bütün vaatleri hiç tereddüd göstermeden reddetmiş ve Allâh’ın dînini bütün meşakkatlere rağmen insanlara ulaştırmaya devâm etmiştir. Evini,[85]malını ve bütün imkânlarını bırakarak doğup büyüdüğü vatanından çıkmış ve Allah yolunda hicret etmiştir. Ayrılırken Hazvere ismi verilen yerde durup Mekke’ye bakmış ve hüzünle: “Sen, Allah katında beldelerin en sevgili olanısın. Çıkarılmış olmasaydım, senden çıkmazdım. Senden başka bir yeri yurt tut*maz, yuva kurmazdım…” buyurmuştur. (Ahmed, IV, 305; Tirmizî, Menâkıb, 68/3925) Medîne-i Münevvere’de maddî imkânsızlıklar içinde, başını eğerek girdiği küçücük odasında hayâtını devâm ettirmiştir. Vefâkârlığın da zirvesini yaşayan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Mekke-i Mükerreme’yi fethettiği hâlde, Allâh’a ve kendisine en sevgili olan bu mukaddes beldeye, Ensâr-ı kirâm’ı üzmemek için tekrar dönmemiştir. On senelik Medîne hayâtına Allâh’ın dînini yaymak için 13 gazve ve 21 seriyye sığdırmış olması, O’nun nasıl bir gayret ve fedâkârlık içinde yaşadığını göstermeye kâfîdir.


{ Allah yolunda maldan ve candan fedâkârlık, cennete girebilmek için gerekli iki mühim şarttır. Bunu şu rivâyet açıkça ortaya koymaktadır: Beşîr bin Hasâsiyye -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at etmek için geldim. Bana, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in de O’nun kulu ve Rasûlü olduğuna şehâdet etmemi, namaz kılmamı, zekât vermemi, İslâm üzere haccetmemi, Ramazan orucunu tutmamı ve Allah yolunda cihâd etmemi şart koştu. Ben de şöyle dedim: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Vallâhi bunlardan ikisine gücüm yetmez. Onlar da cihad ve sadakadır. İnsanlar cihaddan kaçan kimseye Allâh’ın gazab ettiğini söylüyorlar. Ben ise cihad meydanına gelince nefsimi ölüm korkusu kaplayıp kaçmaktan endişe ediyorum. Sadakaya gelince, benim malım küçük bir koyun sürüsü ve on deveden ibârettir. Onlar da ehlimin maîşet kaynağı ve binek hayvanlarıdır.” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimi tuttu, salladı ve şöyle buyurdu: “–Cihad yok, sadaka yok, peki o hâlde nasıl cennete gireceksin?!” Bunun üzerine: “–Yâ Rasûlallah! Bey’at ediyorum.” dedim ve Allah Rasûlü’ne, koştuğu bütün şartlar üzerine bey’at ettim. (Ahmed, V, 224) { Fedâkârlık husûsunda zirve şahsiyetlerden biri de Hazret-i İbrâhim -aleyhisselâm-’dır. O, mü’minlerin hayrına vakfederek bütün malını, ateşe atılmak sûretiyle canını ve kurban etmeye götürerek oğlunu Allah yolunda göz kırpmadan fedâ edebilmiştir. Böylece Cenâb-ı Hak tarafından: “Çok vefâkâr olan (ahdine vefâ gösteren) İbrâhim.” (en-Necm, 37) diye medhedilmiştir. { İslâm’ın ilk yıllarında Mekkeli müşrikler ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Müslümanlara yaptıkları zulüm, işkence, baskı ve eziyetleri günden güne artırıyor, Mekke’de hayâtı tahammül edilmez hâle getiriyorlardı. Bunun üzerine diğer müslümanlar gibi Hazret-i Ebû Bekir de hicret etmek üzere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den izin istemiş ve Habeşistan’a doğru yola çıkmıştı. Bir-iki gün yol aldıktan sonra Kâre Kabîlesi’nin reisi İbn-i Değine ile karşılaştı. İbn-i Değine:


“–Ey Ebû Bekir! Senin gibi bir zât ne yurdundan çıkar ne de çıkarılır. Vallâhi, sen kavminin ve kabîlenin zînetisin! İyilik yapar, akrabâlarını koruyup gözetirsin. İşini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın! Geri dön, sen benim himâyemdesin.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir de İbn-i Değine ile birlikte Mekke’ye geri döndü. Mekke’ye girdiklerinde, İbn-i Değine bu himâyesini bütün Kureyşlilere îlân etti. Buna karşılık Kureyşliler, İbn-i Değine’ye bâzı şartlar ileri sürdüler: “–Ebû Bekir’e söyle, Rabbine ibâdetini evinde yapsın! Orada istediği kadar namaz kılsın, Kur’ân okusun, fakat evinden başka yerde açıktan namaz kılıp Kur’ân okuyarak bizi rahatsız etmesin! Çünkü biz onun, kadınlarımızı ve çocuklarımızı (kendi dînine) meftûn etmesinden endişeleniyoruz.” dediler. İbn-i Değine, müşriklerin bu isteklerini Hazret-i Ebû Bekir’e söyledi. O da kabul etti. Evinin önünde bir namazgâh edindi. Orada namaz kılıp Kur’ân okumaya başladı. Rikkat-i kalbiyye sâhibi, yufka yürekli bir zât olduğu için, Kur’ân-ı Kerîm’i okurken hüzünlenir, gözyaşlarına mânî olamazdı. O, Kur’ân-ı Kerîm okurken müşriklerin çocukları ve kadınları etrafında toplanıp hayran hayran dinlemeye başladılar. Bu hâl, Kureyş müşriklerini korkuttu. Bunun üzerine İbn-i Değine’ye mürâcaat ederek, Hazret-i Ebû Bekir’i böyle yapmaktan menetmesini veya üzerindeki himâyesini kaldırmasını istediler. O da: “–Ey Ebû Bekir! Ya evinde oturup sesini çıkarma ya da benim himâyemden çıktığını îlân et.” dedi. Bunun üzerine Ebû Bekir Sıddîk -radıyallâhu anh-, Allâh’a tevekkül ederek şu teslîmiyet dolu cevâbı verdi: “–Himâyeni sana iâde ediyorum. Bana Allâh’ın himâyesi kâfîdir.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 45; İbn-i Hişâm, I, 395-396)

Onlar, Allah yolunda yürüyebilmek için her şeyi göze almışlardı. Vatanlarını, mallarını, akrabâ ve dostlarını terk ederek hicret etmişlerdi. Allâh’a sığınarak, başlarına gelen her türlü meşakkati büyük bir fedâkârlık ve tahammülle karşılamışlardı. { Fedâkârlığı, asıl gerekli olduğu zamanda yapmak çok mühimdir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz, İslâm’ın ilk günlerinde, îmân eden, pek çok fedâkârlıklara katlanan ve hicret ederek Allâh’ın dînine yardımcı olan sahâbîlerine büyük bir vefâ göstermiş, onları hep üstün tutmuştur. Şu rivâyet ne kadar ibretlidir: Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında oturuyordum. Hazret-i Ali ile Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh- gelip huzûruna girmek için izin istediler… Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“–Niçin geldiler biliyor musun?” diye sordu. “–Hayır, bilmiyorum!” dedim. “–Ama ben biliyorum.” buyurdu. İzin verdi, onlar da içeri girdiler: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ehlinden Sana en sevgili kimdir, sormaya geldik!” dediler. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Fâtıma bint-i Muhammed.” buyurdu. Onlar: “–Yâ Rasûlallah! Âilenin hâricindeki yakınlarından en fazla kimi seviyorsun?” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ehlimin bana en sevgili olanı, Allâh’ın kendisine nîmetler lutfettiği ve benim de ikramda bulunduğum Üsâme’dir.” buyurdular. “–Pekâlâ sonra kimdir?” dediler. “–Sonra Ali bin Ebî Tâlib’dir!” buyurdular. Bunun üzerine amcası Abbâs -radıyallâhu anh-: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Amcanı en sona bıraktın!” dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz de: “–Çünkü Ali hicrette seni geçti, senden önce davrandı!” buyurdu. (Tirmizî, Menâkıb, 40/3819) { Suheyb er-Rûmî -radıyallâhu anh- Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kavuşmak için hicret ederek Mekke’den çıktığında Kureyş’ten bir grup onu yakalamak ve Mekke’ye geri götürmek üzere peşine düşmüştü. Suheyb -radıyallâhu anh- tâkip edildiğini fark edince devesinden inip mevzilendi. Sadağından bir ok çıkarıp yayına yerleştirdi ve bekledi. Kureyşliler bir ok atımı mesâfeye gelince onlara seslendi: “–Ey Kureyş cemaati! Biliyorsunuz ki sizin en iyi okçunuz benim. Siz bana ulaşamadan sadağımdaki bütün okları üzerinize yağdırırım, sonra kılıcımı çeker ve parçalanıncaya kadar sizinle vuruşurum. Ancak ondan sonra bana istediğinizi yapabilirsiniz. Ama bunun yerine isterseniz size Mekke’de bıraktığım malların yerini söyleyeyim, onları alın ve karşılığında yolumu açın.” dedi. Onlar da bu teklifi kabûl ettiler.[86] Daha sonra Suheyb -radıyallâhu anh- vakit kaybetmeden Medîne’ye doğru yola çıktı. Allah Teâlâ da Medîne’de Rasûlü’ne: “İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allâh’ın rızâsını kazanmak için kendini ve malını fedâ eder (Allâh’ın rızâsı uğruna gerektiğinde bütün şahsî menfaatlerini terk eder). Allah, kullarına karşı Raûf’tur (çok şefkatlidir).” (el-Bakara, 207) âyetini inzâl buyurdu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Suheyb’i görünce:


“–Alışverişin kârlı çıktı ey Suheyb!” müjdesini verdi. Suheyb -radıyallâhu anh- ise: “–Yâ Rasûlallah! Yolda beni geçip Size haberimi ulaştıracak kimse olmadığına göre başıma gelenleri Size ancak Cebrâîl -aleyhisselâm- bildirmiştir.” dedi. (Hâkim, III, 450-452) { Muâz bin Amr -radıyallâhu anh- Bedir’deki bir hâtırasını şöyle anlatır: “Ebû Cehil’i kılıçtan geçirdiğimde onun oğlu İkrime de bana bir kılıç vurup kolumu kesti. Elim derime asılı kaldı. Gün boyunca elim arkamda sürünerek savaşmaya devâm ettim. Bu hâldeyken çarpışmakta zorlanıyordum. Beni iyice rahatsız edince de üzerine ayağımla bastım ve onu koparıp attım!” (İbn-i Hişâm, II, 275-276) Bu, Allah yolunda yapılan fedâkârlığın zirve misallerinden biridir. Cihâdına mânî olan yaralı bir eli dahî istemeyen mübârek sahâbî, onu fedâ ederek îman heyecanı ile hizmetine devâm etmiştir. { Mus’ab bin Umeyr, zengin ve şerefli bir âileye mensuptu. En güzel elbiseleri o giyer, en güzel ve en pahalı kokuları da o kullanırdı. Güzelliği ile dillere destan olduğu için Mekke’nin kızları hep onun peşinde gezerdi. Ama o, bütün bunları fedâ ederek Allah yoluna baş koydu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Biz Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte mescitte oturuyorduk. Mus’ab bin Umeyr çıkageldi. Üzerindeki, kürk parçalarıyla yamanmış hırkasından başka bir şeyi yoktu. Allah Rasûlü, Mus’ab’ı görünce, onun Mekke’de nîmetler içindeki hâliyle şimdiki hâlini düşündü ve gözyaşlarına hâkim olamayarak ağladı. Sonra da şöyle buyurdu: “–Birinizin sabahleyin ayrı, öğlenden sonra ayrı güzel elbise giydiği, önüne bir tabağın konup ötekinin kaldırıldığı, evlerinizi Kâbe’nin örtüldüğü gibi örtülere büründürdüğünüz (yâni dünyâ lezzetlerinin önünüze serildiği) zaman hâliniz nice olur?!” “–Ey Allâh’ın Rasûlü, tabiî ki o gün hâlimiz bugünkünden daha iyi olur. Çünkü o zaman (bugünkü sıkıntılarımız ve) geçim derdimiz olmaz, kendimizi tamâmen ibâdete veririz.” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bilâkis bugün siz, o günden daha hayırlı durumdasınız.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 35/2476) { “Ağniyâ-i şâkirîn”den, yâni şükür ehli zenginlerden olan Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh-’ın oruçlu olduğu birgün, iftar sofrasına birkaç çeşit yemek konulmuştu. O, bundan müteessir oldu ve gözyaşları içinde şöyle dedi:


“–Mus’ab bin Umeyr, Uhud savaşında şehîd edildi. O benden daha fazîletli idi. Ama kefen olarak bir hırkadan başka bir şeyi yoktu. Onunla da başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Şimdi ise bize dünyâlık olarak her şey verildi. Doğrusu hayırlarımızın karşılığının dünyada verilmiş olmasından korkuyorum. (Acaba kazandığımız ecirler âhiretten tenkis edilip bu dünyâda mı veriliyor?!)” Abdurrahman bin Avf -radıyallâhu anh- bu sözlerinin ardından, mahzun bir şekilde sofrayı terk etti. (Buhârî, Cenâiz, 27) { Abdullah bin Sehl ile kardeşi Râfî -radıyallâhu anhümâ-, Uhud’da Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte savaşmışlar ve yaralı olarak Medîne’ye dönmüşlerdi. Allah Rasûlü’nün düşmanı tâkip için müslümanları çağırdığını işittikleri zaman: “–Vallâhi bir binitimiz yok, yaramız da ağır. Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bulunduğu bir seferi de kaçırmak istemeyiz.” diyerek hemen yola çıktılar. Yarası diğerine göre hafif olan, ağır yaralı olanın kâh yürümesine yardım etti, kâh onu sırtında taşıdı. Böylece, Âlemlerin Efendisi’nden ayrılmamış oldular. (İbn-i Hişâm, III, 53) Onlar gibi böylesine büyük fedâkârlıklar sergileyen daha pek çok sahâbî vardı. Cenâb-ı Hak, bu mübârek sahâbîleri iltifât-ı ilâhîsine mazhar kılarak şöyle müjdeledi: “Yara aldıktan sonra yine Allâh’ın ve Peygamber’in çağrısına uyanlar, (bilhassa) içlerinden iyilik yapanlar ve takvâ sâhibi olanlar için pek büyük bir mükâfât vardır.” (Âl-i İmrân, 172) { Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere «Zâtü’r-Rikâ» ismi verildi.” Bu hadîsi nakleden Ebû Bürde diyor ki: “Ebû Mûsâ el-Eş’arî bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve; «Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim.» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allâh için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü.” (Buhârî, Meğâzî, 31) İşte ashâb-ı kirâmın hâlet-i rûhiyesi: Hem fedâkâr, hem mütevâzı, hem de ihlâs ve takvâ sâhibi… { Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:


“Biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile beraber bir seferde idik. Derken bir ara askerlerin azığı tükendi. Bindikleri hayvanlardan bâzısını kesmek istediler. Hazret-i Ömer radıyallâhu anh-: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben cemaatin geri kalan yiyeceklerini toplasam da Siz onlar üzerine, bereketlenmeleri için duâ ediverseniz daha iyi olmaz mı?» dedi. Efendimiz de öyle yaptı. Buğdayı olan buğdayını, hurması olan hurmasını, (hurma) çekirdeği olan da çekirdeğini getirdi.” Orada bulunanlar Ebû Hüreyre Hazretleri’ne büyük bir hayretle: “–Çekirdekle ne yapıyorlardı?” diye sordular. O mübârek sahâbî: “–İnsanlar onu emiyor, üzerine de su içiyordu.” dedi ve hâdisenin devâmını şöyle anlattı: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâ buyurdu. Yiyecekler öyle bereketlendi ki herkes azık kaplarını doldurdu. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ilâhî ikram karşısında: «–Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve ben O’nun Rasûlü’yüm. Bu iki hususta şüpheye düşmeden Allâh’a kavuşan kimse cennete gidecektir.» buyurdu.” (Müslim, Îman, 44) Allah yolunda büyük fedâkârlıklar yapan ashâb-ı kirâm, o esnâda varlık ve bolluk içinde değildi. Bilâkis yiyecek hurma bile bulamıyor, hurmanın çekirdeğini emerek açlığını gidermeye çalışıyordu. Onlar fedâkârlıklarını bu hâldeyken yapıyorlardı… { Ebû Ahmed bin Cahş, Ebû Süfyân’ın damadı idi. Kadın-erkek bütün Cahş âilesi Mekke’deki evlerini barklarını bırakıp Medîne’ye hicret ettikleri zaman Ebû Süfyân, yakınları olmasına rağmen, evlerine elkoymuştu. Ebû Süfyân, damadı Ebû Ahmed’in evini Amr bin Alkame’ye dört yüz dinara sattı. Ebû Ahmed, bunu haber alınca, söylediği bir şiirle Ebû Süfyân’ı kınadı. (İbn-i Hişâm, II, 79; Ezrakî, Ahbâru Mekke, II, 244, 245) Bu zât, hicret edenlerin sonuncusuydu. Gözleri görmüyordu. Hicrete niyetlendiğinde Ebû Süfyân’ın kızı olan hanımı buna râzı olmadı. Zîrâ hanımı, onun Peygamber Efendimiz’in bulunduğu Medîne’ye değil de başka bir yere gitmesini istiyordu. Bunun üzerine o da gizlice hicret etti ve Medîne-i Münevvere’ye gelerek Allah Rasûlü’nün huzûruna çıktı. (Heysemî, VI, 63) Mekke-i Mükerreme fethedildiğinde, Peygamber Efendimiz fetih hutbesini îrâd edip bitirdiği zaman, Ebû Ahmed Mescid-i Harâm’ın kapısında, devesinin üzerinde: “–Allah aşkına ey Abdimenâfoğulları! Sizinle olan ahdimize riâyet ediniz. Allah aşkına ey Abdimenâfoğulları! Evimi bana geri veriniz!” diyerek yüksek sesle hitâb etmeye başladı.


Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-, hemen Hazret-i Osman’ı yanına çağırdı. Kulağına eğilip gizlice bir şeyler söyleyerek onu sevindirdi. Hazret-i Osman da Ebû Ahmed’in yanına vardı ve onu sevindirdi. Ebû Ahmed devesinden indi, insanlarla birlikte oturdu. Kendisinin, Allâh’a kavuşuncaya kadar, bir daha bu evden bahsettiği duyulmadı. (Vâkıdî, II, 840; İbn-i Sa’d, IV, 102) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, aynı gün onu elinden tutarak bir müddet dolaştırmış ve o da şu mealdeki şiiri okumuştur: “Mekke çok güzel bir vâdidir. Ben orada yardımcım olmasa dahî dolaşabilirim. Orada ziyâretime gelen çok olur. Benim kazıklarım Mekke’de çakılıdır.” (Heysemî, VI, 64) Ebû Ahmed’e: “–Sana Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne söyledi?” diye sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: “–Rasûlullah Efendimiz; «Sabredersen, senin için hayırlı olur. Bu evine karşılık, sana cennette bir köşk var!» buyurdu. Ben de; «–Sabrederim!» dedim.” (Ezrakî, Ahbâru Mekke, II, 245) Ebû Ahmed’in hâne halkı da: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Ahmed’e; «Evine karşılık, sana cennette bir köşk var!» buyurdu.” demişlerdir. (Vâkıdî, II, 841; İbn-i Sa’d, IV, 102) Müslümanların şiârı; son nefese kadar hep fedâkârlık… Malından, canından, evinden barkından, velhâsıl bütün imkânlarından… { Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehîd olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullah el-Müzenî -radıyallâhu anh- idi. Babası öldüğünde ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası, onu yanına alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullah müslüman olmak istemişse de, müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü zaman Abdullah, amcasına: “–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu ettiğini göremiyorum! Bâri benim müslüman olmama izin ver!” dedi. Amcası: “–Eğer sen Muhammed’e tâbî olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana verdiğim herşeyi geri alırım!” dedi. Abdullah -radıyallâhu anh- büyük bir fedâkârlık misâli sergileyerek: “–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.


Amcası, elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullah -radıyallâhu anh-, elbisesiz olarak annesinin yanına gitti. Annesi, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullah, onun yarısını belinden aşağısına, yarısını da belinden yukarısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allah Rasûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki her türlü engel, gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Allah Rasûlü’nün huzûruna çıkamayacağını düşündü. Buna rağmen Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescitte yattı. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince: “–Sen, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’sin! (Çifte çul/kilim sâhibi Abdullah’sın.) Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu. Abdullah -radıyallâhu anh- Suffe’de kalıyor ve Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Bir müddet sonra Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreyi okuyup ezberlemişti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onun hakkında: “O, Allâh’a ve Allâh’ın Rasûlü’ne hicret ederek çıkıp gelmiştir! O, evvâh’lardandır, yâni Allâh’a çokça yalvaran ve Allah aşkıyla yanıp tutuşan biridir!” buyurarak iltifatta bulunmuştur. Çünkü o, Kur’ân okurken Allâh’ı çokça zikreder ve yanık terennümlerle içli duâlar ederdi. Allah Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ısrarla duâ talep etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ etti. Abdullah -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallah! Ben öyle istememiştim!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sen Allah yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehîdsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olsa, şehîdlik için sana yeter!” buyur*du. Gerçekten onun şehâdeti, mûcizevî bir şekilde Allah Rasûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti; hummâya tutulup Hakk’ın rahmetine kavuştu. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, biri Peygamberlerin Seyyidi, ikisi de Allah ve Rasûlü’nün dostu üç kişi, bir


meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Bu üç kişi; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- idi. Taşıdıkları cenâze ise Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh- idi. Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor: “Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. Bir de ne göreyim: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, Abdullah Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kazılan kabre indi. Hazret-i Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ- cenâzeyi Efendimiz’e vermek için hazırladılar. Allah Rasûlü: «–Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu kabre yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti: «–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…» Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an: «–Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 227) İşte Allah yolunda gösterilen muhteşem bir fedâkârlık ve bu fedâkârlığa karşı sergilenen nebevî iltifat, muhabbet ve vefâ… Hiç şüphesiz her bir mü’min, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Abdullah Zü’l-Bicâdeyn’e gösterdiği muhabbet ve alâkaya gıptayla bakar. Bu iltifâta lâyık olmanın yolu ise, Allah yolunda ihlâs ve samîmiyetle bâzı fedâkârlıklarda bulunabilmektir. Allah yolundaki fedâkârlıklar, insanı böylesine ulvî bir şerefe nâil eyler. { Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü, Allah Rasûlü ile ashâbının kâ’bına varılmaz fedâkârlıklarını ne güzel ifâde etmektedir: “Ensâr’ı sevmeyen, mü’min değildir! Onların haklarını bilmeyen, mü’min değildir. Allâh’a yemin ederim ki onlar, atın yavrusunu îtinâ ile beslediği gibi kılıçlarıyla, dilleriyle ve cömertlikleriyle İslâm’ı yücelttiler. Mekke’de Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem, hac mevsimlerinde çıkıp hacca gelen câhil Arap kabîlelerini Allâh’ın dînine dâvet ediyordu. Onlardan hiçbiri Hazret-i Peygamber’e icâbet etmedi ve onun dâvetini benimsemedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yorulmadan ve bıkmadan Mecenne ve Ukaz panayırlarına, Mina’da kabîlelerin bulunduğu yerlere gidiyor, onlarla yüzyüze görüşüyordu. Bunu her sene tekrarlıyordu. Hattâ bâzı kabîleler O’na: «–Bizden ümit keseceğin vakit hâlâ gelmedi mi?» diyordu.


Bu da Hazret-i Peygamber’in onlara çokça giderek; «Beni muhâfaza ediniz ki Allâh’ın dînini tebliğ edeyim.» demesinden ve İslâm’ı tekrar tekrar anlatmasından ileri geliyordu. Bu durum Ensâr’dan bir kabîlenin Allâh’ın hidâyetine mazhar olmasına kadar devâm etti. Hazret-i Peygamber Ensâr’a İslâm’ı arz etti. Onlar da kabul ettiler ve bu hususta süratle hareket ettiler, Hazret-i Peygamber’i bağırlarına bastılar, yardım ettiler ve sıkıntılarını gidermeye çalıştılar. Allah onlara hayırlı mükâfatlar versin! Biz onların memleketine vardık. Onlarla beraber evlerinde kaldık. Onlar bizi misâfir etmek için bâzen kavga bile ederlerdi. Hattâ bizim için kurâ çekiyorlardı. Öyle ki daha sonraları biz onların mallarında tasarruf etmek husûsunda onlardan daha yetkili kılındık. (Yâni hilâfet muhâcirlere verildi.) Bundan dolayı da hiç rahatsız olmadılar. Sonra canlarını Peygamber’leri uğruna fedâ ettiler. Salât ve selâm Hazret-i Peygamber’le beraber onların üzerine olsun!”[87] { Allah yolunda yapılabilecek en mühim fedâkârlıklardan biri de mü’minlerin selâmeti için gerektiğinde makam ve mevkîden ferâgat edebilmektir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in torunu Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-, halîfeliği altı ay îfâ ettikten sonra, ümmetin bölünüp parçalanmaması için onu Muâviye’ye devretmiştir. Böylece mü’minler arasındaki siyâsî çekişmelerin önüne geçmiş ve büyük kitlelerin birbirleriyle çarpışarak kan dökmelerine mânî olmuştur. { Bu hususta güzel bir misâl de şöyledir: Osman Gâzi’nin vefâtı üzerine, ahîler ve beyliğin ileri gelenleri tarafından desteklenen ve an’aneye göre de tahta geçmesi gereken Alâaddin Bey, kardeşi Orhan Bey’i kendisine tercih etmiş ve şöyle demiştir: “–Kardeşim! Atamızın duâsı ve himmeti seninledir. O hayatta iken ordunun komutasını sana vermişti. Dolayısıyla beylik sana âittir.” Bu büyük îsar ve fedâkârlığı gösteren Alâaddin Bey, kardeşinin en büyük destekçisi olmuş ve onun vezirliğini deruhte etmiştir.[88] { Candan fedâkârlığın, destanlara yakışır güzellikteki misallerinden birini de Fâtih Sultan Mehmed Hân’ın askerleri göstermiştir. Onlar; “İstanbul elbette fetholunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel askerdir!..”[89]hadîs-i şerîfinin müjdesine nâil olabilmenin canhıraş mücâdelesine girmişlerdi. Rum ateşleri ve kızgın yağlar üzerlerine dökülürken Bizans’ın surlarına tırmanıyorlar ve coşkun bir îman vecdi içinde:


“–Bugün şehîd olma sırası bize geldi.” diyor ve Allah yolunda ölümü âdeta gülümseyerek karşılıyorlardı. { Bâyezid Câmii’nin inşâsı sırasında yaşanan şu hâdise, ne güzel bir fedâkârlık misâlidir: Câmi-i şerîfin inşaatında çalışan usta ve işçilerin gündeliklerinin kaçar akçe olduğu tespit edilmişti. Bunlar her gün küplere konarak bir köşeye bırakılır, herkes de küpten kendi payına düşeni alırdı. Ancak her gün küpte bir yevmiyelik akçe artardı. Bunun üzerine kimin kendi payını almadığı araştırıldı ve nihâyet gâyet fakir bir işçinin bu işi yaptığı öğrenildi. Meğer adamcağız akşam olunca bir yolunu bulup akçesini almadan inşaattan ayrılıyormuş. Kendisine bunu niçin yaptığını sordular. Fakir işçi, sırrının ortaya çıkmasından mahcup bir şekilde: “–Benim malım-mülküm yok! Bu sebeple şu fânî dünyada murâd ettiğim gibi maddî bir hayır yapamadığım için dâimâ mahzûnum. Hiç olmazsa bu câminin inşaatında para almadan çalışayım da gönlümü ferahlatıcı bir hayır işlemiş olayım diye düşündüm…” dedi.

Bu gönlü zengin fakire dediler ki: “–Efendi, burası pâdişah hayrâtıdır. Bunun için çalıştığını alacaksın. Sen burada bedenen çalış, hakkını al, sonra da onu dilediğin yere infâk et!..” { Yavuz Sultan Selim Han, 22 Ocak 1517’de Memlüklüleri, Ridâniye’de tekrar mağlûb etti ve bu sûretle Mısır’ı kat’î olarak Osmanlı topraklarına kattı. Koca Sultan, Memlük sultânının cenâzesini bizzat omuzlarında taşıma fazîletini gösterdi. Mısır’a girmekle iş bitmedi. Memlük askerleri, dehşet saçan sokak muhârebeleri ile mukâvemet ediyorlardı. Memlük fedâîleri, kendilerine Yavuz’u hedef seçmiş; “Yavuz’u öldürürsek, harbi kazanırız.” diye düşünüyorlardı. Bunu duyan Sinan Paşa, durumu Yavuz’a arz etti. Yavuz’un elbiselerini giyerek fedâîleri kendi üzerine çekti. Yavuz, arkadan yetişip fedâîleri bertaraf edinceye kadar da şehîd oldu. Yavuz, Mısır’a girerken, çok mahzun idi: “–Mısır’ı aldık, lâkin Sinan Paşa’yı kaybettik!..” diyordu. Bu sözleri ile, âlim bir mücâhidin kaybını, koskoca Mısır’ın fethine denk görüyordu. Zaferden sonra, akıllı ve güçlü kumandan Yavuz:


“Gönül ister ki, Afrika’nın kuzeyinden Endülüs’e çı*kayım ve sonra Balkanlar üzerinden tekrar İstanbul’a dö*neyim!” diyerek arzusunu dile getirirken, gerçek bir müslümanın ufkunu ortaya koymuş, fakat şartlar bunu gerçekleştirmeye imkân vermemiştir. Bu cesur pâdişah şöyle derdi: “Cesaret insanı zafere, kararsızlık tehlikeye, korkaklık da ölüme götürür.” Saltanat yıllarının neredeyse tamamını Allah yolunda seferlere çıkarak geçiren ve sarayında rahatça oturmayı hiç düşünmeyen Yavuz Selim Hân ile, böyle hizmet ehli bir pâdişah uğruna canını fedâ eden Sinan Paşa’ya, ne kadar gıpta edilse azdır. { Kânûnî Sultan Süleyman, son seferi olan Zigetvar’a çıkacağı zaman, Sadrâzam Sokullu, huzûruna gelerek: “–Sultânım, ümmete sayısız zaferler hediye ettiniz! Yoruldunuz! Ömrünüzü âlem-i İslâm’a vakfettiniz! Bu seferin meşakkatine bu yaşta katlanmanız müşküldür. Bu sebeple siz, İstanbul’da kalıp idâreye devâm ediniz. Ben ve vezirler, paşalar sefere iştirâk edelim. Gözünüz arkada kalmasın!..” dedi. Ulu Hâkan Kânûnî, Sokullu’ya dedi ki: “–İyi dinle Sokullu!.. Bu vasiyetimi, benden sonra gelecek nesle de aktar! Bir pâdişah, dâimâ askerleri ile birlikte sefere çıkmalıdır. Asker, pâdişâhını yanında görünce şecaati artar! Düşman ise, pâdişah sefere iştirâk ettiği için karşısındaki orduyu çok güçlü görür. Kuvve-i mâneviyyesi bozularak cesareti kırılır. Harbi kazandıran asıl sâik, mânevî kuvvettir! Bizlerin çocuk yaştan beri devlet idâresinde sayısız tecrübemiz vardır. Seferlerde bu tecrübeye âcil ihtiyaç duyulan durumlar meydana gelebilir. Anlar, dakikalar çok zaman kaderin akışını tâyin eder. Bu sebeple, yaşlı olmama rağmen sefere iştirâk edeceğim!.. Sarayda kalıp, baş yastıkta ölürsem, yarın rûz-i mahşerde fâtih ecdâdımın huzûruna nasıl çıkabilirim?!.” Sokullu da: “–Karar pâdişâhımındır.” mukâbelesi ile sükût etti. Pâdişah, ilerleyen yaşı sebebiyle aylar süren bir yolculuğu, at sırtında nasıl tamamlayabilecekti?!. Bunun için, at üstünde dik durabilsin ve askerlere dinç görünebilsin diye, sırtına kuşak gibi urgan sardılar. Sefere çıkıldı. Mevsim yağışlı idi. Bir ara top arabaları bataklığa saplandı. Hayvanların fizikî gücü, topları bataklıktan kurtarmaya kâfî gelmedi. Ordu ilerlemişti; o civarda az sayıda asker ve paşalar vardı. Sultan emir verdi:


“–Bütün yüksek rütbeli erkân, paşalar dâhil, herkes bataklığa girsin! Top arabalarına omuz versin!” Hepsi soyunup bataklığa girdiler. Top arabaları o mânevî heyecan ile bataklıktan çıkarıldı. Sultan, vak’anüvise (devlet târihçisine) dönüp dedi ki: “–Yaz! Gelecek nesil ibretle okusun ve tatbik etsin!.. Kânûnî’nin paşaları ve vezirleri bataklığa girdi, top arabalarına omuz verdi. Bir bâdire Allâh’ın izni ile böylece atlatıldı.” Ulu Hâkan, ardındaki ihtişamlı bir sultanlığa son mührünü vurduğu Zigetvar’da ellerini açıp Rabbine şöyle niyâz etmiştir: “Yâ Rabbî! Nice müddettir yeryüzünü benim zaferimle doldurdun. Vâsıl olunmadık recâm, hâsıl olunmadık duâm kalmadı. Artık Habîb-i Edîb’in hürmetine saâdet-i şehâdet ve ardından da cemâlini müşâhede nîmetlerini bu kemter kuluna nasîb eyle!..” Bu niyazdan bir müddet sonra Muhteşem Süleyman, sefer esnâsında vefât eden dördüncü Osmanlı sultânı olarak rahmet-i Rahmân’a yürüdü. Son nefese kadar durup dinlenmeden Allah rızâsını tahsîl için koşan Kânûnî’nin hâli, bizler için ne güzel bir örnektir. { Çanakkale Harbi’ndeki îman ordusunun erleri, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî terbiyesinde yetişmiş bulunan ashâb-ı kirâmın ahlâkını kendilerine numûne bilmiş ve onların mâneviyâtına gönül vermiş kimselerdi. Bunlardan biri olan er Hüseyin, çok ağır yaralanmış, tedâvi görmekteydi. Ancak kendisi de durumunun ciddiyetinin farkındaydı. Bunun için arkadaşlarının kendisine verdikleri ekmeği eline almış, tam ısırmak üzereydi ki, âniden durakladı. Ardından, ashâbın gösterdiği ferâgat numûnelerinden birinin âdeta yeniden tekerrürü sadedinde, mü’min kardeşlerini kendi nefsine tercih ederek büyük bir îman vecdiyle şöyle dedi: “–Can dostlarım! Bu ekmeği benim yemem doğru değildir. Çünkü benim ölümüm iyice yaklaşmış bulunmaktadır. Alın bunu, yaşayacak olan yiğitlere verin!..” Bu sözlerinin ardından, elindeki ekmeği silâh arkadaşı Mustafa’ya uzattı. Bir müddet sonra bu îman ve ferâgat âbidesi müstesnâ şahsiyet, kendisine nasîb olan mânevî gıdâların haz ve neşvesi içinde şehîden vuslat-ı Mevlâ ile şereflendi. { Hâsılı, fedâkârlık ve ferâğat ehli olmak, İslâm’ın medhettiği yüce bir ahlâktır. Şahsî rahat ve konfordan, evlerin dekorundan ve günlük harcamalardan yapılacak küçük fedâkârlıklarla bile olsa, bu yüce ahlâktan herkes mümkün olduğu kadar hisse almaya çalışmalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hak, kendi yolunda yapılan fedâkârlıkların karşılığını katbekat fazlasıyla lutfedecektir. Dünya


hayâtında Allah için fedâkârlık yapamayanlar, daha sonra kaçırdıkları fırsatlara yanacaklardır. Lâkin son pişmanlık fayda vermeyecektir. İslâm nîmeti bizlere, bugüne kadar yapılan pek çok fedâkârlıklar sâyesinde gelmiştir. Biz de bâzı fedâkârlıklarda bulunarak İslâm’ı gelecek nesillere taşımalı ve böylece Hak katındaki mes’ûliyetten kurtulmalıyız. Zîrâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Haccı’nda Kitap ve Sünneti’ni bizlere emânet olarak bıraktığını beyân etmiştir. 4. Mâtemlerin Civârında Bulunmak:a. Müslümanların Dertleriyle Dertlenmek ve Diğergâmlık

a. Müslümanların Dertleriyle Dertlenmek ve Diğergâmlık Cenâb-ı Hak, âciz olarak yarattığı insanların cemiyet hâlinde yaşamalarını ve birbirlerine yardım ederek sevap kazanmalarını murâd etmiştir. Dünyaya imtihan için gönderdiği kullarının, bencillik ve hodgâmlıktan kurtularak diğergâm bir gönle sâhip olmalarını istemiştir. Kardeşinin ihtiyacını gören ve bir sıkıntısını gideren kimsenin ihtiyaçlarını bizzat kendisinin karşılayacağını ve âhiret sıkıntılarından birini gidereceğini va’detmiştir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede; “…Mü’minlere kol kanat ger.” (el-Hicr, 88) buyurarak, Allah Rasûlü’nün şahsında bütün müslümanlara, mâtemlerin civârında bulunmalarını ve din kardeşlerinin dertleriyle dertlenmelerini emretmektedir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ahlâkta olan kimselere şu müjdeyi verir: “Allah Teâlâ insanların ihtiyaçlarını temin etmek üzere bâzı kimseler yaratmıştır ki, insanlar ihtiyaçları için onlara ko*şa*rlar. İşte onlar, Allâh’ın azâbından emin olan kimselerdir.” (Heysemî, VIII, 192) Müslümanların dertleriyle dertlenen ve mâtemlerin civârında bulunan mü’min, Allah ve Rasûlü’nün sevdiği bir kuldur. O, bu güzel ahlâkıyla devamlı ecirler kazanır. Peygamber Efendimiz, insanlara yardımcı olmanın mükâfâtını hadîs-i şerîflerinde şöyle haber verir: “Bir kimse benden bir şey ister, ben de onu bâzen kasden geciktiririm ki, sizden biri şefaat ederek ihtiyâcının karşılanmasına yardımcı olsun ve ecir kazansın. Evet, muhtâcın ihtiyâcını karşılamak üzere şefaatçi olun ki ecir kazanasınız.” (Nesâî, Zekât, 65) “Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, onu düşmana teslim etmez. Din kardeşinin ihtiyâcını karşılayanın, Allah da ihtiyâcını karşılar. Müslümandan bir sıkıntıyı giderenin, Allah da kıyâmet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Bir müslümanın ayıbını örtenin, Allah da kıyâmet gününde ayıplarını örter.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58) Allâh’ı arayan kişi, mâtemlerin civârında dolaşmalıdır. Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâmbirgün:


“–Yâ Rab! Seni nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allah Teâlâ ona: “–Beni kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364) Bu hakîkati lâyıkıyla idrâk edip mûcibince yaşayan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın şu sözü ne kadar ibretlidir: “İki nîmet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum: Birincisi, bir kimsenin, ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesidir. İkincisi de, Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi yâhut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünya dolusu altın ve gümüşe sâhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, VI, 598/17049) Sadece kendini düşünüp diğer insanlara karşı duygusuzlaşmak, yâni nemelâzımcı bir tavır, müslümanın ahlâkı olamaz. Çünkü Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” buyurmaktadır. (Hâkim, II, 15) Hak dostlarının ve âriflerin bu mevzûdaki hikmetli sözlerinden bir kısmı şöyledir: “İnsanlara iyilik etmek, kişiyi âfetlerden ve belâlardan muhâfaza eder.” (Hazret-i Ebû Bekir) “Eğer gönlünün dertli olmasını istemiyorsan, git dertli gönülleri dertlerinden kurtar.” (Sâdî-i Şîrâzî) “İlaç, âlemde dertten başka bir şey aramaz.” (Hazret-i Mevlânâ) “Başkalarının yükünü yüklenmeli, fakat onlara yük olmamalıdır. Cefâ edenlere karşı, ses çıkarmadan vefâ göstermelidir.” (Yusuf Has Hâcib) Fazîlet Tabloları Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle der: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müslümanların meseleleri hakkında Ebû Bekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla beraber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169) Rasûl-i Ekrem Efendimiz yatağına girdiğinde bile mü’minleri düşünür ve şöyle duâ ederdi:

ٰ ‫لح ْم ُد‬ َ َ‫ ا‬0 ِ ّ ِ ‫َو ٰا َوا َنا َو َك َفا َنا َو َس َقا َنا أَ ْط َع َم َنا الَّ ۪ذى‬


‫ى َو َال لَ ُه َكاف َِى َال ِممَّنْ َف َك ْم‬ َ ‫م ُْؤ ِو‬ “Bizi yedirip içiren, koruyup barındıran Allâh’a hamd olsun. Koruyup barındıranı bulunmayan nice kimseler var.” (Müslim, Zikir, 64; Ebû Dâvûd, Edeb, 98) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, etrafındaki insanlarla ilgilenir, dertlerine ortak olur ve hastalıklarını tedâvi etmeye çalışırdı. Bir kimsenin herhangi bir yeri ağrıdığında veya yaralandığında Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şehâdet parmağını toprağa değdirip kaldırarak şöyle duâ ederdi: “–Bismillâh, bu birimizin tükrüğüyle karışmış, bizim yurdumuzun toprağıdır. Rabbimiz’in izniyle hastalarımıza iyi gelir.” buyururdu. (Buhârî, Tıb, 38; Müslim, Selâm, 54; Ebû Dâvûd, Tıb, 19; İbn-i Mâce, Tıb, 36) Bu şifânın tahakkuk edebilmesi için şu üç şeyin olması lâzımdır: 1. Allâh’ın şifâ vermeyi murâd etmesi. 2. Duâyı okuyanın ihlâsı. 3. Kendisine duâ okunan kişinin ihlâsı. { Ümmü Züfer isminde aklî dengesi yerinde olmayan bir kadın vardı. Birgün Peygamber Efendimiz’e gelerek: “–Yâ Rasûlallah! Sen’inle görülecek bir işim var!” dedi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâmda: “–Pekâlâ, nerede görüşmemizi istiyorsan görüşüp derdini halledelim.” buyurdu. Kadınla yolun kenarına çekilip meselesini halledene kadar görüştü. (Müslim, Fedâil, 76; Ebû Dâvûd, Edeb, 12) Müslümanlar Habeşistan’a hicret etmiş, orada güzel bir şekilde karşılanmışlardı. Bir müddet sonra Mekkeli müşriklerin müslüman olduğu yönündeki asılsız bir haber üzerine geri döndüler. Mekkeli müşrikler, gelen Muhâcirlerin Habeşistan’da hüsn-i kabûl gördüklerini öğrendiklerinde, bundan büyük bir endişe duydular ve yapmakta oldukları işkenceyi daha da şiddetlendirdiler. Akrabâsı Velid bin Muğîre’nin himâyesinde rahat bir hayat süren Osman bin Maz’un radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının akıl almaz zulüm ve işkencelere mâruz kaldıklarını, bâzılarının ateşle dağlandığını, kırbaçla dövüldüğünü görünce tefekküre daldı: “Vallâhi, bir müşriğin himâyesinde emniyet içinde yaşayarak, arkadaşlarımın ve akrabâlarımın Allah yolunda çektikleri türlü türlü çileleri benim çekmeyişim, büyük bir


noksanlıktır! Allâh’ın himâyesi daha şerefli ve daha emniyetlidir!” diye düşünerek hâmîsi Velid’in yanına gitti. Ona: “–Ey amcamın oğlu! Sen beni himâyene aldın! Güzelce de himâye ettin ve taahhüdünü yerine getirdin! Şimdi senin himâyenden çıkıp Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitmek istiyorum. O ve ashâbı, benim için en güzel örnektir. Beni Kureyşlilerin yanına götürüp üzerimdeki Osman -radıyallâhu anh-, mü’minlerle hemdert olmayı tercih etmiş, onlar eziyet görürken kendisinin rahat yaşamasına gönlü râzı olmamıştır. Elinden bir şey gelmediği için, müslümanların derdine ancak böyle iştirâk edebilmiştir. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Babam Hazret-i Ömer’in halîfeliği döneminde, bir ara şiddetli bir kıtlık olmuştu. O seneye “Kıtlık yılı” denildi. Babam Hazret-i Ömer, develerle, bütün verimli arâzilerden elde ettiği buğday ve zeytin yağı ile bedevîlere yardım husûsunda büyük bir gayret sarf etmişti. Kıtlık o kadar şiddetliydi ki, bütün yeşillikler kurumuştu. Ömer -radıyallâhu anh- duâya durup şöyle dedi: “–Allâh’ım, onların rızıklarını dağ başlarında ver!” Allah Teâlâ, onun ve müslümanların duâlarına icâbet etti. Bu duâların ardından yağmur yağınca Hazret-i Ömer şöyle dedi: “–Elhamdülillâh! Vallâhi Cenâb-ı Hak bu sıkıntıyı gidermeseydi, imkânı olan bütün mü’minlerin evine, hâne halkı sayısınca fakir verirdim ve bir kişinin yiyeceğiyle iki kişi idâre ederdi.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 562) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir grup insanla yolda yürürken ihtiyarlamış olan Havle radıyallâhu anhâ-’ya rastladı. Havle, Hazret-i Ömer’e durmasını söyledi. O da durdu, kadının yanına yaklaştı. Başını Havle’ye doğru eğip onu dikkatlice dinlemeye başladı. Hazret-i Havle’nin derdini dinleyip arzusunu yerine getirdikten sonra geri döndü. Bir kimse: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Kureyş büyüklerini şu ihtiyar kadın için mi beklettin?” dedi. Hazret-i Ömer kızdı: “–Yazıklar olsun sana! O kadının kim olduğunu biliyor musun?” “–Hayır!” “–O kadın, Allâh’ın yedi kat gökler ötesinde dinlediği Havle bint-i Sa’lebe’dir! Allâh’a yemin ederim ki, eğer akşama kadar yakamı bırakmasaydı, işi görülmedikçe yanından ayrılmazdım.” (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 290)


İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- birgün Peygamberimiz’in mescidinde îtikâfta iken bir kimse yanına gelerek selâm verdi ve oturdu. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-: “–Kardeşim, seni yorgun ve kederli görüyorum.” dedi ve konuşmaları şöyle devâm etti: “–Evet, ey Rasûlullâh’ın amcaoğlu, kederliyim! Falan şahsın benim üzerimde velâ hakkı var (mal mukâbilinde beni âzâd etmişti), fakat şu kabrin sâhibi (Allah Rasûlü) hakkı için söylüyorum ki, onun hakkını ödeyemiyorum.” “–Senin hakkında onunla konuşayım mı?” “–Sen bilirsin.” İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- ayakkabılarını alarak mescitten çıktı. Adam ona: “–Îtikâfta olduğunu unuttun mu, niçin mescitten çıktın?” diye seslendi. İbn-i Abbâs radıyallâhu anh-: “–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henüz aramızdan yeni ayrılmış olan muhterem zâttan duydum ki, (bunları söylerken gözlerinden yaşlar akıyordu): «Her kim, din kardeşinin bir işini tâkip eder ve o işi görürse, bu kendisi için on yıl îtikâfta kalmaktan daha hayırlıdır. Hâlbuki bir kimse Allah rızâsı için bir gün îtikâfa girse, Cenâb-ı Hak o kimse ile cehennem arasında üç hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.»” (Beyhakî, Şuab, III, 424-425) Utbe bin Ferkad anlatıyor: Bir seferinde Hazret-i Ömer’e hurma ve yağdan yapılan birkaç sepet helva götürdüm. O, bana bunların ne olduğunu sorunca ben de: “–İçlerinde yiyecek var, sana getirdim. Çünkü sabahtan akşama kadar halkın işleriyle meşgulsün. İstedim ki, evine döndüğünde iyi bir gıdâ alarak kuvvet kazanasın.” dedim. Hazret-i Ömer, sepetlerden birinin ağzını açtı ve: “–Ey Utbe, Allah aşkına söyle! Bunlardan her bir müslümana bir sepet verdin mi?” diye sordu. “–Ey Mü’minlerin Emîri! Kays Kabîlesi’nin bütün mallarını harcasam yine de her müslümana bir sepet helva veremem.” dedim. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Öyleyse bana da lâzım değil.” dedikten sonra kuru ekmek ve sert etlerle yapılmış bir sahan tirit getirtti… Sonradan bana, etlerin iyi taraflarını uzaklardan gelen müslüman misâfirlere ikrâm ettiğini, sert yerlerinin ve sinirlerinin ise kendine kaldığını ve onları yediğini söyledi…” (Ali el-Müttakî, XII, 627/35936) Ebû Abdurrahman Cebelî şöyle anlatıyor:


Rumlara karşı vukû bulan bir sefer esnâsında Ebû Eyyûb el-Ensârî -radıyallâhu anh- ile bir gemide idik. Başımızda Abdullah bin Kays bulunuyordu. Ebû Eyyûb el-Ensârî, ganimetleri taksime memur olan zâtın yanına geldi ve orada bir kadının ağladığını gördü. Bu kadın, gazâ esnâsında esir düşenlerden biriydi. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-, bu kadının niçin ağladığını sorunca ona: “–Bu kadının bir çocuğu var, çocuğu anasından ayırdılar, bu yüzden ağlıyor.” cevâbı verildi. Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-, hemen çocuğu buldu ve onu anasına teslim ederek kadının gözyaşlarını dindirdi. Ganimetleri taksim eden memur, Abdullah bin Kays’a giderek Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin yaptıklarını anlattı. Abdullah bin Kays, Ebû Eyyûb el-Ensârî’ye bu davranışının sebebini sorunca şu cevâbı aldı: “–Ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: «Ana ile çocuğunu birbirinden ayıranları Cenâb-ı Hak kıyâmet gününde bütün sevdiklerinden ayırır.» buyurduğunu işittim.” (Ahmed, V, 422; Tirmizî, Büyû’, 52/1283) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir gece evinden dışarı çıkmıştı. Talha -radıyallâhu anh- onu gördü. Hazret-i Ömer onu fark etmeden yürüdü ve bir eve girdi, oradan çıkıp başka bir eve girdi. Talha -radıyallâhu anh- çok meraklanmıştı. Sabah olunca bu evlerden birine gitti. Bir de ne görsün, evde gözleri kör, yatalak bir kadın var. Talha -radıyallâhu anh- kadına: “–Sana gelen o adamın işi neydi?” diye sordu. Yaşlı kadın: “–O, şu vakitten beri devamlı gelir. Her gün bana ihtiyacım olan şeyleri getirir, üstümü başımı temizler ve beni sıkıntılardan kurtarır.” dedi. (Ebû Nuaym, Hilye, I, 48) Ömer bin Abdülaziz, tellâllar tutarak ahâliye: “Nerede borçlular! Muhtaçlar, yetimler, evlenmek isteyen fakirler, mazlumlar nerede! Ey hak ve ihtiyaç sâhipleri! Geliniz ve haklarınızı alınız!..” diye nidâ ettirerek müslümanların dertleriyle meşgul olurdu. Hâce Ubeydullah Ahrâr’ı bir an şiddetli bir üşüme almıştı. Ateş yakıp ısıtmaya çalıştılar, fakat nâfile. Hazret şiddetle titriyordu. Tam o esnâda kendisi ile aynîleşmiş olan bir mürîdi, soğuk su dolu bir hendeğe düşerek tamamen ıslanmış bir vaziyette, titreyerek kapıdan içeri girdi. Hemen kurulayıp ısıttılar. O ısınınca, Ubeydullah Ahrâr Hazretleri’nin üşümesi de bir anda bitiverdi. Müslümanların derdiyle dertlenme ahlâkının kâmil mânâda tezâhürü, herhâlde böyle olmaktadır. Bâyezîd-i Bistâmî -kuddise sirruh- anlatıyor:


“Zamanımızda binlerce velî vardı. Fakat asrın kutupluğu vazifesi Ebû Hafs adında bir demirciye verilmişti. Bunun hikmetini öğrenmek için dükkanına gittim. Kendisini çok dertli gördüm ve sebebini sordum. Büyük bir hüzünle şöyle dedi: «–Acaba benim derdimden daha büyük bir dert, benden daha dertli bir insan var mı? Derdim şudur ki; acaba kıyâmet gününde bu kadar ibâdullâh’ın hâli nice olur?» Ardından ağlamaya başladı ve beni de ağlattı. Merak edip sordum: «–Halkın muazzeb olmasına niçin bu kadar üzülüyorsun?» Ebû Hafs Hazretleri cevâben: «–Benim fıtratım, merhamet ve şefkat mayasıyla yoğrulmuştur. Şayet ehl-i cehennemin bütün azâbı bana yükletilip onlar affedilse, ben bundan ziyâdesiyle memnun olurum ve derdim de son bulur…» dedi. Bunun üzerine anladım ki, Ebû Hafs Hazretleri «nefsî nefsî» diyenlerden değil, peygamber meşrebinde olup «ümmetî ümmetî» diyenlerdendir. Onun yanında bir müddet kaldım. Bu arada kendisine bâzı Kur’ân sûrelerini tâlim ettim. Ancak kırk senedir tahsil ve idrâk edemediğim dereceye onun vesîlesiyle ulaştım. Yâni asıl tâlimi o bana yaptı. Bâtınım feyz-i Rabbânî ile doldu. Yine anladım ki, kutbiyet, ayrı bir sırdır. Fazîlet, sadece ilim ve çok ibâdet ile değil, onların irfâna tebdîli ve Cenâb-ı Hakk’ın mevhibe ve teveccühü iledir. Şu kadar var ki, bu teveccüh ve mevhibenin Ebû Hafs Hazretleri’ne nasîb olmasında, ondaki engin şefkat ve merhametin tabiat-i asliye hâline gelmesinin bereketini de unutmamak gerekir.” Seriyy-i Sakatî -kuddise sirruh-, birgün derste talebelerine: “Mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen, onlardan değildir.”[91]hadîsini îzâh ederken, bir talebesi heyecanla içeri girer ve: “–Üstâdım! Bütün mahalle yandı, kül oldu. Yalnız sizin ev kurtuldu.” der. Hazret; “Elhamdülillâh!..” der. Otuz sene sonra bir dostuna: “–Ben o vakit; «Elhamdülillâh!..» demekle, bir anlık da olsa sırf kendimi düşünmüş, felâkete uğrayanların ıztırâbından uzak kalmış oldum. İşte, otuz senedir o andaki gafletimin tevbesi içindeyim!..” der. Birgün Allah dostlarından Fudayl bin Iyâz’ı ağlarken gördüler: “–Niçin ağlıyorsun?” dediler. O da: “–Bana zulmeden bir zavallı müslümana üzüldüğüm için ağlıyorum! Bütün kederim, onun kıyâmette rezil olacağından dolayıdır…” buyurdu.


İşte bir Allah dostunun gönül ufku… Kendi gördüğü zulme aldırmadan, o zulmü yapan insanın âhirette çekeceği sıkıntıyı düşünerek ağlıyor. Abdülhamid Hân’ın mâbeyn kâtibi, hâtırâtında şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır: “Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini düzenlemiştim. Tam huzûra çıkmak üzere iken bir telgraf geldi. İstanbul Lâleli Postahânesi memurlarından birinin Hünkâr’a çektiği bir telgraftı bu… Bîçâre memur, telgrafında karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların kendisini îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadığını, bu sebeple merhamet-i şâhâneye sığındığını bildiriyordu. Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-ı şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım. Ancak huzûrda, pâdişah, âdeti üzere herşeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti: «–Başka bir şey var mı?» «–Kayda değer bir şey yok efendim!” dediysem de Sultan, ısrarla suâlini tekrarladı ve: «–Sen kayda değer saymadığını da söyle!» dedi. Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arz edilmeye değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi: «–Hemen getiriniz!» Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdim. Sultan, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine derhal saray doktorunu çağırtarak bana döndü: «–Derhal beraberce Lâleli’ye gidiniz ve doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâhaleyi yaptırınız!» diye ferman buyurdu. Sultân’ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazifemizi yerine getirip hastahâneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi fark eden Sultan, perdeyi araladı ve eliyle «Gelin!» diye işâret etti. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu. Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım: «–Sultanım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassıs doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh. Bir erkek çocuk dünyâya getirdi. Adını da Abdülhamid koydular. Sabaha kadar gözyaşları içinde zât-ı âlînizin ömür ve devletlerine duâ ettiler…» dedim. Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir «Elhamdülillâh!» dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rekât şükür namazı kıldı.”


Evvelce bir ortodoks olan hocam Yaman Dede, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevî’si bereketiyle hidâyet bulmuş, içli, yanık bir Peygamber âşığı idi. Âdeta O’nun ve ashâbının ahlâkı ile ahlâklanmıştı. Şu hâdise, onun bu hâlini aksettirmeye kâfîdir: Birgün derste öğrencilerinden biri sorar: “–Hocam, ağır bir günâhın altında kalmayı mı, yoksa cüzzam illetine tutulmayı mı tercih edersiniz?” Yaman Dede der ki: “–Allâh’ın kullarının gönül dünyasından bir an için uzak*laşmak ve duyarsız kalmaktansa diri diri yanıp kül olmayı tercih ederim!” İşte İslâm’ın insana kazandırdığı diğergâmlık, merhamet ve muhabbet ufkunun enginliği!.. İstanbul’da anarşi hâdiselerinin zirvede olduğu bir dönemde yaşanan şu hâdise, muhtaçların derdiyle dertlenmenin daha bu dünyâdaki bereketini gösteren ibretli bir manzaradır: Beş-altı soyguncu, büyük bir markete girmişler ve dükkan sâhibine kasada ne varsa vermesini söylemişlerdi. İhtiyar adamcağız, çâresiz bir şekilde kasanın anahtarlarını tam eline almıştı ki, gelen-gideni kontrol için kapıda bekleyen soyguncu, yaşlı adamı fark etti ve birden yerini terk ederek süratle içeri girip yaşlı dükkan sâhibine siper oldu. Silahını da arkadaşlarına doğrultmuş bir vaziyette haykırdı: “–Buradan tek kuruş almadan çıkacağız!” Bu âni gelişme karşısında şaşıran arkadaşları: “–Hayrola! Buraya kadar kaç dükkan soyduk; bir şey demedin! Ne oldu sana birden?!. Çekil önümüzden de işimize devâm edelim!” dediler. Fakat o, arkadaşlarına mânî olabilmek için hem kararlı hem de mahcup bir edâ ile şunları söyledi: “–Hayır! Buradan bir iğne bile almayacağız! Sakın ısrar etmeyin. Bilin ki, benim cesedimi çiğnemedikçe bu dükkandan size hayır yok! Bu ihtiyar amca kim biliyor musunuz? Ben yıllar yılı kumarhâne ve meyhâne köşelerinde âilemi ve çocuklarımı ihmâl ederken, merhamet elini uzatarak, âdeta onlara babalık yapan ve yavrularımı büyütüp okutan müstesnâ bir insan!..” Bu hâl üzerine arkadaşları, başlarını önüne eğdi ve hep birlikte özür dileyerek oradan ayrıldılar. İşte Allâh için infâkın dünyevî fâidesinin, yaşanmış, ibret dolu bir misâli ve; “Sadaka belâyı defeder.”[92]hakîkatinin müşahhas bir tecellîsi… İmkânı az olan az sadaka ile, çok olan da çok sadaka ile Allâh’ın rızâsını kazanmaya çalışmalı, belâlara karşı kendine siper hazırlamalıdır.


{ Bir muallim, küçük bir yüreğin müslümanların dertlerine ortak olma gayretini şöyle nakleder: Bosna Savaşı’nın en yoğun olduğu günlerdi. Sınıftaki talebelerimle orada yaşanan vahşet manzaralarını konuşmuştuk. Talebelerden biri: “–Hocam, biz de yardım gönderelim.” dedi. Ben de: “–Âilelerinizden para istememek şartı ile olur.” dedim. Onlar İş Eğitimi dersinde öğrendikleriyle bir şeyler yapacak, ben de on beş gün sonra Bosna’ya yardım için tertiplenen bir kermeste eserlerinin satılmasını sağlayacaktım. Bir hafta sonraki dersimde talebelerin çoğu yaptıkları küçük ama benim gözümde kıymeti çok büyük olan eserlerini teslim ettiler. Birkaç tanesi yetiştiremediklerini, bir sonraki derse getireceklerini söylediler. Hepsi çok mutluydu. Ancak ön sırada oturan sınıfın en sessiz ama başarılı talebelerinden Songül, ders boyunca başı öne eğik vaziyette hiç konuşmadan durdu. Ders zili çaldığında Songül, sessizce yanıma geldi: “–Ben Bosna-Hersek’teki kardeşlerime verebilmek için yalnızca bunu bulabildim hocam. İnşâallah işlerine yarar.” dedi. Avucumun içine bir şey bıraktı ve hızla uzaklaşıp gitti. Avucumu açtığımda gördüğüm, bir öğrenci otobüs biletiydi. “Herhalde Bosna-Hersek’lilerin de aynı biletle otobüse binebileceklerini düşündü.” dedim. Güldüm ve yürüdüm. Okuldan çıktığımda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Arabama bindim ve yol yapım çalışmaları olduğu için normalde hiç kullanmadığım arka caddeden evime doğru yöneldim. Silecekler yağmura yetişemiyordu. Önümü zorlukla görüyordum. Issız bir yolun kenarında sırılsıklam ıslanmış, hızlı hızlı yürümeye çalışan 12-13 yaşlarında bir kız çocuğu görünce arabaya almak için yavaşladım. Baktım ki Songül… Küçük kız, son biletini Bosna’daki kardeşleriyle paylaştığı için o yağmurda evine yürüyerek gitmeye çalışıyordu. Arabaya aldım. Onu babası ve üç kardeşiyle yaşamaya çalıştığı yıkıkdökük gecekonduya bıraktım. Üç-dört kilometrelik yol boyunca ondan saklamaya çalıştığım gözyaşlarım, artık sel gibi akıyordu. Bir hafta sonra düzenlediğimiz kermesin açılışına gelen Belediye Başkanı ve yanındaki misafirlere bileti gösterdim. Kendisi çok zor şartlarda yaşayan, ama yüreği çok zengin talebemin hikayesini anlattım. Başkan bileti açık artırmaya çıkardı. Ve o bilet, kermeste satılan bütün eşyânın toplamına yakın bir para kazandırdı… { Velhâsıl, Cenâb-ı Hakk’a vâsıl olmayı arzu eden ince ve hassas bir mü’min gönlü, mâtemlerin civârında bulunarak müslümanların dertleriyle dertlenmeyi îtiyad hâline getirmeli, Allah Teâlâ’yı kalbi kırıkların yanında aramalıdır. Zîrâ kuluna hizmet, Allah Teâlâ’ya hizmet; ümmetine hizmet de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e hizmet gibidir.


Müslümanların derdine çâre olmak, Allâh’ın rızâsını kazandıran büyük bir ictimâî ibâdettir. Bîgâne kalmak ise, Cenâb-ı Hakk’ın sevmediği bir hodgâmlıktır. Bütün müslümanlar, tek bir vücut gibi olduğundan, bir âzânın ağrısına bîgâne kalmak, nihâyette bütün vücûdun acı ve ıztırâbına sebep b. Dul ve Yetimlerle İlgilenmek

b. Dul ve Yetimlerle İlgilenmek Toplumda, ilâhî imtihanın bir cilvesi olarak bâzı kanadı kırık insanlar bulunur ki, Cenâb-ı Hak, diğer kullarına onlar hürmetine rızık verir ve yardım eder. Lâkin insanlar, bu hakîkati çoğu zaman anlayamazlar. O kulların mahrûmiyetine aldırmadan, devamlı kendi varlıklarının artmasını isterler. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, toplumdaki kanadı kırıklara bakmayı, imkân sâhipleri için bir vazife kılmıştır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Hayır! (Siz Allah’tan hep ikrâmı devâm ettirmesini istersiniz lâkin), yetime değer vermez, iyilikte bulunmazsınız! Muhtaçları doyurmaya teşvik etmezsiniz.” (el-Fecr, 17-18) Toplumdaki zayıf ve muhtaç insanlara yakın olan ve samîmî bir şekilde ihtiyaçlarıyla ilgilenen kimseler, Cenâb-ı Hakk’ın râzı olduğu kulluk kıvâmına ererek iki cihan saâdetini elde ederler. Toplumdaki kanadı kırıkların en fazla mahzun ve mağmûm olanları ise dul hanımlar ve yetim çocuklardır. Onlar hâlet-i rûhiye olarak derin bir ıztırap, hasret ve sıkıntı içindedirler. Onların maddî-mânevî yaralarının sarılması ve tesellî edilmeleri, ümmetin üzerine bir borçtur. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Kocasız kadınlarla, yoksulların işlerine yardım eden kimse, Allah yolunda cihâd etmiş gibi sevap kazanır.” Râvî diyor ki, hattâ Allah Rasûlü’nün: “O kimse tıpkı geceleri durmadan namaz kılan, gündüzleri de hiç ara vermeden oruç tutan kimse gibidir.” buyurduğunu da sanıyorum. (Buhârî, Nafakât 1, Edeb 25, 26; Müslim, Zühd 41) Cenâb-ı Hak yetimlerin haklarını muhâfazayı kendi üzerine almış, bu hususta pek çok âyet-i kerîme inzâl buyurarak onlara güzel muâmelede bulunmayı emretmiştir.[93]Yetimle ilgilenip ihtiyaçlarını karşılamanın sarp yokuşu aşmak olduğunu haber vermiştir.[94]Bu sarp yokuşu aşarak, sırf Allâh’ın rızâsına ermek için kendileri de muhtaç olduğu hâlde fakire, yetime ve esire ikrâm eden kullarını da medhetmiştir.[95] Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur:


“Sakın yetime kahretme! (Kötü muâmelede bulunup onu ezme!)” (ed-Duhâ, 9) “…Yetimlerin haklarını vermekte tam adâleti gözetin. Yaptığınız her iyiliği, Allah mutlaka bilir.” (en-Nisâ, 127) Toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmak yerine, aksine bir de onlara haksızlık yapmak, küfre ve nankörlüğe dalmış olan taşlaşmış bir kalbin çirkin tezâhürlerindendir. Cenâb-ı Hak böylelerini tehdit ederek şöyle buyurur: “Baksana şu dîni (mahşer ve hesâbı) yalan sayana! O, yetimi şiddetle itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez!” (el-Mâûn, 1-2) Peygamber Efendimiz, yetimlere şefkatle muâmele eden mü’minleri en büyük mükâfatla müjdelemiştir. Birgün: “Yetimi koruyup kollayan kişi ile ben cennete şu ikisi gibiyiz.” buyurmuş, aralarını biraz açarak işâret ve orta parmağını göstermiştir. (Buhârî, Edeb 24, Talak 14) Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ümmetini toplumdaki kanadı kırıklarla meşgul olmaya teşvik ederek şöyle buyurmuştur: “Müslümanların evleri içinde en hayırlı ev; içerisinde yetime iyi muâmele edilen evdir. Müslümanlar içinde en kötü ev de yetime kötü muâmele edilen evdir.” (İbn-i Mâce, Edeb, 6) “Bir kimse, müslümanların arasında bulunan bir yetimi alarak yedirip içirmek üzere evine götürürse, affedilmeyecek bir suç işlemediği takdirde, Allah Teâlâ onu mutlaka cennete koyar.” (Tirmizî, Birr, 14/1917) “Bir kimse sırf Allah rızâsı için bir yetimin başını okşarsa, elinin dokunduğu her saç teline karşılık ona sevap yazılır…” (Ahmed, V, 250) Kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye de Efendimiz -aley*hissalâtü vesselâm-: “Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan, fakiri doyur, yetimin başını okşa!” tavsiyesinde bulunmuştur. (Ahmed, II, 263, 387) Abdurrahman bin Ebzâ -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in: “Yetime karşı şefkatli bir baba gibi ol!” buyurduğunu nakleder. (Heysemî, VIII, 163) Hayâta gözlerini yetim olarak açmış olan Fahr-i Kâinât Efendimiz, ümmetinin yetimleriyle bizzat alâkadar olmuşlardır. İnsanlığa en güzel bir örnek şahsiyet olmalarının bir tezâhürü olan şu ifâdeleri, ne yüksek bir fazîlet numûmesidir: “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha yakınım. Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına âittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana âittir; yetimlere bakmak da benim vazifemdir.”


(Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7) İşte Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu ifâdeleri, O’na ümmet olma bahtiyarlığına eren her bir mü’mine, eşsiz bir şefkat, merhamet, diğergâmlık ve mes’ûliyet duygusu tâlim etmektedir.

Fazîlet Tabloları Beşir bin Akrabe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Uhud günü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile karşılaştım. «–Babam ne durumda?» dedim. «–Şehîd oldu, Allâh’ın rahmeti onun üzerine olsun!» buyurdu. Ağlamaya başladım. Beni aldı, başımı okşadı ve hayvanına bindirdi. Sonra da: «–Ben baban, Âişe de annen olsa râzı olmaz mısın?» buyurdu. (Heysemî, VIII, 161) Ben de: «–Anam-babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah, tabiî ki râzı olurum!» dedim. Şu anda saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh’ın mübârek elinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.”[96] { Kazâ Umresi dönüşü, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den çıkarken, Hazret-i Hamza’nın kızı Ümâme -radıyallâhu anhâ- peşine takıldı ve: “–Amcacığım, amcacığım!” diye seslendi. Hazret-i Ali onu alıp elinden tuttu ve Fâtıma radıyallâhu anhâ-’ya: “–Amcanın kızını yanına al!” dedi. Medîne’ye gelince Ümâme’ye bakma husûsunda Hazret-i Ali, Zeyd ve Câfer -radıyallâhu anhüm ecmaîn- ihtilâfa düştüler. Hazret-i Ali: “–O benim amcamın kızıdır! Ona ben bakmalıyım.” diyordu. Câfer -radıyallâhu anh-: “–O hem amcamın kızı, hem de ben onun teyzesi ile evliyim!” diyordu. Zeyd de: “–O benim kardeşimin kızıdır!” diyordu. (Rasûl-i Ekrem Efendimiz onu Hamza -radıyallâhu anh- ile kardeş yapmıştı.)


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ümâme’nin, teyzesinin yanında kalmasına hükmetti ve: “–Teyze, anne makâmındadır!” buyurdu. Ardından Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a yönelerek: “–Sen bendensin, ben de sendenim!” Câfer -radıyallâhu anh-’a dönerek: “–Yaratılışın ve huyun bana ne kadar da benziyor.” Zeyd -radıyallâhu anh-’a dönerek de: “–Sen bizim hem kardeşimiz, hem de mevlâmız (âzatlımız)sın!” buyurdu. Böylece her birine ayrı ayrı iltifat ederek gönüllerini aldı. (Buhârî, Meğâzî 43, Sulh 6, Umre 3; Müslim, Cihâd 90; Ebû Dâvûd, Talâk 35) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Zeyd’e iltifât ettiğinde, Zeyd o kadar sevindi ki, kalkıp tek ayak üstünde Peygamber Efendimiz’in etrafında dönmeye başladı. Câfer’e iltifat ettiğinde o da Zeyd’in arkasından aynı şekilde yürüdü. Bana iltifat ettiğinde ben de Câfer’in ardı sıra sevincimden tek ayak üstünde sekmeye başladım.” (Ahmed, I, 108; Vâkıdî, II, 739) Hazret-i Câfer’in zevcesi Esmâ bint-i Umeys der ki: “Câfer ve arkadaşları şehîd oldukları zaman, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemyanımıza geldi. O gün kırk deri tabaklamıştım. Ekmeklik hamurumu yoğurduktan sonra çocuklarımın yüzlerini yıkamış, başlarını tarayıp yağlamıştım. Allah Rasûlü bana: «–Ey Esmâ! Câfer’in çocukları nerede?» buyurdu. Onları bağrına bastı, öptü ve kokladı. Bu esnâda gözlerinden yaşlar akmaya başladı: «–Yâ Rasûlallah! Anam-babam Sana fedâ olsun! Niçin ağlıyorsun? Niçin yavrularıma, yetimlere yaptığın gibi muâmele ediyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından acı bir haber mi geldi?» dedim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Evet! Onlar bugün şehîd oldular!» buyurdu. «–Vâh efendim! Vâh Câfer’im!» diyerek feryâd etmeye başladım. Varlık Nûru kalkıp kızı Fâtıma’nın yanına gitti: «–Câfer âilesi için yemek yapın! Onlar bugün başlarına gelen acıyla meşguller.» buyurdu.” Câfer -radıyallâhu anh-’ın âilesine üç gün yemek götürüldü. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Câfer’in evine üç gün uğramadı. Sonra yanlarına varıp:


“–Kardeşime ağlamayınız artık! Bugünden sonra kardeşimin evlâtlarına bakmak bana âittir!” buyurdu. Hazret-i Câfer’in oğlu Abdullah -radıyallâhu anhümâ- der ki: “Allah Rasûlü, bizi kuş yavrusu gibi evine getirtti ve: «–Bana bir berber çağırın!» buyurdu. Berber gelip başımızı tıraş etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ellerini kaldırdı ve: «Allâh’ım! Câfer’in ev halkına hayırla halef ol! Abdullâh’ın elini alışverişte bereketli kıl!» diyerek duâ etti ve bunu üç kere tekrarladı. Annemiz gelince bunu ona anlattım, çok sevindi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz kendisine: «–Sen bu çocukların geçim ve bakımları hakkında hiç endişelenme! Dünyada ve âhirette onların velîsi benim!» buyurdu.” (Ahmed, I, 204-205; Ebû Dâvûd, Tereccül, 13/4192; İbn-i Hişâm, III, 436; Vâkıdî, II, Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendileriyle yakından alâkadar olduğunu gösteren şu güzel hâtırayı nakletmektedir: “İyi hatırlıyorum, ben ve Hazret-i Abbâs’ın iki oğlu Kusem ile Ubeydullah çocukken birgün sokakta oynuyorduk. Allah Rasûlü bir binekle yanımıza çıkageldi. Beni göstererek: «–Şunu bana kaldırın!» dedi ve beni ön tarafına oturttu. Kusem’i de göstererek: «–Şunu da kaldırın!» dedi. Onu da terkisine aldı… Sonra üç defâ başımı okşadı ve her okşayışında; «Allâh’ım! Câfer’in evlâtlarına Sen sâhip çık!» diye duâ buyurdu.” (Ahmed, I, 205; Hâkim, III, 655/6411) Ashâb-ı kirâmdan Ebû Ümâme -radıyallâhu anh-, vefâtından evvel Kebşe, Habîbe ve Fâria adlı üç küçük kızını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e emânet etmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz bu yetimleri himâyesine aldı ve bütün ihtiyaçlarıyla yakından alâkadar oldu. Onları nebevî terbiyesi altında yetiştirdi. (İbn-i Sa’d, III, 610) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, evlendiği dul hanımların yetim çocuklarını da bağrına basmış, onları kendi yavruları bilerek tâlim ve terbiyelerine ihtimam göstermiştir. Nitekim Ümmü Seleme vâlidemiz çok çocuğu olduğunu bildirdiğinde Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Onların himâyesi görülecektir.” buyurmuştur. (Nesâî, Nikâh, 28) Böylece Efendimiz’in terbiyesinde yetişen bu yetim yavrular, sonraları hadis, fıkıh gibi İslâmî ilimlerde mühim şahsiyetler hâline gelmişlerdir. Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:


“Vefâtı esnâsında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanındaydık. Bize üç defâ: «–Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» dedi. Sonra da şöyle buyurdu: «–Emriniz altındaki insanlar hakkında Allah’tan korkun, iki zayıf hakkında Allah’tan korkun: Dul kadın ve yetim çocuk. Namaz husûsunda Allah’tan korkun!» Sonra; «Namaz, namaz.» diye tekrar etmeye başladı. (Mübârek lisanları söyleyemez olunca bile) rûh-i mübârekleri çıkıncaya kadar bunu içten içe tekrar edip durdular.” (Beyhakî, Şuab, VII, 477) Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de kardeşi Muhammed’in yetim kızlarını himâyesine almış ve onları güzelce terbiye etmiştir. (Muvatta, Zekât, 10) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Hazret-i Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Medîne-i Münevvere’nin kenar mahallesinde âmâ ve ihtiyar bir kadın vardı. Hergün ona uğrayarak ihtiyacını görmek isterdim. Fakat her gittiğimde benden önce birinin gelerek onun lüzumlu işlerini yaptığını ve bu düşkün insanın ihtiyaçlarının karşılandığını görürdüm. Birgün; “Acabâ hergün bu sevâbı işleyen zât kimdir?” diye düşündüm ve erkenden giderek bir yere saklandım. Bir de ne göreyim: Hergün gelip kadının işlerini gören o sâlih zât, Halîfe Ebû Bekir imiş! Karşımda onu görüverince büyük bir şaşkınlık içinde: “–Hayâtıma yemin olsun ki o sensin!” dedim.[97] Sahâbîden Eslem -radıyallâhu anh- anlatıyor: Ömer -radıyallâhu anh- ile birlikte bir gece Medîne’de Vâkım Tepeleri’nden birinde dolaşırken bir evde, etrafında çocukları ağlaşan bir kadın gördük. Ocakta su dolu bir tencere vardı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- çocukların niçin ağladığını kadına sordu. Kadın: “–Açlıktan!” diye cevap verdi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, üstelik tencerede çocukları avutmak için sadece su kaynadığını ve kadıncağızın, uyutana kadar yavrularını böyle oyaladığını öğrenince kendini tutamayarak ağladı. Derhal zekât mallarının bulunduğu ambara gitti. Bir çuval un ve muhtelif gıdâ malzemeleri alarak sırtına yükledi. Çuvalı ben sırtlanmak istedim. Fakat Hazret-i Ömer radıyallâhu anh-: “–Ey Eslem! Ben yükleneceğim! Çünkü o çocukların hesâbı âhirette benden sorulacak!” dedi. Kadının evine vardığımızda yemekleri pişirme işini de üzerine aldı. O, bir taraftan tencereyi karıştırıyor, bir taraftan da ateşe üflüyordu. Hatta dumanların, sakallarının arasından girip çıktığını görüyordum. Bu şekilde yemeği pişirdi. Sonra yemeği kendi elleriyle çocuklara


yedirmeye başladı. Çocuklar doyunca geri çekilerek karşılarına oturdu. Bir aslan kadar heybetliydi. Bir şey söylemeye çekindim. Çocuklar oynaşıp gülüşünceye kadar bu şekilde durdu. Sonra kalktı ve: “–Ey Eslem! Onların karşılarında niçin oturdum, biliyor musun? Onları gördüğümde ağlıyorlardı. Güldüklerini görmeden ayrılmak içime sinmedi, onlar gülümsemeye başlayınca içim rahat etti…” dedi. (Ali el-Müttakî, XII, 648/35978) İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan şöyle nakledilir: “Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir gece bir miktar arpa karşılığında bir hurmalığı suladı. Sabah olunca, ücreti olan arpayı alarak evine geldi. Getirdiği arpanın üçte birini öğütüp «Hazîra» denilen bir yemek yaptılar. Yemek pişince bir yoksul geldi ve yemek istedi. Onlar da pişen yemeği olduğu gibi yoksula verdiler. Sonra ikinci üçte birini öğütüp yemek yaptılar. Yemek pişince bu sefer bir yetim gelip bir şeyler istedi. Bu yemeği de o yetime verdiler ve kalan son üçte biri öğütüp ondan tekrar yemek yaptılar. Yemek piştiğinde müşriklerden bir esir geldi ve bir şeyler istedi. Son yemeklerini de ona verdiler ve o günü aç olarak geçirdiler.” Diğer bir rivâyete göre, üç gün üst üste iftarlıklarını fakire, yetime ve esire vererek su ile iftar ettiler. İşte bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu: “Onlar kendileri de muhtaç oldukları hâlde yiyeceklerini, sırf Allâh’ın rızâsına nâil olabilmek için fakire, yetime ve esire ikrâm ederler ve; «Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz. Biz, çetin ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkuyoruz.» (derler). Allah da onları o günün felâketinden muhâfaza eder, yüzlerine nur, gönüllerine sürur bahşeder.” (el-İnsân, 8-11) (Vâhidî, s. 470; Zemahşerî, VI, 191-192; Râzî, XXX, 244) Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hakk’ın medhettiği kulların, infakta bulunurlarken; “…Biz size bunu sırf Allah rızâsı için ikrâm ediyoruz…” dedikleri beyân edilmektedir. Fakat o cömert kullar, bunu açıkça muhtaçların yüzüne karşı değil, içlerinden ve hâl lisanlarıyla söylerler. Bu nükteye işâret etmek için, âyet-i kerîmedeki “derler” tâbiri açıkça söylenmeyip, dolaylı ve gizli olarak ifâde edilmiştir. Sahâbe ve tâbiîn devirlerinde yaşamış olan Hasan-ı Basrî -rahmetullâhi aleyh- şöyle nakleder: “Bir yetim vardı. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- devamlı ona sofrasında yemek yedirirdi. Birgün İbn-i Ömer yine yemek yiyecekti. Yetimini aradı fakat bulamadı. Yemeğini yedikten sonra yetim geldi. İbn-i Ömer hemen onun için de yemek istedi, ancak yemek kalmamıştı. O da yetime sevîk (kavrulmuş un) ve bal getirerek: «–Buyur, bunları ye, vallâhi sen aldatılmadın (yani ben de bundan daha iyi şeyler yemedim).» dedi.” Bu hâdiseyi nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri der ki:


“Vallâhi İbn-i Ömer de aldanmadı, (çünkü böyle davranmakla büyük bir sevâba nâil oldu).” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 134; Ebû Nuaym, Hilye, I, 299) Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle demiştir: “Müslümanların öyle bir devrinde bulundum ki, bir kişi sabahleyin: «–Ey hâne halkım, aman yetiminize, çevrenizdeki fakirlere ve komşunuza dikkat edin, onlara iyi bakın!» derdi. Bugün ise hayırlılarınız aranızdan çabucak alındı ve siz her gün durmadan ahlâken zayıflıyorsunuz. Maalesef yine bugün birini, fâsık olmuş ve otuz bin kişiyle birlikte cehenneme doğru giderken görebilirsin. Ona ne oluyor ki? Allah onu kahretsin! O, Allah’tan gelen nasîbini bir keçi fiyatına (çok az bir ücret karşılığında) satmıştır. Yine istersen birini her yönden ziyâna uğramış ve şeytanın yolunu arzu eden biri olarak görebilirsin. Ne vicdânı ne de insanlardan biri ona va‘z u nasihat eder!” (Buhârî, el-Edebü’lMüfred, no: 139) { Seriyy-i Sakatî şöyle anlatıyor: “Bir bayram günü Mâruf-i Kerhî’yi sokaklarda hurma çekirdeği toplarken gördüm. Bu çekirdeklerle ne yapacağını sordum. Dedi ki: «–Şurada küçük bir çocuğun ağladığını gördüm. Yanına yaklaşarak niye ağladığını sorduğumda; yetim olduğunu, arkadaşlarının elbiseleri gibi elbiseleri ve onların oyuncakları gibi oyuncakları olmadığını söyledi. Tekrar ağlamaya başladı. Hâli yüreğimi dağladı. Onun için bu hurma çekirdeklerini topluyorum. Bunları satacağım ve o çocuğun istediği elbise ve oyuncakları alacağım…» Bu sözler benim de yüreğimi dağladı ve Hazret-i Pîr’den ricâ ettim: «–Müsâadeniz olursa, ben o çocukla ilgilenirim, gönlünüz rahat olsun!» dedim. Sonra o çocuğu alıp ihtiyaçlarını karşıladım.” Bu güzel amel-i sâlih bereketiyle nâil olduğu hâli, Seriyy-i Sakatî, şöyle ifâde eder: “Gönlümde bu hizmetin bereketiyle öyle bir nûr peydâ oldu ki, onunla bambaşka hâllere mazhar oldum ve nice mânevî lezzetler tattım…” { 1918 Mondros Mütârekesi’nden sonra İstanbul’un işgâl edildiği o zor günlerde, yetimlere bakan müesseseler binâsız kalmıştı. Fakat ecdâdımızın hassâsiyeti sebebiyle kimsesiz yavrular yine de sokağa terk edilmedi. Boş duran bâzı saraylar yetim çocuklar için barınak yapıldı.


