Prof. Dr. Takis Aleksiou - Dostluğun Gücü

Page 1

Prof. Dr. Takis Aleksiou

DOSTLUĞUN GÜCÜ PİYASALARIN ZÜLMÜNDEN SİVİL TOPLUMA 4 EPOHES YAYINLARI

1


Prof. Dr. Takis Aleksiu’nun “DOSTLUĞUN GÜCÜ - Piyasaların Zulmünden Sivil Topluma” bir e-kitap olarak Mart 2013 tarihinde basıldı. Yayın yönetmeni ve düzen: Takis Aleksiu. Kapak: Türkçe çeviri: Ersin Salih, Christos Salikas, İbram Onsunoğlu. Layout: Liça Marandi. COPYRIGHT: Teseris Epohes Yayınları, Tel: 0030-6944128460, Fax: 0030-210-6011904, e-mail: profalex@otenet.gr, ISBN 978-960-7453-21-1. 2


PROF. DR. TAKİS ALEKSİU

DOSTLUĞUN GÜCÜ Pi̇ yasalarin zülmünden Si̇ vi̇ l topluma

4 EPOHES YAYINLARI - ATİNA 2013 3


Demokritus 4


Durumların böyle olduğunu sanıyorum. Benim teorim bu. Onu iyileştirmeye çalışın. Miletoslu Thales Laistrigon ve Kykloplara / Korkunç Poseidon’a rastlamıyacaksın / Onları gönlünde taşımıyorsan / Dikmezse onları önüne gönlün. Konstantinos P. Kavafis İnsanlık Sevgi yasasını bilinçli olarak ne denli izleyecek bilmiyorum. Ama endişelenmeye gerek yok. Yasa, geçerli olmaya devam edecek; yerçekimi yasasının geçerli olduğu gibi, ister kabul edelim ister etmeyelim. Mahatma Gandhi Aklınızın nasıl olsa kendiliğinden gerektiği gibi çalıştığı görüşünde miydiniz? O zaman ne yazık ki yanıldınız. Prof. Gerald Hüther Beynin olumlu duyguların oluşumuna katılan aynı bölgeleri düşünme yeteneğiyle ilişkilidir. Dr. Daniel Goleman İnsanlık, daha üstün bir gelişme olasılığıyla... en kötü türden bir termit topluluğu olarak gelişme olasılığına aynı ölçüde açıktır. Prof. Konrad Lorenz Geleceği inşa eden ancak geçmişi yargılama hakkına sahiptir. Friedrich Nietzche Yanlış uygulamalar üzerine eleşetirel diyalog, kendi başına bir amaç değildir, değişim için temel taşıdır. Prof. Mahmoud Helmi Yüzünün ışımasında her acıyı yenerken / Düşlerimiz tekrar ortaya çıktığı anda / Yaşam ağacının çevresinde yıldırımlar gibi. Karl Marx Hiçbir düşünür Karl Marks kadar tahrif edilmemiştir. Panagiotis Kanellopoulos Dostlarım tüm servetimdir. Emily Dickinson 5


İTHAF Dünyayı Sanatın içinden Barışçıl yolla değiştirebilecek Dostluğa. Zira Necib Mahfuz’un da dediği gibi: «Bilim, aklın dilidir. Sanat, bütünleşmiş insan kişiliğinin dilidir.»

İTHAF Ayrıca, gerçekten Demokratik ve Yaratıcı bir toplum için içtenlikli ve yapıcı bir diyalogu arzu edenlere.

İTHAF Son olarak ve özellikle, alternatif ve esasta Demokratik çağdaş bir Eğitime sahip olmayı kendi başlarına isteyen tüm öğrencilere.

6


Immanuel Wallerstein 7


H

ER KİM gelip geçici olduğunu iddia ediyorsa, açıkça yalan söylüyor... Bu krizin kimse için geri dönüşü yok. Tabiî ne Almanya ne de Fransa için. Tabiî en sert önlemlerle bile... Onun için, sonunda, kazançlı çıkacak olan ülkeler, bir azınlığın açgözlülüğüne ve vurgunculuğuna değil de, tüm yurttaşların gerçek ihtiyaçlarına hizmet edecek ve bize önümüzdeki 500 yıl boyunca eşlik edecek, İnsanlık tarihinde ilk kez, yeni bir Toplumsal Sistemi tasarlamaya ve kademeli olarak uygulamaya daha fazla gecikmeden başlayanlar olacaktır. Zira Karl R. Popper'in söylediğine göre (uluslararası saygınlığa sahip Helenist tarihçi ve siyasî analist Profesör Pavlos Cermias'ın anımsattığı gibi): "Marx'ın gerçekte göstermek istediği, yalnızca iki olasılığın var olduğudur: Çirkin bir dünyanın aralıksız devam etmesi (gittikçe daha da çirkinleşerek) veya sonunda daha iyisinin gelmesi. Birinci olasılığı ciddi olarak tartışmaya kalkmaya değmez, o halde Marx kehanetinde tamamen haklı çıkmıştır." Yeter ki, bu hedef için kapitalizm aleyhtarı değil de, demokrasi taraftarı bir bilinç gerektiğini idrak edelim. Ve iktidarı devirmek için sürtüşme, çatışma ve kavga cephelerine ihtiyacımız yok; onun yerine, daha iyi bir sivil toplum kurmak için, bencilliklerden uzak ve önyargısız, içtenlikli ve yapıcı bir diyaloga ihtiyacımız var. Piyasa Kapitalizmi, tüm Halkların vicdanında iflas etmiş bulunuyor. Eski Sovyetler Birliği Sosyalizmi de. Onlarla birlikte biz de iflas etmeyelim. Vakit var!!!

S

EVGİLİ DOSTLAR; çağdaş Mısır, Edebiyatta iki önemli insan yetiştirmiştir: İskenderiye'de Kavafis'i ve Kahire'de Mahfuz'u. Ve Kavafis'i, keyfî olarak değil, Mısır'ın çocuğu kabul etmekteyim. Zira Yunanistan'a yaptığı bir ziyaretinde, kendisine Yunanlı olarak vatan topraklarına niye dönmediği sorulduğunda, verdiği yanıt şu olmuştur: "Yunanlı değilim, İskenderiyeliyim!"... Ben de bir İskenderiyeli, Kavafis gibi, Mısır'ı Necib Mahfuz'un eşsiz eserleri yoluyla daha iyi 8


tanıdım. Kendisini daha iyi tanımama fırsat veren kitabı, "Bir Yaşamın Bilgeliği" kitabından da daha çok, "Amman El Arsh" ("Tahtın Krallığı") oldu. Arapçası ilk kez 1983'te yayımlandı, Yunancaya ancak 2011'de çevrildi. Nobel ödüllü yazar Necib Mahfuz'un, özgürlük, ahlâk, siyaset ve tabiî Demokrasi ile ilgili ilke ve değerlerinden söz ediyorum... "Ülkemizin yöneticilerini ve onların icraatını nasıl değerlendireceğimiz konusunda kendi görüşlerimiz var..." diyor bir yerde Osiris, kral Menes'e hitaben ve bir başka yerde, Mustafa El Nahas, Cumhurbaşkanı Enver El Sedat'la ilgili olarak şunları söylüyor: "Demokrasi konusunda halka seslenişini dinledim ve donup kaldım... Sonra anladım ki, demokratik yönetim istiyordun, ama diktatörlük erkleriyle..." Ve Saad Zaghloul adına devam ediyor: "Demokrasi verilmez, kazanılır... birlik ve özgürlükle, iş ve bilimle, bilgelik ve edebiyatla, Halktan gelen ve Halk için olan bir hükümetle, mutlak bir toplumsal adaletle, kültürle ve tabiî barışla...". Vizyon ile gerçek arasındaki mesafenin çoğu kez ne kadar büyük olduğunu hepimiz biliyoruz. Ayrıca, bugün artık, Batı dünyasında Demokrasinin nasıl iyi işlemediğini de hepimiz biliyoruz; Akenaton'un sözleriyle (hep aynı kitaptan), "dünyevî nimetlerin putperestliğine teslim olmuş" ve ekonomi dalında bir başka Nobel ödüllü Profesör Josef E. Stiglitz'in sözleriyle, "dizginsiz bireyciliğe ve piyasaların fundamentalizmine kendini kaptırmış" bir Batı. Demokrasi konusuna değiniyorum, günümüzde her zamankinden daha aktüel olan, yalnızca Mısır ve Arap dünyası için değil, Yunanistan ve tüm Dünya için de aktüel. Ve Batının iyi işlemeyen (daha baştan tamamen namevcut demeyeyim) ve Halk tarafından Halk için bir yönetim olması gerekirken, onunla hiçbir ilişkisi olmayan Demokrasisini taklit edilmek üzere örnek oluşturması için Araplara ihraç edilmesini cinayet olarak kabul ediyorum. Piyasaların, akıncılar olarak Batıdaki politikacıları kullanarak, bu kez "demokratikleştirme" 9


adına dünyayı yeniden sömürgeleştirebileceklerine dair sevdalarından vazgeçme zamanı gelmiştir. Büyük edebiyatçı ve halis Demokrat Necib Mahfuz'un ruhu kaybolmuş değil, El Ferdaus ve daha pek çok Mısırlı ve Arabın özyapı ve itibarının da kaybolmadığı gibi! Ve bu hal, Mısır'da ve tüm Arap dünyasında gerçek bir Demokrasinin egemen olması için en iyi bir mirasın yerini tutmaktadır.

B

UNDAN 18 YIL ÖNCE "Yunanistan'da Birleştirici bir Hareket ve Siyaset" başlıklı deneme yayımlandığı zaman (Taki Aleksiu, PANİFE Yayınları, Atina 2003), bugün yaşamakta olduğumuz yıkıcı krizi kimse beklemiyordu. O zaman kriz özellikle kurumsal ve kültürel idi, bugün aynı zamanda ekonomik. O zaman neredeyse kimse dinlemek istemiyordu... Bugün dinleyenler, kulak kesilenler ve arananlar gittikçe çoğalıyor. Bertold Brecht'ten "bay K."nın sözlerini tekrar tekrar anımsıyorum, "her yerde aç kalabilirim" diyerek, belirli bir vatanda yaşamak ihtiyacını hissetmiyordu. Ve sanık olarak kendisine yargıç nasıl yemin etmek istiyorsun, medenî mi dinî mi, diye sorduğunda, "İşsizim" diye yanıt vermişti... Ayrıca iki kısa bölüm anımsıyorum, şöyle: "Birleştirici Hareket, 1993 yılında, hükümet ve muhalefetin son yıllarda Yunanistan'ı çıkmaza sürüklediği olumsuz koşullarda kurulmaktadır. Her şey çökmüş durumda, hem de tehlikeli bir şekilde çökmüş durumda, ve eğer bu hareketi bugün başlatmazsak, aşırı Sağ ve aşırı Sol dışında yurdumuzun her siyasî kesiminden insanları kucaklayabilecek bu hareketi bugün başlatmazsak, bunu başka ne zaman yapacağız? Ne bekliyoruz?" Son olarak Akademi üyesi merhum Angelos Angelopulos'un 1995'te 2. baskıda yer alan yüreklendirici sözlerini de anımsıyorum, şöyle: "Sevgili Aleksiu, 4.6.89 tarihli mektubunuz ve "Canlı Bir Öğretim" başlıklı broşürünüz için teşekkür ederim. Bütün halklar, bütün insanlar, Birleştirici Hareketinizin amaçladığı evrensellik kavramını benimsemiş 10


Josef E. Stiglitz 11


olsalardı, dünyanın çehresi gerçekten değişmiş olacaktı. Dostça selamlar. Angelos Angelopulos".