İstanbul içinde ve dışında, Kâğıthâne’deki Çağlayan Kasrı’na kadar birçok saray bu işe tahsis edildi.[98] Yine o günlerde Ermeni çetelerinin yaptığı katliam neticesinde yetim kalan dört bin erkek ve iki bin kız çocuk da sâhipsiz kalmamış, Kâzım Karabekir Paşa onları himâyesine almıştı. Daha sonra bu çocuklardan Gürbüzler Ordusu’nu kurmuş ve yetim yavrular kendi istekleri istikâmetinde vatana, millete hizmet etmeye başlamışlardı. Kısa bir eğitimin ardından her biri kendi mesleğini seçmişti. Bunlardan matbaacı olanlar Millî Mücâdele yıllarında Sarıkamış’ta Varlık Gazetesi’ni çıkararak mücâdeleye destek verdiler. { Hâsılı, ölüm haktır ve her an başa gelebilir. Biz öldüğümüzde âilemize ve yavrularımıza nasıl bakılmasını istiyorsak, çevremizdeki dul ve yetimlere de öyle bakmalı ve onları Allâh’ın emânetleri olarak görmeliyiz. Maddî ve mânevî ihtiyaçlarıyla, bilhassa dînî eğitimleriyle yakından ilgilenmeli, Cenâb-ı Hakk’ın, onların duâlarına büyük bereketler ihsân ettiğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Onları birer âhiret sermayesi olarak görüp ihtiyaçlarıyla ilgilenmek, kulu Allâh’a yakınlaştıran en mühim hizmetlerden biridir. c. Hasta ve Dertlilerle Meşgul Olmak Toplumdaki kalbi kırık insanların bir kısmı da hasta ve dertli kimselerdir. Sağlık ve sıhhat, Cenâb-ı Hakk’ın insana lutfettiği pek kıymetli bir nîmettir. Ne yazık ki insan, onun kıymetini ancak hastalanınca tam olarak anlayabilir. Hastalanan ve bir derde mübtelâ olan kimse, acziyetini idrâk eder, kalbi kırık olur ve mânen Allah Teâlâ’ya yakınlaşır. Sâdî-i Şirâzî, hastanın hâlet-i rûhiyesini ifâde için şöyle der: “Gecenin ne kadar uzun olduğunu ancak hastalar bilir.” Bir şâir de bu mânâyı şöyle terennüm eder: Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkit ne bilir, Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç sâat?! “En uzun gecenin ne olduğunu yıldızlara bakarak hüküm çıkaran müneccimle vakitleri ayarlayan muvakkit ne bilir! Gecelerin kaç saat olduğunu sen, gam ve kederlere mübtelâ olan muzdariplere sor!” Hayatta âcizliği tattığı için gönlü kırıklık içinde bulunan bir hasta, elbette dostlarının, akrabâlarının ve komşularının kendisini arayıp sormasını, ziyâret etmesini arzu eder. Böyle gönlü kırık bir hastayı ziyâret edip hâlini hatırını sormak ve tesellî etmek, Allâh’ın rızâsına medâr olan mühim bir hizmet ve ibâdettir.


Hasta ziyâreti “sünnet-i müekkede”dir. “Vâcip” olduğunu söyleyen âlimler de vardır. Bir hastayı, muhîtinden kimse ziyâret etmez ve ihtiyaçlarını karşılamazsa, orada yaşayan bütün müslümanlar bundan mes’ûl olurlar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Müslümanın müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâmı almak, hastayı ziyâret etmek, cenâzeye iştirâk etmek, dâvete icâbet etmek, aksırana «Yerhamukellah: Allah sana merhamet eylesin!» demek.” (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4) Hastaları ziyâret etmek, fazîletli bir amel-i sâlihtir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasta ziyâretinin fazîletini şu hadîs-i şerîfleriyle beyan buyurmuştur: “Bir insan, bir hastanın hâlini hatırını sormaya gider veya Allah için sevdiği bir kişiyi ziyâret ederse, ona bir melek şöyle seslenir: «Sana ne mutlu! Güzel bir yolculuk yaptın. Kendine cennette barınak hazırladın!»” (Tirmizî, Birr, 64/2008; İbn-i Mâce, Cenâiz, 2) “Hasta ziyâretinde bulunan kimse, dönünceye kadar cennet yolundadır.” (Müslim, Birr, 39) “Bir müslüman, hasta bir müslüman kardeşini ziyârete gittiğinde, dönünceye kadar cennet hurfesi içindedir.” “–Ey Allâh’ın Rasûlü, cennet hurfesi nedir?” diye sorulunca da: “–Cennet yemişidir.” buyurdular. (Müslim, Birr, 40-42) Bu mühim vazîfeyi ihmâl etmek ise, müslüman için büyük bir kayıp ve ağır bir mes’ûliyettir. Peygamber Efendimiz bunu şöyle haber verir: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününde şöyle buyurur: «–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyâret etmedin!» Âdemoğlu: «–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyâret edebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «–Falan kulum hastalandı, ziyâretine gitmedin. Onu ziyâret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?” buyurur…” (Müslim, Birr, 43) Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, hastanın yaptığı duânın meleklerin duâsı gibi olduğunu bildirmiş[99]ve:


“Hastayı ziyâret edin ve ondan size duâ edivermesini isteyin. Zîrâ hastanın duâsı makbuldür. Günâhı da affedilir.” buyurmuştur. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, II, 57) Hastanın yanında ümitvâr olunmalı ve Efendimiz’in şu tavsiyesine uyulmalıdır: “Hasta veya ölünün başında bulunduğunuz zaman güzel sözler söyleyiniz. Zîrâ melekler sizin duâlarınıza âmîn derler.” (Müslim, Cenâiz, 6; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 15) Şayet hasta ölmek üzere ise, ona; “Lâ ilâhe illallah” diyerek telkinde bulunulmalıdır.[100]Fakat bu hususta hastayı zorlamak veya Kelime-i Tevhîd’i söylemesi için ısrarcı olmak da doğru değildir. Zîrâ sıkıntılı ânında hastayı kızdırarak “Lâ ilâhe illallah” demeden ölmesine sebep olunur ki, bu da en büyük felâketlerden biridir. Ayrıca hasta ziyâreti kısa tutulmalı, bir ihtiyacı varsa seve seve yerine getirilmelidir. Fazîlet Tabloları Âlemlerin Sultânı Efendimiz, hasta ve dertlileri ziyâret edip ihtiyaçlarıyla meşgul olmaya husûsî bir îtinâ göstermiş, ashâbını da bu istikâmette teşvik ve terbiye etmiştir. Selman -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ensâr’dan bir hastayı ziyâret etti. Elini alnına koydu ve: «–Kendini nasıl hissediyorsun?» diye sordu. Hasta, Efendimiz’e cevap vermedi. «–Yâ Rasûlallah! O Siz’i fark etmedi.» dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: «–Öyleyse onunla beni başbaşa bırakın!» buyurdu. İnsanlar dışarı çıktı. Allah Rasûlü elini hastanın alnından kaldırdı. Hasta, elini tekrar koy, diye işâret etti. Sonra Efendimiz: «–Ey filân, kendini nasıl hissediyorsun?» buyurdu. Hasta: «–İyi hissediyorum. Yanıma biri siyah diğeri beyaz iki kişi geldi.» cevâbını verdi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Hangisi sana daha yakın?» buyurdu. Hasta: «–Siyah olan daha yakın.» dedi. Fahr-i Kâinât Efendimiz: «–Öyleyse iyilik az, kötülük çok.» buyurdu. Hasta: «–Yâ Rasûlallah! Duâ buyurun da istifâde edeyim!» dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Allâh’ım! Çoğunu bağışla, azını tamamla!» diye duâ etti. Sonra Nebiyy-i Ekrem Efendimiz: «–Ne görüyorsun?» buyurdu. Hasta:


«–Anam-babam Sana fedâ olsun, hayır görüyorum. İyilikler çoğalıyor, kötülükler de azalıyor. Siyah da benden uzaklaştı.» dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Hangi amelin sana daha çok sâhip çıkıyor?» diye sordu. Hasta: «–Ben hayattayken su dağıtırdım…» cevâbını verdi.” (Heysemî, II, 322, 324) { İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-, Peygamber Efendimiz’in hasta ziyâretiyle alâkalı bir hâtırasını şöyle nakleder: “Biz, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile oturuyorduk. O sırada Ensâr’dan bir kişi gelip selâm verdi. Efendimiz ona: «–Ey Ensâr’dan olan kimse! Kardeşim Sa’d bin Ubâde nasıl?» diye sordu. O da: «–İyiye gidiyor.» cevâbını verdi. Bunun üzerine Allah Rasûlü: «–Kim benimle birlikte onu ziyârete gelecek?» buyurarak ayağa kalktı. Biz de on, on beş kişi kalktık. Ne ayağımızda ayakkabı veya mest ne başımızda bir örtü ne de üstümüzde bir gömlek vardı. Çorak arâzide yürüyorduk. Nihâyet Sa’d’ın yanına vardık. Yakınları, Efendimiz ve beraberindeki arkadaşlarının yaklaşması için onun etrafından geri çekildiler.” (Müslim, Cenâiz, 13) Diğer bir rivâyette İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle der: “Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh- hastalanmıştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdurrahmân bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Abdullah bin Mes’ûd ile birlikte Sa’d’ı ziyârete gitti. Yanına girdiğinde onu elem ve ıztırap içinde buldu. Âilesi etrafını kuşatmıştı. Peygamber Efendimiz: «–Öldü mü?» buyurdu. «–Hayır, ey Allâh’ın Rasûlü (ölmedi).» dediler. Peygamber Efendimiz (Sa’d’ın bu ağır durumuna üzülerek) ağladı. O’nun ağladığını görünce oradakiler de ağladılar. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem Efendimiz: «–Bilmez misiniz, gerçekten Allah, gözyaşı ve kalbin mahzûn oluşu sebebiyle insana azâb etmez. Fakat -eliyle diline işâret ederek- işte bunun yüzünden azâb eder veya bağışlar.» buyurdu.” (Buhârî, Cenâiz 45, Talâk 24; Müslim, Cenâiz 12) Fahr-i Kâinât Efendimiz bu sözüyle, ölünün ardından uygunsuz sözler söylemenin ve üst-baş yırtarak feryâd etmenin uygun olmadığını bildirmektedir. Rızâ ve teslîmiyet hâlinde Allâh’a sığınıp sabretmenin, hem ölü hem de diriler için rahmet vesîlesi olduğunu beyân etmektedir. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle der:


“Sa’d bin Muâz, Hendek Gazvesi sırasında kol damarından yaralanmıştı. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha sık ve yakından ziyâret etmek, (onunla ilgilenmek)ti.” (Buhârî, Megâzî, 30) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hizmet eden yahûdî bir çocuk vardı. Birgün hastalandı. Efendimiz onu ziyârete gitti. Başucuna oturdu ve: “–Müslüman ol!” buyurdu. Çocuk, yanında duran babasına baktı. Babası da yıllardır güzellik ve iyilikten başka bir şey görmediği Allah Rasûlü’nü kastederek: “–Oğlum! Ebu’l-Kâsım’a itaat et!” dedi. Bunun üzerine çocuk, müslüman oldu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastanın yanından çıkarken: “Onu ateşten kurtaran Allâh’a hamdolsun.” diyerek duyduğu nihâyetsiz sevinci izhâr ediyordu. (Buhârî, Cenâiz, 80) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasta olan ashâbına bâzı duâlar öğretmiştir. Nitekim Osman bin Ebi’l-Âs, vücûdunda hissettiği bir ağrıdan dolayı Rasûlullâh’a şikâyette bulunduğunda, Allah Rasûlü ona şu tavsiyede bulunmuştur: “–Vücûdunun ağrıyan yerine elini koy ve üç kere «Bismillâh» de, yedi kere de:

ٰ ُ ‫ أَع‬0‫ا‬ ‫ُوذ‬ ِ ّ ‫َوأ ُ َحا ِذ ُر أَ ِج ُد َما َشرِّ ِمنْ َوقُ ْد َر ِت ِه ِب‬ «Bendeki bu hastalığın ve sakındığım şeylerin şerrinden Allâh’ın izzet ve kudretine sığınırım.» de!” (Müslim, Selâm, 67) Fahr-i Kâinât Efendimiz’in bu tavsiyesini aynen tatbik eden Osman bin Ebi’l-Âs -radıyallâhu anh- daha sonra şöyle der: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in öğrettiği gibi yaptım, Allah hastalığıma şifâ ihsân eyledi. Bundan sonra bu duâyı devamlı olarak âileme ve diğer insanlara tavsiye ettim.” (Ebû Dâvûd, Tıb, 19) Lâkin duâların, samîmiyet ve amel-i sâlihlerle takviye edilmesi şarttır. Böyle ihlâsla îfâ edilen duâlar, Rabbimizin lutuf ve keremiyle kabul edilir. Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- der ki: “Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir hastayı ziyâret etti ve: «–Canın ne çekiyor?» diye sordu. Hasta: «–Buğday ekmeği!» dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çevresindekilere:


«–Kimin yanında buğday ekmeği varsa kardeşine göndersin!» buyurdu. Sonra da: «–Şayet hastanız bir şey arzu ederse, ondan yedirin!» buyurdu.” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 1) Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece zayıflamış bir hastayı ziyâret etti ve: «–Allâh’a bir şey için duâ ediyor muydun veyâ O’ndan bir şey istiyor muydun?» diye sordu. Hasta: «–Evet, Allâh’ım, bana âhirette vereceğin cezâyı bu dünyada hemen peşin olarak ver, diye duâ ederdim.» dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: «–Sübhânallah! Senin buna gücün yetmez. Şöyle duâ etseydin olmaz mıydı:

ٰ ْ ‫اب َو ِق َنا َح َس َن ًة‬ ‫االخ َِر ِة َوفِى َح َس َن ًة ال ُّد ْن َيا فِى ٰا ِت َنا َر َّب َن ۤا‬ َ ‫ار َع َذ‬ ِ ‫ال َّن‬ “…Rabbimiz! Bize dünyâda da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi cehennem azâbından koru!” (el-Bakara, 201)» Bunun üzerine o zât bu duâyı yaptı ve şifâ buldu.” (Müslim, Zikir, 23; Tirmizî, Deavât, 71/3487) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hasta bir bedevîyi ziyâret etmişti. Her hastayı ziyâret ettiğinde yaptığı gibi onu da: “Geçmiş olsun, hastalığın günahlarına keffâret olur inşâallah!” buyurarak tesellî etti. (Buhârî, Tevhîd, 31) { Selman -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Ben hasta iken Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm- ziyâretime gelmişti. Çıkarken:

ّٰ ‫ك‬ َ ‫ف ! َس ْل َمانُ يا‬ َ َّ‫اك َذ ْن َب َك َو َغ َف َر ضُر‬ َ ‫ِك ف۪ ى َو َعا َف‬ َ ‫دِين‬ َ ‫= ُ َك َش‬

‫ِك‬ َ ‫اَ َجل َِك ا ِٰلى َو َج َسد‬ «Ey Selman! Allah sıkıntılarını gidersin, günahını affetsin. Ölünceye kadar dînine kuvvet, bedenine sıhhat versin!» buyurdu.” (Heysemî, II, 299)


Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Vedâ Haccı yılında (Mekke’de) yakalandığım şiddetli bir hastalık sebebiyle Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- ziyâretime geldi. O’na: «–Yâ Rasûlallah! Gördüğün gibi çok rahatsızım. Ben zengin bir adamım. Bir kızımdan başka mirasçım da yok. Malımın üçte ikisini sadaka olarak dağıtayım mı?» diye sordum. Hazret-i Peygamber: «–Hayır!» buyurdu. «–Yarısını dağıtayım mı?» dedim. Yine: «–Hayır!» buyurdu. «–Ya üçte birine ne buyurursun, yâ Rasûlallah?» diye sordum. «–Üçte birini dağıt! Hattâ o bile çok. Mirasçılarını zengin bırakman, onları muhtaç bırakıp da halka avuç açtırmaktan hayırlıdır. Allah rızâsını düşünerek yaptığın harcamalara, hattâ yemek yerken eşinin ağzına verdiğin lokmalara varıncaya kadar hepsinin mükâfâtını alacaksın.» buyurdu. «–Yâ Rasûlallah! Arkadaşlarım gidip de ben kalacak mıyım? (Burada ölecek miyim?)» diye sordum. «–Hayır, sen burada kalmayacaksın. Allah rızâsı için güzel işler yaparak yükseleceksin. Allah’tan öyle umuyorum ki, daha nice yıllar yaşayarak kimi insanlar (mü’minler) senden fayda, kimileri de (kâfirler) zarar görecektir…» buyurdu.” (Buhârî, Cenâiz 36, Vesâyâ 2, Nafakât 1, Merdâ 16, Deavât 43, Ferâiz 6; Müslim, Vasıyyet 5) Diğer bir rivâyette Hazret-i Sa’d şöyle demiştir: Hastalığımda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- beni ziyârete geldi ve üç defâ: “Rabbim, Sa’d’ı iyileştir!” diye duâ buyurdu. (Müslim, Vasâyâ, http://faziletlermedeniyeti2.darulerkam.altinoluk.com/wpincludes/images/smilies/icon_cool.gif Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Sa’d’ın bu hastalık sebebiyle ölmeyeceğini, daha nice hizmetler yapacağını ifâde buyurarak bir mûcize daha göstermiştir. Çünkü hakîkaten Sa’d -radıyallâhu anh- bundan sonra 45 sene daha yaşamış, İslâm’a ve müslümanlara pek çok hizmetler etmiş ve savaşlara katılmıştır. Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âile efrâdından biri hastalanınca, sağ eliyle hastayı sıvazlar ve şöyle duâ buyururdu:


ّ ‫ َربَّ اَ ٰلل ُھ َّم‬،‫اس‬ ِ ‫س أَ ْذ ِھ‬ َ ْ‫شِ َفا َء َال ال َّشاف۪ ى أَ ْنتَ َوا ْشفِ ْال َبأ‬ ِ ‫ب ال َّن‬

‫َس َقما ً ُي َغا ِد ُر َال شِ َفا ًء شِ َفاؤُ َك إِ َّال‬ “Ey bütün insanların Rabbi olan Allâh’ım! Bunun ıztırâbını giderip şifâ ver. Şifâyı veren ancak Sen’sin. Sen’in şifândan başka şifâ yoktur. Buna, hiçbir hastalık izi bırakmayacak şekilde şifâ ihsân eyle!” (Buhârî, Merdâ 20, 38, 40; Müslim, Selâm 46-49) Peygamber Efendimiz’in hasta olduğu bir zaman Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek: “–Ey Muhammed, hasta mı oldun?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellemde: “–Evet!” buyurdu. Cebrâîl -aleyhisselâm-:

ٰ ‫ َشيْ ء ُك ِّل منْ أَرْ ق‬،‫ عيْن أَ ْو َن ْفس ُك ِّل َشرِّ منْ ي ُْؤذِيك‬،ٍ‫ح د‬ ‫= ِبسْ ِم‬ ِ ِ ٍ ِ ّ ‫ِيك‬ َ َ ٍ ٍ َ ِ‫َ اس‬

ٰ ‫أَرْ ق‬ ّ ٰ َ ،‫ِيك‬ ِ ّ ‫ِيك‬ َ َ ‫= ِبسْ ِم َي ْشف‬ ُ= “–Allâh’ın ismiyle Sen’i rahatsız eden her şeyden Sana okurum. Her nefsin veya hasetçi her gözün şerrinden Allah Sana şifâ versin. Allâh’ın adıyla Sana okurum.” diye duâ etti. (Müslim, Selâm, 40) Hazret-i Ebû Bekir’in şu hâli, hasta ve dertlilerle meşgul olmanın fazîletine ne güzel bir misâldir: Birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbından yanında bulunanlara: “–İçinizde bugün kim oruçludur?” diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir: “–Ben oruçluyum, yâ Rasûlallah!” dedi. Efendimiz: “–Bugün kim bir cenâze namazına iştirâk etti?” buyurdu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Ben, yâ Rasûlallah!” dedi. Peygamber Efendimiz: “–Bugün kim bir yoksul doyurdu?” diye sordu. Hazret-i Ebû Bekir: “–Ben, yâ Rasûlallah!” dedi. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “–Bugün bir hasta ziyâretinde bulunanınız var mı?” diye sordu. Yine Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:


“–Ben, ey Allâh’ın Rasûlü!” dedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellemşöyle buyurdu: “–Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse o mutlaka cennete girer.” (Müslim, Fedâilu’sSahâbe, 12) Hem namaz ve oruç gibi ferdî, hem de cenâze namazı, yoksulu doyurmak ve hasta ziyâreti gibi ictimâî ibâdetleri bir araya getirmek, ne güzel bir ahlâktır. Cenâb-ı Hak, kullarının böyle olmasını arzu etmektedir. Kays bin Ebî Hâzim şöyle der: Habbâb bin Eret hastalanmıştı; ziyâretine gittik. Vücudunu yedi yerden dağlamıştı. Bize dedi ki: “–Eski dostlarımız, dünyaya kapılmadan göçüp gittiler. Biz ise o kadar çok mala sâhip olduk ki, koyacak yer bulamayıp toprağa gömdük. Şayet Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellemölmek için duâ etmeyi yasaklamasaydı, Allah’tan canımı almasını isterdim.” Bir başka zaman Habbâb’ın yanına gittiğimizde duvar örüyordu. Bize şunları söyledi: “–Müslüman, Allâh için harcadığı her şeyden sevap kazanır. Yalnız şu çamura verdiklerinden eline bir şey geçmez (zarûrî olanlar hâriç).” (Buhârî, Merdâ 19, Deavât 30, Rikâk 7, Temennî 6; Müslim, Zikir 12; Tirmizî, Kıyâmet 40; Nesâî, Cenâiz 2) Saîd bin Ilâka diyor ki: Hazret-i Ali elimi tuttu ve: “–Haydi seninle Hasan’ın yanına gidip hasta ziyâretinde bulunalım!” dedi. Yanına vardığımızda Ebû Mûsâ’yı orada bulduk. Hazret-i Ali ona: “–Ey Ebû Mûsâ! Hastayı ziyâret niyetiyle mi, yoksa şöyle bir uğrayıvermiş olmak için mi geldin?” diye sordu. Ebû Mûsâ: “–Hastayı ziyâret için geldim.” dedi. Bunun üzerine Ali -radıyallâhu anh- şöyle dedi: “–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şöyle buyurduğunu işitmiştim: «Bir müslüman, hasta olan bir müslüman kardeşini sabahleyin ziyârete giderse, yetmiş bin melek akşama kadar ona rahmet okur. Eğer akşamleyin ziyâret ederse, yetmiş bin melek onun için sabaha kadar istiğfâr eder. Ve o kişi için cennette toplanmış meyveler de vardır.»” (Tirmizî, Cenâiz, 2/969; Ebû Dâvûd, Cenâiz, 3; İbn-i Mâce, Cenâiz, 2) Rebî bin Abdullah şöyle anlatır: Hazret-i Hasan ile birlikte hasta olan Katâde’yi ziyârete gittik. Hasan -radıyallâhu anhhastanın başucuna oturdu ve ona hâlini hatırını sordu. Sonra da ona şöyle duâ etti:


“Allâh’ım, kalbine şifâ ver, hastalığına da şifâ ver!” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 537) { Yaşlı ve muzdarip bir hasta, Mâruf-i Kerhî Hazretleri’ne misâfir olmuştu. Adamcağız bîçâreydi; saçı dökülmüş, yüzünün rengi uçmuştu; canı, vücûdunu bir çengel gibi pârelemekteydi. Mâruf-i Kerhî Hazretleri, bir yatak serdi ve hastanın istirahatini temin etti. Hasta, ıztırâbının şiddetiyle inim inim inliyor ve feryâd ü figân ediyordu. Gece sabaha kadar kendisi bir nefes uyumadığı gibi feryatlarıyla hâne halkından da hiç kimseyi uyutmuyordu. Üstelik gittikçe huysuzlaştı ve ev halkına sitemler yağ*dırıp onları rahatsız etmeye başladı. Nihâyet onun bu sert tabiatına ve kötü davranı*şına tahammül edemeyen evdekiler, birerikişer başka yerlere kaçtılar. Evde, hasta ile Mâruf-i Kerhî ve hanımından başka kimse kalmadı. Mâruf-i Kerhî, geceleri de uyumuyor; bu huysuz hastanın ihtiyaçlarını görmek, ona hizmet edebilmek için çırpınıp duruyordu. Ancak birgün uykusuz*luğu had safhaya ulaşınca gayr-i ihtiyârî uykuya daldı. Onun uyuduğunu gören gâ*fil hasta da, kendisine şefkat ve merhametle kucak açan bu sâlih zâta teşekkür edeceği yerde sitem ediyor ve kendi kendine: “–Bu nasıl derviş böyle!.. Zaten bu gibilerin zâhirde adları-sanları var; ha*kîkatte ise riyâcıdırlar. Her işleri gösteriştir. Bunların dışları temiz ama, içleri kirli*dir. Başkalarına takvâyı emrederler, kendileri yap*mazlar. İşte şu adam da benim hâlimi düşünmeden uyuyor. Kendi karnını doyurup uykuya dalan biri, sabaha kadar gözlerini yummayan biçâre hastanın hâlinden ne anlar!..” diye söyle*niyordu. Mâruf-i Kerhî, işittiği bu acı sözlere karşı da sabır ve kerem gösterdi. Duymazdan geldi. Lâkin sabrı taşan hanımı daha fazla dayanamadı ve Mâ*ruf-i Kerhî’ye ses*sizce şunları söyledi: “–Şu huysuzun neler söylediğini duydunuz. Artık onu bu evde barındıra*mayız. Bize daha fazla ağırlık vermesine ve size cefâ etmesine müsâade etmeyelim. Söyleyin buradan gitsin de başka bir yerde başının çâresi*ne baksın. İyilik, kıymet bilene yapılır. Nankör*lere iyilik yapmak, kötülüktür. Onları daha da azdırır. Alçak kimsenin başı altına yastık konulmaz. Böyle zâlim kimselerin başları taş üstünde gerektir!” Hanımının bu sözlerini sükûnetle dinleyen Mâruf-i Kerhî Hazretleri, mütebessim bir çehreyle şöyle buyurdu: “–Ey hanım! Onun söylediği sözler seni niye incitir ki?.. Bağırmış ise bana bağırmış; terbiyesizlik yapmış ise bana yapmıştır. Onun nâhoş görünen söz*leri, bana hep hoş gelir. Görüyorsun ki, o dâimî bir ıztırap içindedir. Baksana; zavallı bir nefes bile uyuyamıyor!.. Hem bilesin ki asıl hüner, asıl şefkat ve mer*hamet, böyle kim*selerin cefâsına katlanabilmektir…” {


Ubeydullah Ahrar Hazretleri, Cenâb-ı Hakk’ın lutfuyla büyük bir servete sâhip olmuştu. Öyle ki, çiftliklerinde binlerce işçi çalışıyordu. Fakat o mübârek zât, buna rağmen hizmetten geri kalmıyordu. Mânevî kemâlât yolunda, tanıdık-tanımadık herkese büyük bir şefkatle hizmet ediyordu. Kendisi bu hizmetlerinden birini şöyle anlatır: “Semerkant’ta Mevlânâ Kutbuddîn Medresesi’ndeki dört hastanın hizmetini üzerime almıştım. Hastalıkları arttığından, yataklarını kirletirlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını giydirirdim. Devamlı hizmetlerinde bulunduğum için hastalıkları bana da sirâyet etti ve yatağa düştüm. Fakat o hâlimle bile, testilerle su getirip hastaların altla*rını temizlemeye, elbiselerini yıkamaya devâm ettim.” Hak dostu Mahmud Sâmî Ramazanoğlu Hazretleri de, aynı şekilde yatalak bir hasta olan Cide Müftüsü Hüseyin Efendi’ye bir sene kadar bizzat hizmet etmiştir. İşte Allah dostlarını büyük yapan, bu güzel hasletleridir. Onlar dâimâ yalnızların, sâhipsizlerin ve mâtemlerin civârında bulunur ve kimsenin uğramadığı dükkanlardan alışveriş ederler. { Hak dostu Mûsâ Efendi -kuddise sirruh-, âdeta mâye-i merhametle yoğrulmuş bir fıtrat-ı selîmeye sâhipti. Fakir-fukarânın hasta olanları için açılmasına vesîle olduğu Hüdâyî Kliniği’nde tâkati yerinde olup da fiilen hizmet edemediğine teessüf eder, büyük bir iştiyakla: “–Gücüm yerinde olsa, gider hastalara bi’l-fiil hizmet ederdim.” derdi. Aynı merhamet sâikıyla: “–Kimsesizleri barındırmamız ve onlara hizmet etmemiz îcâb eder. Aksi hâlde Hak katında mes’ûlüz.” diyerek yakınlarıyla beraber kurduğu Hüdâyî Huzur Evi de, onun engin şefkatinin bir tezâhürü idi. Batılı seyyah Hunke’nin, müslüman hastahânesinde yatmakta olan bir gencin babasına yazdığı mektubundan aldığı şu bölümler, müslümanların hasta ve dertlilerle meşgul olmadaki hassâsiyetine ne güzel bir misâldir: “Babacığım! Benim paraya ihtiyacım olup olmadığını soruyorsun. Taburcu edilirsem, hastahâneden bana bir kat yeni elbise ve hemen çalışmaya başlamak zorunda kalmayayım diye beş altın verecekler. Onun için davar satmana gerek yok… Canım buradan çıkmak istemiyor. Yataklar yumuşak, çarşaflar bembeyaz, battaniyeler kadife gibi. Her odada çeşme var. Soğuk gecelerde bütün odalar ısıtılıyor. Bizleri tedâvî edenler, çok şefkatli ve merhametli kimseler. Hemen her gün midesi hazmedenlere kümes hayvanları ve koyun kızartmaları veriliyor. Komşum, leziz piliç göğüslerinden birkaç gün daha tadabilmek için, tam bir hafta boyunca sanki iyileşmemiş gibi tavır takınmıştı. Lâkin başhekim şüphelendi ve sıhhatinin delili olarak bir bütün ekmekle tavuğu yemesine müsâade ettikten sonra, onu evine gönderdi. İşte benim de son kızartılmış tavuğum önüme konmadan önce hemen gel!..”


Velhâsıl, Allâh’ın kullarına yapılan ihlâslı hizmetler, Allâh’ın rızâsını celbederek büyük ecirlere vesîle olmaktadır. Bu bakımdan bilhassa toplumdaki kalbi kırık ve gönlü mahzun dertlileri ziyâret edip onların ihtiyaçlarıyla meşgul olmak çok mühim bir vazife ve mes’ûliyettir. Unutmamalıdır ki muzdarip ve muhtaç insanların yerinde biz de olabilirdik. Bu sebeple hasta, muzdarip, garip, kimsesiz, muhtaç ve aç kimselerle meşgul olmak, Rabbimize karşı şükür borcumuzdur. Elimizdeki imkânları muhtaçlarla paylaşalım ki, memnun ve mesrur ettiğimiz gönüller, dünyada rûhâniyetimiz, âhirette imdâdımız, cennette saâdetimiz olsun. d. Muhtâca, Borçluya ve Yolda Kalmışa Yardım Etmek Allah Teâlâ bu âlemi imtihan için vâr etmiş ve insanları pek çok hikmete bağlı olarak farklı seviyelerde yaratmıştır. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Dünya hayâtında onların maîşetlerini aralarında Biz taksim ettik; birbirlerine iş gördürmeleri için kimini kimine derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.” (ez-Zuhruf, 32) Bu sebeple hâli vakti yerinde olanlar, bu “takdîr-i ilâhî”yi iyi idrâk ederek ihtiyaç sâhiplerine karşı hissiz kalmamalı, büyük bir ibâdet vecdiyle yardımlarına koşmalıdır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de en fazla “Rahmân” (çok merhamet eden) ism-i şerîfini telkin etmektedir. Merhamet, sende olanı, olmayana ikrâm etmendir. Diğer bir ifâdeyle merhamet, başkalarının mahrûmiyetini telâfi maksadıyla, onların yardımına koşmaktır. Bu sebeple îmânın lezzeti, merhametle hissedilir. Merhametin meyvesi de muhtaçlarla dert ortağı olabilmektir. Muhtâca, borçluya ve yolda kalmışa yardım etmek, İslâm’ın mühim insânî kâidelerinden biridir. Zarûrî ihtiyaçlarını karşılayamadığı için borçlu duruma düşen insanlara yardım etmek, dînimizin emrettiği âlemşümûl bir prensiptir. Bu yardım, alacaklının borçluya mühlet vermesi, borcunun bir kısmını veya tamamını bağışlaması ya da bir başkasının borçluya yardımda bulunması şeklinde olabilir. Diğer ihtiyaç sâhiplerine de elden gelen her türlü desteği sağlamak, müslümanların şiârıdır. Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir keresinde: “–Sadaka vermek, her müslümanın vazifesidir.” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm: “–Sadaka verecek bir şey bulamazsa?” dediler. “–Amelelik yapar, hem kendisine faydalı olur, hem de tasadduk eder.” buyurdu. “–Buna gücü yetmez (veya iş bulamaz) ise?” dediler. “–Darda kalana, ihtiyaç sâhibine yardım eder.” buyurdu.


“–Buna da gücü yetmezse?” dediler. “–İyilik yapmayı tavsiye eder.” buyurdu. “–Bunu da yapamazsa?” dediler. “–Kötülük yapmaktan uzak durur. Bu da onun için sadakadır.” buyurdu. (Buhârî, Zekât 30, Edeb 33; Müslim, Zekât 55) Yâni müslüman, her hâlükârda din kardeşine yardımcı olur. Herkes kendine göre bir infak imkânı bulabilir. Mal ile yapılacak yardımlar husûsunda Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Sana Allah yolunda kimlere ve ne harcayacaklarını sorarlar. De ki: İnfâk edeceğiniz mal; anne-baba, akrabâlar, yetimler, yoksullar ve yolda kalmış garipler için olmalıdır…” (el-Bakara, 215) “Bir de akrabâya, yoksula, yolcuya hakkını ver. Gereksiz yere de saçıp savurma!” (el-İsrâ, 26) Müslüman, sırf Allah rızâsı için mü’min kardeşlerinin sıkıntısını gidermeyi gâye edinmelidir. Böylelerine hadîs-i şerîfte şu müjde verilmektedir: “Bir kimse, bir mü’minden dünya sıkıntılarından birini giderirse, Allah da kıyâmet gününde o mü’minin sıkıntılarından birini giderir. Bir kimse darda kalana kolaylık gösterirse, Allah Teâlâ da ona dünya ve âhirette kolaylık gösterir. Bir kimse, bir müslümanın ayıbını örterse, Allah da onun dünya ve âhiretteki ayıplarını örter. Mü’min kul, din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah Teâlâ da o kulun yardımındadır… Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçirmez.” (Müslim, Zikr, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17) Darda kalmış olan muhtâca borç vermek, mühim ve fazîletli bir ameldir. Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Mîrac gecesinde cennetin kapısı üzerinde şu ibârenin yazılı olduğunu gördüm: «Sadaka, on misliyle mükâfatlandırılacaktır. Ödünç para ise onsekiz misliyle…» Ben: «–Ey Cibrîl! Ödünç verilen şey, niçin sadakadan daha üstün oluyor?» diye sordum. Cebrâîl aleyhisselâm-: «–Çünkü yoksul, (ekseriyetle) yanında az çok para bulunduğu hâlde sadaka ister. Borç isteyen ise, ihtiyâcı sebebiyle talepte bulunur.» cevâbını verdi.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 19) Bununla birlikte borçlulara elden geldiğince kolaylık göstermeli; bilhassa borçlu samîmî bir şekilde ödemeye gayret ettiği hâlde buna muvaffak olamıyorsa, ona mühlet vermelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:


“Eğer (borçlu) darlık içinde ise, bir kolaylığa çıkıncaya kadar ona mühlet vermek (gerekir). Eğer (gerçekleri) anlarsanız bunu sadakaya (veya zekâta) saymak sizin için daha hayırlıdır.” (el-Bakara, 280) Hadîs-i şerîflerde buyrulur: “Kim bir borçluya mühlet verirse, her gün için bir sadaka sevâbı kazanır. Kim onun borcunu vâdesi geldikten sonra tehir ederse, tehir ettiği müddetçe, her geçen gün (alacağı mal kadar) sadaka yazılır.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 14) “Satışta, alışta ve borcunu istemekte kolaylık gösteren kimseye Allah rahmet etsin.” (Buhârî, Büyû, 16; İbn-i Mâce, Ticârât, 28) “Allah Teâlâ sizden önceki ümmetlerden bir kişiyi bağışladı. Çünkü o sattığında kolaylaştırır, aldığında kolaylık gösterir ve borçludan alacağını isterken kolaylığı tercih ederdi.” (Tirmizî, Büyû, 75/1320; Nesâî, Büyû, 104; İbn-i Mâce, Ticârât, 28) “Allah Teâlâ’nın kendisini, kıyâmet gününün sıkıntılarından kurtarmasını isteyen kimse, borcunu ödeyemeyene mühlet tanısın veya ondan bir bölümünü bağışlasın.” (Müslim, Müsâkât, 32; Ahmed, II, 23) Lâkin borçlu da bu iyiliği suistimâl etmemelidir. O da samîmî bir şekilde borcunu ödeme niyet ve gayreti içinde olmalıdır. Aksi takdirde toplumdaki iyilik hislerini söndürür ve pek çok insanın zarar görmesine sebep olur. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Şüphesiz sizin hayırlınız, borcunu en güzel şekilde ödeyendir.” (Buhârî, İstikrâz 4, Vekâlet 6, Hibe 23; Müslim, Müsâkât 120) “Zenginin borcunu ödemeyi ertelemesi zulümdür…” (Buhârî, Havâlât 1, 2, İstikrâz 12) İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruh- da şöyle der: “Borcundan bir kuruşunu sâhibine vermen, pek çok altın sadaka vermenden daha hayırlıdır.” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbının bütün sıkıntı ve dertleriyle meşgul olur, elinden gelen yardımı yapardı. İmkânı olduğunda, borçlu ölenlerin borcunu öder, âilelerini sıkıntıdan kurtarırdı. Bir defâsında şöyle buyurmuştu: “Ben her mü’mine, mutlaka, dünya ve âhirette insanların en yakınıyımdır. Dilerseniz şu âyeti okuyun: «O Peygamber, mü’minlere öz nefislerinden daha evlâdır…» (el-Ahzâb, 6) Hangi mü’min vefât eder de geride bir mal bırakırsa vârisleri onu alsınlar. Borç veya bakıma muhtaç birini bırakmışsa, o da bana gelsin, ben onun mevlâsıyım (himâye ve yardım edicisiyim).” (Buhârî, Tefsir 33/1, Kefâlet 5, Ferâiz 4, 15, 25; Müslim, Ferâiz 14)


Dolayısıyla muhtaçlara, yolda kalmışlara, borçlulara kol kanat gerip onlara sâhip çıkmak, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bizzat örnek şahsiyetiyle ümmetine tâlim ettiği mühim bir nebevî ahlâk tezâhürüdür. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın ahlâkıyla ahlâklanmak ise, O’na ümmet olup mahşerde O’nun Hamd Sancağı altında toplanmak ve Şefâat-i Uzmâ’sına nâil olmak isteyen her mü’minin birinci vazifesidir. Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in câhiliye devrinde tasvib edip katıldığı tek cemiyet, “Hılfü’l-Fudûl”dür. Çünkü bu bir adâlet cemiyeti idi. Zulüm ve haksızlığa mânî olmak, yolda kalmışa ve muhtâca yardım etmek için tesis edilmişti. İlk defâ, zor durumda kalan ve alacağını tahsil edemeyen yabancı bir tüccarın hakkını savunmak maksadıyla kurulmuş ve bu minvâl üzere hizmetine devâm etmişti. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu cemiyet hakkında nübüvvetten sonra şöyle buyurdular: “Abdullah bin Cüd’ân’ın evinde amcalarımla birlikte, Hılfü’l-Fudûl’de hazır bulun*dum. O meclisten o kadar memnun oldum ki, ona karşılık bana kızıl develer (yâni en kıymetli dünyâ metâı) verilse, o kadar sevinmezdim. O anlaşmaya şimdi de çağrılsam, yine icâbet ede*rim.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, II, 295; Ahmed, I, 190, 193) { Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birbiriyle kavga eden iki kişinin kapı önünde bağırıp çağırdıklarını duydu. Borçlu adam, alacaklı olandan, alacağının bir kısmını bağışlamasını ve kendisine anlayışlı davranmasını istiyordu. Alacaklı olan ise: «–Vallâhi yapmayacağım!» diyordu. Onların yanına çıkan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Nerede o iyilik yapmayacağım diye yemin eden?» diye sordu. Alacaklı olan: «–Buradayım ey Allâh’ın Rasûlü! Nasıl istiyorsa öyle olsun!» dedi.” (Buhârî, Sulh, 10; Müslim, Müsâkât, 19) { Câbir bin Abdullah -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre, babası şehîd olduğu zaman bir yahûdîye otuz vesk borç bırakmıştı. Hazret-i Câbir, yahûdîden borcunu ödemek için biraz mühlet talep etti. Ancak yahûdî kabul etmedi. Hazret-i Câbir, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a gelerek yahûdî nezdinde arabulucu olmasını talep etti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu otuz vesklik borca bedel bir hurmalığın meyvesini alması için yahûdiyle


konuştu, lâkin o yine kabul etmedi. Bunun üzerine Allah Rasûlü hurmalığa girdi, içinde biraz yürüdü. Sonra Hazret-i Câbir’e: “–Hurmayı topla ve ona borcunu öde!” buyurdu. Câbir -radıyallâhu anh- hurmayı topladı, yahûdîye otuz vesk borcunu ödedi. Geriye on yedi vesk hurma da arttı. Durumu haber vermek üzere Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gitti. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ikindiyi kılıyordu. Namazı bitince Hazret-i Câbir, artan hurmaları bildirdi. Efendimiz: “–Bunu Ömer bin Hattâb’a haber ver!” buyurdu. Câbir -radıyallâhu anh- da gidip ona söyledi. Hazret-i Ömer: “–Ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bahçenin içinde yürümeye başlayınca, hurmanın bereketleneceğini anlamıştım zâten.” dedi. (Buhârî, İstikraz, 9) { İslâm ordusu Zâtü’r-Rikâ Gazvesi’nden dönüyordu. Câbir -radıyallâhu anh-, devesi zayıf olduğu için arkadaşlarından geri kalıyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun yanına vardı ve: “–Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordu. Hazret-i Câbir durumu anlatınca Efendimiz bir değnek alarak deveye birkaç defâ hafifçe dokundu. Deve, Allah Rasûlü’nün devesiyle yarışır hâle geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda Hazret-i Câbir’le sohbet etmeye başladı. Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenen Allah Rasûlü, Câbir’e elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-, Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medîne’ye ulaşınca deveyi teslim etmek için Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti. (Buhârî, Cihâd 49, Büyû 34; Müslim, Müsâkât 109) Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Allah Rasûlü, devemin ücretini verip deveyi de bana hediye ettiği zaman, tanıdık bir yahûdîye rastladım. Bu hâdiseyi ona anlattım. Yahûdî hayretler içinde: «–Demek devenin parasını verdi, sonra da onu sana hibe etti ha?!» sözünü tekrar etti durdu. Ben de her seferinde; «–Evet!» dedim.” (Ahmed, III, 303) { Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok merhametli bir insandı. Yanına gelip ihtiyacını arz eden herkesi mutlaka memnun ederdi. Kendisinden istenilen şey yanında varsa hemen ihsân ederdi. Şayet yanında verebileceği bir şey yoksa vaatte bulunur, yine muhtâcı memnun ederdi. Birgün kâmet getirilmişti, o esnâda bir bedevî gelerek elbisesinden tuttu ve: “–Az bir ihtiyâcım kaldı, onu unutmaktan korktuğum için hemen halletmek istiyorum.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ihtiyacını karşılayıncaya kadar onunla birlikte ayakta bekledi. Hâcetini yerine getirince de döndü ve namazını kıldı. (Buhârî, el-Edebü’lMüfred, no: 278) { İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: “Bir adam, kendisine on dinar borcu olan bir kişinin peşini bırakmıyor ve: «–Sen bunu ödeyinceye veya bir kefil gösterinceye kadar peşini bırakmayacağım.» diyordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o borcu üzerine aldı ve borçlu için bir ay mühlet istedi. Adam, verilen müddet içinde elinde bir miktar işlenmemiş altın mâdeniyle geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Bu altını nereden buldun?» diye sordu. O zât: «–Mâdenden.» dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Bizim ona ihtiyacımız yok, onda hayır yoktur.» buyurdu ve borcu adamın yerine ödeyiverdi. (Ebû Dâvûd, Büyû, 2/3328; İbn-i Mâce, Sadakât, 9) Allah Rasûlü’nün, borçlunun madenden çıkardığı altını kabul etmemesi, sadece Hazret-i Pey*gamber’in bildiği husûsî bir sebepten dolayı olmalıdır. Yoksa bu davranış, mâdenden çı*kartılan altına sâhip olup onu kullanmanın yasaklandığı mânâsına gelmez. Veya Hazret-i Peygamber’in kefil olduğu borç, işlenmiş, sikkeli altındı. Adamın getirdiği ise işlenmemiş, ham hâldeydi ve Rasûlullâh’ın yanında onu işleyecek kimse yoktu. { Câbir -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolculuk esnâsında arkadan yürür, güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639) {


Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, borçlulara yardım eden bir zâtın elde ettiği mükâfâtı şöyle haber vermiştir: “Sizden önce yaşamış olan birisine, rûhunu kabzetmek üzere melek gelmiş idi. Melek sordu: «–Bir hayır işledin mi?» O şahıs: «–Bilmiyorum.» diye cevapladı. Kendisine tekrar: «–Hele bir düşün (belki hatırlarsın).» denildi. O zât: «–Bir şey hatırlamıyorum, ancak dünyada iken insanlarla alışveriş yapardım. Bu muâmelelerimde zengine ödeme müddetini uzatır, fakire de (ödeme işlerinde müsâmaha ve bâzı eksikliklerini bağışlamak sûretiyle) kolaylık gösterirdim.» dedi. Allah Teâlâ, onu (bu iyiliği sebebiyle) cennetine koydu.” (Buhârî, Büyû, 17-18; Müslim, Müsâkât, 26-31) Diğer bir rivâyette de şöyle buyrulur: “İnsanlara borç para veren bir adam vardı. O, hizmetçisine şöyle derdi: «–Darda kalmış bir fakire vardığında onu affediver; umulur ki Allah da bizim günahlarımızı affeder.» Nihâyet o kişi Allâh’a kavuştu ve Allah Teâlâ onu affetti.” (Buhârî, Enbiyâ, 54; Müslim, Müsâkât, 31) { Birisi Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ-’ya gelerek: “–Ben bir adama borç verdim ve verdiğimden daha fazla vermesini şart koştum.” dedi. Abdullah -radıyallâhu anh-: “–Bu, fâiz olur.” dedi. O şahıs: “–Bana ne yapmamı emredersin?” deyince İbn-i Ömer Hazretleri şöyle dedi: “–Borç vermek üç şekilde olur: 1. Allah rızâsı için borç verirsin. Allah senden râzı olur, sana sevap verir. 2. Arkadaşını râzı etmek için borç verirsin. O zaman da arkadaşın senden hoşnut olur. 3. Helâl malınla haram mal almak için borç verirsin ki, bu da fâiz olur.” (Yâni borç verdiğin kimseden malını ziyâdesiyle isteyerek fâiz almış, böylece helâl malına haram karıştırmış ve onu kirletmiş olursun.)


O zât tekrar: “–O hâlde, bana ne yapmamı emredersin?” dediğinde Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle cevap verdi: “–(Fazlasıyla verme şartını yazdığın) sayfayı yırtmanı (yâni o fâiz şartını iptal etmeni) tavsiye ediyorum. Sana, verdiğin kadar öderse onu kabul et. Senin verdiğinden daha az getirirse, onu kabul ettiğin takdirde ecir ve sevap kazanırsın. Eğer sen istemeden kendi isteğiyle verdiğinden daha fazlasını getirirse bu da sana bir teşekkür olur. Ona mühlet tanımanın ecrini ve sevâbını da ayrıca alırsın.” (Muvatta, Büyû, 92) { Mevlânâ -kuddise sirruh-, muhtâca ve yolda kalmışa yardım etmenin ehemmiyetini şöyle hikâye eder: “Büyük pîr Bâyezîd-i Bistâmî, hac ve umre yapmak için Mek*ke’ye doğru sür’atle gidiyordu. Her gittiği şehirde oradaki mâneviyat erbâbını araştırıyor; «–Bu beldede basîret sâhibi kim var?» diye önüne gele*ne soruyordu. Çünkü nereye sefer yaparsa yapsın, evvelâ Hak dost*larını bulmanın zarûrî olduğuna inanıyordu. Nitekim Hak Teâlâ Hazretleri de: «…Şayet bilmiyorsanız zikir ehline sorunuz!» (en-Nahl, 43; el-Enbiyâ, 7) buyuruyordu. Mûsâ -aleyhisselâm- dahî ledünnî ilme sâhip Hızır’ı ziyâretle emredilmişti. Bâyezîd, hilâl gibi süzgün, uzun boylu bir pîr gördü ki, onda velîlerin rûhâniyeti vardı. Gözleri dünyâya âmâ, kalbi ise, güneş gibiydi. Bâyezîd, o pîrin karşısına oturdu. Pîr ona: «–Ey Bâyezîd, nereye gidiyorsun? Gurbet eşyâsını nere*ye taşıyorsun?» diye sordu. Bâyezîd de: «–Hacca gitmek niyetindeyim; iki yüz dirhem de param var…» dedi. Pîr, Bâyezîd’e dedi ki: «–Ey Bâyezîd! O dünyâlığının bir miktârını Allah yolundaki muhtaçlara, gariplere, bîçârelere dağıt! Onların gönüllerine gir ki; rûhunun ufku açılsın! İlk defâ gönlüne haccettir! Ondan sonra rakîk bir gönülle o nâzik hac yolculuğuna devâm et!.. Çünkü Kâbe, Allâh’ın hâne-i birri, yâni ziyâret edilmesi farz ve sevâbı mûcib olan Beyt’idir. Lâkin insan kalbi, bir sır hazinesidir. Kâbe, Âzeroğlu İbrâhim’in binâsıdır. Gönül ise, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır. Eğer sende basîret varsa, (önce) gönül Kâbe’sini tavâf et! Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür.


Cenâb-ı Hak, görünen, bilinen sûret Kâbe’sini tavâf etmeyi, kirlilikten temizlenmiş, arınmış bir gönül Kâbe’si elde edesin diye sana farz kılmıştır. Şunu iyi bil ki, sen Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günâhını dengeleyemez. Sen varını-yoğunu, malını-mülkünü ver de bir gönül yap! Yap da o gönül, mezarda, o kapkara gecede sana ışık versin! Allâh’ın huzûruna altın dolu binlerce keseler götürsen, Cenâb-ı Hak: “Biz’e bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir! Çünkü altın, gümüş Biz’im için bir şey değildir. Eğer Biz’i ve rızâmızı istiyorsan, bunun ancak bir gönül kazanmaya bağlı olduğunu unutma!..” buyurur. Hakk’ın nûrunun insandaki tecellîsini görmek için kalp gözün iyice açılsın!.» Bâyezîd, pîrin bu nüktelerini kavradı. Gönlü, sohbetle, merhametin esrârından bir hisse aldı. Huzur ve vecd içinde hac yolculuğuna devâm etti.” Mâtemlerin civârında bulunmak, toplumdaki kanadı kırık bir kuş gibi hizmet ve himmete muhtaç olanları sevindirmek, borç ve yolculuk sebebiyle darda kalanlara yardım etmek gibi ictimâî ibâdetler, kâmil insan hüviyeti kazanmanın en mühim vesîleleridir. Kâmil bir mü’min, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta baktığından, ilâhî ahlâka bürünür ve dâimâ ihtiyaç sâhiplerinin yardımına koşar. { Ahmed er-Rufâî Hazretleri, her gördüğü şahsa selâm verirdi. Bir köy veya kasabada birinin hasta olduğunu duysa, ilk fırsatta ziyâretine giderdi. Yolculuk esnâsında karşılaştığı âmâların ellerinden tutar, gidecekleri yere kadar götürüverirdi. Bir ihtiyarla karşılaşacak olsa, elindeki yüke yardım eder ve etrafındaki dostlarına Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem’in şu hadîs-i şerîfiyle nasihatte bulunurdu: “Kim bir ihtiyara hürmet ve yardım ederse, Allah Teâlâ da ona, ihtiyarlığında hürmet ve hizmet edecek bir kimseyi ihsân eder.” (Tirmizî, Birr, 75/2022) Şehir dışına yapmış olduğu seyahatlerden dönüşte, ormana gider, odun keser ve merkebine yükleyerek şehre getirir; bu odunları dullara, kimsesizlere, fakir ve muhtaçlara dağıtırdı. Mecnun ve kötürümlerin hizmetlerine koşar, elbiselerini temizler, onlarla oturup sohbet eder, yemeklerini kendi elleriyle getirir ve yedirirdi. Sonra da onlardan duâ etmelerini isterdi. Müridlerine de: “–Bu gibi âcizleri ziyâret, müstehab değil, vâcibdir!..” derdi. Birgün oyun oynayan ço*cuk*ların yanın*dan geç*miş*ti. Bir*kaç ço*cuk, Ah*med er-Rufâî Haz*ret*le*ri’nin mâ*ne*vî hey*be*tin*den kor*kup kaç*tı. Haz*ret-i Pîr, der*hal


ar*ka*la*rın*dan koş*tu ve bü*yük bir şef*kat ve mu*hab*betle on*la*rı bağ*rı*na ba*sıp gö*nül*le*ri*ni fet*het*ti ve: “–Yavrularım! Gö*rü*yor*su*nuz ki, ben de âciz bir ku*lum! Si*zi en*di*şe*len*dir*diy*sem hak*kı*nı*zı he*lâl ediniz!” dedi. { Güney Arnavutluk’ta fakir bir kadın vardı. Bir kış günü gariban bir çocuğun perişan hâline dayanamayarak ona bir çift eski partal ayakkabı verdi. Zaman geldi bu çocuk devşirme usûlüyle Osmanlı sarayına girdi. Orada yükseldi ve Ayaz Paşa ismiyle meşhur oldu. Ancak Ayaz Paşa eski günlerini unutmamış, o eski pabuçlarını da bir yere saklamıştı. Paşa olunca bu pabuçların içini altınla doldurdu ve bir şükran ifâdesi olarak o fakir kadına gönderdi. (İlber Ortaylı, Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek, s. 30) Bu misâl, muhtâca yardım etmenin dünyevî bir faydasını göstermektedir. Kim bilir âhiretteki faydası nasıl olacaktır?!. { Alasonyalı Hacı Cemal Öğüt Hocaefendi’nin, muhtâca yardımla alâkalı son derece ibretli bir hâtırası şöyledir: Bir kış mevsimi, akşam vakti sokaktan yoğurtçu geçer. Kızına; yoğurt alalım mı, diye sorar. Kızı evde yoğurt olduğunu ve ihtiyaçlarının bulunmadığını söyler. Biraz sonra yoğurtçu tekrar; “Yoğurt alacak var mı?” diyerek sokaktan geçer. Hocaefendi tekrar sorar. Kızı aynı cevâbı verir. Hâdise bir kere daha tekerrür edince kızı dayanamayıp sorar: “–Babacığım, ihtiyacımız olmadığını söylemiştim. Bu kadar ısrarınızın sebebi nedir?” Hocaefendi’nin cevâbı, hassas bir mü’min gönlünün güzelliğini sergilemektedir: “–Kızım, adamcağızın çok ihtiyacı olmasa, akşam vakti, bu kışta-kıyâmette niye bu kadar dolaşıp dursun. Biz şu yoğurdu alalım da zavallı evine gitsin. Sen nasıl olsa yoğurtla yapacak bir şeyler bulursun. Bu şekilde belki garibin ihtiyacı görülmüş olur…” { Hâsılı, bizim onların yerinde, onların da bizim yerimizde olabileceğini düşünerek dâimâ muhtaçların yardımına koşmalı, Allâh’ın rızâsını kazanmanın yollarını aramalıyız. Yunus Emre Hazretleri, hayır yapmanın ve yoksullara ufacık da olsa bir yardımda bulunmanın karşılığını ne güzel ifâde eder: Doğru yola gittin ise,


Er eteğin tuttun ise, Bir hayır da ettin ise, Birine bindir az değil. Bir miskini gördün ise, Bir eskice verdin ise, Yarın anda sana gele, Hak libâsın biçmiş gibi. Diğer taraftan, borç verme fazîletini de yaşatmak mecbûriyetindeyiz. Yarın bâkî ikâmetgâha devrolundu*ğumuzda ne zenginin elinde böyle bir fırsat ne de muhtâcın elinde böyle bir ihtiyaç kalacaktır. Durumu müsâit olanlar, birtakım bahânelerle borç verme ibâdetini terk etmemeli, buna mukâbil borç alan kimseler de çeşitli sıkıntıları öne sürüp borcunu ihmâl ederek, bu fazîletli hasleti zedelemekten kaçınmalıdır. Aynı şekilde yolda kalmışlara ihtimâm etmeli, onların duâlarını almaya çalışmalıdır. Zîrâ gurbette olan kimsenin gönlü Allâh’a daha yakındır. Bu sebeple de duâsı müstecâb olur. Cenâb-ı Hak yolculara o derece ehemmiyet vermiştir ki, ne kadar zengin de olsalar, yolda muhtaç duruma düştüklerinde zekât dahî alabileceklerini beyan buyurmuştur. Hoca Ahmed-i Yesevî Hazretleri ne güzel söyler: Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen!.. ……… Akıllı isen, gariplerin gönlünü avla, Mustafâ gibi ülkeyi gezip yetîm ara!.. e. Açları Doyurmak ve Susuzlara Su Vermek Allâh’a kulluk için yaratılan insanın en mühim bedenî ihtiyâcı gıdâdır. İnsanoğlu bu ihtiyâcını karşılayamadığı takdirde, hayâtiyetini sürdüremez, dolayısıyla var oluş gâyesi olan kulluğu da îfâ edemez. Bu sebeple açları doyurmak ve susuzlara su vermek, en hayâtî hizmetlerden biridir. Zâten İslâm âlimleri de; “İhsan ve ikrâmın en kıymetlisi, yemek yedirmektir. Zîrâ insanın maddî yapısı, yemek ile kâimdir ve hayat da yemek ile devâm eder.” demişlerdir. İctimâî bir ibâdet olan açları doyurmakta derin bir ilâhî sır mevcuttur. Kureyş Kavmi’ne nîmetlerini hatırlatan Allah Teâlâ:


“Onlar, kendilerini açken doyuran ve her çeşit korkudan emin kılan şu evin Rabbine kulluk etsinler.” (Kureyş, 3-4) buyurarak bunun ehemmiyetine işâret etmektedir. Cenâb-ı Hak, mahlûkâtı yedirip içirdiğini, kendisinin ise böyle bir şeye ihtiyaç duymadığını bildirerek “doyurmak” fiilini kendisine izâfe etmiştir.[101]O hâlde mü’min, açları doyurmak ve susuzlara su ikrâm etmek sûretiyle, hem büyük bir ecir almış, hem de ilâhî ahlâk ile ahlâklanmış olmaktadır. Allah Teâlâ, kullarını bu ulvî haslete teşvik ederek kesilen kurbanlar hakkında şöyle buyurur: “…Artık ondan hem kendiniz yeyin, hem de yoksula, fakire yedirin.” (el-Hac, 28) “…Onlardan hem kendiniz yeyin, hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen fakirlere yedirin…” (el-Hac, 36) Bâzı şer’î cezâlar da fakirlerin doyurulmasına yönelik konulmuştur. Meselâ yemin keffâreti, on yoksulu;[102]zıhar keffâreti de altmış yoksulu doyurmaktır.[103]İhramlıyken av hayvanını öldüren kimse, cezâ olarak fakirleri doyurur,[104]oruç tutmaya güç yetiremeyen kimse de buna karşılık yine bir fakiri doyuracak kadar fidye verir.[105] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Hastayı ziyâret edin, aç olanı doyurun, esiri kurtarın!” (Buhârî, Cihâd 171, Et’ime 1, Nikâh 71, Merdâ 4) Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kudsî hadîste açları doyurmayı şu çarpıcı üslûb ile anlatır: “Allah Teâlâ, kıyâmet gününde: «…Ey Âdemoğlu! Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın!» buyurur. Âdemoğlu: «–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?» der. Allah Teâlâ: «–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacağını bilmez misin? Ey Âdemoğlu! Sen’den su istedim, vermedin!» buyurur. Âdemoğlu: «–Ey Rabbim! Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?» der. Allah Teâlâ: «–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun. Bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr, 43) Demek ki ilâhî irâde her hâlükârda açların doyurulması istikâmetindedir. Cenâb-ı Hak bu mühim ictimâî hizmeti gören ihlaslı kullarını şöyle medheder: “Onlar kendi canları çektiği hâlde, yiyeceği yoksula, yetime ve esire yedirirler: «Biz sadece Allah rızâsı için yediriyoruz, sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Biz, çetin ve belâlı


bir günde Rabbimizden (O’nun azâbına uğramaktan) korkarız.» (derler). İşte bu yüzden Allah, onları o günün fenâlığından esirger; (yüzlerine) parlaklık, (gönüllerine) sevinç verir.” (el-İnsân, 8-11) Açları doyurmamak, onlarla ilgilenmemek, Kur’ânî ifâdeyle; “sarp yokuşu aşamamak”tır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Fakat o, sarp yokuşu aşamadı. O sarp yokuş nedir bilir misin? Köle âzâd etmek veya açlık gününde yakını olan bir yetimi, yahut aç-açık bir yoksulu doyurmaktır.” (el-Beled, 11-16) Yetimi ve yoksulu doyurmak, zorluğu nisbetinde bereketli ve feyizli bir hizmettir. Bu bereketli fırsatı kaçırarak sarp yokuşu aşamayanlar, yâni infak fazîletini gösterebilmek için sarp bir yokuş gibi çetin olan nefs engelini bertarâf edemeyenler, âhirette pişman olacaklardır. Onların üzüntü ve pişmanlıklarını anlatan bir manzara âyet-i kerîmelerde şöyle gözler önüne serilir: “Defteri sağdan verilenler cennetler içindedirler. Günahkârlara: «–Sizi şu yakıcı ateşe sokan nedir?» diye uzaktan uzağa sorarlar. Suçlular derler ki: «–Biz namaz kılanlardan değildik, fukarâya yemek yedirmezdik, bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık, cezâ gününü de yalanlardık. O hâldeyken ölüm bize gelip çattı.» Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez.” (el-Müddessir, 39-48) Bir mü’min, imkânları nisbetinde açları doyurmaya bizzat gayret etmekle birlikte, toplumda bu mühim vazifenin yerine getirilmesi için de gayret göstermeli, diğer insanları da bu işe teşvik etmelidir. Zîrâ Rabbimiz, açları bizzat doyurmayan kişiler bir yana, diğer insanları buna teşvik etmeyen kimseleri dahî ihtâr ederek şöyle buyurur: “Yoksulu yedirmeye birbirinizi teşvik etmiyorsunuz!” (el-Fecr, 18) Yine amel defteri solundan verilip de hüsrâna uğrayan mücrimden bahsedilirken: “Yoksulu doyurmaya teşvik etmezdi.” (el-Hâkka, 34) buyrulmaktadır. Âhirete inanmayan kimsenin başta gelen vasıfları sayılırken de yine, “Yoksulu doyurmaya teşvik etmez.” (el-Mâûn, 3) buyrulur. Öyleyse âhirete inanan mü’minlerin en bâriz husûsiyetlerinden biri de açları doyurmak, yoksula infâk etmektir. Nitekim bir kimse Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Müslümanın hangi ameli daha hayırlıdır?” diye sorduğunda, Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Tanıdık tanımadık herkese yemek yedirmek ve selâm vermektir.” buyurmuştur. (Buhârî, Îmân 6, 20, İsti’zân 9, 19; Müslim, Îmân 63) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurur:


“Kırk iyilik vardır ki bunların en üstünü, birisine sağıp sütünden faydalanması için ödünç olarak sütlü bir keçi vermektir…” (Buhârî, Hibe, 35; Ebû Dâvûd, Zekât, 42) Peygamber Efendimiz, kalbinin katılığından şikâyet eden bir sahâbîye de şu tavsiyede bulunmuştur: “Eğer kalbinin yumuşamasını istiyorsan fakiri doyur, yetimin başını okşa!” (Ahmed, II, 263, 387) Allâh’ın rızâsının hangi amelde olduğu bilinmez. Rızâ-yı ilâhî, bâzen küçük görünen bir amelde, bâzen orta, bâzen de büyük bir amelde gizlidir. Dolayısıyla bir açı doyurmayı, bir kişiye su vermeyi küçük görmemek gerekir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insanlara su vermenin fazîletini şu ibretli hâdiseyle anlatır: “Kıyâmet günü cennet ehli saf saf olurlar. Derken cehennem ehlinden bir kişi cennet ehlinden birine uğrar ve: «–Ey filân! Hatırladın mı sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim.» der, (ve bu sûretle şefaat ister). Mü’min de o kimseye şefaat eder…” (İbn-i Mâce, Edeb, : ) Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kendisinden çok ashâbını ve ümmetini düşünürdü. Zîrâ Kur’ânî ifâdeyle O, “Raûf” ve “Rahîm” yâni çok şefkatli ve çok merhametli idi. Ashâbı doymadan Allah Rasûlü ve âilesi doymazdı. Elinde ne varsa muhtaçlara verir, kendi evinde günlerce ocak yanmaz, ekmek bulunmazdı. Bunun pek çok misâli mevcuttur. Onlardan bir kısmı şöyledir: Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh’a yemin ederim ki, ben bâzen açlıktan karnımı yere dayar, bâzen de mideme taş bağlardım. Birgün sahâbîlerin geçtikleri yol üzerine oturmuştum. Hazret-i Ebû Bekir uğradı. Belki beni doyurur düşüncesi ile kendisine Allâh’ın kitâbından bir âyet sordum. Cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Sonra Hazreti Ömer geldi. Belki beni doyurur düşüncesi ile ona da Allâh’ın kitâbından bir âyet sordum. O da cevap verdikten sonra geçip gitti, bir şey yapmadı. Daha sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımdan geçti ve beni görünce tebessüm etti. Kalbimden geçeni yüzümden anlayarak: «–Ebû Hüreyre!» dedi. Ben de: «–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: «–Beni takip et.» buyurdu ve yoluna devâm etti. Ben de peşinden yürüdüm. Hazret-i Peygamber evine girdi. Ben de girmek için izin istedim; izin verilince içeri girdim. Bir kap içinde süt buldu ve:


«–Bu süt nereden geldi?» diye sordu. «–Falan şahıs onu Siz’e hediye etti.» dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ebû Hüreyre!» diye seslendi. Ben: «–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim. «–Suffe ehline git, onları bana çağır.» buyurdu. Suffe ehli, İslâm misâfirleri idi. Onların ne sığınacak âileleri ne malları ne de bir kimseleri vardı. Hazret-i Peygamber, kendisine bir sadaka geldiğinde onlara gönderir, kendisi ondan hiçbir şey almazdı. Şayet gelen bir hediye ise, onlara da gönderir, kendisi de ondan bir parça alır ve böylece gelen hediyeyi onlarla paylaşırdı. Allah Rasûlü’nün Suffe ehlini dâvet etmesi hoşuma gitmedi. Kendi kendime; «Bu süt, Suffe ehli arasında kime yetecek ki! O sütü içerek kuvvetlenmek, herkesten çok benim hakkım. Oysa onlar geldiğinde Rasûlullah bana emreder, ben de onlara veririm; belki de o sütten bana kalmaz. Fakat Allah ve Rasûlü’nün emrine itaat etmemek de olmaz.» dedim. Neticede onlara gittim ve kendilerini dâvet ettim. Onlar bu dâvete icâbet ederek içeri girmek için izin istediler. Kendilerine izin verildi, onlar da evde yerlerini aldılar. Hazret-i Peygamber: «–Ebû Hüreyre!» diye seslendi. Ben: «–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim. «–(Sütü) al, onlara ikrâm et!» buyurdu. Ben de süt kabını aldım, sırayla herkese ikrâm etmeye başladım. Verdiğim kişi kanıncaya kadar içiyor, sonra kabı geri veriyor, ben bir başkasına veriyordum, o da kanıncaya kadar içiyor sonra geri veriyordu. En sonunda kabı Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verdim. Topluluğun hepsi süte kanmışlardı. Rasûlullah kabı alıp elinde tuttu ve bana bakıp tebessüm etti. Sonra: «–Ebû Hüreyre!» dedi. «–Buyrunuz, yâ Rasûlallah!» dedim. «–Bir ben kaldım, bir de sen.» buyurdu. Ben: «–Doğru söylediniz, yâ Rasûlallah!» dedim. «–Otur da iç!» buyurdular. Ben de oturdum ve içtim. Sonra yine: «–Otur, iç!» buyurdu. Yine oturdum ve içtim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz durmadan: «–İç, iç!» buyuruyordu. Sonunda ben:


«–Hayır, Sen’i hak peygamber olarak gönderen Allâh’a yemin ederim ki, artık içecek yerim kalmadı.» dedim. «–Bana ver!» buyurdu. Kabı Rasûl-i Ekrem’e verdim, Allah Teâlâ’ya hamdetti, besmele çekti ve kalan sütü kendisi içti.” (Buhârî, Rikâk, 17) { Hazret-i Ebû Bekir’in oğlu Abdurrahman -radıyallâhu anhümâ- şu hâdiseyi nakleder: “Suffe Ashâbı gâyet fakir kimselerdi. Bir defâsında Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: «–İki kişilik yemeği olan, (Suffe Ashâbı’ndan) bir üçüncüsünü; dört kişilik yemeği olan da bir beşincisini ve hattâ altıncısını yemeğe buyur edip götürsün!» Babam Ebû Bekir, onlardan üç kişiyi evimize getirdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de on kişiyi hâne-i saâdetlerine götürüp ikrâm etti… Allâh’a yemin ederim ki, yediğimiz her lokmanın ardından yemek daha da artıyordu. Nihâyet misâfirler doydular. Yemek de ilk getirildiğinden daha fazla olarak ortada duruyordu. Hazret-i Ebû Bekir, yemeğe baktı ve hanımına hitâben: «–Ey Benî Firâs’ın kızı! Bu ne hâl?» dedi. O da: «–Gözümün nûruna yemin ederim ki, yemek şimdi öncekinden üç misli daha fazla!» dedi. Babam yemeğin geri kalanını Allah Rasûlü’ne gönderdi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu yemekten yedi. Kalan yemek, orada sabaha kadar durdu. Biz müslümanlarla bir kabîle arasında anlaşma vardı. Anlaşmanın süresi bittiği için onlar Medîne’ye gelmişlerdi. İçlerinden sözcü olarak on iki kişi ayırdık. Her biri ile beraber kaç kişinin bulunduğunu Allah bilir. İşte onların hepsi o yemekten yediler.” (Bkz. Buhârî, Mevâkît 41, Menâkıb 25, Edeb 8788; Müslim, Eşribe 176, 177) { Açları doyurmanın lüzûmuyla birlikte, güzel bir eğitim metodu da tâlim eden şu rivâyetler oldukça dikkat çekicidir: Abbâd bin Şurahbil -radıyallâhu anh- anlatıyor: “Bir zamanlar fakir düşmüştüm. Bunun üzerine Medîne bahçelerinden birine girdim. Başak ovup hem yedim hem de torbama aldım. Derken bahçe sâhibi gelip beni yakaladı, dövdü, torbamı elimden aldı ve Rasûlullâh’a götürüp şikâyet etti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bahçe sâhibine: «–Câhilken öğretmedin, açken doyurmadın!» buyurdu.


Sonra bahçe sâhibine torbamı iâde etmesini söyledi. Daha sonra Rasulullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana bir veya yarım sa‘ miktârında yiyecek verdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21) Müslümanlar, câhili haramdan sakındırmak için ona öğretmekle mükelleftirler. Açlık ve yokluk da insanı çâresizlik içinde harâma el uzatmaya zorlayabileceğinden, açları doyurmak, en mühim vicdânî vazifelerimizden biridir. Bununla birlikte, yanlış yapanlara dâimâ yumuşak bir lisân ile îkazda bulunmak ve onlar için duâ etmek gerekir. { Âlemlerin Efendisi, kendisi ve âilesi de muhtaç olduğu hâlde, evvelâ ashâbının fakirlerini doyurmayı şiâr edinmişti. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Peygamber Efendimiz’in kızı Fâtıma, babasına âilesinin en sevgili olanı idi. Değirmen çevirdiği için elinde, kırba ile su taşıdığı için boynunda yaralar oluşur, evi süpürdüğü için de üstü başı toz toprak içinde kalırdı. Bir ara Allah Rasûlü’ne bâzı savaş esirleri getirilmişti. Fâtıma’ya: «–Babana gidip kendine bir hizmetçi istesen!» dedim. Fâtıma gitti, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz’in, o sırada bâzı kimselerle konuştuğunu gördü ve geri döndü. Ertesi gün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellemFâtıma’ya gelerek: «–Kızım ihtiyâcın ne idi?» diye sordu. Fâtıma sükût edip cevap vermedi. Ben araya girip: «–Ben anlatayım ey Allâh’ın Rasûlü!» dedim ve vaziyeti anlattım. Bunun üzerine Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ey Fâtıma! Allah’tan kork! Allâh’ın farzlarını edâ et! Âilenin işlerini yap! Yatağına girince otuz üç kere sübhânallah, otuz üç kere el-hamdü lillâh, otuz dört kere Allâhu ekber, de! Böylece hepsi yüz yapar. Bu senin için hizmetçiden daha hayırlıdır.» buyurdular. Fâtıma -radıyallâhu anhâ-: «–Allah’tan ve Rasûlü’nden râzıyım!» dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona hizmetçi vermedi.” (Ebû Dâvûd, Harac, 1920/2988) Diğer bir rivâyette Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şunları da söylediği nakledilmektedir: “–Vallâhi Ehl-i Suffe açlıktan midelerine taş bağlarken ve ben de onlara sarf edecek bir şey bulamazken size hizmetçi veremem. Esirlerin karşılığında fidye alacağım ve bu geliri Ashâb-ı Suffe için harcayacağım.” (Ahmed, I, 106)


{ Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Üvey babam Ebû Talha, annem Ümmü Süleym’e: “–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sesi kulağıma pek zayıf geldi; kendisinin aç olduğunu da biliyorum. Yanında yiyecek bir şey var mı?” dedi. Ümmü Süleym: “–Evet, var.” dedi ve arpa ekmeğinden yapılmış birkaç çörek çıkardı. Sonra kendisine âit bir başörtüsü aldı; onun bir tarafına çörekleri sarıp dürdü ve elbisemin altına yerleştirdi. Örtünün bir kısmını da belime sardı, sonra beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdi. Ben ekmeği götürdüm. Allah Rasûlü’nü mescitte, cemaatle birlikte otururken buldum. Ben de yanlarında ayakta durdum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Seni Ebû Talha mı gönderdi?” buyurdu. Ben: “–Evet.” dedim. “–Yemek için mi?” buyurdu. “–Evet.” diye cevap verdim. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında bulunanlara: “–Kalkınız!” buyurdu, onlar da kalkıp yürüdüler, ben önlerinden yürüdüm. Ebû Talha’ya gelerek durumu bildirdim. Bunun üzerine Ebû Talha: “–Ey Ümmü Süleym! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cemaatle birlikte geldi, oysa bizim yanımızda onları doyuracak bir şey yok?” dedi. Ümmü Süleym: “–Allah ve Rasûlü daha iyi bilir.” dedi. Ebû Talha da hemen gidip Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i karşıladı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Ebû Talha ile birlikte eve girdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey Ümmü Süleym! Yanında olanları getir!” buyurdu. O da bu ekmeği getirdi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- emir buyurup ekmekleri parçalattı. Ümmü Süleym, yağ tulumunu sıkarak o ekmek parçaları üzerine yağ sürdü. Sonra, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun içine Allâh’ın murâd ettiği duâyı okudu. Bundan sonra: “–On kişiye izin ver!” buyurdu. Ebû Talha on kişiye eve girmeleri için izin verdi, onlar doyuncaya kadar yediler, sonra çıktılar. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–On kişiye daha izin ver!” buyurdu. Ebû Talha onlara da izin verdi, onlar da yiyip çıktılar. Hazret-i Peygamber: “–Bir on kişiye daha izin ver!” buyurdu. Neticede cemaatin hepsi yiyip doydu. Bu cemaat yetmiş veya seksen kişi idi. Sonra Ebû Talha sofrayı yeniden düzenledi. Bir de ne görsün: Yemekler sanki cemaatin yemeğe başladığı andaki gibi duruyordu! Sonra Rasûlullah -


sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ev sâhipleri yediler. Yine de komşularına yetecek kadar arttı. (Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Eşribe, 142-143) { Câbir -radıyallâhu anh- şöyle der: Biz Hendek Savaşı gününde siper kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip: “–Siperde önümüze bir kaya çıktı.” dediler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “–Hendeğe ben ineceğim.” buyurdu. Sonra ayağa kalktı. Açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada kalmıştık. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, o kaya un ufak olup kum yığınına döndü. Ben: “–Yâ Rasûlallah! Eve gitmeme izin veriniz!” dedim. İzin verince de eve gidip hanımıma: “–Ben, Allah Rasûlü’nü dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yanında yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Zevcem: “–Biraz arpa ile bir de oğlak var.” dedi. Ben oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Sonra, ekmek pişmekte, tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gittim. “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle birlikte bize buyrun.” dedim. Rasûli Ekrem Efendimiz: “–Yemeğin ne kadar?” diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine: “–Ooo, hem çok, hem de güzel! Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâba: “–Kalkınız!” dedi. Muhâcirler ve Ensâr, hep birlikte kalktılar. Ben telâşla zevcemin yanına varıp: “–Vay başımıza gelenlere! Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanında Muhâcirler, Ensâr ve beraberlerinde olanlarla birlikte geliyor.” dedim. Hanımım: “–Sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi. Ben: “–Evet.” dedim. “–O hâlde telâşlanma, O senden daha iyi bilir.” dedi. Bir müddet sonra geldiklerinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlere:


“–Giriniz, birbirinizi sıkıştırmayınız!” buyurdu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, ondan aldığını ashâbına veriyordu. Sonra yine aynısını yapıyordu. Onların hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Neticede bir miktar yiyecek de arttı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zevceme: “–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Buhârî, Megâzî, 29; Vâkıdî, II, 452) Câbir -radıyallâhu anh- sözünü şöyle tamamlar: “Gelenler bin kişi idiler. Allâh’a yemin ederim ki böyle. Hepsi de güzelce yediler, hattâ kalanı bırakıp gittiler. Tenceremiz eksilmeden kaynıyor, azalmayan hamurumuzdan da iki hanım tarafından sürekli ekmek yapılıyordu.” (Müslim, Eşribe, 141) { Sadece insanları değil, diğer canlıları doyurmak ve sulamak da büyük bir sevap kapısıdır. Sürâka -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Kendi develerimi sulamak için hazırlayıp kenarlarını sıvadığım havuzlarıma, kaybolmuş bir deve gelir ve ben de onu sularsam, bu sebeple bana sevap yazılır mı?” diye sordum. “–Evet, harâretli her ciğer sâhibine (her canlıya) su vermekten dolayı insana ecir verilir.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Edeb, : ) { Ebû Zer -radıyallâhu anh- Peygamber Efendimiz’i görmek ve hakkında bilgi almak için Mekke’ye gelmişti. Zayıf bir kimseye Allah Rasûlü’nü sorunca o da; “–Dîninden dönen kişi!” diye Ebû Zer’i işâret etmiş, müşrikler başına toplanarak onu kıyasıya dövmüşlerdi. Zemzem’den başka hiçbir şey yiyip içmeden tam otuz gün Mekke’de kaldı. Nihâyet Allah Rasûlü ile Hazret-i Ebû Bekir’i gördü. Onlara selâm verip kendini tanıttı. Ebû Zer -radıyallâhu anh- hâdisenin devâmını şöyle anlatır: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ne zamandır buralardasın?” diye sordu. Otuz gündür buralarda olduğumu söyledim. “–Seni kim doyurdu?” buyurdu. Ben de: “–Zemzem suyundan başka yiyip içecek hiçbir şeyim yoktu. Bu arada şişmanladım, hattâ karnımdaki kuşak koptu ve hiç açlık da hissetmedim.” deyince: “–Zemzem, bereketli ve doyurucu bir yemek ve derde devâdır.” buyurdu. Bunun üzerine Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:


“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu gece onun karnını doyurmak için bana müsâade buyrun.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve Ebû Bekir yola devâm ettiler, ben de onlarla beraber ilerledim. Ebû Bekir bir kapıyı açtı ve bizim için Tâif şırası çıkarmaya başladı. Bu benim Mekke’de yediğim ilk yemekti. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 132) Şefkat ve merhamet ummânı olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Zer radıyallâhu anh- ile tanıştığında hemen ona, karnını nasıl doyurduğunu sormuş, Hazret-i Ebû Bekir de bu fırsatı değerlendirerek Allâh’ın aç bir kulunu doyurma fazîletini sergilemiştir. { Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, imkân buldukça yoksul müslümanlara yemek yedirir, onları doyururdu. Birgün Ebû Cehil ona: “–Ey Ebû Bekir, Allâh’ın bu yoksul kimseleri doyurabileceğine inanıyor musun?” dedi. Hazret-i Ebû Bekir: “–Evet.” dedi. Ebû Cehil: “–O hâlde neden onları yedirip açlıklarını gidermiyor?” diye sordu. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Allah Teâlâ bir kısım insanları fakirlikle, bir kısmını da zenginlikle imtihan eder. Fakirlere sabretmeyi, zenginlere de yedirmeyi emreder.” dedi. Akıl ve mantığı, îmansızlığın zifiri karanlığına gömülmüş olan Ebû Cehil: “–Vallâhi ey Ebû Bekir, sen olsa olsa büyük bir sapıklık içindesin. Sen sanıyor musun ki Allâh’ın bunları doyurmaya gücü yettiği hâlde bir şey vermiyor da onlara sen yemek yediriyorsun?” hezeyânını savurdu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Allâh’ın size rızık olarak verdiklerinden hayra sarf ediniz, denildiğinde, kâfirler mü’minlere dediler ki: Allâh’ın dilediği takdirde doyurabileceği kimseleri biz mi doyuracağız? Siz gerçekten apaçık bir sapıklık içindesiniz.” (Yâsîn, 47) (Kurtubî, XV, 26) Görüldüğü gibi, açları doyurmak Hazret-i Ebû Bekir’in güzel bir sıfatı, onlardan yüz çevirmek de Ebû Cehil’in çirkin bir vasfı olmaktadır. Cenâb-ı Hak cümlemizi Hazret-i Ebû Bekir’in meşrebinden eylesin! Âmîn… { Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle der:


“İnsanlar, Ebû Hüreyre çok fazla (hadîs) rivâyet ediyor, diyorlar. Hâlbuki bunun sebebi, karın tokluğuna devamlı Hazret-i Peygamber’in yakınında bulunmamdır. Hiç mayalı ekmek yemez, gösterişli elbise giymezdim. Bana kadın veya erkek hiç kimse de hizmet etmezdi. Ve sık sık açlıktan karnıma taş bağlardım. Bir kimseye, beni evine götürüp karnımı doyursun diye ezberimde olduğu hâlde bir âyeti sorar, okumasını isterdim. Fakirlere karşı insanların en hayırlısı, Câfer bin Ebî Tâlib idi; o bizi evine götürür ve ne bulursa yedirirdi. Hattâ çoğu zaman boş yağ tulumunu bile bize ikrâm ederdi, onu keserdi, biz de içinde kalanı yerdik.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 10) { Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh-, ölüm ânı yaklaştığında oğullarına öğüt vererek: “–Ekmek bağışlayan adamı hatırlayın!” dedi ve şunları anlattı: “Bir manastıra çekilerek, hayâtını ibâdetle geçiren bir adam vardı. Yetmiş sene inzivâsını sürdüren bu adam, birgün dışarı çıktı. Yolda şeytan, kadın gibi görünerek onu aldattı. Âbid, onunla beraber yedi gün kaldı. Sonra şeytan, ona hakikatini gösterdi. Âbid, yaptığına çok pişman oldu. Tevbekâr olarak yollara düştü. Her adımında namaz kılıyor, secde ediyor, Allah’tan af diliyordu. Gece olunca bir eve sığındı. İçeride on iki fakir insan yaşıyordu. Acziyet duygusuyla kendini onların arasına attı. O bölgede oturan bir râhip her gece bu fakirlere birer tane ekmek gönderirdi. Her zaman olduğu gibi o akşam da hizmetçi ekmekleri getirdi ve herkese birer tane verdi. Fakirlerden sandığı için, tevbekâr adamın önünden geçerken ona da bir ekmek uzattı. (On iki kişi olduklarından, tevbekâr adam ekmeklerden birini alınca, fakirlerden biri ekmeksiz kalmıştı.) Bu sırada kendisine ekmek verilmeyen adam râhibe: “–Sana ne oluyor?! Niçin bana ekmeğimi vermedin?” dedi. Râhip: “–Sana ekmek vermediğimi mi sanıyorsun? Git oradakilere bir sor bakalım, aranızda iki tane ekmek verdiğim kimse oldu mu?” dedi. Oradakiler: “–Hayır! Hiçbirimiz iki ekmek almadık!” dediler. Râhip: “–Benim seni ekmekten mahrum ettiğimi mi sanıyorsun? Vallâhi sana bu gece ekmek yok!” diye çıkıştı. O anda tevbekâr adam, eline verilen ekmeği, ekmek almayan adama uzattı. Sabah olduğunda tevbekâr ölü olarak bulundu. Tevbekârın yetmiş senelik ibâdetiyle yedi gecelik günahı tartıldı. Yedi gece ağır geldi. Günahları ağır basmıştı. Sonra yedi gecenin karşısına bir ekmek kondu. Bu kez ekmek ağır geldi. Tevbekârın son anlarında bağışladığı ekmek onu kurtarmıştı.” Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh- sözlerini şöyle tamamladı:


“–Oğullarım! Ekmek bağışlayanı hatırlayın ve ibret alın.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 263) Allâh’ın rızâsı bâzen çok basit gibi görülen bir amelde olabilir. Zaman gelir, bir parça ekmek, çok hayâtî bir kıymet ifâde eder. { Ubeydullah Ahrar Hazretleri anlatır: “Birgün pazara gitmiştim. Bir kişi yanıma geldi ve: «–Açım, beni Allah rızâsı için doyurur musun!..» dedi. O an, hiçbir imkâ*nım yoktu. Sadece eski bir sarığım vardı. Bir aşhâneye girip aşçıya: «–Şu sarığımı al. Eski, ama temizdir. Bulaşıklarını kurularsın. Ancak bu*nun mukâbilinde şu aç insanı doyurur musun?» dedim. Aşçı, o fakire yemek verdi; sarığımı da bana iâde etmek istedi. Bütün ısrarlarına rağmen kabul etmedim. Kendim de aç olduğum hâlde o fakir doyuncaya kadar bekledim.” { Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, her canlıya yapılan iyilik sebebiyle Allah Teâlâ’nın sevap lutfedeceğini bildirdiğinden, müslümanlar, hayvanları doyurmaya, bitkilere bakmaya bile ehemmiyet vermişlerdir. Buna dâir birkaç misâl şöyledir: Ecdâdımız, vaktiyle “ciğercilik” diye bir meslek ihdâs etmişlerdi. Bu mesleği icrâ eden insanlar, uzun bir sırığın ucuna taktıkları ciğerleri mahalle ve çarşılarda dolaştırırlar, yolda ciğerciye rastlayan hayırsever insanlar ciğerleri satın alarak etraftaki aç kedi ve köpeklere dağıtır, Allah’tan sevâbını umarlardı.[106] İtalyan kökenli Ricoldo de Monte Croce, 13. asrın ikinci yarısında İslâm âlemini gezmiş ve gördükleri karşısında hayretler içinde kalarak şöyle yazmıştır: “Müslümanlar, vakıf kurmada çok cömerttirler. Hattâ hayır işlemek için hristiyan esirleri dahî satın alarak hürriyetlerine kavuştururlar. Sevaplarını da ölmüş ana ve babalarının ruhlarına bağışlarlar. Müslümanlar, köpeklerin doyurulması için bile mal varlıklarından pay ayırırlar. Türkiye’nin ve İran’ın birçok şehrinde köpeklerin doyurulmasını vasiyet etmiş olanların, vasiyetlerinde köpeklere ayırdıkları payın gâyesine uygun olarak kullanılmasını sağlayan «köpek bakıcıları» mevcuttur.”[107] { 18. asırda Osmanlı Devleti’ne gelen Pere Jehammot isimli bir yazar, seyahatnâmesinde şöyle der:


“Türkler, murdar kabûl ederek hiçbir zaman evlerine sokmadıkları sokak köpeklerinin açlıktan sıkıntı çekmelerine veya telef olmalarına meydan vermemek için hergün bu hayvanlara bir miktar et dağıtılmasını vasiyet ederler ve bu iş için kasaplara bir miktar para tahsis ederler.”[108] { Hâsılı, açları doyurmak fazîletli bir ameldir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Ey insanlar! Birbirinize selâm veriniz, yemek yediriniz, insanlar uyurken geceleyin namaz kılınız. Böyle yaparsanız selâmetle cennete girersiniz.” buyurmuştur. (Tirmizî, Et`ime 45, Kıyâmet 42; İbn-i Mâce, İkâmet 174, Et’ime 1) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, içinde yemek yenen ve misâfire ikrâm edilen bir evin, hayır, bolluk ve bereket içinde olacağını bildirmiştir. (İbn-i Mâce, Et’ime, 55) Şeytan, insanı fakir düşme korkusuyla kandırarak hayırlardan uzaklaştırmak ister. Bu bakımdan fukarâ ve muhtâca yedirip içirme husûsunda da bu tuzağa düşmemek îcâb eder. Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurmuştur: “İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter.” (Buhârî, Et’ime, 11; Müslim, Eşribe, 178) “Bir kişinin yiyeceği iki kişiye, iki kişinin yiyeceği dört kişiye, dört kişinin yiyeceği ise sekiz kişiye yeter.” (Müslim, Eşribe, 179-181) Diğer taraftan açları doyurma fazîleti, sadece insanlara değil hayvanlara da şâmildir. Hadîs-i şerîfler dikkatle incelendiğinde görülür ki, insan olsun hayvan olsun, aç olan ihtiyaç içindeki her canlıyı doyurmak gerekir ve bu, müslümanlar üzerine bir vazifedir. Bir yerde açlıktan ölmek üzere olan bir canlı varsa, onu doyurmak oradaki insanlar üzerine farzdır. Ölüm mevzubahis değilse, onu doyurmak fazîletli bir hayır olur. f. Cenâze Teşyîi ve Tâziye İslâm kardeşliğinin mühim vecîbelerinden biri de, vefât eden mü’min kardeşlerimize son vazifemizi yaparak onları insanın mükerremliğine yaraşır şekilde defnetmek ve âilelerine tâziyede bulunmaktır. Cenâb-ı Hak, Âdemoğluna bu vazifeyi canlı bir misal göstererek öğretmiştir.[109] Cenâzenin namazını kılmak ve kabre defnedilmesiyle ilgilenmek farz-ı kifâye, diğer hizmetler ise sünnet ve müstehab kılınmıştır. Bu vazifeler ihmâl edildiğinde, bütün bölge halkı farzı terk etmiş sayılarak günahkâr olur.


Fahr-i Kâinât Efendimiz, cenâzenin emin kimseler tarafından yıkanmasını tavsiye ederek[110] techîzine ihtimam gösterilmesini, güzelce yıkanıp kokulanarak kefenlenmesini istemiştir. Bu vazifenin ehemmiyetini ifâde sadedinde şöyle buyurmuştur: “Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah Teâlâ kırk kere bağışlar. Ölüyü kefenleyene ipekten yapılmış cennet elbiseleri giydirir. Kabir kazıp ölüyü defnedene, bir fakiri kıyâmete kadar kalacağı bir eve yerleştirmiş gibi ecir verir.” (Hâkim, I, 506/1307) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Müslümanın, müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selâm almak, hasta ziyâret etmek, cenâzenin arkasından yürümek, davete icâbet etmek ve aksırana «yerhamükellah: Allah sana merhamet eylesin!» demek.” (Buhârî, Cenâiz, 2; Müslim, Selâm, 4) Vefât eden bir müslüman için ilk duâ, onun cenâze namazını kılmaktır. Daha sonra da imkân nisbetinde duâ etmek ve onun adına hayırlarda bulunmak îcâb eder. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Cenâze namazı kıldığınız zaman, ölen kimseye ihlâsla duâ ediniz!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 54-56/3199) Yine Fahr-i Kâinât Efendimiz: “Hangi müslümanın cenâzesinde Allâh’a şirk koşmamış kırk kişi hazır bulunup namazını kılarsa, Allah, onların ölü hakkındaki şefaatini mutlaka kabul eder.” müjdesini vermiştir. (Müslim, Cenâiz, 59) Burada “kırk” rakamı kalabalık insan topluluğunu ifâde etmek için kullanılmıştır. Zîrâ bir başka hadiste yüz kişi denirken,[111] diğer bir rivâyette de üç saflık bir cemaatin bulunması yeterli görülmüştür.[112] Son rivâyeti nakleden Mâlik bin Hübeyre -radıyallâhu anh-, bir müslümanın cenâzesine katılanları az gördüğünde hemen onları üç saf hâline getirirdi.[113] Lâkin müslümanların hüsn-i şehâdetine mazhar olabilmek için, Allâh’ın rızâsı istikâmetinde bir hayat yaşamak zarûrîdir. Çünkü bir cemaatin, hatâ ve yanlış üzere birleşmesi oldukça zordur. Müslüman dâimâ ölüme hazır olmalı, borçlu iken ölüvermekten korkmalıdır. Şayet borçlu ölmüşse, akrabâları öncelikle onun borçlarını ödemelidirler. Çünkü borcu ödenmediği müddetçe şehîdin bile cennete giremeyeceği bildirilmektedir.[114] Ayrıca cenâzenin fazla bekletilmeyip bir an evvel defnedilmesi tavsiye edilmiştir. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur:


“Cenâzeyi süratli taşıyın. Eğer o iyi biriyse, bu onun için bir hayırdır; onu bir an evvel kabirdeki hayır ve sevâbına kavuşturmuş olursunuz. İyi biri değilse, bu da bir şerdir; onu çabucak omuzlarınızdan atmış olursunuz.” (Buhârî, Cenâiz, 51; Müslim, Cenâiz, 50, 51) Erkekler için büyük bir fazîlet olarak teşvik edilen cenâze namazı ve onu kabre defnetme vazifesi, kadınlar için hoş karşılanmamış, “tenzîhen mekruh” kabul edilmiştir. Çünkü fıtraten şefkat ve merhamet gibi hissiyâtı yüksek olan kadınların böylesine acı ve hüzünlü durumlarda uygun olmayan davranışlarda bulunmaları kuvvetle muhtemeldir. Ümmü Atıyye -radıyallâhu anhâ- şöyle demiştir: “Biz hanımlar cenâzeye iştirâk etmekten menedildik. Fakat cenâze teşyîi bize kesin olarak haram kılınmadı.” (Buhârî, Cenâiz 29, İ’tisam 27; Müslim, Cenâiz 34-35) Bir yakını ölen veya herhangi bir musîbete uğrayan kimselere tâziyede bulunmak, yâni onları tesellî ederek sabır telkin etmek de mühim bir ictimâî hizmettir. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Bir musîbeti sebebiyle din kardeşine tâziyede bulunan mü’mine, Allah Teâlâ kıyâmet günü kerem elbiselerinden giydirir (şeref bahşeder).” (İbn-i Mâce, Cenâiz, 56) Âciz yaratılan insanoğlu, belâ ve musîbetler karşısında desteğe ve tesellîye muhtaçtır. Dolayısıyla cenâze teşyîi ve tâziye gibi hususlar çok mühim birer insânî vazifedir. Bunları ihmâl etmek büyük bir eksiklik ve vebaldir. Ayrıca unutmayalım ki bugün bir kardeşimize çok gördüğümüz ufak bir ziyâret ve tesellîye yarın kendimiz muhtaç olabiliriz. Fakat zamanında güzel tohumlar ekmezsek muhtaç olduğumuz bir zamanda çevremizde tutunacak dal bulamayız. Fazîlet Tabloları Câbir -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Nasıl sabahladınız?” diye sorulmuştu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Bir cenâzede bulunmayan ve hasta ziyâretine gitmeyen kimselerden daha hayırlı olarak sabahladım.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 1133; bkz. İbn-i Mâce, Edeb, 18) Bu ifâdeleriyle Peygamber Efendimiz; “Samîmiyetle ve Hak rızâsı için cenâze teşyîinde bulunan ve hasta ziyâretini îfâ eden kişilerin elde edeceği sevap ve ecirler hâriç tutulursa, dolu dolu ve hayırlı bir gece geçirdiğini” beyân etmiş olmaktadır. Dolayısıyla da cenâze teşyîi ve hasta ziyâretinin yüksek fazîletine işâret etmektedir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenâze teşyîinde bulunur, hastaları ziyâret eder ve dâvetlere katılırdı. Ebû Said el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:


“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye yeni geldiği sıralarda bizden biri ölüm döşeğinde iken, varıp kendisine haber verirdik. O da gelir hastanın başında durur, istiğfarda bulunurdu. Ölünce de yanındakilerle beraber geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi. Kendisine zahmet vermekten endişe duyarak aramızda şöyle konuştuk: «–Hastamız ölünceye kadar Allah Rasûlü’ne bir şey söylemeyelim. Vefât edince kendisine söyleriz. Böylece O, ne yorulur ne de zaman kaybetmiş olur.» Böyle yapmaya başladık. Hastamız ölünce kendisine haber verirdik. O da gelir namazını kılar, istiğfarda bulunur, geri dönerdi. Bâzen de cenâze gömülünceye kadar beklerdi. Bir süre de bu şekilde yaptık. Daha sonra: «–Vallâhi böyle de yapmayalım. Bu da Rasûlullâh’ı yoruyor. Cenâzemiz olduğunda onu Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kapısına götürelim, orada namaz kıldırsın. Bu, O’nun için daha kolay olur.» dedik ve öyle yaptık.” Hadîsin râvîlerinden Muhammed bin Ömer -radıyallâhu anh- diyor ki: “Bu sebepten Allah Rasûlü’nün kapısının önü, «cenâze namazının kılındığı yer» mânâsında «musallâ» ismiyle anılır oldu. Cenâzeler hep oraya götürülüyordu. Allah Rasûlü’nün vefâtından sonra da aynı usûl devâm etti.” (İbn-i Sa’d, I, 257; Hâkim, I, 519/1349) Talha bin Berâ -radıyallâhu anh- hastalanmıştı. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu ziyârete geldi. Çıkarken: “–Talha’ya ölümün yaklaştığını görüyorum. Vefât edecek olursa bana haber verin; techiz ve tekfin işinde elinizi çabuk tutun. Çünkü bir müslümanın cesedini âilesi yanında bekletmek uygun değildir.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 33-34/3159) Çok geçmeden Talha vefât etti. Vefâtından az evvel de: “–Beni çabucak defnedip Rabbime kavuşturunuz. Hazret-i Peygamber’e haber vermeyiniz. Zîrâ buraya gelirken yahûdîlerin ona zarar vermesinden endişe ediyorum. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve Gece de bastırmış olduğu için Allah Rasûlü’ne haber verilmeden Talha -radıyallâhu anhdefnedildi. Bu durum sabahleyin Allah Rasûlü’ne haber verildi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Talha’nın kabri başına gitti ve kabri başında Talha için: “Allâh’ım, Sen ondan, o Sen’den râzı olarak Talha’yı karşılayıp huzûruna kabul et!” diye duâ etti. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 29) Ebû Seleme -radıyallâhu anh- vefât etmişti. Âlemlerin Sultânı Efendimiz yanına girdi, açık kalan gözlerini kapattı ve sonra şöyle buyurdu:


“Ruh çıkınca gözler onu tâkip eder!” Bu esnâda Ebû Seleme’nin aile fertlerinden bâzıları yüksek sesle ağlamaya başladı. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Kendinize hayırdan başka bir şeyle duâ etmeyin. Çünkü melekler duâlarınıza «âmin» derler!” buyurarak îtidâli muhâfaza etmeleri gerektiğini bildirdi. Sonra da şöyle duâ buyurdu: “Allâh’ım! Ebû Seleme’yi bağışla! Derecesini, hidâyete ermişler seviyesine yükselt! Geride bıraktıkları için de ona Sen vekil ol! Ey Âlemlerin Rabbi! Bizi de onu da bağışla! Kabrini genişlet ve nurla doldur!” (Müslim, Cenâiz, 7) Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anhümâ- şöyle der: Kızı (Zeynep -radıyallâhu anhâ-), Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber göndererek: “–Oğlum ölmek üzeredir, lütfen bize kadar geliniz!” dedi. Peygamber Efendimiz o esnâda ashâbıyla meşgul olduğu için: “–Alan da veren de Allah’tır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah’tan beklesin!” buyurarak kızına selâm gönderdi. Bunun üzerine kızı, Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e: “–Ne olur, mutlaka gelsin!” diye tekrar haber yolladı. Bu defâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sa’d bin Ubâde, Muâz bin Cebel, Übey bin Kâ’b, Zeyd bin Sâbit ve başka sahâbîlerle birlikte kalkıp kızının evine gitti. Çocuğu Hazret-i Peygamber’e verdiler, kucağına aldı. Yavrucak pek zor nefes almaktaydı. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gözlerinden yaşlar boşandı. Durumu gören Sa’d bin Ubâde: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu ne hâldir?” dedi. Efendimiz de: “–Bu, Allâh’ın, dilediği kullarının kalbine koyduğu bir rahmettir. Zaten Allah Teâlâ ancak merhametli kullarına rahmet eder.” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 33; Müslim, Cenâiz, 9, 11) { Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ- vefât ettiğinde onu, Ümmü Eymen, Ensâr hanımlarından Ümmü Atiyye ve vâlidelerimizden Hazreti Sevde ile Ümmü Seleme yıkamışlardı. Yıkama esnâsında Efendimiz yanlarına varıp: “–Onu yıkamaya, sağ tarafından ve abdest âzâlarından başlayınız! Su ve sidr[115] ile tek sayıda; üç, beş veya yedi kere, gerekli görürseniz daha fazla yıkayınız! Sonuncusunda suya kâfur koyunuz! Yıkama işini bitirince bana bildiriniz!” buyurdu. Hazret-i Zeyneb’in saçlarını taradılar, üçe ayırıp her birini bir bukle yaptılar. Buklelerden ikisi Hazret-i Zeyneb’in yan taraflarındaki, biri de ön tarafındaki saçlarındandı. Yıkamayı bitirdiklerinde Allah Rasûlü, elbisesini onlara verip:


“–Bunu Zeyneb’e iç gömleği yapınız!” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 8-17; Müslim, Cenâiz, 36; İbn-i Sa’d, VIII, 34-36) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâze namazını kıldıktan sonra mahzun ve mükedder bir şekilde kabre indi. Biraz durduktan sonra tebessüm ederek dışarı çıktı ve şöyle buyurdu: “–Zeyneb’in zayıflığını düşünerek, ona kabrin darlığını ve kederini hafifletmesi için Allâh’a duâ ettim. Allah Teâlâ da duâmı kabul buyurup kabir sıkıntısını ona hafifletti.” (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 131) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu kadar sevdiği muhtereme kerîmesi ve İslâm uğruna pek çok fedâkârlıklara katlanan takvâ sâhibi, sâliha bir hanım bile kabrin sıkıntısına dûçâr olursa, bizim hâlimiz nice olur?! Bu yüzden istikbâlimizi sık sık tefekkür ederek hâl ve tavırlarımızı dâimâ gözden geçirmeliyiz. { Avf bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle der: “Fahr-i Kâinât Efendimiz, bir cenâze namazı kıldırmıştı. O esnâda şöyle duâ ettiğini duydum ve ezberledim: «Allâh’ım! Onu bağışla, ona rahmet et, onu azap ve sıkıntılardan koru. Kusurlarını affet. Cennetten nasîbini ihsân eyle, kabrini genişlet! Onu su ile, karla ve buzla yıka(nmış gibi tertemiz kıl)! Beyaz giysileri kirden temizler gibi onu günahlarından arındır. Kendi evinden daha güzel bir ev, âilesinden daha hayırlı bir âile, hanımından daha hayırlı bir zevce ver. Onu cennete koy, kabir ve cehennem azâbından muhâfaza buyur!» Bu güzel duâyı işitince; «Keşke ölen ben olsaydım.» diye içimden geçirdim.” (Müslim, Cenâiz, 85) Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ile bâzı sahâbîler birlikte bulunurlarken yanlarından bir cenâze geçti. Ashâb-ı kirâmdan bâzıları o cenâzeyi hayırla yâd ettiler. Bunun üzerine Efendimiz: «–Vecebet! (Vâcib oldu, kesinleşti!)» buyurdu. Sonra bir cenâze daha geçti. Orada bulunanlar onun kötülüğünden bahsettiler. Rasûl-i Ekrem Efendimiz yine: «–Vecebet! (Vâcib oldu, kesinleşti!)» buyurdu. Bunun üzerine Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh-:


«–Yâ Rasûlallah, kesinleşen nedir?» diye sordu. Peygamber Efendimiz: «–Önce geçen cenâzeyi hayırla yâd ettiniz, bu sebeple onun cennete girmesi kesinleşti. Sonrakinin de kötülüğünden bahsettiniz, onun da cehenneme girmesi kesinleşti. Çünkü siz (mü’minler), Allâh’ın yeryüzündeki şâhitlerisiniz.» buyurdu.” (Buhârî, Cenâiz, 86; Müslim, Cenâiz, 60) { Peygamber Efendimiz’in, Medîne dışında bulunan Muâz bin Cebel’e, oğlunun vefâtı sebebiyle gönderdiği şu mektup, ne güzel bir tâziye örneğidir: “Bismillâhirrahmânirrahîm. Allâh’ın Rasûlü Muhammed’den Muâz bin Cebel’e… Allâh’ın selâmı üzerine olsun! Kendisinden başka ilâh bulunmayan Allâh’a hamdettiğimi sana iletmek isterim. İmdi; Allah ecrini artırsın, buna karşılık sana büyük mükâfatlar ihsân etsin ve sabretme gücü versin. Bizi ve seni şükre muvaffak kılsın. Zîrâ canlarımız, mallarımız, evlâd ü iyâlimiz, Azîz ve Celîl olan Allâh’ın bize tatlı hibeleri, geçici bir süre için yanımıza bıraktığı emânetleri cümlesindendir. Allah sana o çocuğu vermekle seni sevindirdi. Şimdi de onu büyük bir ecir karşılığında senden aldı. Onun karşılığında Allah’tan rahmet, mağfiret ve hidâyet bekliyorsan, sabret!.. Üzüntü ve kederin, ecrini yok etmesin! Sonra pişman olursun! Bil ki ağlayıp sızlamak hiçbir şeyi geri getirmez, hüzün ve kederi de defedemez. Başa gelecek olan zaten gelmiştir, vesselâm.” (Hâkim, III, 306/5193) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenâze yakınlarına sâdece tâziyede bulunmakla kalmaz, maddî-mânevî her türlü yardımda bulunurdu. Nitekim Câfer-i Tayyâr -radıyallâhu anh- şehîd olduğunda Fahr-i Kâinât Efendimiz kendi âilesine: “–Câfer’in âilesi için yemek yapınız! Çünkü onlar şu durumda mutfakla meşgul olamazlar!” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 25-26; İbn-i Hişâm, III, 436) Daha sonra da bizzat kendisi, Hazret-i Câfer’in yetimlerine sâhip çıkarak onları himâye ve terbiyesine almıştır. { Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da herhangi bir musîbete uğrayan insanlara şöyle tâziyede bulunurdu:


“Sabır, musîbetin elemini hafifletir, sızlanmanın ise faydası yoktur. Ölüm öncesi hayat basittir, çetin olan ölüm sonrasıdır. Rasûlullâh’ı kaybedişinizi hatırlayınız ki, musîbetiniz gözünüzde küçülsün ve Allah ecrinizi artırsın.” (Ali el-Müttakî, XV, 744/42958) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Kim, sevâbına inanarak ve karşılığını sâdece Allah’tan bekleyerek bir müslümanın cenâzesi ile birlikte gider ve namazı kılınıp gömülünceye kadar beklerse, her biri Uhud Dağı kadar olan iki kırat sevapla döner. Kim de cenâze namazını kılar, defnolunmadan önce ayrılırsa bir kırat sevapla döner.” buyurmuşlardı. (Buhârî, Îman, 35) Birgün Abdullah bin Ömer, Sa’d bin Ebî Vakkâs ile birlikte otururken Habbâb bin Eret geldi ve: “–Abdullah! Baksana Ebû Hüreyre ne diyor!” diye bu hadîsi nakletti. Bunun üzerine Hazret-i Abdullah: “–Ebû Hüreyre de çok oldu.” dedi ve Habbâb’ı, bu hadîsi araştırmak için Hazret-i Âişe’ye göndererek; “Bunu ondan sor gel!” dedi. Habbâb gidince Abdullah yerden bir avuç çakıl taşı aldı; sinirli bir şekilde taşları elinde evirip çevirmeye başladı. Bir müddet sonra Habbâb, Hazret-i Âişe’nin; “Ebû Hüreyre doğru söylüyor; ben de Rasûlullâh’ın öyle buyurduğunu işittim.” dediğini haber verdi. Bu sefer kaçırdığı fırsatlara hayıflanan Abdullah bin Ömer, elindeki taşları yere fırlattı ve: “–Desene biz çok kırat kaçırdık!” diye teessürünü ifâde etti. (Müslim, Cenâiz, 56) Burada va’dedilen sevâbın miktar ve ölçüsü, kesin bir sınır tâyin etmekten ziyâde, cenâze teşyîinin yüksek fazîletini beyân etmek içindir. Zîrâ Cenâb- Hak, yapılan amellere, kalplerdeki niyet ve samîmiyetin seviyesine göre ecir lutfeder. Kâsım bin Muhammed -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Hanımım vefât etmişti. Muhammed bin Kâ’b el-Kurazî tâziyeye geldi. Bana şunu anlattı: İsrâiloğulları’ndan âlim, âbid ve gayretli bir adam vardı. Çok sevdiği sâliha bir hanımı vardı. Derken bu hanımı vefât etti. O âlim buna çok üzüldü ve evine kapanarak insanlardan alâkasını kesti, kimseyle konuşmaz oldu. İsrailoğulları’ndan bir kadın bunu duyunca yanına gitti ve: «–Ona soracak bir meselem var, fetvâ istiyorum, onunla husûsî görüşeceğim.» dedi. İnsanlar çıktılar, o ise kapıda bekledi ve mutlaka görüşmesi gerektiğini tekrarladı. Birisi âlime haber verip:


«–Kapıda bir kadın var, sana fetvâ sormak istiyor, kapıdan ayrılmıyor.» dedi. İzin verilince kadın içeri girdi. Âlime: «–Sana soracak bir meselem var.» diye söze başladı. Âlim; «–Mesele nedir?» deyince kadın şöyle bir suâl sordu: «–Ben, komşum olan bir hanımdan bilezik aldım. Onu bir müddet takındım, ödünç olarak kullandım. Şimdi bana haber gönderdiler, onu istiyorlar. Ne dersin, onlara bileziklerini iâde etmem gerekir mi?» Âlim: «–Evet, vallâhi vermen lâzım.» dedi. Kadın: «–Ama o bilezik bende bir müddet kaldı, (onu çok sevdim).» deyince âlim: «–Olsun, sen onu emânet olarak aldığın için onların bunu geri istemeye hakları vardır.» cevâbını verdi. Bunun üzerine kadın: «–Allah sana merhamet eylesin ey âlim! Allah, sana emânet olarak verdiği şeyi geri istediğinde neden üzülüyorsun! Üzülmeye hakkın var mıdır? Sana hanımını emâneten vermişti, sonra da geri aldı. Allâh’ın, onu yanında bulundurmaya senden daha çok hakkı vardır.» diyerek onu tesellî etti. Âlim bu sözlerden ibret aldı, hakîkati gördü ve kendine geldi. Allah, âlimi kadının sözlerinden istifâde ettirdi.” (Muvatta, Cenâiz, 43) Mesnevî şârihi Tâhirü’l-Mevlevî, doğum esnâsında ikizleri ile beraber vefât eden bir annenin dramından çok duygulanır. Akrabâlarını araştırıp buldurur. “–Ben bu üç mevtâya tâziye olarak bir kabir taşı kitâbesi yazdırmak istiyorum!” der ve anne yüreğinin şefkat ve merhametini şu dörtlüğü ile çok içli bir şekilde ifâde eder: Bir Kitâbe-i Seng-i Mezâr: Dünyada der-âğûşa ecel vermedi imkân, Etti beni hem-makber iki yavrucuğumla. Artık tutarak dest-i yetîmânelerinden, Geldim sana Rabb’im, iki öksüz çocuğumla… “Bir mezar taşı kitâbesi: Ecel, beni iki yavrucuğumla kabir yolcusu eyleyerek şu dünya hayâtında (onları doya doya) kucaklamaya imkân vermedi. Ey Rabbim! Ben de yetim ellerinden tutup o iki öksüz çocuğumla Sana geldim…”


{ İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’dan rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Kabirdeki ölü, denizde boğulmak üzere olan ve dehşet içerisinde yardım isteyen kimse gibidir. Babasından, anasından, kardeşinden, samîmî ve sâdık arkadaşından bir duâ bekler. Şayet bir duâ gelecek olsa, bu onun için dünyâ ve içindekilerden daha kıymetli ve sevimli olur. Şüphesiz Allah, kabir ehline, dünyadakilerin duâsı bereketiyle dağlar misâli ecir verir. Dirilerin ölülere gönderebileceği en iyi hediye ise onlar için istiğfâr etmek ve onlar adına sadaka vermektir.”[116] İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şöyle rivâyet eder: Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, iki kabrin yanından geçerken onlar hakkında: “İkisi de azap görüyorlar, ancak (onların zannına göre) büyük bir günahtan dolayı değil. Birisi söz götürüp getirdiğinden, diğeri de küçük abdest bozarken îcâb ettiği sûrette korunmadığından dolayı muazzeb oluyor.” buyurdu. Akabinde yaş bir hurma dalı istedi. Onu ikiye ayırdı ve daha sonra bunları kabirlerin başına birer birer dikti. Sonra da sözlerine şöyle devâm etti: “Kurumadıkları müddetçe onların azâbını hafifletmeleri umulur.” (Müslim, Tahâret, 111) Müfessir Kurtubî, bu hadîs-i şerîfi şöyle îzâh eder: “Hadîsin, «kurumadıkları müddetçe» kısmı, o dalların yaş kaldıkları müddetçe tesbih ettiklerine işâret etmektedir. Nitekim âlimlerimiz şöyle demişlerdir: Kabirlere ağaç dikmekten ve orada Kur’ân-ı Kerîm okumaktan oradaki mevtâlar istifâde ederler. Bir ağaç dikmek bile ölülerin azâbını hafifletirse, bir mü’minin Kur’ân okumasından kim bilir ne kadar istifâde ederler? Ölüye hediye edilen şeyin sevâbı da kendisine ulaşır.” (Kurtubî, X, 267) Kur’ân tilâveti sebebiyle husûle gelecek ilâhî rahmetten ölülerin de istifâdesi için bilhassa Yâsîn-i Şerîf okunması, herkesin bildiği ve tatbîk ettiği bir usûldür. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “…Yâsîn, Kur’ân’ın kalbidir. Bir kimse onu Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu talep ederek okursa, muhakkak günahları bağışlanır. Ölülerinize de Yâsîn Sûresi’ni okuyunuz.” (Ahmed, V, 26) Ölülerin mânevî istifâdesi için diğer âyet ve sûrelerden de okunabilir. Buna dâir rivâyetlerin bir kısmı şöyledir:


“Sizden biri vefât ettiğinde onu fazla bekletmeden kabre götürünüz. Defnettiğiniz zaman da biriniz, başucunda Fâtiha Sûresi’ni, ayak ucunda da Bakara Sûresi’nin son kısmını (Âmenerrasûlü) okusun.” (Taberânî, Kebîr, XII, 340; Deylemî, I, 284; Heysemî, III, 44) Alâ bin el-Leclâc, sâhâbe-i kirâmdan olan babası Leclâc’ın, vefâtı esnâsında kendilerine şu vasiyette bulunduğunu rivâyet etmiştir: “Beni kabre koyduğunuz zaman:

ٰ ٰ «‫= ِبسْ ِم‬ ِ ّ ‫ُول ُس َّن ِة َو َع ٰلى‬ ِ ّ : Allâh’ın adıyla ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünneti ِ ‫= َرس‬ üzere (seni Hakk’a emânet ediyoruz.)» deyiniz ve üzerime toprak atınız. Başımın ucunda Bakara Sûresi’nin evvelini ve son kısmını okuyunuz. Şüphesiz ben, Abdullah bin Ömer’in bu uygulamayı güzel gördüğüne şâhid olmuştum.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, IV, 56) Sahâbe-i kirâmdan Amr bin Âs -radıyallâhu anh-’ın vefâtı esnâsında vasiyet olarak etrafındakilere söylediği şu sözler de câlib-i dikkattir: “Beni kabrime defnettiğiniz zaman, bir deve kesip etini parçalayacak kadar mezarımın başında bekleyin ki, sizin varlığınızla yeni hayâtıma alışma imkânı bulayım ve Rabbimin elçilerine vereceğim cevapları hazırlayayım.” (Müslim, Îman, 192) Bu rivâyeti kitabında zikreden Nevevî, İmâm Şâfiî -rahmetullâhi aleyh-’in, şu sözlerini nakletmiştir: “Mezarın başında Kur’ân’dan âyet ve sûreler okumak müstehabdır. Kur’ân’ın tamamının okunması (hatim edilmesi) ise, daha güzeldir.”[117] Bütün bu rivâyetlerden anlaşılacağı üzere kabirleri ziyâret etmek, orada bulunanlara selâm verip duâ ve istiğfarda bulunmak, onlar adına hayır ve hasenât yapıp Kur’ân tilâvet etmek, mevtâlar için bir rahmet vesîlesidir. Kur’ân-ı Kerîm’de Rabbimiz, bizden önce âhirete intikâl etmiş mü’min kardeşlerimiz için şöyle duâ etmemizi tavsiye eder: “…Ey Rabbimiz! Bizi ve bizden önce gelip geçmiş îmanlı kardeşlerimizi bağışla; kalplerimizde, îmân edenlere karşı hiçbir kin bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli ve çok merhametlisin.” (el-Haşr, 10) Hazret-i Peygamber ve ashâb-ı kirâmın kabir ziyâretiyle ilgili söz ve tatbikâtı, bu hususta ifrat ve tefrite düşmeden nasıl davranılması gerektiğini bizlere göstermektedir. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Öldükten sonra kulun derecesi yükseltilir. Kul: «–Ey Rabbim! Bu sevap nereden geldi?» diye sorar. Cenâb-ı Hak ona:


«–(Arkanda bıraktığın) hayırlı ve sâlih evlâdın senin için istiğfarda bulundu, duâ etti.» buyurur.” (İbn-i Mâce, Edeb, 1; Ahmed, II, 509) Yine hidâyet rehberimiz Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “İnsan öldüğü zaman bütün amelleri kesilir. Ancak şu üç şey bundan müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifâde edilen ilim ve kendisine duâ eden hayırlı evlât.” buyurmuştur. (Müslim, Vasıyyet, 14) Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-, yanında bulunmadığı bir esnâda annesinin vefât ettiğini, onun adına sadaka verdiği takdirde kendisine bir faydası olup olmayacağını sormuştu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Evet.” buyurunca, sâhip olduğu meyve bahçesini annesi adına tasadduk etti. (Buhârî, Vesâyâ, 15) Abdurrahman bin Ebî Amra’nın anlattığına göre annesi, bir köle âzâd etmek istemişti. Ancak bunu sabaha tehir etmiş ve sabaha çıkamadan da vefât etmişti. Abdurrahman, Kâsım bin Muhammed’e: “–Ben anneme bedel bir köle âzâd etsem, anneme faydası olur mu (sevâbı ona ulaşır mı)?” diye sorunca, o da şu cevâbı vermiştir: “–Sa’d bin Ubâde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelip: «–Annem vefât etti, ben onun adına bir köle âzâd etsem ona faydası olur mu?» diye sormuştu. Allah Rasûlü de; «–Evet!» buyurdular.” (Muvatta, Itk, 13) Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın oğlu Abdurrahman, uyku esnâsında âniden vefât edivermişti. Âişe vâlidemiz, bu kardeşinin hayrına pek çok köle âzâd etti. (Muvatta, Itk, 14) İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Bir kimse Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek: “–Yâ Rasûlallah! Annem vefât etti, üzerinde de bir aylık oruç borcu var, onun adına borcunu ödeyeyim mi?” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Annenin üzerinde mal borcu olsaydı onun adına ödeyivermez miydin?” diye sordu. “–Evet, öderdim!” deyince de, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm–: “–Allâh’a olan borç, ödenmeye daha lâyıktır!” buyurdu. (Müslim, Sıyâm, 155) Bütün bu hadîs-i şerîfler, vefât etmiş mü’minlerin, sağlıklarında yaptıkları ve vefatlarından sonra da devâm etmekte olan hayırlarından fayda göreceklerini, ayrıca hayatta olan yakınlarının ve mü’min kardeşlerinin duâ ve infaklarından istifâde edeceklerini bildirerek onları bu hayırlara teşvik etmektedir.


{ Velhâsıl İslâm, insanın fıtrat ve ihtiyaçlarına göre kâideler koymuş, hiçbir şeyi ihmâl etmemiştir. Vefât eden insanların en kısa zaman içinde techiz, tekfin ve teşyîine ısrarla teşvik etmiştir ki, insanoğlu öldüğünde nezih bir şekilde ebedî istirahatgâhına yerleşebilsin. Aksi takdirde insanın mükerremliğiyle bağdaşmayan manzaralar ortaya çıkarak insanların huzûru kaçabilir. Diğer taraftan, İslâm’ın emrettiği bu ictimâî vazifeler, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ne kadar değer verdiğini göstermektedir. Yüce Rabbimiz, sevdiği kullarının, merhamet, muhabbet ve kardeşlik duygularıyla yoğrulmuş huzurlu bir toplumda yaşamalarını arzu etmektedir. Allâh’ın emirlerine bîgâne kalındığında, böyle bir toplum oluşturabilmek imkânsız hâle gelir. Mühim bir din kardeşliği mes’ûliyeti olan tâziye, nazargâh-ı ilâhî olan insan gönlünün, hüzünle dolduğu bir anda tesellî edilerek ferahlatılmasıdır. Din kardeşimize, her an yanında olduğumuzu göstermektir. Şunu unutmamak gerekir ki, mükerrem olarak yaratılan ve ilâhî bir sanat hârikası olan insanın dert ve sıkıntılarının paylaşılarak kederli gönlünün tesellî edilmesi, Allâh’ın rızâsına medâr olan büyük amel-i sâlihlerden biridir. 5. Hayırda Yarışmak ve Acele Etmek İnsanoğluna sayılı günler hâlinde lutfedilmiş olan hayat nîmeti, ilâhî bir imtihan vesîlesidir. Akıllı insan, bu kıymetli ve mahdut imkânı en güzel şekilde ve dolu dolu geçirmenin yollarını arar. Nitekim Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur: “Dünya, mü’minlerin pazarı; gece ile gündüz, sermâyeleri; güzel ameller, ticâret malları; cennet, kazançları; cehennem de zararlarıdır.” Âhiret gününe kat’î bir îmanla inanan bir müslüman, amel defterini hayırlarla doldurabilmek için hayat sermâyesini en verimli bir şekilde kullanmalı ve dâimâ amel-i sâlih işleme gayreti içinde bulunmalıdır. Karşısına çıkan her türlü hayır imkânını Cenâb-ı Hakk’ın bir lutfu olarak değerlendirmeli, bulunmaz bir fırsat bilmelidir. İnsanların bâzı hayırlara iltifat etmediğine bakarak aldanmamalı, imkân bulabildiği her hayra koşmalıdır. Nefsânî arzularının esiri olmuş bir insan, bütün dünyâ menfaatlerini kendisinde toplamak ister. Böylece Allâh’ın va’dettiği âhiret nîmetlerinden gâfil kalır. Cenâb-ı Hak, bu kullarını şöyle îkaz buyurur: “Hayır! Doğrusu siz, çarçabuk geçeni (dünya hayâtını ve nîmetlerini) seviyor (tercih ediyor), âhireti ise bırakıyorsunuz.” (el-Kıyâme, 20-21) “Şu insanlar, çarçabuk geçen dünyayı seviyorlar da önlerindeki çetin bir günü (âhireti) ihmâl ediyorlar.” (el-İnsân, 27)


“Nefsini kötülüklerden arındıran, Rabbinin ismini zikredip namaz kılan, felâha erer. Fakat siz dünya hayâtını tercih ediyorsunuz. Hâlbuki âhiret, daha hayırlı ve daha bâkîdir (ebedîdir).” (el-A’lâ, 14-17) Sâdî-i Şîrâzî, insanı bâdirelerden bâdirelere sürükleyen dünya ihtirâsını ve menfaatperestliği şu teşbîh ile hülâsa eder: “Mîde derdi olmasaydı hiçbir kuş tuzağa düşmezdi.” Mevlânâ -kuddise sirruh- da şu misâli verir: “Nice balık vardır ki, su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.” Dolayısıyla insan, dünyâlık telâşına kapılarak âhireti unutmamalıdır. Hayır işlerinin karşılığı, umûmiyetle âhirete kaldığından, nefs ve şeytan insanı aldatarak, bu hususta gaflete sevk etmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Her canlı ölümü tadacaktır. Yaptıklarınızın karşılığı (ecirleriniz) ancak kıyâmet günü size tastamam verilecektir. Kim cehennemden uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Bu dünya hayâtı ise aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185) Allah Teâlâ, bu hususta kullarını ebedî kurtuluşa erdirecek yolun, hayırda yarışmaktan geçtiğini şöyle ifâde buyurur: “…Hayır işlerinde yarışınız!..” (el-Bakara, 148) “…Onlar hayırda birbirleriyle yarışırlar…” (Âl-i İmrân, 114) “Rabbinizin mağfiretine ve takvâ sâhipleri için hazırlanmış olan göklerle yer genişliğindeki cennete koşun!” (Âl-i İmrân, 133) Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak, hayırda yarışan kullarını şöyle müjdelemektedir: “Sizi katımızda değerli kılacak ve Biz’e yaklaştıracak olan, ne mallarınız ne de evlâtlarınızdır. Ancak îmân edip güzel ve hayırlı işler yapanların durumu başkadır. Onlara yaptıklarının kat kat fazlasıyla mükâfat verilecektir. Onlar cennet köşklerinde emniyet içindedirler.” (Sebe’, 37) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de şöyle buyurur: “Faydalı işler görmekte acele ediniz. Zîrâ yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kâfir olarak geceler;


mü’min olarak geceler, kâfir olarak sabahlar. Dînini küçük bir dünyâlığa satar.” (Müslim, Îmân 186; Tirmizî, Fiten 30, Zühd 3; İbn-i Mâce, İkâme 78) Diğer bir hadîs-i şerîfte de şu îkazlar yer alır: “Yedi şey gelmeden evvel hayırlı işler yapmakta acele ediniz. Yoksa gerçekten siz; 1. (İbâdet ve tâati) unutturan fakirlik, 2. Azdıran zenginlik, 3. (Her şeyi) bozup perişan eden hastalık, 4. Saçma-sapan konuşturan ihtiyarlık, 5. Ansızın geliveren ölüm, 6. Gelmesi beklenen şeylerin en şerlisi Deccâl ve, 7. Kıyâmetten başka bir şey mi beklediğinizi sanıyorsunuz? Kıyâmet ise belâsı en müthiş ve en acı olandır.” (Tirmizî, Zühd, 3/2306) Yüce Rabbimiz, Haşr Sûresi’nde şöyle buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın! Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır. Allâh’ı unutan ve bu yüzden Allâh’ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar yoldan çıkan fâsıkların tâ kendileridir.” (el-Haşr, 18-19) Hakîkaten insan, ciddî bir şekilde Allah’tan korkmalı ve bu dünyanın yarını olan âhiret hayâtı için ne hazırladığını gözden geçirmelidir. Bugünkü fânî hayat için nasıl hazırlandığıyla, yarınki ebedî hayat için nasıl hazırlandığını akl-ı selîm ile kıyâs etmelidir. Allâh’ın her yapılanı bildiğini de unutmamalıdır. Bütün bunları düşünerek silkinmeli, büyük bir azim ve gayretle hayır yarışına başlamalıdır. Hayırlı ameller husûsunda dâimâ ileride olmanın ehemmiyetini gösteren şu rivâyetler oldukça dikkat çekicidir: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının gerilerde saf tutmaya çalıştığını görmüştü. Bunun üzerine onlara: “Öne doğru gelin ve bana tâbî olun! Sizden sonrakiler de size uysunlar. Bir topluluk devamlı sûrette gerilerse, Allah da onları geri bırakır.” buyurdu. (Müslim, Salât, 130; Ebû Dâvûd, Salât, 97/680) Fahr-i Kâinât Efendimiz, namaz kıldıracağı ve sohbet edeceği zaman ashâbını öne doğru dâvet eder, kendisine yaklaşmalarını isterdi. Böylece onların gönüllerini, nebevî feyz ve rûhâniyet iklîminine çeker, tâlim etmek istediği ilim, ahlâk ve fazîletleri lâyıkıyla idrâk


etmelerini isterdi. Ashâbın tâlim ve terbiyesiyle bizzat meşgul olduğu gibi, onlara gelecek nesilleri nasıl irşâd edecekleri husûsunda da örnek olurdu. Şayet insanlar ilim, ahlâk ve fazîlet yolunda ilerlemez de ihmâlkâr ve bîgâne davranırlarsa, Allah Teâlâ da onları rahmet ve lutfundan mahrum bırakır. Böyle bir bedbahtlığa mâruz kalanların her bakımdan geri kalacaklarında ise hiç şüphe yoktur. Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Zikr (yâni hutbe) esnâsında hazır bulunun, imama yakın olun. Zîrâ kişi, uzaklaşmaya devâm ede ede, girse bile cennette de geri kalır.” (Ebû Dâvûd, Salât, 232/1108) Bir kimse mâzeretsiz olarak hayır hizmetlerinden uzak kalmaya devâm ederse, cennete girse bile çok az hayra sâhip olacağından, aşağı mertebelerde yer alır. Hâlbuki insanoğlu kıyâmet günü en küçük bir hayra bile muhtaç olacaktır. Enes -radıyallâhu anh-’ın anlattığına göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır: “Kıyâmet günü insanlar saf saf olurlar. (Bir rivâyete göre; cennet ehli saf saf olurlar.) Derken cehennem ehlinden bir kişi cennet ehlinden birine rastlar ve: «–Ey filân! Hatırladın mı sen su istemiştin de ben sana bir içimlik su vermiştim?» der (ve bu sûretle şefaat ister). Mü’min de o kimseye şefaat eder. (Cehennemlik olan bir başka) kimse, cennetlik olan birinin yanına varır ve ona: «–Hatırlıyor musun, sana birgün abdest suyu vermiştim?» diyerek (şefaat ister. O da hatırlar) ve ona şefaat eder. Yine cehennemlik olanlardan biri, cennetlik birisine: «–Ey filân! Beni şöyle şöyle bir işe gönderdiğin günü hatırlıyor musun? Ben de o gün senin için gitmiştim.» der. Cennetlik olan kimse de ona şefaat eder.” (İbn-i Mâce, Edeb, : ) Diğer sâlih ameller de burada nakledilenlere kıyâs edilirse, büyük-küçük ayırt etmeksizin her türlü hayırda yarışmak îcâb ettiği anlaşılmış olur. Zîrâ herkes âhirette -iyi veya kötü- yaptığı her amelin karşılığını görecektir. Hadîs-i şerîfte, o zor gün şöyle tasvîr edilir: “Allah, sizin her birinizle tercümansız konuşacaktır. Kişi sağ tarafına bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek. Soluna bakacak; âhirete gönderdiklerinden başka bir şey göremeyecek. Önüne bakacak; karşısında cehennemden başka bir şey göremeyecek. O hâlde artık bir hurmanın yarısı ile de olsa, kendinizi cehennem ateşinden koruyun. Bunu da bulamayan, güzel bir söz (söyleyip gönül almak sûreti) ile kendisini korusun.” (Buhârî, Zekât 10, Rikâk 31, Tevhid 36; Müslim, Zekât 97)


Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle der: Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana hitâben buyurdu ki: “Din kardeşini güler yüzle karşılamak gibi tabiî bir iyiliği bile sakın küçük görme!” (Müslim, Birr, 144; Ebû Dâvûd, Libâs, 24; Tirmizî, Et’ime, 30) İmtihan âlemi olan bu dünyada, amellerin karşılığını görme yeri olan âhirete hazırlık için bol bol hayr u hasenâtta bulunmak, her hayra anahtar, bütün şerlere de kilit olmak îcâb eder. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “İnsanlardan öyleleri vardır ki, onlar hayra anahtar, şerre de kilittirler. Öyleleri de vardır ki, şerre anahtar, hayra kilittirler. Allâh’ın, ellerine hayrın anahtarlarını verdiği kimselere ne mutlu! Allâh’ın, şerrin anahtarlarını ellerine verdiği kimselere de yazıklar olsun!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 19) Şunu da unutmamak lâzımdır ki, Yüce Rabbimiz, ufacık bir hayra bile kat kat fazlasıyla ecir vermektedir. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına büyük bir lutfu olan bu keyfiyet, âyet-i kerîmelerde şöyle beyan buyrulur: “…Hayır olarak kendiniz için önceden ne gönderirseniz, onu Allah katında daha hayırlı ve mükâfâtı daha büyük olarak bulursunuz…” (el-Müzzemmil, 20) “Her kim bir iyilik yaparsa ona, o yaptığı iyiliğin on katı vardır…” (el-En’âm, 160) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âyetlerin tefsîri mâhiyetinde şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ iyilik ve kötülükleri takdir edip yazdıktan sonra bunların iyi ve kötü oluşunu şöyle açıkladı: Kim bir iyilik yapmak ister de yapamazsa, Cenâb-ı Hak bunu yapılmış mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet bir kimse iyilik yapmak ister sonra da bu arzuyu hemen tatbikâta geçirirse, Cenâb-ı Hak o iyiliği on mislinden başlayıp yedi yüz misliyle, hattâ kat kat fazlasıyla yazar. Kim bir kötülük yapmak ister de vazgeçerse, Cenâb-ı Hak bunu mükemmel bir iyilik olarak kaydeder. Şayet insan bir kötülük yapmak ister, sonra da onu yaparsa, Cenâb-ı Hak o fenâlığı sadece bir günah olarak yazar.” (Buhârî, Rikâk, 31; Müslim, Îmân, 207, 259; Tirmizî, Tefsîr, 6/3073) Hayırda yarışmak ve acele etmek, kâmil ve makbûl bir mü’min olmanın alâmetlerindendir. Mevlânâ Hazretleri ne güzel buyurur:


“İbâdetlerin kabul ediliş alâmetleri, o ibâdetlerden sonra başka ibâdetlere girişmek, birbiri ardınca hayırlara koştukça koşmaktır.” Unutmayalım ki mü’min, hayır işlemeye doymaz ve bir hayrın şerefi de, geciktirilmeden, hemen yapılmasındadır. Fazîlet Tabloları Ukbe bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Bir keresinde Medîne’de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arkasında ikindi namazı kılmıştım. Allah Rasûlü selâm verip namazı bitirdi ve sür’atle yerinden kalktı. Safları yararak hanımlarından birinin odasına gitti. Cemaat, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın bu telâşından endişe ettiler. Fahr-i Kâinât Efendimiz kısa bir süre sonra döndü. Bu acele davranışı sebebiyle ashâbının meraklanmış olduğunu gördü ve şöyle buyurdu: “–Odamızda birazcık altın -veya gümüş- olduğunu hatırladım. Beni hayırda acele etmekten alıkoymasın diye hemen dağıtılmasını emrettim.” (Buhârî, Ezân 158, el-Amel fi’s-Salât 18; Nesâî, Sehv 104) Buhârî’nin bir başka rivâyetinde bu ifâde şu şekildedir: “–Odada, sadaka (olarak dağıtılacak) bir miktar altın -veya gümüş- bırakmıştım. Onun gece evde kalmasını uygun görmedim.” (Buhârî, Zekât, 20) Her hayrı nîmet bilip hemen îfâ etmek gerekir. Sonraya tehir edilen hayr u hasenât için çeşitli engeller ortaya çıkabilir. Zîrâ hayırlı amelleri erteleyenler hakkında; “Yarın yaparım diyenler helâk oldu.” buyrulmuştur. { Ebû Mes’ûd el-Ensârî -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir zât geldi ve: “–Binek hayvanım telef oldu, bana bir binek temin edebilir misiniz?” dedi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sana verecek bir binek bulamıyorum, fakat falana git, umarım o sana yardımcı olur.” buyurdu. Sahâbî bahsedilen kimseye gitti, o da kendisine bir binek temin etti. Sahâbî tekrar Allah Rasûlü’ne gelerek durumu haber verdi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Bir hayra delâlet eden, onu yapan kimse gibi sevap kazanır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 114-115/5129) {


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bir adam geldi ve şöyle dedi: “–Ey Allâh’ın Elçisi! Hangi sadakanın sevâbı daha büyüktür?” Peygamber Efendimiz şöyle cevap verdi: “–Güçlü-kuvvetliyken, sıhhatin yerindeyken, fakir düşmekten endişe ederek cimriliğe meylettiğin bir zamanda ve daha çok zengin olmayı hayâl ederken verdiğin sadakanın sevâbı daha büyüktür. Bu işi can boğaza gelip de; «Falana şu kadar, filâna bu kadar.» demeye bırakma. Zaten o mal vârislerden şunun veya bunun olmuştur.” (Buhârî, Zekât 11, Vasâyâ 17; Müslim, Zekât 92) {

Cenâb-ı Hak, nihâyetsiz lutfunun bir eseri olarak kullarına hayır yapma yollarını kolaylaştırmıştır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu hadîs-i şerîflerinde şöyle haber verir: “İnsanların her bir eklemi için her gün bir sadaka gerekir. İki kişi arasında adâletle hükmetmen sadakadır. Bineğine binmek isteyene yardım ederek bindirmen yahut yükünü bineğine yüklemen sadakadır. Güzel söz sadakadır. Namaz için mescide giderken attığın her adım bir sadakadır. Gelip geçenlere eziyet veren şeyleri yoldan gidermen de sadakadır.” (Buhârî, Sulh 11, Cihâd 72, 128; Müslim, Zekât 56) “Müslüman bir kişi bir ağaç diker de ondan insan, hayvan veya kuş yerse, bu yenen şey, kıyâmet gününe kadar o müslüman için sadaka olur.” (Müslim, Müsâkât, 10) { Hayır ve sevap kazanma husûsunda acele davranmak gerektiğini gösteren şu misâl ne kadar ibretlidir: Câbir -radıyallâhu anh- nakleder: Uhud Savaşı’nda bir adam Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Eğer öldürülürsem, nerede olurum?” diye sordu. Peygamber Efendimiz de: “–Cennette!” cevâbını verdi. Bunun üzerine adam, (yemekte olduğu) elindeki hurmaları bir kenara bıraktı; derhal harbe daldı ve şehid düşünceye kadar savaştı. (Buhârî, Meğâzî, 17; Müslim, İmâre, 143; Nesâî, Cihâd, 31) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hayber Savaşı’nda şöyle buyurdu:


“Bu sancağı, Allâh’ı ve Rasûlü’nü seven, Allah ve Rasûlü’nün de kendisini sevdiği, Cenâb-ı Hakk’ın fethi kendisine nasîb edeceği bir yiğide vereceğim.” Ömer -radıyallâhu anh- der ki: “Emirliği (lider olmayı) o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Beni çağırır ümidiyle Rasûlullâh’a kendimi göstermeye çalıştım durdum. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ali bin Ebî Tâlib’i çağırdı, sancağı ona teslim etti ve şöyle buyurdu: «–Yürü, Allah fethi müyesser kılıncaya kadar sağa-sola bakınma!» Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- derhal harekete geçti; sonra durdu ve arkasına dönmeden seslendi: «–Ey Allâh’ın elçisi, onlarla ne (yapmaları) için savaşayım?» Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdu: «–Onlar, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet getirinceye kadar savaş. Bunu yaptıkları takdirde, -dînin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar. Asıl hesapları(nı görmek ise) Allâh’a âittir.»” (Bkz. Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 33; Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9) Hazret-i Ömer gibi bütün ashâb-ı kirâm, o gün sancağı alabilmek için yarışmışlardır. Fakat sancak sadece bir kişiye nasîb olmuştur. Diğerleri de kırılıp gücenmeden onun ardında Allah yolunda savaşmışlardır. { Esmâ bint-i Yezîd, Peygamber Efendimiz’e ilk bey’at eden Medîneli hanım sahâbî idi. Çok fasih ve beliğ konuşurdu. İhtiyaç olduğunda Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in huzûruna çıkar, kadınların sormaya çekindikleri mevzuları rahatlıkla sorardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Esmâ’yı takdir eder, hayâ hissinin dînlerini öğrenmeye mânî olmadığını söyleyerek Medîneli hanımları medhederdi. Birgün hanım sahâbîler Hazret-i Esmâ’yı Allah Rasûlü’ne gönderdiler. Esmâ -radıyallâhu anhâ-, Rasûlullah Efendimiz’in huzûruna çıkınca şunları söyledi: “–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallah! Ben Sana kadınların elçisi olarak geldim. Allah Sen’i bütün erkek ve kadınlara peygamber göndermiştir. Biz Sana ve Sen’in Rabbine îmân ettik. Kadın olduğumuz için evlerinizde kapanıp kalmış, sizin için huzur ve sükûnet kaynağı olmuş ve çocuklarınızı büyütüp terbiye etmişizdir. Siz erkekler ise cuma namazı kılmak, câmiye ve cemaate devâm etmek, hastaları ziyâret etmek, cenâzelerde bulunmak, birden fazla hacca gitmek gibi hususlarda bize üstünlük sağlamış bulunuyorsunuz. Bütün bunların en mühimi de Allah yolunda cihâd etmektir.


Fakat siz hac ve umre için veya düşmanla savaşmak üzere evinizden çıktığınız zaman mallarınızı biz koruruz, iplik eğirip size elbise yaparız, çocuklarınızı besleriz. Buna göre bizler, kazandığınız hayır ve sevaplarda size ortak olur muyuz?” Hazret-i Esmâ’nın bu sözleri Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in çok hoşuna gitti. Ashâbına dönerek: “–Siz hiç dîn husûsunda soru soran bir kadından bundan daha güzel sözler işittiniz mi?” diye sordu. Sonra da ona şunları söyledi. “–Ey hanım! İyi anla ve seni buraya gönderen hanımlara da iyice anlat ki, bir kadının kocasıyla güzel geçinip onun memnûniyetini kazanması, sevap bakımından o saydığın üstünlüklerin hepsine denktir.”[118] { Hayırda yarışan hanım sahâbîlerden biri de Ümmü Ri’le el-Kuşeyrî’dir. Birgün Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıktı. “es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.” deyip hürmet ve tâzîmini arz ettikten sonra büyük bir edeb ve nezâketle söze başladı. Kadınların perde arkasında, haremde kaldıklarından, kocalarına hizmet etmek, çocuk beslemek ve beşik düzeltmek gibi ev işleri ile meşgul olduklarından bahsetti ve: “–Bizim için gazâya gidip büyük ecirlere nâil olmak mümkün olamıyor. Bize öyle bir şey öğretiniz ki, onunla Allâh’a yaklaşabilelim!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ona: “–Gece gündüz devamlı Allâh’ı zikrediniz, gözlerinizi yabancıya bakmaktan ve seslerinizi onlara işittirmekten muhâfaza ediniz!” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, VIII, 204) { Hadis âlimi İbn-i Avn şöyle der: “Üç şey vardır ki, ben onları hem kendim hem de kardeşlerim için istiyorum: 1. Sünneti öğrenip tatbikâtına gayret etmek. 2. Kur’ân’ı anlamak, üzerinde tefekkür edip araştırmak. 3. İnsanları ancak hayır üzere bırakmak, hayırla muâmele etmek veya insanları yalnızca hayra dâvet etmek.” (Buhârî, İ’tisâm, 2) { Bir derviş, Hasan-ı Basrî Hazretleri’nden bir şey istemişti. O da hemen ayağa kalkıp gömleğini çıkardı ve dervişe verdi. “–Ey Hasan, eve gidip oradan bir şeyler verseydin ya!” dediler.


Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle cevap verdi: “–Bir defâsında bir muhtaç mescide geldi ve; «Karnım aç!» dedi. Biz gaflet ettik, hemen yiyecek getirmedik. Onu mescitte bıraktık ve evlerimize gittik. Sabah namazına geldiğimizde bir de baktık ki, zavallı ölmüş. Kefenleyip defnettik. Ertesi gün, bir zuhûrat olarak, fakiri sardığımız kefenin mihrapta durduğunu ve üzerinde; «Kefeninizi alın, Allah kabûl etmedi!» yazdığını gördük. O gün; «Bundan sonra bir ihtiyaç sâhibini gördüğümde onu bekletmeyeceğim, hemen ihtiyâcını göreceğim.» diye yemin ettim.”[119] Cenâb-ı Hak, bâzı sırlı hakîkatleri velî kullarına fevkalâde şekillerde ayân eder. Bu hadiselerin hikmeti, kullarının gönlünde derin bir tesir husûle getirerek o hususta bir istikâmet vermektir. Fakat bu nevî hâdiseler, umum halk için bir ölçü ve hüküm ihtivâ etmezler. Onlar, yüksek takvâ sâhiplerine has, müstesnâ bir ilâhî îkaz tecellîsidir. { Hâsılı, hayırda yarışmak ve hayır işlerinde acele etmek, sayılı dünya günlerini değerlendirmenin en güzel yoludur. Sâlih ameller yapan ve hayır işleyen kişi, ancak kendi faydasına çalışmış olur.[120]Zîrâ Cenâb-ı Hak şu vaatte bulunur: “Zerre kadar hayır işleyen, onun karşılığını (mutlaka) görür.” (ez-Zilzâl, 7) “…Hayır olarak ne yaparsanız Allah onu muhakkak bilir.” (el-Bakara, 273) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurur: “Ömrü ancak birr (her çeşit hayırlar, iyilikler, ihsanlar) uzatır; kaderi de ancak duâ geri çevirir. Kişi, işlediği günah sebebiyle rızkından mahrum bırakılır!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 10) Amel defterini hayırlarla doldurarak cennette yüksek bir makâma nâil olmak isteyen mü’min, acele etmeli ve vaktini iyi değerlendirmelidir. İmkânı nisbetinde gücünün yettiği her hayrı işlemeye gayret etmelidir. Ancak hayırda yarışırken sâlih amelleri aceleye getirerek kusurlu ve noksan yapmamalıdır. Nitekim meşhur âlim Aliyyu’l-Kârî, bu hususta şu açıklamayı yapar: “Allâh’ın emirleri olan taatleri yapma husûsunda acele edip hayra koşmak ile onları yerine getirirken acele etmek arasında büyük fark vardır. Bunlardan birincisi güzel ve medhedilmiş, ikincisi ise zemmedilmiştir.” Yâni ibâdet ve hayırları tam vaktinde yapmak için acele etmek lâzımdır. Lâkin bunları alelacele îfâ ederek hemen bitirmeye çalışmak doğru değildir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, yapılan işlerin düzgün ve sağlam olmasından râzı olur.