B

İZİMKİSİ GİBİ bunca çetin bir çağda bir Azizin sözlerinin ne önemi olabilir ki diye soracaktır birçokları: "İman henüz görmediğine inanmaktır ve bu imanın mükâfatı inandığını görmektir." Aziz Augustine. Henry David Thoreau gibi deneyüstücü bir yazarın sözlerine de insan itiraz edebilir: "Bu dünya, hayalimiz için boş bir tuvalden başka bir şey değildir." Hatta Nobel ödüllü bir tiyatro yazarının şu sözlerine de: "Hayal, yaratıcılığın başlangıcıdır. Arzu ettiğiniz şeyi hayal edersiniz, iradenizi seferber ederek hayal ettiğiniz şeyi talep edersiniz, ve sonunda talep ettiğiniz şeyi yaratırsınız" George Bernard Show. Şunları savunan Nikos Kazancakis'e de aynen: "Fırçaların var, boyaların var, cennetin resmini çiz ve gir içine." Şu sözlerin sahibi William Jennings Bryan gibi ünlü siyasî liderleri de sayımsamayalım: "Kader talih meselesi değildir, tercih meselesidir." ve Abraham Lincoln'u da: "Görebildiğiniz ve dokunabildiğiniz şeylere iman, iman bile değildir. Ancak görünmeyen şeye iman, zafer ve feyizdir." Fakat fizik dehası ve Nobel ödüllü Albert Einstein'ı da mı görmezlikten gelelim, onun şu sözlerini: "Mantık seni A noktasından B noktasına götürür. Hayal seni her yere götürür"??? Sanmıyorum! Zira Hayalin kanatlarını açıp, gerçek bir Demokratik topluma geçmek zamanı geldi, bu yolda bizi kimse engelleyemez.

P

SİKOLOJİ BİLİMİNE ve insan beyninin üçlü yapısına göre, cinsellik içgüdüsel veya bedenî akla, aşk emosyonel akla ve sevgi mantıkî akla tekabül eder... Dostluk ise, mevcutsa, insan işlevlerinin tümüne eşlik eder. Özbilgiyi gerektirir ve daha iyi bir toplumun inşası için başlıca şart olan Katılıma yol açar... Sanata gelince, ben de kabul ediyorum ki, "şiir -her çeşit Sanat gibi- herkesin yapabileceği bir şey haline 12


geldiği zaman, şair -diğer her sanatçı da- herkes gibi", Arjantinli yazar César Aira'nın deyişiyle, "bir insan olabilir; bütün bu yetenek, uslup, misyon, iş diye adlandırdığımız psikolojik sefaletten ve diğer işkencelerden kurtulmuş olarak." Yani, yıkıcı doymazlığımızın sefaletinden, dizginsiz bireyciliğimizden ve ilahlaştırılmış bencilliğimizden kurtulmuş olacaktır.

Ö

NCELERİ DAHA ÇOK DİNLERİN alanına giren ve metafizik içeriği olan sevgi ve dostluk gibi kavramlar, daha sonra, genellikle Emosyonel Zekânın (EQ: Emotional Quotient) ve özellikle olumlu duyguların hem bedenî sağlık hem de genel olarak Yaşamın gelişimi üzerinde önemli rolü olduğu görüldüğü için, Psikoloji-PsikoterapiPsikiatri'ye de dâhil edildi. Ayrıca son dönemde dizginsiz bencillik-bireycilik kavramı, olumlu duyguların karşıtı bu en taşkın olumsuz davranış, Nörobioloji, insan beynini araştırma, Ekonomi ve bu yakınlarda Siyaset terminolojisine girdi. Dolayısıyla, aşağıda sözü geçen ve artık bilimsel güvence altındaki Sevgi ve Dostluk kavramlarını yadırgamıyalım; onların, çıkmazı aşmaktaki ve daha iyi bir toplum yaratmaktaki büyük önemini de. Ve nihayet görebilelim ki, travmatik deneyimlerden ve olumsuz duygulardan kaynaklanan her çeşit şiddetle, Marx'ın söylediğine göre, "Başardıkları yegâne şey,... devleti ortadan kaldırmak yerine onu mükemmellleştirmek olmuştur." Yani onu daha otokratik ve daha insanlıkdışı yaparak. Sanıyorum ki, daha iyi toplum, eskisini yıkarak değil de, onu yeni baştan ve yeni bir arsa üzerine Barışçıl yollarla inşa ederek ortaya çıkacaktır!!!

S

İGARA SAĞLIĞA ZARARLIDIR. Ancak sağlığa daha çok zararlı olan ve insanı öldüren, uçsuz EGO'muza hizmet etmediğini sandığımız her şeye ve herkese karşı ilgisizliğimiz ve duyarsızlığımızdır... Günlük yaşantımızdan sayısız örnekler: Çocuklarımızın bize "saygısını" pahalı 13


hediyelerle satın alırız, onlara karakter ve ruh terbiyesi aşılamak yerine. Randevularımıza sadık ve davranışlarımızda nazik değilizdir, eğer kendisiyle buluşacağımız kişiden doğrudan bir hizmet ve çıkar beklentimiz yoksa. Bize arkadaşlık eden evcil hayvanı hatırladıkça besleriz ve evimizi güzelleştiren ve havasını temizleyen bitki, ne havlar ne de miyavlar, biraz su için haftalarca bekleyebilir ve bu arada sararıp solar. Bitişiğimizdeki evin insanına gelince, onu tamamen görmezlikten geliriz... Ve bütün bunlar, arkamızdan birileri bizi kovalarmışçasına koştuğumuz için, kimin ve neyin olduğunu bilmeksizin, bencillik ve doymazlığımız dışında bizi kimsenin ve hiçbir şeyin kovalamadığı halde... Dip not: İlgisizlik ve duyarsızlık başka şey, kötücül olmak ve kin başka şeydir. Başkasının acısına sırt çevirmek başka şey, ona bizzat eziyet etmek başka şeydir. Ancak en kötüsü, bu da sık sık olanı, başkasının acısından "zevk almaktır", yani oh çekmek ve sadist olmaktır.

M

UTLULUK ESKİDEN Şiir ve Felsefenin konusunu oluşturuyordu. Daha sonraları Filoloji, Toplumbilim, Psikoloji ve daha yakın bir geçmişte Tıb ve Ekonomi bilimlerine de girdi. Bugünkü egosantrik toplum çerçevesinde, Dostluk yerine (yanıltıcı) Mutluluk teriminin tercihi hiç te tesadüfî değildir. Zira Mutluluk, dizginsiz bireycilikle doğrudan ilişkilidir; Dostluk ise "Ego"nun dar sınırlarını aşmakta ve "Sen" ile "Biz"e uzamaktadır. Mutluluk, bireysel bir meseledir; Dostluk ise, tersine, iki veya daha çok özgür iradeli bilinçli bireyleri gerektirir... Siyaset alanında bugünkü yapının Halkların egemenlik haklarını para piyasalarının eline kayıtsız şartsız neden teslim ettiğini gerçekten idrak ettiğimiz zaman, durumları kökünden değiştirecek ve umudu ve yüzümüze tebessümü geri getirecek güce kavuşacağız. Biliyoruz ki tüm yaşam, sorunların çözümünden ibarettir (Karl R. Popper). Ancak, ilave etmek 14


Martin Buber 15


isterim ki, onları tekrarlamak ve kötüleştirmek değildir; ne yazık ki siyasetçiler bunu sürekli yapmakta ve kendileri hiçbir zaman hatalarının bedelini ödememektedirler. Bu amaçla, Özbilgi, Dostluk, Katılım ve Demokrasi (Devlet) gibi bazı kavramları, her çeşit şiddeti dışlayıp yeniden değerlendirmemiz ve bununla birlikte, daha hızlı ve daha sonuca gidici uluslararası bir iletişim için çağdaş bilgisayar teknolojisinden ve özellikle toplumsal ağlardan tamamen yararlanmamız gerektiğine inanıyorum...

Ç

EKİLİŞ NOKTAMIZ, şu olgunun tam bilincidir: Para piyasalarının fundamentalist ekonomisi, dizginsiz bireyciliğimiz-bencilliğimiz üzerine kurulmakta ve bizim kendimizin aptalca bugüne dek dört elle sunduğu şiddetle beslenmektedir. Kısacası, bugünkü insanlıkdışı toplum, saldırganlık ve şiddet olmasaydı iyice zayıf düşecek ve bireycilik ve bencillik olmasaydı tamamen ortadan kalkacaktı. Böylece, daha iyi bir toplumun inşası, öncelikle siyasîekonomik bir konu değildir, biolojik-antropolojik bir konudur ve gerçek Dostluk üzerinde eğitilmemize doğrudan bağlıdır. Dostluk nasıl nitelendirilirse nitelendirilsin, gerçek, samimî, eski, güçlü, iyi, sahici, seçkin, yegâne, derin, yürekten vs diye; Dostluk, esaslı bir "Ben-Sen" ilişkisidir, esaslı bir "BenKendim" (Özbilgi) ilişkisini şart koşar ve esaslı bir "Ben-Biz" (Katılım) ilişkisine uzanır Martin Buber. Dostluk, "Ben-Sen" ilişkisinde, Aristo'nun sözleriyle, iki bedende tek ruh halini temsil eder. Yani öyle bir ilişki ki, orada açıklamalara gerek duyulmaz (Katherine Mansfield) ve siyasetle uğraşanların bizi bıktırdıkları nutukların, çatışmaların, sürtüşmelerin ve çekişmelerin asla yeri yoktur. Robert McAffee Brown'a göre, dostluk ilişkilerini kestiği zaman insan iç dünyasında yaşlanır, toplum da öyle. Dostluk ilişkileri, Rachel Naomi Remen'in sözleriyle, şefkatli suskunluğa dayanmaktadır, yani birbirini dikkatlice dinlemeye. Böylece Dostluk, tatlı bir yükümlülükten başka bir şey olamaz ve asla (çıkarcı) bir fırsat değildir (Halil 16