Velhâsıl bir mü’min, son durağı cennet oluncaya kadar hiçbir hayra doymaz. Zîrâ Hicr Sûresi’nde: “Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibâdet et!” (el-Hicr, 99) buyrulmaktadır. 6. İdârî Hizmetlerde Mes’ûliyet Şuuru Toplumda nizamsızlık, kargaşa, fitne ve anarşinin olmaması için düzen ve intizâmın, cemiyetin en küçük birimine kadar nüfûz etmesi zarûrîdir. Bu da ancak bir lider etrafında toplanmakla mümkündür. Bu sebeple Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yolculuk yapmakta olan üç kişilik küçük ve geçici bir toplulukta bile, mutlaka mes’ûl birinin, yâni bir idârecinin tâyin edilmesini tavsiye buyurmuştur. Bir hadîs-i şerîflerinde de: “Dünyanın ücrâ köşesinde bile olsa, üç kişinin, içlerinden birini kendilerine emir tâyin etmeden yaşamaları doğru olmaz.” buyurmuşlardır. (Ahmed, II, 177) Böylesine mühim ve lüzumlu bir vazife olan idârecilik, aynı zamanda altından kalkılması zor bir ilâhî emânet ve çok ağır bir mes’ûliyettir. Onu ancak idâreciliğe kâbiliyeti olan dirâyetli ve liyâkatli kimseler başarabilir. Hakkını veremeyecek ve kul hakkı yiyecek olanlar için ise idârecilik, kıyâmet gününde dehşetli bir pişmanlık, rezillik ve perişanlıktır. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ’nın, insanlar üzerine idâreci yaptığı bir kimse, onları samîmiyet ve ihlâsla sâhiplenip korumazsa, cennetin kokusunu (bile) alamaz.” (Buhârî, Ahkâm, : ) “Cenâb-ı Hakk’ın, idâreci yaptığı bir kimse, yönettiği insanları aldatarak ölürse, Allah Teâlâ ona cennet yüzü göstermez.” (Buhârî, Ahkâm 8; Müslim, Îmân 227-228, İmâre 21) “Müslümanların işlerini üstlenip de onlar için çalışıp çabalamayan hiçbir idâreci, onlarla birlikte cennete giremez.” (Müslim, Îmân 229, İmâre 22) Mânevî terbiyeden lâyıkıyla nasip alamamış insanlar, şan, şöhret, baş olma ve öne geçme husûsunda son derece ihtiraslı olurlar. İslâm ise insanları bu mevzuda mecbur kalınmadığı sürece müstağnî davranmaya, -lâyık olunmadığı takdirde- emirlik ve idârecilikten kaçınmaya teşvik eder. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Siz insanları mâdenler (gibi farklı yapılarda) bulursunuz. Onların câhiliye döneminde hayırlı ve değerli olanları, şayet dînî hükümleri iyice hazmederlerse İslâmiyet devrinde de hayırlıdırlar. Siz yine en hayırlı kişileri, idârecilikten hiç hoşlanmayanlar olarak bulursunuz. Siz, en kötü kişileri de iki yüzlüler olarak bulursunuz ki onlar; birilerine bir yüzle, diğerlerine bir başka yüzle gider gelirler.” (Buhârî, Menâkıb, 1; Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 199) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-’ı bâzı vergileri ve zekâtı toplamak üzere vazifelendirirken şöyle buyurmuştu:


“Allah’tan kork ve çok dikkatli ol! Allah’tan kork da kıyâmet gününde Allâh’ın huzuruna, böğüren bir deve veya ineği, yahut da meleyen bir koyun veya keçiyi (sırtına) yüklenmiş olarak gelme!” Ubâde -radıyallâhu anh-: “–Yâ Rasûlallah! Durum gerçekten böyle mi olur?” diye sorunca Fahr-i Kâinât Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm-: “–Evet, nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, durum aynen böyledir. Bundan, ancak Allâh’ın merhamet ettiği kimseler kurtulabilir.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Ubâde bin Sâmit -radıyallâhu anh-: “–Sen’i hak ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, iki kişiye bile idâreci olmayacağım.” dedi. (Ali el-Müttakî, VI, 569/16965) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “İdâreci olmadan evvel dînî ilimleri öğreniniz.” buyurmuştur. Süfyân bin Uyeyne rahmetullâhi aleyh- bu sözü şöyle açıklar: “Çünkü bir kimse dînî ilimlerde ince anlayış sâhibi olduğunda, riyâset sevdâsını bırakır.”[121] Yâni idârecilik husûsunda tâlip değil, matlub olmak îcâb eder. Ancak, kendisinden başka ehil kimse bulunmayıp da zarûret îcâbı idâreci olan kişi de Allah’tan korkmalıdır. Zîrâ idârecilik hizmetinin mes’ûliyeti son derece ağır olduğundan, kazanılacak ecir çok yüksek olduğu gibi, gaflet edip bir haksızlık işlendiğinde huzûr-i ilâhîde verilecek hesap da çok çetindir. İdâresi altında muhtelif insanlar bulunan bir kişi, aynen Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gibi, önemli-önemsiz demeden, bütün tebaasının meseleleriyle ilgilenmeli, dertlerine dermân olmalıdır. İdâresindeki insanlar için güzel ve temiz hislerle dolu olmalı, onların hayrını istemelidir. İdârecilik, son derece anlayışlı ve müsâmahakâr olmayı îcâb ettirir. İdâreciler, yönettikleri kişilere iyi davranmadığı takdirde, Allah Teâlâ bunun hesâbını onlara çok ağır bir şekilde soracaktır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurur: “Allâh’ım! Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara zorluk çıkaran kimseye Sen de zorluk çıkar. Ümmetimin idâresini üstlenip de onlara yumuşak davrananlara Sen de yumuşak davran!” (Müslim, İmâre, 19; Ahmed, VI, 93, 258) İdâreci, ibâdetlerini de îtinâ ile îfâ etmelidir. Kapısını dâimâ açık tutarak kendisiyle görüşmeyi kolaylaştırmalıdır. Müslümanların işlerinden birini yüklenen kişi, kapısını kapatır da mazlumlar ve muhtaçlar ona ulaşamazsa, kendisinin de çok muhtaç olacağı kıyâmet gününde


bütün rahmet kapıları onun yüzüne kapatılır. O idâreci, Allâh’ın bütün kullarını ihâta eden nihâyetsiz rahmet ve kereminden mahrum kalır. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulmuştur: “Bir devlet reisi kapısını ihtiyaç ve sıkıntı içinde olanların, yoksulların yüzüne kapatırsa, Allah Teâlâ da göklerin kapısını onun sıkıntılarına, ihtiyaçlarına ve arzularına kapatır.” (Tirmizî, Ahkâm, 6/1332) “Allah Teâlâ bir kimseyi müslümanların başına idâreci yapar, o da halkın işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mânî olmaya kalkarsa, Allah Teâlâ da onun işlerinin bitirilmesine, ihtiyaç ve sıkıntılarının giderilmesine mânî olur.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 12-13/2948) Dünya hayâtı, sırf fânî lezzetleri tatmak ve nefsânî arzuları tatmin etmek için lutfedilmemiştir. Bilâkis âhiret azığı toplamak, sâlih ameller ve hayırlı işlerle sadaka-i câriyeler elde etmek üzere bahşedilmiş bir mühlettir. Nitekim Hak dostları: “Saâdet-i ebediyye için ne kadar zahmet çekersen çek, sonunda zahmet gider saâdet kalır. Şayet fânî lezzetler için günah işlersen, nihâyetinde lezzet gider sana ıztırâbı ve cezâsı kalır.” demişlerdir. Başta idâreciler olmak üzere herkes bunun şuurunda olmalıdır. İdâreciliği, şahsî ve nefsânî menfaatlerine âlet etmekten sakınmalı, bulunduğu makâmın hakkını vererek insanlara faydalı olmanın ecrine, fazîletine ve gönül huzûruna tâlip olmalıdır. َ ‫ِ◌اَ ْل ُم َف‬ Bir idâreci, makâmıyla övünmekten de şiddetle sakınmalıdır. Zîrâ Hak dostları, “ُ‫اخ َرة‬ ٰ ْ Övünmek, insanı âhireti düşünmekten uzaklaştırır.” buyurmuşlardır. ‫االخ َِرة َع ِن ** ُي ْب ِع ُد‬: İnsan, doğmadan evvel ne idi, öldükten sonra ne olacaktır? Bunu lâyıkıyla tefekkür etmeli, dâimâ ölümü hatırlayıp geçmiş nesillerin âkıbetinden ibret almalıdır. Dünyadaki nîmetlerin bâkî olmadığını ve kendisine belli bir süreliğine imtihan maksadıyla verildiğini unutmamalıdır. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “Dünya tatlıdır ve manzarası hoştur. Şüphesiz ki Allah, dünyanın idâresini size verecek ve nasıl davranacağınıza, ne gibi işler yapacağınıza bakacaktır. O hâlde dünyadan sakının…” (Müslim, Zikir, 99) İdâreci, vaktini en mühim ve en faydalı işlere sarf etmelidir. Ona lâzım olan şey, yerinde bir sükûnet, takvâ, adâlet ve kanaattir. Mümkün mertebe nefsini ıslâh etmeye ve emri altındakileri hayra teşvik etmeye çalışmalıdır. Çünkü halk, idârecilerine göre şekillenir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “İdârecileri istikâmet üzere bulunduğu müddetçe insanlar da müstakîm olurlar.”[122] İdârî mes’ûliyet altında bulunanlar, ten rahatına ve kifâyet miktârından fazla uykuya meyletmeyip gecelerini ibâdet ve tefekkürle ihyâ etmelidirler. Zîrâ gece çok uyumak,


tembellik verir ve kıyâmet günü insanı yoksul bırakır. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Hazret-i Dâvud’un hanımı, oğlu Süleyman -aleyhisselâm-’a: «–Yavrucuğum! Geceleyin fazla uyuma! Zîrâ geceleyin fazla uyku, kişiyi kıyâmet günü fakir bırakır!» demiştir.” (İbn-i Mâce, İkâmetü’s-Salâh, 174) İdâreciler, mes’ûl oldukları zayıf ve fakir kimselerin hâllerinden gâfil olmamalı, onları arayıp sormayı vazife bilmelidirler. Zîrâ halkın gönlünü kazanmak, Allah Teâlâ’nın rızâsını tahsîle vesîledir. Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz, yolculuk esnâsında ashâbının ardından yürür, güçlük çeken ve geride kalan zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve onlara duâ ederdi. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da Medîne-i Münevvere’nin sokaklarını dolaşır, şehir dışına çıkarak civârı gezer, hattâ şehirler arası seyahatlerde bulunarak halkın durumunu teftiş eder, ihtiyaçlarını sorup gidermeye gayret ederdi. Yusuf Has Hâcib’in, on birinci asırda Karahanlı hükümdârına takdîm ettiği Kutadgu Bilig adlı eserinde, bu hususla alâkalı olarak idârecilere hitâben şu tavsiyeler yer alır: “Memlekette bir kimse bir gece aç kalırsa, Allah Teâlâ onu sana soracaktır; gözünü aç!” “Ey hükümdar, sen bugün bir hekimsin; halk ise sana muhtaç olan bir hastadır. Bâzısı darlığa düşmüştür ve bedbahttır; bir kısmı da fakirlik ıztırâbı içindedir. Bâzısı aç, bâzısı da çıplaktır; bâzısı ise endişe içinde kıvranır. Bütün bunların devâsı sendedir; sen onların hekimi ol, ilaç ver ve tedâvi et. Eğer sen bunlara, ilaç vererek tedâvi etmezsen, halk için bir hayat felâketi olursun.” “Beyliğin kökü ihtiyatlı olmak ve uyanık durmaktır. Bir dünya daha istersen, onu da bunlarla kazanırsın.” “Aç gözlü kimseye memlekette mevkî verme! Onun memleket nizamını bozacağından hiç şüphe etme!” “Kendi menfaatini arama, halkın menfaatini düşün; senin menfaatin halkın menfaati içindedir.” “Bey, halk için bir saâdettir, halk mes’ûd olmalıdır; halkın mes’ûd olması için karnının doyması lâzımdır.” “Halka huzur ve rahat sağlayacak bir nizam kur ki, sana hayır-duâ etsinler.” “Zenginlerin yükünü orta hâllilere yükleme! Yoksa orta hâllilerin durumu bozulur ve büsbütün sarsılır. Orta hâlli kimselerin yükünü de fakirlere yükleme! Yoksa fakirler açlıktan


kırılır ve mahvolur. Fakirler orta hâlli olursa, orta hâlliler zenginleşir; orta hâlliler zenginleşirse, memleket zengin olur.” “Vezirlik ve ordu kumandanlığı çok mühimdir; Çünkü bunlardan biri kılıç tutar, biri kalem. Memleketi alan, onu kılıç ile almıştır, memleketi tutan da, onu kalem ile tutmuştur. Bir memleketi kılıç ile derhal ele geçirmek mümkündür; fakat kalem olmayınca, insan onu elinde tutamaz.” “Ordu kumandanı mağrur olursa, şüphesiz düşmandan dayak yer. Mağrur adam ihmalkârlık eder. İhmalkâr adam, ya bozulur yahut vakitsiz ölür.” “Ey devletli hükümdar! Sen saray ve köşkler yaptırma; kara toprak altında senin evin hazırdır. Yüksek, geniş ve süslü sarayların burada kalacak, sen de inleyerek, karanlık toprak eve gireceksin.” “Ey hükümdar! Kendini aldatarak içinde bulunduğun rahatlığa güvenme! Zîrâ bu hâl, seni gaflet uykusuna düşürür. Şunu unutma ki ipek sırmalarla örtülen vücûdun kara toprağa serilecektir. Seni hiç sarsmayan küheylân attan inip, acz içinde, eyersiz bir ağaca bineceksin!” Velhâsıl idâreci, bütün fazîletleri şahsında cem etmeye çalışmalıdır. Cimrilikten şiddetle kaçınıp eli açık ve cömert olmalıdır. Zîrâ hasis kimse dünyada fukarâ hayâtı yaşar, âhirette de zenginler gibi hesâba çekilir. İdâreci, hiddetli, şiddetli ve kötü huylu olmayıp halkın dilinden anlayan, yaralı gönülleri tesellî eden ahlâk-ı hamîde sâhibi hâzık bir gönül hekimi olmalıdır. Fazîlet Tabloları Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Birgün Hazret-i Ömer’in yanına gitmiştim. Evindeki bir kütüğün üzerine oturmuş sıkıntılı bir şekilde kendi kendine söyleniyordu. Yaklaştım ve: “–Sizi üzen şey nedir ey Mü’minlerin Emîri?” dedim. “–İşte şudur!” diyerek eline işaret etti ve idâreci iken yanlış bir iş yapmaktan korktuğunu ifâde etti. “–Bu mu sizi üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığınızda sizi düzeltiriz.” dedim. “–Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, benden yanlış bir hareket zuhûr ettiğinde hakikaten beni düzeltir misiniz?” diye sordu. “–Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, sizden yanlış bir hareket gördüğümüzde mutlaka düzeltiriz.” cevâbını verdim. Buna çok sevindi ve:


“–Allâh’a hamd olsun ki sizin içinizde, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni düzeltecek kimseler vâr etti.” dedi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 154) Mü’minlerin Emîri Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şöyle derdi: “En çok sevdiğim kişi, bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir.” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130) { Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, insanlara bir şeyi emrettiği veya yasakladığı zaman, evvelâ kendi âilesinden başlardı. Âile fertlerini bir araya toplayarak onlara şöyle derdi: “–Şunu şunu yasakladım. İnsanlar sizi yırtıcı kuşun eti gözetlediği gibi gözlerler. Siz bu yasağı çiğnerseniz onlar da çiğnerler, siz korkup geri durduğunuzda onlar da böyle yaparlar. Allâh’a yemin ederim ki, herhangi biriniz bu yasaklara uymazsa, bana yakın olduğu için ona daha fazla cezâ veririm. Şimdi isteyen ileri gitsin, isteyen geri dursun!” (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 266) { Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, tebaasının durumunu gece-gündüz durmadan teftiş eder, sıkıntılarıyla meşgul olurdu. Bir gece yine müslümanların ahvâlini teftiş için çıkmıştı. Medîne-i Münevvere’nin dışında kıldan bir çadır gördü. Bu çadır bir gün evvel yoktu, o hâlde yeni kurulmuştu. Yaklaştığında, içerden ıztırap içindeki bir kadının sesini duydu. Daha da yaklaştı ve çadırın önünde, kolları ile dizlerini tutarak yere oturan bir adam gördü. Selâm verip: “–Kimsiniz?” diye sordu. Adam: “–Çölden bir adam. Mü’minlerin Emîri ile görüşmek için geldim. Biraz yardım ve ihsanlarını talep edeceğim.” cevâbını verdi. Aralarında şu konuşma geçti: “–İçerden gelen bu ses nedir?” “–Allah sana rahmet eylesin, var git işine!” “–Hayır, benim için çok mühim, nedir bu ses?” “–Doğum yapmakta olan bir hanımın sesi.” “–Yanında ona yardım eden kimse var mı?” “–Hayır.” Bu cevap üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen fırladı ve evine gitti. Hazret-i Ali’nin kızı olan zevcesi Ümmü Gülsüm’e:


“–Allah Teâlâ, büyük bir ecri ayağına kadar gönderdi. Onu kazanmak ister misin?” dedi. Ümmü Gülsüm -radıyallâhu anhâ-: “–Nedir o?” diye sorunca: “–Gariban bir kadın yalnız başına doğum yapıyor.” dedi. Hanımı: “–Olur.” dedi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Öyleyse kadın için lâzım olacak bez, yağ gibi malzemeleri al, bana da yemeklik yağ ve un ver!” dedi. Hazırlanan malzemeyi sırtlanan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hanımına: “–Haydi gidelim!” dedi. Çadırın yanına geldiklerinde ona: “–Kadının yanına gir.” dedi. Kendisi de dışarıdaki adamın yanına oturdu. Bir ateş yakarak tencereyi üzerine koydu. Ateşe üflemeye başladı. Duman sakallarının arasından çıkıyordu. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- tam yemeği pişirmişti ki çocuk da doğdu. Ortalığı ağlayan bir bebek sesi doldurdu. Ümmü Gülsüm -radıyallâhu anhâ-: “–Ey Mü’minlerin Emîri, arkadaşına bir oğlu olduğunu müjdele!” dedi. Bedevî, “Mü’minlerin Emîri” sözünü duyunca dehşete kapıldı ve Halîfe Ömer’in heybetinden geri geri gitmeye başladı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Olduğun yerde kal!” dedi ve tencereyi alarak kapının önüne koydu. Hanımı Ümmü Gülsüm’e: “–Kadını doyur!” dedi. Ümmü Gülsüm -radıyallâhu anhâ- hastayı doyurunca tencereyi tekrar çıkarıp kapının önüne koydu. Hazret-i Ömer kalktı, tencereyi alıp adamın önüne koydu ve: “–Buyur ye, çünkü sen gece boyu aç ve uykusuz kaldın.” dedi. Sonra da hanımına: “–Haydi çık da gidelim.” diye seslendi. Oradan ayrılmadan adama dönüp: “–Yarın gel, ihtiyacını karşılayalım.” tembihinde bulundu. Adam ertesi gün geldi, Hazret-i Ömer de ona ikram ve ihsanlarda bulundu. (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 95-96) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın bu fazîletli davranışından ibret alarak, bir idârecinin mes’ûliyetinin nerelere kadar uzandığını, iyice düşünmek gerekir. {


Birgün, Ahnef bin Kays -radıyallâhu anh-, Irak heyetiyle birlikte Hazret-i Ömer’in yanına gelmişti. Çok sıcak bir gündü. Hazret-i Ömer bir önlük giymiş, zekat develerinden birini yağlıyor ve bakımını yapıyordu. Onları görünce: “–Ahnef, üst elbiseni çıkar da bana yardım et. Çünkü bu zekât devesidir. Bunda yetimlerin, dulların ve yoksulların hakkı vardır.” dedi. İçlerinden biri: “–Allah sana mağfiretiyle muâmele buyursun ey Mü’minlerin Emîri! Kölelerden birine emretsen de bu işi yapsa olmaz mı?!” dedi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- şu güzel cevâbı verdi: “–Ey filân, kim Ömer’den ve Ahnef’ten daha iyi köle olabilir ki? Mâdem ki o müslümanların işlerini üzerine almıştır, öyleyse müslümanların kölesidir. Nasıl ki kölenin efendisine karşı samîmî olması ve emâneti hakkıyla îfâ etmesi gerekiyorsa, onun da müslümanlara karşı böyle davranması îcâb eder.” (Ali el-Müttakî, V, 761/14307) Hazret-i Ömer’in, kaçan bir zekât devesinin peşinden koşarak onu yakalamak için bizzat uğraştığı da rivâyet edilir. { Kureyş Kabîlesi’nden bir zât, Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- ile karşılaştığında ona: “–Bize yumuşak davran, zîrâ kalplerimiz gerçekten senin vakar ve heybetinle dolup taştı!” dedi. Hazret-i Ömer: “–Bu davranışımda herhangi bir zulüm var mı?” diye sordu. Kureyşli zât: “–Hayır.” cevâbını verdi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Allah sizin kalplerinizde benim vakar ve heybetimi artırsın!” dedi. (İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 153) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, idârecilerin insanlara karşı takınması gereken tavır husûsunda şöyle demiştir: “İnsanları idâre işi ancak; – Gevşekliğe götürmeyen bir yumuşaklık, – Zulüm ve zorbalığa varmayan bir sertlikle yürütülebilir.” { Sâib bin Yezîd, Hazret-i Ömer’in idârecilik sebebiyle hissettiği ağır mes’ûliyet duygusunu şöyle anlatır:


Kıtlık senesinde Hazret-i Ömer’in üzerinde bir elbise gördüm, tam on altı yerinde yaması vardı… Şöyle duâ ediyordu: “Allâh’ım! Ümmet-i Muhammed’i benim yüzümden helâk etme!” (İbn-i Sa’d, III, 320) Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, son haccını yaptıktan sonra Ebtah’ta küçük taşlardan bir yığın yapmış, elbisesinin bir tarafını onun üzerine sererek yaslanmış ve ellerini semâya kaldırarak: “Allâh’ım! Yaşım ilerledi, kuvvetim zayıfladı, tebaam çoğalarak her tarafa yayıldı. Sana karşı bir kusur işlemeden ve ihmalkârlığa düşmeden beni huzûruna al!” diye duâ etmiştir. (Muvatta, Hudûd, 10; Hâkim, III, 98/4513) { Bir ticâret kervanı gelerek Medîne-i Münevvere’nin yakınındaki musallâda konaklamıştı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bu yabancı insanların herhangi bir zarara uğramalarından endişe etti. Abdurrahman bin Avf Hazretleri’ne: “–Müsâitsen gel de, bu gece şu kâfileyi hırsızlara karşı bekleyelim?” dedi. Abdurrahman radıyallâhu anh- kabul edince kâfilenin etrafında gece boyunca bekçilik yaptılar. Bu esnâda Allâh’ın takdir ettiği kadar nâfile namaz kıldılar. Bir ara Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir çocuk ağlaması işitti. Sesin geldiği tarafa gitti ve çocuğun annesine: “–Allah’tan kork da çocuğuna iyi davran!” dedi. Sonra yerine döndü. Biraz sonra çocuğun tekrar ağladığını duydu. Yine annesine giderek aynı şeyleri söyledi. Gecenin sonuna doğru çocuğun tekrar ağladığını işitince annesine bu sefer: “–Yazıklar olsun sana, nasıl bir annesin! Çocuğuna ne oluyor ki akşamdan beri bir türlü sâkinleşmiyor?!” diye çıkıştı. Hazret-i Ömer’i tanımayan anne şu karşılığı verdi: “–Ey Allâh’ın kulu! Bu gece beni bunalttın! Ben çocuğumu sütten ayırmaya çalışıyorum, o da emmek için direniyor.” dedi. Ömer -radıyallâhu anh-: “–Niçin sütten ayırmak istiyorsun?” diye sordu. Kadın: “–Çünkü Halîfe Ömer ancak sütten kesilen çocuklara tahsisat bağlıyor.” dedi. Bu cevap karşısında âdeta kanı donan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, çocuğun kaç aylık olduğunu sorup öğrendikten sonra: “–Allah iyiliğini versin, onu sütten ayırmak için acele etme!” dedi. Sabah namazının vakti gelmişti. Hazret-i Ömer mihrâba geçmiş bir taraftan namaz kıldırıyor, bir taraftan da ağlıyordu. Ağladığı için insanlar ne okuduğunu tam olarak anlayamıyorlardı. Selâm verince:


“–Yazıklar olsun Ömer’e! Kim bilir ne kadar müslüman evlâdına kıydı!” dedi. Sonra bir münâdîye emretti ve; “–Çocuklarınızı sütten kesmek için acele etmeyin! Çünkü İslâm üzere doğan her çocuğa tahsisat bağlanacaktır.” diye ilân ettirdi. Daha sonra da bu tâlimâtı yazdırarak bütün İslâm beldelerine gönderdi. (İbn-i Sa’d, III, 301; İbnü’l-Cevzî, Menâkıb, s. 77) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, merkezden uzak bölgelerdeki insanların dertleriyle de meşgul olurdu. “Fırat’ın kenarında bir kuzu zâyi olsa, bu sebeple Allâh’ın beni hesâba çekmesinden korkarım.” derdi.[123] Uzaktaki insanların, sıkıntı ve dertlerini kendisine ulaştıramadıklarından endişe ederdi. Bu sebeple durumlarını yakından görmek için sık sık Medîne dışına çıkardı. Yine bir dönem bâzı bölgeleri dolaşmış, başka şehirlere de gitmeyi düşünürken ömrü vefâ etmeyerek şehîden Hakk’ın rahmetine kavuşmuştu. { Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh- halîfe olduğunda taşıdığı yüksek takvâ duygusu sebebiyle israfın önünü almaya evvelâ kendi hânesinden başladı. Hanımına: “–Eğer benimle geçinmek istersen, yanında olan bütün zînet ve mücevherleri Beytülmâl’e teslim etmelisin. Onlar sende oldukça imtizâcımız ve bir arada bulunmamız mümkün değildir.” dedi. Bu söz üzerine hanımı Fâtıma, bütün kıymetli eşyalarını Beytülmâl’e teslim etti. Kocasının vefâtından sonra saltanat, kardeşine geçmişti. Kardeşi, onun Beytülmâl’e teslim ettiği kıymetli eşyaları iâde etmek istedi. Ancak sâliha bir hanım olan Fâtıma, bunu kabul etmedi ve: “–Ben kocama sağlığında itaat ettim de vefâtından sonra mı isyan edeceğim!” diye muhteşem bir cevap verdi.[124] { Ömer bin Abdülaziz -rahmetullâhi aleyh-, müstesnâ davranış güzellikleri sergileyerek cemiyetine huzur ve sükûneti hâkim kılmış, târihin şerefle yâd ettiği ulvî bir makâma yükselmiştir. Onun, ümmetin mes’ûliyetini yüklenmek husûsunda taşıdığı büyük emânet şuurunu aksettiren sayısız fazîlet manzaralarından birini, hanımı Fâtıma şöyle anlatır: “Birgün Ömer bin Abdülaziz’in yanına girdim. Namazgâhında oturmuş, elini alnına dayamış, durmadan ağlıyor, gözyaşları yanaklarını ıslatıyordu. Ona: “–Nedir bu hâlin?” diye sordum. Şöyle cevap verdi: “–Yâ Fâtıma! Bu ümmetin en ağır yükünü omuzlarımda taşıyorum. Ümmet içindeki açlar, fakirler, hasta olup da ilaç bulamayanlar, yalnız başına terk edilmiş dul kadınlar, hakkını arayamayan mazlumlar, küfür ve gurbet diyârındaki müslüman esirler, ihtiyaçlarını


karşılayabilmek için çalışma tâkatinden kesilmiş muhtaç yaşlılar ve âile efrâdı kalabalık fakir âile reisleri beni üzüntüye gark ediyor. Yakın ve uzak diyarlardaki böyle mü’min kardeşlerimi düşündükçe yükümün altında ezilip duruyorum. Yarın hesap gününde Rabbim bunlar için beni sorguya çekerse, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunlar için bana itâb ve serzenişte bulunursa, ben nasıl cevap vereceğim…” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IX, 208) Hanımı Fâtıma devamla der ki: “Onun ibâdeti sizlerinki kadardı. Lâkin gece yatakta Allah korkusunu ve kıyâmet hesâbını tefekkürden öyle bir hâle gelirdi ki, haşyetullâh ile kalbi çarpmaya başlardı. Sanki suya düşmüş, yâhut avuç içine alınmış bir kuş gibi çırpınırdı. Ben de onun bu hâline dayanamayıp yorganı üstüne örterdim ve kendi kendime: «Keşke idârecilik mes’ûliyeti bize tevdî edilmeseydi, keşke o vazifeyle aramızdaki uzaklık, güneşle dünya arasındaki mesâfe kadar olsaydı.» derdim.” { Şeyh Edebali Hazretleri’nin, Osman Gâzi’yi ve bütün devlet adamlarını istikâmetlendirecek tavsiyelerinden bir kısmı şöyledir: “Ey Oğul! Beysin! Bundan sonra öfke bize; uysallık sana… Güceniklik bize; gönül almak sana… Suçlamak bize; katlanmak sana… Âcizlik bize, yanılgı bize; hoş görmek sana… Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adâlet sana… Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlamak sana… Ey Oğul! Bundan sonra bölmek bize; bütünlemek sana… Üşengeçlik bize; uyarmak, gayretlendirmek, şekillendirmek sana… Ey Oğul! Yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı… Allah Teâlâ yardımcın olsun. Beyliğini mübârek kılsın. Hak yoluna faydalı eylesin. Işığını parıldatsın. Uzaklara iletsin. Sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürmeyecek akıl ve kalp versin. Sen ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim gibi dervişler de düşünce, fikir ve duâlarla bize va’dedilenin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı temizlemeliyiz. Oğul! Güçlü, kuvvetli, akıllı ve kelâmlısın… Ama bunları nerede ve nasıl kullanacağını bilmezsen, sabah rüzgârlarında savrulur gidersin! Öfken ve nefsin bir olup aklını mağlûb eder! Bunun için dâimâ sabırlı, sebâtkâr ve irâdene sâhip olasın!.. Sabır çok önemlidir. Bir bey, sabretmesini bilmelidir. Vaktinden önce çiçek açmaz. Ham armut yenmez; yense bile bağrında kalır. Bilgisiz kılıç da tıpkı ham armut gibidir.


Milletin, kendi irfânı içinde yaşasın. Ona sırt çevirme. Her zaman duy varlığını. Toplumu yöneten de, diri tutan da bu irfandır. Oğul! İnsanlar vardır, şafak vaktinde doğar, akşam ezânında ölürler. Dünya, senin gözlerinin gördüğü gibi büyük değildir. Bütün fethedilmemiş gizlilikler, bilinmeyenler, ancak senin fazîlet ve adâletinle gün ışığına çıkacaktır. Ananı ve atanı say! Bil ki bereket, büyüklerle beraberdir. Bu dünyada inancını kaybedersen, yeşilken çorak olur, çöllere dönersin. Açık sözlü ol! Her sözü üstüne alma! Gördün, söyleme; bildin, deme! Sevildiğin yere sık gidip gelme; muhabbet ve îtibârın zedelenir… Şu üç kişiye daha çok acı; câhiller arasındaki âlime, zenginken fakir düşene, hatırlı iken îtibârını kaybedene… Unutma ki, yüksekte yer tutanlar, aşağıdakiler kadar emniyette değildir. Haklı olduğun mücâdeleden korkma! Bilesin ki, atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli (korkusuz, pervâsız, gözüpek) derler. En büyük zafer, nefsini tanımaktır. Düşman, insanın kendisidir. Dost ise, nefsi tanıyanın kendisidir. Ülke, idâre edenin, oğulları ve kardeşleriyle bölüştüğü ortak malı değildir. Ülke sâdece idâre edene âittir. Ölünce, yerine kim geçerse, ülkenin idâresi onun olur. Vaktiyle yanılan atalarımız, sağlıklarında devletlerini oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürdüler. Bunun içindir ki, yaşayamadılar, yaşatamadılar. (Bu nasîhat Osmanlı’yı 622 sene yaşatmıştır.) İnsan bir kere oturdu mu, yerinden kolay kolay kalkamaz. Kişi kıpırdamayınca uyuşur. Uyuşunca lâflamaya başlar, lâf dedikoduya dönüşür. Dedikodu başlayınca da gayri iflâh olmaz. Dost, düşman olur; düşman, canavar kesilir… Kişinin gücü, günün birinde tükenir, ama bilgi yaşar. Bilginin ışığı, kapalı gözlerden bile içeri sızar, aydınlığa kavuşturur. Hayvan ölür, semeri kalır; insan ölür eseri kalır. Gidenin değil, bırakmayanın ardından ağlamalı… Bırakanın da bıraktığı yerden devâm etmeli. Savaşı sevmem. Kan akıtmaktan hoşlanmam. Yine de bilirim ki, kılıç kalkıp inmelidir. Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak için olmalıdır. Hele kişinin kişiye kılıç indirmesi bir cinâyettir. Bey, memleketten öte değildir. Bir savaş, yalnızca bey için yapılmaz. Durmaya, dinlenmeye hakkımız yok. Çünkü zaman yok, süre az!..


Yalnızlık, korkanadır. Toprağın ekim zamanını bilen çiftçi, yalnız başına olsa da başkasına danışmaz. Yeter ki, toprağın tavda olduğunu bilebilsin. Sevgi, dâvânın esâsı olmalıdır. Sevmek ise, sessizliktedir. Bağırarak sevilmez. Görünerek de sevilmez! Geçmişini bilmeyen, geleceğini de bilemez. Osman! Geçmişini iyi bil ki, geleceğe sağlam basasın! Nereden geldiğini unutma ki, nereye gideceğini unutmayasın!..” { Vefâtı yaklaştığında Osman Gâzi, eliyle işâret ederek Orhan Gâzi’yi yanına oturttu. Etrafındakilere onu yerine tâyin ettiğini bildirdi. Evlâtlarına ve kumandanlarına, ona itaat ve bey’at etmelerini emretti. Ardından Orhan Gâzi’ye, Osmanlı Devleti’nin temel harcı mâhiyetindeki şu vasiyet ile son îkazlarını yaptı: “Oğul! Biricik vasiyetim şudur ki, Allah buyruğundan başka bir iş işleme! Bilmediğini ehlinden sorup öğren! İyice öğrenmediğin bir şeyi yapmaya kalkışma! Askerlerine ikram ve ihsânını eksik eyleme! Bil ki insan, ihsânın kölesidir. Oğul! Dîn işlerini her şeyden öne al! Çünkü bir farzın yerine getirilmesini sağlamak, dîn ve devletin güçlenmesine sebep olur! Bunun için ulemâya hürmette ve onların hakkına riâyette kusur etme ki, dîn işleri düzgün yürüsün! Nerede bir ilim ehli duyarsan, ona rağbet et; ikbâl ve yumuşaklık göster! Ancak dînî gayreti olmayanları, sefih hayat yaşayanları ve tecrübe edilmeyen kimseleri, sakın devlet işine yaklaştırma! Zîrâ Yaratan’ından korkmayan, yaratılanlara merhamet etmez! Zulüm ve bid’atlerden son derece uzak dur ki, seni yıkılışa sürüklemesin!.. Bil ki bizim mesleğimiz, Allah yolunda gayrettir ve maksadımız da O’nun dînini yaymaktır. Bizim dâvâmız, kuru bir kavga ve cihangirlik dâvâsı değil, «i’lâ-yı kelimetullah»tır, yâni Allâh’ın dînini yüceltmektir. Allah yolunda can ve mal ile gayreti terk etmeyerek rûhumu şâd eyle!.. Oğul! Benim hânedânımdan her kim doğru yoldan ve adâletten ayrılırsa, mahşer günü Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefaatinden mahrum kalsın!.. Oğul! Allah rızâsı için devlet hizmetlerinde ömrünü tüketen sâdık adamlarına dâimâ vefâkâr ol! Onları gözet! Vefatlarından sonra da onların âilelerini koru! Devlete mânen güç veren fazîlet sâhibi sâlih âlimlere hürmet, ikram ve ihsanda bulun. Diğer bir ülkede olgun bir âlimin, bir ârifin, bir velînin bulunduğunu duyarsan, onu nezâket ve tâzimle memleketine dâvet et! Dîn ve devlet işleri, onların bereket ve himmetleri ile istikâmetlensin!


Sakın orduna ve zenginliğine mağrur olma! Benim şu hâlimden ibret al ki, şu anda güçsüz bir karınca gibiyim. Hiç lâyık olmadan, Allah -celle celâlühû-’nun birçok lutuflarına mazhar oldum!.. Sen de benim yolumdan yürü! Allâh’ın ve kullarının hakkını gözet! Beytülmâl’deki gelirin ile kanaat et! Devletin zarûrî ihtiyaçlarının dışında sarfiyatta bulunma! Senden sonra gelecek nesil, seni kendilerine örnek alsın! Zulme meydan verme! Dâimâ adâlet ve insaf üzere ol! Her türlü işinde Allâh’a sığın, O’ndan yardım iste ve O’na ilticâ et!” {

Çelebi Mehmed, Osmanlının ikinci bânîsi kabul edilir. Çünkü o, devleti iç karışıklıklardan ve kardeş mücâdelelerinden sâhil-i selâmete çıkarmıştır. Çektiği ağır çileler dolayısıyla genç yaşta ölüm döşeğine düştüğünde, son nefesinde dahî tebaasını ve devletini düşünerek vezirlerine şu vasiyette bulunmuştur: “–Derhal büyük oğlum Murad’a haber salın, gelsin! Zîrâ ben şu döşekten artık kurtulamam. Şayet Murad gelmeden ölürsem, sakın ola, vefâtımı kimseye duyurmayın; yoksa bütün memleket birbirine girer, yeniden sel gibi kardeş kanı akmaya başlar!..” Böylesine ulvî bir mes’ûliyet duygusuyla mücehhez olan koca Sultan, vefât ettiğinde henüz çok gençti. Vasiyeti üzere cenâzesi, oğlu gelinceye kadar bekletildi. Böylece cesediyle bile devlet ve milletine hizmet etti. { İkinci Bâyezid Han da, büyük bir mes’ûliyet şuuruna sâhip velî bir pâdişahtı. Bir dîvan toplantısında, üzerindeki ağır mes’ûliyetin bir tezâhürü olarak vezirlerini şöyle îkâz etmişti: “Paşalar! Elimin altında bulunan ahâlînin bütün hâllerinin yarın kıyâmet gününde benden sorulacağı muhakkaktır. İşitiyorum ki benim kapımda birtakım gayr-i İslâmî usûller îcâd etmişsiniz! Bilir misiniz ki böyle yapmakla bana âhirette yatacak yer bırakmıyorsunuz! Mahşer gününde ben nasıl hesap vereceğim? Âgâh olun ve sakın ola ki rızâ-yı ilâhîye aykırı bir davranışta bulunmayın!..” { Kânûnî Sultan Süleyman vefât ettiğinde, naaşı kabre indirilirken bir sandık getirilip; “Vasiyeti gereğidir!” denilerek kabre konulmak istendi. Şeyhulislâm Ebu’s-Suûd Efendi, bu duruma müdâhale etti. Cenâze ile beraber kıymetli bir şeyin gömülmesinin câiz olmadığını bildirdi. Ebu’s-Suûd Efendi’ye bunun, Sultân’ın vefâtından bir gün evvelki vasiyeti olduğu bildirilince, merakla sandığı açtı. Kendisinin Hünkâr’a verdiği fetvâlarla karşılaştı. Hayretler içinde donakaldı:


“–Sen kendini kurtardın ulu Hâkan! Biz yarın âhirette ne yapacağız?!.” diyerek hüzünlendi ve ağlamağa başladı. Zîrâ Kânûnî, hayâtı boyunca yapacağı her işin fetvâsını almış, ondan sonra icrâ etmişti. { İdâreci, halkının kıymetini bilmeli, haklarını teslim etmelidir. Kânûnî Sultan Süleyman, birgün meclisinde yakınlarına şöyle sordu: “–Âlemin velînîmeti kimdir?” Oradakilerin hepsi bir ağızdan: “–Tabiî ki ufukların pâdişâhı ve ülkenin sâhibi Sultânımız Hazretleri’dir.” dediler. Yakınlarından aldığı bu cevap, pâdişâhın hoşuna gitmedi, bunu kabul etmeyerek şöyle dedi: “–Hakîkatte velînîmet halktır ki, onlar ziraat ve çiftçilikle meşgul olmak için gayret ederlerken âdeta huzur ve istirahatı kendilerine haram ederler. Kazandıkları nîmetlerle de bizi doyururlar.”[125] { Sultan Birinci Abdülhamid Han, Özi Kalesi elden çıkınca büyük bir teessür ile; “Asker evlâtlarım ve mâsum ahâlim parçalandı!” diyerek onların ıztırâbını sînesinde hissetmiş ve bu acıya fazla dayanamayarak kısa bir süre sonra vefât etmiştir. İşte bir cihan sultânına, hayâtına mâl olacak derecede «Âhh!» çektiren ve kalbini elemlerle eriten îman hassâsiyeti ve mes’ûliyet şuuru… { Adamın biri, bir at satın almıştı. Hayvan iki yaşında ve gayet gürbüz olduğu hâlde üç gün içinde öldü. Adam, atı satan kimsenin kendisine karşı bir düşmanlığı olduğunu düşünerek, sattığı ata uzun vâdede zehirleyecek bir şeyler yedirmiş olabileceği şüphesine kapıldı. Peşpeşe üç gün mahkemeye gitmesine rağmen kadıyı bulamadığından, vakit geçirmeden durumu tedkik için atı baytara götürdü. Baytardan aldığı bilgiler de kanaatini doğrular mâhiyetteydi. Bir zaman sonra tekrar mahkemeye uğradığında kadıyı yerinde buldu ve meseleyi arz etti. Kadı Efendi: “–Niçin evvelâ bana gelmedin de baytara gittin? İlk anda gelseydin de sıcağı sıcağına çâresini bulsaydık!” deyince şikâyetçi: “–Efendim! Falan günler, üç gün üst üste makâmınıza geldim. Fakat yoktunuz!” cevâbını verdi. O zaman kadı:


“–Haklısın, geldiğin günlerde burada yoktum. Memleketteydim. Zîrâ anacığım vefât etmişti…” dedi. Ardından bir lahza sükûta bürünüp düşündükten sonra kâtibe dönerek şunları söyledi: “–Mesele anlaşılmıştır. Yaz kâtip! Vazife mahallinde bulunmadığı için zararın kadıdan tazmînine…” { Hâsılı idârecilik, bıçak sırtında durmak kadar zor ve tehlikeli bir iştir. Çünkü mes’ûl olunan kimselerin tek tek hakları mevzubahistir ki, bu da devamlı kul hakkı ile yüzyüze gelmek demektir. Bu yönüyle hiç de talep edilecek bir makam değildir. Ancak bir kişi ehil olduğunda ve başka ehil kimse de bulunmadığında, idâreciliği büyük bir emânet şuuru ile üstlenmeli ve hakkıyla yerine getirmeye çalışmalıdır. Böyle bir durumda Allâh onun yardımcısı olur. İdârî mes’ûliyeti yüklenenler, herhangi bir haksızlığa veya nefsânî davranışa meyletmemek için, ölümü sık sık tefekkür etmeli ve âhiret hayâtını dâimâ göz önünde bulundurmalıdırlar. Fudayl bin Iyâz’ın, Hârun Reşid’e yaptığı şu tavsiye, hatırdan çıkarılmamalıdır: “Kıyâmet gününde Allâh ile kullarının arasında sadece sen olacaksın. O gün herkes kendi hesâbından sorulurken sen, bütün ümmetten mes’ûl tutulacaksın!” (Ebû Nuaym, Hilye, VI, 380; Beyhakî, Şuab, VI, 35) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, adâletin timsâli olduğu ve çok titiz bir idârecilik yaptığı hâlde, vefât ederken bu idâreciliği sebebiyle Cenâb-ı Hak’tan bir sevap ummadığını söylüyordu. Bu vazifesi müddetince yaptığı hayırların hatâlarıyla denk gelmesini arzu ediyordu. Kendisini âdil idâreciliği sebebiyle medhedenlere de: “–Bu hususta Rabbimin huzûrunda hesâba çekilmeyeyim yeter, ayrıca bir sevap beklemiyorum.” diyordu. Onun bu ifâdeleri, hem idâreciliğin ne ağır bir emânet olduğunu hem de örnek bir İslâm şahsiyetinin mes’ûliyet şuurunu sergilemekteydi… 7. Hâlık’ın Nazarıyla Mahlûkâta Bakış Hâlık’ın nazarıyla muhlûkâta bakabilmek, ancak rûhî kemâlin zirvesinde tahakkuk edebilecek bir fazîlettir. Zikir, tefekkür ve murâkabe ile elde edilen ilâhî muhabbet makâmının bir meyvesidir. Zîrâ ilâhî muhabbeti idrâk edebilenler, bütün varlıklarla dost olurlar. Yâni Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilme istîdâdı kazanırlar. Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmanın bir neticesidir. Kulluk hayâtına seviye kazandıran bu güzel hasletle Hakk’ın af, merhamet ve muhabbet iklîmine girebilenler, bu vasıflarla hâllenerek bütün mahlûkâta rahmet saçarlar. Mahlûkâta, daha ziyâde özüne îtibâr ederek davranırlar. Meselâ insana, “Allâh’ın yeryüzündeki halîfesi” olduğu şuuruyla nazar ederler. Ve yine ona, ilâhî bir sır üflendiğinin[126] idrâkiyle yaklaşırlar.


Onlar, günah ve hatâlarla ne kadar kirlenmiş olursa olsun, özündeki mükemmelliğe bakarak günahkâr bir insana sırt çevirmezler. Yûnus Emre’nin dediği gibi: “Yaratılanı hoş gör, Yaratan’dan ötürü.” anlayışıyla hareket ederek onun hidâyeti ve tevbeye yönelmesi için gayret sarf ederler. Bu, ilâhî rızâya en muvâfık ve netice bakımından da son derece bereketli bir üslûptur. Ayrıca, insanda meknûz olan ulvî güzellikleri yeşertici bir husûsiyet de ihtivâ eder. Tasavvufun özünü teşkil eden “Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış” ufku; onu lâyıkıyla özümsemiş mü’minlerin gönüllerini, zor dönemlerdeki zayıf, mağdur ve mazlumlar için müstesnâ bir şefkat sığınağı ve merhamet barınağı hâline getirmiştir. Fazîlet Tabloları Bedir Gazvesi’nde ordular karşı karşıya gelmiş, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müşriklere savaş yapmadan anlaşmak için elçiler göndererek, son îkazlarını yapmaktaydı. Bu esnâda Hakîm bin Hizâm’ın da aralarında bulunduğu bir kısım müşrikler, müslümanların havuzundan su içmeye geldiler. Müslümanlar onlara mânî olmak istedikleri zaman Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bırakınız içsinler!” buyurdu. Gelip içtiler. Hakîm hâriç su içenlerin hepsi Bedir’de öldürüldü. Hakîm ise sonradan müslüman oldu. Hakîm, ne zaman bir sözünü kuvvetlendirmek için yemin etme ihtiyacı duysa: “–Hayır! Beni Bedir’de öldürülmekten kurtararak îman nîmetine kavuşturan Allâh’a yemin ederim ki…” diyerek söze başlardı. (İbn-i Hişâm, II, 261) Hakîm bin Hizâm Hazretleri, Hazret-i Hatîce vâlidemizin akrabâsı idi. Cömert, müşfik, hayr u hasenât sâhibi bir kişiydi. Câhiliye devrinde kızlarını diri diri gömmek isteyen babalardan onları satın alır, himâye eder ve hayâta kavuştururdu. Müslüman olduktan sonra birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, câhiliye devrinde yaptığım hayırlar var: Sadaka vermek, köle âzâd etmek, sıla-i rahim yapmak gibi… Bunlara mukâbil bana ecir verilir mi?” diye sordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu: “–Sen zâten, daha önce yaptığın bu iyiliklerin hayrına İslâm’la şereflendin!” (Buhârî, Zekât 24, Büyû 100, Itk 12, Edeb 16; Müslim, Îmân 194-196) Yukarıdaki misâlde görüldüğü gibi, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biraz sonra savaşacağı düşmanının su içmesine izin vererek bizlere muhteşem bir insanlık düstûru ve hidâyet üslûbu tâlim buyurmuştur. Bunun gibi âlicenap hareketler, nice katı kalplerin yumuşamasına, daha sonra da o kalpte hidâyet nûrunun parlamasına vesîle olmuştur. Zîrâ Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzından kaynaklanan bu engin merhamet netîcesinde,


ölü kalpler hayat bulur. “Seni öldürmeye gelen düşman sende dirilsin!” kelâm-ı kibârı tahakkuk eder. Şâir ne güzel söyler: Mü’minlere imdâda yetiş merhametinle, Mülhidlere lâkin daha çok merhamet eyle. Cenâb-ı Hak, Hakîm -radıyallâhu anh-’a da, mahlûkâta Hâlık’ın şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmesi hürmetine îman devletini bahşeylemiştir. {

Yemâme’nin lideri Sümâme bin Üsâl müslüman olunca, Mekke müşrikleriyle olan ticârî münâsebetlerini kesmişti. Hâlbuki Kureyş, her türlü erzak ve ihtiyaçlarını hep Yemâme’den alırlardı. Açlık ve kıtlığa düşen Mekkeliler, şaşkınlık içinde Peygamber Efendimiz’e mürâcaat ettiler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sümâme’ye mektup yazarak ticâretine devâm etmesini istedi. (İbn-i Abdilberr, el-İstîâb, I, 214-215; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 295) Hâlbuki o müşrikler, on üç sene müslümanlara maddî ve mânevî bakımdan zulmederek, her türlü kötülüğü yapmışlardı. Bilhassa üç yıl süren boykot yıllarında müslümanları açlık içinde kıvrandırmışlardı. Açlıktan kıvranan çocukların feryatları diğer mahallelerden duyuluyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları bile affetti. Çünkü O, Allâh’ın ahlâkı ile ahlâklanmıştı. Mahlûkâta da O’nun şefkat ve mer*hamet nazarıyla bakıyordu. { Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hicretin yedinci senesinde Hayber Fethi’nden sonra, kuraklık ve kıtlığa dûçâr olan Mekke halkına muhtelif yardım malzemeleri göndermiştir. Ebû Süfyân, bunların hepsini teslim alıp Kureyşlilerin fakirlerine dağıtmıştır. Kendisi o zaman müşrik olduğu hâlde bu âlicenaplığa hayran kalarak: “–Allah, kardeşimin oğlunu hayırla mükâfatlandırsın! Çünkü O, akrabâlık hakkını gözetti!” diyerek duyduğu memnûniyeti ifâde etmiştir.[127] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu âlicenap muâmelesi, Mekkelilerin kalplerini yumuşatmış ve onların kısa bir müddet sonra gerçekleşen Mekke Fethi’nde, kolayca İslâm’a girmelerine vesîle olmuştur. { Cübeyr bin Nefîr anlatıyor: Kıbrıs fetholununca, ahâlisi dağıtıldı. Halk, mahzun bir şekilde birbirine ağlıyordu. O esnâda Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ı, tek başına oturmuş ağlarken gördüm. Ona:


“–Ey Ebu’d-Derdâ! Allâh’ın, İslâm’ı ve müslümanları üstün kıldığı bir günde seni böylesine ağlatan nedir?” diye sordum. Bana şu cevâbı verdi: “–Yazıklar olsun sana ey Cübeyr!.. İnsanlar Allâh’ın emrini terk edince, O’nun katında ne kadar da değersizleşiyorlar. Bak, bu halk, bir zamanlar, iktidar ve mal-mülk sâhibi, güçlükuvvetli kişilerdi. Allâh’ın emirlerini terk ettikleri zaman, işte gördüğün bu duruma düştüler.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 216-217) Nitekim âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “…Bir toplum sâhip olduğu hâli değiştirmedikçe, hiç şüphe yok ki, Allah da o toplumun hâlini değiştirmez…” (er-Ra’d, 11) “…Bir millet kendilerinde bulunan güzel ahlâk ve meziyetleri değiştirmedikçe, Allah da onlara verdiği nîmeti, güzel durumu değiştirmez…” (el-Enfâl, 53) Ashâb-ı kirâmın, mağlûb ettikleri düşman hakkındaki bu ince ve derin düşünceleri ne kadar ibretlidir. Bu da gösteriyor ki müslümanlar, insanları perişan ederek menfaat sağlamak için değil, zarûret hâsıl olduğunda onlara ebedî saâdeti bahşetmek için savaşırlar. O perişan hâle düşen insanlar, Allâh’ın dînine tâbî olsalardı, Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın ve bütün müslümanların kardeşi olacaklardı. Bu kötü hâller de başlarına gelmeyecekti. Lâkin onlar inad ederek savaşmış ve mağlûb olmuşlardı. Müslüman yüreği de bu mağlûb insanların kaybı için ağlıyordu. Zîrâ îmanlı bir yürek, hiç kimsenin zarara uğramamasını, bilâkis bütün insanların kazanmasını ister. { İmâm-ı Âzam, kendisi ara sıra usûl ve akâid hakkında münâzaralar yapmakla beraber, talebelerini ve yakınlarını bu tür işlerden menediyordu. Bir defâsında oğlu Hammâd’ı bir kelâm meselesinde münâkaşa ederken gördü ve onu bundan vazgeçirdi. İmâm-ı Âzam’a: “–Seni münâzara yaparken görüyoruz, bizi neden menediyorsun?” dediler. O büyük İmâm, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzını da gösteren şu muhteşem cevâbı verdi: “–Biz münâzara yaparken, arkadaşımız kayıp düşecek, yanı*lacak diye korkudan başımızda kuş varmış gibi dikkatli duruyoruz. Siz ise münâzara yapıyorsunuz ve arkadaşınızın hatâ yapmasını istiyorsunuz. Arkadaşının ayağını kaydırmak isteyen kişi, onun günahkâr ve dalâlette olmasını isti*yor, küfre itiyor, demektir. Arkadaşını tekfir etmek isteyen ise, ondan ön*ce küfre düşer.”[128] {


Mevlânâ Hazretleri’nin dergâhındaki bir sohbet esnâsında bir sarhoş çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Mevlânâ Hazretleri, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben: “–Şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur. Bu hikâye, mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakmanın müşahhas bir misâlidir. Müslümanın vazifesi, günahkârı kendi hâline terk etmek değil, elinden tutarak nezih bir hayâta dönmesini sağlamaktır. { Velhâsıl, müslümanın gâyesi, evvelâ kendini ıslâh ederek Allah Teâlâ’nın istediği gibi nezih bir hayat yaşamak, sonra da insanların doğru yolu bulmalarına bütün gücüyle yardımcı olmaktır. Bu maksadı tahakkuk ettirmede en sâlim ve doğru yol ise mahlûkâta Hâlık’ın nazarıyla bakmak ve o istikâmette muâmele etmektir. Hâlık’ın nazarıyla bakıldığında, insanların sıkıntı ve meşakkatlerine katlanmak kolaylaşır. Onlara karşı daha affedici, merhametli, müsâmahakâr ve samîmî davranılır. Cenâb-ı Hak, nasıl ki insanı seviyor, ihsanlarda bulunup günahlarını affediyor ve netîcede cennete girmesini istiyorsa, ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilen bir mü’min de insanları affeder, ihtiyaçlarını karşılamada onlara elinden geldiğince yardımcı olur ve doğru yolu bularak Hakk’ın rızâsını kazanmaları için samîmiyetle gayret eder. Allâh’ın emirlerini yerine getirerek O’na yaklaşabilmeleri için elinden geleni yapar. Hiçbir zaman bencil ve hodgâm olmaz. İnfak ehli, diğergâm ve herkesin iyiliğini düşünen bir müslüman şahsiyeti sergiler. MUÂMELÂT Hak dîn, insanlığın başlangıcından itibâren, îman esasları ve başlıca ahlâk kâideleri bakımından dâimâ aynı kalmıştır. Fakat ibâdet şekilleri ve muâmelât hükümleri yönünden, peygamberden peygambere değişen toplum şartları sebebiyle, teferruatta bâzı değişiklikler arz etmiştir. Allâh’ın irâdesiyle gerçekleştirilen tekâmül şeklindeki bu değişiklik, insanların ihtiyaçları ve kültür seviyelerine göre meydana gelmiştir. İlk insan Âdem -aleyhisselâm- ile başlayan hak dîn, en mütekâmil şekline, son peygamberin tebliğ ettiği vahiyle ulaşmıştır. Yâni Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile İslâm, gerek ahlâk gerekse muâmelât yönüyle kemâlde zirveye ulaşmıştır. Peygamber Efendimiz’le zirveye çıkan İslâm, 1400 küsur yıldan beri ilâhî bir muhâfaza ile aslî mâhiyeti korunan yegâne dîndir.[129] İslâm’ı, fârik vasıfları itibârıyla üç temel esasta hülâsa edebiliriz: 1. Tevhîd akîdesi.


2. İbâdetler. 3. Muâmelât, yâni kısaca beşerî münâsebetler. Muâmelât, İslâm düşünce sistemini ayakta tutan temel esaslardan biridir. Ne kadar esef vericidir ki, çoktan beri bütün İslâm âleminde materyalist ve rasyonalist telâkkîlerin esiri olan insanların menfî telkinleri neticesinde, yüce İslâm dîninin muâmelât yönü, ekseriyetle ihmâl edilmiştir. Bu sebepledir ki İslâm’ı önce doğru anlamak ve sonra da doğru tatbik edebilmek için bu dînin “Muâmelât”ına dâir kâidelerini öğrenmek, fevkalâde önem arz etmektedir. Biz de bu vesîleyle İslâm’da muâmelâtın ehemmiyetini ve bu husustaki bâzı kâideleri muhterem okuyucularımıza hatırlatmak istiyoruz. İslâm, muâmelâta son derece ehemmiyet vermiş ve insanlar arası münâsebetleri, birtakım temel kâideler ışığında bütün teferruâtıyla tanzim etmiştir. Bir müslüman, ferdî hayâtını İslâm’a göre yaşamak mecbûriyetinde olduğu gibi ictimâî hayâtını, yâni diğer insanlarla muâmelelerini de Allâh’ın emirlerine uygun tarzda düzenlemek zorundadır. Yâni İslâm’ı hayâtının her safhasına hâkim kılmalıdır. Buna muvaffak olamayan bir kimse, sâlih bir mü’min seviyesine ulaşamaz. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellemşöyle buyurmuşlardır: “Kötü muâmele sâhibi olan kimse cennete giremez.” (Tirmizî, Birr, 29/1946) Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da şöyle der: “Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız; –konuştuğunda doğru söylüyor mu, –kendisine bir şey emânet edildiği zaman emânete riâyet ediyor mu, –dünya ile meşgul olurken helâl-haram gözetiyor mu, ona bakınız.” (Beyhakî, es-Sünenü’lKübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326) Bir kişi, Hazret-i Ömer’in yanında başka birinden övgüyle bahsediyordu. Bir müddet sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ile aralarında şöyle bir konuşma geçti: “–Onunla hiç yolculuk yaptın mı?” “–Hayır.” “–Alışveriş gibi ictimâî bir muâmelen oldu mu?” “–Hayır.” “–Peki sabah-akşam ona komşu oldun mu?” “–Hayır.”


Bu cevaplar üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Kendisinden başka ilâh olmayan Allâh’a yemin ederim ki, sen onu tanımıyorsun.” dedi.[130] Demek ki bir insanın gerçek hüviyeti, ictimâî muâmelelerinde ortaya çıkmaktadır. Bu hâli Ziyâ Paşa, gâyet veciz bir şekilde şöyle ifâde eder: Âyînesi iştir kişinin lâfa bakılmaz, Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde… Demek ki bir mü’minin mânevî seviyesi, ferdî hayâtı ile birlikte ictimâî muâmelelerinin de düzgün olmasıyla kemâle ermektedir. Muâmelât denildiğinde, insanlar arası münâsebetlerde adâlet, affedicilik, kul hakkına riâyet, yardımlaşmak, kısacası mükemmel bir sûrette edepli olmak gibi birtakım esaslar akla gelir. Şimdi bunların bir kısmı üzerinde kısaca duralım: 1. Adâlet Adâlet, İslâm’da o kadar ehemmiyetlidir ki, her hususta ona riâyet edilmesi emredilmiştir. İnsanlar, adâleti hâkim kıldıklarında, Allâh’ın râzı olduğu huzurlu ve rûhânî bir kulluk hayâtı yaşarlar. Böylece dünya ve âhiretin bütün hayırlarını kazanarak ebedî saâdete nâil olurlar. Adâlet ortadan kalktığında ise, dünya üzerinde hak, hukuk, insaf ve dengeden bahsetmek mümkün olmaz. Dünya hayâtında adâletten saparak haksızlık yapanlar, kıyâmet gününde, gafletle geçirdikleri imtihan âlemi için büyük bir pişmanlık duyarlar. Adâlet sâhibi ve adâletin tâ kendisi mânâlarına gelen “el-Adl” ism-i şerîfi, Allah Teâlâ’nın esmâ-yı hüsnâsından biridir.[131] Cenâb-ı Hak, peygamberlerini de, insanları Allah’tan uzaklaştıran, menfaat ve haksızlık üzerine kurulu zulüm düzenlerine son vermek ve yeryüzünde hakkı ve adâleti hâkim kılmak için göndermiştir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur: “Allah Teâlâ, adâleti, ihsânı, akrabâya yardım etmeyi kesinlikle emreder; çirkin işleri, fenâlık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” (en-Nahl, 90) “Allah size, mutlaka emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi hakkıyla işitir ve görür.” (en-Nisâ, 58) “Adl” sıfatının hakîkî sâhibi olan Cenâb-ı Hak, kullarından adâletle muâmele edenleri sever.[132]


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Adâletle hükmedenler, kıyâmet gününde Rahmân’ın sağında nûrdan minberler üzerinde olacaklardır… Bunlar hükümlerinde, âileleri ve sorumlu oldukları kimseler hakkında adâletle davranmışlardır.” (Ahmed, II, 160) “Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevgili olanı ve O’na en yakın yerde bulunanı adâletli idârecidir. Kıyâmet gününde insanların Allah Teâlâ’ya en sevimsiz olanı ve O’na en uzak mesâfede bulunanı da zâlim idârecidir.” (Tirmizî, Ahkâm, 4/1329; Nesâî, Zekât, 77) Bir müslüman sadece hüküm verirken değil, ölçüp tartarken, şâhitlik yaparken, hâsılı her zaman ve her hususta âdil olmalıdır. Öfkeliyken de sâkinken de adâletten ayrılmamalıdır.[133] Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Ey îmân edenler! Adâleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabânız aleyhinde bile olsa Allâh için şâhitlik eden kimseler olun. (Haklarında şâhitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara (sizden) daha yakındır. Hislerinize uyup adâletten sapmayın…” (en-Nisâ, 135) “Ey îmân edenler! Allâh için adâletle şâhitlik eden kimseler olunuz. Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adâletten saptırmasın. Âdil davranın, zîrâ takvâya en yakışanı budur…” (el-Mâide, : ) Adâlet, devletleri ayakta tutan temel direktir. Öyle ki; “Küfr ile pâyidâr olunur, fakat zulm ile olunmaz!” sözü bir darb-ı mesel hâline gelmiştir. Bütün idârenin adâlet ile kâim olduğunu ifâde sadedinde de; “Adâlet mülkün temelidir.” denilmiştir. Adâlet, kesinlikle geciktirilmeden yerini bulmalıdır. Zîrâ en kötü adâlet, geç tecellî edendir. Sonunda, hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de, bir nevî zulümdür. Zulüm ise en büyük hüsran sebebidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Hak yoldan sapanlara gelince, onlar cehenneme odun olmuşlardır.” (el-Cin, 15) “…Zâlimler için hiçbir yardımcı yoktur.” (el-Bakara, 270) “…(Âhirette) zâlimlerin ne bir dostu ne de sözü dinlenir bir şefaatçisi vardır.” (el-Mü’min, 18) Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, zulmün ne büyük bir günah olduğunu şöyle ifâde buyurur: “Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulüm ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43/4902; Tirmizî, Kıyâme, 57; İbn-i Mâce, Zühd, 23)


Bâzı insanlar, güzel konuşmaları ve yüksek zekâları sâyesinde, yaptıkları zulmü örtbas edebilirler. Ancak onlar hiçbir zaman kurtulduklarını zannetmemelidirler.[134] Bu dünyada beşerî adâletten binbir hîle ile yakayı kurtaranlar, birgün “Hâkimlerin Hâkimi” olan Allah Teâlâ’nın huzûrunda çâresizce boyun büküp hesap vermek zorunda kalacak ve neticede hüsrâna uğrayacaklardır. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ümmetini bu hususta şöyle îkâz eder: “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir hak varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulmettiği kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48) “Mazlumun bedduâsını almaktan son derece sakının, çünkü onun bedduâsı ile Allah arasında bir perde yoktur.” (Buhârî, Zekât 41, 63, Meğâzî 60, Tevhîd 1; Müslim, Îmân 29, 31) Mevlânâ -kuddise sirruh-, adâlet ve zulmü, şu çarpıcı teşbihlerle îzâh eder: “Adâlet nedir? Meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır.” “Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer.” Yâni besleyip büyüttüğü zulüm, gün gelir onu paramparça ederek ortadan kaldırır. Fânî menfaatler uğruna adâletten ayrılanlar, kendi kuyularını kazmış olurlar. Birgün gelir içine düşerler. O hâlde, ne kadar zor da olsa, dâimâ adâlet üzere bulunmak ve doğruluktan hiçbir zaman ayrılmamak îcâb eder. Fazîlet Tabloları Bir adam, borç verdiği Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, gününden evvel alacağını talep etti. Bunu yaparken de, bâzı kaba ve yakışıksız sözler sarf etti. Rasûlullâh’a karşı sergilediği bu saygısız tavrı sebebiyle ashâb-ı kirâm, adama haddini bildirmek istediler. Lâkin Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müsâade etmeyip: “–Bırakın! Zîrâ alacaklı kimsenin, hakkını alıncaya kadar borçlu üzerinde söz hakkı vardır.” buyurdular. (Buhârî, İstikrâz, 7; Müslim, Müsâkât, 118-122/1600-1601) { Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Bir bedevî Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek, Efendimiz’den alacağını istedi ve bunu yaparken sert davrandı. Hattâ: «–Borcunu ödeyinceye kadar Sen’i rahatsız etmeye devâm edeceğim.» dedi. Ashâb-ı kirâm, bedevîyi azarlayıp:


«–Yazıklar olsun sana! Sen kiminle konuştuğunu bilmiyorsun gâliba!» dediler. Adam: «–Ben hakkımı talep ediyorum.» dedi. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbına: «–Sizler niçin hak sâhibinden yana değilsiniz?» buyurdu ve Havle bint-i Kays -radıyallâhu anhâ-’ya adam göndererek: «–Yanında kuru hurma varsa benim borcumu ödeyiver. Hurmamız gelince borcumuzu sana öderiz.» dedi. Havle -radıyallâhu anhâ-: «–Hay hay! Babam Sana kurban olsun ey Allâh’ın Rasûlü!» dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bedevîye olan borcunu ödedi ve ayrıca ona yemek ikrâm etti. (Bu tavırdan memnun kalan) bedevî: «–Borcunu güzelce ödedin. Allah da Sana mükâfâtını tam versin!» diye memnûniyetini ifâde etti. Bunun üzerine Efendimiz: «–İşte bunlar (borcunu hakkıyla ödeyenler) insanların hayırlılarıdır. İçindeki zayıfların, incitilmeden haklarını alamadıkları bir cemiyet iflâh olmaz…» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Sadakât, 17) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zaman zaman borçlanırdı. Bu da ekseriyetle şu sebeplerle olurdu: a. Kendisine gelen zayıf ve muhtaçların ihtiyacını karşılamak. b. Beşeriyete numûne olarak borcun ne şekilde ödenmesi gerektiğini göstermek. { Nûmân bin Beşîr -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: Babam beni Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e götürdü ve: “–Ben, sâhip olduğum bir köleyi bu oğluma verdim.” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem: “–Buna verdiğini diğer çocuklarına da verdin mi?” diye sordu. Babam: “–Hayır, vermedim.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–O hâlde yaptığın hibeden dön!” buyurdu. (Buhârî, Hibe 12, Şehâdât 9; Müslim, Hibât 918) Diğer bir rivâyete göre, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“–Bu hibeyi çocuklarının hepsine yaptın mı?” buyurdu. Beşîr: “–Hayır, yapmadım.” dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz: “–Allah’tan korkunuz; çocuklarınız arasında adâletli davranınız!” buyurdu. Bunun üzerine Beşîr, hibesinden döndü ve derhâl o bağışını geri aldı. (Müslim, Hibât, 13)

Başka bir rivâyete göre de Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Bu bağışına benden başkasını şâhit göster.” buyurdu ve: “–Çocuklarının sana iyilik yapmada eşit olmaları seni sevindirir mi?” diye sordu. Beşîr: “–Elbette sevindirir.” cevâbını verdi. “–O hâlde sen de böyle yapma (onlar arasında eşit davran)!” buyurdu. (Müslim, Hibât, 17) { Sahâbînin biri Peygamber Efendimiz’in yanında otururken, yanına küçük oğlu geldi. O da çocuğu kucaklayıp öptü ve dizine oturttu. Az sonra küçük kızı da geldi. Adam onu dizine değil, yanına oturttu. Bunu gören Peygamber Efendimiz dayanamadı. Ona: “–Çocuklar arasında adâleti gözetmeli değil miydin?” buyurdu. Kız ile oğlana farklı davranmamak, birini diğerine tercih etmemek gerektiğini söyledi.[135] { Bir adam Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne oturdu ve şöyle dedi: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim kölelerim var. Durmadan bana yalan söylüyor, ihânet ediyor ve baş kaldırıyorlar. Ben de onları azarlıyor ve dövüyorum. Onlar yüzünden benim durumum ne olacak?” Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Onların sana karşı yaptıkları hıyânet, isyan ve yalanlar ile senin onlara verdiğin cezâ hesaplanacak, eğer senin verdiğin cezâ onların suçuna eşit olursa senin lehine ya da aleyhine bir şey yoktur. Eğer senin verdiğin cezâ, onların suçundan az ise, bu lehine fazîlet olacaktır. Eğer verdiğin cezâ, onların suçunu aşarsa o fazlalığı ödemek zorunda kalacaksın ki, bu senden kısas yoluyla alınacaktır.” Adam bir kenara çekilerek hüngür hüngür ağlamaya başladı. Bunun üzerine Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:


“–Allah Teâlâ’nın; «Biz, kıyâmet günü için adâlet terâzileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez. (Yapılan iş,) bir hardal tanesi kadar dahî olsa, onu (adâlet terâzisine) getiririz. Hesap gören olarak Biz (herkese) yeteriz.»[136] kavl-i celîlini okumuyor musun?” Adam bunun üzerine şöyle dedi: “–Vallâhi yâ Rasûlallah, hem kendim hem de onlar için birbirimizden ayrılmaktan daha hayırlı bir yol kalmadı. Şâhid olunuz, onların hepsi de hürdür.” (Tirmizî, Tefsîr, 21/3165) Köle de bir insan olduğundan, İslâmî kâidelere göre sâhibi ona yediğinden yedirmeli, giydiğinden giydirmeli, ağır yük yüklememeli ve zulümde bulunmamalıdır. İslâm’ın getirdiği bu yüksek adâlet sâyesinde köle edinmek, neredeyse köle olmak mânâsına geldi ve eskiden beri devâm edegelen kölelik müessesesi tedrîcen ortadan kalktı. { İrbâz bin Sâriye -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- ile Hayber Kalesi’ne inmiştik. Beraberinde ashâbından başka kimseler de vardı. Hayber’in lideri, cebbar ve mütekebbir birisi idi. Allah Rasûlü’ne gelerek: “–Ey Muhammed! Sizin merkeplerimizi kesmeye, meyvelerimizi yemeye, kadınlarımızı dövmeye hakkınız var mı?” dedi. Rasûlullah Efendimiz gazaplanarak: “–Ey İbn-i Avf, atına bin ve şöyle nidâ et; «Haberiniz olsun, cennet sâdece mü’minlere helâldir, namaz kılmak üzere toplanın!»” Cemaat toplandı. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara namaz kıldırdı. Sonra da ayağa kalkıp şunları söyledi: “–Sizden biri, (rahat) koltuğuna kurulup Allâh’ın, Kur’ân’dakilerin hâricinde haramlarının bulunmadığını mı zannediyor? Haberiniz olsun, vallâhi ben nasihatte bulundum, (Kur’ân’da olmayan bâzı şeyler) emrettim, birçok şeyleri de yasakladım. Bunlar, Kur’ân’ın bir misli kadar, belki de daha fazladır. Allah Teâlâ Hazretleri, Ehl-i Kitâb’ın evlerine izinsiz girmenizi helâl kılmamıştır. Kadınlarını dövmenizi, borçları (olan cizyeyi) verdikten sonra meyvelerini yemenizi de helâl kılmamıştır.” (Ebû Dâvûd, Harâc, 31-33/3050) İslâm düşmanlarına karşı bile kılı kırk yararcasına bir adâleti emreden dînimiz ne yücedir! Müslüman, kâfire bile yapılsa zulümden mutlaka hesâba çekileceğini düşünerek dâimâ adâlet üzere hareket eder. { Hazret-i Ali’nin ağabeyi Câfer-i Tayyar -radıyallâhu anh-, ilk müslümanlardandı. Mekkeli müşriklerin zulmünden kaçıp hanımıyla birlikte Habeşistan’a hicret etti. Orada yıllarca kaldı.


Ancak hicretin 7. yılında Medîne’ye döndü. Birgün Peygamber Efendimiz, Habeşistan’da gördüğü bâzı garip şeyleri anlatmasını isteyince, Câfer-i Tayyar -radıyallâhu anh- şu hâdiseyi anlattı: “Birgün oturuyorduk. Yaşlı bir râhibe yanımızdan geçti. Başında da büyükçe bir su testisi vardı. Genç bir adam bu zavallı kadını arkasından itti. Kadın iki dizinin üstüne düştü ve başındaki testi de kırıldı. Râhibe ayağa kalktı; o gence şöyle bir baktı ve: «–Ey zâlim! Yarın Allah Kürsü’yü ortaya koyduğunda, gelmiş geçmiş bütün insanları bir yere topladığında, eller ve ayaklar yaptıklarını îtirâf etmeye başladığında ve mazlumun hakkını zâlimden aldığında, aramızdaki dâvânın nasıl hâlledildiğini göreceksin!» dedi. Bu sözleri duyunca, Peygamber Efendimiz, azı dişleri görünecek şekilde tebessüm etti ve: «–Kadın doğru söylemiş. Evet, doğru söylemiş. Güçsüzlerin hakkının güçlülerden alınmadığı bir toplumu, Allah nasıl temize çıkarır!» buyurdu.” (İbn-i Mâce, Fiten, 20; Ebû Ya’lâ, Müsned (Esed), IV, 7-8; İbn-i Hibbân, es-Sahîh (Arnaût), XI, 443-444) { Hayber zaferinden sonra Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Abdullah bin Revâha’yı oraya gönderirdi. Abdullah bin Revâha da, alınması gereken hurma miktârını tahmin edip bunu tahsil ederdi. Hayber arâzîsini işleyen yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara kendi lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet teklif ettiler. Kadınlarının süs eşyalarından onun için biraz mücevherât topladılar ve: “–Bunlar senin, taksim esnâsında bizim lehimize davran ve bize göz yum!” dediler. Abdullah ise onlara: “–Vallâhi birçok menfîlikleriniz sebebiyle size duyduğum buğz, size karşı âdil davranmama mânî olamaz. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi. Yahûdîler, Abdullah -radıyallâhu anh-’ı takdîr edip: “–İşte bu adâlet ve doğrulukla gökler ve yer nizâm içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2) { Müslümanlar, Bizans Kralı Hirakl’in büyük bir orduyla üzerlerine gelmekte olduğu haberini alınca, Humus ahâlîsine, ödedikleri vergileri iâde ettiler ve:


“–Biz şu anda bir saldırıya mâruz kaldığımız için sizi muhâfaza ve müdâfaa etme imkânından mahrumuz. (Bu vergileri ise sizi muhâfaza karşılığında almıştık). Siz artık işinizde serbestsiniz, dilediğiniz gibi hareket edebilirsiniz.” dediler. Humus ahâlîsi: “–Vallâhi sizin idâreniz ve adâletiniz, bizim için daha önce içinde bulunduğumuz zulüm ve zorbalıktan daha iyidir. Sizin vâlinizle birlikte şehri Hirakl’e karşı müdâfaa edeceğiz.” dediler. Yahûdîler de kalkıp: “–Tevrât’a yemin olsun ki biz mağlûb olup perişan olmadıkça Hirakl’in vâlisi, Humus şehrine giremez.” dediler. Şehrin kapılarını kilitlediler ve düşmana karşı şehri müdâfaa ettiler. Kendileriyle sulh yapılmış olan diğer şehirlerin hristiyan ve yahûdî ahâlisi de aynı şekilde hareket ettiler ve: “–Şayet Rumlar ve onlara tâbî olanlar müslümanlara gâlip gelirse, biz yine eski zulüm ve zorbalık günlerine geri döneriz. Eğer müslümanlar gâlip gelirse önceki anlaşmamız üzere onlarla birlikte oluruz.” dediler. Allah Teâlâ, kâfirleri hezîmete uğratıp müslümanlara zafer bahşedince de, şehirlerini müslümanlara açtılar, oyuncularını çıkararak sevinç gösterilerinde bulundular ve vergilerini ödediler.[137] İslâm ordusu bu adâleti yalnız Humus’ta değil, önce fethedip sonra çekilmek zorunda kaldığı bütün beldelerde tatbik etmiştir. Meselâ, Plevne kaybedildiği zaman Gâzi Osman Paşa, hristiyan halktan, onları muhâfaza mukâbilinde aldığı cizyeleri iâde etmiştir. { Abdullah bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Sultanlardan biri kıyâfet değiştirip ülkesini dolaşmaya çıktı. Bir köylüye misâfir oldu. Adam tek ineğinin sütüyle geçiniyordu. Ama bu inek birçok inek kadar süt veriyordu. Sultan, ben bu ineği alıp sarayıma götüreyim, diye düşündü. Sabahleyin ineği yine çobana teslim edip otlatmaya gönderdiler. Akşam olup da ineği sağınca, her zaman verdiği sütün yarısı kadar süt verdiğini hayretle gördüler. Buna en çok köylü kıyâfetindeki sultan şaşırdı ve ineğin sâhibiyle konuşmaya başladı: “–Çoban ineği bugün başka bir yerde mi otlattı?” “–Hayır, her zamanki otlağa götürdü.” “–Hayvancağız her zaman içtiği sudan başka bir su mu içti?”


“–Hayır, içmedi.” “–Öyleyse sütü niye yarıya düştü?” İnce bir idrâke sâhip olan köylü şunları söyledi: “–Öyle sanıyorum ki, sultanımız bu ineği kendine almayı düşündü. Bir devlet başkanı halkına zulmeder veya zulmetmeyi aklından geçirirse o memlekette bereket kalmaz.” Sultan şaşırdı ve: “–Sen sultânı nereden tanıyorsun?” diye sordu. Köylü bildiğinin doğruluğundan emindi: “–Bu iş böyle olmalıdır.” dedi. Sultan böyle bir haksızlığı düşündüğüne pişman oldu. Kendi kendine; “Allâh’ım! Kimseye zulmetmeyeceğim. Bu ineği de kesinlikle almayacağım.” diye söz verdi. Ertesi akşam inek sağılınca, yine her zamanki gibi bol miktarda süt verdiği görüldü.[138] { Mâlik bin Dinar -rahmetullâhi aleyh- anlatır: “Ömer bin Abdülaziz hilâfet makâmına geçtiği zaman, dağlardaki çobanlar: «–İnsanların idâresini sâlih bir kimse üstlendi.» dediler. Onlara: «–Bunu nereden bildiniz?» diye soruldu. Onlar da: «–Hayvanlar bile huzur ve sükûn içinde…» dediler.” Muhammed bin Uyeyne -rahmetullâhi aleyh- de şöyle der: “Ömer bin Abdülaziz halîfe iken Kirman’da koyun güderdim. Halîfenin rûhâniyet ve adâletinden dolayı bana koyunlar ile kurtlar âdeta birlikte dolaşır gibi görünürdü. Bir gece ansızın kurtların koyunlara saldırdığını gördüm. Şaşırdım. Sanki dünya, bütün huzur ve sükûnunu kaybediyor gibiydi. İçimden: «Şu âdil ve Hak dostu halîfe ölmüş olmalı!» dedim. Araştırdım, Ömer bin Abdülaziz’in o gece vefât ettiğini öğrendim.” { Bir kimse Hak dostlarından birinin yanında zâlim Haccâc’a, zulmü sebebiyle hakâret etmişti. Hak dostu ona şu dersi verdi: “–Ona hakârette o kadar ileri gitme! Zîrâ Cenâb-ı Hak, malına ve canına kıydığı kimselerden dolayı Haccâc’a cezâ verecektir. Fakat iş bu kadarla kalmaz. Sonra Cenâb-ı Hak, Haccâc’ın hakkını alarak onun haysiyetine tecâvüz edenlere de cezâlarını verir.”


Yâni bir kul zulme uğrar, sonra kendisine zulmedene o kadar hakâret eder ve kötü şeyler söyler ki, zâlimin günâhı seviyesine çıkar. Hattâ daha da ileri gittiği için zâlimin ondan alacağı olur ve bu sebeple mazluma kısas yapılır.[139] Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “…Kim size saldırırsa siz de ona misilleme olacak kadar saldırın. Allah’tan korkun ve bilin ki Allah müttakîlerle beraberdir.” (el-Bakara, 194) “Eğer cezâ verecekseniz, size yapılan işkencenin misliyle cezâ verin. Ama sabrederseniz, elbette o, sabredenler için daha hayırlıdır.” (en-Nahl, 126) Birgün Telemsan pâdişâhı Sultan Yahyâ, saray erkânı ile birlikte şehri dolaşmaya çıkmıştı. Onun ve etrafındakilerin deb*debe ve ihtişâmı karşısında gözleri kamaşan halk da, Sultân’a hürmet için korkuyla ayağa kalkıp; “Pâdişâhım çok yaşa!” di*yerek alkışlamaya başladılar. Ancak sultânın gözüne bu kalabalıktan ziyâde az ileride yalnızlığı tercîh etmiş, kayıtsız, dün*yadan âzâde, nûru etrafını parıldatan bir kimse ilişti. Yanında*kilere o nûr yüzlü garibin kim olduğunu sorunca: “–Sultânım, o, meşhur Tunuslu Şeyh’tir. Bir mağarada ve inzivâ hâlinde yaşar.” dediler. Sultan, binbir merak içinde atını Tunuslu Şeyh’in yanına sürdü ve içini kemiren bir suâli ona sormak istedi: “–Üzerimdeki şu ipekli elbise ile namaz kılmak câiz mi*dir?” dedi. Tunuslu Şeyh, bu suâle cevap vermek istemeyip, onu sa*rayındaki ulemâdan sormasını istediyse de Sultân’ın ricâ ve ıs*rarları üzerine şöyle dedi: “–Bir köpek düşününüz ki, bir hayvan ölüsü bulmuş ve onu tıka basa yeyip içini dışını pisliğe bulaştırmış olduğu hâlde, bevlederken kirlenmemek için ayağını havaya kaldırmak sev*dâsındadır!..” Sultan kızdı: “–Ne demek istiyorsunuz?!” dedi. Şeyh: “–Şunu demek istiyorum ki, sizin mideniz ve cisminiz en ağır haram yükleri, zulüm ve kul hakları ile doludur. Böyleyken siz tutup ipekli elbise ile namaz kılmanın câiz olup olmadığını so*ruyorsunuz?!” dedi. Bu hikmetli sözler, Sultân’ın gönlüne derinden tesir etti. Bu tesir bereketiyle derhal üzerindeki sırmalı elbiseleri çıkarıp attı. Sonra belindeki kılıcı fırlattı ve kendisine şaşkınlıkla bakan halka: “–Müslümanlar! Haklarınızı helâl ediniz ve kendinize bir pâdişah bulunuz!” diyerek Tunuslu Şeyh’in peşinden gitti ve onun sâdık bir talebesi oldu. Sultan Yahyâ, Şeyh Hazretleri’nin mânevî terbiyesinde o derece büyük bir makam elde etti ki, Tunuslu Şeyh, halkın kendisinden duâ talebi olduğu zaman şöyle demeye başladı:


“–Duâyı Yahyâ’dan isteyiniz; zîrâ onun yerinde ben olsaydım, onun yaptığını yapamazdım… Eğer sultanlar, onun eriştiği saâdet hazinesini bilselerdi, onlar da Yahyâ gibi her şeylerini fedâ ederlerdi.” { Selçuklu Sultânı Alaaddin Keykubad, şehrin kalesini tamamladığında, Hazret-i Mevlânâ’nın babası Bahâeddin Veled’den teberrüken kaleyi görmesini ve kale hakkındaki fikrini beyân etmesini ricâ eder. Bahâeddin Veled Hazretleri, gidip yapılanları görür ve şöyle der: “–Kaleniz, sel felâketlerini, düşman akınlarını önlemek için fevkalâde güzel ve kuvvetli görünüyor. Lâkin sen, idâren altındaki mazlumların, ezilen insanların bedduâ oklarına karşı hangi tedbiri aldın? Çünkü onların bedduâ okları, yalnız senin kalen gibi bir kaleyi değil, yüzbinlerce kale burcunu deler geçer ve dünyayı harâbeye çevirir. En iyisi sen, adâlet ve iyilikten kale burçları yap ve sâlihlerden, hayırlı duâ askerleri teşkîl etmeye gayret et. Böylesi senin için surlardan daha emindir. Zîrâ halkın ve dünyanın güven ve huzuru o duâ askerleriyle sağlanır.” Dış siyâsette birçok başarılar sergileyen Yıldırım Bâyezid Han, Anadolu birliği yolunda da büyük adımlar attı. Beyliklerin en büyüğü olan Karamanoğulları’nın büyük bir kısmını Osmanlı’ya ilhâk etti. Ancak bu ilhâk, ahâlînin kendi isteğiyle gerçekleştirilmişti. Nitekim 15. asırda yaşayan Osmanlı tarih yazarı Âşık Paşazâde bu hakîkati şöyle anlatır: “…Bâyezid Han, Konya önlerine geldiğinde, şehrin kapıları kapatıldı. Ancak harman vakti olduğundan Konya ovasında her tarafta arpa ve buğday yığınları vardı. Halk, telâşla kaleye sığındığı için bunları içeri alabilmeleri mümkün olmamıştı. Bunu gören Yıldırım Hân’ın askerleri, hisar dibine yaklaşarak Konya halkına seslendiler: “–Gelin, bize arpa ve buğday satın; atlarımıza yedirelim!” dediler. Halk bu teklife çok şaşırdı, bir anlam veremedi. Birkaç kişi: “–Bakalım dedikleri doğru mu?” diyerek kaleden çıkıp Osmanlı ordusunun yanına geldi. Durumdan haberdar olan Bâyezid Han, her ihtimâle karşı askerlerine şu tâlimâtı verdi: “–Bunlar bizim müslüman kardeşlerimizdir. Sakın ola kimseye zulmetmeyin! Kul hakkına riâyetkâr olun; arpa sâhipleri, kendi gönül rızâlarıyla satsınlar!..” dedi. Böylece gelenler, kendi arzuları istikâmetinde ve talep ettikleri fiyata satış yaptılar. Akçelerini de alarak hiç ummadıkları büyük bir memnûniyetle kaleye döndüler. Konya halkı, bu göz yaşartan adâlet ve insanlığı görünce, şehrin kapılarını kendi istekleriyle ardına kadar açtı ve Osmanlı’yı içeriye buyur etti. Bu hâdiseyi duyan etraftaki diğer bâzı şehirler de, elçiler gönderip Osmanlı’yı beldelerine dâvet ettiler: “–Buyrun, gelin! Şehirlerimizi sizler idâre edin!” dediler. {


Fâtih, adâlete ve adâleti tevzî eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfîz edebilmeleri için kendilerine dâimâ yardımcı olurdu. Bu husustaki şu misâl çok ibretlidir: Devrin ricâlinden Dâvûd Paşa, yaptığı bir haksızlıktan dolayı Edirne kadısına şikâyet edilmişti. Kadı efendi, Dâvûd Paşa’yı bu işten vazgeçmesi için önce îkâz etti. Ona alacağı cezâyı bildirdi. Aralarında bir münâkaşa çıktı. Bu münâkaşada ileri giden Dâvûd Paşa, kadı efendiye birkaç tokat attı. Bunu haber alan Fâtih: “Adâletin hizmetkârı olan kadıyı döven kimse, dîni tahkîr etmiş ve harâb etmiş olur…” diyerek, Dâvûd Paşa’yı ağır şekilde cezâlandırdı. Dâvûd Paşa, maddî ve mânevî ıztırâbından yataklara düştü. Nihâyet tevbe edip pişman oldu. Allâh’ın emirlerine bir daha karşı çıkmayacağına ve böyle bir kusur işlemeyeceğine dâir söz verdi. Bun*dan sonra Fâtih’le aralarında yeniden yakınlık peydâ olup vezirlik pâyesine kadar yükseldi. Daha sonra 2. Bâyezid zamanında, vezîr-i âzam oldu. { Yavuz Sultan Selim’in Mısır seferi esnâsında vukû bulan ehemmiyetli hâdiselerden biri şöyledir: Sefer üzere olunduğundan birtakım masraflara hazineden henüz para ulaştırılamamış ve zengin bir bezirgândan borç alınmıştı. Daha sonra hazineden para geldi ve defterdar da alınan bu borcu sâhibine takdim etti. Ancak adam, defterdâra şöyle bir teklifte bulundu: “–Servetim hayli çoktur. Bir oğlumdan başka kimsem de yoktur. Kabûl ederseniz, verdiğim paramı hazineye bağışlayayım. Buna mukâbil siz de benim oğluma devlet kapısında bir iş verin!..” Defterdar, bu talebi Sultân’a arz edince Yavuz, son derece öfkelendi ve muhâtabına hiddetle haykırdı: “–Bana getirdiğin şu usûlsüzlük teklifi sebebiyle, yemin ederim ki seni de teklif sâhibini de katlettirirdim. Fakat «Sultan Selim, parasına tama’ ettiği için bezirgânı ve defterdârı öldürttü.» demelerinden çekinirim. Tez bezirgânın parasını iâde edin ve bir daha huzûruma böyle kanuna muhâlif şeyler getirmeyin!” Sultân’ın bu tavrının ardından yapılan tahkîkatta bezirgânın bir yahûdî olduğu tespit edilmiş ve devlet merkezinden uzaklaştırılmıştır. { Lehistan’da; “Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, ecdâdımızın adâletini gösteren bir darb-ı mesel hâline gelmişti. Gerçekten Lehistan, yâni Polonya, târihte üç defâ istiklâline kavuşmuştur ki, bunlar da hep Türk atlarının Vistül Nehri’nden su içtiği zamanlarda olmuştur.


Bu yönüyle Osmanlı, başka milletlerin tercih ettiği bir devlet hüviyetinde olmuştur. Nitekim Fâtih’in askerleri surları zorlarken, Bizans asillerinden olan hristiyan Grandük Notaras’ın, Ayasofya’daki bir müzâkerede Papa’dan yardım talep edilmesi teklîfine karşı sarf ettiği şu ifâde meşhurdur: “İstanbul’da kardinal serpuşu (şapkası) görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..” { Nâil oldukları âdil muâmele sebebiyle hristiyan tebaanın devlete bağlılığını gösteren şu misâl ne kadar ibretlidir: Kânûnî’nin bir Macaristan seferinde bâzı Macarlar, Alman imparatorunun menfaati istikâmetinde Sultân’ı zehirlemek istediler. Sultân’ın husûsî aşçısı Ermeni Manuk’u hristiyanlık adına kandırmaya çalıştılar. Ancak Ermeni aşçı, adâletine ve insânî duygularına hayran olduğu Kânûnî için yapılan bu çirkin teklifi, büyük bir sadâkat örneği göstererek şiddetle reddetti. { Kânûnî’nin Avusturya’ya yaptığı seferlerin birinde idi. Ordu düşmana doğru ilerlerken, gayr-i müslimlerin köylerinden de geçiliyordu. Kânûnî, mola verdiği bir sırada hristiyan bir köylü, huzûruna geldi ve: “–Sultânımız! Askerlerinizden birisi bağımdan üzüm koparmış ve yerine de parasını asmış! Size teşekkür ve tebrîke geldim.” dedi. Bunun üzerine Kânûnî Sultan Süleyman Han, derhal o askeri buldurtup seferden menetti. Buna hayret eden hristiyan köylüye de şöyle dedi: “–Askerin hâli, zafer ve nusretin ilk adımıdır. Eğer o asker, parayı üzümünü aldığı asmaya bağlamamış olsaydı, bu ordunun adı zâlimler ordusu olurdu ve o askerin kellesi giderdi. O parayı asmaya bıraktığı için kellesini kurtardı, ancak sâhibinden izinsiz mal aldığı için seferden men cezâsına çarptırıldı.” Bu seferin dönüşünde Kânûnî’nin karşısına bir ihtiyar kadın çıktı. Pâdişâhın atının dizginlerini tutarak: “–Senden dâvâcıyım!..” dedi. Sultan: “–Beni kime dâvâ edeceksin?” diye sordu. Kadın: “–Sultânım, seni ilâhî mahkemede dâvâ edeceğim. Çünkü askerlerin bilerek veya bilmeyerek tarlamı çiğnedi. Ekinlerim mahvoldu.” dedi. Sultan buna çok üzüldü. Başını önüne eğdi. Gözlerinden yaş damlaları dökülmeye başladı. Kadının gönlünü hoş edip helâlleşti.