Cibran) ve Sevgiyi, Güveni, Emniyeti ve tabiî Mutluluğu içermektedir. K. S. Lewis'in, Felsefe gibi, Sanat gibi, Dostluğun da gereksiz olduğuna dair görüşü doğru değildir, zira Dünya Sağlık Teşkilatı bile Mutluluğun (Dostlukta içerilmektedir), Sağlığın temel bir öğesini oluşturduğunu saptamaktadır. Nicholas A. Christakis ve Jaymes H. Fowler'in birbirimize bağlı olduğumuza dair görüşleri, hiçbir yenilikçilik değildir. İnsanlara gerektiği gibi davranırsan, onların da gerektiği gibi olmalarına yardımcı olursun diye bize anımsatan Goethe'nin özdeyişi de, diğerleri yanında buna da işaret etmektedir. Yine de insan, gerçek sevinci ancak onu paylaştığı zaman tadar (Mark Twain); zira Shakspeaer'in deyişiyle, insanın ruhu iyi dostları düşüncesinden geçirmekle bile kıvanç dolar, onlar için duyduğumuz şefkatle de aynısı olur (Thomas Jefferson). Bozulan bir Dostluğun asla sahici olmadığını (Aziz Hiyeronimos) ve gerçek dostluğun yalnızca Doğruluk ve Bilgi üzerine kurulduğunu (Henry David Thoreau) unutmamamız gerekir. Çok basit bir saptamayla devam ediyorum: Felsefe, dolayısıyla feylesof da, çağının yargılayıcısı-eleştiricisidir, anlatımcısı değildir (Hugo von Hofmannsthal). Şimdi, esaslı bir dialogtan sonra ve istikrarlı bir arzuyla Gerçeğe yaklaşarak öğrenmek için, haklı çıkmak için değil, eleştiriyi geçip öneriye varmak bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor. Sansasyon yaratmak bizi hiç ilgilendirmemelidir. Schopenhauer'in sözleriyle, amacımız beğeni kazanmak değil, öğrenmek ve öğretmektir: Ruhumuzu serbest bırakalım. Zira ancak o zaman dünyayı değiştirecek duruma geleceğiz; daima açık, yalın ve düz bir dil kullanarak, bu arada "olgun insanların liderlere ihtiyacı olmadığını" (H. G. Wells), onun yerine özbilgili ve toplumsal konulara katılmayı arzu eden dostlara ihtiyacı olduğunu bilerek, ve canlı yoldaşlara, ölülere ve cesetlere değil (Friedrich Nietzsche). Onlar ki özgürlüğe ve aydınlığa atıfta bulundukları halde, dizginsiz bireyciliklerinin-bencilliklerinin kör köleleri ve, 17


çoğu kez istemeyerek, yıkıcı bir fundamentalist ekonomi ve siyasetin destekçileridir!

G

ENELLEŞMİŞ KRİZ konusunda algıladığım şeyi, olabildiğince yalın ve kısa bir biçimde dile getirmeye çalışıyorum. Bu kriz, yalnızca Yunanistan veya Avrupa'yla yetinmeyip, tüm dünyayı kapsıyor ve Gerçeği bilip te tam olarak neler olduğunu söylemeyenlerin tavrını cinayet olarak niteliyorum. Borç sözleşmesi, referandum, bir başka reçete, seçimler ve benzeri esastan uzak konuları gündeme getirerek, kişisel sorumluluk konusunu ve, Lorenz'in sözleriyle, insanlığın en kötü türden bir termit toplumu olarak "gelişme" olasılığını hep gözardı ediyorlar...

H

ANGİ GERÇEKTEN söz ediyorum? "Avro'da ancak kalkınmayla yaşamınızı sürdüreceksiniz" diyor George Irvin; Franklin Allen ise en iyi çözümün iflas olduğu görüşünde. Genaro Sezzo bir ikilem ortaya atıyor, ya Avrupa kurumlarında değişiklikler ya da "sömürge" devletler diye; Avrupa Parlamentosunda sosyalistlerin başı Martin Schultz ise, para var, ancak dağıtımı yanlış yapılıyor diyor... Aynısını Yunanistan'da da kaç kez işitmedik mi??? Son olarak Maria Frangaki, Avrupa için alternatif bir ekonomi politikası çerçevesinde, yapılması gerekenin, finansal sermayenin kendi çıkarları yerine toplumun ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde sınırlandırılması ve denetlenmesi olduğuna inanıyor. Alternatif bir ekonomi politikasının kapitalizmi insancıllaşmaya mecbur edeceğini savunan bir görüş... Bir görüş ki, şu temel ilkeyi tamamen gözardı ediyor: "Sistemler doğarlar, uzun sürelidirler ve bir noktada krizle karşılaşırlar, bölünürler ve sonunda bir başka sisteme dönüşürler." Şununla tamamlayalım: "Geçiş dönemi öngörüye büyük ölçüde kapalı, ancak bireysel ve toplu eylemlere de büyük ölçüde açıktır." Prof. Immanuel Wallerstein. 18


Nikolai Kontratieff 19


19

20'Lİ YILLARIN en önemli Sovyet iktisatçılarından biri ve gerçek bir toplumsal reformcuydu Nikolai Kontratieff. 1930'da Stalin rejimi tarafından Sibirya'ya sürgüne gönderildi ve "kayboldu"... Josef Schubeter, ekonomideki uzun süreli dalagalanmaları, bu büyük insan ve bilimadamının anısına "Kontratieff devreleri" olarak adlandırdı. Bu devreler, herbiri ortalama 25 ile 35 yıl arasında bir "A" yükseliş safhası ile bir "B" iniş safhasından oluşur. Bir iniş safhası geçirdiğimizi hepimiz biliyoruz. Belki bilmediğimiz bir şey, bu safhanın daha uzun süreli yaklaşık 500 yıllık tarihî bir devreyle örtüştüğü ve burada uzaklaşmakta olan kapitalist sistemin yerini ne olduğu meçhul başka bir sisteme bırakacağıdır... Ölüm kalım düzeyinde bir çarpışma olacağı kuşkusuz. Zira, yukarıda kendisini andığım Amerikalı büyük toplumbilimci Wallertein'ın açıkladığına göre, bize önümüzdeki 500 yıl boyunca eşlik edecek tarihî sistemin temellerini atmaktan söz ediyoruz...

B

UGÜN BÜYÜK KRİZ içinde olan sistem, finansal kapitalizmin doymazlık sistemidir. Bunun geçiş dönemi başladı bile, ancak bu "başka şeyin" ne şekil alacağını, yani gelecek olan toplumsal sistemin ne olacağını daha bilmiyoruz. Fakat kesinlikle bildiğimiz bir şey varsa, o da, kriz dönemlerinde özgür iradeli ve bilinçli düşünen kişilerin çoğaldığıdır. Bu hal, belki bugünkü çıkmazlar hakkında sonuca gidici yöntemler ve çözümler düşünüp üretebilecek mükemmel bir insanî yaratıcılık fırsatı sunmaktadır.

Ö

ZGÜR İRADE, yalın bir tanımla, sorumlu bir yaşam tarzı demektir ve a) kendileriyle, b) yanındakilerle ve c) toplumla esaslı ilişkiler içinde olan kişilerin davranışlarını belirler Prof. Martin Buber. Dizginsiz bireyciliklerini-bencilliklerini içtenlikle itiraf eden ve gerçek Dostluğun esaslı ilişkileri yoluyla toplumsal sorunlara katılmayı 20


isteyen kişiler... ÖZBİLGİ-DOSTLUK-KATILIM üçlüsünden söz ediyorum. Katılımcı süreçler yoluyla toplumun barışçıl dönüşümünden söz ediyorum, devlet erkini ele geçirmekten değil.

H

OMO SAPİENS'İN şiddet ve yıkım konusunda olağanüstü yeteneğe sahip bir tür olduğuna dair nahoş bilgiyi edinmeden eski ve çağdaş tarihi okumak mümkün değil..." diye işaret ediyor George Monbiot, ama Homo Sapiens'in bunun tam tersi olabileceğini de söylemiyor. Çok ödüllü gazeteci ve yazar, başka daha birçokları gibi, şunları savunuyor: "erk, kimse tarafından gönüllü olarak teslim edilmez ve istiyorsak, onu kapmamız gerek... bu da bir devrimciler ağının bilfiil müdahil olmasını gerektirir, onlar dünyayı değiştirmek için hayatlarını tehlikeye atmaya hazır olmalıdırlar... saldırılarını bir ulusun değil de bir türün üyeleri olarak (düzenleyerek)... dünya politikasının denetimini ele geçirmelidirler". Tam bir kavramsal çelişkenlik ve kavram karmaşası daha, değişimle değil de erkle ilgileniyor ve Freud'ün inandığı gibi, yaşamın öncelikle bir şehvet arayışı, veya Adller'in öğrettiği gibi bir güç arayışı olmadığı, bir mana arayışı olduğu olayını tamamen bilmezlikten geliyor... Bir mana arayışı ki, nazi toplama kamplarında yıllar geçiren ünlü psikiyatri profesörü Victor E. Franki'nin bize temin ettiği gibi, insanın (en kötü koşullar altında bile) yürekli, itibarlı ve fedakâr kalmasını sağlıyor...

S

ON ZAMANDA "REEL" EKONOMİDEN çokça söz ediliyor, paranın ise uzmanlar bize "sanal realite" alanında bulunduğunu bildiriyorlar... Her neyse, eksik olan, krizi gündeme getiren nedenin kapitalizmin "reel" ekonomisi olduğu bilincidir. Ancak öte yandan, Friedricht Nietzche'nin "Gerçek dünya hayal dünyasından çok daha küçüktür" diye 21


yaptığı saptama var. İvedili ihtiyaçlarımızı karşılamak için "sıcak paraya" ihtiyacımız olmasına rağmen, her zamankinden daha çok ihtiyacımız olan Hayaldir; bizi daha iyi bir dünya Gerçeğine götürecek Jules Verne'nin füzesi.