{ Kânûnî’nin, tebaasına karşı gösterdiği adâletin şu tezâhürü ne kadar takdîre şâyandır: Mısır vâlisi Mehmed Paşa, İstanbul’a gönderilen yıllık tahsisâtı, bir defâsında belirlenen miktardan fazla olarak göndermişti. Bu durum üzerine Kânûnî, beklendiği gibi vâliyi takdîr ve tebrîk etmedi. Aksine şüphe ve hiddetle: “–Acep bu paşa, bizim gözümüze girmek için Mısır ahâlîsine ağır külfetler mi yükleyip bu kadar para topladı? Böyle ise halka zulmetmiş demektir!” diyerek paşayı İstanbul’a çağırttı. Kânûnî, paşayı ciddî bir sorgulamadan geçirdi. Neticede paşanın yaptığı îzahları zâhiren kabûl ettiyse de, kalben mutmain olmadığı için Mısır’dan gelen vâridâtın fazlasını su kemerleri tâmirâtı gibi umûmî hayır hizmetlerine aktardı. Velhâsıl zulüm, her ne kadar parlak görünse de sonu zifiri karanlıktır. Adâlet de her ne kadar zor görünse de nihâyeti nûrlu ve huzurludur. Her zaman, her yerde ve herkese karşı âdil olan bir müslüman, Allâh’ın ve kullarının sevgisini kazanır, iki cihanda da azîz ve bahtiyâr olur. Nefislerine uyarak adâletten ayrılanların ise hiçbir şey elde etmeleri mümkün değildir. Aldatıcı ve geçici bâzı menfaatler sağlasalar bile bu, nihâyetinde zarar, pişmanlık ve hüsrandan başka bir şey getirmez. 2. Affedicilik ve Ayıpları Örtmek İnsanların hatâlarını affetmek ve kusurlarını örtmek, en mühim ahlâkî vasıflardan biridir. Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği bu güzel haslet, îman ve ahlâkın kemâline işâret eder. Zîrâ Allah Teâlâ’nın esmâ-yı hüsnâsından biri de, O’nun affediciliğini ifâde eden “el-Afüv” ism-i şerîfidir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “(Ey Rasûlüm!) Affedici ol! İyi ve güzel olan şeyleri emret! (Delil kabul etmeyen ısrarcı) câhillerden yüz çevir.” (el-A’râf, 199) Affetmek, Allâh’ı sevip O’nun ahlâkı ile ahlâklanmanın tabiî bir neticesidir. Zîrâ Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış, affın zemînini hazırlar. Affetmek, cezâlandırmaya muktedir olduğu hâlde bir kimsenin suçluyu bağışlayabilmesidir. Bu bakımdan gerçek meziyet, nefsin galebesine mânî olup affı tercih edebilmektir. Cenâb-ı Hak, kullarının affedici olmasını istemektedir. Affetmeyi seven mü’minlerin örnek alınmaya değer kullar olduğunu bildirmektedir. Çünkü onlar gerçekten de zor olan bir işi yapmış, nefislerini bertarâf ederek affedicilik ve ayıp örtücülük vasfını kazanmışlardır. Âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulur: “Kim sabreder ve affederse şüphesiz bu hareketi, yapılmaya değer mühim işlerdendir.” (eşŞûrâ, 43)


“O (takvâ sâhipleri) ki bollukta da darlıkta da Allâh için infâk ederler; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da (bu şekilde bütün hâl ve ibâdetlerinde) ihsan sâhibi olanları sever.” (Âl-i İmrân, 134) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “…Kul başkalarının hatâlarını affettikçe Allah da onun şerefini ziyâdeleştirir…” buyurmuştur. (Müslim, Birr, 69; Tirmizî, Birr, 82) Şahsına yapılan hatâlar karşısında sessiz kalmak ve onları affetmek, ilk bakışta bir âcizlik gibi görünse de hakîkatte fevkalâde yüksek bir haslettir. Hazret-i Mevlânâ, affın hikmetini ne güzel ifâde eder: “Bilesin ki Allâh’ın rahmeti, her zaman kahrından üstündür. Bu bakımdan her peygamber, kendisine karşı çıkan düşmanlarına gâlip gelmiştir. Öyleyse belâyı gidermenin çâresi, sitem veya zulüm etmek değildir. Onun çâresi affetmek, bağışlamak ve kerem eylemektir. «Sadakalar belâyı defeder.»[140] nebevî îkâzı seni uyandırsın. Artık hastalık ve belâları tedâvi usûlünü iyi anla!..” İsmâil Hakkı Bursevî Hazretleri de şöyle der: “Şeyhim Atpazârî Osman Efendi şöyle derdi: «Kişinin Hak ile olan muâmelesinde takınacağı en güzel tavır; teslîmiyet ve rızâ; halk ile muâmelesinde ise af ve sehâ’dır.»” (Bursevî, I, 283, el-Bakara 177 tefsirinde) Bir de öfke hâlindeyken affetmek vardır ki, bu daha fazîletlidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Yiğit dediğin, güreşte rakîbini yenen kimse değildir; asıl yiğit, kızdığı zaman öfkesini yenen kişidir.” (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Birr, 107, 108) “Gereğini yapmaya gücü yettiği hâlde öfkesini yenen kimseyi Allah Teâlâ, kıyâmet günü herkesin gözü önünde çağırır, hûriler arasından dilediğini seçmekte serbest bırakır.” (Ebû Dâvûd, Edeb 3/4777; Tirmizî, Birr 74, Kıyâmet 48; İbn-i Mâce, Zühd 18) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlarla muâmelesinde kolaylığı tercih eder, zorluğa, öfke ve kızgınlığa yer vermezdi. Kolayca affedivermesi, günah ve kusurları muhâtabın durumuna göre ve kendine has bir metotla bertarâf etmesi, O’nun en güzîde âdetlerindendi. O, kazandığı savaşlarda esir düşenleri affetmiş, kendisine karşı son derece kötü davrananlara bile güzel muâmele, merhamet, şefkat ve âlicenaplık örneği sergilemiştir. Hatâ ve kusurları affetmenin de ötesinde, kötülüğe dahî iyilikle muâmele edebilmek ve hattâ kötülüğünü gördüğü birinin ıslah ve hidâyeti için duâ edebilmek, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ın fârik vasfı idi. Tâif’te kendisini taşlayanlara ve Uhud’da mübârek dişlerini kırıp yüzünü yaralayanlara bedduâda bulunmayıp hidâyetleri için duâ etmesi, buna kâfî bir misâldir. Yine O’nun, getirdiği dînin izzetini korumak için Mekke’de insanların kahrolup


gazab-ı ilâhî ile helâk olmalarını değil, her birinin hidâyetle şereflenmelerini istemesi, nice azgınların kurtuluşuna vesîle olmuştur. Cenâb-ı Hak ne güzel buyurur: “…İyilik ve kötülük müsâvî değildir. Sen kötülüğü en güzel bir tarzda önlemeye çalış. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiştir.” (Fussilet, 34) Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüksek ahlâkî ufkunu gösteren şu hadîs-i şerîf, müslümanlara ne güzel bir yol göstermektedir: “İnsanlar iyilik yaparsa biz de iyilik yaparız, şayet zulmederlerse biz de zulmederiz, diyerek her hususta başkalarını taklit eden şahsiyetsiz kişiler olmayınız! Lâkin kendinizi, insanlar iyilik yaparsa iyilik yapmaya, kötülük yaparlarsa zulmetmemeye alıştırınız!” (Tirmizî, Birr, 63/2007) İyilik yapanlara iyilik, fenâlık yapanlara da fenâlık yapmak meziyet değildir. Asıl meziyet, kötülük yapanlara karşı aynı şekilde mukâbelede bulunmayıp iyilik yapabilmektir. Zîrâ iyilik yapılan kimse düşmansa dost olur; ortadaysa yaklaşır; yakındaysa muhabbeti ziyâdeleşir. Lâkin şunu da hatırlatmak gerekir ki, affetmek ve bağışlamak şahsa karşı işlenen suçlarda mevzubahistir. Bir suç, toplumu ilgilendiriyorsa, o zaman affetmekten çok ıslâhına çalışmak, âdil davranmak ve doğru ile yanlışı ortaya koymak îcâb eder. Zîrâ böyle bir suçlu affedildiğinde, bunun daha büyük haksızlıklara yol açacağı muhakkaktır. Beşerî münâsebetlerde dikkat edilmesi gereken diğer mühim bir husus da, mü’minin, insanların ayıplarını araştırmaması, hattâ tesâdüfen gördüğü ayıp ve kabahatleri dahî setretmesi (örtmesi)’dir. Çünkü bâzı kusurlar için; “Şuyûu vukûundan beterdir.” denilmiştir. Yâni toplumda bâzı suçların kulaktan kulağa yayılıp duyulması, o suçun işlenmesinden daha kötü neticeler verebilir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, ayıpların ve kötülüklerin yayılmasını şiddetle menetmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Mü’minler arasında hayâsızlığın şuyû bulmasını (yayılmasını) arzu edenlere, işte onlara, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır…” (en-Nûr, 19) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur: “Kim arkadaşının ayıbını örterse, Allah da kıyâmet günü onun ayıbını örter. Kim ki müslüman kardeşinin ayıbını açığa vurursa, Allah da onun ayıbını açığa vurur. Hattâ evinin içinde bile olsa onu ayıbıyla rezil eder.” (İbn-i Mâce, Hudûd, 5) “Kim bir kardeşini (tevbe ettiği) günâhı sebebiyle ayıplarsa, o günâhı işlemeden ölmez.” (Tirmizî, Kıyâmet, 53/2505) Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ayıp örtmenin fazîletini beyân ederek şöyle buyurmuştur:


“Kim bir mü’minin ayıbını örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak diriltmiş gibi olur.” (Ahmed, IV, 153, 158; Ebû Dâvûd, Edeb, 38/4891) “Ölüyü yıkayıp da onda gördüğü hoş olmayan hâlleri gizleyen kimseyi Allah Teâlâ kırk kere bağışlar.” (Hâkim, I, 506/1307; Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, III, 395) İnsanların şahsî, âilevî ve diğer gizli hâllerini araştırmak, ayıplarını ortaya çıkarmaya çalışmak, onların rûhen ve ahlâken daha da bozulmasına, hattâ mânen helâkine sebep olabilir.[141] Kusurları araştırılıp ortaya çıkarılan kişiler, artık ayıplarının herkes tarafından bilindiğini düşündükçe yavaş yavaş utanma duy*gusunu kaybederler. Hayâsını yitiren bir insan ise, artık her şeyi yapabilir. Bir de insanlar, kendi haklarında kötü niyetler beslendiğini hissettiklerinde, çok menfî aksülamellerde bulunurlar. Nefret, kin ve intikam hisleriyle dolarlar. Bütün bunların, fert ve topluma büyük zararı dokunur. İnsan, başkalarının ayıbıyla uğraşmaktansa, kendi kusurlarını düzeltmeye çalışmalıdır. İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- şu tavsiyede bulunur: “Arkadaşının ayıplarını söylemek istediğinde, hemen kendi ayıplarını hatırla!” (Buhârî, elEdebü’l-Müfred, no: 328) Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın hikmet dolu nasihatlerinden biri şöyledir: “Sizden biri, kardeşinin gözündeki çöpü görür de kendi gözündeki koca kütüğü unutur.” (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 592) Diğer taraftan bir kişi, hasbe’l-beşer işlediği bir hatâyı kesinlikle açığa vurmamalı, onu örtme yoluna gitmelidir. Zîrâ Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın, gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü hâlde, sabahleyin kalkıp; «–Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım.» demesi, açık günahlardandır. Oysa, Rabbi geceleyin onun kötülüğünü örtmüştü. Fakat o, sabaha Kişinin işlediği günâhı bir mârifetmiş gibi anlatması, kötülüğün yayılması mânâsına gelir. Cenâb-ı Hak ise kötülüğün şuyû bulmasını isteyenleri büyük bir azap ile tehdit etmektedir. Buna mukâbil, dünyada işlediği bir günâhı hayâ ederek gizleyen kişiyi, Cenâb-ı Hakk’ın kıyâmet gününde rüsvâ etmemesi ümîd edilir. Velhâsıl, bâzı insanlar, ibâdet ve tâate îtinâ gösterdikleri hâlde, Cenâb-ı Hakk’ın mühim bir sıfatı olan “Settâru’l-uyûb”, yâni ayıpları örtücülük ve kusurları affedicilik hasletine lâkayd kalıyorlar. Bu sebeple de mânevî yönden tam istenildiği gibi terakkî edemiyorlar. Hâlbuki bağışlamak ve kusur örtmek, güzel ahlâkın en mühimlerinden biridir. Allah Teâlâ, biz kullarının sayısız kusur ve hatâlarını örtüp affettiği gibi, biz de affedici olmalıyız. Zîrâ gönüllerinde Allah Teâlâ’nın muhabbetini taşıyanlar, affetmeyi de severler. Allâh’ın kullarını çokça affedelim ki, bizler de ilâhî affa lâyık hâle gelelim.


Fazîlet Tabloları İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-; “Ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i şöyle buyururken işittim.” demiştir: “Mü’min kıyâmet günü Rabbinin lutuf ve keremine o kadar yakın olur ki, Allah onu rahmetiyle halktan gizler ve günahlarını îtirâf ettirir: «–Şu günahını biliyor musun, şu günahını biliyor musun?» der. Mü’min: «–Biliyorum yâ Rab.» der. Cenâb-ı Hak da: «–Ben bu günahlarını dünyada örtmüş gizlemiştim, bugün de bağışlıyorum.» buyurur. Bunun üzerine o kimseye hasenâtının kaydedildiği defter dürülüp verilir.” (Buhârî, Tefsîr 11/4, Edeb 60, Tevhîd 36; Müslim, Tevbe 52; İbn-i Mâce, Mukaddime 13) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekkelilerin şiddet, inat ve eziyetlerinden uzaklaşarak kendisine destek verecek insanlar bulma ümîdiyle Tâif’teki akrabâlarına gitmişti. O tâlihsiz insanlar, Efendimiz’i kabul etmediler. Ayak takımına taşlatarak zor anlar yaşattılar. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- geri dönmüş, derin kederler içinde yürürken Cenâb-ı Hak, Cebrâîl -aleyhisselâm- ile Dağlar Meleği’ni gönderdi. Melek, ne isterse yapacağını, isterse oradaki iki dağı Tâiflilerin başına geçireceğini bildirdi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz ise: “–Hayır, ben Cenâb-ı Hakk’ın onların neslinden sadece Allâh’a ibâdet edecek ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayacak kimseler çıkarmasını dilerim.” buyurdu. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisini taşlayan ve türlü hakâretlerle kovan bir kavmi helâk etmek üzere emrini bekleyen meleğe işte böyle cevap vermişti. Çünkü Allâh için affetmek, O’nun en büyük şiârı idi… { Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz şöyle der: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Allah yolunda savaşma hâli dışında, ne bir kadına ne de bir hizmetçiye, kısacası hiç kimseye el kaldırmadı. Kendisine fenâlık yapan kimseden de intikam almadı. Yalnız Allâh’ın yasak ettiği şeyler çiğnenince, o yasağı çiğneyenden Allâh adına intikam alırdı.” (Müslim, Fedâil, 79; Ebû Dâvûd, Edeb, 4; İbn-i Mâce, Nikâh, 51) {


Bir bedevî iki deveyle birlikte Mescid-i Nebevî’ye geldi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in hırkasını sertçe çekti. Hırkanın kenarı Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in boynunu incitti. Daha sonra bedevî, develeri göstererek: “–Muhammed! Şu iki deveme yiyecek yükle! Bana ne kendi malından ne de babanın malından veriyorsun!” dedi. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üç defâ: “–Hayır, kendi malımdan vermiyorum, böyle bir düşünceden Allâh’a sığınırım. Ama boynumu incitmene karşılık kısas yapmadıkça develerini yüklemem.” dedi. Bedevî: “–Hayır, vallâhi kısas yaptırmam!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şartını üç defâ tekrarladı. Fakat bedevî her defâsında kısas yaptırmayacağını söyledi. Bunu duyan sahâbîler ayağa fırladılar. Ashâb-ı kirâmın bedevîyi yaka paça dışarı atmasından çekinen Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara: “–Sözümü duyanların, ben izin verene kadar yerinden ayrılmamasını istiyorum.” buyurdu. Orada bulunan bir sahâbîye, develerden birine arpa, ötekine hurma yüklemesini emretti. Sonra da sahâbîlerine: “–Allâh’ın bereketiyle dağılın!” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 1/4775; Nesâî, Kasâme, 24; İbn-i Mâce, Libâs, 1) { Allah Rasûlü’nün amcaoğlu Ebû Süfyân bin Hâris, nübüvvetten evvel Peygamber Efendimiz’in dostu idi. Nübüvvetten sonra ise, azılı bir düşman kesilerek O’na hicviyeler yazdı. Peygamber şâiri Hassan bin Sâbit -radıyallâhu anh- da, bu hicviyelere cevap verirdi. Sonradan Ebû Süfyân, bu yaptıklarına pişman oldu. Medîne-i Münevvere’ye doğru yola çıktı. Yolda Mekke fethine gelen Allah Rasûlü’ne rastladı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Süfyân’ın yüzüne bakmadı. Ebû Süfyân, çok müteessir oldu. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın öğrettiği: “…Allâh’a andolsun ki, hakîkaten Allah Sen’i bize üstün kılmıştır. Gerçekten biz (size yaptıklarımızda) hatâya düşmüşüz.” (Yûsuf, 91) âyeti ile özür diledi. Merhamet ve şefkat ummânı olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de: “(Eski yaptıklarınız sebebiyle) bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yoktur. Allah sizi bağışlasın! O merhametlilerin en merhametlisidir.” (Yûsuf, 92) âyet-i kerîmesini okuyarak, onun ve diğerlerinin eski ayıplarını affetti. Ebû Süfyân, müslüman olduktan sonra utancından başını kaldırıp Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yüzüne bakamazdı. (Vâkıdî, II, 810-811; İbn-i Hişâm, IV, 20-24; İbn-i Abdilber, IV, 1674)


Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethettikten sonra Kâbe’de toplanmış olan halka: “–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler: “–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, ke*rem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi; «…Size bugün (eski yaptıklarınız sebebiyle) hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allah sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir. (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” bu*yurdu. Bir diğer hitâbında da: “–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâm ile güçlendirip üstün kılacağı bir gündür.” buyurdu. Bunun neticesinde, fetihten önce birçok müslümanın malına ve canına kıymış olan kimseler bile hidâyet şerefine erdiler. Allah Teâlâ, Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürdüğü ve O’na boyun eğdirdiği hâlde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onları affetti ve serbest bıraktı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “Âzâd edilenler” adı verildi.[142] { Hebbâr bin Esved, İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Deve üstünde Medîne’ye hicret etmekte olan Peygamber Efendimiz’in sevgili kerîmesi Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’ya mızrağıyla vurarak onu yere düşürmüştü. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Ashâbına, ona hakâret etmeyi, hattâ târizde bulunmayı dahî yasakladı. (Vâkıdî, II, 857-858) { Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir topluluktaki suçlu şahsı bilse bile, rencide olmasın diye, onu âdeta belirsiz hâle getirir ve o kusurdan bütün topluluğu sakındırırdı. Bâzen de muhâtaplarının hatâsını onlara yakıştıramadığını hissettirmek maksadıyla: “Bana ne oluyor ki sizi böyle görüyorum.”[143] buyurarak kendilerine galat-ı ru’yet (yanlış görme) izâfe ederlerdi.


Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a bir adamdan menfî bir söz ulaştığında; “Falan niye böyle söylemiş?” demezdi. Lâkin: “İnsanlara ne oluyor da şöyle şöyle söylüyorlar?” buyururdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 5/4788) { Abdullah bin Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minbere çıkıp yüksek sesle şöyle nidâ etti: “Ey diliyle müslüman olup da kalbine îman nüfûz etmemiş olan (münâfık)lar! Müslümanlara ezâ vermeyin, onları kınamayın, kusurlarını araştırmayın. Zîrâ kim, müslüman kardeşinin kusurunu araştırırsa, Allah da kendisinin kusurlarını araştırır. Allah kimin kusurunu araştırırsa, onu, evinin içinde (insanlardan gizli) bile olsa rezil rüsvâ eder.” İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- birgün Kâbe’ye nazar etti ve: “Şânın ne yüce, hürmetin ne yüce! Ancak mü’minin Allah katındaki hürmeti senden de yüce!” buyurdu. (Tirmizî, Birr, 85/2032) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bir câriye zinâ eder ve zinâ yaptığı da kesinleşirse, sâhibi ona had cezâsı uygulasın. Fakat suçunu başına kakmasın. Sonra ikinci defâ zinâ yaparsa, aynı şekilde had uygulasın, ama yine de suçunu yüzüne vurup kötü sözlerle kınamasın. Sonra bu câriye üçüncü defâ zinâ ederse, artık efendisi onu kıldan bir ip bedeline bile olsa satsın.” (Buhârî, Itk 17, Hudûd 35, 36, Büyû 66, 110; Müslim, Hudûd 30) Rasûlullah Efendimiz’in sâhip olduğu ve İslâm’ın tâlim ettiği ne muazzam bir incelik… En fenâ bir günâhı işleyen bir kişiyi dahî rencide etmekten sakınmak ve onu, gönlünü incitmeden terbiye etmeye çalışmak… { Yûsuf -aleyhisselâm-’ın, kendisini öldürmek için kuyuya atan kardeşlerini affetmesi de dillere destandır. Karanlık bir kuyuya atılan, oradan çıkarılarak köle gibi satılan, daha sonra da zindana kapatılan Yûsuf -aleyhisselâm-, nihâyetinde Allâh’ın lutfu ile Mısır’a mâliye bakanı olmuş, kendisine kötülük eden kardeşleri de, yaşadıkları kıtlık sebebiyle ona muhtaç hâle gelmişlerdi. Yûsuf -aleyhisselâm-, eline fırsat geçtiği hâlde kardeşlerine hiçbir kötülük düşünmemiş, bilâkis onları affetmiş, hattâ mahcûb olmamaları için onlara bâzı tesellî cümleleri de sarf etmiştir. Cenâb-ı Hak, kardeşlerinin Hazret-i Yûsuf’u tanıdıkları ânı şöyle anlatır: “(Kardeşleri):


«–Yoksa sen, gerçekten Yûsuf musun?» dediler. O da: «–(Evet) ben Yûsuf’um, bu da kardeşim!.. Allah bize lutuflarda bulundu. Çünkü kim Allah’tan korkar ve (belâlara katlanıp) sabrederse, şüphesiz Allah güzel davrananların mükâfâtını zâyî etmez!» dedi. (Kardeşleri) dediler ki: «–Allâh’a andolsun ki, hakîkaten Allah Sen’i bize üstün kılmıştır. Gerçekten biz (sana yaptıklarımızda) hatâ etmişiz.» (Yûsuf) dedi ki: «–Bugün size hiçbir başa kakma ve ayıplama yok; Allah sizi affetsin! O, merhametlilerin en merhametlisidir.»” (Yûsuf, 90-92) Daha sonra ana-babasıyla karşılaştığı manzara da şöyle anlatılır: “Ana ve babasını tahtının üstüne çıkartıp oturttu ve hepsi onun için (ona kavuştukları için) secdeye kapandılar. (Yûsuf) dedi ki: «–Ey babacığım! İşte bu, daha önce (gördüğüm) rüyânın tahakkukudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Doğrusu Rabbim bana (çok şey) lutfetti. Çünkü beni zindandan çıkardı ve şeytan benimle kardeşlerimin arasını bozduktan sonra sizi çölden getirdi. Şüphesiz ki Rabbim dilediğine lutfedicidir. Şüphesiz O çok iyi bilendir, hikmet sâhibidir.»” (Yûsuf, 100) Bu âyet-i kerîmeler, aynı zamanda terbiye metotlarının en güzellerinden birine işâret etmektedir ki, o da, kötülüğe karşı iyilikle mukâbele etmektir. Zîrâ böylesine bir âlicenaplık karşısında ekseriyetle, düşman olanın düşmanlığı son bulur; ne dost ne de düşman olan ortadaki kimse dostluğa meyleder; dost olanın ise muhabbeti artıp daha da yakın hâle gelir. Yûsuf -aleyhisselâm-, kardeşlerine sabah-akşam ziyâfet veriyordu. Kardeşleri ise daha önce ona yaptıklarını hatırlayarak bu izzet ü ikrâm karşısında son derece mahcûb oluyorlardı. Hazret-i Yûsuf’a bir adam göndererek dediler ki: “–Sen bizi sabah-akşam ziyâfete dâvet ediyorsun! Fakat biz, sana karşı yaptıklarımızdan dolayı utanıyoruz!” Yûsuf -aleyhisselâm- da onların mahcup gönüllerini tesellî sadedinde şöyle cevap verdi: “–Mısırlılar, şimdiye kadar bana hep ilk gördükleri gözle bakıyorlar ve; «Yirmi dirheme satılmış bir köleyi bu mertebeye yükselten Allâh’ı tenzîh ederiz!» diyorlardı. Şimdi ise sizin sâyenizde şeref kazandım. Çünkü benim, sizin kardeşiniz ve İbrâhim -aleyhisselâm- gibi büyük bir peygamberin torunu olduğumu anladılar.” Babasına da; “Şeytan, kardeşlerimle benim aramı bozdu.” diyerek kardeşlerinin hüznünü hafifletiyordu.


Yûsuf -aleyhisselâm-, kardeşlerine söylediği sözlerini fahretmek için değil, onların gönlünü almak, onları rahatlatmak ve mahcûbiyetlerini hafifletmek için söylüyordu. Bu hâl, O’nun affetme ve ayıp örtme fazîletinin enginliğini ortaya koymaktaydı. Çünkü o, kusurları başa kakmak sûretiyle gönül kırmanın değil, kötülüğe bile iyilikle mukâbele edebilmenin, şahsına yapılan eziyetleri Hakk’ın rızâsı uğruna unutuvermenin eşsiz fazîletine nâil olmuş bir hidâyet rehberiydi. { Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunuyordu. Kızı Hazret-i Âişe’yi hedef alan İfk Hâdisesi’nde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekir’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştü. Cenâb-ı Hak bu yardımın kesilmesinin ardından şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu: “İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allah yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlasın geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22) “Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı(n adını), iyilik etmenize, takvâ sâhibi olmanıza ve insanların arasını düzeltmenize mânî kılmayın! Allah her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (el-Bakara, 224) Bu âyet-i kerîmeler Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinin en müşahhas örneğini teşkil eder. Diğer taraftan da fazîlet ehlini zirveleştirecek bir hedef gösterir. Âyetlerin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını severim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devâm etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546) { İffet timsâli Âişe vâlidemize yönelik iftirâ furyasına Hassân bin Sâbit de kendini kaptırmıştı. Ancak muhtereme vâlidemiz onu, Rasûlullâh’a duyduğu muhabbet sebebiyle affetti. Yeğeni Urve bin Zübeyr şöyle anlatır: Teyzem Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanında Hassân’a kızmaya ve hakkında ağır konuşmaya başladım. Hazret-i Âişe beni durdurarak şöyle dedi: “–Ona hakâret etme, çünkü o şiirleriyle Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm-’ı müdâfaa ederdi.” (Buhârî, Edeb, 91) Yâni Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e beslediği muhabbet ve vefâ hisleri, Hazret-i Âişe vâlidemize, kendisine en ağır iftirâyı atmış olan kimseleri dahî affettiriyordu.


Ne muhteşem bir muhabbet, ne engin bir vefâ ve ne büyük bir af fazîleti!.. { Uhud günü putperestler tam bir bozguna uğramışlardı. (Birden) iblîs bağırdı: “–Ey Allâh’ın kulları! Arkanıza bakın!” Bunun üzerine cephenin önündekiler arkalarına döndüler ve arkalarındakilerle harbe tutuştular. Bu arada Huzeyfe -radıyallâhu anh-, müslümanların yanlışlıkla babasına saldırdıklarını gördü. Hemen haykırdı: “–Ey Allâh’ın kulları! Babam! Babam!” Fakat mü’minler, o kargaşada Hazret-i Huzeyfe’nin babasını öldürmeden bırakmadılar. Bunun üzerine Huzeyfe -radıyallâhu anh- onlara sadece: “–Allah sizleri mağfiret eylesin!” demekle yetindi. Hazret-i Urve -radıyallâhu anh- der ki: “–Allâh’a yemin ederim ki, Huzeyfe’nin bu âlicenaplığı ve affediciliği, Azîz ve Celîl olan Allâh’a kavuşuncaya kadar hep devâm etmiş, müslüman olan babasını yanlışlıkla şehîd edenlere devamlı duâ ve istiğfarda bulunmuştur.” (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 22) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, babasının diyetini verdiğinde Huzeyfe -radıyallâhu anh- bu malı fakir müslümanlara tasadduk etmiştir.[144] { Müslüman, tecessüsten şiddetle sakınmalıdır. Yâni kimsenin ayıbını, kusûrunu araştırmamalıdır. Zîrâ Cenâb-ı Hak; “…Tecessüste bulunmayın!..”[145] buyurarak bu çirkin davranışı yasaklamıştır. Ukbe bin Âmir -radıyallâhu anh-’ın kâtibi şöyle anlatır: “Ukbe’ye: «–Komşularımızdan bâzılarının içki içtiğini fark ettim, zâbıtayı çağırayım da onları yakalasın.» dedim. Bana: «–Öyle yapma, onlara önce nasihat et ve îkazda bulun!» dedi. Ben de dediği gibi yaptım, lâkin vazgeçmediler. Bunun üzerine Ukbe’ye: «–Onlara nasihat ettim fakat bırakmadılar, zâbıtayı çağıracağım.» dedim. Ukbe -radıyallâhu anh-: «–Yazıklar olsun sana! Öyle yapma! Çünkü ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in;


“Kim bir mü’minin ayıp ve kusûrunu örterse, sanki diri diri toprağa gömülmüş bir kız çocuğunu kabrinden çıkararak kurtarmış, ihyâ etmiş gibi olur.” buyurduğunu işittim.» dedi.” (Ahmed, IV, 153) { İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-; “İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel yol ne ise onunla önle. O zaman görürsün ki, seninle arasında düşmanlık bulunan kimse bile, sanki yakın dost(un olmuş)tur.” (Fussilet, 34) âyetiyle ilgili şu açıklamayı yapmıştır: “Âyette ifâde edilen «en güzel yol»dan maksat, öfke anındaki sabır ve kötülüğe mâruz kalındığı andaki aftır. İnsanlar bunları yaptıkları takdirde, Allah onları muhâfaza eder, düşmanları da kendilerine boyun eğer. Sanki samimî bir dost olur.” (Buhârî, Tefsîr, 41/1) { Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- birgün: “–Sizden biri, Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir?” diye sordu. Oradaki sahâbîler: “–Ebû Damdam kimdir?” diye sordular. Rasûl-i Ekrem Efendimiz şöyle buyurdu: “–Sizden önceki kavimlerden birine mensûb idi. «Bana hakâret eden ve dil uzatarak gıybetimi yapan kimselere hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4887) Tâbiînden Katâde -rahimehullâh- da şöyle demiştir: “–Sizden biri Ebû Damdam gibi olmaktan âciz midir? Bu zât sabaha çıktığında; «Allâh’ım! Bana dil uzatan ve gıybet ederek haysiyetimi zedeleyen kullarına hakkımı helâl ediyorum.» derdi.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 36/4886) Ne güzel bir af misâli… Kendisine karşı yapılacak dedikodu, gıybet, hakâret gibi hazmedilmesi çok zor kusurları peşînen affettiğini Allâh’a arz ediyor. “Kullarına” ifâdesinden anlaşıldığına göre de bunu Cenâb-ı Hakk’a duyduğu engin ve nihâyetsiz muhabbeti sebebiyle yapıyor. Allâh’ın kullarının, kendisi sebebiyle hesap gününde zor duruma düşmelerini istemiyor. Günâhkâr bile olsalar, Allâh’ın kullarını rahatlatmanın, rızâ-yı ilâhîye vesîle olacağını düşünüyor. { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Sizden önceki ümmetlerden bir adam hesâba çekildi; hayır nâmına hiçbir şeyi bulunamadı. Fakat bu adam insanlarla haşir-neşir olan zengin bir kimse idi. Hizmetçisine, darda kalan fakirlerin borcunu affetmesini emrederdi. Azîz ve Celîl olan Allâh; «Biz affetmeye ondan daha lâyıkız; onun günahlarını örtün (kendisine müsâmahalı davranın)!» buyurdu.” (Müslim, Müsâkât, 30; Ahmed, IV, 120)


{ Rivâyete göre Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin bir kölesi vardı. Kendisinin yakın hizmetlerini görürdü. Birgün köle, getirdiği içi çorba dolu kâseyi, kazârâ Câfer Hazretleri’nin üzerine döktü. Üstü başı çorbaya bulanan Câfer Hazretleri de, öfke ile kölenin yüzüne baktı. Bunun üzerine köle: ْ buyruluyor, öfkelerini yenenler takdîr ediliyor!” dedi. “–Efendim! Kur’ân’da; «‫ين‬ َ ‫»ال َغ ْي َظ َو ْال َكاظِ ۪م‬ O zaman Câfer-i Sâdık Hazretleri: “–Öfkemi yendim!” dedi. Bu sefer köle: “–Kur’ân’da aynı yerde; «‫ين‬ َ ۪‫اس َع ِن َو ْال َعاف‬ ِ ‫ »ال َّن‬buyrularak, insanların kusurlarını bağışlayanlar da takdîr ediliyor!” dedi. Câfer Hazretleri: “–Haydi bağışladım seni!..” dedi. Bu defâ da köle: ّ ٰ ‫ين ُيحِبُّ َو‬ ْ Allah ihsanda bulunan, iyilik eden kimseleri “–Âyetin sonunda; «ُ= َ ۪‫المُحْ سِ ن‬: sever!»[146] buyruluyor!” dedi. Bunun üzerine Câfer-i Sâdık Hazretleri: “–Haydi git, hürsün artık; seni Allâh için âzâd ettim!..” dedi. { Hizmetçisinin, bir miktar dünyâlık uğruna içine zehir koyduğu yemeği yer yemez dehşetli ölüm sancılarına tutulan Ömer bin Abdülaziz, hemen hizmetçisini çağırdı ve: “–Bana verdiğin zehir karşılığında kaç para aldın?” diye sordu. Hizmetçi: “–Bin dinar aldım.” cevâbını verdi. Âdil ve merhametli halîfe hiç kızmadı ve o bin dinarı Beytülmâl’e koyması mukâbilinde hizmetçisini, işlediği bu cinâyete rağmen affetti. Çünkü O, yüce Mevlâ’sına mükemmel bir kalb-i selîm götürmekteydi. { Âşık gönüllerde müstesnâ bir yeri olan Hallâc-ı Mansur taşlanırken: “Yâ Rabbî! Benden evvel beni taşlayanları affet!” diye yalvararak büyük bir gönül îsârı sergiliyordu. { Hâtem-i Esamm Hazretleri’nin şu misâli çok ibretlidir: Zayıf, dertli ve perişan bir kadınla konuşuyordu. Kadın, derdini yana yakıla anlatırken, o heyecan içinde kendisinden gayr-i ihtiyârî olarak çirkin bir ses duyuldu. Kadın, bir mum gibi


eridi, ezildi, mahvoldu. Şeyh Hazretleri ise, hiçbir şey duymamış gibi muazzam bir vakarla kadına baktı ve elini kulağına götürerek: “–Söylediklerinizi duymuyorum, çok ağır işitiyorum, yüksek sesle konuşunuz, bağırınız! Ben sağırım!” dedi. Hatâsının gizli kaldığını zanneden zayıf, dertli ve perişan kadın, bir anda hayâta avdet etmiş gibi ferahladı. Hiçbir milletin muâşeret edebinde misli görülmemiş derecede hârika bir incelik olan bu davranışı, Hâtem Hazretleri’ne “Esamm: Sağır” lâkabını taktırdı. Zîrâ bu hâdiseden sonra da Hâtem Hazretleri, edeb gözetip o kadın vefât edinceye kadar halk arasında kendini sağır olarak gösterdi. Ancak kadının vefâtından sonra etrafındakilere: “–Artık kulaklarım duyuyor; normal sesle konuşabilirsiniz!” dedi. İşte lâyıkıyla idrâk edilen İslâm ahlâkının nezâket, zarâfet ve inceliği… { Şeyh Sâdî Hazretleri, Gülistan adlı kitabının başında buyurur ki: “Günahkâr kullardan biri, kabul edilir ümidiyle ellerini açar, duâ eder, yalvarır fakat Allah Teâlâ onun duâsını kabul etmez. O kul tekrar duâ eder, Allah yine kabul etmez. Kul üçüncü defâ ellerini açar, duâ edip yalvarmaya başlar. Bu sefer Cenâb-ı Hak buyu*rur ki: «–Ey benim meleklerim, kulumun ısrarla yaptığı duâyı kabul ettim ve istediğini verdim. Çünkü bir kulumun uzun uzadıya duâ edip inlemesinden utanırım.»” Şeyh Sâdî, bundan sonra şöyle der: “Allâh’ın lutuf ve keremini gör ki, günâha giren kuldur, fakat hayâ eden Allah’tır.” { Garip bir fırıncı vardı. Kendisine sahte para verseler de onu alır, paranın sahteliğini bildiği hâlde bunu muhâtabına söylemez ve istenen ekmeği verirdi. Herkes onun bu hâline şaşar ve kimse bunu neden yaptığını anlayamazdı. Nihayet ölüm vakti geldiğinde fırıncı ellerini yüce dergâha açtı ve şöyle yalvardı: “Ey Allâh’ım! Biliyorsun ki, yıllarca insanlar bana sahte dirhem getirdi ve ben bunu onların yüzüne vurmayıp istediklerini verdim. Allâh’ım! Şimdi ben Sen’in huzûruna sahte tâatlerle geliyorum; ne olur onları yüzüme vurma!..” { Hâsılı, affedicilik ve kusurları örtmek de bir mü’minin fârik vasfı olmalıdır. Zîrâ çoğu zaman çirkinlikleri ortaya çıkarmanın hiçbir faydası yoktur, aksine pek çok zararı vardır. Günah ve


hatâların üzerine bir şal atıp onları örtmek ise umûmiyetle daha faydalıdır. Böyle bir hareket, yanlışların yaygınlaşmasını ve gönüllerde kırgınlık meydana gelmesini önler. Aynı zamanda affedicilik, insanları ıslâh etme husûsunda daha tesirli bir metottur. Diğer taraftan insan olarak herkesin hatâ ve kusuru vardır. Başkalarının hatâları yerine kendi kusurlarıyla meşgul olan kişi, daha faydalı bir iş yapmış olur. Böylece hem günahlardan kurtulur, hem de hatâlarını düzelterek olgunluğunu daha da artırır. Nitekim Peygamber Efendimiz: “Başkalarının ayıplarıyla uğraşmayıp kendi ayıplarıyla meşgul olan kimseye müjdeler olsun!” buyurmuştur. (Ali el-Müttakî, XV, 865/43444) Herkes kendi hatâlarının affedilmesini ve unutulmasını ister. Yanlışın verdiği mahcûbiyet ıztırâbından kurtularak doğruluğun selâmetine çıkmanın yollarını arar. Kendisi için böyle düşündüğü hâlde bir kişinin, başkalarını affetmeyip kusurlarını araştırması ne kadar insafsızca bir davranıştır! Biz, Allâh’ın kullarını affedelim ki O da en fazla muhtâc olduğumuz bir günde bizi affeylesin. Yâni affede affede affa lâyık hâle gelelim. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede kullarına sorar: “…Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?..” (en-Nûr, 22) 3. Kul Hakkına Riâyet Cenâb-ı Hak, insanları mükerrem olarak ve en güzel şekilde yarattığını ifâde buyurmuştur.[147] Onlara sayıya gelmeyecek derecede bol nîmetler ve birtakım haklar lutfetmiştir. Bu hakların muhâfazası için de hayâtın akışını tanzîm eden bâzı kânun ve kâideler koymuştur. Cenâb-ı Hakk’ın kullarına bahşettiği bir hakkı çiğnemek, büyük günahlardandır. Yüce Rabbimiz kendisine karşı işlenen hatâ ve günahları affettiği hâlde kul hakkını bunun dışında tutmuştur. Kul hakkını affetmeyi, zulme uğrayan kulunun irâdesine bırakmıştır. Dolayısıyla, herhangi bir kul hakkı sebebiyle tevbe edecek olan kişinin, evvelâ hakkını yediği kimseden helâllik alması şart koşulmuştur. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır: “Şehîdin, kul hakkı dışındaki bütün günahlarını Allah Teâlâ mağfiret eder.” (Müslim, İmâre, 119) Canını Allah yolunda kurbân eden şehîd için durum böyle olursa diğer insanların çiğnedikleri kul haklarını helâlleşmeden affettirmelerinin mümkün olmadığı açıkça anlaşılır. Cenâb-ı Hak, insanları kul hakkından nehyederek şöyle buyurur:


“Aranızda mallarınızı bâtıl sebeplerle yemeyin. İnsanların mallarından bir kısmını, bile bile haksız yere yemek için, mallarınızı hâkimlere rüşvet olarak vermeyin.” (el-Bakara, 188) “Ey îmân edenler! Karşılıklı rızâya dayanan ticâret hâli müstesnâ, mallarınızı bâtıl (haksız ve haram yollar) ile aranızda yemeyin…” (en-Nisâ, 29) Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Yalan yemin ile bir müslümanın hakkını alan kimseye Allah -celle celâlühû- cenneti harâm eder ve cehennemi farz kılar.” buyurmuştu. “–Az bir şey olsa da mı yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem: “–Erak ağacından bir çubuk da olsa!” buyurdu ve bu sözünü üç defâ tekrarladı. (Müslim, Îmân, 218; Muvatta, Akdiye, 11) Kul hakkı yemenin, âhiretteki acıklı âkıbetini haber veren Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bir kısım insanlar, Allâh’ın mülkünden haksız bir sûrette mal elde etmeye girişirler. Hâlbuki bu, kıyâmet günü onlara bir ateştir, başka bir şey değil.” (Buhârî, Humus, 7) “Kimin üzerinde din kardeşinin ırzı, nâmusu veya malıyla ilgili bir zulüm varsa, altın ve gümüşün bulunmayacağı kıyâmet günü gelmeden evvel, o kimseyle helâlleşsin. Yoksa kendisinin sâlih amelleri varsa, yaptığı zulüm miktârınca sevaplarından alınır, (hak sâhibine verilir.) Şayet iyilikleri yoksa, zulüm yaptığı kardeşinin günahlarından alınarak onun üzerine yükletilir.” (Buhârî, Mezâlim 10, Rikâk 48) Yine birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına: “–Müflis kimdir, biliyor musunuz?” diye sormuştu. Onlar: “–Bize göre müflis, parası ve malı olmayan kimsedir.” şeklinde cevap verdiler. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Şüphesiz ki ümmetimin müflisi şu kimsedir: Kıyâmet günü namaz, oruç ve zekât sevâbıyla gelir. Fakat şuna sövdüğü, buna zinâ isnâd edip iftirâda bulunduğu, şunun malını yediği, bunun kanını döktüğü ve şunu dövdüğü için iyiliklerinin sevâbı şuna buna verilir. Üzerindeki kul hakları bitmeden sevapları biterse, hak sâhiplerinin günahları kendisine yükletilir ve neticede cehenneme atılır.” (Müslim, Birr, 59; Tirmizî, Kıyâmet, 2; Ahmed, II, 303, 324, 372) Kul hakkı yemenin en dehşetli şekli fâiz alıp vermektir. Cenâb-ı Hak, bu şekilde haksızlık yapanlara elîm bir azap hazırlamıştır.[148] Bilhassa fâiz yiyenler, Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı harp îlân etmiş olurlar ve kıyâmet günü kabirlerinden şeytan çarpmış kimse gibi kalkarlar.


Fâiz alanlar, zâhiren çok kazandıklarını zannetseler de, Allah Teâlâ fâizli kazançların bereketini giderir ve fâizi mahveder; helâl yollarla yapılan ticâreti ise bereketlendirir. Fâiz yiyen günahkâr kulları da hiç sevmez.[149] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in beyânına göre fâiz, insanı helâke sürükleyen yedi günahtan biridir.[150] Fâiz yiyene, yedirene, bunlar arasındaki sözleşmeyi yazana ve şâhitlik yapana Allah Teâlâ lânet eder.[151] Fâizle elde edilen mal da, nihâyetinde azalıp yok olmaya mahkûmdur.[152] Fâiz alanların âhiretteki acıklı hâlleri Peygamber Efendimiz’e gösterilmiş, onların kan kırmızı bir nehirde taş yiyerek yüzdükleri ifâde edilmiştir. (Buhârî, Tâbir, 48) Hassas davranılmayıp dikkat edilmediğinde, ticâret ve alışverişte de çok defâ kul hakkı yenmektedir. Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyurur: “Ölçtüğünüz zaman tastamam ölçün ve doğru terâzi ile tartın. Bu, hem daha iyidir hem de neticesi bakımından daha güzeldir.” (el-İsrâ, 35) “Yazıklar olsun ölçü ve tartıya hîle karıştıranlara! Onlar insanlardan bir şey ölçerek aldıklarında tastamam alırlar. Satarken ise eksik ölçüp tartarlar. Onlar, büyük bir günde (hesap vermek için) diriltileceklerini hiç akıllarına getirmiyorlar mı? Öyle bir gün ki, insanlar o günde Âlemlerin Rabbi’nin huzûrunda dîvan duracaklardır.” (el-Mutaffifîn, 1-6) Ümmeti üzerine şefkat ve merhametle titreyen Peygamber Efendimiz, onları devamlı olarak maddî ve mânevî tehlikelere karşı îkaz buyurmuştur. Nitekim birgün ölçek ve terâzi kullananlara şöyle hitâb etmiştir: “Sizler, önceki kavimleri helâk eden iki işi üzerinize almış bulunmaktasınız!” (Tirmizî, Büyû, 9/1217) Allah ve Rasûlü’nün îkaz ve irşadlarını gözardı edip alışverişte hassas davranmayanlar, nihâyetinde helâke sürüklenirler. Çünkü mazlûmun duâsı makbûl ve âhı da müessirdir. Şâir Muhiddin Raif Bey ne güzel söyler: Sen âh deyip de geçme öyle, Bir âh’tadır celâl-i Zât’ı, Bir âh, semâyı, Arş’ı sarsar, Bir âh yıkar bu kâinâtı… Kul hakkı yemenin daha tehlikeli bir çeşidi de, toplumun ortak hakkı olan devlet ve vakıf mallarını haksız yere gasbetmek ve uygunsuz bir şekilde kullanmaktır. Bu haksızlık daha tehlikelidir. Çünkü sonunda pişman olunsa bile helâlleşecek bir muhâtap bulmak mümkün değildir. Zîrâ o malda herkesin hakkı vardır.


Bilhassa, insanlar arasında hüküm vermek ve onları idâre etmek mevkiinde olanların, kul hakkı mevzuunda son derece hassas davranmaları gerekmektedir. Aynı şekilde, hâkimin huzûrunda başka birinden hak talep eden kişinin, gerçekten haklı olup olmadığını iyice düşünmesi îcâb eder. Zîrâ Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurur: “Ben sâdece bir beşerim. Sizler bana muhâkeme olmak üzere geliyorsunuz. Belki biriniz, delilini getirmekte diğerinden daha becerikli olabilir ve merâmını daha iyi anlatabilir. Ben de dinlediklerime göre o kimsenin lehinde hüküm veririm. Kimin lehine kardeşinin hakkını alıp hüküm vermişsem, ona cehennemden bir pay ayırmış olurum.” (Buhârî, Şehâdât, 27; Müslim, Akdiye, 4) Bunlara ilâveten, birinin malını çalmak veya izinsiz olarak almak, şeref ve haysiyetini lekelemek, insanları şakayla da olsa üzmek veya korkutmak, aldatmak, rüşvet verip almak, borcunu geciktirmek veya ödememek gibi hususlar, hep kul hakkını ihlâl etmektir. Kul hakkı yemek haram olduğu için, insanın mâneviyâtı üzerinde menfî bir tesir icrâ eder. İnsanların hâlis ve sâlih ameller işlemeye muvaffak olamamalarının başlıca sebebi; harama, şüpheli şeylere ve kul hakkına yeterince dikkat etmemeleridir. İbâdetlerde huzur ve huşû hâlinde bulunabilmek, zevkle ve huşû içinde Allâh’ın emirlerini îfâ edebilmek; ancak kul hakkından sakınarak titiz bir takvâ hayâtı yaşamaya bağlıdır. Fazîlet Tabloları Harb bin Süreyc -radıyallâhu anh-, ismini vermediği bir zâttan şu ibretli hâdiseyi nakleder: Medîne’ye varıp vâdinin civârında konakladım. İki kişi, aralarında iri bir keçinin pazarlığını yapıyorlardı. Müşteri satıcıya: “–İkramda bulun.” diyordu. O sırada karşıdan gelen bir kimse gördüm. Kendi kendime; “Acabâ bu gelen, Haşimoğulları’ndan, halkın dînini değiştirip onları putlardan vazgeçirmeye çalışan adam mı?” de*dim. Baktım ki gelen zât, yakışıklı, alnı geniş, ince burunlu, kalem kaşlı, göğsü boğazından göbeğine kadar bir ip gibi siyah kıllarla örtülü, üzerinde iki parçadan ibâret eski elbisesi olan bir insandı. Bize doğru yaklaşıp selâm verdi. Biz de selâmına mukâbele ettik. Kısa bir müddet sonra müşteri onu çağırarak: “–Yâ Rasûlallah! Ona söyleseniz de bana ikramda bulunsa!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elini uzattı ve şöyle buyurdu: “–Mallarınıza siz mâlik bulunuyorsunuz. Kıyâmet günü Allâh’a kavuştuğum zaman sizden hiç kimsenin malına, canına ve ırzına haksız yere tecâvüz ettiğim iddiâsıyla karşıma çıkmasını istemem. Allah Teâlâ, satarken, alırken, tutarken, verirken, hükmederken ve birisi ile muhâkeme olurken kolaylık gösterene rahmet eylesin…»” Daha sonra, hâdiseyi nakleden bu zât, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sözlerinden müteessir olarak O’nu tâkib etmiş, İslâm hakkında sorular sormuş ve nihâyetinde; “Dâvet


ettiğin şeyler ne güzel!” diyerek müslüman olmuştur. Bu esnâda şöyle demekten de kendini alamamıştır: “Şimdiye kadar yeryüzünde O’ndan daha çok nefret ettiğim bir kimse yokken, şimdi O bana evlâdımdan, anamdan, babamdan ve bütün insanlardan daha sevimli hâle geldi.” (Heysemî, IX, 18) { Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- anlatıyor: “İnsanlar gelerek; «–Ey Allâh’ın Rasûlü, fiyatlar çok pahalandı, (malların) fiyatını bize siz tespit ediverin.» diye talepte bulundular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Fiyatları koyan Allah’tır. Rızkı eksilten ve artıran O’dur. Canlıların rızkını veren de O’dur. Ben ise, hiç kimse benden ne kan ne de mal husûsunda hak talebinde bulunmadığı bir hâlde Allâh’a kavuşmayı istiyorum.» cevâbını verdi.” (Ebû Dâvûd, Büyû, 49/3451; Tirmizî, Büyû, 73/1314) { Müslümanlar Hayber Seferi’ne çıkmak için hazırlanıyorlardı. Bu durum Medîne-i Münevvere’deki anlaşmalı yahûdîleri çok kaygılandırdı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Kaynukâ, Nadîr ve Kurayza yahûdîlerini mağlûb ettiği gibi Hayber yahûdîlerini de mağlûb edeceğini anladılar. O esnâda, müslümanlarda az veya çok bir alacağı olup da onu almak için mü’minlerin yakasına yapışmayan hiçbir yahûdî kalmadı. Yahûdî Ebû Şahm’ın da, Abdullah bin Ebî Hadred -radıyallâhu anh-’ta beş dirhem alacağı vardı. Abdullah -radıyallâhu anh-, âilesi için bu yahûdîden arpa satın almıştı. Ebû Şahm yakasına sarılınca o: “–Bana biraz mühlet ver. İnşâallah borcumu ödeyeceğim. Çünkü Allah Teâlâ, Peygamberi’ne Hayber ganimetini va’detti. Ey Ebû Şahm! Biz Hicaz’ın yiyecek ve servet bakımından en zengin şehrine gidiyoruz.” dedi. Yahûdî Ebû Şahm’ın kıskançlığı ve azgınlığı tuttu: “–Sen, Hayber yahûdîlerini, daha önce savaştığınız Araplar gibi mi sanıyorsun? Tevrât üzerine yemin ederim ki, orada on bin savaşçı vardır.” dedi. Abdullah: “–Ey Allâh’ın düşmanı! Sen bizim himâyemiz altında bulunuyorsun. Vallâhi, seni Rasûlullâh’ın huzûruna çıkaracağım!” dedi ve onu tutup Allah Rasûlü’nün huzûruna getirdi: “–Yâ Rasûlallah! Bu yahûdî ne söylüyor dinle!” diyerek Ebû Şahm’ın sözlerini nakletti. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sustu, hiçbir şey söylemedi. Yalnız dudaklarının kımıldadığı görüldü. Fakat ne söylediği işitilemedi. Yahûdî:


“–Ey Ebu’l-Kâsım! Bu bana haksızlık etti, borcunu ödemedi.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Abdullâh’a: “–Ver şunun hakkını!” buyurdu. Abdullâh, fakir olduğunu, Hayber ganimetiyle borcunu ödeyeceğini bildirdiyse de, Fahr-i Kâinât Efendimiz aynı ifâdelerini iki defâ daha tekrarladı. Bunun üzerine Abdullah radıyallâhu anh- kalkıp çarşıya gitti. Sırtındaki ridâsını çıkardı, sarığına büründü ve yahûdîye: “–Şu elbisemi benden satın al!” dedi. Yahûdî onu dört dirheme satın aldı. Abdullah -radıyallâhu anh-, kalan borcunu da bulup ödedi. (Ahmed, III, 423; Vâkıdî, II, 634-635) Görüldüğü gibi, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kul hakkını her şeyin üzerinde tutardı. { Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: Hayber Gazvesi günü idi. O sırada Allah Rasûlü’nün ashâbından bir grup geldi ve: “–Falanca şehîd, falanca da şehîd.” dediler. Sonra bir adamın yanından geçerken: “–Falanca kimse de şehîd olmuş.” dediler. Bu sefer Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Hayır, ben onu, ganimet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm.” buyurdu. Sonra da: “–Ey İbn-i Hattâb, git ve insanlara; «Cennete ancak mü’minler girebilecektir.» diye nidâ et!” buyurdu. Ben de çıktım ve; “Cennete ancak mü’minler girebilecektir.” diye nidâ ettim. (Müslim, Îmân, 182) Ganimet mallarında bütün ordunun hakkı vardır. Taksimâttan önce onlardan ufacık bir şey bile almak, kul hakkına girer. Diğer taraftan, bir kişi Allah ve Rasûlü’nün bütün emirlerine tam bir itaatle boyun eğmedikçe gerçek müslüman vasfını kazanamaz. Zîrâ İslâm’ın hayâtımızın her safhasında, yâni âile hayâtında, ticârî hayatta, ictimâî münâsebetlerde vs. bir bütün olarak yaşanması zarûrîdir. Bu sebeple, hayâtımızın hiçbir alanında İslâmî kâideleri unutma ve duyarsız kalma gibi bir gaflete düşmemeliyiz. İslâm’ın hayâtımızın her alanında yaşanması gerektiğini şu âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder: “(Ey Habîbim!) Beraberindeki tevbe eden (mü’min)lerle birlikte, emrolunduğun gibi istikâmet üzere olun ve aşırı gitmeyin!..” (Hûd, 112)


Bu âyet-i kerîme nâzil olunca, korku ve endişe sebebiyle Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in saç ve sakalına aklar düşmüştü. (Tirmizî, Tefsîr-i Sûre, 56/3297)

Lâkin müfessirlere göre, Efendimiz’in endişesi kendi şahsı için değil, şefkat ve merhametle üzerine titrediği ümmeti içindi. Zîrâ; “(Ey Habibim!) Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4) hitâb-ı ilâhisiyle müeyyed olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ümmetinin bu hususta zaaf göstermesinden endişe ediyordu. { Peygamberimiz’in hizmetini gören Mid’am isminde zenci bir kölesi vardı. Onu Rifâa bin Zeyd hediye etmişti. Efendimiz’in yükünü indirdiği sırada, nereden geldiği belli olmayan bir ok isâbet edip ölümüne sebep oldu. Müslümanlar: “–Ey Mid’am! Cennet sana mübârek olsun! Yâ Rasûlallah, hizmetçine şehîdlik mübârek olsun!” diyerek gıpta ve tahassürlerini ifâde ettiklerinde Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Hayır, öyle değildir. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Hayber günü ganimet malları paylaşılmadan önce aldığı bir kilim, şu anda onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdu. Bunu işiten müslümanlar çok korktular. O esnâda bir kişi Peygamber Efendimiz’e bir veya iki ayakkabı bağı getirdi: “–Yâ Rasûlallâh! Ben de ganimet malları taksim edilmeden ayakkabılarım için bu bağları almıştım.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sana da cehennem ateşinden bir veya iki bağ (yâni bunlardan dolayı azap) var.” buyurdu. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îmân, 183) Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in seferde bâzı yükleme hizmetlerini gören Kirkire isminde bir kişi vardı. Bu zât vefât etti. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–O cehennemdedir.” buyurdu. Sahâbe-i kirâm gelip adamın evindeki eşyalarına baktılar; orada ganimet malından çaldığı bir abâ buldular. (Buhârî, Cihâd, 190; İbn-i Mâce, Cihâd, 34) {


Mekke fethinden sonra, Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, Uzzâ putunu yıkıp gelince, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu 350 kişilik bir askerî birliğin başında, İslâm’a dâvet etmek üzere Benî Cezîme Kabîlesi’ne göndermişti. Hazret-i Hâlid, bu harekâtta bir yanlışlık neticesi otuz kişiyi öldürdü. Haber, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaşınca, Âlemlerin Efendisi çok mahzûn oldu. Ellerini semâya kaldırıp iki kere: “–Allâh’ım! Hâlid’in yaptığı şeyden berî (uzak) olduğumu Sana arz ederim!” diyerek Allâh’a sığındı. Sonra Hazret-i Ali’yi mühim miktarda para ile Benî Cezîme Kabîlesi’ne göndererek öldürülen kimselerin diyetlerini ödetti. Hazret-i Ali, ganimet olarak alınmış veya zarar verilmiş bütün malları, köpek yalaklarına varıncaya kadar, tazmîn etti. Artan parayı da fazladan, muhtemel zararlar için Benî Cezîme Kabîlesi’ne bıraktı. Ali -radıyallâhu anh-, geri dönüp yaptıklarını Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattığında, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz: “–Çok iyi yaptın, isâbet etmişsin!” buyurdu.[153] { Ebû Zür’a -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tâif Seferi esnâsında, Karn-ı Menâzil mevkiinden ayrılırken hayvanına binmek istediği zaman devesi Kasvâ’yı hazırladım. Kasvâ’nın yularını elimde tuttum, üzerine binince de kendisine verdim ve terkisine bindim. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- yürütmek için devenin arkasına kamçı ile vuruyor, her vuruşunda kamçı bana da değiyordu. Sonra bana dönüp: «–Yoksa kamçı sana da mı değiyor?» diye sordu. «–Evet! Anam, babam Sana fedâ olsun!» dedim. Cîrâne’ye inince bir köşede davarlar bulunuyordu. Ganimet mallarının başındaki memurdan onlar hakkında bir şeyler sordu. Memur da sorulan şeyler hakkında bilgi verdi. Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ebû Zür’a nerede?» diye seslendi. «–İşte buradayım!» dedim. «–Şu davarları al! Akşamleyin sana değen kamçılara karşılık!» buyurdu. Saydığımda, o davarların yüz yirmi tâne olduğunu gördüm. Benim edindiğim ve en çok faydalandığım malım işte bunlardı.” (Vâkıdî, III, 939) Fahr-i Kâinât Efendimiz bu malları, kendi hissesine düşen ganimetten veriyordu. {


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir ganimet ele geçirilince, Hazret-i Bilâl’e emrederdi, o da halka yüksek sesle nidâ eder, bunun üzerine askerler ganimet olarak ne ele geçirmişlerse getirip teslim ederlerdi. Peygamberimiz önce beşte birini (humus) ayırır, geri kalanını taksim ederdi. Birgün, ganimetlerin taksiminden sonra bir adam kıldan mâmul bir yular getirdi ve: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ganimet olarak biz de bunu ele geçirmiştik.” dedi. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Sen, üç kere seslendiği vakit Bilâl’i işitmedin mi?” diye sordu. O şahıs: “–Evet.” deyince: “–O zaman niye getirmedin?” buyurdu. Adam, Rasûlullâh’a (kabul görmeyecek) mâzeretler beyan edince şu cevâbı aldı: “–Hayır! Bunu senden kabul etmiyorum. Kıyâmet günü sen bununla birlikte geleceksin.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 134/2712) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zamanı geçtikten sonra getirilen malı, o kişiden kabul etmemiştir. Zîrâ bunda, ganimete hak kazanmış olan bütün askerlerin hissesi vardı. İnsanlar dağıldıktan sonra, getirilen maldaki hisselerini onlara ulaştırmak imkânsız hâle gelmişti. { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefâtından önce mü’minlere son defâ hitâb ediyor ve onlara âdeta vasiyet mâhiyetindeki son hatırlatmalarını yapıyordu. Bir ara sözü kul hakkına getirerek: “–Ey insanlar! Kimin üzerine geçmiş bir hak varsa onu hemen ödesin, dünyada rezil rüsvâ olurum diye düşünmesin! İyi biliniz ki dünya rüsvâlığı âhirettekinin yanında pek hafif kalır.” buyurdu. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319) Allah Rasûlü’nün bu sözü üzerine insanlardan bir kısmı önceden yapmış oldukları bâzı haksızlık ve hatâları îtirâf ederek Efendimiz’den duâ ve istiğfar talebinde bulunmaya başladılar. Bir müddet sonra bir kimse ayağa kalkıp: “–Vallâhi yâ Rasûlallah, ben de çok yalancıyım, hem de münâfığım. Benim işlemediğim hiçbir kötülük yoktur.” dedi. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ona: “–Be adam, kendini rezil rüsvâ ettin!” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ey Ömer! Dünya rüsvâlığı âhiret rüsvâlığından çok hafiftir!” buyurdu. Daha sonra da bu kişi için: “Ey Allâh’ım! Ona doğru sözlülük ve îman olgunluğu nasîb eyle! Kendisinin kötü işlerini hayra tebdîl eyle!” diyerek duâ etti. (Taberî, Târih, III, 190)


Yine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kâ’bına varılmaz bir fazîlet örneği sergileyerek şöyle buyurdu: “Nihâyet ben de bir insanım! Aranızdan bâzı kimselerin hakları bana geçmiş olabilir. Kimin malından sehven (bilmeyerek) bir şey almışsam, işte malım, gelsin alsın! İyi biliniz ki, benim katımda en sevimli olanınız, varsa hakkını benden alan veya hakkını bana helâl eden kişidir. Zîrâ Rabbime, ancak bu sâyede helâlleşmiş olarak ve gönül rahatlığı ile kavuşmam mümkün olacaktır. Hiç kimse; «Rasûlullâh’ın kin ve düşmanlık beslemesinden korkarım!» diyemez. İyi biliniz ki, kin ve düşmanlık beslemek aslâ benim huyum değildir. Ben aranızda durup bu sözümü tekrarlamaktan kendimi müstağnî görmüyorum.” buyurdu. Öğle namazını kıldıktan sonra dönüp minbere oturdu ve önceki sözlerini tekrarladı. Bunun üzerine bir adam ayağa kalkıp: “–Bir kişi Siz’den istekte bulununca, ona üç dirhem vermemi emretmiştiniz, ben de vermiştim.” dedi. Peygamber Efendimiz: “–Doğru söylüyorsundur! Ey Fadl bin Abbâs, buna üç dirhem ver!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 255; Taberî, Tarih, III, 190) Sonra şöyle duâ etti: “Allâh’ım! Ben ancak bir insanım. Müslümanlardan kime ağır bir söz söylemiş veya bir kamçı vurmuşsam, Sen bunu onun hakkında temizliğe, ecre ve rahmete vesîle kıl!” (Ahmed, III, 400) “Allâh’ım! Ben hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, o sözümü kıyâmet gününde kendisi için, Sana yakınlık vesîlesi eyle!” (Buhârî, Deavât, 34) Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’nin bu yüce davranışı, toplumun en alt kademesindeki bir kimseden en üst kademesindeki idârecilere varıncaya kadar herkesin ibret alması gereken bir numûnedir. Ne büyüklüktür ki, cümle âlemlerin, hürmetine yaratıldığı Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün mâsumiyetine, günahtan korunmuşluğuna ve te’yîd-i ilâhîye mazhar olmasına rağmen, üstünde kul hakkı olabileceğini ifâde etmiş ve ashâbına kimin hakkı varsa gelip almasını açıkça îlân etmiştir. Bu davranışında da hatâyı kendisine izâfe etme inceliğiyle kul hakkının ehemmiyeti husûsunda müstesnâ bir misâl olmuştur. Böylece bütün insanlığa, hak ve hukûku tevzî etmede kâ’bına varılmaz bir hassâsiyet telkîn etmiştir. { Ubâde bin Sâmit’in torunu anlatıyor: “Dedem Ubâde -radıyallâhu anh- vefât edeceği sırada: «–Âzâd ettiğim kölelerimi, hizmetçilerimi, komşularımı yanıma gelip giden herkesi bana çağırın.» diye emir verdi. İstediği kimseler toplanınca onlara:


«–Öyle sanıyorum ki, bugün benim dünyadaki son günüm, önümüzdeki gece de âhiretteki ilk gecem olacak. Bilmiyorum, belki sizlere elimle vurmuş veya bir lâf söylemiş olabilirim. Bu sebeple, kimi incitmişsem rûhum çıkmadan gelsin bana kısas yapsın, ona yaptığım hareketin aynını bana tatbik etsin. Rûhumu elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki kıyâmet gününde kısas vardır.» dedi. Onlar: «–Sen babamızdın, bize edeb öğrettin.» dediler. Aslında Ubâde -radıyallâhu anh- bir hizmetçisine dahî kötü söz söylemiş değildi. Hazret-i Ubâde: «–Size yaptıklarımı bağışladınız mı?» diye sordu. «–Evet.» dediler. «–Allâh’ım, şâhid ol!» dedikten sonra şunları söyledi: «–Mâdem ki kısas yapmıyorsunuz öyleyse şu vasiyetimi iyi belleyin: Ardımdan ağlayacak olanlara hakkımı helâl etmiyorum. Rûhum çıktığında güzelce abdest alın, mescide girin, namaz kılın. Hem Ubâde, hem de kendiniz için istiğfar edin. Çünkü Allah Teâlâ: “Ey îmân edenler, sabırla ve namazla yardım isteyin!..”[154]buyuruyor. Beni sür’atle mezarıma götürün, ardımdan ateş (mum, meşale) yakarak gelmeyin, kabrimin içinde altıma erguvan ağacı koymayın.»” (Ali el-Müttakî, XIII, 555/37443) { Abdullah bin Zübeyr -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır: “Cemel vak’ası gününde, muhârebe durunca babam Zübeyr beni çağırdı. Ben de hemen ayağa kalkıp yanına vardım. Bana: «–Yavrucuğum! Bugün öldürülenler ya zâlim veya mazlumdur. Bana gelince, bugün mazlum olarak öldürüleceğim kanaatindeyim. En büyük endişem, borçlarımdır. Ne dersin, borçlarımızı ödedikten sonra malımızdan geriye bir şey kalır mı?» dedi. Sonra şöyle devâm etti: «–Yavrucuğum! Malımı sat, borcumu öde.» Borcunu bana vasiyet edip duruyor ve: «–Yavrucuğum! Şayet borcumdan bir kısmını ödemekten âciz kalırsan, Mevlâ’mdan yardım iste!» diyordu. Allâh’a yemin ederim ki, ben ne demek istediğini tam anlayamadım ve: «–Babacığım, Mevlâ’n[155] kim?» dedim. O:


«–Mevlâ’m, Allah’tır!» dedi. Allâh’a yemin ederim ki, onun borcunu ödemekte sıkıntıya düştükçe: «–Ey Zübeyr’in Mevlâ’sı! Onun borcunu öde!» derdim. Cenâb-ı Hak hemen (bir sebep halkederek) ödeyiverirdi. Zübeyr, altın ve gümüş bırakmadan öldürüldü. Sadece bir bölümü Gâbe mevkiinde bulunan bir arâzi ile bâzı evler bıraktı. Babamın üzerindeki borçlar şöyle olmuştu: Bir kimse kendisine gelir, ona bir emânet bırakmak ister, babam Zübeyr de: «–Hayır, emânet olmaz, fakat borç olarak bırak. Çünkü ben onun zâyi olmasından korkarım.» derdi. Zübeyr hayâtı boyunca ne bir vâlilik ne haraç toplama memurluğu ne de başka bir idârî vazife yaptı. Sadece Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- veya Ebû Bekir, Ömer ve Osman radıyallâhu anhüm- ile birlikte cihâda iştirâk etti. Babamın üzerindeki borçları hesapladım, iki milyon iki yüz bin rakamını buldum.” O günlerde Hakîm bin Hizâm -radıyallâhu anh-, Abdullah bin Zübeyr ile karşılaştı ve: “–Ey kardeşimin oğlu! Kardeşimin borcu ne kadar?” diye sordu… Miktârı söyleyince, Hakîm: “–Buna güç yetirebileceğinizi zannetmiyorum. İhtiyâcınız olduğunda benden yardım isteyin!” dedi. Hazret-i Zübeyr’den dört yüz bin alacaklı olan Abdullah bin Câfer -radıyallâhu anh-, Zübeyr’in oğlu Abdullâh’a geldi ve: “–Dilerseniz alacağımdan vazgeçip bağışlayayım.” dedi. Abdullah: “–Hayır.” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Câfer: “–Şayet borcunuzdan bir bölümünü tehir etmek isterseniz, benim alacağımı geri bırakabilirsiniz.” dedi. Zübeyr’in oğlu Abdullah: “–Hayır, bunu da istemiyoruz.” dedi. Abdullah bin Zübeyr -radıyallâhu anhümâ-, babasının borçlarını ödeyip bitirince, kardeşleri Abdullâh’a: “–Mîrâsımızı aramızda taksim et!” dediler. Abdullah: “–Allâh’a yemin ederim ki, dört sene süreyle hac mevsiminde; «Kimin Zübeyr’de alacağı varsa bize gelsin, borcunu ödeyelim.» diye îlân etmedikçe, onun mîrâsını paylaştırmayacağım.” dedi.


Dört sene boyunca bu şekilde îlân etti. Dört sene geçince, mîrâsı taksim etti. (Buhârî, Fardu’lHumus, 13) Bu rivâyet, bütün ashâb-ı kirâmın âdeta bir fazîlet nesli olduğunu göstermektedir. Zübeyr radıyallâhu anh- hayâtı boyunca büyük bir titizlikle yaşamış, çevresindeki herkese iyiliklerde bulunmuş, vefât etmeden önce de borçlarının ödenmesini sıkı sıkı tembihleyerek kul hakkı husûsundaki hassâsiyetini göstermiştir. Oğlu Abdullah -radıyallâhu anh-, babasının vasiyetini yerine getirmek ve borçlarını ödemek için elinden gelen her şeyi yapmıştır. Diğer sahâbîler de devamlı Hazret-i Abdullâh’ın hâlini sormuş ve onunla dert ortağı olmak için zor zamanında yardımına koşmuşlardır. Alacağı olanlar ise, bundan vazgeçebileceklerini veya tehir edebileceklerini söyleyerek her türlü kolaylığı sağlamışlardır. { Bir kadıncağız, ticâretle de meşgul olan İmâm-ı Âzam Hazretleri’ne, satmak için ipekli bir elbise getirmişti. İmâm-ı Âzam elbisenin fiyatını sordu. Kadın: “–Yüz dirhemdir, yâ İmâm!” dedi. Ebû Hanîfe buna îtiraz etti: “–Hayır, bu daha fazla eder.” buyurdu. Kadın şaşırdı. Yüz dirhem daha artırdı. İmâm-ı Âzam yine kabul etmedi. Kadın yüz dirhem daha artırdı, sonra yüz dirhem daha… İmâm-ı Âzam: “–Hayır, bu dörtyüz dirhemden de fazla eder.” deyince kadıncağız hayretle: “–Yâ İmâm! Siz bana şaka mı yapıyorsunuz?” demekten kendini alamadı. Bunun üzerine İmâm, kadına malın hakîkî fiyatını göstermek için işten anlayan birini çağırttı. Gelen kişi, elbiseliğin fiyatını beş yüz dirhem olarak belirledi ve İmâm-ı Âzam onu bu fiyattan satın aldı.[156] İşte İslâm ahlâkının ticârî hayattaki “kul hakkı” hassâsiyeti… Demek ki hak-hukuk düşünmeden; “Müşteriden ne koparabilirsem kârdır.” zihniyetiyle yapılan ticâretin kişiye ne kazandıracağını iyi düşünmek îcâb eder!.. { İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri, nefse karşı cihâdın en büyük kahramanlarındandır. O, bu meydanda dâimâ şanlı zaferler kazanmış*tır. Son nefesinde dahî, gasbedilmemiş olan temiz ve pâk bir toprağa defnolunmayı va*siyet etmiştir.[157] (Ebû Zehra, Ebû Hanîfe, s. 64) { Kânûnî Sultan Süleyman, kul hakkından çok korkar, âdil bir halîfe olmak için çok gayret sarf ederdi. Süleymaniye Câmii ve Külliyesi tamamlanınca, mîmarından işçisine kadar herkesi topladı. Cenâb-ı Hakk’a hamd ettikten sonra konuşmasına başladı:


“Ey din kardeşlerim, bu câmi-i şerîf Allâh’ın izni ile tamamlanmıştır. Hatâ ile ücretini alamayan varsa, gelsin ücretini alsın! Olabilir ki, o kimse burada değildir. Bulunanlara ricâm ola; onlara bildireler! Onlar da gelip bizden haklarını alalar!” Vesîkaların tedkîkinden anlaşıldığına göre; inşaatın en zor zamanlarında hayvanlar için dahî bir program yapılmış; çalıştırılan at, merkep ve katırların dinlenme ve çayırda otlama saatlerine dikkat edilmiş, hiçbir mahlûkâtın hakkına tecâvüz edilmemesine gayret gösterilmiştir. Kânûnî’nin bu muazzam mâbedin inşaatında kul ve hayvanât hukûkuna böylesine titizlik göstermesi, belki Süleymâniye Câmii’nin esrarlı ve kâ’bına varılmaz rûhâniyetinin temel sâiklerinden biridir. { Hak dostlarından Ramazanoğlu Mahmud Sâmi Hazretleri, hukuk tahsili yapmış olmalarına rağmen, bir kul hakkına girmek korku ve endişesiyle bu meslekle iştigâl etmeyip, Tahtakale’de bir işyerinin muhâsebe defterini tutmayı tercih etmişlerdi. Kul hakkı mevzuunda son derece hassas davranırlardı. Meselâ, Muhterem Üstâd, işe gitmek için vapurla Karaköy’e geçerdi. Bilet alırken, insanları bekleterek kul hakkına girmemek için önceden bozuk para hazırlamaya çok dikkat ederdi. Karaköy’den Tahtakale’ye kadar ise, dolmuşa binmek yerine, bu ihtiyâcından fedâkârlık yaparak yaya gider, o dolmuş parasını da infâk ederdi. Büyüklerin kul hakkı husûsundaki bu ince düşünüşleri, bizler için ne güzel bir numûnedir. { Hâsılı müslüman, hesap gününü düşünerek yaşamalı ve kimsenin hakkına tecâvüz etmemelidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ne güzel buyurmuşlardır: “Müslüman, dilinden ve elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir…” (Buhârî, Îmân, 4-5) O hâlde bu dünyadan insanların haklarını yüklenerek gidenlerin âhiretteki hâli, büyük bir hüsran ve perişanlık olacaktır. Bu sebeple insan, bilerek veya bilmeyerek bir kul hakkına girmişse, vakit geçirmeden ve ne pahasına olursa olsun aldığını geri vererek helâlleşmeli ve sonra da tevbeye sarılmalıdır. Zîrâ dünyada utanmak ve sıkıntı çekmek, âhirettekilerin yanında çok basittir. O gün, boynuzsuz koyun bile, kendisine zarar veren boynuzlu koyundan hakkını alacak ve kimsenin hakkı kimsede kalmayacaktır.[158] İnsanın hayatta hak ve hukûkuna en fazla titizlik göstermesi gerekenler ise, en yakınlarından başlayarak anne-babası, âilesi, hısım-akrabâsı, konu-komşusu, beşerî münâsebetlerde bulunduğu herkes, hattâ kendisiyle bir şekilde ilgisi bulunan bütün mahlûkattır. Şimdi bunlar üzerinde kısaca duralım: a. Anne-Baba Hakkı


Kul hakları içinde en mühim olanı ana-baba hakkıdır. Allah ve Rasûlü’ne itaatten sonra anababaya itaat gelir. Çünkü anne ve babalarımız varlık sebebimiz ve velî-nîmetimizdir. Maddî ve mânevî hayâtımızı inşâ eden müstesnâ fazîlet âbideleridir. Bir anne yüreği ve kucağı, çocuk terbiyesinin yapıldığı muhteşem bir dershânedir. Âile yuvası, çocuğun istikbâlini şekillendiren ilk eğitim müessesesidir. Dolayısıyla anne ve babaların evlâtları üzerindeki hakları sayılamayacak kadar çoktur. Fazîletli anne-babalar, evlâtlar için büyük bir rahmet ve berekettir. Sâliha anne, ilâhî kudretin insanoğluna lutfettiği bir rahmet kucağı, âilede saâdet kaynağı, huzur ve safâ ışığı, âile fertlerinin şefkat pınarıdır. Rabbimizin, “er-Rahmân” ve “er-Rahîm” esmâsının dünyadaki müstesnâ ve mûtenâ bir tecellîgâhıdır. Bizleri önce bir müddet karnında, sonra kollarında ve ölünceye kadar da kalplerinde taşıyan annelerimize gösterilecek sevgi ve saygıya ortak olabilecek başka bir varlık yaratılmamıştır. Ev tanzîmi ve evlât terbiyesini omuzlarına alan anneler, cidden engin bir muhabbete, derin bir saygıya ve ömürlük bir teşekküre lâyıktırlar. Bir anne rûhunda biriken o engin şefkatin sınırlarını tâyin edebilecek bir ölçü var mıdır? Yememiş yedirmiş, giymemiş giydirmiş, uyumamış uyutmuş… Hayâtın fırtınalarında bizlere bir toz konmasın diye bütün varlığını seferber etmiş olan anne ve babaların haklarını ödeyebilmek mümkün müdür? Bunu Mevlânâ Hazretleri ne güzel ifâde eder: “Anne hakkına dikkat et! Onu başında tâc et! Zîrâ anneler doğum sancısı çekmeselerdi, çocuklar dünyaya gelmeye yol bulamazlardı.” Cenâb-ı Hak, kendi haklarından sonra anne-babaya iyi ve güzel davranmayı ilk sırada zikrederek şöyle emreder: “Allâh’a ibâdet edin ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana-babaya, akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere iyi davranın…” (en-Nisâ, 36) “Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını vasiyet ettik! Çünkü anası, onu nice sıkıntılara katlanarak (karnında) taşımıştır. Sütten ayrılması da iki yıl içinde olur. (İşte bunun için: ) «Önce Bana, sonra da ana-babana şükret!» diye tavsiyede bulunmuşuzdur. Dönüş ancak Banadır.” (Lokmân, 14) Cenâb-ı Hak, kendi rızâsını ana-babanın rızâsına bağlamıştır. Bu hakîkati Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle haber verir: “Allah Teâlâ’nın rızâsı, anne ve babayı hoşnut ederek kazanılır. Allah Teâlâ’nın gazabı da anne ve babayı öfkelendirmek sûretiyle celbedilir.” (Tirmizî, Birr, 3/1899) Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu duâsı bir mü’min için ne büyük bir müjdedir:


“Ana-babasına iyilik edene ne mutlu! Allah Teâlâ onun ömrünü ziyâdeleştirsin!” (Heysemî, VIII, 137) Ebeveynin evlâtları üzerindeki hakları o kadar çoktur ki, bunları ödemek pek zor, hattâ imkânsızdır. Hadîs-i şerîfte buna şöyle bir teşbihle dikkat çekilmektedir: “Hiçbir evlât, babasının hakkını ödeyemez. Şayet onu köle olarak bulur ve satın alıp âzâd ederse, babalık hakkını (ancak o zaman) ödemiş olur.” (Müslim, Itk, 25; Ebû Dâvûd, Edeb, 119-120; Tirmizî, Birr, 8/1906) Bu sebeple, Allah rızâsı için herhangi bir hayır ve iyilik yapılacaksa, evvelâ ana-babanın düşünülmesi îcâb eder. Sonra da en yakından uzağa doğru diğer insanlar… Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Maldan harcadığınız şey, ebeveyn, yakınlar, yetimler, fakirler ve yolcular için olmalıdır. Şüphesiz Allah, yapacağınız her hayrı bilir.” (el-Bakara, 215) Çocuklar, ana-babalarına karşı hürmet, itaat ve gerekli hizmetlerle mükelleftirler. Eğer farklı yerlerde ya da muhtelif şehirlerde yaşıyorlarsa, ana-babalarını ziyâret edip gönüllerini almalı, duâlarını istemelidirler. Onlara hizmet etmek, güzel söz söyleyip ikramda bulunmak, bilhassa yaşlandıkları zaman evlâtların en büyük vefâ borcudur. Yüce Rabbimiz, onlara karşı en ufak bir memnûniyetsizlik göstermeye bile müsâade etmemiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyrulur: “Rabbin, yalnız kendisine ibâdet etmenizi ve ana-babaya iyilikte bulunmayı emretmiştir. Eğer ikisinden biri veya her ikisi, senin yanında iken ihtiyarlayacak olursa, onlara karşı «öf» bile deme, onları azarlama. İkisine de hep tatlı söz söyle. Onlara rahmet ve tevâzû kanatlarını ger ve; «Rabbim! Onlar beni küçükken (merhametle) yetiştirdikleri gibi Sen de onlara merhamet eyle!» diyerek duâ et!” (el-İsrâ, 23-24) Anne babaya hizmette bulunmak, çok fazîletli bir amel-i sâlihtir. Bu fırsatı değerlendiremeyen kimseler, büyük bir kayıp içindedirler. Nitekim Peygamber Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mühim bir îkaz ve ihtar mâhiyetinde şöyle buyurmuştur: “Anne ve babasına veya onlardan sadece birine yaşlılık günlerinde yetişip de cennete giremeyen kimse perişan olsun, perişan olsun, perişan olsun!” (Müslim, Birr, 9, 10) Kendisine sayılamayacak kadar çok iyilik yapmış olan anne-babanın hakkına riâyet etmeyen bir kimsenin, diğer insanların haklarını gözetmesi elbette düşünülemez. Dolayısıyla annebabasına hayırlı bir evlât olamayan kişilerin, büyük bir ahlâkî zaaf taşıdıkları muhakkaktır. Ana-babanın duâsı makbûldür. Onların hayır duâlarını almaya gayret edilmeli, bedduâlarından da sakınılmalıdır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Makbûl olduğunda şüphe bulunmayan üç duâ vardır:


Babanın çocuğuna duâsı; misâfirin duâsı; mazlumun duâsı.” (Ebû Dâvûd, Vitr 29/1536; Tirmizî, Birr 7/1905, Deavât 47; İbn-i Mâce, Duâ 11) “Babanın oğluna duâsı, peygamberin ümmetine duâsı gibidir.” (Süyûtî, II, 12/4199) Annenin duâsı ise babanınkinden daha tesirlidir. Bu yüzden hadîs-i şerîfte zikredilme ihtiyâcı hissedilmemiştir. Bu durumda anne-babaya âsî olmanın büyük günahların başında yer alacağı husûsunda şüphe yoktur. Nüfey bin Hâris -radıyallâhu anh- şöyle rivâyet eder: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün: «–Büyük günahların en ağırını size haber vereyim mi?» diye üç defâ sordu. Biz de: «–Evet, yâ Rasûlallah!» dedik. Rasûl-i Ekrem Efendimiz: «–Allâh’a şirk koşmak, ana-babaya itaatsizlik etmek!» buyurduktan sonra, yaslandığı yerden doğrulup oturdu ve; «–İyi dinleyin, bir de yalan söylemek ve yalancı şâhitlik yapmak!» buyurdu.[159] Bu sözü o kadar çok tekrar etti ki, daha fazla üzülmesini istemediğimiz için, keşke sükût buyursalar da yorulmasalar, diye arzu ettik.” (Buhârî, Şehâdât 10, Edeb 6, İsti’zân 35, İstitâbe 1; Müslim, Îmân 143) Bâzı rivâyetlerde, kıyâmet gününde Allah Teâlâ’nın, anne ve babasına itaatsizlik eden kimselerin yüzlerine bakmayacağı haber verilmektedir.[160] Kişi, anne-babasına nasıl muâmele ederse evlâtlarından da aynı muâmeleyi görür. Peygamber Efendimiz: “…Babalarınıza iyilik edin ki, çocuklarınız da size iyilik etsinler…” (Hâkim, IV, 170/7258) buyurarak bu hakîkate işâret etmiştir. Ebeveynlerine karşı kötülük yapan ve kırıcı davrananların, sonradan kendi evlâtları tarafından aynı muâmeleye tâbî tutulduğu, çok sık rastlanan ibret manzaralarındandır. İnsanlar, gerek ana-babalarına gerekse diğer insanlara karşı muâmelelerinde İslâm’ın koyduğu edeb ve nezâket kâidelerine tâbî olurlarsa, son derece huzurlu ve gıpta edilmeye lâyık bir toplum meydana gelir. Nitekim Fransız müellif Brayer, Osmanlı toplumunda müşâhede ettiği fazîlet tablolarını, bâzı kıyaslar yaparak şöyle ifâde eder: “Osmanlı’da çocuklar, yetişip kemâl yaşına geldikleri zaman, anne ve babalarının yanında bulunmakla iftihâr ederler. Anne-babaları küçükken kendilerine nasıl şefkat gösterdilerse,


çocuklar da aynı şekilde mukâbele etmekle bahtiyâr olurlar. Oysa diğer memleketlerde çok defâ çocuklar olgunluk çağına girer girmez, ana ve babalarından ayrılırlar. Maddî menfaatleri husûsunda onlarla çekişe çekişe münâkaşa ederler. Hattâ bâzen kendileri refah içinde yaşadıkları hâlde onları sefâlete yakın bir hayat içinde bırakırlar. Kendilerine en çok ihtiyaçları olduğu bir devrede anne-babalarına karşı âdeta yabancılaşırlar.” Cenâb-ı Hak, cümlemizi ana-babasına itaat eden ve onları memnûn ederek huzûr-i ilâhîye varan bahtiyar kullarından eylesin… Âmîn!

Fazîlet Tabloları Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Bir şahıs, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek: «–Kendisine en iyi davranmam gereken kimdir?» diye sordu. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Annen!» buyurdu. O sahâbî: «–Ondan sonra kimdir?» diye sordu. Efendimiz: «–Annen!» buyurdu. Sahâbî tekrar: «–Ondan sonra kim gelir?» diye sordu. Allah Rasûlü yine: «–Annen!» buyurdu. Sahâbî tekrar: «–Sonra kim gelir?» diye sorunca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu sefer: «–Baban!» cevâbını verdi.” (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1) Diğer bir rivâyete göre o şahıs: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Kendisine en iyi davranılması gereken kimdir?” diye sordu. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Annen, sonra annen, daha sonra yine annen, sonra baban, sonra da sana en yakın olan akraban.” buyurdu. (Müslim, Birr, 2) { Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtu vesselâm-’a:


«–Allâh’ın en çok beğendiği amel hangisidir?» diye sordum. «–Vaktinde kılınan namazdır.» diye cevap verdi. «–Sonra hangi ibâdet gelir?» dedim. «–Anne ve babaya iyilik ve itaat etmek.» buyurdu. «–Daha sonra hangisi gelir?» diye sordum. «–Allah yolunda cihâd etmek.» buyurdu.” (Buhârî, Mevâkît 5, Cihâd 1; Müslim, Îmân 137139) { Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle nakleder: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bir kişi geldi. Yanında da yaşlı bir zât vardı. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Ey filân! Yanındaki kimdir?» diye sordu. O kişi: «–Babamdır.» cevâbını verdi. Bunun üzerine Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi şu îkazda bulundu: «–Onun önünde yürüme, ondan evvel oturma, onu ismiyle çağırma ve ona hakâret ettirme!»” (Heysemî, VIII, 137) Bir kimse başkasının babasına hakâret eder veya kötü davranırsa, o da aynıyla mukâbele edebileceğinden, böylece evlât, kendi babasına hakâret ettirmiş ve kötülük etmiş olur. { Bir sahâbî, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a: “–Hicret ve cihâd etmek üzere Sana bey’at ediyorum. Bunların sevâbını Allah’tan dilerim.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Anne ve babandan hayatta olan var mı?” diye sordu. O zât: “–Evet, her ikisi de hayatta.” dedi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Allah’tan sevap kazanmak istiyorsun değil mi?” diye sordu. Sahâbî: “–Evet.” deyince Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–(O hâlde) ana ve babanın yanına dön. Onlara iyi bak!” buyurdu. (Buhârî, Cihâd 138, Edeb 3; Müslim, Birr 6) {


Ashâb-ı kirâmdan bir zât, Yemen’den hicret ederek Medîne-i Münevvere’ye Efendimiz’in huzûruna gelmiş ve cihâda katılmak üzere O’ndan izin istemişti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile aralarında şöyle bir konuşma geçti: “–Yemen’de kimsen var mı?” “–Anam-babam var, yâ Rasûlallah!” “–Onlar sana izin verdiler mi?” “–Hayır, vermediler.” “–Haydi Yemen’e git; onlardan izin iste! İzin verirlerse gel, cihâd et! Vermezlerse, annenibabanı memnun etmeye çalış!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 31/2530) { Vaktiyle bir sahâbî, Allah Rasûlü’nün huzûruna geldi ve: “–Ana ve babamı geride ağlar durumda bıraktım ve hicret etmek üzere sana bey’at etmeye geldim.” dedi. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu zâta şu mânidâr cevâbı verdi: “–Hemen onların yanına dön! Onları ağlattığın gibi yüzlerini tekrar güldür!” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 31/2528; Nesâî, Bey`at, 10) Hicret ve nâfile cihâd için bile ana-babadan izin almak şart koşulduğuna göre, diğer işlerde onların iznini almak daha evlâdır.[161] { Peygamber Efendimiz birgün otururken sütbabası çıkageldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hürmeten elbisesinin bir kısmını yere serdi ve onu üzerine oturttu. Az sonra sütannesi geldi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onun için de elbisenin diğer tarafını serdi, o da elbisenin üzerine oturdu. Biraz sonra süt-oğlan kardeşi geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için de ayağa kalktı ve onu da önüne oturttu.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 119120/5145) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, süt akrabâlarının hatırı için Huneyn’de alınan esirlerden kendi hissesine düşenleri serbest bırakmış, ashâb-ı kirâm da aynı fazîletten nasîb alabilmek için gönül rızâsı ile: “–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Rasûlü’ne hibe eyledik!” demişlerdir.[162] Böylece o gün altı bin esir, dünyevî hiçbir karşılık alınmadan serbest bırakılmıştır. { Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esmâ -radıyallâhu anhümâ- şöyle anlatır:


İslâm’a girmemiş olan annem, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında yanıma gelmişti. Allah Rasûlü’nün fikrini öğrenmek için: “–Annem, beni özleyip gelmiş. Ona ikramda bulunabilir miyim?” diye sordum. Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm-: “–Evet, annene iyi davran!” buyurdu. (Buhârî, Hibe 29, Edeb 8; Müslim, Zekât 50) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mübârek hayâtı, akrabâlarına ve diğer insanlara karşı nice vefâkârlık numûneleriyle doludur: Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın annesi Fâtıma bint-i Esed -radıyallâhu anhâ-, gençlik yıllarında Hazret-i Peygamber’e öz annesiymiş gibi hizmet etmişti. Bu sâlihâ kadın vefât ettiği zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenâzenin yanına gelmiş, başucuna oturmuş ve onun fedâkârâne hizmetine Hak katında şâhitlik ederek şöyle buyurmuştur: “Ey annem! Allah sana rahmet eylesin. Sen, benim öz annemden sonra annemdin. Kendin aç kalır beni doyururdun, kendin giymez beni giydirirdin, kendini güzel yiyeceklerden mahrum bırakarak bana yedirirdin ve bunları yaparken Allâh’ın rızâsını ve âhiret yurdunu arzu ederdin.” Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cenâzenin üç kere yıkanmasını emir buyurdu. Sıra, içinde kâfûr denilen güzel kokunun bulunduğu suya gelince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu suyu onun üzerine kendi eliyle döktü. Sonra kendi gömleğini çıkarıp ona giydirdi. Cenâze bu gömlek üzerinden kefenlendi. Kabir açılıp sıra cenâzenin konulacağı lahdin (yâni mezarın dip kenarındaki oyuğun) hazırlanmasına gelince, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu bizzat kendisi kazdı ve toprağını kendi elleriyle çıkardı. Bu işi bitirdikten sonra orada bir müddet yan üstü uzandı ve şöyle buyurdu: “Dirilten ve öldüren, Allah’tır. O, hiç ölmeyen diridir. (Ey Allâh’ım!) Annem Fâtıma bint-i Esed’e mağfiret eyle! Ona hüccetini (kelime-i tevhîd’i) telkin eyle ve girdiği yeri (kabrini) ona genişlet. Peygamber’inin ve benden önceki peygamberlerinin hakkı için (duâmı kabûl eyle). Şüphe yok ki Sen, merhametlilerin en merhametlisisin…” Sonra Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâze için dört tekbir getirdi, ardından da Hazret-i Abbâs ve Ebû Bekir -radıyallâhu anhümâ- ile birlikte bizzat kendisi cenâzeyi kabre koydular.” (Taberânî, Kebîr, XXIV, 351-2; Ya’kûbî, II, 14; İbn-i Abdilber, IV, 1891) { Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır: Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:


“Uyumuştum, kendimi cennette gördüm. Bir kimsenin sesini işittim, Kur’ân okuyordu. «–Bu kimdir?» diye sordum. «–Bu, Hârise bin Nûmân’dır.» dediler.” Bunu anlatan Efendimiz, sözlerine şöyle devâm etti: “–İyilik işte böyle olur, iyilik işte böyle olur!” Rivâyetin sonunda, Hârise -radıyallâhu anh-’ı bu mertebeye yükselten meziyetinin, annesine çok iyi davranması olduğu beyân edilerek, “O, annesine karşı en iyi davranan bir sahâbî idi.” denilmektedir. (Ahmed, VI, 151-152; Hâkim, IV, 167) { İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatır: Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-’ın annesi vefât etmişti. O, Peygamber Efendimiz’e gelerek: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Yanında bulunmadığım bir sırada annem vefât etti. Onun adına sadaka versem kendisine bir faydası dokunur mu?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Evet.” buyurunca, Sa’d -radıyallâhu anh-: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz de şâhid olunuz ki meyve bahçemi annem adına tasadduk ediyorum.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 15) { Mâlik bin Rebîa -radıyallâhu anh- şöyle der: Birgün biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda otururken Selimeoğulları’ndan bir adam çıkageldi ve: “–Yâ Rasûlallah! Anamla babam öldükten sonra onlara yapabileceğim bir iyilik var mı?” diye sordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Evet, onlara duâ ve istiğfarda bulunursun, vasiyetlerini yerine getirirsin, akrabâsını koruyup gözetirsin, dostlarına da ikramda bulunursun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 119-120/5142; İbn-i Mâce, Edeb, 2) { Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- Zülhuleyfe’de otururdu. Annesi bir evde kendisi de başka bir evde ikâmet ederdi. Evinden çıkıp gideceği zaman annesinin kapısında durup şöyle seslenirdi: “–Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi üzerine olsun ey anneciğim!” Annesi:


“–Allâh’ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin de üzerine olsun yavrum!” karşılığını verirdi. Sonra Ebû Hüreyre: “–Beni küçükken şefkatle büyütüp yetiştirdiğin gibi Allah da sana merhamet eylesin!” derdi. Annesi de: “–Bana yaşlılığımda iyilik ve ihsanda bulunduğun gibi Allah da sana merhamet eylesin, seni hayırla mükâfatlandırsın ve senden râzı olsun!” cevâbını verirdi. Ebû Hüreyre evine döndüğü zaman da aynı şeyleri yapardı. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 12, 14) { Abdullah bin Dînâr der ki: Bir defâsında İbn-i Ömer -radıyallâhu anh-, Mekke’ye gitmek üzere yola çıktı. Deveye binmekten usandığı zaman bindiği bir merkebiyle, başına sardığı bir de sarığı vardı. Birgün İbn-i Ömer merkebin üzerinde iken bir bedevîye rastladı. Ona: “–Sen falan oğlu falan değil misin?” diye sordu. O şahıs: “–Evet.” deyince merkebi ona verdi ve: “–Buna bin!” dedi. Sarığını da ona uzatarak; “–Bunu da başına sar!” dedi. Arkadaşlarından biri İbn-i Ömer’e: “–Allah seni affetsin. Merkebini ve başına sardığın sarığı şu bedevîye boşuna verdin!” deyince İbn-i Ömer şunları söyledi: “–Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i; «İyiliklerin en değerlisi, insanın babası öldükten sonra, baba dostunun âilesini kollayıp gözetmesidir.» buyururken işittim. Bu adamın babası, babam Hazret-i Ömer’in dostuydu.” (Müslim, Birr, 11-13; Ebû Dâvûd, Edeb, 120; Tirmizî, Birr, 5) { Büyük velî İmâm-ı Âzam -rahmetullâhi aleyh-, Bağdad zindanlarında zulmün acı kırbaçları altında inlerken: “–Aman bu hâlimi anneciğim duymasın; mahvolur! Ben onun üzülmesine dayanamam!..” diyerek anne muhabbetinin müşahhas bir misâlini vermiştir. {


Mâneviyat yolunun büyüklerinden ve yüce mürşidlerimizden Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin bir vasiyet niteliğindeki şu nasihati, yüksek bir İslâm ahlâkını gözler önüne sermektedir. Hazret-i Pîr buyuruyor ki: “Bizim kabrimizi ziyârete gelenler, önce vâlidemizin kabrini ziyâret etsinler!” Nitekim bugün, Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’nin kabrini ziyârete gidenler, önce annesinin kabrini ziyâret etmektedirler. Abdurrahman Câmî -kuddise sirruh- da anne muhabbetiyle alâkalı olarak: “Ben annemi nasıl sevmem ki; o beni bir müddet cisminde, uzun bir zaman kucağında, ölünceye kadar da kalbinin şefkat köşesinde taşımıştır. Ona hürmetsizlik göstermekten daha kötü bir şey bilmiyorum!..” demiştir. { Velhâsıl, insan üzerindeki anne-baba hakkı, ölçüye gelmeyecek derecede büyük ve ehemmiyetlidir. Îmandan sonra yapılacak en mühim iş, anne-babanın hizmetini görerek onları memnûn etmektir. Şirk koşmayı ve günah işlemeyi emretmedikleri müddetçe onlara itaat edip isyânkâr olmamaktır. Cennetin yolu, anne-babanın rızâsından geçer. Cenâb-ı Hak cenneti sâliha annelerin ayakları altına sermiş, babayı da cennetin orta kapısı kılmıştır. Artık dileyen onları memnûn etsin, dileyen de kırıp incitsin!.. b. Âile Hakkı

b. Âile Hakkı İnsan, fıtratı îcâbı bir âile kurmaya ve o âile içinde yaşamaya muhtaçtır. Bunun hâricindeki bir hayat, insana huzur ve saâdet vermekten uzaktır. Lâkin âile yuvasının huzur ve saâdet bahşetmesi için de, âile efrâdının, üzerlerine düşen hak ve vazifeleri bilmeleri ve bunlara riâyet etmeleri zarûrîdir. İnsana en yakın kimseler âile fertleri olduğundan, en büyük mes’ûliyet ve haklar da yine onlara âittir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “…Akrabâlar da Allâh’ın hükmüne göre birbirlerine, diğer mü’minlerden ve Muhâcirler’den daha yakındır…” (el-Ahzâb, 6) Babanın, annenin ve çocukların birbirleri üzerinde hakları vardır. Baba, hanımını ve çocuklarını en güzel şekilde terbiye edip ihtiyaçlarını helâlinden temin ederek onları âhirete hazırlamalıdır.


Anne, kocasına karşı vazifelerinde hassas davranmalı, evine ve çocuklarına sâhip çıkmalıdır. “Yuvayı kuran dişi kuştur.” darb-ı meselince, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı ve her hususta büyük bir dirâyetle hareket etmelidir. Anne-baba, çocuklarına karşı adâletli davranmalı, ayrımcılık yapmamalıdır. Çocuklar da anne babalarına karşı son derece hürmet ve muhabbet hisleriyle dolu olmalı, onlara itaat ederek her türlü hizmetlerine koşmalıdırlar. Âile içinde yapılacak en mühim iş, âile fertlerine İslâmî bir terbiye vermek ve onların ebedî saâdeti kazanmaları için çalışmaktır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Âilene namazı emret! Kendin de ona sabırla devâm et!..” (Tâhâ, 132) “Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6) Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde müfessirler, âile fertlerinin ve bilhassa çocukların gözetilip korunmasından ve dînî terbiyesinden, daha ziyâde babanın mes’ûl olduğunu ifâde ederler.[163] Dînî ve uhrevî haklardan sonra dünyevî ihtiyaçlar gelir. Muâviye bin Hayde -radıyallâhu anhşöyle anlatır: “–Yâ Rasûlallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir?” diye sordum. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse bu işi sâdece evde yapmaktır.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 40-41; İbn-i Mâce, Nikâh, 3) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âilesinin rızkını temin için lüzûmu kadar çalışmış, bu yolda gösterilen gayretlerin de ibâdet ve infak yerine geçeceğini beyân etmiştir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Allah yolunda sarf ettiğin, köle âzâd etmek için harcadığın, fakire sadaka olarak verdiğin ve bir de âile fertlerinin ihtiyaçları için harcadığın para var ya! İşte bunların içinde sana en çok sevap kazandıracak olanı, âilen için harcadığındır.” (Müslim, Zekât, 39) Bu müjde, Rabbimizin mü’minlere olan büyük bir ihsânı ve lutfudur. Cenâb-ı Hak, kullarını helâlinden kazanmaya sevk etmektedir. Kişi, âilesinin maîşetini helâlinden temine çalışırken, hem kimseye muhtaç olmayacağını hem de sevap kazanarak âhirete hazırlık yaptığını düşünerek rahatlar ve huzur bulur. Âile fertleri, fıtratlarına ve durumlarına göre vazife taksiminde bulunmalıdırlar. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âile içinde iş bölümü yaparken kızı Hazret-i Fâtıma’ya ev işlerini, damadı Hazret-i Ali’ye de dışarıda görülecek işleri tavsiye etmiştir.[164]


Babanın temin edeceği mesken; ister kira, ister mülkiyet şeklinde olsun, âile fertlerini rahatça barındırabilecek genişlikte ve mümkün olduğu kadar iyi bir muhitte ve güzel komşular arasında olmalıdır. Yine baba, giyim husûsunda kendisine, hanımına ve çocuklarına kışlık ve yazlık olmak üzere en az iki elbise temin etmek mecbûriyetindedir. Cuma günleri, bayram ve düğün merâsimleri gibi sevinçli günlerde giyilmek üzere ayrı elbise yaptırmak da meşrû ve mübahtır, yâni günah değildir. Evin reisi, hanımından habersiz uzun yolculuklara çıkmamalıdır. Yine eve, habersiz ve kim olduğunu bilmediği yabancı misâfirler getirmemelidir. Hanımından, meşrû ölçülerin dışında nâmahremlerin karşısına çıkmasını ve onlara hizmet etmesini istememelidir. Âilesini mümkün mertebe karışık ortamlardan uzak tutmalıdır. Babanın, âile fertlerine karşı güzel ahlâk sâhibi olması ve hüsn-i muâmelede bulunması da, başta gelen vazifelerindendir. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Sizin en hayırlınız, âile fertlerine karşı hayırlı olandır. Âilesine en hayırlı olanınız ise benim.” (Tirmizî, Menâkıb, 63/3895; İbn-i Mâce, Nikâh, 50) “Bir mü’min, hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ‘, 61) Âile hayâtında muhabbet, şefkat ve merhamet hisleri önde olmalıdır. Ev hayâtında akıllarını, kalplerinin önünde tutan kişiler, kuru bir beraberlikten başka bir şey elde edemezler. Böylelerinin evleri “âile yuvası” olmaktan çıkıp sırf duvarlarla ihâta edilen bir “mesken” hâline gelir. Âile içinde affedici ve uysal olmalıdır. Kişi, kızgınlıkla herhangi bir yemin edip de sonra onun hayır olmadığını anladığında, hemen bundan vazgeçip yeminine keffâret vermelidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “…Ben, Allah diler de, «Vallâhi» diye bir hususta yemin ederim, sonra ondan daha hayırlısını görür, yeminimin keffâretini verip daha hayırlı olanı yaparım.” (Buhârî, Eymân 1, Keffârât 10; Müslim, Eymân 7) Böyle davranmayarak, kişinin âilesi hakkında hayırlı olmayan bir yemini ısrarla sürdürmesi, onu Allah katında, keffâret vererek de olsa yemîninden dönmesinden daha günahkâr yapar.[165] Âile içinde hanımın takvâ ve istikâmeti; kocasını, çocuklarını, akrabâlarını ve hattâ komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mâhiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir. Fahr-i Kâinât Efendimiz ne güzel buyurur:


“Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhâfaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kocalarının hakkını îfâ eden kadınlara şu müjdeyi vermiştir: “Kocası kendisinden memnun olduğu hâlde ölen kadın cennete girer.” (Tirmizî, Radâ`, 10/1161; İbn-i Mâce, Nikâh, 4) Akıllı bir hanım, kocasının huyunu, alışkanlıklarını ve kendinden beklediği davranışları kısa zamanda kavrar. Evinin ve kendisinin temiz ve düzenli olmasına dikkat eder. Kocasını devamlı güler yüzle karşılar. Sabah giderken duâlarla uğurlar. “Kazancın az da olsa helâlinden olsun, helâl olarak ne getirirsen ben râzıyım!” diye îkazda bulunur. Yemeğini zamanında hazırlar. Kocasının sevip hoşlandığı şeyleri yapmaya gayret eder. Kanaatkâr ve tutumlu olur. Evlâtların da anne-baba üzerinde hakları vardır. İbn-i Ömer’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ (Kur’ân-ı Kerîm’de) bâzı kullarını «Ebrâr» diye isimlendirmiştir. Çünkü onlar hem baba ve annelerine hem de çocuklarına iyilik ve ihsanda bulunmuşlardır. Anne-babanın senin üzerinde hakları olduğu gibi, aynı şekilde çocuğunun da senin üzerinde hakkı vardır.” (Heysemî, VIII, 268) Cenâb-ı Hak, âileye bir yavru lutfettiğinde, sağ kulağına ezan, sol kulağına da kâmet okuyarak ona güzel bir isim vermek, anne-babanın başta gelen vazifesidir.[166] Durumu müsâit olanlar, doğumdan bir hafta sonra Allâh’a şükür için Akîka kurbanı kesmeli, çocuğu tıraş ederek saçlarının ağırlığınca gümüşü fakirlere infâk etmelidir.[167] Âiledeki çocuklar, Kur’ân’ın bereket ve feyiz dolu ikliminden, bilhassa peygamberlere âit kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr olarak yetişmelidir. Anne-babaları onlara, her şeyden evvel zarûrî olan dînî bilgileri öğretmelidir. Daha sonra da tercih edecekleri meslekle alâkalı İslâmî hükümleri öğrenmelerine yardımcı olmalıdır. Âile fertleri, nefsin, şeytanın ve hâriçteki kötü niyetli kimselerin hîle ve desîselerine karşı Allâh’a sığınarak müteyakkız olmalıdırlar. Çünkü bunlar, en mukaddes bir müessese olan âile yuvasını yıkmak için ellerinden geleni yaparlar. Âileyi yıktıklarında umûmî ahlâkı ve dîni de yıkabileceklerini çok iyi bilirler. Bu husûsun ehemmiyetini gösteren şu hadîs-i şerîf ne kadar câlib-i dikkattir: “İblis’in arşı denizdedir. Avenesini insanları azdırmak ve saptırmak için yeryüzüne salar. Onun katında en büyük ve en kıymetli olanı, insanları en çok azdıranıdır. Onlardan biri gelip; «–Bugün ben şöyle şöyle yaptım.» der. Bunun üzerine iblis ona; «–Hiçbir şey yapmamışsın!» der. Sonra diğer biri gelip; «–Ben (zaafını yakaladığım) kişinin yakasını bırakmadım, tâ hanımından onu ayırıncaya kadar ardından gittim.» der. Buna çok sevinen iblis onu kendine


yaklaştırır ve yanından ayırmaz, üstelik ona; «–Sen ne güzelsin!» diye iltifat eder.” (Müslim, Münâfıkîn, 66) Mü’minler, nefse ve şeytana fırsat vermeden huzurlu âile yuvalarını ayakta tutmaya ve sayılarını artırmaya çalışmalıdırlar. Âilelerinin haklarını güzelce îfâ etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu haklar îfâ edilmediğinde, kıyâmette acıklı bir azâba dûçâr olunacağı muhakkaktır. O günkü hesâbın şiddetinden, herkes birbirinden kaçmak ister, ancak nâfile!.. Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyurur: “Kıyâmet günü kişi kardeşinden, anasından, babasından, hanım ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 34-37) O gün insanlar yakınlarından, hak talebinde bulunmasınlar diye kaçmak isteyeceklerdir. Dünyada Allah Teâlâ’nın rızâsı istikâmetinde yaşayanların yüzleri sevinçten parlarken, vazifelerini ihmâl edenlerin yüzü de korku, hüzün ve pişmanlıktan simsiyah kesilecektir. Cenâb-ı Hak bizleri, üzerindeki bütün hakları tam olarak îfâ ederek huzûruna yüzakıyla çıkabilen bahtiyar kullarından eylesin… Âmîn! Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âile efrâdını muhabbet ve merhametle terbiye etmiş, mânevî dünyalarını zenginleştirerek onları âhirete hazırlamıştır. Bunun yanında dünyevî geçimlerini de ihmâl etmemiştir. Peygamber Efendimiz, ganimet olarak elde edilen Nadîroğulları hurmalığının mahsulünü satar ve âilesinin bir senelik nafakasını ayırırdı. Kalan kısmını da Beytülmâl’e devrederdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âdetine hayâtı boyunca devâm etmiştir. (Buhârî, Nafakât, 3; Müslim, Cihâd, 49) Fahr-i Kâinât Efendimiz, âilesinin geçimi için develer edinmişti. Bu deve sürüsü Uhud ve Cemmâ otlaklarında gün aşırı otlatılır, eve gelen sürüler sağılıp sütleri akşam yemeği olarak misafirlere ikrâm edilir, kalan süt ile ertesi sabah sağılan süt Rasûlullah Efendimiz’in hanımlarına paylaştırılırdı. Ayrıca Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in her hanımına farklı isimlerle anılan birer deve tahsis ettiğini, Allah Rasûlü’nün de herkesinkinden daha fazla süt veren ayrı bir devesi bulunduğunu bildirmiş, geçimlerinin büyük bir kısmının develerden ve davarlardan olduğunu söylemiştir. (İbn-i Sa’d, I, 494-496) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her bir hanımı için mescide bitişik mütevâzı birer oda yapmış, böylece onların mesken ihtiyacını da karşılamıştır. Vefâtından sonra maîşetlerini temin etmek için de Hayber’in gelirinin kendi hissesine düşen kısmından her bir hanımına 80 vesk[168] hurma ve 20 vesk buğday tahsis etmiştir. (İbn-i Sa’d, VIII, 56, 69, 127) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:


“…Zevcelerimin geçimi ve âmilimin maaşı dışında, geride bıraktığım mallar, sadaka (vakıf)tır.”[169] buyurmuştur. Yâni kendine âit arâzilerin bir kısmından hanımlarının senelik nafakasını ayırıp diğer gelirleri, devletin ve halkın ihtiyaçlarına bırakmıştır.[170] { Fahr-i Kâinât Efendimiz, âilesinin lüzumlu bilgileri öğrenmesini de temin etmiştir. Şifâ bint-i Abdullah -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: Ben Hafsa’nın yanındayken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi ve bana: “–Buna yazıyı öğrettiğin gibi nemle tedâvisini[171] de öğretir misin?” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tıb, 18/3887) { Osman bin Maz’un -radıyallâhu anh-’ın hanımı Havle bint-i Hakîm, güzel giyinen bir kadındı. Birgün pejmürde bir kıyafetle Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanına geldi. Muhtereme vâlidemiz: “–Bu hâlin ne?!” diye sorduğunda: “–Kocam geceleri namaz kılıyor, gündüzleri de oruç tutuyor.” dedi. O esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içeri girdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâdurumu kendisine anlattı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âilesinin üzerindeki mes’ûliyetini hatırlatma sadedinde Osman bin Maz’un’a şöyle buyurdu: “–Osman! Bize ruhbanlık emredilmemiştir. Bende senin için üsve(-i hasene: güzel bir misâl) yok mu? Vallâhi sizin içinizde Allah’tan en çok korkan ve O’nun hudutlarına en fazla riâyet eden benim.” (Ahmed, VI, 226; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 291) { Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde bizleri şöyle îkâz etmiştir: “Kişinin, geçimini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri ihmâl etmesi, ona günah olarak yeter.” (Müslim, Zekât, 40; Ebû Dâvûd, Zekât, 45) Sahâbe-i kirâm, bâzı zamanlarda mânevî bir heyecâna gelir ve mallarının tamamını infâk etmek isterlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlardan yalnız Ebû Bekir Efendimiz’in infâkını tamamıyla kabûl ederdi. Diğerlerinden ise kiminin malının yarısını, kiminin de üçte birini infâk etmesine müsâade eder, ümmetine âilelerini muhtaç durumda bırakmamalarını tavsiye ederdi. {


Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle der: “Benim dilimde, âile efrâdıma karşı bir ölçüsüzlük vardı. Fakat bu durum başkalarına karşı olmazdı. Hâlimi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e arz ettim. Bana: «–İstiğfar bakımından ne hâldesin? Bu kusurunun bağışlanması için günde yetmiş kere istiğfâr et!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Edeb, 57) { Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âzatlısı Râfi şöyle der: “Peygamber Efendimiz’e: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim çocuklar üzerinde hakkımız olduğu gibi onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır?» diye sordum. Şöyle buyurdu: «–Çocuğun baba üzerindeki hakkı, ona yazı yazmayı, yüzmeyi, atıcılığı öğretmesi ve ona helâlden başka rızık yedirmemesidir.»” (Beyhakî, Şuab, VI, 401; Ali el-Müttakî, XVI, 443) Yâni babanın, maddî olarak günün şartlarına göre çocuğunu istikbâle hazırlaması, mânen de rûhâniyetini zedelememek için helâl gıdâ ile beslemesi gerekir. Bu mevzûdaki diğer bâzı hadîs-i şerîfler de şöyledir: “Çocuğun baba üzerindeki hakkı, ona güzel bir isim koyması, zamanı gelince evlendirmesi ve ona yazı yazmayı öğretmesidir.” (Ali el-Müttakî, XVI, 417) “…Hayatta ona saygın bir yer kazandırması ve ona güzel bir terbiye vermesidir.” (Beyhakî, Şuab, VI, 401-402) “Erkek çocuklarınıza yüzmeyi ve ok atmayı, kız çocuklarınıza da ip eğirmeyi öğretiniz.” (Süyûtî, II, 52) { Ahzâb Sûresi’nden; “Ey Peygamber’in hanımları, sizler, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamâa düşer. Güzel, dosdoğru söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Eski câhiliye döneminde olduğu gibi süslenerek (dışarı) çıkmayın! Namaz kılın, zekât verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33) âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- altı aya yakın bir müddet sabah namazına çıkarken Hazret-i Fâtıma’nın kapısına uğrar, günlük işlerin getirdiği yorgunluğu düşünerek, her ihtimâle karşı onları uyarmak ister ve:


“–Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt! «Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.»” buyururdu. (Tirmizî, Tefsîr, 33/3206) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bâzı geceler de Hazret-i Ali ile Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-’nın kapısını çalıp: “–Namaz kılmayacak mısınız?” buyururdu. (Buhârî, Teheccüd, 5) { Zeyd bin Eslem -radıyallâhu anh- şöyle der: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6) âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda ashâb-ı kirâm: “–Yâ Rasûlallah! Kendimizi koruyabiliriz, ya ehlimizi nasıl koruyacağız?” diye sordular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi: “–Onlara Allâh’a kul olmayı, tâat ve ibâdeti emredersiniz. Allâh’a isyân etmekten ve günah işlemekten de nehyedersiniz, işte bu onları korumak demektir.” (Âlûsî, XXVIII, 156) { Vehb bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle der: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Selmân ile Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anhümâ-’yı kardeş yapmıştı. Bu sebeple Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı ziyâret ederdi. Bir ziyâret esnâsında onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona: “–Bu hâlin ne?” diye sorunca, kadın: “–Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez.” dedi. O esnâda Ebu’dDerdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikrâm edip: “–Buyrun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selmân: “–Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân ona: “–Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu. Bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine: “–Uyu!” diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selmân: “–Şimdi kalk!” dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selmân, Ebu’d-Derdâ’ya şöyle dedi:


“–Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, âilenin hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver.” Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gidip olup biteni anlattı. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Selmân doğru söylemiş.” buyurdu. (Buhârî, Savm 51, Edeb 86) { Hâsılı, insan herkesten önce âilesine karşı mes’ûldür. Onların kendisine Allah tarafından verilen bir emânet olduğunu bilmeli, haklarını elinden geldiğince îfâ etmeye çalışmalıdır. Zîrâ bu yöndeki gayretler, hem Rabbimizi râzı eder hem de huzurlu bir hayat yaşamamıza vesîle olur. Bu hususta ihmalkâr davranmak ise kişiyi hem dünyada hem de âhirette zor durumda bırakır. c. Sıla-i Rahim (Akrabâ Hakkı) Kişinin akrabâ ve yakınlarıyla alâkasını devâm ettirmesi, onları koruyup gözetmesi, yâni sıla-i rahimde bulunması, dînimizin çok ehemmiyet verdiği esaslardan biridir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, akrabâları birbirlerine mîrasçı kılmış, birtakım haklar ve vazifelerle aralarındaki bağları kuvvetlendirmiştir. Akrabâ çevresi, insanı maddî ve mânevî kötülüklerden muhafaza ettiği gibi muhtelif hayır ve sâlih amellerin işlenmesinde de yardımcı olur. Peygamberler, tebliğlerine akrabâlarından başlamışlardır. Yine onlar, akrabâlarının desteğiyle tebliğ vazifelerine devâm etmişlerdir.[172] Meselâ Şuayb -aleyhisselâm-’ın azgın kavmi kendisine: “…Eğer kabîlen olmasaydı mutlaka seni taşlayarak öldürürdük…” (Hûd, 91) demişlerdi. Dolayısıyla müslüman, dînî ve dünyevî hususlarda yakınlarına faydalı olmak ve hayırlı işlerde onlardan istifâde edebilmek için akrabâlık bağlarını devâm ettirmeli ve “sıla-i rahim” vazifesini hiçbir zaman ihmâl etmemelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “…Akrabâlık haklarına riâyetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ, 1) “…Anaya, babaya, akrabâya… iyi davranın…” (en-Nisâ, 36) Cenâb-ı Hak, “rahim” diye adlandırılan akrabâlık bağına, Rahmân ve Rahîm esmâ-yı ilâhiyyesinden türeyen bir isim vermiş ve: “…Ona riâyet edene Ben de iyilik ve ihsanda bulunurum. Onu koparanı da lutuf ve merhametimden mahrum bırakırım.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Zekât, 45/1694)


Demek ki akrabâlarla münâsebetler, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatının bir tecellîsi olarak merhamet ve şefkat temelleri üzerinde binâ edilmelidir. Şu hadîs-i şerîf bu hususta mühim bir ölçü tâlim etmektedir: “Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabâyı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45; Tirmizî, Birr, 10) Bir sahâbî, fazîletli amellerin ne olduğunu sorduğunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisiyle alâkayı kesen akrabâlarıyla görüşmeye devâm etmenin, pek kıymetli davranışlardan biri olduğunu beyân etmiştir. (Ahmed, IV, 148, 158) Diğer taraftan, sıla-i rahimde bulunmak, doğrudan îmanla alâkalı bir hâdisedir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “…Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, akrabâsına iyilik etsin!..” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 85; Müslim, Îmân, 74, 75) Allah Teâlâ, güzel bir âkıbetle müjdelediği kullarının vasıflarını be*yân ederken şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki, Allâh’ın riâyet edilmesini emrettiği şeye riâyet ederler (sıla-i rahimde bulunurlar), Rablerinden korkarlar ve (bilhassa) hesâbın kötü olmasından endişe ederler.” (er-Ra’d, 21) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, amcası Hazret-i Abbâs’ı medhederken: “Bu Abbâs bin Abdülmuttalib, Kureyş’in en cömerdi ve akrabâlık bağlarına en çok riâyet edenidir.” buyurmuştur. (Ahmed, I, 185; Hâkim, III, 371) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyilikte bulunmada gözetilmesi gereken sırayı şöyle beyân etmiştir: “Harcamaya kendinden başla. Artanı çoluk-çocuğuna sarf et. Âilenden bir şey artarsa, bunu da yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da sağındaki solundaki komşulara ver!” (Bkz. Nesâî, Zekât 60, Büyû 84; Müslim, Zekât 41) Akrabâya yapılan infak için, hem sadaka hem de akrabâyı koruyup gözetme sevâbı vardır. (Tirmizî, Zekât, 26) Sıla-i rahimin birtakım zorlukları da olabilir. Lâkin ona va’dedilen mükâfat, daha fazla ve daha büyüktür. Fahr-i Kâinât Efendimiz, akrabâ ile ilgilenmenin mükâfatlarından bir kısmını şöyle haber vermiştir: “Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabâsını kollayıp gözetsin!” (Buhârî, Edeb 12, Büyû` 13; Müslim, Birr 20, 21; Ebû Dâvûd, Zekât 45)


Bundan daha güzeli de, sıla-i rahimin insanı Allah Teâlâ’nın muhabbetine eriştirmesidir. Bir kudsî hadîste Allah Teâlâ şöyle buyurur: “…Akrabâ ve dostlarıyla irtibâtını kesmeyenlere ve Ben’im için ziyâretleşenlere Ben’im de muhabbetim hak olmuştur.” (Ahmed, V, 229) Bunun aksine, akrabâlarıyla bağını keserek onlarla ilgilenmeyen kişiler için de pek çok ilâhî îkaz ve tehditler vârid olmuştur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Onlar, Allâh’a söz verdikten sonra verdikleri sözü bozarlar, Allâh’ın gözetilmesini emrettiği kimselerle alâkayı keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar, lânete uğramışlardır; cehennem de onlar içindir.” (er-Ra’d, 25) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ varlıkları yaratma işini tamamlayınca, akrabâlık bağı (rahim) ayağa kalkarak: «–(Huzûrunda) bu duruş, akrabâlık bağını koparan kimseden Sana sığınanın duruşudur.» dedi. Allah Teâlâ: «–Pekâlâ, seni koruyup gözeteni gözetmeme, seninle alâkasını kesenden rahmetimi kesmeme râzı değil misin?» diye sordu. Akrabâlık bağı: «–Evet, râzıyım.» dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «–Sana bu hak verilmiştir.» buyurdu.” Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları anlattıktan sonra: “–İsterseniz (bunu tasdik eden) şu âyeti okuyunuz!” buyurdu: “(Ey münâfıklar!) Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabâlarla alâkanızı kesersiniz, değil mi? İşte Allâh’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed, 22-23) (Buhârî, Tefsîru Sûre 47, Edeb 13, Tevhîd 35; Müslim, Birr 16) Yine bu mevzûda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulmetmek ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, Kıyâme, 57; İbn-i Mâce, Zühd, 23) “Her cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allâh’a arz olunur. Fakat akrabâsıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.” (Ahmed, II, 484)


“Yeryüzünde bir müslüman, Allah’tan bir şey dilerse, günah bir şeyi istemediği veya akrabâsı ile alâkasını kesmeyi arzu etmediği müddetçe Allah onun dileğini mutlaka yerine getirir veya ona vereceği şey kadar bir kötülüğü kendisinden uzaklaştırır.” (Tirmizî, Deavât, 115/3573; Ahmed, III, 18) “Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18, 19) Bu âyet ve hadisler, sıla-i rahimin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Hattâ bu husus o kadar mühimdir ki, akrabâlar müslüman olmasalar bile, onlarla aramızda belli bir hukuk mevcuttur. Nitekim âyet-i kerîmede müslüman olmayan anne-babaya dahî iyilik yapılması ve dünyada onlarla iyi geçinilmesi emredilmektedir.[173] Fazîlet Tabloları Nübüvvetten önce, Peygamber Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib’in maddî durumu zayıf, âile efrâdı ise hayli kalabalıktı. Bu sebeple sıkıntı içindeydi. Peygamber Efendimiz, diğer amcası Hazret-i Abbâs’a gidip: “–Amcacığım! Biliyorsun ki kardeşin Ebû Tâlib’in âilesi çok kalabalık. İnsanlar kıtlık ve açlığa mâruz kalmış, kıvranıp duruyorlar. Haydi, Ebû Tâlib’in yanına gidelim ve kendisiyle konuşalım. Oğullarından birini ben yanıma alayım, birini de sen al! Böylece onun yükünü biraz hafifletmiş oluruz!” dedi. Abbâs -radıyallâhu anh- bu âlicenap teklifi kabûl etti ve berâberce Ebû Tâlib’in yanına vardılar. O: “–Akîl’i bana bırakınız, diğerlerinden istediğinizi alabilirsiniz!” dedi. Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Ali’yi, amcası Abbâs da Câfer’i aldı. Efendimiz’e peygamberlik lutfedilinceye kadar Hazret-i Ali, O’nun yanında yetişti. (İbn-i Hişâm, I, 264) { Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle der: “Yakın akrabâlarını uyar!” (eş-Şuarâ, 214) âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kureyş Kabîlesi’ni dâvet etti. Onlar da Efendimiz’in yanına gelip toplandılar. Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- kimine umûmî, kimine de husûsî olarak şöyle hitâb etti: “Ey Abdüşemsoğulları! Ey Kâ’b bin Lüey oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdümenâfoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Hâşimoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdülmuttaliboğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız!


Ey Fâtıma! Kendini cehennemden kurtar! Çünkü sizi Allâh’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez. Ama aramızdaki akrabâlık bağı sebebiyle sizinle alâkamı kesmeyeceğim.” (Müslim, Îmân, 348, 351; Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Tirmizî, Tefsîr, 27/2) { Amr bin Abese -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Ben câhiliye devrindeyken, halkın sapıklık üzere bulunduğunu ve doğru bir yolda olmadığını biliyordum. Çünkü onlar putlara tapıyorlardı. Derken Mekke’de bir kişinin önemli haberler verdiğini duydum. Bineğime atlayıp derhal o zâta gittim. Bir de baktım, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- gizlenmiş ve Mekkeliler O’nun aleyhinde cür’etkâr bir vaziyetteler. O’nunla görüşmenin yolunu aradım, Mekke’de kendisine ulaştım ve: «–Sen kimsin, ne yaparsın?» dedim. «–Ben peygamberim.» cevâbını verdi. «–Peygamber ne demek?» dedim. «–Beni Allah gönderdi.» dedi. «–Ne ile gönderdi?» dedim. «–O, beni, hısım ve akrabânın gözetilmesi, putların kırılması, Allâh’ın bir bilinmesi ve O’na hiçbir şeyin ortak koşulmaması vazifesiyle gönderdi.» buyurdu…” (Müslim, Müsâfirîn, 294) Nübüvvetten önce de akrabâ ve komşularıyla yakından alâkadar olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamber olduktan sonra da, esas vazifelerinden birinin sıla-i rahim olduğunu beyân etmiş ve örnek ahlâkıyla bunu ümmetine en güzel şekilde öğretmiştir. Nitekim Ebû Süfyân, Bizans Kralı Herakliyus’un: “–O (peygamber olduğunu söyleyen) zât size neleri emrediyor?” diye sorduğunda: “–Sadece Allâh’a kulluk ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Atalarınızın îmân ettiklerini söyledikleri şeyleri terk ediniz, diyor ve bize namaz kılmayı, sözde ve işte doğruluğu, iffetli yaşamayı ve akrabâ ile ilgilenmeyi emrediyor.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Bed’u’l-Vahy 6, Salât 1, Sadakât 28; Müslim, Cihâd 74) { Bir kişi, ashâb-ı kirâmı yara yara Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. O esnâda Peygamber Efendimiz bineğinin üzerinde bulunuyordu. Gelen zâtın bu telâşı sahâbîleri meraklandırdı. “–Nesi var bunun?” dediler. Peygamber Efendimiz adama yol vermelerini söyleyerek:


“–Kendine göre önemli bir işi var.” buyurdu. O zât Efendimiz’in yanına gelince bineğinin dizginine yapıştı ve: “–Yâ Rasûlallah! Beni cennete götürüp cehennemden uzaklaştıracak amel nedir, söyler misiniz?” dedi. Bu sahâbînin hâlini ve neye ihtiyacı olduğunu anlayan Rasûlullah Efendimiz: “–Allâh’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi denk tutmazsın, namazı kılar, zekâtı verir ve akrabânı koruyup gözetirsin.” tavsiyesinde bulundu. Sorularının cevâbını alan sahâbî geri dönüp giderken Efendimiz arkasından baktı ve yanındaki arkadaşlarına: “–Eğer bunlara sımsıkı sarılırsa cennete girer.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Edeb, 10; Müslim, Îmân, 14; Nesâî, Salât, 10) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Siz (bir para birimi olan) kîrâtın kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zîrâ onlara bir ahid ve emân vazifemiz, bir de onlarla akrabâlık bağımız vardır.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 226, 227) Âlimlerin bildirdiğine göre, hadiste sözü edilen akrabâlık bağı, Allah Rasûlü’nün atası Hazret-i İsmâil’in annesi Hâcer’in Mısırlı olması, hısımlık bağı ise Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın oğlu İbrâhim’i dünyaya getiren Hazret-i Mâriye’nin onlardan olması sebebiyledir. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’nin akrabâlarını düşünüp gözetme husûsundaki bu hassâsiyetleri, biz ümmet-i Muhammed için mühim bir nebevî ahlâk tâlimidir. { İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün (babam) Hazret-i Abbâs’a dedi ki: “Amcacığım, sen ve oğlun pazartesi sabahı bana gelin, sizlere duâ edeyim. Allah bu duâ bereketiyle sana ve oğluna hayırlar ihsân eylesin.” Babamla birlikte Allah Rasûlü’ne gittik. Bize birer elbise giydirdi ve şöyle duâ buyurdu: “Allâh’ım! Abbâs’ı ve oğlunu zâhir ve bâtın hiçbir günâhın hâriç kalmayacağı mağfiretinle bağışla! Allâh’ım! Onu çocuğu sebebiyle muhâfaza buyur!” (Tirmizî, Menâkıb, 28/3762) Bu duânın da bereketiyledir ki Hazret-i Abbâs ve oğlu, hadîs ve tefsîr gibi ilimlerdeki müstesnâ vukûfiyetleri ve takvâ hayatlarıyla ümmete numûne oldular. {


Safiyye vâlidemiz, yahûdî ileri gelenlerinden Huyey’in kızı idi. İslâm’ı tercih ederek Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e zevce olma şerefine ermişti. Birgün Hazret-i Safiyye -radıyallâhu anhâ-’nın câriyesi, hilâfeti zamanında Hazret-i Ömer’e: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Safiyye, cumartesi gününü seviyor ve yahûdîlerle alâkasını devâm ettiriyor.” diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir adam göndererek durumu tahkîk etti. Muhtereme vâlidemiz: “–Cumartesi gününü soruyorsun. Allah onun yerine bana Cumâ’yı ihsân ettiğinden beri o günü sevmiyorum. Yahûdîler hakkındaki soruna gelince, onlar arasında benim akrabâlarım var, sıla-i rahim yapıyorum.” cevâbını verdi. Safiyye vâlidemiz, daha sonra câriyesine dönerek bu iftirâyı niçin attığını sordu. O da: “–Şeytana uydum.” diyerek suçunu îtirâf etti. Safiyye vâlidemizin cevâbı ise, onun İslâm ahlâkını ne kadar güzel bir sûrette benimsediğini gösterecek kadar muhteşemdi. Zîrâ kendisine haksız yere ithamda bulunan bu kölesine: “–Gidebilirsin, seni âzâd ettim!” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347) Zîrâ âyet-i kerîmede şu güzel usûl tavsiye edilir: “…Sen kötülüğü en güzel bir tarzda bertarâf et. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiş.” (Fussilet, 34) Muhtereme vâlidemiz, yahûdî akrabâlarıyla alâkasını devâm ettirmiş, onların hidâyetine vesîle olabilmenin yollarını aramıştır. { Büreyde -radıyallâhu anh- anlatıyor: Birgün Hazret-i Ömer’in yanında oturuyordum. Bir feryâd işittik. Ömer -radıyallâhu anhhizmetçisi Yerfe’ye: “–Bak bakalım, bu ses nedir?” dedi. Yerfe hâdiseyi öğrenip geldiğinde: “–Kureyşli bir kız çocuğu, annesi satılıyor diye ağlıyor.” dedi. Hazret-i Ömer: “–Muhâcirleri ve Ensâr’ı bana çağır!” dedi. Kısa bir süre sonra evin içi ve dışı doldu. Ömer radıyallâhu anh- Allâh’a hamd ü senâda bulunduktan sonra: “–Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın getirdiği dînde akrabâlık bağlarını kesmek var mı?” diye sordu. “–Hayır.” dediler.


“–Fakat bugün bu, aranızda yaygınlaşmış durumda!” dedi ve; “Demek siz iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabâlık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi?” (Muhammed, 22) âyetini okudu. Daha sonra şunları söyledi: “–Gözlerinizin önünde bir kızcağızın annesinin satılmasından daha çok akrabâlık bağlarını parçalayan bir şey var mı? Kaldı ki buna ihtiyâcınız da yok. Allah size lutuflarda bulundu, dünyâlık verdi.” dedi. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “–Öyleyse bu hususta uygun gördüğün şeyi yap!” dediler. Hazret-i Ömer de her tarafa, hür bir kimsenin annesinin satılmamasının, akrabâlık münâsebetlerini kesmek olduğunu, akrabâlık bağlarını kesmenin ise dînimizde helâl olmadığını bildiren emirnâmeler gönderdi. (Hâkim, II, 497/3708) Burada şunu hatırlatmada fayda mülâhaza ediyoruz: İslâm’ın köleliği muhâfaza edip devâmını sağladığı şeklindeki bir düşünce son derece yanlış ve hatâlıdır. İslâm, köleliği ibkâ etmemiş, aksine mevcut olan bu uygulamayı tedrîcen kaldırmıştır. Ancak İslâm, kölelik müessesesini ictimâî bir karışıklığa meydan vermeden gönüllü olarak ortadan kaldıracak bir yol açmıştır. Zîrâ o zamanlar kölelik bir harp hukûku idi ve birden kaldırılması imkânsızdı. İslâm’ın bu güzel metodu tatbik edilmeye başlanınca, bir köleye sâhip olmak külfet hâline gelmiş, asırlarca mevcut olan ve toplumda iyice yerleşmiş bulunan bu müessesese, hiçbir zorlama olmadan, gönüllü olarak ortadan kalkmaya başlamıştır. İslâm, 23 senelik bir zaman zarfında insanları mükemmel bir medeniyet ufkuna taşımıştır. İslâm’da en büyük hürriyet, kulun Rabbine köle olmasıdır. En kötü kölelik de, kullara kul olmaktır. Burada bilhassa Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın köleliğe karşı verdiği şiddetli mücâdele dikkat çekicidir. O, kölelik müessesesini kaldırmak için çok büyük gayretler sarf etmiş ve birtakım tedbirler almıştır. Üstün gayretleri neticesinde, Arabistan’da köleliği tamamen kaldırmaya muvaffak olmuştur. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfete gelir gelmez, muhârebelerde ele geçirilen erkek ve kadın Arap esirleri tamamen serbest bırakmıştır. Eskiden bu gibi esirler köle ve câriye muâmelesi görürdü. Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Mısır ve Irak gibi memleketlerde hiç kimsenin esir ve köle muâmelesi görmesine müsâade etmemiştir. Bu hususta yapılan ısrarları da dikkate almamıştır. Bir defâsında İslâm askerleri tarafından Mısır’dan getirilen köleleri serbest bırakarak tekrar memleketlerine göndermiştir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, memurlarının, hastalanan köleleri ziyâret etmedikleri haberini aldığında, onları vazifeden azlederdi.[174]


{ Velhâsıl, insanların akrabâlarına önem vermesi, onlarla ilgilenip yardımlarına koşması, Cenâb-ı Hakk’ın ve Rasûlullah Efendimiz’in üzerinde çokça durduğu bir husustur. Onlara yapılabilecek en mühim yardım ise, emr bi’l-mârûf’ta bulunarak mânevî âlemlerini îmâr etmektir. Daha sonra da maddî-mânevî her türlü ihtiyaçlarına koşarak, sevinçli ve kederli anlarında yanlarında olmak ve zaman zaman da ziyâretlerine gitmektir. Cenâb-ı Hakk’ın sıla-i rahimi ısrarla emretmesinde, insanların bildiği ve bilmediği pek çok hikmetler gizlidir. Bize düşen, Rabbimizin emrine cân u gönülden itaat ederek akrabâlık bağlarımızı kuvvetlendirmek ve mükâfâtını da yine O’ndan beklemektir. d. Komşu Hakkı Kul hakkı mevzuunda titizlik gösterilmesi gereken hususlardan biri de komşu hakkıdır. Cenâbı Hak, komşu hukûkuna riâyeti ısrarla emretmiştir. Zîrâ insan, akrabâlarından çok, komşularıyla beraberdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Anaya, babaya, akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere ihsân ile muâmele edin, iyi davranın…” (en-Nisâ, 36) Âyette bahsedilen “yakın komşuya iyilik etmek”, evi yakın olan veya hem yakın komşu hem akrabâ hem de din kardeşi olan kimselere güzel muâmelede bulunmak, yardım etmek ve kusurlarına karşı sabırla tahammül göstererek onları affetmektir. Uzak komşuya iyilik etmek ise, evi uzak olan veya akrabâlık bağı bulunmayan yahut müslüman olmayan kimselere el uzatmak ve gönlümüzü açmaktır. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üzerimizdeki hakları itibârıyla komşuları üçe ayırmıştır: a. Bir hakkı olan komşular; gayr-i müslimler: Bunların sadece komşuluk hakkı vardır. b. İki hakkı olan komşular; müslümanlar: Bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır. c. Üç hakkı olan komşular; akrabâ olan müslümanlar: Bunların da hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabâlık hakkı vardır.[175] İslâm, insânî muâmeleleri yakından uzağa doğru tanzîm etmiştir. Bu sebeple daha yakın olanın daha fazla hakkı vardır ki, insan tabiatının îcâbı da budur.[176] Bütün insanların güzel komşularla yaşamak istediğini düşünerek evvelâ kendimiz güzel bir komşu olmalı, daha sonra da sâlih komşular arasında oturmaya gayret etmeliyiz. Zîrâ müslümanı dünyada bahtiyar eden şeylerden biri de sâlih komşudur.[177] Bu sebepledir ki Fahr-i Kâinât Efendimiz:


“Devamlı ikâmet ettiğiniz yerde kötü komşudan Allâh’a sığınınız! Göçebe olduğunuz yerdeki komşu nasıl olsa bir müddet sonra sizden ayrılır.” buyurmuştur. (Nesâî, İstiâze, 44) Bu hususta meşhur olan; “Ev alma komşu al!” sözü, hayırlı komşular arasında yaşamanın, mânevî hayâtımız açısından da ne kadar ehemmiyetli olduğunu açıkça göstermektedir. Aynı şekilde, mescitlere komşu olmaya da îtinâ göstermek gerekir. Böylece insan, secdeye dâvet telkinleri olan ezânın rûhâniyetinden uzak kalmamış olur. Komşuluk o derece mühimdir ki, sadece bu dünya ile de sınırlı kalmamaktadır. Hayatta iken sâlihlerle beraberlik ehemmiyetli olduğu gibi, kabirde de onlara komşu olmak büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Bunu Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifâde buyurur: “Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, I, 102) Bunlarla birlikte komşuların ufak tefek eziyet ve sıkıntılarına da katlanmak gerekir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kişilerden biri de, komşusunun eziyetlerine Allah rızâsı için katlanan kimsedir. Allah Teâlâ onu, bir şekilde komşusunun fenâlığından muhâfaza eder.[178] Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- komşu hakları husûsunda şöyle buyurmuştur: “Cebrâîl bana, dâimâ komşu hakkını tavsiye ederdi. Öyle ki ben, komşuları birbirine mîrasçı kılacak zannetmiştim!” (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140) “…Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın…” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24) Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle der: “Dostum Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana şöyle vasiyet etti: «Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikrâm et!»” (Müslim, Birr, 143) Hadîs-i şerîf muktezâsınca komşu hakkını îfâya, yokluk dahî mâzeret değildir. İmkânı dar olan kişi de gücü nisbetinde komşusunu kollamak durumundadır. Zîrâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den şöyle bir ihtar vârid olmuştur: “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167) Diğer taraftan komşulara huzursuzluk vermek, büyük bir îman zaafıdır. Komşular, öncelikle birbirlerinin şerrinden emîn olmalıdırlar. Nitekim Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz!” buyurdu. Sahâbîler: “–Kim îmân etmiş olmaz, yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:


“–Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73; Tirmizî, Kıyâmet, 60) Fenâlıklarından komşusu emniyette olmayan kimsenin cennete giremeyeceği de haber verilmiştir.[179] Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- komşu haklarını şöyle açıklar: “Bir kişi, ehline ve malına gelecek kötülükten korktuğu için kapısını komşusuna kapalı tutmak zorunda kalıyorsa, o komşu, gerçek mü’min değildir. Aynı şekilde şer*rinden emîn olunmayan komşu da gerçek mü’min değildir. Komşu hakkının ne olduğunu biliyor musun? Senden yardım dilediğinde yardım etmen, borç istediğinde vermen, muhtaç olduğunda ihtiyacını görmen, hastalandığında ziyâret etmen, bir hayra kavuştuğunda tebrik etmen, musîbete uğ*radığında tâziyede bulunman, öldüğünde cenâzesine katılman, izni olma*dıkça binânı onun binâsından daha yüksek yapıp rüzgârına mânî olmaman, çorbandan az da olsa ona da göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemendir. Bir meyve satın aldığında ona da hediye et, eğer bunu yapamazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice getir. Onu çocu*ğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu özendirmesin.” (Beyhakî, Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123) Komşuya verilecek veya ondan gelecek herhangi bir hediyeyi kesinlikle küçük görmemelidir. Her vesîleyle onların gönlünü almaya bakmalı, devamlı ikram ve ihsanda bulunmalıdır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne güzel buyurur: “Birbirinize hediye veriniz. Çünkü hediye, gönüllerdeki dargınlığı yok eder. Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey, azıcık bir koyun paçası bile olsa!..” (Tirmizî, Velâ, 6/2130) “…Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın…” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24) Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle der: “Dostum Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana şöyle vasiyet etti: «Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikrâm et!»” (Müslim, Birr, 143) Hadîs-i şerîf muktezâsınca komşu hakkını îfâya, yokluk dahî mâzeret değildir. İmkânı dar olan kişi de gücü nisbetinde komşusunu kollamak durumundadır. Zîrâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den şöyle bir ihtar vârid olmuştur: “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167)


Diğer taraftan komşulara huzursuzluk vermek, büyük bir îman zaafıdır. Komşular, öncelikle birbirlerinin şerrinden emîn olmalıdırlar. Nitekim Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz!” buyurdu. Sahâbîler: “–Kim îmân etmiş olmaz, yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73; Tirmizî, Kıyâmet, 60) Fenâlıklarından komşusu emniyette olmayan kimsenin cennete giremeyeceği de haber verilmiştir.[179] Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- komşu haklarını şöyle açıklar: “Bir kişi, ehline ve malına gelecek kötülükten korktuğu için kapısını komşusuna kapalı tutmak zorunda kalıyorsa, o komşu, gerçek mü’min değildir. Aynı şekilde şer*rinden emîn olunmayan komşu da gerçek mü’min değildir. Komşu hakkının ne olduğunu biliyor musun? Senden yardım dilediğinde yardım etmen, borç istediğinde vermen, muhtaç olduğunda ihtiyacını görmen, hastalandığında ziyâret etmen, bir hayra kavuştuğunda tebrik etmen, musîbete uğ*radığında tâziyede bulunman, öldüğünde cenâzesine katılman, izni olma*dıkça binânı onun binâsından daha yüksek yapıp rüzgârına mânî olmaman, çorbandan az da olsa ona da göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemendir. Bir meyve satın aldığında ona da hediye et, eğer bunu yapamazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice getir. Onu çocu*ğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu özendirmesin.” (Beyhakî, Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123) Komşuya verilecek veya ondan gelecek herhangi bir hediyeyi kesinlikle küçük görmemelidir. Her vesîleyle onların gönlünü almaya bakmalı, devamlı ikram ve ihsanda bulunmalıdır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne güzel buyurur: “Birbirinize hediye veriniz. Çünkü hediye, gönüllerdeki dargınlığı yok eder. Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey, azıcık bir koyun paçası bile olsa!..” (Tirmizî, Velâ, 6/2130) Fazîlet Tabloları Komşu haklarının en mühimlerinden biri, onlara mânevî yönden yardımcı olmaktır. Dînî ve mânevî meselelerdeki eksiklerini tamamlamak, yanlışlarını düzeltmeye çalışmaktır. Bu husustaki dikkat çekici bir misâli Ebzâ el-Huzâî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minbere çıkarak bir konuşma yaptı. Müslümanlardan bâzı kişileri hayırla yâd ettikten sonra şunları söyledi:


«–Bâzılarına ne oluyor ki komşularına meseleleri anlatmıyor, bilmediklerini öğretmiyor, onları anlayışlı hâle getirmiyorlar? Onlara mârûfu emretmiyor, onları münkerden (dînin hoş görmediklerinden) sakındırmıyorlar. Birtakım kimselere de ne oluyor ki, bilmediklerini komşularından sorup öğrenmiyor, anlayışlı olmaya çalışmıyorlar? Allâh’a yemin ederim ki, bilgi sâhibi olanlar ya komşularına öğretir, onları anlayışlı hâle getirir, mârûfu emreder, münkerden sakındırırlar; diğer taraftan bilmeyenler de komşularından sorup öğrenir, dînî meseleleri kavramaya çalışırlar, ya da onları (her iki grubu da) mutlaka dünyada cezâlandırırım.» Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuşmayı yaptıktan sonra minberden inip evine girdi. Bâzıları: «–Öyle sanıyoruz ki (Yemenli) Eş’arîleri kastetti, çünkü onlar fakîh kimselerdir, komşuları ise kaba, sert mizaçlı ve su başlarında göçebe hayâtı yaşayan kimselerdir.» dediler. Eş’arîler durumdan haberdâr olunca Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler ve: «–Yâ Rasûlallah! Sen bir kavmi hayırla, bizi ise şerle yâd etmişsin. Bizim hangi hâlimiz sebebiyle böyle oldu?» dediler. Âlemlerin Efendisi önceki sözlerini tekrarladı. Eş’arîler kastedilenin kendileri olup olmadığını sordukça Nebiyy-i Ekrem Efendimiz aynı sözlerini tekrarlıyordu. Bunun üzerine Eş’arîler: «–Öyleyse bize bir sene mühlet ver.» dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de komşularını eğitip onlara dînî meseleleri öğretmeleri için kendilerine bir sene müddet tanıdı ve sonra şu âyetleri okudu: «İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvud’un ve Meryem’in oğlu Îsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyân etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları şey ne kötü idi!» (el-Mâide, 78-79)” (Ali el-Müttakî, III, 684/8457; Heysemî, I, 164) { Sahâbe-i kirâmın komşu mes’ûliyetini ve din kardeşliği hukûkuna riâyetini ifâde eden şu hâdise ne kadar mühimdir: İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: “Yedi ev vardı, hepsi de yoksuldu. Birisi bu evlerden birine bir koyun kellesi gönderdi. Ev sâhibi, komşusunun daha muhtaç olduğunu düşünerek kelleyi diğer komşuya gönderdi. İkinci komşu da aynı düşünceyle kelleyi üçüncü komşuya gönderdi. Bu şekilde kelle yedi ev arasında dolaştıktan sonra tekrar ilk hediye edildiği eve gönderildi.”


(Hâkim, II, 526) { Müslim bin Sa’d’ın yeğeni Abdullah şöyle anlatır: Hacca gitmeye niyetlenmiştim. Dayım Müslim bana on bin dirhem verdi ve: “–Medîne’ye vardığında araştır ve bunları en fakir âileye ver!” dedi. Medîne-i Münevvere’ye vardığımda en fakir âilenin hangisi olduğunu sordum, bana bir ev gösterdiler. Varıp kapılarını çaldım. İçerden bir kadın: “–Kim o?” dedi. “–Ben Bağdat’tan gelen bir kişiyim. Gelirken bana on bin dirhem verildi ve Medîne’nin en fakir âilesine vermem emredildi. Buraya gelip sorduğumda sizi gösterdiler, lütfen bu paraları kabul buyurunuz.” dedim. Kadın: “–Sana paraları veren kimse «en fakir âileye vermeni» şart koşmuş. Şu bizim hizâmızdaki âile bizden daha muhtaç durumda.” dedi. Oradan ayrılıp diğer eve gittim. Kapılarını çaldım. Bana cevap veren kadına öncekine söylediklerimin aynısını söyledim. Kadın bana şöyle dedi: “–Biz ve komşularımız ihtiyaç husûsunda aynı seviyedeyiz. O parayı aramızda taksim et!” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 206) { Birgün İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer, âilesine: “–Ondan yahûdî komşumuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu. “–Hayır!” cevâbını alınca da: “–Bundan ona da gönderin. Zîrâ ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; «Cebrâîl bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943) { Bâzı kimseler Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbından Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-’ı ziyârete gitmişlerdi. O esnâda Hazret-i Abdullâh’ın hizmetkârı bir koyun kesiyordu. İşini bitirince, Abdullah -radıyallâhu anh- ona, yakındaki yahûdî komşularından başlayarak eti dağıtmasını söyledi. Yanındakilerden biri: “–Allah hayrını versin, yahûdî mi dedin?!” dedi. O da:


“–Evet, ben Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den komşuya iyi davranılması husûsunda çok şey duydum. Hattâ biz O’nun komşuyu komşuya mîrasçı kılacağını zannederdik.” dedi. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 58; Beyhakî, Şuab, VII, 84-85) { Sahâbîlerden biri Peygamber Efendimiz’in huzuruna gelerek komşusunu şikâyet etti. Efendimiz ona sabretmesini söyledi. Adam iki-üç defâ daha geldi ve şikâyetlerini tekrarladı. O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona: “–Evinin eşyasını çıkarıp yolun kenarına yığ!” buyurdu. O da öyle yaptı. Yoldan gelip geçenler ona eşyalarını niçin yola yığdığını sordular. O da durumu anlatıp Allah Rasûlü’nün böyle tavsiye ettiğini söyledi. Hâdiseyi öğrenenler kötü komşuya lânet etmeye; “Allah ona da şunu yapsın, bunu yapsın!” diye bedduâ etmeye başladılar. Kötü komşu, doğruca komşusunun yanına giderek: “–Eşyalarını içeri al, bir daha benden kötü bir şey görmeyeceksin.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5153; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 57; Hâkim, IV, 183; Heysemî, VIII, 170) { İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle der: Biz öyle zamanlar gördük ki, içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe (yâni maddî imkânlara) müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki, altın ve gümüş (yâni dünyâ menfaatleri) bize, müslüman kardeşimizden daha sevimli geliyor. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işitmiştim: “Kıyâmet gününde nice komşular vardır ki, komşusunun yakasına yapışmış;«–Yâ Rabbî! Bu, kapısını yüzüme kapattı ve iyilik, ihsan ve yardımını benden esirgedi!» der.” (Buhârî, elEdebü’l-Müfred, no: 111) { Tabiînden âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî bir zât olan Abdullah bin Mü*bârek, haccı îfâ ettikten sonra Kâbe-i Muazzama’da yakaza hâ*linde iken semâdan iki meleğin indiğini müşâhede eder. Meleklerden biri diğerine: “–Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca gitmeğe niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu ka*dar hüccâcın haccı kabul edildi.” der. Yakaza hâli geçince Abdullah bin Mübârek, merak ve hayret içinde kaldı. Bir kervan ile Şam’a gitti. O zâtı bulup: “–Sen hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?” diye sordu.


Ali bin Muvaffak, Abdullah bin Mübârek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırdı. Heyecanından kendinden geçti. Kendisine geldiğinde şöyle anlattı: “–Otuz senedir hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilik*ten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile olan hanımım: «–Komşudan et kokusu geliyor; gidip benim için bir parça et ister mi*sin?» dedi. Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı: «–Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamazsam, mecbûren onu ye*direceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır.» dedi. Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Binbir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim ve; «Yâ Rabbî, hac niyetimi kabûl et!..» diye Rabbime ilticâ ettim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek: “–Rabbim bana doğruyu bildirmiş!” dedi. { Velhâsıl, müslüman, komşusundan mes’ûldür. Bu sebeple, her şeyden evvel komşusunu rahatsız edecek herhangi bir davranıştan şiddetle sakınmalıdır. Zîrâ Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse komşusunu rahatsız etmesin…” buyurmuştur.[180] Sonra da, Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişinin komşusuna iyilik etmesini emretmiştir.[181] Demek ki hayırlı bir komşu olabilmek, Allâh’a ve âhirete îmanla alâkalı bir meseledir. Bu durumda, komşusuna kötü davranan bir kişi îman zaafına mübtelâ olmuş demektir. Yeri gelir, komşu, yakın akrabâdan daha çabuk yardıma koşar. İnsanın derdini ve sevincini herkesten önce komşusu paylaşır. Bu sebeple; “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” darb-ı meseli ne kadar mühim bir hakîkati ifâde etmektedir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da: “Komşunla kavga etme, misâfir gider, o kalır.” tavsiyesinde bulunmuştur. Mü’minler için şu nebevî müjdeler ne güzeldir: “Allah Teâlâ’ya göre arkadaşların hayırlısı, arkadaşına karşı daha hayırlı olandır. Yine Allah Teâlâ’ya göre komşuların hayırlısı, komşusuna karşı daha hayırlı olandır.” (Tirmizî, Birr, 28/1944) b. Âile Hakkı


İnsan, fıtratı îcâbı bir âile kurmaya ve o âile içinde yaşamaya muhtaçtır. Bunun hâricindeki bir hayat, insana huzur ve saâdet vermekten uzaktır. Lâkin âile yuvasının huzur ve saâdet bahşetmesi için de, âile efrâdının, üzerlerine düşen hak ve vazifeleri bilmeleri ve bunlara riâyet etmeleri zarûrîdir. İnsana en yakın kimseler âile fertleri olduğundan, en büyük mes’ûliyet ve haklar da yine onlara âittir. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “…Akrabâlar da Allâh’ın hükmüne göre birbirlerine, diğer mü’minlerden ve Muhâcirler’den daha yakındır…” (el-Ahzâb, 6) Babanın, annenin ve çocukların birbirleri üzerinde hakları vardır. Baba, hanımını ve çocuklarını en güzel şekilde terbiye edip ihtiyaçlarını helâlinden temin ederek onları âhirete hazırlamalıdır. Anne, kocasına karşı vazifelerinde hassas davranmalı, evine ve çocuklarına sâhip çıkmalıdır. “Yuvayı kuran dişi kuştur.” darb-ı meselince, kanaatkâr olmalı, israftan kaçınmalı ve her hususta büyük bir dirâyetle hareket etmelidir. Anne-baba, çocuklarına karşı adâletli davranmalı, ayrımcılık yapmamalıdır. Çocuklar da anne babalarına karşı son derece hürmet ve muhabbet hisleriyle dolu olmalı, onlara itaat ederek her türlü hizmetlerine koşmalıdırlar. Âile içinde yapılacak en mühim iş, âile fertlerine İslâmî bir terbiye vermek ve onların ebedî saâdeti kazanmaları için çalışmaktır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Âilene namazı emret! Kendin de ona sabırla devâm et!..” (Tâhâ, 132) “Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu, yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6) Bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde müfessirler, âile fertlerinin ve bilhassa çocukların gözetilip korunmasından ve dînî terbiyesinden, daha ziyâde babanın mes’ûl olduğunu ifâde ederler.[163] Dînî ve uhrevî haklardan sonra dünyevî ihtiyaçlar gelir. Muâviye bin Hayde -radıyallâhu anhşöyle anlatır: “–Yâ Rasûlallah! Kadınlarımızın bizim üzerimizdeki hakkı nedir?” diye sordum. Allah Rasûlü sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “–Yediğiniz ölçüde yedirmek, giydiğiniz seviyede giydirmek, yüzlerine vurmamak, yaptıkları işin ve kendilerinin çirkin olduğunu söylememek, onları yataklarında yalnız bırakmak gerekirse bu işi sâdece evde yapmaktır.” (Ebû Dâvûd, Nikâh, 40-41; İbn-i Mâce, Nikâh, 3)


Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âilesinin rızkını temin için lüzûmu kadar çalışmış, bu yolda gösterilen gayretlerin de ibâdet ve infak yerine geçeceğini beyân etmiştir. Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulur: “Allah yolunda sarf ettiğin, köle âzâd etmek için harcadığın, fakire sadaka olarak verdiğin ve bir de âile fertlerinin ihtiyaçları için harcadığın para var ya! İşte bunların içinde sana en çok sevap kazandıracak olanı, âilen için harcadığındır.” (Müslim, Zekât, 39) Bu müjde, Rabbimizin mü’minlere olan büyük bir ihsânı ve lutfudur. Cenâb-ı Hak, kullarını helâlinden kazanmaya sevk etmektedir. Kişi, âilesinin maîşetini helâlinden temine çalışırken, hem kimseye muhtaç olmayacağını hem de sevap kazanarak âhirete hazırlık yaptığını düşünerek rahatlar ve huzur bulur. Âile fertleri, fıtratlarına ve durumlarına göre vazife taksiminde bulunmalıdırlar. Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, âile içinde iş bölümü yaparken kızı Hazret-i Fâtıma’ya ev işlerini, damadı Hazret-i Ali’ye de dışarıda görülecek işleri tavsiye etmiştir.[164] Babanın temin edeceği mesken; ister kira, ister mülkiyet şeklinde olsun, âile fertlerini rahatça barındırabilecek genişlikte ve mümkün olduğu kadar iyi bir muhitte ve güzel komşular arasında olmalıdır. Yine baba, giyim husûsunda kendisine, hanımına ve çocuklarına kışlık ve yazlık olmak üzere en az iki elbise temin etmek mecbûriyetindedir. Cuma günleri, bayram ve düğün merâsimleri gibi sevinçli günlerde giyilmek üzere ayrı elbise yaptırmak da meşrû ve mübahtır, yâni günah değildir. Evin reisi, hanımından habersiz uzun yolculuklara çıkmamalıdır. Yine eve, habersiz ve kim olduğunu bilmediği yabancı misâfirler getirmemelidir. Hanımından, meşrû ölçülerin dışında nâmahremlerin karşısına çıkmasını ve onlara hizmet etmesini istememelidir. Âilesini mümkün mertebe karışık ortamlardan uzak tutmalıdır. Babanın, âile fertlerine karşı güzel ahlâk sâhibi olması ve hüsn-i muâmelede bulunması da, başta gelen vazifelerindendir. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Sizin en hayırlınız, âile fertlerine karşı hayırlı olandır. Âilesine en hayırlı olanınız ise benim.” (Tirmizî, Menâkıb, 63/3895; İbn-i Mâce, Nikâh, 50) “Bir mü’min, hanımına buğzetmesin. Onun bir huyunu beğenmezse, bir başka huyunu beğenir.” (Müslim, Radâ‘, 61) Âile hayâtında muhabbet, şefkat ve merhamet hisleri önde olmalıdır. Ev hayâtında akıllarını, kalplerinin önünde tutan kişiler, kuru bir beraberlikten başka bir şey elde edemezler. Böylelerinin evleri “âile yuvası” olmaktan çıkıp sırf duvarlarla ihâta edilen bir “mesken” hâline gelir.