P

ARA, YAŞAMIN SALT HEDEFİ olduğu zaman uygun davranışın sınırları yoktur" diye kesin konuşuyor Profesör ve Nobel Ekonomi ödülü sahibi Josef E. Stiglitz. Bu hal tabiî yalnızca bankerlere ve siyasetçilere ait bir şey değil, özellikle biz yurttaşlara aittir, dizginsiz bireycilik-bencillik ve tüketiciliğimizle, üstelik buna "psikoterapi" (shopping therapy) payesi vererek, piyasaların bu insanlıkdışı finansal sistemini devam ettirdiğimiz için... Sanırım konu ekonomik değil, siyasî de değil, birçokları bunu iddia etse de, konu öncelikle bireyseldir, yani ahlakîdir. "Ahlak İnsanda Tanrıdır" diyordu Herakleitos, veya daha çağdaş bir terminolojiyle, konu nörobiolojiktir, çünkü: "Gerçekten öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, orada her şey olması gerektiği gibi değil. Ancak bu, sahip olduğumuz yegâne dünya. Onu bu haliyle bizim gibi insanlar yaptığına göre, yegâne değiştirebilecek olanlar da bizleriz. Tabiî önce bizim kendimizin değişmesi gerek.", bize böyle bir açıklama getiriyor, Göttingen Üniversite Kliniğinin ünlü Nörobioloji Profesörü Gerald Hüther, ve şunları ekliyor: "İnsanlar beyinlerini değişik biçimde kullanmaya başlayınca, beynin içindeki sinirsel bağların oluşturduğu ağ da değişiyor"... Bir insanın düşünce organını nasıl kullandığı ve onunla ne ürettiği, hangi duygunun kendisinde egemen olduğuna, hangi motivasyonun onu ittiğine ve hangi maksatların onu yönlendirdiğine doğrudan bağlıdır... Bencillik (ve para), düşüncenin, duyumun ve eylemin nakaratı haline gelince, insan en düşük hayvan dünyasına yozlaşır (Geerk F.); yani son dönemde bunca şiddetle yaşadığımız para piyasalarının barbar dünyasına. İzleyebileceğimiz "bir başka şey", bir başka yol, yine Hüther'in sözleriyle, Sevgi ve Dostluk yoludur... insanlar 22


Arthur Schopenhauer 23


arasındaki bu derin teslimiyet, bu derin birlik duygusu... Her kim aklını böyle geniş bir şekilde kullanmak istiyorsa, sevmeyi öğrenmelidir, zira Sevgi insanda her şeyle derinden bağlı olduğu duygusunu uyandırır". Zira olumlu duygular, Sevgi ve Dostluk, duyumsal ve zihinsel idrakımızdan başka, duygularımızı, bilincimizi ve gerçek bir değişim için başlıca şart olan özgür irademizi de genişletir...

K

APİTALİZM, YALNIZCA BANKALAR, bankerler ve büyük hissedarlar değildir. Kapitalizm, büyük sanayiciler, büyük girişimciler ve büyük tüccarlar değildir. Kapitalizm, para piyasaları ve azınlıkların vurguncu çıkarları değildir. Kapitalizm, büyük yatırımcılar -her çeşit Soros'lar- ve derecelendirme kuruluşları değildir. Kapitalizm, hem de en kötü şekliyle, diğerlerinin kendisinden beslendiği kapitalizm, dizginsiz bireyciliğimizden-bencilliğimizden başkası değildir; antik çağdan beri Bellerofontes'in, daha sonra Aziz Georgios'un ve tüm dünyada daha nice Bilgelerin bizi kendisinden kurtarmaya çalıştığı, ama başaramadığı, bu Chimaira. İşte bu canavardır, bize yanıbaşımızdaki insanı görmeye, onu hissetmeye ve onunla ilgilenmeye müsaade etmeyen... "Sevgi, Sevgi, başka işimiz yok..." diyordu Rumi, Orta Asya'nın Baktrian'ından 13. yüzyılın büyük Hümanisti, Feylesofu ve Şairi. Ve boş sözlerden artık eyleme dönüşmesi gereken büyük arantı budur, daha iyi günler yaşamak istiyorsak... "İnsanlık Sevgi yasasını bilinçli olarak ne denli izleyecek bilmiyorum. Ama endişelenmeye gerek yok. Yasa, geçerli olmaya devam edecek; yerçekimi yasasının geçerli olduğu gibi, ister kabul edelim ister etmeyelim." diye vurguluyor Gandhi. Sevgi nedir? Sevgi duygudaşlıktır, dayanışma, nezaket, içtenlik, dürüstlük, haysiyet, haz, mutluluk, barış, özgürlük, güvenlik, duyarlılık, dialog ve saygıdır... Ve tüm olumlu duygular ve yapıcı düşüncelerdir ve bunlar insanla sınırlı kalmayıp, tüm canlı varlıklara, Doğaya ve tüm evrene uzanır... 24


P

OLİTİKACILARIN ZİHİNSEL HALİYLE ilgili olarak, büyük feylesof Arthur Schopenhauer'in "Her zaman haklı olma Sanatı" başlıklı seçkin denemesine göndermede bulunmam yeterli olacak; Schopenhauer orada, diğerleri yanında, şu düzenbazlıkları sayıyor: "Rakibinizin sinirlerini bozun", "Tartışmayı kesin, durdurun, saptırın", "Asılsız bir görüş ileri sürün", "Maksadınızı gizleyin", "Kendinize göre hüküm verin", "Şartları ters çevirin" ve "Kaybetseniz bile kazandığınızı iddia edin"...

K

REDİTÖRLERİMİZLE ilgili olarak; Ploutarchos'un (M.S. 45-120) "Ahlak Konuları" adlı yapıtından "Borçlanmanın yol açtığı felaketler" bölümünü pek ilginç buluyorum. Yazar orada, diğerleri yanında, şunlara işaret ediyor: "Talihsiz borçlular için agorayı cehenneme çeviriyorlar. Yırtıcı kuşlar gibi üzerlerine çullanıp onları parçalıyorlar"... Şu hükme varıyor: "Paran var mı? Borç alma, çünkü muhtaç değilsin. Yok mu? Borç alma, çünkü borcunu ödeyemeyeceksin", ve sonunda özgürlüğün kısıtlanacak ve haysiyetin satılığa çıkacak.

B

ORÇLULARLA İLGİLİ OLARAK; ülkeyi bu trajik duruma getiren yolsuz politikacıların hataları ve çalıntıları yüzünden borca daldık ve bunları ödüyoruz gibi malum şeylerle asla yetinmememiz gerektiği kanaatindeyim. Borçluların, yani biz yurttaşların, borcu, içinde bulunduğumuz durumun bilincine vararak ve özgür iradeli ve bilinçli bireyler olarak sorumlu hareket ederek, bütün gücümüzle bir Katılımlı Demokrasinin oluşumuna katkıda bulunmaktır. Böylesi, bugüne dek olduğu gibi, üstelik sosyalist hükümetlerle, azınlıkların vurguncu çıkarlarını değil de, tüm yurttaşların gerçek ihtiyaçlarını anayasal güvence altına alacaktır... 25


B

U GEZEGENİN KADERİNİ belirlemek isteyen dünyanın en "gelişmiş" ve "rekabet gücü" en yüksek 20 ülkesi, aynı şekilde öbür 8'i de, topraklarında milyonlarca yoksul, evsiz, işsiz, aç ve sefil insanı "barındıran" ülkelerdir ve dahası, bunlardan bazıları, başka bazı ülke ve halkları ekonomik bakımdan ve hatta savaşlarla sömürmektedirler. O halde dillere destan "gelişmişliğin" ve "rekabet gücünün" sivil toplumlarla hiçbir ilişkisi yoktur, onların rekabet yerine işbirliğine ihtiyacı vardır. Dillere destan gelişmişliğe gelince, bu, herkesin refahına ve çevrenin korunmasına yönelik olmalıdır. Buna göre Gayrı Safî Millî Hasıla (GSMH), toplumsal refah için çok kötü bir ölçüm birimidir; çünkü pek çok milyon yoksulun, düşük maaşlının ve düşük emekli maaşlının yaşadığı sefil koşulları gözardı etmektedir. Ayrıca, orta-yüksek gelirli oldukları halde, kendilerini boşta hisseden ve yaşamdan hiçbir tat almayan o depresyonlu insanlar kategorisini de gözardı etmektedir. Son yıllarda, özellikle son on yıl içinde, psikiyatrik ilaç kullanımında şimdiye dek hiç görülmedik bir artış olduğunun altını çizelim... "Aslında insanlar" diye açıklıyor, mutluluk konusu üzerinde uzmanlaşmış Ekonomi Profesörü Richard Layard, "son yıllarda daha mutlu bir hale gelmediler. Daha zengin oldular, daha az çalışıyorlar, daha çok tatil yapıyorlar, daha çok yolculuk yapıyorlar, daha çok yaşıyorlar... Ancak daha mutlu değiller. Bu şaşırtıcı olay, daha geniş bir araştırmanın başlangıcını oluşturmalıdır..."; özellikle Psikoloji ve Nörobioloji, Sosyal Bilimler ve Ekonomi alanında... Bu fırsatla, Demokritos'un (M.Ö. 460-370) sözlerini de anımsayalım. O, "fakirane bir Demokraside yaşamayı bir Tiranlık rejiminin zenginliğine" tercih ediyor ve "bir Demokraside yoksulluğun, Aristokrasi veya Mutlakiyet altındaki tüm zenginliklerden iyi, çünkü Özgürlüğün Esaretten iyi olduğuna" inanıyordu... 26


Alain Touraine 27


Y

OKSULLAR, DÜŞKÜNLER, evsizler, açlar ve sefiller her zaman vardı ve her zaman var olacak diye bir "sav" ileri sürüldüğüne sık sık tanık oluyorum... Şiddetle itiraz ediyorum ve belgelerle iddia ediyorum ki, bir zamanlar esir ticareti ve esir pazarları pek gelişmişti ve insan hayatı bir nişan taliminde havaya atılan bir tabaktan daha az değerliydi... Ve bir zamanlar kadınlar hiçbir eşitlikten yararlanmıyor ve okumaktan menediliyordu; aynısı, Afrikadan gelen Amerika sakinleri için de geçerliydi... Daha birçok örnekler verebilirim ve kesin olan bir şey varsa, o da gelecek bir zamanda yoksulların olmayacağıdır; yeter ki onlara haysiyetli bir yaşam fırsatı verilsin... Gerçek bir demokratik toplumsal politika için daha gereklisi ve daha soylusu var mı ki? Ancak bunun gerçekleşmesi için, önce sımsıkı kapalı olan politika mesleğinin derhal açılması ve kişisel ve partici çıkarlarını ülke tarihinin ve Halkın geleceğinin üstünde tutan tüm partilerin totalitarizminden kurtulmamız gerek...