Âile içinde affedici ve uysal olmalıdır. Kişi, kızgınlıkla herhangi bir yemin edip de sonra onun hayır olmadığını anladığında, hemen bundan vazgeçip yeminine keffâret vermelidir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurur: “…Ben, Allah diler de, «Vallâhi» diye bir hususta yemin ederim, sonra ondan daha hayırlısını görür, yeminimin keffâretini verip daha hayırlı olanı yaparım.” (Buhârî, Eymân 1, Keffârât 10; Müslim, Eymân 7) Böyle davranmayarak, kişinin âilesi hakkında hayırlı olmayan bir yemini ısrarla sürdürmesi, onu Allah katında, keffâret vererek de olsa yemîninden dönmesinden daha günahkâr yapar.[165] Âile içinde hanımın takvâ ve istikâmeti; kocasını, çocuklarını, akrabâlarını ve hattâ komşularını hayır ve hasenâta teşvik edecek mâhiyette olmalıdır. Sâliha bir hanım, etrafına saâdet saçan, cennet kokulu bir çiçektir. Fahr-i Kâinât Efendimiz ne güzel buyurur: “Sâliha kadın, kocası yüzüne baktığı zaman onu sevindirir, kocasının meşrû isteklerini yerine getirir ve onun olmadığı yerde hem malını, hem de nâmusunu muhâfaza eder.” (İbn-i Mâce, Nikâh, 5) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kocalarının hakkını îfâ eden kadınlara şu müjdeyi vermiştir: “Kocası kendisinden memnun olduğu hâlde ölen kadın cennete girer.” (Tirmizî, Radâ`, 10/1161; İbn-i Mâce, Nikâh, 4) Akıllı bir hanım, kocasının huyunu, alışkanlıklarını ve kendinden beklediği davranışları kısa zamanda kavrar. Evinin ve kendisinin temiz ve düzenli olmasına dikkat eder. Kocasını devamlı güler yüzle karşılar. Sabah giderken duâlarla uğurlar. “Kazancın az da olsa helâlinden olsun, helâl olarak ne getirirsen ben râzıyım!” diye îkazda bulunur. Yemeğini zamanında hazırlar. Kocasının sevip hoşlandığı şeyleri yapmaya gayret eder. Kanaatkâr ve tutumlu olur. Evlâtların da anne-baba üzerinde hakları vardır. İbn-i Ömer’den rivâyet edildiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ (Kur’ân-ı Kerîm’de) bâzı kullarını «Ebrâr» diye isimlendirmiştir. Çünkü onlar hem baba ve annelerine hem de çocuklarına iyilik ve ihsanda bulunmuşlardır. Anne-babanın senin üzerinde hakları olduğu gibi, aynı şekilde çocuğunun da senin üzerinde hakkı vardır.” (Heysemî, VIII, 268) Cenâb-ı Hak, âileye bir yavru lutfettiğinde, sağ kulağına ezan, sol kulağına da kâmet okuyarak ona güzel bir isim vermek, anne-babanın başta gelen vazifesidir.[166] Durumu müsâit olanlar, doğumdan bir hafta sonra Allâh’a şükür için Akîka kurbanı kesmeli, çocuğu tıraş ederek saçlarının ağırlığınca gümüşü fakirlere infâk etmelidir.[167]


Âiledeki çocuklar, Kur’ân’ın bereket ve feyiz dolu ikliminden, bilhassa peygamberlere âit kıssalardan ve bu kıssalardaki ilâhî mesajlardan haberdâr olarak yetişmelidir. Anne-babaları onlara, her şeyden evvel zarûrî olan dînî bilgileri öğretmelidir. Daha sonra da tercih edecekleri meslekle alâkalı İslâmî hükümleri öğrenmelerine yardımcı olmalıdır. Âile fertleri, nefsin, şeytanın ve hâriçteki kötü niyetli kimselerin hîle ve desîselerine karşı Allâh’a sığınarak müteyakkız olmalıdırlar. Çünkü bunlar, en mukaddes bir müessese olan âile yuvasını yıkmak için ellerinden geleni yaparlar. Âileyi yıktıklarında umûmî ahlâkı ve dîni de yıkabileceklerini çok iyi bilirler. Bu husûsun ehemmiyetini gösteren şu hadîs-i şerîf ne kadar câlib-i dikkattir: “İblis’in arşı denizdedir. Avenesini insanları azdırmak ve saptırmak için yeryüzüne salar. Onun katında en büyük ve en kıymetli olanı, insanları en çok azdıranıdır. Onlardan biri gelip; «–Bugün ben şöyle şöyle yaptım.» der. Bunun üzerine iblis ona; «–Hiçbir şey yapmamışsın!» der. Sonra diğer biri gelip; «–Ben (zaafını yakaladığım) kişinin yakasını bırakmadım, tâ hanımından onu ayırıncaya kadar ardından gittim.» der. Buna çok sevinen iblis onu kendine yaklaştırır ve yanından ayırmaz, üstelik ona; «–Sen ne güzelsin!» diye iltifat eder.” (Müslim, Münâfıkîn, 66) Mü’minler, nefse ve şeytana fırsat vermeden huzurlu âile yuvalarını ayakta tutmaya ve sayılarını artırmaya çalışmalıdırlar. Âilelerinin haklarını güzelce îfâ etme gayreti içinde olmalıdırlar. Bu haklar îfâ edilmediğinde, kıyâmette acıklı bir azâba dûçâr olunacağı muhakkaktır. O günkü hesâbın şiddetinden, herkes birbirinden kaçmak ister, ancak nâfile!.. Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyurur: “Kıyâmet günü kişi kardeşinden, anasından, babasından, hanım ve çocuklarından kaçar. O gün, herkesin kendine yetip artacak bir derdi vardır.” (Abese, 34-37) O gün insanlar yakınlarından, hak talebinde bulunmasınlar diye kaçmak isteyeceklerdir. Dünyada Allah Teâlâ’nın rızâsı istikâmetinde yaşayanların yüzleri sevinçten parlarken, vazifelerini ihmâl edenlerin yüzü de korku, hüzün ve pişmanlıktan simsiyah kesilecektir. Cenâb-ı Hak bizleri, üzerindeki bütün hakları tam olarak îfâ ederek huzûruna yüzakıyla çıkabilen bahtiyar kullarından eylesin… Âmîn!

Fazîlet Tabloları Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âile efrâdını muhabbet ve merhametle terbiye etmiş, mânevî dünyalarını zenginleştirerek onları âhirete hazırlamıştır. Bunun yanında dünyevî geçimlerini de ihmâl etmemiştir. Peygamber Efendimiz, ganimet olarak elde edilen Nadîroğulları hurmalığının mahsulünü satar ve âilesinin bir senelik nafakasını ayırırdı. Kalan


kısmını da Beytülmâl’e devrederdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu âdetine hayâtı boyunca devâm etmiştir. (Buhârî, Nafakât, 3; Müslim, Cihâd, 49) Fahr-i Kâinât Efendimiz, âilesinin geçimi için develer edinmişti. Bu deve sürüsü Uhud ve Cemmâ otlaklarında gün aşırı otlatılır, eve gelen sürüler sağılıp sütleri akşam yemeği olarak misafirlere ikrâm edilir, kalan süt ile ertesi sabah sağılan süt Rasûlullah Efendimiz’in hanımlarına paylaştırılırdı. Ayrıca Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz, Peygamber Efendimiz’in her hanımına farklı isimlerle anılan birer deve tahsis ettiğini, Allah Rasûlü’nün de herkesinkinden daha fazla süt veren ayrı bir devesi bulunduğunu bildirmiş, geçimlerinin büyük bir kısmının develerden ve davarlardan olduğunu söylemiştir. (İbn-i Sa’d, I, 494-496) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her bir hanımı için mescide bitişik mütevâzı birer oda yapmış, böylece onların mesken ihtiyacını da karşılamıştır. Vefâtından sonra maîşetlerini temin etmek için de Hayber’in gelirinin kendi hissesine düşen kısmından her bir hanımına 80 vesk[168] hurma ve 20 vesk buğday tahsis etmiştir. (İbn-i Sa’d, VIII, 56, 69, 127) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “…Zevcelerimin geçimi ve âmilimin maaşı dışında, geride bıraktığım mallar, sadaka (vakıf)tır.”[169] buyurmuştur. Yâni kendine âit arâzilerin bir kısmından hanımlarının senelik nafakasını ayırıp diğer gelirleri, devletin ve halkın ihtiyaçlarına bırakmıştır.[170] { Fahr-i Kâinât Efendimiz, âilesinin lüzumlu bilgileri öğrenmesini de temin etmiştir. Şifâ bint-i Abdullah -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: Ben Hafsa’nın yanındayken Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi ve bana: “–Buna yazıyı öğrettiğin gibi nemle tedâvisini[171] de öğretir misin?” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Tıb, 18/3887) { Osman bin Maz’un -radıyallâhu anh-’ın hanımı Havle bint-i Hakîm, güzel giyinen bir kadındı. Birgün pejmürde bir kıyafetle Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanına geldi. Muhtereme vâlidemiz: “–Bu hâlin ne?!” diye sorduğunda: “–Kocam geceleri namaz kılıyor, gündüzleri de oruç tutuyor.” dedi.


O esnâda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- içeri girdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâdurumu kendisine anlattı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âilesinin üzerindeki mes’ûliyetini hatırlatma sadedinde Osman bin Maz’un’a şöyle buyurdu: “–Osman! Bize ruhbanlık emredilmemiştir. Bende senin için üsve(-i hasene: güzel bir misâl) yok mu? Vallâhi sizin içinizde Allah’tan en çok korkan ve O’nun hudutlarına en fazla riâyet eden benim.” (Ahmed, VI, 226; İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 291) { Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde bizleri şöyle îkâz etmiştir: “Kişinin, geçimini sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri ihmâl etmesi, ona günah olarak yeter.” (Müslim, Zekât, 40; Ebû Dâvûd, Zekât, 45) Sahâbe-i kirâm, bâzı zamanlarda mânevî bir heyecâna gelir ve mallarının tamamını infâk etmek isterlerdi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onlardan yalnız Ebû Bekir Efendimiz’in infâkını tamamıyla kabûl ederdi. Diğerlerinden ise kiminin malının yarısını, kiminin de üçte birini infâk etmesine müsâade eder, ümmetine âilelerini muhtaç durumda bırakmamalarını tavsiye ederdi. { Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle der: “Benim dilimde, âile efrâdıma karşı bir ölçüsüzlük vardı. Fakat bu durum başkalarına karşı olmazdı. Hâlimi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e arz ettim. Bana: «–İstiğfar bakımından ne hâldesin? Bu kusurunun bağışlanması için günde yetmiş kere istiğfâr et!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Edeb, 57) { Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in âzatlısı Râfi şöyle der: “Peygamber Efendimiz’e: «–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bizim çocuklar üzerinde hakkımız olduğu gibi onların da bizim üzerimizde hakları var mıdır?» diye sordum. Şöyle buyurdu: «–Çocuğun baba üzerindeki hakkı, ona yazı yazmayı, yüzmeyi, atıcılığı öğretmesi ve ona helâlden başka rızık yedirmemesidir.»” (Beyhakî, Şuab, VI, 401; Ali el-Müttakî, XVI, 443) Yâni babanın, maddî olarak günün şartlarına göre çocuğunu istikbâle hazırlaması, mânen de rûhâniyetini zedelememek için helâl gıdâ ile beslemesi gerekir.


Bu mevzûdaki diğer bâzı hadîs-i şerîfler de şöyledir: “Çocuğun baba üzerindeki hakkı, ona güzel bir isim koyması, zamanı gelince evlendirmesi ve ona yazı yazmayı öğretmesidir.” (Ali el-Müttakî, XVI, 417) “…Hayatta ona saygın bir yer kazandırması ve ona güzel bir terbiye vermesidir.” (Beyhakî, Şuab, VI, 401-402) “Erkek çocuklarınıza yüzmeyi ve ok atmayı, kız çocuklarınıza da ip eğirmeyi öğretiniz.” (Süyûtî, II, 52) { Ahzâb Sûresi’nden; “Ey Peygamber’in hanımları, sizler, kadınlardan herhangi biri gibi değilsiniz. Eğer (Allah’tan) korkuyorsanız (yabancı erkeklere karşı) çekici bir edâ ile konuşmayın; sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamâa düşer. Güzel, dosdoğru söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Eski câhiliye döneminde olduğu gibi süslenerek (dışarı) çıkmayın! Namaz kılın, zekât verin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin. Ey Ehl-i Beyt! Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” (el-Ahzâb, 32-33) âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- altı aya yakın bir müddet sabah namazına çıkarken Hazret-i Fâtıma’nın kapısına uğrar, günlük işlerin getirdiği yorgunluğu düşünerek, her ihtimâle karşı onları uyarmak ister ve: “–Namaz(a kalkın) ey Ehl-i Beyt! «Allah sizden, sadece günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.»” buyururdu. (Tirmizî, Tefsîr, 33/3206) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bâzı geceler de Hazret-i Ali ile Fâtıma -radıyallâhu anhümâ-’nın kapısını çalıp: “–Namaz kılmayacak mısınız?” buyururdu. (Buhârî, Teheccüd, 5) { Zeyd bin Eslem -radıyallâhu anh- şöyle der: “Ey îmân edenler! Kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu yakıtı insanlar ve taşlar olan cehennem ateşinden koruyunuz!..” (et-Tahrîm, 6) âyet-i kerîmesi nâzil olduğunda ashâb-ı kirâm: “–Yâ Rasûlallah! Kendimizi koruyabiliriz, ya ehlimizi nasıl koruyacağız?” diye sordular. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi: “–Onlara Allâh’a kul olmayı, tâat ve ibâdeti emredersiniz. Allâh’a isyân etmekten ve günah işlemekten de nehyedersiniz, işte bu onları korumak demektir.” (Âlûsî, XXVIII, 156) {


Vehb bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle der: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Selmân ile Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anhümâ-’yı kardeş yapmıştı. Bu sebeple Selmân, Ebu’d-Derdâ’yı ziyâret ederdi. Bir ziyâret esnâsında onun hanımı Ümmü’d-Derdâ’yı oldukça eskimiş elbiseler içinde gördü. Ona: “–Bu hâlin ne?” diye sorunca, kadın: “–Kardeşin Ebu’d-Derdâ dünya malı ve zevklerine önem vermez.” dedi. O esnâda Ebu’dDerdâ eve geldi ve hazırlattığı yemeği Selmân’a ikrâm edip: “–Buyrun, yemeğinizi yiyin, ben oruçluyum.” dedi. Selmân: “–Sen yemedikçe ben de yemem.” diye karşılık verdi. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ sofraya oturup yemek yedi. Gece olunca Ebu’d-Derdâ teheccüd namazı kılmaya hazırlandı. Selmân ona: “–Uyu!” dedi. Ebu’d-Derdâ uyudu. Bir müddet sonra tekrar kalkmaya davrandı. Selmân yine: “–Uyu!” diyerek onu kaldırmadı. Gecenin sonlarına doğru Selmân: “–Şimdi kalk!” dedi ve her ikisi birlikte namaz kıldılar. Sonra Selmân, Ebu’d-Derdâ’ya şöyle dedi: “–Senin üzerinde Rabbinin hakkı vardır, nefsinin hakkı vardır, âilenin hakkı vardır. Her hak sâhibine hakkını ver.” Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gidip olup biteni anlattı. Fahr-i Kâinât Efendimiz: “–Selmân doğru söylemiş.” buyurdu. (Buhârî, Savm 51, Edeb 86) { Hâsılı, insan herkesten önce âilesine karşı mes’ûldür. Onların kendisine Allah tarafından verilen bir emânet olduğunu bilmeli, haklarını elinden geldiğince îfâ etmeye çalışmalıdır. Zîrâ bu yöndeki gayretler, hem Rabbimizi râzı eder hem de huzurlu bir hayat yaşamamıza vesîle olur. Bu hususta ihmalkâr davranmak ise kişiyi hem dünyada hem de âhirette zor durumda bırakır. c. Sıla-i Rahim (Akrabâ Hakkı) Kişinin akrabâ ve yakınlarıyla alâkasını devâm ettirmesi, onları koruyup gözetmesi, yâni sıla-i rahimde bulunması, dînimizin çok ehemmiyet verdiği esaslardan biridir. Zîrâ Cenâb-ı Hak, akrabâları birbirlerine mîrasçı kılmış, birtakım haklar ve vazifelerle aralarındaki bağları kuvvetlendirmiştir.


Akrabâ çevresi, insanı maddî ve mânevî kötülüklerden muhafaza ettiği gibi muhtelif hayır ve sâlih amellerin işlenmesinde de yardımcı olur. Peygamberler, tebliğlerine akrabâlarından başlamışlardır. Yine onlar, akrabâlarının desteğiyle tebliğ vazifelerine devâm etmişlerdir.[172] Meselâ Şuayb -aleyhisselâm-’ın azgın kavmi kendisine: “…Eğer kabîlen olmasaydı mutlaka seni taşlayarak öldürürdük…” (Hûd, 91) demişlerdi. Dolayısıyla müslüman, dînî ve dünyevî hususlarda yakınlarına faydalı olmak ve hayırlı işlerde onlardan istifâde edebilmek için akrabâlık bağlarını devâm ettirmeli ve “sıla-i rahim” vazifesini hiçbir zaman ihmâl etmemelidir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “…Akrabâlık haklarına riâyetsizlikten sakının. Şüphesiz Allah sizin üzerinizde gözetleyicidir.” (en-Nisâ, 1) “…Anaya, babaya, akrabâya… iyi davranın…” (en-Nisâ, 36) Cenâb-ı Hak, “rahim” diye adlandırılan akrabâlık bağına, Rahmân ve Rahîm esmâ-yı ilâhiyyesinden türeyen bir isim vermiş ve: “…Ona riâyet edene Ben de iyilik ve ihsanda bulunurum. Onu koparanı da lutuf ve merhametimden mahrum bırakırım.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Zekât, 45/1694) Demek ki akrabâlarla münâsebetler, Cenâb-ı Hakk’ın Rahmân sıfatının bir tecellîsi olarak merhamet ve şefkat temelleri üzerinde binâ edilmelidir. Şu hadîs-i şerîf bu hususta mühim bir ölçü tâlim etmektedir: “Akrabâsının yaptığı iyiliğe aynıyla karşılık veren, onları koruyup gözetmiş sayılmaz. Akrabâyı koruyup gözeten kişi, kendisiyle alâkayı kestikleri zaman bile, onlara iyilik etmeye devâm edendir.” (Buhârî, Edeb, 15; Ebû Dâvûd, Zekât, 45; Tirmizî, Birr, 10) Bir sahâbî, fazîletli amellerin ne olduğunu sorduğunda, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisiyle alâkayı kesen akrabâlarıyla görüşmeye devâm etmenin, pek kıymetli davranışlardan biri olduğunu beyân etmiştir. (Ahmed, IV, 148, 158) Diğer taraftan, sıla-i rahimde bulunmak, doğrudan îmanla alâkalı bir hâdisedir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “…Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, akrabâsına iyilik etsin!..” buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 85; Müslim, Îmân, 74, 75) Allah Teâlâ, güzel bir âkıbetle müjdelediği kullarının vasıflarını be*yân ederken şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki, Allâh’ın riâyet edilmesini emrettiği şeye riâyet ederler (sıla-i rahimde bulunurlar), Rablerinden korkarlar ve (bilhassa) hesâbın kötü olmasından endişe ederler.” (er-Ra’d, 21)


Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, amcası Hazret-i Abbâs’ı medhederken: “Bu Abbâs bin Abdülmuttalib, Kureyş’in en cömerdi ve akrabâlık bağlarına en çok riâyet edenidir.” buyurmuştur. (Ahmed, I, 185; Hâkim, III, 371) Yine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, iyilikte bulunmada gözetilmesi gereken sırayı şöyle beyân etmiştir: “Harcamaya kendinden başla. Artanı çoluk-çocuğuna sarf et. Âilenden bir şey artarsa, bunu da yakınlarına harca. Bunlardan arta kalanı da sağındaki solundaki komşulara ver!” (Bkz. Nesâî, Zekât 60, Büyû 84; Müslim, Zekât 41) Akrabâya yapılan infak için, hem sadaka hem de akrabâyı koruyup gözetme sevâbı vardır. (Tirmizî, Zekât, 26) Sıla-i rahimin birtakım zorlukları da olabilir. Lâkin ona va’dedilen mükâfat, daha fazla ve daha büyüktür. Fahr-i Kâinât Efendimiz, akrabâ ile ilgilenmenin mükâfatlarından bir kısmını şöyle haber vermiştir: “Rızkının çoğalmasını ve ömrünün uzamasını isteyen kimse, akrabâsını kollayıp gözetsin!” (Buhârî, Edeb 12, Büyû` 13; Müslim, Birr 20, 21; Ebû Dâvûd, Zekât 45) Bundan daha güzeli de, sıla-i rahimin insanı Allah Teâlâ’nın muhabbetine eriştirmesidir. Bir kudsî hadîste Allah Teâlâ şöyle buyurur: “…Akrabâ ve dostlarıyla irtibâtını kesmeyenlere ve Ben’im için ziyâretleşenlere Ben’im de muhabbetim hak olmuştur.” (Ahmed, V, 229) Bunun aksine, akrabâlarıyla bağını keserek onlarla ilgilenmeyen kişiler için de pek çok ilâhî îkaz ve tehditler vârid olmuştur. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Onlar, Allâh’a söz verdikten sonra verdikleri sözü bozarlar, Allâh’ın gözetilmesini emrettiği kimselerle alâkayı keserler ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. İşte onlar, lânete uğramışlardır; cehennem de onlar içindir.” (er-Ra’d, 25) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ varlıkları yaratma işini tamamlayınca, akrabâlık bağı (rahim) ayağa kalkarak: «–(Huzûrunda) bu duruş, akrabâlık bağını koparan kimseden Sana sığınanın duruşudur.» dedi. Allah Teâlâ: «–Pekâlâ, seni koruyup gözeteni gözetmeme, seninle alâkasını kesenden rahmetimi kesmeme râzı değil misin?» diye sordu. Akrabâlık bağı: «–Evet, râzıyım.» dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: «–Sana bu hak verilmiştir.» buyurdu.”


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunları anlattıktan sonra: “–İsterseniz (bunu tasdik eden) şu âyeti okuyunuz!” buyurdu: “(Ey münâfıklar!) Siz iş başına geçecek olursanız, yeryüzünde fesat çıkarır, akrabâlarla alâkanızı kesersiniz, değil mi? İşte Allâh’ın lânete uğrattığı, kulaklarını sağır, gözlerini kör ettiği kimseler bunlardır.” (Muhammed, 22-23) (Buhârî, Tefsîru Sûre 47, Edeb 13, Tevhîd 35; Müslim, Birr 16) Yine bu mevzûda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Âhirette cezâsını ayrıca vermekle beraber, dünyada Allah Teâlâ’nın çabucak cezâlandırmasını en fazla hak eden günahlar, zulmetmek ve akrabâyı ihmâl etmektir.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 43; Tirmizî, Kıyâme, 57; İbn-i Mâce, Zühd, 23) “Her cuma gecesi insanoğlunun amelleri Allâh’a arz olunur. Fakat akrabâsıyla alâkasını kesen kimsenin amelleri kabul edilmez.” (Ahmed, II, 484) “Yeryüzünde bir müslüman, Allah’tan bir şey dilerse, günah bir şeyi istemediği veya akrabâsı ile alâkasını kesmeyi arzu etmediği müddetçe Allah onun dileğini mutlaka yerine getirir veya ona vereceği şey kadar bir kötülüğü kendisinden uzaklaştırır.” (Tirmizî, Deavât, 115/3573; Ahmed, III, 18) “Akrabâsıyla ilgisini kesen kimse cennete giremez.” (Buhârî, Edeb, 11; Müslim, Birr, 18, 19) Bu âyet ve hadisler, sıla-i rahimin ehemmiyetini ortaya koymaktadır. Hattâ bu husus o kadar mühimdir ki, akrabâlar müslüman olmasalar bile, onlarla aramızda belli bir hukuk mevcuttur. Nitekim âyet-i kerîmede müslüman olmayan anne-babaya dahî iyilik yapılması ve dünyada onlarla iyi geçinilmesi emredilmektedir.[173] Fazîlet Tabloları Nübüvvetten önce, Peygamber Efendimiz’in amcası Ebû Tâlib’in maddî durumu zayıf, âile efrâdı ise hayli kalabalıktı. Bu sebeple sıkıntı içindeydi. Peygamber Efendimiz, diğer amcası Hazret-i Abbâs’a gidip: “–Amcacığım! Biliyorsun ki kardeşin Ebû Tâlib’in âilesi çok kalabalık. İnsanlar kıtlık ve açlığa mâruz kalmış, kıvranıp duruyorlar. Haydi, Ebû Tâlib’in yanına gidelim ve kendisiyle konuşalım. Oğullarından birini ben yanıma alayım, birini de sen al! Böylece onun yükünü biraz hafifletmiş oluruz!” dedi. Abbâs -radıyallâhu anh- bu âlicenap teklifi kabûl etti ve berâberce Ebû Tâlib’in yanına vardılar. O: “–Akîl’i bana bırakınız, diğerlerinden istediğinizi alabilirsiniz!” dedi.


Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- Ali’yi, amcası Abbâs da Câfer’i aldı. Efendimiz’e peygamberlik lutfedilinceye kadar Hazret-i Ali, O’nun yanında yetişti. (İbn-i Hişâm, I, 264) { Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle der: “Yakın akrabâlarını uyar!” (eş-Şuarâ, 214) âyet-i kerîmesi nâzil olunca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kureyş Kabîlesi’ni dâvet etti. Onlar da Efendimiz’in yanına gelip toplandılar. Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- kimine umûmî, kimine de husûsî olarak şöyle hitâb etti: “Ey Abdüşemsoğulları! Ey Kâ’b bin Lüey oğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdümenâfoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Hâşimoğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Abdülmuttaliboğulları! Kendinizi cehennemden kurtarınız! Ey Fâtıma! Kendini cehennemden kurtar! Çünkü sizi Allâh’ın azâbından kurtarmaya benim gücüm yetmez. Ama aramızdaki akrabâlık bağı sebebiyle sizinle alâkamı kesmeyeceğim.” (Müslim, Îmân, 348, 351; Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26/2; Tirmizî, Tefsîr, 27/2) { Amr bin Abese -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Ben câhiliye devrindeyken, halkın sapıklık üzere bulunduğunu ve doğru bir yolda olmadığını biliyordum. Çünkü onlar putlara tapıyorlardı. Derken Mekke’de bir kişinin önemli haberler verdiğini duydum. Bineğime atlayıp derhal o zâta gittim. Bir de baktım, Rasûlullah sallâllâhu aleyhi ve sellem- gizlenmiş ve Mekkeliler O’nun aleyhinde cür’etkâr bir vaziyetteler. O’nunla görüşmenin yolunu aradım, Mekke’de kendisine ulaştım ve: «–Sen kimsin, ne yaparsın?» dedim. «–Ben peygamberim.» cevâbını verdi. «–Peygamber ne demek?» dedim. «–Beni Allah gönderdi.» dedi. «–Ne ile gönderdi?» dedim. «–O, beni, hısım ve akrabânın gözetilmesi, putların kırılması, Allâh’ın bir bilinmesi ve O’na hiçbir şeyin ortak koşulmaması vazifesiyle gönderdi.» buyurdu…” (Müslim, Müsâfirîn, 294)


Nübüvvetten önce de akrabâ ve komşularıyla yakından alâkadar olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, peygamber olduktan sonra da, esas vazifelerinden birinin sıla-i rahim olduğunu beyân etmiş ve örnek ahlâkıyla bunu ümmetine en güzel şekilde öğretmiştir. Nitekim Ebû Süfyân, Bizans Kralı Herakliyus’un: “–O (peygamber olduğunu söyleyen) zât size neleri emrediyor?” diye sorduğunda: “–Sadece Allâh’a kulluk ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayınız. Atalarınızın îmân ettiklerini söyledikleri şeyleri terk ediniz, diyor ve bize namaz kılmayı, sözde ve işte doğruluğu, iffetli yaşamayı ve akrabâ ile ilgilenmeyi emrediyor.” cevâbını vermiştir. (Buhârî, Bed’u’l-Vahy 6, Salât 1, Sadakât 28; Müslim, Cihâd 74) { Bir kişi, ashâb-ı kirâmı yara yara Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. O esnâda Peygamber Efendimiz bineğinin üzerinde bulunuyordu. Gelen zâtın bu telâşı sahâbîleri meraklandırdı. “–Nesi var bunun?” dediler. Peygamber Efendimiz adama yol vermelerini söyleyerek: “–Kendine göre önemli bir işi var.” buyurdu. O zât Efendimiz’in yanına gelince bineğinin dizginine yapıştı ve: “–Yâ Rasûlallah! Beni cennete götürüp cehennemden uzaklaştıracak amel nedir, söyler misiniz?” dedi. Bu sahâbînin hâlini ve neye ihtiyacı olduğunu anlayan Rasûlullah Efendimiz: “–Allâh’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi denk tutmazsın, namazı kılar, zekâtı verir ve akrabânı koruyup gözetirsin.” tavsiyesinde bulundu. Sorularının cevâbını alan sahâbî geri dönüp giderken Efendimiz arkasından baktı ve yanındaki arkadaşlarına: “–Eğer bunlara sımsıkı sarılırsa cennete girer.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Edeb, 10; Müslim, Îmân, 14; Nesâî, Salât, 10) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Siz (bir para birimi olan) kîrâtın kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zîrâ onlara bir ahid ve emân vazifemiz, bir de onlarla akrabâlık bağımız vardır.” (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 226, 227) Âlimlerin bildirdiğine göre, hadiste sözü edilen akrabâlık bağı, Allah Rasûlü’nün atası Hazret-i İsmâil’in annesi Hâcer’in Mısırlı olması, hısımlık bağı ise Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın oğlu İbrâhim’i dünyaya getiren Hazret-i Mâriye’nin onlardan olması sebebiyledir. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi’nin akrabâlarını düşünüp gözetme husûsundaki bu hassâsiyetleri, biz ümmet-i Muhammed için mühim bir nebevî ahlâk tâlimidir.


{ İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün (babam) Hazret-i Abbâs’a dedi ki: “Amcacığım, sen ve oğlun pazartesi sabahı bana gelin, sizlere duâ edeyim. Allah bu duâ bereketiyle sana ve oğluna hayırlar ihsân eylesin.” Babamla birlikte Allah Rasûlü’ne gittik. Bize birer elbise giydirdi ve şöyle duâ buyurdu: “Allâh’ım! Abbâs’ı ve oğlunu zâhir ve bâtın hiçbir günâhın hâriç kalmayacağı mağfiretinle bağışla! Allâh’ım! Onu çocuğu sebebiyle muhâfaza buyur!” (Tirmizî, Menâkıb, 28/3762) Bu duânın da bereketiyledir ki Hazret-i Abbâs ve oğlu, hadîs ve tefsîr gibi ilimlerdeki müstesnâ vukûfiyetleri ve takvâ hayatlarıyla ümmete numûne oldular. { Safiyye vâlidemiz, yahûdî ileri gelenlerinden Huyey’in kızı idi. İslâm’ı tercih ederek Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e zevce olma şerefine ermişti. Birgün Hazret-i Safiyye -radıyallâhu anhâ-’nın câriyesi, hilâfeti zamanında Hazret-i Ömer’e: “–Ey Mü’minlerin Emîri! Safiyye, cumartesi gününü seviyor ve yahûdîlerle alâkasını devâm ettiriyor.” diye şikâyette bulundu. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir adam göndererek durumu tahkîk etti. Muhtereme vâlidemiz: “–Cumartesi gününü soruyorsun. Allah onun yerine bana Cumâ’yı ihsân ettiğinden beri o günü sevmiyorum. Yahûdîler hakkındaki soruna gelince, onlar arasında benim akrabâlarım var, sıla-i rahim yapıyorum.” cevâbını verdi. Safiyye vâlidemiz, daha sonra câriyesine dönerek bu iftirâyı niçin attığını sordu. O da: “–Şeytana uydum.” diyerek suçunu îtirâf etti. Safiyye vâlidemizin cevâbı ise, onun İslâm ahlâkını ne kadar güzel bir sûrette benimsediğini gösterecek kadar muhteşemdi. Zîrâ kendisine haksız yere ithamda bulunan bu kölesine: “–Gidebilirsin, seni âzâd ettim!” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347) Zîrâ âyet-i kerîmede şu güzel usûl tavsiye edilir: “…Sen kötülüğü en güzel bir tarzda bertarâf et. O zaman (göreceksin ki), seninle arasında düşmanlık bulunan kimse, sanki candan, sıcak bir dost oluvermiş.” (Fussilet, 34) Muhtereme vâlidemiz, yahûdî akrabâlarıyla alâkasını devâm ettirmiş, onların hidâyetine vesîle olabilmenin yollarını aramıştır.


{ Büreyde -radıyallâhu anh- anlatıyor: Birgün Hazret-i Ömer’in yanında oturuyordum. Bir feryâd işittik. Ömer -radıyallâhu anhhizmetçisi Yerfe’ye: “–Bak bakalım, bu ses nedir?” dedi. Yerfe hâdiseyi öğrenip geldiğinde: “–Kureyşli bir kız çocuğu, annesi satılıyor diye ağlıyor.” dedi. Hazret-i Ömer: “–Muhâcirleri ve Ensâr’ı bana çağır!” dedi. Kısa bir süre sonra evin içi ve dışı doldu. Ömer radıyallâhu anh- Allâh’a hamd ü senâda bulunduktan sonra: “–Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın getirdiği dînde akrabâlık bağlarını kesmek var mı?” diye sordu. “–Hayır.” dediler. “–Fakat bugün bu, aranızda yaygınlaşmış durumda!” dedi ve; “Demek siz iş başına gelecek olursanız yeryüzünde bozgunculuk çıkaracaksınız ve akrabâlık bağlarınızı koparacaksınız öyle mi?” (Muhammed, 22) âyetini okudu. Daha sonra şunları söyledi: “–Gözlerinizin önünde bir kızcağızın annesinin satılmasından daha çok akrabâlık bağlarını parçalayan bir şey var mı? Kaldı ki buna ihtiyâcınız da yok. Allah size lutuflarda bulundu, dünyâlık verdi.” dedi. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm: “–Öyleyse bu hususta uygun gördüğün şeyi yap!” dediler. Hazret-i Ömer de her tarafa, hür bir kimsenin annesinin satılmamasının, akrabâlık münâsebetlerini kesmek olduğunu, akrabâlık bağlarını kesmenin ise dînimizde helâl olmadığını bildiren emirnâmeler gönderdi. (Hâkim, II, 497/3708) Burada şunu hatırlatmada fayda mülâhaza ediyoruz: İslâm’ın köleliği muhâfaza edip devâmını sağladığı şeklindeki bir düşünce son derece yanlış ve hatâlıdır. İslâm, köleliği ibkâ etmemiş, aksine mevcut olan bu uygulamayı tedrîcen kaldırmıştır. Ancak İslâm, kölelik müessesesini ictimâî bir karışıklığa meydan vermeden gönüllü olarak ortadan kaldıracak bir yol açmıştır. Zîrâ o zamanlar kölelik bir harp hukûku idi ve birden kaldırılması imkânsızdı. İslâm’ın bu güzel metodu tatbik edilmeye başlanınca, bir köleye sâhip olmak külfet hâline gelmiş, asırlarca mevcut olan ve toplumda iyice yerleşmiş bulunan bu müessesese, hiçbir zorlama olmadan, gönüllü olarak ortadan kalkmaya başlamıştır. İslâm, 23 senelik bir zaman zarfında insanları mükemmel bir medeniyet ufkuna taşımıştır. İslâm’da en büyük hürriyet, kulun Rabbine köle olmasıdır. En kötü kölelik de, kullara kul olmaktır.


Burada bilhassa Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın köleliğe karşı verdiği şiddetli mücâdele dikkat çekicidir. O, kölelik müessesesini kaldırmak için çok büyük gayretler sarf etmiş ve birtakım tedbirler almıştır. Üstün gayretleri neticesinde, Arabistan’da köleliği tamamen kaldırmaya muvaffak olmuştur. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hilâfete gelir gelmez, muhârebelerde ele geçirilen erkek ve kadın Arap esirleri tamamen serbest bırakmıştır. Eskiden bu gibi esirler köle ve câriye muâmelesi görürdü. Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Mısır ve Irak gibi memleketlerde hiç kimsenin esir ve köle muâmelesi görmesine müsâade etmemiştir. Bu hususta yapılan ısrarları da dikkate almamıştır. Bir defâsında İslâm askerleri tarafından Mısır’dan getirilen köleleri serbest bırakarak tekrar memleketlerine göndermiştir. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, memurlarının, hastalanan köleleri ziyâret etmedikleri haberini aldığında, onları vazifeden azlederdi.[174] { Velhâsıl, insanların akrabâlarına önem vermesi, onlarla ilgilenip yardımlarına koşması, Cenâbı Hakk’ın ve Rasûlullah Efendimiz’in üzerinde çokça durduğu bir husustur. Onlara yapılabilecek en mühim yardım ise, emr bi’l-mârûf’ta bulunarak mânevî âlemlerini îmâr etmektir. Daha sonra da maddî-mânevî her türlü ihtiyaçlarına koşarak, sevinçli ve kederli anlarında yanlarında olmak ve zaman zaman da ziyâretlerine gitmektir. Cenâb-ı Hakk’ın sıla-i rahimi ısrarla emretmesinde, insanların bildiği ve bilmediği pek çok hikmetler gizlidir. Bize düşen, Rabbimizin emrine cân u gönülden itaat ederek akrabâlık bağlarımızı kuvvetlendirmek ve mükâfâtını da yine O’ndan beklemektir. d. Komşu Hakkı Kul hakkı mevzuunda titizlik gösterilmesi gereken hususlardan biri de komşu hakkıdır. Cenâbı Hak, komşu hukûkuna riâyeti ısrarla emretmiştir. Zîrâ insan, akrabâlarından çok, komşularıyla beraberdir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “…Anaya, babaya, akrabâya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya ve mâliki bulunduğunuz kimselere ihsân ile muâmele edin, iyi davranın…” (en-Nisâ, 36) Âyette bahsedilen “yakın komşuya iyilik etmek”, evi yakın olan veya hem yakın komşu hem akrabâ hem de din kardeşi olan kimselere güzel muâmelede bulunmak, yardım etmek ve kusurlarına karşı sabırla tahammül göstererek onları affetmektir. Uzak komşuya iyilik etmek ise, evi uzak olan veya akrabâlık bağı bulunmayan yahut müslüman olmayan kimselere el uzatmak ve gönlümüzü açmaktır.


Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, üzerimizdeki hakları itibârıyla komşuları üçe ayırmıştır: a. Bir hakkı olan komşular; gayr-i müslimler: Bunların sadece komşuluk hakkı vardır. b. İki hakkı olan komşular; müslümanlar: Bunların hem komşuluk, hem de din kardeşliği hakkı vardır. c. Üç hakkı olan komşular; akrabâ olan müslümanlar: Bunların da hem komşuluk, hem din kardeşliği, hem de akrabâlık hakkı vardır.[175] İslâm, insânî muâmeleleri yakından uzağa doğru tanzîm etmiştir. Bu sebeple daha yakın olanın daha fazla hakkı vardır ki, insan tabiatının îcâbı da budur.[176] Bütün insanların güzel komşularla yaşamak istediğini düşünerek evvelâ kendimiz güzel bir komşu olmalı, daha sonra da sâlih komşular arasında oturmaya gayret etmeliyiz. Zîrâ müslümanı dünyada bahtiyar eden şeylerden biri de sâlih komşudur.[177] Bu sebepledir ki Fahr-i Kâinât Efendimiz: “Devamlı ikâmet ettiğiniz yerde kötü komşudan Allâh’a sığınınız! Göçebe olduğunuz yerdeki komşu nasıl olsa bir müddet sonra sizden ayrılır.” buyurmuştur. (Nesâî, İstiâze, 44) Bu hususta meşhur olan; “Ev alma komşu al!” sözü, hayırlı komşular arasında yaşamanın, mânevî hayâtımız açısından da ne kadar ehemmiyetli olduğunu açıkça göstermektedir. Aynı şekilde, mescitlere komşu olmaya da îtinâ göstermek gerekir. Böylece insan, secdeye dâvet telkinleri olan ezânın rûhâniyetinden uzak kalmamış olur. Komşuluk o derece mühimdir ki, sadece bu dünya ile de sınırlı kalmamaktadır. Hayatta iken sâlihlerle beraberlik ehemmiyetli olduğu gibi, kabirde de onlara komşu olmak büyük bir ehemmiyet arz etmektedir. Bunu Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle ifâde buyurur: “Ölülerinizi sâlih insanların arasına defnediniz.” (Deylemî, I, 102) Bunlarla birlikte komşuların ufak tefek eziyet ve sıkıntılarına da katlanmak gerekir. Zîrâ Cenâb-ı Hakk’ın sevdiği kişilerden biri de, komşusunun eziyetlerine Allah rızâsı için katlanan kimsedir. Allah Teâlâ onu, bir şekilde komşusunun fenâlığından muhâfaza eder.[178] Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- komşu hakları husûsunda şöyle buyurmuştur: “Cebrâîl bana, dâimâ komşu hakkını tavsiye ederdi. Öyle ki ben, komşuları birbirine mîrasçı kılacak zannetmiştim!” (Buhârî, Edeb, 28; Müslim, Birr, 140) “…Komşuna ihsanda bulun ki (kâmil bir) mü’min olasın…” (Tirmizî, Zühd, 2/2305; İbn-i Mâce, Zühd, 24) Ebû Zer -radıyallâhu anh- şöyle der:


“Dostum Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana şöyle vasiyet etti: «Çorba pişirdiğin zaman suyunu çok koy. Sonra da komşularını gözden geçir ve gerekli gördüklerine güzel bir şekilde ikrâm et!»” (Müslim, Birr, 143) Hadîs-i şerîf muktezâsınca komşu hakkını îfâya, yokluk dahî mâzeret değildir. İmkânı dar olan kişi de gücü nisbetinde komşusunu kollamak durumundadır. Zîrâ Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den şöyle bir ihtar vârid olmuştur: “Komşusu açken tok yatan kimse mü’min değildir.” (Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167)

Diğer taraftan komşulara huzursuzluk vermek, büyük bir îman zaafıdır. Komşular, öncelikle birbirlerinin şerrinden emîn olmalıdırlar. Nitekim Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’ın rivâyetine göre Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz. Vallâhi îmân etmiş olmaz!” buyurdu. Sahâbîler: “–Kim îmân etmiş olmaz, yâ Rasûlallâh?” diye sordular. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Yapacağı fenâlıklardan komşusu emniyet içinde olmayan kimse!” buyurdu. (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, Îmân, 73; Tirmizî, Kıyâmet, 60) Fenâlıklarından komşusu emniyette olmayan kimsenin cennete giremeyeceği de haber verilmiştir.[179] Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- komşu haklarını şöyle açıklar: “Bir kişi, ehline ve malına gelecek kötülükten korktuğu için kapısını komşusuna kapalı tutmak zorunda kalıyorsa, o komşu, gerçek mü’min değildir. Aynı şekilde şer*rinden emîn olunmayan komşu da gerçek mü’min değildir. Komşu hakkının ne olduğunu biliyor musun? Senden yardım dilediğinde yardım etmen, borç istediğinde vermen, muhtaç olduğunda ihtiyacını görmen, hastalandığında ziyâret etmen, bir hayra kavuştuğunda tebrik etmen, musîbete uğ*radığında tâziyede bulunman, öldüğünde cenâzesine katılman, izni olma*dıkça binânı onun binâsından daha yüksek yapıp rüzgârına mânî olmaman, çorbandan az da olsa ona da göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etmemendir. Bir meyve satın aldığında ona da hediye et, eğer bunu yapamazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice getir. Onu çocu*ğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu özendirmesin.” (Beyhakî, Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123) Komşuya verilecek veya ondan gelecek herhangi bir hediyeyi kesinlikle küçük görmemelidir. Her vesîleyle onların gönlünü almaya bakmalı, devamlı ikram ve ihsanda bulunmalıdır. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ne güzel buyurur:


“Birbirinize hediye veriniz. Çünkü hediye, gönüllerdeki dargınlığı yok eder. Komşu hanımlar birbiriyle hediyeleşmeyi küçümsemesin! Alıp verdikleri şey, azıcık bir koyun paçası bile olsa!..” (Tirmizî, Velâ, 6/2130) Fazîlet Tabloları Komşu haklarının en mühimlerinden biri, onlara mânevî yönden yardımcı olmaktır. Dînî ve mânevî meselelerdeki eksiklerini tamamlamak, yanlışlarını düzeltmeye çalışmaktır. Bu husustaki dikkat çekici bir misâli Ebzâ el-Huzâî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minbere çıkarak bir konuşma yaptı. Müslümanlardan bâzı kişileri hayırla yâd ettikten sonra şunları söyledi: «–Bâzılarına ne oluyor ki komşularına meseleleri anlatmıyor, bilmediklerini öğretmiyor, onları anlayışlı hâle getirmiyorlar? Onlara mârûfu emretmiyor, onları münkerden (dînin hoş görmediklerinden) sakındırmıyorlar. Birtakım kimselere de ne oluyor ki, bilmediklerini komşularından sorup öğrenmiyor, anlayışlı olmaya çalışmıyorlar? Allâh’a yemin ederim ki, bilgi sâhibi olanlar ya komşularına öğretir, onları anlayışlı hâle getirir, mârûfu emreder, münkerden sakındırırlar; diğer taraftan bilmeyenler de komşularından sorup öğrenir, dînî meseleleri kavramaya çalışırlar, ya da onları (her iki grubu da) mutlaka dünyada cezâlandırırım.» Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu konuşmayı yaptıktan sonra minberden inip evine girdi. Bâzıları: «–Öyle sanıyoruz ki (Yemenli) Eş’arîleri kastetti, çünkü onlar fakîh kimselerdir, komşuları ise kaba, sert mizaçlı ve su başlarında göçebe hayâtı yaşayan kimselerdir.» dediler. Eş’arîler durumdan haberdâr olunca Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler ve: «–Yâ Rasûlallah! Sen bir kavmi hayırla, bizi ise şerle yâd etmişsin. Bizim hangi hâlimiz sebebiyle böyle oldu?» dediler. Âlemlerin Efendisi önceki sözlerini tekrarladı. Eş’arîler kastedilenin kendileri olup olmadığını sordukça Nebiyy-i Ekrem Efendimiz aynı sözlerini tekrarlıyordu. Bunun üzerine Eş’arîler: «–Öyleyse bize bir sene mühlet ver.» dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de komşularını eğitip onlara dînî meseleleri öğretmeleri için kendilerine bir sene müddet tanıdı ve sonra şu âyetleri okudu: «İsrâiloğulları’ndan kâfir olanlar, Dâvud’un ve Meryem’in oğlu Îsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Bu, onların isyân etmeleri ve aşırı gitmeleri sebebiyledir. Onlar, işledikleri kötülükten, birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Andolsun yaptıkları şey ne kötü idi!» (el-Mâide, 78-79)” (Ali el-Müttakî, III, 684/8457; Heysemî, I, 164)


{ Sahâbe-i kirâmın komşu mes’ûliyetini ve din kardeşliği hukûkuna riâyetini ifâde eden şu hâdise ne kadar mühimdir: İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor: “Yedi ev vardı, hepsi de yoksuldu. Birisi bu evlerden birine bir koyun kellesi gönderdi. Ev sâhibi, komşusunun daha muhtaç olduğunu düşünerek kelleyi diğer komşuya gönderdi. İkinci komşu da aynı düşünceyle kelleyi üçüncü komşuya gönderdi. Bu şekilde kelle yedi ev arasında dolaştıktan sonra tekrar ilk hediye edildiği eve gönderildi.” (Hâkim, II, 526) { Müslim bin Sa’d’ın yeğeni Abdullah şöyle anlatır: Hacca gitmeye niyetlenmiştim. Dayım Müslim bana on bin dirhem verdi ve: “–Medîne’ye vardığında araştır ve bunları en fakir âileye ver!” dedi. Medîne-i Münevvere’ye vardığımda en fakir âilenin hangisi olduğunu sordum, bana bir ev gösterdiler. Varıp kapılarını çaldım. İçerden bir kadın: “–Kim o?” dedi. “–Ben Bağdat’tan gelen bir kişiyim. Gelirken bana on bin dirhem verildi ve Medîne’nin en fakir âilesine vermem emredildi. Buraya gelip sorduğumda sizi gösterdiler, lütfen bu paraları kabul buyurunuz.” dedim. Kadın: “–Sana paraları veren kimse «en fakir âileye vermeni» şart koşmuş. Şu bizim hizâmızdaki âile bizden daha muhtaç durumda.” dedi. Oradan ayrılıp diğer eve gittim. Kapılarını çaldım. Bana cevap veren kadına öncekine söylediklerimin aynısını söyledim. Kadın bana şöyle dedi: “–Biz ve komşularımız ihtiyaç husûsunda aynı seviyedeyiz. O parayı aramızda taksim et!” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 206) { Birgün İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- için bir koç kesilmişti. İbn-i Ömer, âilesine: “–Ondan yahûdî komşumuza da hediye ettiniz mi?” diye sordu. “–Hayır!” cevâbını alınca da:


“–Bundan ona da gönderin. Zîrâ ben, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; «Cebrâîl bana komşu hakkında o kadar çok tavsiyede bulundu ki, komşuyu komşuya vâris kılacağını zannettim.» buyurduğunu işittim.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5152; Tirmizî, Birr, 28/1943) { Bâzı kimseler Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ashâbından Abdullah bin Amr -radıyallâhu anh-’ı ziyârete gitmişlerdi. O esnâda Hazret-i Abdullâh’ın hizmetkârı bir koyun kesiyordu. İşini bitirince, Abdullah -radıyallâhu anh- ona, yakındaki yahûdî komşularından başlayarak eti dağıtmasını söyledi. Yanındakilerden biri: “–Allah hayrını versin, yahûdî mi dedin?!” dedi. O da: “–Evet, ben Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den komşuya iyi davranılması husûsunda çok şey duydum. Hattâ biz O’nun komşuyu komşuya mîrasçı kılacağını zannederdik.” dedi. (Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 58; Beyhakî, Şuab, VII, 84-85) { Sahâbîlerden biri Peygamber Efendimiz’in huzuruna gelerek komşusunu şikâyet etti. Efendimiz ona sabretmesini söyledi. Adam iki-üç defâ daha geldi ve şikâyetlerini tekrarladı. O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona: “–Evinin eşyasını çıkarıp yolun kenarına yığ!” buyurdu. O da öyle yaptı. Yoldan gelip geçenler ona eşyalarını niçin yola yığdığını sordular. O da durumu anlatıp Allah Rasûlü’nün böyle tavsiye ettiğini söyledi. Hâdiseyi öğrenenler kötü komşuya lânet etmeye; “Allah ona da şunu yapsın, bunu yapsın!” diye bedduâ etmeye başladılar. Kötü komşu, doğruca komşusunun yanına giderek: “–Eşyalarını içeri al, bir daha benden kötü bir şey görmeyeceksin.” dedi. (Ebû Dâvûd, Edeb, 122-123/5153; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, s. 57; Hâkim, IV, 183; Heysemî, VIII, 170) { İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle der: Biz öyle zamanlar gördük ki, içimizden hiç kimse kendisinin altın ve gümüşe (yâni maddî imkânlara) müslüman kardeşinden daha lâyık olduğunu düşünmezdi. Şimdi öyle bir devirdeyiz ki, altın ve gümüş (yâni dünyâ menfaatleri) bize, müslüman kardeşimizden daha sevimli geliyor. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’in şöyle buyurduğunu işitmiştim: “Kıyâmet gününde nice komşular vardır ki, komşusunun yakasına yapışmış;«–Yâ Rabbî! Bu, kapısını yüzüme kapattı ve iyilik, ihsan ve yardımını benden esirgedi!» der.” (Buhârî, elEdebü’l-Müfred, no: 111) {


Tabiînden âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî bir zât olan Abdullah bin Mü*bârek, haccı îfâ ettikten sonra Kâbe-i Muazzama’da yakaza hâ*linde iken semâdan iki meleğin indiğini müşâhede eder. Meleklerden biri diğerine: “–Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali bin Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca gitmeğe niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu ka*dar hüccâcın haccı kabul edildi.” der. Yakaza hâli geçince Abdullah bin Mübârek, merak ve hayret içinde kaldı. Bir kervan ile Şam’a gitti. O zâtı bulup: “–Sen hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?” diye sordu. Ali bin Muvaffak, Abdullah bin Mübârek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırdı. Heyecanından kendinden geçti. Kendisine geldiğinde şöyle anlattı: “–Otuz senedir hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilik*ten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile olan hanımım: «–Komşudan et kokusu geliyor; gidip benim için bir parça et ister mi*sin?» dedi. Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı: «–Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamazsam, mecbûren onu ye*direceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır.» dedi. Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Binbir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim ve; «Yâ Rabbî, hac niyetimi kabûl et!..» diye Rabbime ilticâ ettim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek: “–Rabbim bana doğruyu bildirmiş!” dedi. { Velhâsıl, müslüman, komşusundan mes’ûldür. Bu sebeple, her şeyden evvel komşusunu rahatsız edecek herhangi bir davranıştan şiddetle sakınmalıdır. Zîrâ Hazret-i Peygamber sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz: “Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse komşusunu rahatsız etmesin…” buyurmuştur.[180] Sonra da, Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişinin komşusuna iyilik etmesini emretmiştir.[181] Demek ki hayırlı bir komşu olabilmek, Allâh’a ve âhirete îmanla alâkalı bir meseledir. Bu durumda, komşusuna kötü davranan bir kişi îman zaafına mübtelâ olmuş demektir.


Yeri gelir, komşu, yakın akrabâdan daha çabuk yardıma koşar. İnsanın derdini ve sevincini herkesten önce komşusu paylaşır. Bu sebeple; “Komşu komşunun külüne muhtaçtır.” darb-ı meseli ne kadar mühim bir hakîkati ifâde etmektedir. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da: “Komşunla kavga etme, misâfir gider, o kalır.” tavsiyesinde bulunmuştur. Mü’minler için şu nebevî müjdeler ne güzeldir: “Allah Teâlâ’ya göre arkadaşların hayırlısı, arkadaşına karşı daha hayırlı olandır. Yine Allah Teâlâ’ya göre komşuların hayırlısı, komşusuna karşı daha hayırlı olandır.” (Tirmizî, Birr, 28/1944) e. Allâh’ın Kullarını Hakîr Görmemek Cenâb-ı Hak, insana rûhundan üflemiş[182] yâni “ilâhî vuslat”a nâil olma istîdat ve kâbiliyetleri ihsân etmiş, onu mükerrem olarak ve “ahsen-i takvîm” üzere yaratmıştır.[183] Bu sebeple de kullarını çok sevmekte ve onların Âdem -aleyhisselâm-’ın yaratıldığı cennete nâil olmalarını arzu etmektedir. Bu yüzden, Allâh’ın yaratıp kıymet verdiği kullarını hor görmek, yâni ibâdullâhı istihkâr etmek, çok çirkin ve mahzurlu bir davranıştır! Hakikatte Allah katında kimin ne durumda olduğunu kimse bilemez. Cenâb-ı Hak, üstünlüğü takvâ şartına bağlamıştır. Takvâ da kalptedir. Kalbin pencereleri ise sadece Allâh’a açıktır. İnsanların kalplerini yarıp bakmak mümkün olmadığından, Hak katında kimin daha üstün olduğunu anlamak da imkânsızdır. Bu hususta Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle îkâz eder: “Saçı-sakalı birbirine karışmış, eski püskü elbiseler içinde, kimsenin îtibâr etmediği niceleri vardır ki, Allâh’a yemin etse, Allah onun yeminini boşa çıkarmaz.” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854) “Size cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için kimsenin ehemmiyet vermediği, fakat «şöyle olacak» diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir. Size cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân 9, Tefsîr 68/1, Edeb 61; Müslim, Cennet 47) O hâlde bir müslümana yakışan, Allâh’ın kullarına karşı hüsn-i zan beslemek, hürmetkâr olmak, onlara değer vermek ve güzel muâmelede bulunmaktır. Bu hususta Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere kesin emri şu şekildedir: “Ey mü’minler! Bir topluluk diğer bir topluluğu alaya almasın. Belki de onlar, kendilerinden daha hayırlıdır. Kadınlar da kadınları alaya almasınlar. Belki onlar kendilerinden daha


hayırlıdır. Kendi kendinizi ayıplamayın, birbirinizi kötü lâkaplarla çağırmayın. Îmandan sonra fâsıklık ne kötü bir isimdir! Kim de tevbe etmezse işte onlar zâlimlerdir.” (el-Hu*cu*rât, 11) Âyet-i kerîmedeki “kendi kendinizi ayıplamayın” ifâdesinden, din kardeşini ayıplamaya kalkan müslümanın, aslında kendini kınamış olacağı anlaşılmaktadır. Çünkü mü’minler, kardeş olmaları sebebiyle tek bir vücut gibidirler. Dolayısıyla herhangi bir mü’mine eliyle veya diliyle zarar vermek, aslında o kişinin kendine zarar vermesi mânâsına gelir. Âyet-i kerîmede, hoşlanılmayan, küçük düşürücü ve kötüleyici lâkaplar takarak insanları hakîr görmek de yasaklanmıştır. O hâlde insanları gücendirecek ve ayıplayacak lâkaplarla çağırmak, müslümanın yapacağı bir iş değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, insanları alaya almak, ayıplamak ve kötü lâkaplarla çağırmak gibi çirkin fiilleri “îmandan sonra fâsıklık” olarak vasıflandırmıştır. Fâsıklığın da müslümana yakışmayacağını, bu çirkin davranışları bırakarak tevbe etmeyenlerin, cezâyı hak eden zâlimler olduğunu bildirmiştir. İnsanları küçük görmek, sözle olabileceği gibi, hareketlerle, kaş-göz işâretleriyle de olabilir. Cenâb-ı Hak bunu da şu tehditkâr ifâdelerle yasaklamıştır: “İnsanları arkadan çekiştirip kaş-göz işâretiyle eğlenmeyi âdet hâline getirenlerin vay hâline!” (el-Hümeze, 1) Bu âyet-i kerîmenin devâmından, insanları arkalarından söz ve hareketlerle çekiştirip hakîr görmenin kâfirlere âit bir vasıf olduğunu anlıyoruz. Bir mü’minin bu vasıfları taşıması kabul edilemez. Zîrâ mü’min mü’minin kardeşidir; ona haksızlık etmez, onu yardımsız bırakmaz ve küçük görmez.[184] Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ bana: «Birbirinize karşı öylesine alçakgönüllü olun ki, hiç kimse diğerine karşı haddi aşıp zulmetmesin. Yine hiçbir kimse, bir başkasına karşı böbürlenip üstünlük taslamasın!» diye vahyetti.” (Müslim, Cennet, 64; Ebû Dâvûd, Edeb, 40; İbn-i Mâce, Zühd, 16) Allah Teâlâ’nın bu kesin emirlerine rağmen hâlâ din kardeşlerini küçük görenler, büyük bir hüsrâna dûçâr olurlar. Zîrâ Rasûl-i Ekrem Efendimiz: “İnsana günah olarak, müslüman kardeşini küçük görmesi yeter.” buyurmuşlardır. (Müslim, Birr, 32) Allâh’ın kullarını hor ve hakîr görmek, kalpte takvânın olmayışından ve kibir hastalığından ileri gelir. Hâlbuki, Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri’nin tâbiriyle; “Kibir, bele bağlanmış bir taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.” Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- şöyle der: “Kul, dünyâ nîmetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğzeder.”


Bir defâsında Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete giremez.” buyurmuşlardı. Ashâb-ı kirâmdan biri: “–İnsan elbise ve ayakkabısının güzel olmasını arzu eder?!” diyerek mevzuyu iyice anlamak istedi. Efendimiz de şu îzahta bulundu: “–Allah güzeldir, güzeli sever. Kibir ise hakkı kabûl etmemek ve insanları küçümsemektir.” (Müslim, Îmân, 147; Ebû Dâvûd, Libâs, 26; Tirmizî, Birr, 61) İnsanları küçük görme ve kibir hastalığının nelere mâl olduğunu görmek için şu rivâyetlere bakmak kâfîdir: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bir kişi; «–Vallâhi, Allah falan kişiyi bağışlamaz.» diye yemin etti. Bunun üzerine Azîz ve Celîl olan Allah Teâlâ: «–Falanı bağışlamayacağım hakkında Ben’im adıma kim (yemin edip) hüküm verebilir? Ben onu bağışladım, senin amelini de boşa çıkardım!» buyurdu.” (Müslim, Birr, 137) Yine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Bir kimse (kendini üstün görüp diğerlerini küçümseyerek); «İnsanlar helâk oldu!» derse, kendisi onlardan evvel helâk olur.” (Müslim, Birr, 139; Ebû Dâvûd, Edeb, 77) Kur’ân-ı Kerîm’in beyânına göre, hemen her peygamberin kavmindeki münkirler, mü’minleri küçümsemişlerdir. Fakirlerle bir arada olmayı, onlarla aynı sofrada oturmayı gururlarına yedirememişlerdir. Meselâ Nûh -aleyhisselâm-’ın kavmindeki müşrikler: “Sana düşük seviyeli kimseler tâbî olup dururken, biz sana îmân eder miyiz hiç, dediler.” (eş-Şuarâ, 111) ve fakirleri yanından kovmasını istediler. Zîrâ onlar, garip ve kimsesizlerin tâbî olduğu bir dînin, hak dîn olamayacağını düşünüyorlardı. Nûh -aleyhisselâm- şöyle cevap verdi: “…Ben îmân edenleri kovacak değilim; çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, câhilce davranan bir topluluk olarak görüyorum. Ey milletim! Onları kovarsam, Allâh’ın karşısında bana kim yardım edebilir? Düşünmez misiniz?” (Hûd, 29-30) Velhâsıl Hazret-i Nûh’un kavmi ve benzerleri, bu tavırlarından vazgeçmediler. Bu da onların helâk sebeplerinden biri oldu. Çünkü azgın kimselerin ve şımarık kavmin hakîr gördüğü kimseler, Allah katında kıymetli olabilir. Zîrâ Allah Teâlâ, o zayıf, fakat kendisini Hakk’a adayan kimseleri daha çok sever. Rivâyete göre Mûsâ -aleyhisselâm- birgün: “–Yâ Rab! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu. Allah Teâlâ da: “–Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)


Bu bakımdan peygamberler de dâimâ mü’minlere kucak açmış, kol kanat germiş ve; “…Hor gördüğünüz mü’minlere Allah hayır vermeyecektir diyemem…” (Hûd, 31) buyurmuşlardır. Mekke müşrikleri de, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, çevresindeki fakir müslümanları yanından uzaklaştırmasını, hiç değilse kendileri geldiğinde bunu yapmasını istediklerinde Cenâb-ı Hak şöyle îkaz buyurdu: “Rablerinin rızâsını isteyerek sabah-akşam O’na yalvaranları (yanından) kovma! Onların hesâbından Sana bir sorumluluk; Sen’in hesâbından da onlara bir sorumluluk yoktur. Eğer onları (yanından) kovarsan zâlimlerden olursun. «Aramızdan Allâh’ın kendilerine lutuf ve ihsanda bulunduğu kimseler de bunlar mı!» demeleri için onların bir kısmını diğerleri ile işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri daha iyi bilmez mi?” (el-En‘âm, 52-53) Müşriklerin hakîr gördüğü bu fakirler, garipler, köleler ve hiçbir şeyi olmadığı için mescitte yatıp kalkan insanlar, kısa bir müddet sonra asırlara hitâb eden efendiler oldular. İslâmî ilimlerin en büyük üstadları mevkiine yükseldiler. İsimleri dillere destân oldu. Yüce Rabbimiz, garip müslümanları küçük gören kâfirlerin âhiretteki şaşkın hâllerini şöyle haber verir: “(İnkârcılar) derler ki: Kendilerini dünyada iken kötülerden saydığımız kimseleri burada niçin görmüyoruz? Onları küçümseyip alaya almakla yanlış mı yapmışız, yoksa (buradalar da) gözden mi kaçırdık?” (Sâd, 62-63) Mevlânâ Hazretleri bu husustaki İslâmî bakış açısını ne güzel ortaya koyar: “Köpek postuna bürünmüş, yâni görünüşte hor ve hakîr, adı sanı olmayan nice kişiler vardır ki, perde arkasında, Ashâb-ı Kehf’in köpeğine ve*rilen muhabbet kadehinden içer dururlar.” “Hiçbir kâfire hor gözle bakmayınız! Çünkü müslüman olarak ölmesi mümkündür. Kâfir dediğin kişinin ömrü nasıl sona erecek, bundan haberin var mı? Ne diye ondan yüz çeviriyorsun?” Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri Mektubât’ının 16. mektubunda, son nefesin dehşet verici bir hakîkatini şöyle ifâde eder: “Halk nice zayıf kimselere acıyarak bakarken, onlar bu dünyadan son nefes selâmetiyle gitmişlerdir. Maalesef birçok ilim, amel, haseb, neseb ve kemâl sâhipleri, zamanın mürşidleri iken, gaflete dûçâr olarak îmansız ölmüşlerdir. Bu işte esas olan son nefes olunca, kendini beğenmeğe çalışmak, gurur ve kibre düşmek, ne büyük bir bedbahtlıktır!” Kimseyi küçük görmemek gerektiğini anlatırken Bursevî Hazretleri şu misâli verir: “Mü’min, din kardeşlerini hafife almamalı, onlara tepeden bakmamalıdır. İblis, Âdem aleyhisselâm-’a hakâret gözüyle baktı ve kendini beğendi… Ancak ebedî olarak lânete uğradı. İşte kim bir müslüman kardeşini hakîr görür ve kendini ondan daha üstün zannederse, zamanın iblisi olur, kardeşi de zamanın Âdem’i makâmındadır.” (Bursevî, IX, 79)


Fazîlet Tabloları Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- anlatıyor: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle duâ etmişti: “Allâh’ım, beni fakir olarak yaşat, fakir olarak rûhumu kabzet, kıyâmet günü de fakirler zümresiyle birlikte haşret!” Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-: “–Niçin ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sordu. Fahr-i Kâinât Efendimiz şöyle buyurdu: “–Çünkü onlar cennete, zenginlerden kırk sene önce girecekler. Ey Âişe! Yarım hurmayla da olsa fakirleri geri çevirme. Ey Âişe! Fakirleri sev ve onları kendine yaklaştır, tâ ki kıyâmet günü Allah da seni kendisine yaklaştırsın.” (Tirmizî, Zühd, 37/2352) Demek ki Allâh’ın kullarını hor görmeyip onlara yakın olmak, dertleriyle dertlenmek ve mahrûmiyetlerini telâfi etmeye çalışmak, Allâh’a yaklaşmaya medâr olan en hayırlı amellerdendir. { Mus’ab bin Sa’d -radıyallâhu anh- şöyle der: (Babam) Sa’d, Peygamber Efendimiz’in ashabının fakirlerine karşı kendisinin bir üstünlüğü olduğunu zannetmişti. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: “Siz ancak zayıflarınız sâyesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız.” (Buhârî, Cihâd, 76; Nesâî, Cihâd, 43) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kimseyi küçük görmez, zayıflara ve bîçârelere yakınlık gösterir, hattâ fakir olan muhâcirler hürmetine Allah’tan, müslümanlara zafer ve yardım ihsân etmesini talep ederdi. (Taberânî, Kebîr, I, 292) { Habbâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatmaktadır: Mütekebbir müşriklerden Akrâ bin Hâbis ile Uyeyne bin Hısn, Allah Rasûlü’nün yanına geldiler. O’nu Bilâl, Suheyb, Ammâr, Habbâb gibi fakir ve kimsesiz müslümanlar arasında otururken buldular. Çevresindeki bu zayıf müslümanları hor ve hakîr görerek Efendimiz’e: “–Bizim için bunlardan farklı bir meclis tahsîs etmeni isteriz. Böylece Araplar, bizim bunlardan üstün olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun ki, bize Arap kabîlelerinden birtakım elçiler ve heyetler gelir. Onların bizi bu kölelerle birlikte görmelerinden utanırız. Dolayısıyla,


biz gelince onları yanından uzaklaştır. Sen’inle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla otur.” dediler. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- o müşriklerin hidâyetle şereflenmelerini ümîd ederek: “–Olur.” buyurdu. Onlar ise: “–Olur demen yetmez! Bizim için bunu yazılı hâle getir.” dediler. Bunun üzerine Allah Rasûlü -aleyhissalâtü vesselâm-, Hazret-i Ali’yi çağırdı, bir de yazdırmak için sayfa istedi. Biz bir köşede oturuyorduk. O esnâda Cebrâîl -aleyhisselâm- şu âyet-i kerîmeleri getirdi: “Sabah-akşam Allâh’ın rızâsını dileyerek Rablerine duâ edenleri sakın yanından uzaklaştırma! Onların hesâbından Sana hiçbir sorumluluk yoktur. Sen’in hesâbından da hiçbir şey onlara âit değildir. Eğer onları uzaklaştırırsan, zâlimlerden olursun! Biz, onların bir kısmını diğerleri ile; «Allah aramızdan bunlara mı lutfunu lâyık gördü?» desinler diye işte böyle imtihân ettik. Allah şükredenleri en iyi bilen değil midir? Âyetlerimize îmân edenler Sana geldiklerinde de ki; «Selâm sizlere! Rabbiniz, rahmet ve merhamet etmeyi va’detmiştir.»…” (el-En’âm, 52-54) Âlemlerin Efendisi, andlaşmayı yazdırmak üzere eline aldığı sayfayı derhâl bir kenara bıraktı ve bizi yanına çağırdı. Huzûruna çıktığımızda bize; “…Selâm sizlere! Rabbiniz, rahmet ve merhamet etmeyi va’detmiştir…” diyordu. O’na yaklaştık, hattâ o kadar yaklaştık ki, dizlerimizi O’nun dizlerine dayadık. Bu âyetlerin nüzûlünden sonra, biz eskiden olduğu gibi Efendimiz’in yanında oturmaya devâm ettik. O da, istediği zaman yanımızdan kalkıp giderdi. Ne zaman ki: “Sabah-akşam rızâsını dileyerek Rablerine duâ edenlerle birlikte candan sabret! Dünyâ hayâtının süslerini arzu edip de gözlerini onlardan ayırma!..” (el-Kehf, 28) âyet-i kerîmesi nâzil oldu, artık böyle davranmadı. Bundan sonra biz daha titiz davranmaya başladık. Birlikte otururken vakit bir hayli geçince Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rahatça kalkıp gidebilmesi için, biz nezâket göstererek erken davranır ve kalkıp O’nun yanından ayrılırdık.” (İbn-i Mâce, Zühd, 7; Taberî, Tefsîr, VII, 262-263) Bu son âyet-i kerîme nâzil olunca, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hemen kalkıp o fakir sahâbîlerini aramaya koyuldu ve onları mescidin arka tarafında Allâh’ı zikrederlerken buldu. Bunun üzerine: “Canımı almadan evvel, ümmetimden bu insanlarla berâber sabretmemi emreden Allâh’a hamd olsun! Artık hayâtım da ölümüm de sizinle berâberdir.” buyurdu. (Vâhidî, s. 306) {


Ebû Berze -radıyallâhu anh-’ın anlattığı şu hâdise de, kimseyi küçük görmeme husûsunda oldukça câlib-i dikkat bir misâldir: Ensâr’dan herhangi birinin evlenme çağına gelmiş bir kızı olduğunda, Allah Rasûlü’nün, kızıyla alâkalı bir tavsiye ve düşüncesi olup olmadığını öğrenmeden onu evlendirmezdi. Birgün Peygamberimiz, Ensâr’dan bir zâta: “–Sizden kızınızı istiyorum.” buyurdu. Ensârî büyük bir sevinç içerisinde: “–Peki yâ Rasûlallâh! Bu benim için büyük bir şeref olur!” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Onu kendim için istemiyorum.” dedi. Ensârî: “–Kim için istiyorsunuz?” diye sordu. Efendimiz: “–Cüleybib için.” buyurdu. (Cüleybib, fazla yakışıklı olmayan siyâhî bir sahâbî idi.) Ensârî: “–Öyleyse kızımın annesine danışayım.” deyip gitti. Hanımına: “–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kızını istiyor!” dedi. Hanımı: “–Ne güzel, bu çok büyük bir şeref!” diye sevindi. Sahâbî: “–Ama kendisi için değil! Cüleybib için dünürlük yapıyor.” dedi. Kadın: “–Cüleybib için mi? Yok vallâhi, ona kızımı veremem.” dedi. Sahâbî, keyfiyeti Rasûlullâh’a bildirmek için kalkmak isteyince kızı: “–Size benim için kim dünürlük yapıyor?” diye sordu. Annesi durumu haber verdi. Kızı: “–Rasûlullâh’ın arzusunu mu reddediyorsunuz?! Beni Rasûlullâh’a bırakın, o kat’iyyen beni zarara uğratmaz.” dedi. Bunun üzerine babası, Rasûlullâh’ın yanına gitti, kızının cevâbını bildirdi ve; “–Kızımız hakkında verilecek karar Siz’e âittir.” dedi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz de kızı Cüleybib ile evlendirdi. Bir müddet sonra Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gazâya çıktı. Zaferle neticelenen bu gazâda Allah Teâlâ, Rasûlü’ne ganimetler bahşeyledi. Dönecekleri sırada sahâbîlerine: “–Arkadaşlarınızdan kaybettiğiniz bir kimse var mı?” diye sordu. “–Hayır.” dediler. “–Ama ben Cüleybib’i göremiyorum, onu arayın!” buyurdu.


Sahâbîler aramaya başladılar. Onu, öldürdüğü yedi kâfirin yanında şehîd düşmüş vaziyette buldular. Allah Rasûlü’ne: “–Yâ Rasûlallah! İşte burada, yedi kişiyi öldürmüş, sonra da şehîd olmuş.” dediler. Nebî sallâllâhu aleyhi ve sellem- geldi ve: “–Yedi kâfiri öldürmüş, onlar da onu şehîd etmişler! O benden, ben de ondanım.” dedi. Bu son cümlesini iki yahut üç kez tekrarladıktan sonra bir kabir kazılmasını emir buyurdu. Kabir kazılınca Cüleybib’in cesedini kollarına alarak kabre koydu. Tâbiînin büyüklerinden Sâbit el-Bünânî der ki: “Ensâr kadınları arasında Cüleybib’in hanımından daha hayırsever bir kadın yoktu. Çünkü Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun için: «Allâh’ım, bu kadın üzerine hayır ve bereketini bol bol yağdır, onun hayâtını sıkıntılı kılma!» diye duâ etmişti.” (Ahmed, IV, 422, 425; Heysemî, IX, 367-368) { Ma’rûr bin Süveyd şöyle anlatır: Ben, Ebû Zer -radıyallâhu anh-’ı üzerinde değerli bir elbise ile gördüm. Aynı elbiseden hizmetçisinin üzerinde de vardı. Kendisine bunun sebebini sordum. Ebû Zer -radıyallâhu anh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- zamanında bir adama hoşuna gitmeyecek sözler söylediğini ve onu annesinden dolayı ayıpladığını anlattı. Bunun üzerine Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisine şöyle dediğini haber verdi: “Sen, kendisinde hâlâ câhiliye huyu bulunan bir kimse imişsin. Onlar sizin hizmetçileriniz ve aynı zamanda kardeşlerinizdir. Allah onları sizin himâyenize vermiştir. Kimin himâyesinde bir kardeşi varsa, kendi yediğinden ona yedirsin, giydiğinden de giydirsin. Onlara üstesinden gelemeyecekleri şeyleri yüklemeyiniz. Şayet yükleyecek olursanız kendilerine yardım ediniz.” (Buhârî, Îmân 22, Itk 15; Müslim, Eymân 40) Hangi kademede olursa olsun, müslümanlar birbirlerini kardeş bilmeli, aslâ hor görmemelidir. { İnsanların kıymet vermediği ve hakir gördüğü öyle kimseler vardır ki, onlar Allah katında müstesnâ bir mevkîye sâhiptirler. Bunlardan biri de Üveys el-Karenî Hazretleri’dir. Onunla alâkalı bir rivâyet şöyledir: Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Yemen’den destek bölükleri geldikçe: “–Üveys bin Âmir içinizde mi?” diye sorardı. Neticede Üveys’i buldu ve ona: “–Sen Üveys bin Âmir misin?” diye sordu. O da:


“–Evet.” dedi. Sonra aralarında şu konuşma geçti: “–Murad Kabîlesi’nin Karen kolundan mısın?” “–Evet.” “–Sende alaca hastalığı vardı. Hastalığın geçti, ancak bir dirhem büyüklüğünde bir yer kaldı, öyle mi?” “–Evet.” “–Annen var mı?” “–Evet.” “–Ben Hazret-i Peygamber’den şöyle işittim: «Üveys bin Âmir, size Yemen’li destek bölükleri içinde gelecektir. Kendisi Murad Kabîlesi’nin Karen kolundandır. Alaca hastalığına tutulmuşsa da iyileşmiştir. Sadece bir dirhem miktârı bir yer kalmıştır. Onun bir annesi vardır, ona son derece iyi bakar. O, (bir şeyin olması için) Allâh’a duâ etse, Allah onun duâsını kabûl eder. Senin için mağfiret dilemesini temin edebilirsen, fırsatı kaçırma, bunu yap!» Şimdi benim için istiğfâr ediver!” Üveys, Hazret-i Ömer için istiğfâr etti. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-: “–Nereye gitmek istiyorsun?” diye sordu. Üveys el-Karenî: “–Kûfe’ye.” dedi. Hazret-i Ömer: “–Senin için Kûfe vâlisine bir mektup yazayım mı?” dedi. O ise: “–Fakir-fukarâ halk arasında olmayı tercih ederim.” cevâbını verdi… (Müslim, Fedâilu’sSahâbe, 225; Ahmed, I, 38; III,180) Diğer bir rivâyette Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Üveys Hazretleri’nin “tâbiîlerin en hayırlısı” olduğunu bildirmiştir.[185] Lâkin bu hadîs-i şerîflerden haberi olmayan kimseler, onu basit bir deve çobanı olarak görüyor, hattâ bir kısmı da küçümsüyordu. Bir müddet sonra onun hakkındaki hadîs-i şerîfleri öğrendiklerinde, düşünceleri değişti. Kendisine teveccühün arttığını gören Üveys el-Karenî, şöhret âfetinden sakınmak için Kûfe’yi terk etti. Bu hâdiseden sonra onun kıymetini anladılar, ancak bir daha da onu göremediler. (Müslim, Fedâilu’sSahâbe, 225; Ahmed, I, 38; III,180) { Amr bin Şurahbil, kimseyi küçük görmeme mevzuundaki hassâsiyetini şöyle ifâde eder: “Bir kişiyi keçi emerken görsem de gülsem, onun yaptığı gibi yapmaktan ve onun durumuna düşmekten korkarım.”


Abdullah bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- da: “Belâ ağızdan çıkan söze bağlıdır. Bir kelbi alaya alsam, kelb olmaktan korkarım.” buyurmuştur. (Zemahşerî, VI, 19, Hucurât, 11 tefsîrinde) { Rivâyet edilir ki: Birgün Îsâ -aleyhisselâm-, İsrailoğulları’ndan sâlih zannedilen bir kimse ile şehir dışına çıkmıştı. Halk arasında fâsıklıkla meşhur günahkâr bir adam da büyük bir eziklikle peşlerine takılmıştı. İstirahat için mola verildiğinde bu günahkâr kul, samîmî bir nedâmet ve mahcûbiyet içinde, gönlü kırık olarak onlardan ayrı bir yere oturdu ve merhametlilerin en merhametlisi olan Hak Teâlâ’nın yüce affına sığınarak: “–Rabbim! Şu yüce peygamberinin hürmetine beni affet!” diye duâ eyledi. Sâlih zannedilen kişi ise, onu fark edince küçümsedi, hakîr gördü ve ellerini semâya kaldırıp: “–Allâh’ım! Yarın kıyâmet günü beni bu adamla birlikte haşreyleme!” dedi. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, Îsâ -aleyhisselâm-’a şöyle vahyetti: “–Yâ Îsâ, kullarıma söyle; ikisinin de duâsını kabul ettim. Boynu bükük mücrim kulumu affedip kendisini cennetlik kıldım. Halkın sâlih zannettiği kişiye gelince, onu da, Ben’im affettiğim kulumla beraber olmak istemediği için cennetliklerden kılmadım!” İlâhî lânet ve gazaba uğrayanların dışında, her ne sebeple olursa olsun Allâh’ın kullarını istihkar (hor görmek), Cenâb-ı Hakk’ın gazabını celbeden büyük bir hatâdır. Kimin ne olacağını ve kalplerde gizli olanı ancak Allah bilir. Bize düşen, kendi hatâlarımızla meşgul olarak tevbe ve istiğfâra sarılmaktır. {

Rivâyet edilir ki, Muhyiddin İbn-i Arabî Hazretleri bir sâhilden geçerken, testiyi başına dikip şarap içen bir genç gördü. Aynı genç bir yandan da yanındaki bir kadına taşkınlık ediyordu. Hazret içinden şöyle geçirdi: “–İnsan, mahlûkât içinde kendisini en aşağı bilmeli, mütevâzî olmalı; ama ben herhalde şu günahkâr gençten de kötü değilimdir. Şarap içmiyorum, lâubâli hareketler ve ahlâksızlıklar da yapmıyorum.” Tam o sırada denizden bir feryad duyuldu: “–Batıyoruz, imdât!..”


Bu sesi duyan genç, elinden testiyi atarak kaşla göz arasında denize atladı ve birkaç dakika içinde, boğulmak üzere olan dört kişiyi kurtararak sâhile taşıdı. Olan biteni hayretler içinde izleyen İbn-i Arabî Hazretleri, biraz önce aklından geçen tereddütlerine cevap buldu ve kendi kendine: “–Bak, o küçümsediğin, günahkâr ve hakîr gördüğün genç, dört kişiyi birden kurtardı. Ya sen ne yaptın!? Bir kişi bile kurtaramadın!..” dedi. Nihâyet, gencin bu merhamet ve şefkati sebebiyle İbn-i Arabî Hazretleri ile aralarında bir muhabbet peydâ oldu. Genç, önceki hayâtını terk ederek İbn-i Arabî Hazretleri’nin dizi dibinde nezih bir hayâtın tâlimine başladı. İbn-i Arabî Hazretleri der ki: “Bu muhabbet dolayısıyla ben nasıl davranırsam o da beni aynen taklit ediyordu. Böylece samîmî dost olduk.” Bu kıssadan şu hisseleri çıkarmak mümkündür: - İnsan, muhabbet duyduğu kişiyi taklit eder. - Dostluk, sevenin sevilende kendi husûsiyetlerini görmesinden kaynaklanır. - Şunu hiçbir zaman unutmamalıdır ki, kendimizde bulunan fazîlete dâir pek çok vasfın daha üstünü, küçük gördüğümüz kimselerde olabilir. Bu sebeple Allâh’ın kullarını hor görmek, hakîkatte kendimizi küçülten yanlış bir davranıştır. { Bir nahiv (dil bilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnâsında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman muhtelif suâller sordu ve muhâtabından “bilmiyorum” cevâbını alınca da ona karşı ilmiyle iftihâr etmek üzere: “–Yazık! Cehâletin sebebiyle ömrünün yarısını hebâ etmişsin.” diyerek istihzâ etti. Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldı ise de, olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi, sustu. Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesin büyük bir telâşa kapıldığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve: “–Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu. Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette titrek bir sesle: “–Hayır bilmem!..” dedi. Bunun üzerine gemici, mahzun bir edâ ile şu mukâbelede bulundu: “–Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm mahvolmuştu, şimdi ise senin bütün ömrün mahvoldu. Zîrâ gemimizin bu girdaptan kurtulma imkânı yoktur. Ey nahivci! Bu deryâda nahivden ziyâde yüzme ilminin daha faydalı ve zarûrî olduğunu bilmiyor muydun?..”


İnsan mahdut ilmiyle muhâtaplarının hâlini tam olarak bilemez. Zâhire aldanarak yanlış hüküm verebilir. Bu sebeple kimseyi hakîr görmemeli, işin hakîkatini Allâh’a havâle etmelidir. Şâir ne güzel söyler: Harâbât ehline hor bakma zâhid, Defîneye mâlik vîrâneler var! { Hâsılı, müslüman, Allah Teâlâ’nın kendisine lutfettiği nîmetlere bakarak başkalarını hakir görmemelidir. Çünkü bu dünyada insanlara verilen nîmetler, imtihan esnâsında talebeye sorulan suâllere benzer. Bir talebe hiçbir zaman bu sorularla övünmeyi düşünmez, ancak verdiği cevaplar netîcesinde aldığı derecelerle sevinir. Mü’minlerin, imtihan için lutfedilen imkân ve nîmetleri Allâh’ın rızâsı istikâmetinde kullanarak kazandıkları ecirler de ancak âhirette görüleceğinden, bu dünyada iken övünmenin ve kendini üstün görmenin hiçbir mânâsı yoktur. Bilâkis böyle bir davranış apaçık bir aldanıştır. Selef ulemâsından Ebû Hâzim şöyle demiştir: “Allâh’a yaklaştırmayan her nîmet baş belâsıdır.” Fahr-i Kâinât Efendimiz, âlemlere rahmet olarak gönderildiği hâlde, bir keresinde kendi üstün vasıflarını bildirmek zorunda kalınca, bunları her seferinde, “‫ َف ْخ َر َال‬: Övünmek yok.” kaydıyla tekrar ederek haber vermiştir. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi ve medâr-ı iftihârı olan Peygamberler Sultânı Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm- böyle derken, Allâh’ın lutfettiği nîmetlerle O’nun kullarına karşı övünüp kendini üstün görmek, kimin haddine olabilir?!. f. Kimseyi İncitmemek ve Kimseden İncinmemek Müslüman, merhametli, hassas ve rakik bir gönle sâhip olmalı ve kimseyi incitmemelidir. Çünkü Allah Rasûlü’nün târif ettiği ve istediği mü’min, herkesle ülfet eden ve kendisiyle ülfet edilen bir gönül insanıdır. Hazret-i Mevlânâ buna işâretle: “Lutuf merhemi ol, inciten diken gibi olma!” buyurmaktadır. Hakîkî mü’min, her şeyden önce kendisini yaratan ve her türlü nîmetler bahşeden Rabbini incitmekten şiddetle sakınmalıdır. Sonra da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellemEfendimiz’i incitmemek için büyük bir titizlik göstermelidir. Zîrâ âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Allah ve Rasûlü’nü incitenlere Allah, dünyada ve âhirette lânet etmiş ve onlar için horlayıcı bir azap hazırlamıştır.” (el-Ahzâb, 57)


Yâni bir mü’min her şeyden evvel, dînini güzelce yaşamalı, haramlardan uzaklaşarak “İslâm’ın kendisinden incinmediği, bilâkis râzı olduğu bir kul” olmalıdır. Sonra da hiçbir varlığı incitmemeye gayret etmelidir. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz müslümanın hâlini şöyle beyân eder: “(Gerçek) müslüman, dilinden ve elinden müslümanların emîn olduğu kişidir. (Asıl) muhâcir de Allâh’ın yasakladıklarını terk edendir.” (Buhârî, Îmân 4, 5, Rikâk 26; Müslim, Îmân 64-65) “Kim, cehennemden uzaklaştırılıp cennete konulmayı isterse, ölümünü, Allâh’a ve âhirete inanmış olarak karşılasın. Bir de başkalarına karşı, kendisine nasıl davranılmasından hoşlanıyorsa öyle davransın.” (Müslim, İmâre, 46; Nesâî, Bey’at, 25) İnsan gönlü “Nazargâh-ı İlâhî”dir, yâni Cenâb-ı Hakk’ın nazar kıldığı mübârek bir makamdır. Dolayısıyla onu incitmek, çok büyük bir hatâdır. Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh-, gönlün kıymetini şöyle ifâde eder: “Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavâf et! Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür… Şunu iyi bil ki sen, Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitir, kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günâhını telâfî edemez.” “Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’ten de, Kalem’den de!.. Hor bile olsa gönlü hakîr tutma! O, horluğuyla gene de üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allâh’ın nazar ettiği varlıktır. Onu yapan can ne mübârektir. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tâmir etmek, Allah katında birçok hayır-hasenâttan daha yeğdir… Sus! Her kılında ikiyüz dil olsa da söylesen, gönül, gene de anlatılamaz.” Şeyh Sâdî: “Bir haberin gönül inciteceğini biliyorsan sen sus, başkaları söylesin.” tavsiyesinde bulunmaktadır. Feridüddin Attâr Hazretleri de, Pendnâme isimli eserinde şöyle der: “Gönül incitmeye heves etme. Îtibar bulmak istersen halkın adını hep iyilikle an. İyiliğe gücün yetmezse bâri kötülük yapma. Halkın gıybetinden dilini tut ki birgün elini ayağını bağlanmış görmeyesin.” Hak dostları ne güzel söylemişlerdir: “İnsanları inciten zâlimden daha bedbahtı yoktur. Çünkü musîbet gününde kimse ona yâr olmaz.” “Sonbaharda gül ağacını yıkma ki, ilkbaharda onun güzel manzarasından mahrum kalmayasın.” “İnsanlara kaba söz söyleme; kaba söz alev alev yanan bir ateştir.”


Kimseyi incitmeme mevzuunda en mühim hususlardan biri de bilhassa kanadı kırık bir kuş gibi şefkat ve merhamete muhtaç olan yetimlere dikkat etmektir. Cenâb-ı Hak, şöyle buyurur: “Yetimi sakın üzme, Sen’den bir şey isteyeni azarlama!” (ed-Duhâ, 9-10) “Dîni yalan sayan kimseyi gördün mü? İşte o, yetimi incitir, yoksulu doyurmaya teşvik etmez.” (el-Mâûn, 1-3) Rabbimizin rızâsını elde edebilmek için çevremizdeki yetim, fakir ve yardıma muhtaç insanları kollamamız, dâimâ onların yanında bulunarak dertleriyle dertlenmemiz gerekmektedir. Onlara yardım ederken de âdâbına ve usûlüne uygun davranmalı, başa kakmak ve minnet yüklemek sûretiyle gönüllerini inciterek amelleri boşa çıkarmamalıdır. Yüce Rabbimiz bu hususta mü’minleri şöyle îkaz buyurmaktadır: “Ey îmân edenler! Allâh’a ve âhiret gününe inanmadığı hâlde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek sûretiyle, yaptığınız infak ve sadakalarınızı boşa çıkarmayın!..” (el-Bakara, 264) Allâh’ın bir kulunu küçük görmek ve gönlünü incitmek, onu yaratan Rabbimizi gazaplandırır. Bu sebeple Hak dostları, gönül karşısında titrek bir mum gibi hassas davranmışlardır. Onun Allâh ile alâkasını göz önünde bulundurarak muâmele etmişlerdir. Hele bir de bu, Allah katında sevgili bir kulun gönlü ise… Hazret-i Mevlânâ bu hususları güzel üslûbuyla şöyle ifâde eder: “İnsanı inciten kişinin, Allâh’ı incittiğinden haberi yoktur. O bilmiyor ki bu küpün suyu, Hak ırmağının suyu ile birleşmiştir.” “Bilgisizliğimiz, körlüğümüz yüzünden, Hakk’ın velîlerini hor görmek ve onları incitmek istiyoruz.” “İbtilâ, belâya uğrayış, bir hastalıktır, belâya uğrayan kişiye acırlar, ama ahmaklık öyle bir hastalıktır ki, başkalarını da yaralar ve incitir.” “Ahmaklar, insan yapısı mescide saygı gösterirler de, gönül sâhiplerinin gönüllerini kırmaya çalışırlar.” “Bu gönül evinin içinde kimin bulunduğunu biliyorsanız, bu gönül sâhibinin kapısı önünde ettiğiniz terbiyesizlik nedendir?” “Oysa bir Allah adamının, yâni bir peygamberin veya velînin gönlü incinmeyince, Allah hiçbir kavmi rezil ve rüsvâ etmemiştir.” “Sen hiddete kapılıp, gönüller kırmış, onlara ateş düşürmüş isen, o ateş senin için cehennem ateşinin mayası olur.”


“Senin öfke ateşin bu dünyada bile seni yakar, yâni zillete düşürür. Ondan doğan cehennem ateşi ise bu zilletin neticesi olarak seni âhirette de ebedî olarak yakar.” Yûnus Emre Hazretleri, böyle bir şerefe mazhar olan gönlü incitenleri şu keskin ifâdelerle îkâz eder: Bir kez gönül yıktın ise, Bu kıldığın namaz değil! Yetmiş iki millet dahî, Elin yüzün yumaz değil!.. Bir başka şiirinde de şöyle der: Ak sakallı pîr hoca, Bilemez hâli nice, Emek yimesün hacca, Bir gönül yıkar ise… Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı, İki cihân bedbahtı, Kim gönül yıkar ise… Kimseyi incitmemek her ne kadar zor da olsa, nisbeten insanın elindedir. Lâkin bir de kimseden incinmemek vardır ki, o daha zordur. Zîrâ irâde ile kalbe hâkim olmak pek müşkildir. Dolayısıyla incitmemek yolun başlangıcı ise, incinmemek de sonudur. İkisi arasında katedilmesi gereken uzun mesâfeler vardır. Bu yollarda ilerleyebilmek, büyük bir gayret ve mücâhede ister. İnsan, kimseyi incitmemekten başlayıp kimseden incinmeme fazîletine doğru uzanan yolda mesâfe katedebilmek için seyr u sülûküne hassâsiyet göstermelidir. Nefis tezkiyesi ve kalp tasfiyesi, en ciddî meselesi olmalıdır. Mücâhedeyi şevk ve azimle îfâ edenler için kalp, Allah Teâlâ’nın istediği kıvâma yâni “selîm” hâle gelir. Böylece kul da ihsan ve murâkabe hâline ulaşır. Bu merhalede ise şu üç hâl müşâhede edilir: 1. Kimseyi incitmemek: Bu, ittikâ ehlinin hâlidir. Kalp, nefsin şerrinden korunur ve güzel ahlâk teşekkül eder.


2. Kimseden incinmemek: Bu da, muhabbet ehlinin hâlidir. Fânîlerin medih ve yermeleri bir ehemmiyet ifâde etmez. Tıpkı güneş ışığı karşısında aydınlatma ve karartmaların bir önemi olmadığı gibi. Şâir bu hâli şöyle ifâde eder: Cihân bağında ey âşık budur maksûd-i ins ü cin; Ne kimse senden incinsin ne sen bir kimseden incin! 3. Dünyâ menfaatiyle âhiret karşı karşıya gelince, âhireti tercih ederek rızâ-yı ilâhîyi hedeflemek. Zîrâ insan hiç kimseye eziyet etmeyince Allah Teâlâ’nın huzûruna verâ ve takvâ ile, kimseden incinmeyince vefâ ile, yaptığından mükâfat beklemeyince de ihlâs ile gelir. Hâsılı kimseyi incitmeden ve kimseden incinmeden büyük bir îman lezzeti içinde huzurlu bir ibâdet ve hizmet ömrü sürebilmek, kâinât kitâbının sayfalarını okuyabilmek ve varlıkların hâl lisânından anlayabilmek, İslâm’ın zirvesini teşkil eden ihsan ve murâkabe hâline ulaşmanın bir meyvesidir. Bir kul, devamlı “Allâh” derken ve ölüm gerçeğinin farkında iken ibâdet ve davranışlarına îtinâ gösterir, herhangi bir gönlü incitmemenin hassâsiyeti içinde yaşar. Yâni hiç kimseye ne diliyle ne de davranışlarıyla bir diken batıramaz… Bununla birlikte insanların eziyet ve sıkıntılarına da sabırla katlanır, kimseden incinmemeye çalışır. Allâh’ın rızâsına ulaştıran yolun bu olduğunu bilir. Fazîlet Tabloları Peygamber Efendimiz’in müezzinlerinden Abdullah bin Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anhzaman zaman Rasûlullah Efendimiz’in yanına gelir: “–Yâ Rasûlallah! Allâh’ın Sana öğrettiklerinden bana da öğret!” diye talepte bulunurdu. Peygamber Efendimiz de; o temiz yürekli sahâbîsini kırmaz, tatlılıkla bütün sorularına cevap verirdi. Birgün, Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi, Peygamber Efendimiz’in yanında bulunuyordu. Peygamber Efendimiz de; «Belki bu Kureyş’in ileri gelenleri îmâna gelirler de maiyyetindekiler de hidâyet bulurlar.» ümîdi içindeydi. Bu esnâda Abdullah bin Ümm-i Mektûm yine geldi. Âmâ olduğu için Rasûlullâh’ın yanında kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Bundan dolayı, her zamanki ricâsını tekrarladı. Misâfirlerin yanındayken gelen bu zamansız suâlden dolayı Peygamber Efendimiz üzüldü ve sıkıldı. Başını öte tarafa çevirdi. Alâka göstermedi. Bu durumdan, Abdullah -radıyallâhu anh-’ın gönlü biraz incindi. Bunun üzerine Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a Abese Sûresi’nin başındaki şu ilâhî îkaz nâzil oldu: “(Rasûlullah), âmâ geldi diye yüzünü buruşturdu ve başını çevirdi…” (Abese, 1-2) (Bkz. Tirmizî, Tefsîr, 80; Muvatta, Kur’ân, 8; Râzî, XXXI, 50)


Bu hâdise*den sonra, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Abdullah bin Ümm-i Mektûm’u ne zaman görse: “–Ey kendisi için Rabbimin Bana sitem ettiği zât, merhaba!” diye iltifat ederdi. (Vâhidî, s. 471) { Birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Yollarda oturmaktan kaçının!” buyurmuştu. Sahâbîler: “–Biz buna mecbûruz. Meselelerimizi orada konuşuyoruz?!” dediler. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Oturmaktan vazgeçemeyecekseniz o hâlde yolun hakkını verin!” buyurdu. “–Yolun hakkı nedir, ey Allâh’ın Rasûlü?” dediler. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Harama bakmamak, gelip geçenleri incitmemek, selâm almak, mârufu emredip münkerden nehyetmektir.” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 22, İsti’zân 2; Müslim, Libâs 114) { Birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- genç sahâbîsi Câbir bin Abdullâh’ın evine uğramıştı. Câbir, babası Abdullâh’ın Uhud Gazvesi’nde şehîd düşmesinden sonra yedi veya dokuz kız kardeşini geçindirmek zorunda kaldığı ve bu hususta hiçbir fedâkârlıktan kaçınmadığı için Fahr-i Kâinât Efendimiz onu çok severdi. Efendimiz, bu genç sahâbîsine bir ikramda bulunmak istedi. Onu elinden tutarak evine götürdü ve âilesinden yiyecek bir şeyler istedi. Hizmetçi, önlerine hurma yaprağından yapılmış bir sofra serdikten sonra üç parça ekmek getirdi. Efendimiz ekmeğin birini kendi önüne, diğerini Câbir’in önüne koydu. Üçüncü parçayı da aralarında taksim ettikten sonra: “–Ekmekle yiyeceğimiz bir katık yok mu?” diye sordu. “–Hayır; ama biraz sirke var.” denildi. O zaman Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Getirin onu, sirke ne güzel katıktır.” buyurdu. (Müslim, Eşribe, 169) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, hiçbir zaman önüne getirilen yemeği beğenmediği ve onda kusur aradığı olmazdı. Çünkü Efendimiz, yemekte kusur bulmanın onu yapan kişiyi üzüp gönlünü inciteceğini bilirdi. Hiç kimseyi kırmamak ve incitmemek ise Allah Rasûlü’nün en fazla îtinâ ettiği bir davranıştı. {


Hudeybiye Musâlahası’ndan sonraki bir gün, Ebû Süfyân, aralarında Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i Rûmî ve Bilâl-i Habeşî’nin de bulunduğu bir grup müslümanın yanından geçti. Onu gören bu müslümanlar: “–Allâh’ın kılıcı, Allâh’ın düşmanını haklamadı.” dediler. Bunu duyan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-: “–Bu sözü Kureyş’in büyüğüne ve efendisine mi söylüyorsunuz?” dedi. Sonra da Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanına giderek bu hâdiseyi anlattı. O zaman Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Ebû Bekir! Bu sözünle belki de onları gücendirdin. Eğer onları gücendirdiysen, Rabbini de gücendirdin demektir.” buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir hemen o yoksul müslümanların yanına giderek: “–Kardeşlerim! Yoksa sizleri gücendirdim mi?” diye sordu. Onlar: “–Hayır sana gücenmedik. Allah seni bağışlasın, kardeş!” dediler. (Müslim, Fedâilu’sSahâbe, 170) Ashâb-ı kirâmın bu fazîletli davranışlarında, hem incitmeme hem de incinmeme hassâsiyetini görmekteyiz. Feridüddin Attâr Hazretleri, Pendnâme adlı eserinde şöyle buyurur: “Seni incitenlerin özürlerini kabûl et. Halkı inciteni Allah sevmez. Böyle bir ahlâk, dindar kişiye yakışmaz. Sitemle bir kalbi yaralayan o yarayı kendi vücûduna açmış olur.” { Abdullah bin Zübeyr’in oğlu Âmir, fakir ve âbidlere yardım edeceği zaman, onları incitmemek için şu yolu tercih ederdi: Yardım edeceği kimseler secdede iken para keselerini ayakkabılarının yanına hissedecekleri şekilde bırakır ve görünmeden uzaklaşırdı. Kendisine: “–Neden yardımını, birisini göndererek yapmıyorsun?” diye sorulunca da şöyle cevap verirdi: “–Onlardan birinin, gönderdiğim kişiyle veya benimle karşılaştığında yere bakmasını istemem, onun için böyle yapıyorum.” (İbnü’l-Cevzî, Sıfatü’s-Safve, II, 411) { Hazret-i Mevlânâ, Mesnevî’sinde kimseyi incitmeme husûsunda şöyle bir kıssa nakleder: Bir gemide bir derviş vardı. Yükü ve eşyâsı yoktu. İyi huylarından, mertlik ve insanlıktan bir yastığa dayanmıştı. Gemi suların üzerinde akıp giderken, bir ara gemide bir kese altın


kayboldu. Derviş ise o sırada uyuyordu. Herkesi aradılar, bulamadılar; biri de o dervişi gösterdi ve: “–Şu uyuyan fakiri de arayalım.” dedi. Para sâhibi, derdinden dolayı, yok yere onu uyandırdı. O mâsum dervişe itham dolu bakışlarla: “–Bu gemide bir kese altın kayboldu. Herkesi aradık; bulamadık. Sıra sende! Hırkanı çıkar, soyun da, halkın şüphesi kalmasın.” dedi. Derviş ise: “Yâ Rabbî! Mâsum kulunu suçlu buluyor*lar, hâlimi Sana arz ediyorum!” diyerek Hakk’a ilticâ etti. Gemidekiler, dervişe gönül kırıcı bir şekilde davranmışlardı. O temiz gönlün sâhibi, yâni Hak Teâlâ ise, onun kırılmasına râzı olmadığından, balıklara emretti ve o anda denizin her tarafından sayısız balık başını çıkardı. Her birinin ağzında, çok kıymetli, iri inciler vardı. Her birinin ağzında bir inci vardı ama ne inci!.. Paha biçilmez kıymetteki bu inciler, Allah tarafın*dan lutfediliyordu. Kimsenin o incilerde hakkı yoktu. Derviş, balıkların ağzından birkaç inci alıp geminin ortasına attı. Ken*disi de sıçrayıp havada iskemleye oturur gibi oturdu. Padişahların tahtlarına oturdukları gibi bağdaş kurmuş, havada duruyordu. Gemi de onun önünde gitmede idi. Gemidekilere seslenerek dedi ki: “–Haydi gidin; gemi sizin olsun, Hak benim olsun! O, ne beni hırsızlıkla suçlar, ne de beni kusurlarımı açığa vuran birisi*nin eline bırakır.” Gemide bulunanlar: “–Ey ulu kul! Sana bu yüce makâmı ne yüz*den verdiler?” diye seslendiler. Derviş: “–Mânâ sultanlarına saygı gösterdiğim için verdiler. Yoksullara karşı da hiç kötü zanna kapılmadım. O latîf ve nefesi hoş yoksullar yok mu; Abese Sûresi onları yücelt*mek için geldi. Onların yoksulluğu dünyâlık için veya dünyaya sarılmak için değildir. Onların dünyada Hak’tan başka hiçbir şeyi olmadığından, onlar yoksulluğu benimsemişlerdir.” dedi. Dolayısıyla, kimseyi küçük görmemek ve kimsenin gönlünü kırmamak îcâb eder. Allah Teâlâ’nın, her kuluna faklı bir ikrâmı vardır. Karşımızdaki kuluna ne ikrâm ettiğini bilemeyiz. Belki bilmeden yanlış bir davranış içine gireriz de onu üzüveririz. Bu sebeple hassas ve rakik bir gönle sâhip olmak ve Allâh’ın kullarını incitmekten sakınmak, her zaman için en kazançlı yoldur. { Sâmi Efendi Hazretleri, Dâru’l-Fünûn’un Hukuk Fakültesi’ni yeni bitirmişti. Onun güzel hâlini ve tertemiz sîretini pek beğenen bir Allah dostu: “–Evlâdım, bu tahsil de güzeldir ama, sen asıl tahsîli ikmâl etmeye bak! Seni irfan mektebine kaydedelim, orada da gönül ilimlerini ve âhiret sırlarını öğren!..” dedi. Ardından da ilâve etti:


“–Evlâdım, o mektepte nasıl eğitim yaparlar, ne öğretirler bilemem. Ama bildiğim bir şey var ki, bu tahsîlin ilk dersi incitmemek, son dersi de incinmemektir…” Sâhip oldukları güzel ahlâk ve ulvî hasletlerle diğer insanlardan hemen fark edilen Allah dostları, “kimseyi incitmemek” ve “kimseden incinmemek” fazîletinin de zirvesinde yaşamışlardır. Ebû Abdullah Sâleme’ye: “–Allah dostlarını diğer insanlardan ayırt eden vasıflar nelerdir?” diye sordular. O da cevâben, ehlullâhın şu güzel vasıflarını saydı: “–Allah dostları diğer insanlardan: - Lisanlarındaki halâvetle (tatlılıkla), - Ahlâklarındaki letâfetle (güzellikle), - Sîmâlarındaki tebessüm ve müjdeleyicilikle, - Hâl ve edâlarındaki zarâfetle, - Nefislerindeki sehâvetle (cömertlikle), - Mâzeretleri kabul edişlerindeki diğergâmlıkla, - İyi ve fenâ herkese karşı şefkatlerindeki genişlikle ayırt edilir.” { Velhâsıl, dün*ya ve âhi*ret*te hu*zur is*teyen kişi, Allâh’ın kullarını in*cit*memeli ve kimseden de incinmemeye gayret etmelidir. Gönüllerin “Nazargâh-ı İlâhî” olduğunu her zaman hatırında tutmalı, elinden geldiğince gönül kazanmaya çalışmalıdır. Mevlânâ -kuddise sirruh- ne güzel ifâde eder: “Allâh’ın huzûruna altın dolu binlerce kese götürsen, Cenâb-ı Hak; «Bize bir şey getirmek istiyorsan, kazanılmış bir gönül getir.» buyurur.” 4. Yardımlaşma (Muâvenet) Cenâb-ı Hak, insanoğlunun zayıf yaratıldığını beyân eder.[186] Onun çocukluk devresi de, ihtiyarlık devresi de bâriz bir za’fiyet ve acziyet içerisinde geçer. Ömrün geri kalan gençlik ve kuvvetlilik kısmı insanı aldatmamalıdır. Zîrâ o devre, geleceği muhakkak olan ihtiyarlık için hayr u hasenât ile hazırlık yapma dönemidir. İnsanın gençliği çok çabuk geçer. Hâlbuki pek çok insan, o vaktin hiç bitmeyeceğini ve devamlı güçlü-kuvvetli kalacağını zannederek büyük bir gafletin girdabına sürüklenir. Nefislerine gâlip gelerek kuvvetli zamanlarında âcizlerin yardımına koşanlar ise, muhtaç oldukları devrede yardım görürler. O hâlde imkân varken insanlara yardım ederek sevap hânesini doldurmak gerekir.


Yardımlaşma, aynı zamanda, cemiyet hâlinde yaşamanın zarûrî îcaplarından biridir. İnsanların, birbirlerine yardım ederek hayırda yarışmaları, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu ve İslâm kardeşliğinin temelini teşkil eden güzel bir haslettir. Zîrâ zayıf ve muhtaç olan herkesin yardımına koşmak, îmânın kemâline işârettir. Cenâb-ı Hak şöyle emir buyurur: “…İyilik ve takvâ üzerinde yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın!..” (el-Mâide, 2) Mü’minler, Allâh’ın emirlerine tâbî olup nefsin arzularından uzaklaşmak husûsunda yardımlaşmalıdırlar. Birbirlerini hayra teşvik ederek iyilik yollarını açmalı ve sâlih amellere sevk etmelidirler. Kısacası, âhireti birlikte kazanma gayreti içinde olmalıdırlar. Mü’minlerin; günah, isyan ve zulümde birine yardım etmeleri veya vâsıta olmaları söz konusu olamaz. Maksadı fesat ve düşmanlık olana, insanlara zarar vermeyi gâye edinene yardım etmek, kesinlikle îmân ile bağdaşmaz. Yüce Rabbimiz, en faydalı yardımlaşmanın hakkı ve sabrı tavsiye husûsunda olduğunu, böyle davranan insanların hüsrandan kurtulacağını şöyle beyân eder: “Zamana andolsun ki, insan hiç şüphesiz hüsrân içindedir. Ancak, îmân edip sâlih ameller işleyenler, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yüce ahlâkının bir tecellîsi olarak Allâh’ın kullarına yardım etmekten büyük bir lezzet alırdı. Henüz peygamber olmadan evvel bile, Hılfü’l-Fudûl[187] cemiyetine katılarak haksızlığa uğrayan gariplerin yardımına koşmuştu. Kendisine risâlet vazifesi tevdî edilip, emâneti hakkıyla edâ edebilme endişesi duymaya başlayınca, Hazret-i Hatîce vâlidemiz O’nu şöyle tesellî ediyordu: “Asla korkma! Vallâhi Allah Teâlâ Sen’i hiçbir zaman utandırmaz. Zîrâ Sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru söylersin, işini görmekten âciz olanların yükünü taşırsın (zayıfa, yetime ve yoksula yardım edersin), fakire ihsanda bulunur, hiç kimsenin veremeyeceği kadar verirsin. Misâfire ikrâm edersin. Hak yolunda zuhûr eden hâdiseler karşısında insanlara yardım edersin!” (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, Îmân, 252) İslâm’ı tebliğ seferberliği başlayınca da ümmetine, hasta ziyâretini, cenâzeye iştirâk etmeyi, aksırana hayır dilemeyi, zayıfa yardım etmeyi, mazluma yardımcı olmayı ve yemin edenin yemininin yerine gelmesi için gayret etmeyi vs. emretmişti.[188] Tavsiyelerine uyarak din kardeşine yardım edebilme aşkıyla dolu olan mü’minlere de şu güzel müjdeleri vermişti: “Kul, din kardeşinin yardımında olduğu müddetçe, Allah da kulunun yardımcısıdır.” (Müslim, Zikr, 37-38; Ebû Dâvûd, Edeb, 60; Tirmizî, Hudûd, 3) “Kim (din) kardeşinin ihtiyâcını giderirse, Allah da onun hâcetini giderir. Kim bir müslümanın dert ve kederine çâre olur (onu ferahlığa kavuşturur)sa, Allah da o sebeple kıyâmet sıkıntılarından bir sıkıntıyı kendisinden giderir.” (Buhârî, Mezâlim, 3; Müslim, Birr, 58)


Allah Teâlâ’nın kendisine yardımcı olmasını kim istemez ki!.. Hele kıyâmetin o dehşetli sıkıntıları karşısında!.. Yardım edilen kişi zor durumda ise, o zaman bu amel-i salihin kıymet ve ecri daha büyük olur. Cenâb-ı Hak sıkıntıya düşmüş kuluna yardım edilmesini daha çok sever. Bunun aksine, imkânları müsâit olduğu hâlde darda kalmış bir mü’min karşısında bîgâne ve lâkayd davranmak da ağır bir vebâldir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bineğine binmek isteyene yardım ederek bindirmek veya eşyâsını bineğine yükleyivermek gibi küçük yardımların dahî Cenâb-ı Hak tarafından sadaka olarak kabûl edildiğini haber vermiştir.[189]Bu durum, Rabbimizin kullarına olan nihâyetsiz rahmet ve merhametinin bir eseridir. Cenâb-ı Hak, herhangi bir hayır yoluna girmek isteyen müslümana yardım eden kişiye de, onun kazandığı sevâbın aynısını verir. Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur: “Kim Allah yolunda cihâda gidecek bir gâziyi techîz eder, gerekli ihtiyaçlarını karşılarsa, âdeta cihâda gitmiş gibi sevap kazanır. Cihâda giden gâzinin arkada bıraktığı âilesine güzelce bakıp onların ihtiyaçlarını karşılayan kimse de sanki cihâd yapmış gibi sevap kazanır.” (Buhârî, Cihâd, 38; Müslim, İmâre, 135-136) Mü’minler birbirlerine yardım husûsunda, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binâlar gibidirler. Parmakları birbiri arasına geçirilerek kenetlenen[190] ve gerektiğinde birbirini yıkayıp temizleyen iki ele benzerler ki, biri diğerinin eksiğini tamamlar ve yanlışını düzeltir. Onu kirli göstermek, hatâsını ortaya çıkarmak için değil, temiz ve hayır üzere olması için gayret sarf eder. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi ne güzel buyurmuştur: “Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımını kesmez ve onu hakir görmez.” (Müslim, Birr, 32) “…Mü’min mü’minin kardeşidir, onun geçimine yardım eder ve onu arkasından kötülüklere karşı korur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 49/4918) Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- da şöyle der: “Mü’min, (din) kardeşinin aynasıdır. Onda bir ayıp gördüğünde onu düzeltir.” (Buhârî, elEdebü’l-Müfred, no: 238) Yâni mü’min, bir din kardeşinde gördüğü her şeyi samîmiyetle anlatır. Güzellik gördüyse takdirlerini bildirerek onu daha iyiye teşvik eder, kötülük gördüyse îkâz ederek düzeltmeye çalışır.


Bunun aksine müslümanlar birbirlerine yardımcı olup sımsıkı kenetlenmez, birlik ve beraberlik içinde bulunmazlarsa, güçleri ve kuvvetleri gider, ayakta duramaz hâle gelirler. Samîmî bir din kardeşliği yaşadıkları takdirde ise, maddî-mânevî nice zaferlere nâil olurlar. Târihte bunun pek çok misâlini görmek mümkündür. Fazîlet Tabloları Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor: “Darda kalan bir kişi Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanına gelmişti. Fahr-i Kâinât Efendimiz, ashâb-ı kirâmı o zâta yardım etmeleri için teşvik etti. Sahâbe-i kirâmdan biri: «–Benim yanımda şu kadar mal var!» dedi ve getirip yardımda bulundu. Cemaatte bulunup da adama yardım etmeyen kimse kalmadı, herkes az veya çok bir yardımda bulundu. Bunun üzerine -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz şöyle buyurdu: «Kim bir hayrı başlatır ve başkaları da onu devâm ettirirse, o kimse yaptığı hayrın sevâbını eksiksiz alır ve o hayrı takip edenlerin sevâbının bir misli de kendisine verilir. Fakat onların ecirlerinden hiçbir şey eksilmez. Kim de kötü bir çığır açar ve bu çığırdan başkaları da giderse, bu kişiye, o kötü işin günâhı eksiksiz verilir; ayrıca başlattığı kötü yoldan gidenlerin günâhının bir misli de yazılır. Fakat onların günahlarından da hiçbir şey noksanlaşmaz.»” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 14) { Cerir bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Birgün erken vakitlerde Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda idik. O esnâda Mudar Kabîlesi’nden, kılıçlarını kuşanmış, perişan bir topluluk çıkageldi. Gelenlerin üzerinde kaplan derisine benzeyen, alaca çizgili basit bir aba vardı. Bu abayı delerek başlarından geçirmişlerdi. Fakat neredeyse çıplak vaziyetteydiler. Onları bu derece fakir görünce Allah Rasûlü’nün yüzünün rengi değişti. Hemen evine girdi. Sonra da çıkıp Bilâl’e ezân okumasını emretti, o da okudu. Sonra Bilâl kâmet getirdi ve Efendimiz namaz kıldırdı. Akabinde bir hutbe îrâd ederek şu âyet-i kerîmeyi okudu: «Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan, ondan zevcesini var eden ve ikisinden pek çok kadın ve erkek meydana getiren Rabbiniz’e hürmetsizlikten sakının!.. Şüphesiz ki Allah hepinizi gö*rüp gözetmektedir.» (en-Nisâ, 1) Sonra da şu âyeti okudu: «Ey îmân edenler! Allah’tan korkun, herkes yarın için ne hazırladığına baksın!..» (el-Haşr, 18) Daha sonra:


«–Her bir fert altınından, gümüşünden, elbisesinden, bir ölçek bile olsa buğdayından, hurmasından sadaka versin. Hattâ yarım hurma bile olsa sadaka versin!» buyurdu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir adam, ağırlığından dolayı neredeyse kaldırmaktan âciz kaldığı, hattâ kaldıramadığı bir torba getirdi. Ahâlî birbiri peşine sökün edip sıraya girmişti. Sonunda yiyecek ve giyecekten iki yığın oluştuğunu gördüm. Baktım ki Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in yüzü gülüyor, sanki altın gibi parlıyordu…” (Müslim, Zekât, 69) Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, okuduğu âyetlerle zengin-fakir bütün insanların bir anne babadan doğduğunu hatırlatmış, sonra da mü’minlerin birbirlerine yardım ederek âhirete hazırlık yapmaları gerektiğini bildirmiştir. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm o fakir insanlara yardım edince de büyük bir sürur duymuştur. { İslâm kardeşliğini “îsâr” şuuruyla yaşayabilmenin müstesnâ misallerinden biri şöyledir: Câbir -radıyallâhu anh- der ki: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gazveye çıkacağı zaman: «–Ey Muhâcirler ve Ensâr topluluğu! Malı ve akrabâsı olmayan kardeşleriniz vardır. Her biriniz onlardan iki veya üç kişiyi yanına alsın.» buyururdu. Aslında bizlerin de ancak bir kişi ile nöbetleşe binebileceğimiz bir devemiz vardı. Ben nöbetleşe binmek üzere iki (veya üç) kişi aldım. Benim de ancak onlardan biri gibi deveme sırayla binme hakkım vardı.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 34/2534) { Ebû Saîd el-Hudrî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır: “Bir defâsında Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir seferde bulunuyorduk. Bu esnâda devesine binmiş bir adam çıkageldi. Bir şeyler umarak sağa sola bakınmaya başladı. Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–Yanında ihtiyacından fazla binek hayvanı olanlar, olmayanlara versinler. Fazla azığı olanlar, azığı olmayanlara versinler!» buyurdu. Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- daha birçok mal çeşidi saydı. İşte o zaman kimsenin ihtiyacından fazla bir şey bulundurmaya hakkı olmadığını anladık.” (Müslim, Lukata, 18; Ebû Dâvûd, Zekât, 32) { Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh- şöyle der:


“Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a sıkıntı içinde bulunan biri geldiği zaman, yanındakilere döner: «–Bu zâta yardım ediniz, sevap kazanırsınız. Allah Teâlâ istediği şeyi Peygamberi’ne söyletir.» buyururdu.” (Buhârî, Zekât 21, Edeb 36, 37, Tevhîd 31; Müslim, Birr 145) { Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, savaşların en zor ve korkulu anlarında ileri atılır, herkes O’nun arkasına sığınırdı. Sefer dönüşlerinde ve yolculuklarda ise en arkadan yürür, geride kalan zayıflara ve muhtaçlara yardım ederdi. Yâni O’nun her hâli, Allâh’ın kullarına hizmet ve yardım mâhiyetinde idi. Câbir -radıyallâhu anh- şöyle demiştir: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, yolculuk esnâ*sın*da arkadan yürür, yürümekte güçlük çeken zayıflara yardımcı olur, onları terkisine bindirir ve kendilerine duâ ederdi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 94/2639) { Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Din kardeşin zâlim de olsa mazlum da olsa, ona yardım et!” buyurmuşlardı. Bir adam: “–Yâ Rasûlallah! Kardeşim mazlumsa ona yardım edeyim. Ama zâlimse nasıl yardım edeyim?” dedi. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-: “–Onu zulümden alıkoyar, zulmüne mânî olursun. Şüphesiz ki bu ona yardım etmektir.” buyurdu. (Buhârî, Mezâlim 4, İkrâh 6; Tirmizî, Fiten 68) { Cündeb bin Cünâde -radıyallâhu anh- şöyle der: “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hangi amel daha üstündür?” dedim. “–Allâh’a îman ve Allah yolunda cihaddır.” buyurdu. Ben: “–Hangi esir veya köleyi âzâd etmek daha fazîletlidir?” dedim. “–Sâhiplerine göre en kıymetli ve bedeli en yüksek olanı.” buyurdu. “–Bunları yapamazsam?” dedim. “–Bir iş yapana yardım edersin veya işini yapamayanın işini görürsün.” buyurdu. “–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlardan hiçbirini yapamazsam?” dedim.


“–İnsanlara zarar vermezsin. Zîrâ bu da kendi kendine iyilik etmen demektir.” buyurdu. (Buhârî, Itk, 2; Müslim, Îmân, 136) { Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birbirleriyle yardımlaşma husûsunda örnek bir davranış sergileyen ve Yemenli bir kabîle olan Eş’ârîleri şöyle medheder: “Eş’arîler, gazâda azıkları tükenmeye yüz tuttuğu veya Medîne’de âilelerinin yiyeceği azaldığı zaman, yanlarında ne varsa getirip bir yaygıya dökerler, sonra bunu bir kapla aralarında eşit olarak paylaşırlar. İşte bu sebeple Eş’arîler bendendir, ben de onlardanım.” (Buhârî, Şirket, 1; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 167) { Cenâb-ı Hak, insanlara yardımda bulunmaya mânî olmanın dînî ve ahlâkî bir zaaftan kaynaklandığına işâret ederek şöyle buyurur: “Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki, onlar namazlarını ciddiye almazlar. Onlar gösteriş yapanlardır; ufacık bir yardıma da mânî olurlar.” (el-Mâûn, 4-7) Ashâb-ı kirâm, küçük ve önemsiz gibi görülen yardımlardan bile müstağnî kalmazlar, dâimâ birbirlerine infâk etmeye çalışırlardı. İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- demiştir ki: “Biz, Rasûlullah -aleyhissalâtü vesselâm- zamanında (Mâûn Sûresi’nde zikri geçen) kova, tencere gibi eşyâları âriyeten (ödünç olarak) vermeyi yardım cümlesinden addederdik.” (Ebû Dâvûd, Zekât, 32/1657) Yâni müslümanlar, aralarında devamlı yardımlaşır ve herkesi buna teşvik ederler. Komşular da ufak tefek şeyleri mesele etmez, her fırsatta birbirlerinin yardımına koşarlar. { Bir sâil, Abdullah bin Abbâs’a gelerek bir şeyler istedi. Abdullah -radıyallâhu anh- ona: “–Allah’tan başka ilâh olmadığına, Hazret-i Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” diye sordu. Sâil: “–Evet!” dedi. “–Peki Ramazan orucunu tutuyor musun?” “–Evet!” Bunun üzerine Hazret-i Abdullah:


“–Sen bir şey istedin, isteyenin hakkı vardır. Sana yardım etmek de bizim boynumuza borçtur.” diyerek adama bir elbise verdi. Daha sonra da şu hadîs-i şerîfi rivâyet etti: “Herhangi bir müslüman diğer bir müslümana bir elbise giydirirse, kardeşinin sırtında o elbiseden bir parça bulunduğu müddetçe veren kimse Allâh’ın himâyesinde olur.” (Tirmizî, Kıyâmet, 41/2484) { Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyurur: “İki nîmet vardır ki, beni hangisinin daha çok sevindirdiğini bilemiyorum: Birincisi, bir kimsenin, ihtiyâcını karşılayacağımı ümîd ederek bana gelmesi ve bütün samîmiyetiyle benden yardım istemesidir. İkincisi de, Allah Teâlâ’nın, o kimsenin arzusunu benim vâsıtamla yerine getirmesi yâhut kolaylaştırmasıdır. Bir müslümanın sıkıntısını gidermeyi, dünyâ dolusu altın ve gümüşe sâhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Müttakî, VI, 598/17049) { İmâm Câfer-i Sâdık’a: “–Allah, fâizi niçin haram kılmıştır?” diye sorulduğunda şu cevâbı vermiştir: “–İnsanlar birbirlerini ihsanlarından mahrum bırakmasın ve birbirlerinden yardımı esirgemesinler, diye haram kılınmıştır.” (Ebû Nuaym, Hilye, III, 194) İnsanlar sadece menfaat karşılığında borç verirlerse, aralarında olması gereken yardımlaşma fazîleti aslâ vücut bulamaz. { İmâm-ı Âzam Ebû Hanîfe Hazretleri dürüst, sâdık ve yardımsever bir tüccardı. Müşteri, fakir veya ahbâbı olursa, on*lardan kâr almaz, malı aldığı fiyata verir, hattâ kazancının bir kısmını müş*teriye bağışladığı bile olurdu. Bir defâ ihtiyar bir kadın geldi: “–Ben yoksulum, şu elbiseyi bana mâliyetine satar mısın?” dedi. İmâm-ı Âzam: “–Olur, dört dirhem ver, al!” dedi. Kadın fiyatı çok düşük bulduğundan şaşırdı: “–Ben ihtiyar bir kadıncağızım, bana şaka mı yapıyorsun?!” dedi. İmâm: “–Bunun şaka ile alâkası yok. Bunları iki takım elbise olarak almıştım. Birini, ikisine verdiğim paradan dört dirhem eksiğine sattım. Yâni bu elbise ba*na dört dirheme kalmış oldu, bunu da sen al!” dedi. Başka bir zaman ahbaplarından biri gelip:


“–Şu vasıfta, şu renkte bir elbiselik ku*maş lâzım.” dedi. Ebû Hanîfe ona: “–Biraz bekle, düşerse senin için alırım.” dedi. Bir hafta geçmeden o vasıfta kumaş geldi. Ahbâbı uğrayınca: “–Senin işini gördük.” dedi ve kumaşı çıkardı. Ahbâbı: “–Kaça?” diye sordu. “–Bir dirheme.” cevâbını aldı. “–Benimle şaka edeceğini hiç zannetmezdim!” deyince İmâm: “–Hayır, şaka yapmıyorum. Ben 20 dinar ve bir dirhe*me iki elbise aldım. Birini 20 dinara sattım. Bu elbise bir dirheme bana kaldı.”[191] { Allâme Yâkub bin Şeybe -rahmetullâhi aleyh- şöyle anlatır: “Bir adamın yüz dinarı vardı. Bayram yaklaştığında dostlarından biri ona mektup yazarak: «Bayram geldi, ama çocukların ihtiyâcını görecek hiçbir şeyimiz yok.» dedi ve ondan çocukları için sarf edeceği bir şeyler istedi. Bunun üzerine o zât, yüz dinarı bir keseye koydu ve ağzını mühürleyip ona gönderdi. Kese adama ulaştıktan bir müddet sonra, ona da dostundan bir yazı geldi. O da elinin daraldığını söyleyerek bayramdaki ihtiyaçları için kendisine yardımda bulunmasını istiyordu. Adam keseyi olduğu gibi mührüyle birlikte ona gönderdi. Keseyi ilk gönderen kişinin de elinde bir şey kalmamıştı. O da diğer bir arkadaşına durumu anlatan bir mektup yazdı. O da dinarların ulaştığı üçüncü kişiydi. Elindeki keseyi bağıyla birlikte ona, yâni ilk sâhibine gönderdi. Daha önce gönderdiği kese aynıyla kendine geri gelen adam buna çok şaşırdı. Keseyi yanına alarak dostuna gitti. Ona: «–Bana gönderdiğin bu kesenin durumu nedir?» diye sordu. O da durumu anlattı. Bunun üzerine: «–Haydi o arkadaşımızın yanına gidiyoruz.» dedi. Keseyi alıp beraberce ikinci arkadaşlarının yanına gittiler, aralarında konuştular ve keseyi açarak içindekileri paylaştılar.” (Hatîb Bağdâdî, Târihu Bağdâd, XIV, 282) { Elie Kedourie’nin kaleme aldığı, Osmanlı’nın son döneminde İngiltere’nin Orta Doğu politikasına dâir kitabın bir ekinde anlatıldığına göre, 19. yüzyıl sonlarında Doğu Anadolu’da müthiş bir kıtlık başgöstermişti. Bunun üzerine İngilizler kıtlıktan hareketle bölgede


Osmanlı’ya karşı bir isyan çıkarıp çıkaramayacaklarını tespit için oraya bir casus gönderdiler. Casusun yaptığı araştırma neticesinde müşâhede ettiği gerçek, son derece ibretli idi. Raporda deniliyordu ki: “Burada kıtlık var, ama açlık yok! Herkes birbirini gözetiyor, yardımda bulunuyor. Bu yüzden de kıtlık, açlığa dönüşmüyor. Sonuç olarak böyle güçlü bir ictimâî yapı içinde kıtlıktan hareketle isyan çıkarmak imkânsız!..” De la Motraye de şöyle der: “Osmanlı ülkesinde birisinin evi yanıp bütün âile efrâdının dünyâlık nâmına nesi varsa hepsi kül olup gitse bile, diğer toplumlarda görülen kadın hıçkırıkları ve çocuk ağlamaları onlarda görülmez. Bütün servetleri böyle yok olmuş kimselerde Allâh’ın takdîrine karşı tam bir tevekkül ve teslîmiyet görülür. Hayırsever ahâli, ona derhal evin yeniden inşâ edilip döşenmesine kâfî gelecek miktarda ve hattâ bâzen lüzûmundan fazla yardımda bulunur.” Corneille Le Bruyn ise müşâhedelerini şöyle dile getirir: “Türklerin hayrât ve hasenâta çok düşkün olduklarını ve hattâ hristiyanlar*dan daha fazla hayrât vücûda getirdiklerini inkâra imkân yoktur. Osmanlı toplumunda pek az dilenciye tesâdüf edilmesinin başlıca sebeplerinden biri de işte budur. …Fukarâya keselerinden yardım edemeyecek vaziyette bulunan Türkler, ellerinden gelen yardımı doğrudan doğruya bedenen çalışarak yapmaktadırlar. Ana yollar aşınıp bozuldukça tâmir ederler, yol boylarında muntazam fâsılalarla sıralanan su haznelerini doldururlar, etrafı istilâ eden nehirlerle sellerin civârında durup yolculara geçebilecekleri geçit noktalarını gösterirler ve bu kabilden birçok hayır işleri yaparlar. Bütün bunlardan hiçbir karşılık beklemezler. Hattâ birkaç akçe teklif edilecek olsa bile reddederler ve bunu Allah rızâsı için yaptıklarını söylerler.” Mouradgea d’Ohsson’un İslâm toplumu hakkındaki şu tespitleri de dikkat çekicidir: “Milletin her tabakasında ana-baba ve akrabâlar, çocuklarına örnek olup küçük yaşlarından itibâren onları hayır işlerine alıştırırlar. Hayır ve hasenât denilen ve insanın şahsiyetini yücelten bu fazîletler sâyesinde, kişide bencillik, cimrilik ve tamahkârlık gibi menfî duygular körelir. Buna karşılık insanlara yardım hissi onların gönüllerinde yerleşir. Bu sâyede artık bu nevî hayır işleri müslümanlara hiç ağır gelmemekte ve onları bu sahada diğer milletlerden çok üstün bir seviyeye yükseltmektedir.” { Hâsılı, birçok hikmet ve ibretlerle dolu olan ilâhî tanzim, toplumda, yardım eden veya edilen bütün fertleri, maddî ve mânevî yönden birbirlerine muhtaç kılmıştır. Bu sebeple zenginliği ve kuvvet sâhibi olmayı, gurur ve kibir vesîlesi yapmaktan şiddetle sakınmalıdır. Bilâkis Allâh’ın bahşettiği bu nîmetleri insanların yardımında kullanarak âhirette şerefli bir mekân elde etmeye çalışmalıdır. Muhtaçlara yardım ederken de büyük bir nezâket içinde davranmalı


ve onlara teşekkür edâsı içinde bulunmalıdır. Zîrâ onlar vâsıtasıyla rızâ-yı ilâhîye nâil olunabilmektedir. İslâm, her insanın yapabileceği bir yardım yolu göstermiştir. Dolayısıyla kuvvetli-zayıf, zenginfakir her müslümanın yapabileceği bir iyilik, hayır ve yardım mutlaka mevcuttur. Zâten mühim olan da niyetteki samîmiyet ve ihlâstır. 5. Sulh ve Sükûneti Temin Etmek Târihî bir hakîkattir ki, ictimâî nizâmın sarsıldığı her devirde, tasavvuf erbâbı ve bilhassa Allah dostları, âdeta birer sulh, sükûn ve huzur kaynağı olmuş, bunalan kitlelere, kanayan yaralara ve yorgun gönüllere şifâ ve tesellî dağıtmışlardır. Onlar, nice gâfilleri, kurtarılmayı bekleyen birer hasta olarak telâkkî etmişler ve muâmelelerinde af, merhamet ve müsâmahayı esas almışlardır. İctimâî sulh ve sükûnun temininde, zekât, sadaka, infak ve hayır kurumlarının, bunlar arasında da bilhassa vakıfların mühim bir yeri vardır. Müslümanlar arasındaki yardımlaşma, cömertlik, diğergâmlık, affedicilik, birlik ve beraberlik duyguları, insanların birbirine kızıp gücenmesine mânî olarak mü’minlerin topluca ve tek yürek hâlinde yaşamalarını sağlar. İslâm, kelime olarak Allâh’a teslim olma, selâmet ve barış içinde yaşama mânâlarına geldiği için, İslâm’da aslolan; barış, huzur ve sükûnettir. Müslümanların vazifesi de, fert ve toplumu ıslâh edip insanların arasını düzelterek umûmî bir sulh ve sükûnet ortamı hâsıl etmektir. Bu da, din kardeşlerini sevmek, onlarla yardımlaşmak, birlik ve beraberlik içinde yaşamakla mümkündür. Şunu bilmelidir ki, gönül birliği içinde âhenkli bir cemiyet hayâtı tesis etmeden Allah Teâlâ’ya karşı kulluk vazifelerini hakkıyla yapabilmek mümkün değildir. Cenâb-ı Hak, fesâdı ve yeryüzünde bozgunculuk yapanları kesinlikle sevmez. Müslümanlara da yeryüzünde fitne ve fesat kalmayıncaya kadar çalışıp gayret etmelerini emreder. Sulhü ve sulh için çalışanları medhederek şöyle buyurur: “Onların gizli konuşmalarının birçoğunda hayır yoktur. Ancak bir sadaka vermeyi veya bir iyilik yapmayı yahut insanların arasını düzeltmeyi isteyenler böyle değildir…” (en-Nisâ, 114) “…Sulh dâimâ hayırlıdır…” (en-Nisâ, 128) “…(Hakîkî) mü’minler iseniz Allah’tan korkun, aranızı düzeltin, Allah ve Rasûlü’ne itaat edin!” (el-Enfâl, 1) “Eğer mü’minlerden iki gurup birbirleriyle vuruşurlarsa aralarını düzeltin. Şayet biri ötekine saldırırsa, Allâh’ın emrine dönünceye kadar saldıran tarafla savaşın. Eğer dönerse artık aralarını adâletle düzeltin ve (her işte) adâletli davranın. Şüphesiz ki Allah, âdil davrananları sever.” (el-Hucurât, 9) “Mü’minler kardeştir. Öyleyse kardeşlerinizin arasını ıslâh edin!..” (el-Hucurât, 10)


Bu husus o kadar mühimdir ki, lutuf ve keremi sonsuz olan Allah Teâlâ, insanları affederek sulh ve sükûneti temin edenlerin mükâfâtını bizzat üzerine aldığını beyân etmektedir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “Bir kötülüğün cezâsı, ona denk bir kötülüktür. Kim affeder ve barışı sağlarsa, onun mükâfâtı Allâh’a âittir. Doğrusu O, zâlimleri sevmez.” (eş-Şûrâ, 40) Rabbimiz, insanların arasını düzeltme husûsunda, yemin dâhil hiçbir şeyi mâzeret olarak kabul etmemektedir. Bu konuda biz kullarını şöyle îkaz buyurmaktadır: “Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı(n adını), iyilik etmenize, O’ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize mânî kılmayın. Allah işitir ve bilir.” (el-Bakara, 224) Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak ile konuşmaya giderken kardeşi Hârun aleyhisselâm-’a şu tembihte bulunuyordu: “…Kavmimin içinde benim yerime geç, onları ıslâh et, bozguncuların yoluna uyma!” (elA’râf, 142) İslâm, sulh ve selâmetin temini için pek çok emir ve tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ insanların birbirlerine verdikleri selâm; sulhün, selâmetin, emniyet ve dostluğun bir göstergesidir. Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- insanlar arasında selâmı yaymayı teşvik ederek: “İnsanların Allah katında en makbûlü ve O’na en yakın olanı, önce selâm verendir.” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Edeb, 132-133/5197; Tirmizî, İsti’zân, 6) Ayrıca iki kişinin arasını bulmanın, sadaka olduğunu haber vermiştir.[192] İnsanların arasını bulmak niyetiyle, aslında olmadığı hâlde hayırlı haber götüren veya hayırlı söz söyleyen kimseyi de yalancı saymamıştır. İki kişinin arasını bulmak için söylenenle, kocanın karısına, karının da kocasına âile düzenini korumak düşüncesiyle söylediği gerçek dışı beyanlara dahî izin vermiştir.[193] Birgün Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “–Size derece itibârıyla oruç, namaz ve zekâttan daha fazîletli bir ameli söyleyeyim mi?” diye sordu. “–Evet, söyleyiniz yâ Rasûlallah!” dediler. “–İnsanların arasını ıslâh etmek, düzeltmektir. İnsanların arasını bozmak ise (dini kökünden) kazır.” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 50/4919) Nasıl ki bir ustura, saçı kökünden kazırsa insanların arasını bozmak da kişinin dînini öylece kökünden kazıyıp atar. Yâni arabozuculuk bu derece kötü ve çirkin bir davranıştır. Bu sebeple İslâm, mü’minlerin birbirleriyle uzun süre küs durmalarını yasaklamıştır. Allah Rasûlü -


sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle durumlarda yine selâmlaşmayı tavsiye ederek şöyle buyurmuştur: “Bir mü’minin, din kardeşini üç günden fazla terk edip küs durması helâl değildir. Üç gün geçmişse, onunla karşılaşıp selâm versin. Eğer selâmını alırsa, her ikisi de sevapta ortak olurlar. Yok eğer selâmını almazsa, almayan, günâha girmiş olur. Selâm veren ise küs durmaktan çıkmış olur.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 47/4912) Cenâb-ı Hak, küs duran kullarının arasını ıslâh için, birbirleriyle barışıncaya kadar amellerinin kabûlünü ve günahlarının affını geciktirir. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: “Her pazartesi ve perşembe günü, ameller Allâh’a arz olunur. Din kardeşi ile arasında düşmanlık bulunan kişi dışında, Allâh’a şirk koşmayan her kulun günahları bağışlanır. (Meleklere: ) «Siz şu iki kişiyi birbiriyle barışıncaya kadar tehir edin!» buyrulur.” (Müslim, Birr, 36; Ebû Dâvûd, Edeb, 47) Kalplerdeki kini, hasedi ve husûmeti atarak yerine muhabbet, merhamet, hüsn-i zan ve güzel duyguları yerleştirebilmek için, nefsin sıkı bir tezkiye ve terbiyeye, kalbin de tasfiyeye ihtiyacı vardır. Bunu da en güzel şekliyle yapacak olan, tasavvufî terbiyedir. Diğer taraftan İslâm, fertler gibi milletlerin de birbirleriyle iyi geçinmelerini, sulh ve selâmet içinde yaşamalarını ister. Bu sebeple İslâm’da harp değil sulh esastır. Savaş, bir gâye ve hedef olarak kabul edilmez. Sulh ve sükûnu sağlamak için her türlü çâreye başvurduktan sonra netice alınamazsa, savaşmak mecbûriyetinde kalınabilir. Ancak müslümanlar, hedeflerini savaşmadan tahakkuk ettirmenin imkânını bulurlarsa, kesinlikle savaşı tercih etmezler. Hattâ düşmanla karşılaştıkları anda bile, imkân doğarsa hemen sulhü kabûl ederler. Çünkü Allah Teâlâ: “Eğer düşmanlar barışa meylederlerse Sen de ona yanaş ve Allâh’a tevekkül et!..” (el-Enfâl, 61) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz de: “Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyin ve Allah’tan selâmet dileyin. Bununla birlikte eğer onlarla muhârebe etmek durumunda kalırsanız, sabır ve sebat gösterin. Bilin ki cennet, kılıçların gölgesi altındadır.” buyurmuştur. (Buhârî, Cihâd, 112) Tabiîdir ki, sulhün ve barışın devamlı olması mümkün değildir. Zaman gelir kötü niyetli kimseler tarafından sulh bozulur ve onlara dur diyecek kimselerin çıkmasına ihtiyaç hissedilir. Böyle zamanlar için dâimâ hazır olmak îcâb eder. Bu sebeple müslüman, mümkün olduğunca her hususta kuvvetli ve üstün olmalı, bu imkânları da insanların huzur ve saâdeti için sarf etmelidir. Böylece hem düşmanlarını ve kötü niyetli kimseleri korkutmuş, hem de Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına ulaştıran sâlih ameller işlemiş olur.


Fazîlet Tabloları Birgün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- evindeyken Mescid-i Nebevî’den bir gürültü geldiğini duydu. Kâ’b bin Mâlik, İbn-i Ebî Hadred isimli zâttan alacağını istemiş, bunun üzerine bir gürültü kopmuştu. Ümmetinin sıkıntıda olmasına pek üzülen Efendimiz, odasının kapı perdesini aralayarak: “–Kâ’b!” diye seslendi. Kâ’b -radıyallâhu anh-: “–Emret, yâ Rasûlallah!” diye O’na doğru yöneldi. Nebiyy-i Ekrem Efendimiz, ona eliyle, alacağının yarısını bırak, diye işâret etti. Bunun üzerine Hazret-i Kâ’b derhal: “–Bıraktım, yâ Rasûlallah!” dedi. Buna memnun olan Efendimiz, İbn-i Ebî Hadred’e dönerek: “–Kalk, borcunu öde!” buyurdu. (Buhârî, Salât, 71, 83; Müslim, Müsâkât, 20) { Amra bint-i Abdurrahmân -radıyallâhu anhâ- anlatıyor: “Bir şahıs, bir bahçenin meyvelerini toptan satın aldı. Meyveyi toplayıp ölçtüğünde, tahmin edilenden noksan olduğunu gördü. Bahçe sâhibine giderek eksik çıkan kısmı hesaptan düşmesini veya alım-satım akdinden dönmesini talep etti. Fakat o zât, teklif edilenleri kabul etmemeye yemin etti. Bunun üzerine müşterinin annesi, Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a müracaat ederek durumu arz etti. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: «–O şahıs, hayır yapmamaya yemin etmiştir.» buyurdu. Bu sözü işiten bahçe sâhibi, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e gelerek: «–Ey Allâh’ın Rasûlü, onun talebini kabul ediyorum.» dedi.” (Muvatta, Büyû, 15; Buhârî, Sulh, 10; Müslim, Müsâkât, 19) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bedir’de Kureyşlilerle karşılaştığında, onlara elçiler göndererek sulh teklifinde bulundu. Çünkü O, hiçbir zaman savaş istemiyordu. Sulhün dâimâ hayırlı olduğunu ifâde ediyordu. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ı elçi olarak gönderip: “–Geri dönüp gidiniz! Sizden başkasıyla çarpışmak bana sizinle çarpışmaktan daha sevimli gelir!” buyurdu. Hakîm bin Hizâm: “–Bu, insaflı bir davranıştır! Onu hemen kabûl ediniz! Vallâhi, bundan sonra size insaflı davranılmaz!” dedi.


Ebû Cehil ise: “–Andolsun ki, Allah bize fırsat verdikten sonra öcümüzü almadıkça geri dönmeyeceğiz. Onlara hadlerini bildireceğiz…” diyerek müşrikleri harbe kışkırttı. (Vâkıdî, I, 61-65) { Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, umre yapmak için yola çıktığında müşrikler buna mânî oldular. Müslümanları Mekke’ye almak istemediler. Bu durum karşısında Fahr-i Kâinât Efendimiz, Hudeybiye’de konakladı. Oradan Kureyş’e şu mesajı gönderdi: “Biz kimseyle harb etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir, umredir. Harp, Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse (aramızdaki çarpışmayı bırakmak için) onlarla belli bir müddet anlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilirler. Eğer ben diğer insanlara gâlip gelirsem, isterlerse, insanların girdikleri İslâm’a Kureyşliler de girerler. Şayet ben gâlip gelemezsem (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şayet Kureyş bu teklifimi kabul etmezse, vallâhi ben, bu dîn uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım. Muhakkak Allah va’dini yerine getirecektir.” (Buhârî, Şurût, 15) Buna rağmen Mekkeliler Kâbe’yi tavâf etmelerine izin vermeyince, müslümanlar bir hayli gerginleşmiş, savaşmayı düşünmüşlerdi. Ancak Allah Rasûlü, onlara sabredip gelecek yılı beklemelerini tavsiye etmişti. Hudeybiye’de yapılan musâlahanın büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde, ashâb arasında bulunanlardan birisi: “–Beytullâh’ı tavaftan alıkonulduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mânî olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de Rasûlullah geri verdi. Bu nasıl fetihtir?!” diye söylendi. Bu sözler, kendisine ulaşınca Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu musâlahanın en büyük fetih olduğuna ve sulh ortamında İslâm’ın sühûletle tebliğ edilip hızla yayılacağına işâret ederek şöyle buyurdu: “–Evet! Bu musâlaha en büyük fetihtir. Müşrikler sizin (gelecek sene de olsa) kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar, şimdiye kadar istemedikleri ve hoşlanmadıkları İslâm’ı böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allah sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.”[194] { Hudeybiye Musâlahası’nın üzerinden iki sene geçmeden, müşrikler anlaşmayı fecî bir ihânetle bozdular. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, sefer hazırlığı için emir buyurdu. Yakın kabîleleri Medîne’ye çağırırken, uzaktakilere de yerlerinde bekleyip or*duya yolda iştirâk etmelerini söyledi. Son derece gizli bir şekilde hareket edili*yordu. Mekkelilerin, Medîne’deki bu hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için de, Sûriye ta*raflarına bir müfreze


gönderen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her tarafı sıkı bir kontrol altına almıştı. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi savaşsız ve kansız bir şekilde neticelendirmek arzusundaydı. Bunun için birçok stratejik tedbirler almıştı: Öncelikle, ashâbına sefer için hazırlanmalarını emrettiği hâlde, nereye gidileceğini gizli tutarak, niyetini açıklamadı.[195] Hattâ en yakın dostu ve sırdaşı Ebû Bekir -radıyallâhu anhbile, Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Rasûlullâh’ın zevcesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya seferin nereye olacağını sormuştu. O da: “–Bilmiyorum. Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Hevâzinlere gitmek istiyor olabilir!” demişti.[196] Çünkü Rasûlullâh’ın niyetini o dahî bilmiyordu. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için, yolları tutturarak Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermemiş ve şöyle duâ etmişti: “Allâh’ım! Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire karşılarında bulsunlar.” (İbn-i Hişâm, IV, 14) Peygamber Efendimiz Medîne’den hareket ettiğinde de, yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak psikolojik tesir ile asker sayısının çok zannedilmesini temin etmesi de bu maksatladır.[197] Yine aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devâm ettirmiştir.[198] Fahr-i Kâinât Efendimiz, sadece Mekke fethinde değil, diğer seferlerinde de aynı hissiyatla hareket etmiştir. Bütün bunlar O’nun, savaş ve anlaşmazlıktan ne kadar nefret ettiğini, sulh ve sükûnetin temini için ne büyük gayret sarf ettiğini açıkça göstermektedir. Sulh arayışı ise, bir insanın ne kadar yüksek bir karaktere, olgun bir şahsiyete ve sağlam bir rûhî muvâzeneye sâhip olduğunu gösterir. { Sa’d bin Muâz ile Sa’d bin Ubâde arasında bir kırgınlık olmuştu. Peygamber Efendimiz, onları barıştırmak için Sa’d bin Muâz’ın elini tutarak bâzı Evslilerle birlikte Sa’d bin Ubâde’nin evine gitti. Orada, görüşüp konuştular. Sa’d bin Ubâde yemek ikrâm etti, hep birlikte yediler ve dağıldılar. Aradan bir müddet geçtikten sonra, Sa’d bin Ubâde’nin elini tutarak bâzı Hazreçlilerle birlikte Sa’d bin Muâz’ın evine gitti. Oturup konuştular. Sa’d bin Muâz yemek ikrâm etti, hep birlikte yediler ve dağıldılar. (Vâkıdî, II, 435)


Fahr-i Kâinât -aleyhissalâtü vesselâm- Efendimiz, ashâbının arasını ne güzel ıslâh ediyor ve insanları barıştırmanın usûllerini öğretiyor. Bu güzel usûl ve hâlis niyet karşısında insanlar insâfa gelip muhabbetle kenetleniyor. İşte kâmil bir mü’min de, etrafındaki dargınlara bu nebevî metodlarla faydalı olup onları muhabbetle kaynaştırmaya çalışan gönül insanıdır. { Ebû Bekre -radıyallâhu anh- şöyle der: “Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i minberde gördüm, yanında Hazret-i Hasan vardı. Bâzen halka yöneliyor, bâzen Hasan’a yöneliyor ve: «Allah, şu torunumla iki muazzam müslüman orduyu sulha kavuşturacaktır.» buyuruyordu.” (Buhârî, Menâkıb 25, Fedâilü’l-Ashâb 22) Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden sonraki insanların da sulh ve selâmet içinde olmalarını istemiştir. İnsanların huzûrunu temin edebilmek için kendi âilesi nâmına fedâkârlıkta bulunmuş, müslümanların da böyle yapması gerektiğine işâret etmiştir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-: “Benden sonra nübüvvete lâyık gerçek ve kâmil hilâfet, otuz senedir…” buyurmuştur. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 8/4646; Ahmed, V, 50, 220, 221) Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile yirmi dokuz buçuk sene tamamlanmış, altı ay da Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti devâm etmiştir. Hazret-i Hasan, müslümanlar arasındaki ihtilâf ve fitneyi bertarâf etmek için Muâviye’ye mektup yazmış, hakkı olan hilâfetten müslümanların sulh ve selâmeti için ferâgat ettiğini bildirmiştir. Böylece Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm-’ın bir mûcizesi daha tahakkuk etmiştir. { Mukâtil bin Hayyân anlatıyor: İmruu’l-Kays, Kinde Kabîlesi’den Efendimiz’e gelen heyet içinde bulunan bir sahâbî idi. Daha sonra bu kabîleden birçok kişi irtidâd etmiş, fakat o îmânında sebât göstermişti. Bu sahâbî ile diğer bir sahâbî, arâzi konusunda anlaşmazlığa düştüler ve Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hakemliğine başvurdular. Diğer sahâbî: “–Ey Allâh’ın Rasûlü, bu adam babamdan bana intikâl eden bir arâzime el koydu.” dedi. İmruu’l-Kays: “–Orası benim elimdeki arâzimdir, ben orayı ekip biçiyorum ve onun hiçbir hakkı yoktur.” dedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, diğer kişiye:


“–Bu arâzinin sana âit olduğuna dâir ya bir delil getirirsin ya da hasmına yemin teklif edeceğim.” buyurdu. Diğer sahâbî: “–Ey Allâh’ın elçisi, yalan yere yemin eder ve arâzimi alır gider.” deyince Efendimiz önce: “–Mâdem delilin yok, senin için onun yemininden başka çâre yok.” buyurdu, sonra da: “–Her kim mü’min kardeşinin malından bir kısmının üzerine oturmak için yalan yere yemin ederse, Allah Teâlâ’ya kavuştuğunda, O’nu kendisine gazaplanmış olarak bulur.” buyurdu. İmruu’l-Kays: “–Ey Allâh’ın elçisi, haklı olduğunu bile bile hakkını karşısındakine bırakana ne var?” diye sordu, Efendimiz: “–Cennet.” buyurdu. İmruu’l-Kays: “–Seni şâhit tutuyorum ki, ben o arâziyi ona bıraktım.” diyerek dâvâdan vazgeçti. Allah Teâlâ da şu âyet-i kerîmeyi indirdi: “Mallarınızı aranızda haksız sebeplerle yemeyin. Kendiniz bilip dururken, insanların mallarından bir kısmını haram yollardan yemeniz için o malları hâkimlere (idârecilere veya mahkeme hâkimlerine) vermeyin.” (el-Bakara, 188) (Müslim, Îmân, 223-224; Vâhidî, s. 55; İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe I, 137) { Tâbiînden Saîd bin Müseyyeb Hazretleri çevresindekilere: “–Size çok namaz kılıp sadaka vermekten daha üstün bir şeyi haber vereyim mi?” diye sormuştu. “–Evet, haber ver.” dediler. O da şöyle devâm etti: “–İki kişinin arasını düzeltip, dargınları barıştırmaktır. Bir de çok buğzetmekten kaçınınız. Çünkü buğz (dînî duyguları ve güzel ahlâkı) kökünden kazır.” dedi. (Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 7) { Velhâsıl, Allah Teâlâ’nın emirlerine gönül huzûruyla tâbî olan ve Peygamber Efendimiz’in yolunu büyük bir titizlikle tâkip eden insanlar, sulh ve selâmetin hâkim olduğu mes’ud bir toplum meydana getirirler. Târihimiz bunu ispat eden pek çok misallerle doludur. Meselâ Osmanlı toplumu hakkında, İngiltere’nin İstanbul sefirliğinde bulunmuş olan Sir James Porter, bir Türk ve İslâm düşmanı olmasına rağmen şunları söyler: “Osmanlı’da yol kesme, ev soyma, dolandırıcılık ve yankesicilik gibi hâdiseler âdeta meçhûl gibidir. Harp hâlinde olsun, sulh hâlinde olsun, yollar da evler kadar emîndir. Bilhassa anayolları takip ederek bütün Osmanlı mülkünü mutlak bir emniyet içinde baştanbaşa


dolaşabilmek her zaman mümkündür. Dâimî bir seyr u seferle yolcu adedinin çokluğuna rağmen, vukuâtın fevkalâde azlığına hayret etmemek mümkün değildir. Nice yıllar içinde ancak nâdir hâdiselere tesâdüf edilebilir.” Kısacası İslâm, insanlara hem dünya hem de âhiret saâdeti sağlayan yegâne dîndir. Onun emirlerine tâbî olunduğunda fert ve toplum, sulh ve selâmet içinde yaşar. Çünkü yüce Rabbimiz şöyle buyurur: “Ey îmân edenler! Hep birden barış ve selâmete girin. Sakın şeytanın peşinden gitmeyin. Çünkü o, apaçık düşmanınızdır.” (el-Bakara, 208) 6. Birlik ve Beraberliği Sağlamak İslâm dîni, mü’minleri şahsiyet bakımından olgunlaştırıp terakkî ettirmekle berâber, toplumun da huzur ve selâmetini sağlamak üzere ulvî prensipler getirmiştir. Fertlerin birbiriyle din kardeşliği çatısı altında muhabbetle kenetlenmesini emretmiş, herkesi değergâmlık ve fedâkârlığa teşvik ederek toplumun yekvücut olmasını hedeflemiştir. Bu hâli yaşayabilen toplumlar, birlik ve beraberlik rûhuyla yücelerek örnek bir “fazîletler medeniyeti” teşekkül ettirirler. Toplum için en büyük tehlike, ihtilâflar, bölünmeler, parçalanmalar ve itaatsizlik neticesinde meydana gelen anarşidir. Müslümanların fitneden kurtularak ihtilâflara düşmemeleri için süflî arzuları ve nefis engelini bertarâf edecek kâmil bir düşünceye ve kardeşlik duygularına sâhip olmaları lâzımdır. Bu da Peygamber Efendimiz’in Sünnet-i Seniyye’sine ve Hulefâ-i Râşidîn’in tâkip ettiği yola sımsıkı sarılmakla mümkündür. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: “Hep birlikte Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allâh’ın size olan nîmetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nîmeti sâyesinde kardeşler olmuştunuz…” (Âl-i İmrân, 103) “Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; yoksa korkuya kapılırsınız da kuvvetiniz gider. Bir de sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Enfâl, 46) Yüce Rabbimiz, mü’minlerin tek bir yürek gibi birlik ve beraberlik hâlinde olmalarını emretmektedir. Bu husustaki emrini önceki peygamberlere de vahyetmesi[199] hem insanoğlunun dâimâ tefrikaya düşme zaafıyla mâlûl oluşunu hem de tefrikanın toplum hayâtı için ne tehlikeli bir hastalık olduğunu beyân etmektedir. Nefs ve şeytan; insanın hırs, haset ve menfaatperestlik gibi mezmum duygularını kabartarak insanların arasını bozmaktadır. Bu iki ezelî düşmanımızın elindeki tefrika silahı, hem çok güçlü, hem de tahribâtı pek fazladır. Dolayısıyla müslümanların hiçbir zaman kardeşlik duygularını zedelememesi, dargınlık ve ayrılıklara meydan vermemesi îcâb eder. Zîrâ sulh ve huzur içinde yaşamak dururken, kavga, anlaşmazlık ve ayrılık yolunu tercih etmek, bir mü’minin gönül dünyasıyla tezat teşkil eder. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:


“Mü’minin mü’mine karşı durumu, bir parçası diğer parçasını sımsıkı kenetleyip tutan binâlar gibidir.” Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu îzâh etmek için, iki elinin parmaklarını birbiri arasına geçirerek kenetlemiştir. (Buhârî, Salât 88, Mezâlim 5; Müslim, Birr 65) Diğer hadîs-i şerîflerde de şöyle buyrulmuştur: “Size bir ve beraber olmayı, ayrılıktan sakınmayı tavsiye ediyorum. Çünkü şeytan yalnız olanla beraber, iki kişiden ise daha uzaktır. Cennetin tâ ortasında olmak isteyen kimse, İslâm toplumundan ayrılmasın!” (Tirmizî, Fiten, 7/2165; Ahmed, I, 26, V, 370-371) “Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.” (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66) Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birlik ve berâberliğe halel gelmemesi için, toplumdaki münâfıkları bildiği hâlde, isimlerini Huzeyfe -radıyallâhu anh- hâricinde, hiç kimseye söylememiş, onları ömür boyu güzellikle idâre etmiş ve bütün sıkıntılarına katlanmıştır. Hattâ Allah Rasûlü’nün vezîri mevkiindeki Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- dahî münâfıkların kim olduğunu bilmezdi. Hazret-i Ömer, bir cenâze olduğunda Hazret-i Huzeyfe’yi tâkip eder, şayet cenâze namazını kılmazsa onun münâfıklardan olduğunu anlayıp kendisi de kılmazdı. Diğer taraftan, müslümanları günde beş defâ büyük cemaatler hâlinde bir araya toplayan namaz ile toplum hayâtımız arasında sıkı bir alâka olduğu muhakkaktır. Cenâb-ı Hak, namaz, hac, zekât, kurban gibi ibâdetlerle müslümanları kalbî berâberliğe hazırlamaktadır. Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de ümmetini birlik ve berâberliğe alıştırmaya namaz saflarından başlamıştır. Hadîs-i şerîflerde şöyle buyrulur: “Saflarınızı düz tutunuz. İleri-geri durmayınız. Sonra kalpleriniz de birbirinden farklı olur…” (Müslim, Salât, 122) “Saflarınızı düz tutunuz. Omuzları bir hizâya getiriniz. Aralıkları kapayınız. Saf düzeni için elinizden tutup çeken kardeşlerinize yumuşak davranınız. Aranızda, şeytanın girebileceği boşluklar bırakmayınız. Allah, safları bitişik tutanların gönlünü hoş eder. Safları bitişik tutmayanlara Allah nîmetlerini lutfetmez.” (Ebû Dâvûd, Salât, 93/666) Saflar sık ve düzgün tutulmadığında, mü’minler arasındaki âhenk, nizam, birlik ve beraberlik şuuru kaybolur. Kalpler ve gönüller, ipi kopmuş tespih tâneleri gibi farklı mecrâlara dağılarak birbirinden ayrı düşer. Nizam, intizam ve disiplin içinde, düzgün saflar hâlinde namaza duran mü’minler ise, kendilerinde mânevî bir kuvvet bulur ve bu hâlleriyle düşmanlarının kalplerine korku salarlar.


Mevlânâ -kuddise sirruh- şöyle buyurur: “İnsanlarla dost ol. Çünkü kervan ne kadar kalabalık ve halkı çok olursa, yol kesenlerin beli o kadar kırılır.” Bir Avrupalı elçi, Macaristan ovalarında cuma molası veren Osmanlı ordusunun, huşû ile cuma namazı kılışını seyredince, hayretler içinde kalmış ve şöyle demekten kendini alamamıştır: “Muntazam saflar hâlinde dizilen 50 bin kişi, imamın bir nidâsı ile el bağlıyor ve durup tek bir vücût hâline geliyor. Sonra yine tek bir nidâ ile 50 bin kişi birden Allâh’ın huzûrunda secdeye kapanıyor. Böyle muazzam bir kitle karşısında perişan hristiyan orduları nasıl tutunabilir?”[200] Cenâb-ı Hak: “Allah, kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever.” (es-Saff, 4) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz’in beyânına göre, mü’minlerin, Allâh’ın ipine sımsıkı sarılıp birbirlerinden ayrılmaması, Cenâb-ı Hakk’ı râzı eder.[201] Yine bir kişinin müslüman cemaatine bağlı kalması, onun temiz bir kalp taşıdığını ve kötü düşüncelerden korunduğunu gösterir.[202] Peygamber Efendimiz, İslâm cemaatinden koparak, toplumdan ayrı bir hayat yaşayıp tek başına ölmeyi, “Müslümanca bir hayat yaşamadan başıboş vakit geçirip ölen câhiliye devri insanı”nın durumuna benzetmiştir. (Müslim, İmâre, 53, 54; Ahmed, II, 306, 488) Müslümanlar birlik ve beraberlik içinde bulunmaz, birbirlerine sımsıkı kenetlenmezlerse, Allâh’ın sevgisinden mahrum kaldıkları gibi, güçlerini ve kuvvetlerini de kaybeder, ayakta duramaz ve yıkılır giderler. Nitekim bunun pek çok misâli mevcuttur. Kısacası, hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere: “Cemaat rahmet, ayrılık azaptır.” (Ahmed, IV, 278, 375; Heysemî, V, 217)


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.