Ü

ZÜCÜ OLAN ŞU Kİ, yoksulluğun kabulünde olduğu gibi, kısıtlı şiddet kullanımında da aynısı oluyor; ondan, sözüm ona, demokratik bir toplumda müsaade edilen ve çoğu kez gerekli bir şey diye söz ediliyor... Soru: İktidar ve muhalefetin hatalı siyasî icraatıyla bir halkı tümüyle umutsuzluğa ve çöküntüye sürüklediğin zaman, böylesi nasıl bir şiddet kullanımıdır, kısıtlı mı yoksa yaygın mı??? İktidar ve muhalefetin hatalı siyasî icraatıyla yüzbinlerce kişiyi işsizliğe sürüklediğin zaman, böylesi nasıl bir şiddet kullanımıdır, kısıtlı mı yoksa yaygın mı??? Ve son olarak, iktidar ve muhalefetin hatalı siyasî icraatıyla bir kişiyi bile olsa intihara sürüklediğin zaman, böylesi nasıl bir şiddet kullanımıdır, kısıtlı mı yoksa yaygın mı??? 28


T

ANINMIŞ KADIN ŞAİR ve ressam Etel Adnan'ın "Kentler ve kadınlar hakkında" başlıklı kitabında, "evsizlerin sefaleti, bir baştan bir başa yakılmış yollar, gerçek bir içsavaşa dönüşmüş suçluluk düzeyi, kentin zengin ve yoksullara, siyahî ve beyazlara, sağlıklı ve hastalara bölünmüşlüğü, sıkıntıların tümü, dizginsiz yolsuzluk, soğuk panik ve ölüm" diye tarif ettiği bir kentin ve onun uzantısında ülkenin rejimini nasıl nitelersiniz??? Söz konusu olan ABD'nin New York'u, batı dünyasının "Özgürlük" ve "Demokrasi" simgesi, tabiî ne özgür ne de demokratik... Yaşamak zorunda olduğumuz ve "her şeyin olması gerekenin tersi olduğu..." (Rumi) bu sapık dünyada, Firdevs olayını anımsadım. Gerçekten özgür ve çok haysiyetli bir kadın, (çok gaddar bir muhabbet tellalını öldürdüğü için) aslında haksız yere idama mahkum edilmiş ve hayatını iktidara borçlu olmamak için zamanın Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat tarafından affedilmeyi reddetmişti... Neyi mi söylemek istiyorum? Uyanmak ve gerçekle yüzleşmek zamanı geldi; bugüne dek yaptığımız gibi onu kabul etmeyi sürdürerek değil, barışçıl yollarla ve adım adım değiştirmek için... Keşke her iktidarın Firdevs gibi "fahişeleri" olsaydı, o zaman dünya kesinlikle daha iyi olmuştu bile...

D

EMOKRASİ Mİ YOKSA TİRANLIK MI, teorik olarak bu soruya yer yok. Ancak pratikte ve finansal kapitalizmin dayattığı insanlıkdışı koşullarda Demokrasi tamamen ortadan kaldırılmış ve "parlamenter" Tiranlığa dönüşmüştür. "...Bir demokratik yönetime, fakat diktacı bir iktidarla" diye yazmaktadır, Nobel ödüllü yazar Necib Mahfuz, "Tahtın Önünde" başlıklı şahane kitabında, Enver Sedat'ın şahsına değinirken... Felsefe Profesörü Karl P. Popper'in, "Siyasî kurumları yurttaşlarına kan dökmeden yönetimi değiştirmeyi uygulamalı olarak müsaade ettiği zaman, o devlet siyaseten özgürdür..." 29


diye yaptığı Demokrasi tanımı, asla yeterli değildir. Zira, kan dökmeseler de (ki dökmektedirler), halk egemenliğini ve bütün bir Halkın gerçek ihtiyaçlarını yok sayan ve şiddete başvuran "Demokrasiler", asla gerçek Demokrasiler değildir. Konrad Heiden'in sözleriyle, bir kez daha "Manevî ve ahlakî bir şerefsizlik dönemi" yaşıyoruz ve asgarî bir olağanlaşmayı kazanmanın yöntemi, Gerçek, Adalet ve eleştirel Dialogtur; çıkarcılığın, gururun, kulislerin, yolsuzluğun, silahlanmanın, gizli ödeneklerin uzağında ve bunlardan en kötüsü, bugüne dek partilerin ve siyasî zihniyetlerin benimsediği gizli ve yanardöner diplomasinin uzağında...

B

İRDENBİRE, manevî önderlerimiz uyandı ve UlusAvrupa ve Küreselleşme gibi konularla ilgileniyor (Nikos Paraskevopoulos), bize Avrupa'dan kötü haberler olduğunu bildiriyor (John Keane) ve Avrupa Birliği'nde Demokrasi açığı olduğunu saptıyorlar (Erik O. Eriksen). Birdenbire, Demokrasinin düşüşe geçtiğini (Kostas Duzinas) ve Piyasalar, AB ve Memorandum Blokundan ibaret yeni bir anormallik üçgeni bulunduğunu bize bildiriyorlar (Stathis Kuvelakis). Birdenbire, siyasetin çaresizliğini (Dimitris Hristopulos), hükümetlerin siyasî miyopluğunu (Luccino Galino) keşfediyor ve Demokrasinin tehlikede olduğunu vurguluyorlar (Luke Martel). Birdenbire, kimin egemen olduğunu soruşturuyor (Guinto Rossi), Demokrasinin gerilediğini doğruluyor (Jean Paul Fittoussi), Avrupa'da piyasa oligarşisi bulunduğunu (Ksenofon Kontiadis) ve tabiî Yunanistan'ın onların elinde oyuncak olduğunu (Gesine Letzsch) kabul ediyorlar. Birdenbire, toplumsal kargaşa Demokrasi açığının sivri ucu oldu (Serge Halimi) ve Demokrasinin gerilemesi gerçekleşti (Giovanni Perelli), niye öfkeli olmamız gerektiğini (Rebecca Herms) ve niye haklarımıza saldırıda bulunulduğunu (Judith Butler) açıklıyorlar. Birdenbire, piyasaların darbe yaptığını (Bili Meyer) doğruluyorlar ve daha 30


André Breton 31


birçok benzeri şeyler... Yani, onlarca yıldan beri süregelen saptama ve tahlillere saplanıp kaldık, en önemlisini tamamen dışarıda bırakarak: Somut önerileri; bizlerin, çocuk ve torunlarımızın haysiyetle yaşamak istediği daha iyi bir toplum için hepimizin, her birimiz kendi açısından, yapması gereken somut önerileri...

K

APİTALİZMİN O DİLLERE destan "insancıllaşmasının" veya, başka bir deyimle, "halkçı" kapitalizmin, en azından uzun vadede Demokratik bir toplum için alternatif öneri teşkil etmediğini kabul edenler gittikçe çoğalıyor. Böylece, ABD'de, kâr amacı gütmeyen özyönetimli finans kooperatiflerinin bu yakınlarda başlayan kullanımı (bunlarda mevduat sahipleri yegâne hissedarlar olup, fonlar ise küçük ve orta büyüklükteki yerel işletmelerin veya belediyelerin kalkınma programlarına yatırılmaktadır), ve daha önce Ekonomist ve Nobel ödüllü Profesör Muhammed Yunus'un kurduğu yoksullar bankası (Grameen Bank) da, yürürlükteki adaletsiz bir sistemin karşısında ilerici değil, gerici hareketlerdir. O sistem ki, ilerlemiş yaşına rağmen, yabancı kabul ettiği her maddeyi hâlâ eritecek veya özümseyecek, yani kendi çıkarlarına entegre edecek güce sahip bulunmaktadır; usulsüzlük iddialarıyla sanık konumunda bulunan Grameen Bank'ın kurucusu Profesör Yunus'a yaptığı gibi...

Ş

U HUSUSLARIN bilincine vararak, yeni bir başlangıç yapılabilir: a) finansal kapitalizmdeki krizin dönüşü yoktur ve b) başlamış olan geçiş döneminde, hiç gecikmeden, insan merkezli ve toplumsal bakımdan adil bir sistem tasarlayıp kurmamız gerekmektedir. İlk öncelik, çevrenin korunması olmalıdır. Şu aşağıdakinin bilincine varma zamanı geldi: "Hiç olmazsa (kapitalist veya komünist) totalitarizm yerine siyasî özgürlüğü tercih etmiş ülkelerde, çalışanları sorumlu yurttaşlara (özgür 32


bilinçli yurttaşlarla eşanlamlı) dönüştüren Demokrasinin (orada egemen olan Halktır), ekonomik ve toplumsal kalkınmanın temel şartı olduğunu ilan etmeliyiz" Alain Touraine...

S

İYASETTE ŞEFFAFLIK YETERLİ deği̇ ldi̇ r, güçlü bir ahlakla desteklenmiyorsa. Siyasî tercihlere rehberlik edecek kusursuz bir dürüstlükle" diye vurguluyor akademisyen Jacqueline de Romilly. Günümüz siyasetinde yalnızca dürüstlük ve ahlakın değil, şeffaflığın da bulunmadığını bildiğinden eminim. Siyasetçilerin düşünceleri, yalnızca belirsiz ve partizanlıkla sınırlı değil, aynı zamanda çıkarcı. Söylemleri, yalnızca özensiz ve çelişkili değil, aynı zamanda riyakârca. İçtenlikli eleştirel ve yapıcı bir dialog, sorunların çözümü ve krizden barışçıl yollarla çıkış için yegâne "mekanizma" olduğu halde, hâlâ keşfedilmeyi bekliyor... PASOK Partisi başkanı ve eski Başbakan(*), kendisinin, hükümet ve partisinin hatalar yaptıklarını defalarca kabul etti. Hatalar defalarca tekrar edildi ve en önemlisi, kendileri değil de, onları yapmayan bizler ödedik... Ne zamana kadar??? Hem siyasetçiler, tüm partilerdeki, hem de her zamanki hükümet üyeleri, özellikle onlar, kendilerinin de hatalarını ödemek zamanı geldiğini anlamadırlar. Basit bir istifayla değil, zaten bunu da hiç yaptıkları yok, mal varlıklarıyla da, bizde olduğu gibi, borç yükümlülüklerimizi yerine getiremediğimiz zaman (hatadan değil, işsizliğin yol açtığı olanaksızlıklar yüzünden), evlerimizi nasıl kaybediyorsak...

S

ON DÖNEMDE artarda psikolojik şoklar geçirdik ve geçiriyoruz; düşük ve orta gelirlere karşı hükümetin aldığı sert mali önlemlerin yol açtığı sonuçlar yüzünden o kadar değil de, bu ülkenin şimdisi ve geleceğini kapsayan temel konularla ilgili hükümet ve parlamento grubu üyeleri arasındaki şiddetli çatışmalar yüzünden ve özellikle "zemin ve zaman dışındaki" yanardönerli bir Başbakan(Ç.n.: Yorgo 33


Papandreu kastediliyor.) yüzünden. Başbakan, başka şeyler söylüyor, başka şeyler ima ediyor ve başka şeyler yapıyor; gerek yurt içinde olsun gerek yurt dışında, ortaklarını yok sayarak, büsbütün bir Halkı küçümseyerek ve onu zorla uçuruma sürüklüyerek. Bir Halk ki, her ne zaman mecbur kalıp ta hoşnutsuzluğunu ve bıkkınlığını dile getirmeye kalksa, yıldırılıyor, dayaktan geçiriliyor ve karsenojen kimyasallara gark ediliyor. Bu hal, temel mantık kurallarını ve Demokrasinin tanımını altüst ediyor. Zira Demokrasi, Adalet üzerine kurulu bir toplumsal sistem olup, Gerçeği araştırarak, ortaya çıkan anlaşmazlıkları BARIŞÇIL YOLLARLA çözer.

Y

UMURTA MI tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan" sorusunun yanıtını bugün biliyoruz, toplumlardaki çıkmazların onları oluşturan bireylerin çıkmazlarından geldiğini bildiğimiz gibi. Buna göre, daha iyi toplumların daha iyi beyinlere ihtiyacı vardır ve bu beyinler şiddet, ayaklanmalar ve ihtilallerle değil, insanın Bilgiye olan arzusuna eşlik eden barış ve olumlu duygularla üretilir. Öte yandan Gerçek, doğrudan Bilgi ile ilişkilidir, doğası ve maksadı gereği her zaman totaliter olmaya eğilimli erk ile değil, ve bu hal, Danimarka gibi, en ileri kapitalist "Demokrasilerde" de böyledir...

D

EMOKRASI, NE KENTSOYLU, ne merkezî, ne bağlaşımlı, ne sosyalist, ne sol, ne komünist ("halkçı"), ne krallı, ne cumhurbaşkanlı, ne İsevî, ne İslâmî, ne dolaysız, ne dolaylıdır... Demokrasinin sıfatla tanımlanmasına gerek yoktur! Demokrasi, kendi başına bir toplumsal sistem olup, daha önce söylediğim ve burada tekrarladığım gibi, Adalet üzerine kuruludur; Adalet ise, Gerçeği arayarak, ortaya çıkan anlaşmazlıkları Barışçıl yollarla çözer. Kapitalizm veya Komünizm, Demokrasiyle bağdaşmayan kavramlardır, çünkü 34


Gerald Hüther 35


ŞİDDET kullanmış ve kullanmaktadırlar. Hem de yaygın bir şiddet. Sorun, nasıl bir dünya istemediğimiz değil, nasıl bir dünyada yaşamak istediğimizdir. Demokrasi, Hayatın manasıdır ve sırasıyla kendimizle, yakınımızdakiyle ve toplumla esaslı ilişkileri şart koşar... Demokrasi, azınlıkların vurgunları yerine, tüm yurttaşların ihtiyaçlarıyla ilgilenebilecek yegâne Barışçı Toplumsal Sistemdir...

B

U REJİMLERİ devirmek için insaların hareketlenmesi... eyleme geçmesi gerekmektedir... "Dünyanın... görünümünü değiştire-meyiz, en azından siyasî sistemlerimizi değiştirmedikçe... " diye iddia ediyor, 2005'teki bir söyleşisinde, tanınmış kadın psikiyatrist ve yazar Naval El Saadi... Ancak kendi kendime defalarca soruyorum, acaba olayların sırası bu mu olmalıydı diye. İngiliz işgaline karşı 1919 Mısır devriminden, Krallığa karşı 1952 devrimine ve Mubarek'e karşı 2011 devrimine kadar değişen nedir ki, İngiliz işgalinin Mısır işgaline, önce askerî, şimdi muhtemelen dinî işgale dönüşmesinden başka??? Kahire'deki Tahrir meydanından sonra Atina'daki Sintagma meydanının sırası geldi ve soru: Şimdi uykudan uyanmışken, toplumsal sistem olarak Demokrasinin tüm dünyada tamamen namevcut olduğunu ve onu derhal arayıp bulmamız gerektiğini idrak edebilecek miyiz??? Demokrasinin günlük Yaşamın her kesiminde kendi yapıları vardır, 21. yüzyılda adım adım bunları uygulamamız gerek, kendi beynimizin yapısını değiştirmekten başlayarak. Bizi gerçekten çıkmazdan kurtarabilecek hepsinden daha büyük, aslında yegâne "devrim" budur...

S

ONUÇ OLARAK VE BIR KEZ daha şunları vurgulamalıyım: 1) Demokrasi yoktur! Para piyasalarının insancıllaştırılması için ne kadar çalışılırsa çalışılsın boşuna; çünkü Kapitalizm, sistem olarak yaşam devresini kapatıyor. Saatlerimizi kapitalizmin daha az barbar bir görünüş 36


sergilediği zamana, onlarca yıl geriye, çevirmek, olacak şey değil. 2) Finansal kapitalizm ile Demokrasi birbirleriyle bağdaşmayan kavramlardır. 3) Kapitalizmin geleceği yoktur ve, 21. yüzyılda komünist modelin yeniden canlanmasının alternatif bir çözüm teşkil etmediğini idrak etmiş olarak, nereye yöneleceği bilinmeyen bir geçiş dönemi yaşıyoruz. 4) Daha iyi bir topluma ihtiyacımız olduğu gayet açıktır. Şiddete başvurarak yapılan ihtilallerle değil de, barışçıl yoldan gerçekleştirilen köklü reformlarla ortaya çıkacak (Eric Hobsbaum), katılımcı ve özünde demokratik bir sivil topluma ihtiyacımız var. Orada, daha önce söylediğim gibi, azınlıkların doymazlığı ve vurguncu çıkarları değil de, tüm yurttaşların gerçek ihtiyaçları anayasal güvence altına alınacaktır...

F

İNANSAL KAPİTALİZMİ veya ünlü ekonomist Stiglitz'in adlandırdığı şekliyle "piyasaların fundamentalizmini" ayakta tutan dünya çapındaki bu doymazlık salgınından insan nasıl kurtulur, bu makul soruya yanıtımız: Her hastalıkta olduğu gibi, tedaviyle, ve ilaç olarak esaslı Dostluk yoluyla (politik olmayan bir terim); Özbilgiyi şart koşan ve bilinçli ve hedefli toplumsallaşmış bir Sanatın içinden Katılıma sevkeden Dostluk. "Düşünceler öyle zincirlerdir ki, insan onlardan kalbi kanamadan kurtulamaz" diye doğruluyor Karl Marx; yani, Hüther'in sözleriyle, şimdiye dek izlediğin olumsuz (bencil-bireyci) bir yaşam tarzını hata olarak kabul ederek derinliğine sarsılmadan... Eğitim ve genel olarak Kültür alanında yeni bir yaklaşım ki, bir sonraki adımı insansever ve çevresever bir siyasî-ekonomik model yaratmak olacaktır

O

LAMAZ, DEMOKRATİK deği̇ l, bir devletin kaderinin son 37 yıldır ülkeyi uçuruma sürüklemiş iktidar partilerinin iki başkanının anlaşıp anlaşmayacaklarına 37


bağlı olması. Seçimler ve işbirliği hükümetleri sorunun çözümü olamaz. Nedeni basit, zira sorun, iki iktidar partisi ve uzantılarının var gücüyle destekledikleri piyasa Kapitalizmidir. Geleneksel ve ilerici diye adlandırılan Solun ise, ne yazık ki, daha iyi bir toplum için hiçbir tümleşik ve realist alternatif önerisi bulunmuyor. Böylesinin, zamandan başka öncelikle Hayal Gücüne ihtiyacı var: günümüz siyasetinin tüm yelpazesinde tamamen namevcut olan yeni beyinlere ve yeni fikirlere...

A

NDRE BRETON'UN PARTILERIN reddolunması konusunda ta 1950'li yıllardaki tavsiyesinden başka, Simon Weil'in sözlerini de yeniden anımsamak zamanı. O, toplumsal konularda hizmete soyunmak isteyen kişilerin, Adalet ve Gerçeği kılavuz edinerek, partilerce değil de, Dostlarınca desteklenmesi gerektiğini bize işaret ediyor, çünkü: "Bir siyasî parti, bir toplu tutku üretme makinesidir. Bir siyasî parti, parçası olan her insanın düşüncesine toplu baskı yapmak için oluşturulmuş bir kuruluştur. Her siyasî partinin ilk sıradaki ve sonuç olarak tek amacı, sınır tanımadan kendisinin güçlenmesidir. Bu üçlü nitelik, her partinin doğa ve maksat olarak totaliter olduğunu gösterir." Ve devam ediyor: "Partiler, insanın ruhunda Gerçek ve Adalet kavramını öldürmek için açıkça ve resmen oluşturulmuş kuruluşlardır." Mutlak surette yapmamız gereken bir şey varsa, o da, vergi veren yurttaşlar olarak bizlerin parti totalitarizmine sırtımızı dönmek ve partilerin mali usulsüzlüklerinin ceremesini ödemeyi, kredi borçlarını karşılamayı ve seçimlerin maliyetini üstlenmeyi durdurmaktır! Bu siyasî ve mali kangreni başımızdan savıncaya dek, yaptıkları harcamaları tam bir şaffaflık içinde kendileri üstlensinler. Bu noktada, ABD Devlet başkanı Barack Obama'ya son seçimlerde kendisini seven seçmenleri tarafından internet aracılığıyla nasıl mali destek kampanyası yürütüldüğünü anımsatmaya değer... Körü körüne para piyasalarının hizmetine 38


Simon Weil 39


koşulmuş sosyalist, sosyaldemokrat ve çeşitli tutucu ve neoliberal politikalar başarısızlığa mahkumdur, aynı şekilde eski Sovyetler Birliği komünist toplumsal modelinin özlemlileri de başarısızlığa mahkumdur...

S

ON DÖNEMDE Yunanistan'da, başka ülkelerde de, çeşitli siyasî şahsiyetlerin davranışıyla ilgili olarak sık sık "bencilliklerden" söz edilmektedir... Özeleştiri mi? Sanmıyorum! Tüm bir ülkenin kaderiyle ilgili yıkıcı bir davranışın kabulü mü? O da değil! Zira büyük krize rağmen, insan bir günden sonraki güne bilinç ve özgür irade sahibi olamaz. Bu bir tedavi sürecidir, dizginsiz bencilliğindenbireyciliğinden kurtulmayı isteyen her birimizin niyeti ne kadar içtenlikli olursa olsun, zaman isteyen bir zihniyet değişikliği sürecidir. Bencillik-bireycilik ki, kuşkusuz, dünya çapında bir salgındır, İnsanlığın bugüne dek karşılaştıklarından en kötüsü.

T

ESADÜFEN KOZMİK BİR SAHNEDE bulunan seyirciler değiliz sadece. Katılımcı bir Evrende yaşayan biçimlendirici ve yaratıcılarız." diye vurguluyor, Albert Einstein ve Niels Bohr'un çalışma arkadaşı Prof. John Wheleer. Bertolt Brecht'in sözleriyle: "İnsan, yaşam ırmağında bir damladan ibaret değildir. Yaşam ırmağını yaratan ve harekete geçiren güçtür." Özgür iradeli bilinçli insanlar ve katılımcı bir evrenin sakinleri olarak böyle bir yaratıcı güç olabiliriz ve böylelikle, her çeşit şiddeti ve tiranlığı en kesin bir şekilde reddedip, hayat ve eserlerimizle, Katılımcı bir Demokrasinin, Faal bir Sivil toplumun, Aristoteles Devletinin tasarlanmasına ve yer etmesine katkıda bulunabiliriz...

Ü

NİTER PARA BİRİMİ ve sınırlara sahip bir halklar ve ülkeler birliğinin ortak ve müttefikleri arasında nasıl olur da Barış ve Dialog dili yerine şiddet ve savaş dili egemen olur diye kendi kendime sık sık sormuşumdur. Ve 40


söz konusu durumlar, yöneticilerimizin Brüksel'de ikide bir girdikleri "şiddetli çatışmalar" değil yalnızca, aynı zamanda sol partilerin yurttaşlara önerdikleri "halk ayaklanmaları ve ihtilaller ve savaşlar". Onlar, krizden yegâne demokratik çıkış yolu olarak kesinkes savundukları seçimlerin ve siyasî güç dengesinde beklenen başkalaşmaların esasen en küçük bir değişikliğe yol açmayacağını anlamaktan acizler. Zira bilmeleri gerekirdi ki, Yaratıcı düşünce kolektif bir mesele değil, bireysel bir meseledir ve birey aniden bilinç ve özgür düşünce sahibi olamaz. Amaçladıkları şey demek ki, iddia ettikleri gibi, Halkın yararı değil, temsil ettikleri partinin oranlarını aynı düzeyde tutmak veya artırmaktır; oysa yanıtlanması gereken tek özlü soru, bir toplumdan başka bir topluma değişimin geçiş döneminde tüm bir Halkın yaşam koşullarının Avro Bölgesinin ve Avronun içinde mi yoksa dışında mı nisbeten daha insanî ve haysiyetli olacağıdır.

D

EMOKRASİ Mİ YOKSA TİRANLIK MI diye bir soru hiç olmazsa teorik olarak sorulamayacağına göre, Avrupa Birliği'nin içinde mi yoksa dışında mı diye bir soru da sorulamaz sanırım. Nedeni gayet basit, çünkü Avro Bölgesi içindeki ve Avrodaki toplumsal koşullar, insanlıkdışı finansal kapitalizmden barışçıl faal sivil topluma geçiş döneminde önümüzdeki yıllarda tartışmasız daha iyi olacaktır. Bu arada krizin yalnızca Yunanistan'ı değil, Avrupa'yı ve tüm dünyayı da kapsadığı ciddi olarak göz önüne alınmalıdır. Ayrıca, önümüzdeki yıllarda gerçek bir Demokrasi yolunda meydana gelecek gelişmeler, ulusal bir mesele olmakla kalmayacak, Avrupaî ve küresel bir mesele haline gelecektir...

Y

AŞAMIN BAŞLICA SORUNU belirsizlik ve öngörülmezliktir. Ve Avrupa ülkelerinden en çok Almanya'nın temsil ettiği batının turbo-kapitalizm rüyası, yani dünyayı (Avrupa'yı) tamamen denetleme ve 41


elde etme rüyası, kaos teorisine göre bir fantezidir, çünkü kaotik sistemler her çeşit çaba ve öngörümüzü, denetim ve yönetimimizi aşar. Bu, basit bir dille, doğanın (ve onun uzantısında toplumun) düzenleyicileri olmadığımızı, onun yaratıcı (katılımcı) işbirlikçileri olduğumuzu nihayet idrak etmemiz gerektiği anlamına gelir Dr. David Peat-Prof. John Brigss. Dizginsiz bencilliğimizden-bireyciliğimizden ileri gelen bireysel ve kolektif "kaotik" davranışımızın, ünlü psikiyatrist Prof. Irvin Yalom'un "beynimizin çöpleri" diye adlandırdığı şeyin, Kaos bilimsel teorisiyle hiçbir ilişkisi olmadığını söylemeliyiz.

B

İR GÖZLEM: KUZEY AVRUPALI ortaklarımızın Yunanistan'da (şimdi Portekiz, İtalya ve İspanya'da da) sorumlu yurttaşlar bulunmadığına, kendi ülkelerinde ise böylelerinin çok fazla olduğuna, dair görüşleri tamamen asılsızdır, çünkü o ünlü "sorumlulukları", büyük çoğunluğun yaşlanmış insanlıkdışı bir toplumsal ve ekonomik sisteme tamamen biat etmesinden ibarettir (Samir Amin). Bu çeşit bir sorumluluk tehlikeli bir fantezidir ve bunun, daha kötü durumlara düşmemek ve daha iyi bir toplum yaratmak istiyorsak geliştirmek zorunda olduğumuz özgür irade ile hiçbir ilişkisi yoktur. Dünyanın en gelişmiş ve rekabet gücü en yüksek yedinci ülke ve ekonomisi olan İtalya nasıl olur da iflasın eşiğinde bulunur ve Portekiz ve İrlanda'dan sonra nasıl olur da İspanya, Belçika ve Fransa'nın sırası gelir diye soruşturur olduk...

A

VRUPA TARİHİ, Zeus'un aşkını anlatan şahane bir Yunan efsanesiyle başlar; Zeus, konukseverliğin, andın, adaletin ve demokrasinin hamisiydi. 20. yüzyıl çağdaş Avrupa tarihi, iki dünya savaşıyla, sömürgeleriyle, nazizm, faşizm ve diktatörlükleriyle, siyasî tutuklu dolu hapishaneleriyle, toplama kamplarıyla, işkence, sömürü, açlık, 42


Nawal El Saadawi 43


işsizlik ve sefaletiyle ve sayısız kurbanlarıyla, bir barbarlıklar, acılar ve mutsuzluklar tarihidir. Sömürgeci barbarlık politikası, eskiden "vahşi" halkları medenileştirmek adına yürütülürdü, son dönemde ise siyaseten "eğitimsiz" halkları demokratikleştirmek adına yürütülmeye başlıyor. Yani, "Ali Hoca yerine Hoca Ali"... Avrupa, günümüzde, başrolde Amanya'yla ve ilahlaştırılan piyasalarla, insanlıkdışı bir ekonomik sistem içinde ölüyor. Bu sert çekirdeğin Avrupa'sı, besbelli, güneyin "yaramaz" ülkelerine ekonomik bakımdan boyun eğdirmeyi (onların siyasî haritasını bile değiştirerek) ve imparatorluğunun nüfuzunu ve sınırlarını genişletmeyi amaçlıyor, bu arada bu yakınlarda ayaklanan Araplara parasız "Özgürlük ve Demokrasi dersleri" veriyor... "Söyle söyle, bir şeyler kalacaktır" diyordu nazi Almanya'sının propaganda bakanı Göbbels, diğerleri yanında "pis kokan" Yahudileri kastederek. Bugün güney Avrupa ülkeleri (PİGS) söz konusu, onlar da tembel domuzlar gibi pis kokuyor... Garip olan şu, Almanlar arasında domuz (Schwein) sözcüğü ağır bir küfür olduğu halde, en sevdikleri yiyecek de domuz...

Y

AŞAMIN TEMPOSUNU insan yerine para belirlerse, bir şeyler iyi gitmiyor demektir... Tanınmış nazi dostu mimar ve şehir planlayıcısı Le Corbusier'in "sürat şehri başarı şehridir" diye dile getirdiği görüşünün ne kadar canice bir iş gördüğünü bugün artık hepimiz biliyoruz, uzmanlar ve uzman olmayanlar. Bu çerçevede, doğal olarak, "makine" evlerden başka, malum fast food'lar da ortaya çıkacak ve insanlıkdışı bir "Profitopolis"in baş döndürücü temposunda yaşayan büyük kent sakinlerinin beslenme alışkanlıklarını altüst edecekti. Bu arada, daha 70'li yıllardan itibaren insanın başka bir kente ihtiyacı olduğu anlaşılacaktı (Josef Lehmbrock & Wend Ficher)... Zaman nasıl düşünce ile bağlantılıysa, Gerçek de Bilgi ile bağlantılıdır. Bütün dünyada "Profitopolislerden" yaşayarak elde ettiğimiz bilgi, 44


onların insan sağlığına ciddi şekilde zararlı olduğudur: bedenî, emosyonel, mantıkî ve manevî sağlığa... Son zamanlarda ve devam eden batı işkolikliğine rağmen, işkoliklik ki hepimizin bildiği gibi ciddi bir ruh hastalığıdır, tüm batı dünyasında, "slow living" olarak bilinen insancıl bir felsefî eğilimin sonucunda, "slow food" lokantalar dizisi kurularak köklü bir değişikliğe gidiliyor. Böylece, insan hatalarını görüp kabul ettikten sonra onlardan ders alır teorisi, bu olayda da doğrulanmış oluyor. Çok avutucu bir durum, zira çalışkanlık başka şey, işkoliklik başka şeydir. Ve ruh hastalığından öte, işkolikliğin altında sömürü yatar ve böylesi, insanı piyasaların zalim iktidarına ve azınlıkların vurguncu çıkarlarına esir eder...

D

EĞİŞ, KENDİN OL" diye bizi teşvik etmektedir, tanınmış Alman Filosofu Nietzche; bu yakınlarda hemşehrilerinin aylakçı ve tembel Yunanlılar hakkında tamamen haksız olarak, fakat güvenilmez Yunanlı politikacılar, yani Başbakan, hakkında mutlak surette haklı olarak uydurdukları efsaneyi tabiî ki bilmiyor. İngiliz televizyonunda "Go Greek" dizisi bile olduk... Ancak hepimiz biliyoruz ki genelleştirme asla gerçeğe tekabül etmez! Başlığı "Go Karagiozis" olarak değiştirirsek (Karagiozis hem tembel, hem yaltak (kambur), hem dolandırıcı (eli uzun), hem de tabiî enayi kurnazıdır), bazı Yunanlıların ve özellikle politikacıların davranışı hakkında acaba bir doğruluk payı çıkar mı??? Karagöz figürü, Osmanlı kökenlidir, çağdaş Yunanistan'da ulusal kahraman seviyesine yükseltilmiştir ve bugün bile tüm ülkenin ilkokullarında -yalnız orada değil- "eğlendirme" nesnesi olarak iş görür. Yunanistan'ın bu hale gelişinden yalnızca bu doğulu gölge oyunu figürü suçlu değil kuşkusuz. Çünkü hangimiz bu zihniyeti terketmişsek, jeans giyen, coca cola içen ve rock müzİğinde dans eden açgözlü ve tüketici bir batı kültürünün taklitçilik ağlarına yakalandık... Anlaşılan, kendimize gelme ve kendimiz olma zamanı gelmiş olmalı... 45


Y

UNANİSTAN'IN YENİ BAŞBAKANI (Ç.n.: Başbakan Yorgo Papandreu’nun istifasından sonra üç siyasî partinin anlaşmasıyla başbakanlığa getirilen teknokrat Lukas Papadimos kastediliyor. Papadimos, 11 Kasım 2011’den 16 Mayıs 2012’ye dek bu görevde kalmıştır.), istemeyerek, iki iktidar partisinin ve yandaşlarının, Mecliste temsil edilen sol partilerin de, başını büyük belaya soktu, aynı nedenle: Üstlendiği zor görevde, elektrikten bile yoksun kalarak yaşamını sürdürmek zorunda olan bir Halkı geçici olarak ta olsa rahatlatıp başarılı olma ihtimali karşısında partilerin kapıldıkları güç kaybetme korkusu yüzünden. Buna göre, yeni Başbakanın politikacı olarak değil de teknokrat olarak muhtemelen sunacağı hizmet, a) çok masraflı ve totaliter bir parti statükosunun kademeli olarak çöküşünü başlatması ve b) şiddetten uzak kalarak, daha insanî bir toplumun tasarlanması ve oluşturulması için Yunan toplumunda olabildiğince elverişli geçici bir ekonomik ortam yaratması olabilir...

G

ARİPTİR AMA, Meclisten "ulusal özbilinç" talep ediyor, PASOK Partisi'nin önde gelen isimlerinden bir Bakan. Aynı anda, ondan çok daha deneyimli bir meslekdaşı, o da aynı partinin önde gelen isimlerinden ve Bakan, bir televizyon yayınında, gelecekte "Partilerde Demokrasi olması gerekecektir" diye işaret ediyor. Demek ki partilerdeki totalitarizmden söz etmekte haklıyız, para piyasaları kapitalizminin barbarlığı hüküm sürdükçe... Ve bütün bunlar, Yeni Demokrasi Partisi'nin önde gelen isimlerinden bir eski Bakan'ın aynı yayında söylediğine göre, "Dialog kültürü olmadığı için". Demek ki Demokratik Rejimin işlemesi için başlıca şart olan dialog, hem de eleştirel ve yapıcı dialog, yoktu ve hâlâ yok... O halde buradan çıkan yegâne mantıkî sonuç, derhal işe koyulmamız gerektiğidir; eleştirinin kötü olarak, kulağa hoş gelen sözlerinin iyi olarak algılanış alışkanlığını aşmamız ve yurttaşların gerçek ihtiyaçlarına hizmet edecek 46


Friedrich Nietzche 47


bundan sonraki toplumsal ve politik-ekonomik sistemi düzenli bir şekilde tasarlamamız gerektiğidir. Yani önümüzdeki yaklaşık beş yüz yıl boyunca sürekli gelişerek bize eşlik edecek 21. yüzyılın Gerçek Demokrasisini barış içinde tasarlayıp inşa etmemiz gerektiğidir. Bilmeliyiz ki, "Göklerin Krallığı kalbin bir halidir, yeryüzüne inen veya ölümden sonra gelen bir şey değildir" Friedricht Nietzche.

B

AŞKALARININ SANA yapmasını istemediğin şeyi sen de başkalarına yapma", Hillel'in bu meşhur ilkesi, İngilizlerin onu adlandırdığı şekliyle "Altın Kural", Kant'ın bireye saygı konusundaki tavrı da, bir devleti siyaseten özgür olarak nitelendirmeye asla yetmez... Popper'in "bize hükmedenlerden kan dökmeden kurtulabildiğimiz zaman, özgürüz demektir" diye dile getirdiği daha genişletilmiş değerlendirmesi de, sanırım, yeterli değildir. Batı dünyasındaki Demokrasi, onu gelmiş geçmiş en iyi rejim olarak ne kadar övmek istesek te, şiddete de başvurmuş ve başvurmaktadır, kan da dökmüştür ve dökmektedir, açlık ta getirmiş ve getirmektedir, sefalete de, çok acılara da yol açmış ve yol açmaktadır ve bütün bunlar krizin son yıllarında tüm dünyada gittikçe daha patlayıcı bir hal almaktadır... Buna göre bir devlet, katılımcı süreçler içinden, yalnızca şiddet ve kan dökülmesi değil, aynı zamanda sömürü ve adaletsizlik te ortadan kaldırıldığı zaman ancak siyaseten özgür ve dolayısıyla Demokratik olabilir. Yani devlet, azınlıkların kazanç amaçlarına ve vurgunculuğuna hizmet etmeyi bırakıp, tüm dikkatini çoğunluğun, yani bir ülkenin tüm yurttaşlarının gerçek ihtiyaçları üzerinde topladığı ve eşit kısıtlamalara, ödeşmelere ve benzeri şeylere başvurmadığı zaman... Kişisel değerlendirmeme göre, konu, görünüşte siyasî olmasına rağmen, insanlıkdışı bir para piyasasının çıkarlarını temsil eden veya ona biat eden bugünkü profesyonel siyasetçiler tarafından çözülmeyecektir. Değişim, sayıları gittikçe artan bilinçli, 48


barışçı, faal ve kararlı yurttaşlar, sanatçılar ve sanatseverler tarafından getirilebilir ve getirilecektir...

T

HOUKİDİDES'E GÖRE, Perikles, "Bizlerden az kişi bir politikayı tasarlayıp uygulamaya koyacak yeteneğe sahip olmasına rağmen, hepimiz onu yargılayacak yeteneğe sahibiz." diye iddia ediyordu. Fakat bu, asla, senden ve benden, yani özgür irade sahibi ve bilinçli düşünen kişilerden oluşan Halk fikir üretemez ve hükûmet edemez anlamına gelmez. Böyle bir şey, basite indirgersek, içimizden bazıları bir müzik aleti yapacak durumda olmadıkları için müzik te yapamazlar anlamına gelirdi... Demokrasi bugüne dek asla gerçek değildi. Fakat iddia ediyorum ki böyle olabilir ve olmalıdır! Popper'in tezlerine peşinen karşı değilim. Tersine, onları derinden takdir ediyorum. Ayrıca, Aydınlanma, rasyonalizm ve eleştirel dialog konusunda aynı görüşleri paylaşıyoruz. Fakat ölümünden sonra son 17 yıl içinde çok şeylerin değiştiğini sanıyorum ve kutsal görevimiz yeni veriler-olaylar tabanında durumlara yeniden bir göz atmaktır. Zaten kendisi de Miletoslu Thales'in görüşünü destekliyordu; Thales, öğrencilerine hitaben, "Durumların böyle olduğunu sanıyorum. Benim teorim bu. Onu iyileştirmeye çalışın." diyordu. Bu nedenle, yukarıdakilere, Demokritos'un sözlerini de ekliyorum: "Fakirane bir Demokraside yaşamayı bir Tiranlığın zenginliğine tercih ederim", çünkü "Bir Demokraside yoksulluk, Aristokrasi veya Mutlakiyet altındaki tüm zenginliklerden iyidir. Zira Özgürlük Esaretten iyidir". Ve artık bunun geçerli olmadığının altını çiziyorum, çünkü demokrasi diye adlandırılan çağdaş rejimlerde yoksullar artık yaşamlarını sürdürecek durumda bile değiller... Özgürlüğe gelince, kuşkusuz esaretten daha iyi. Ama kendi kendime soruyorum, işsiz, evsiz ve aç kaldıktan sonra onu ne yapacaksın diye... Öte yandan son yıllarda "demokrasiler", para piyasalarının parlamenter tiranlıkları haline düştüler ve böylelikle, genel bir itiraf bu, Demokrasi ile 49


Tiranlık arasındaki farklılıkları ortadan kaldırdılar. Bu düşünce çerçevesinde, Demokrasi, tepkisel bir şekilde işlemeye devam etmemelidir; Popper'in iddia ettiğine göre, yalnızca muhtemel bir diktatörlüğe karşı "kurumları" güvence altına alarak. Demokrasinin yaratıcı bir şekilde işlemesi zamanı geldi; Dostluğu ve azınlıkların çıkarları yerine çoğunluğun (tümün) gerçek ihtiyaçlarını karşılayan kurumları güvence altına alarak. Ancak o zaman Demokraside Halk egemen olacak, oysa daha baştan öyle olması gerekirdi, ve ancak o zaman kriz son bulacak ve tüm İnsanlık refaha kavuşacaktır...

B

UNA GÖRE partilerin iktidarına HAYIR; kulislere, gizli diplomasiye, sözde "ulusal çıkarlara", propagandaya, silahlanmaya ve savaşa HAYIR. Demokrasiye EVET; şaffaflığa, Halkların dayanışmasına, farklılığa saygıya, Eğitime ve Dialoga EVET. Para piyasalarının barbarlığına HAYIR; sömürüye, adaletsizliğe, vurgunculuğa, bilinçli ve hedefli şiddete HAYIR. Kültüre EVET; Toplumsal Adalete, tüm yurttaşların refahına, bilinçli ve hedefli Sanata EVET. Birçokları, Gandhi'nin pasif direnişini benimsememekte ve şiddeti yegâne çözüm olarak veya en azından kaçınılmaz bir yol olarak kabul etmektedirler... Ancak bugün, şiddeti ve tüm yıkıcı duyguları yalnızca reddetmek değil, aynı zamanda pasif direnişi aşarak ve büyük şairimiz Kavafis'in aşağıdaki mısralarında içerilen yegâne Gerçeğin bilincine vararak olumlu duyguları da geliştirebiliriz: "Laistrigon ve Kykloplara / Korkunç Poseidon'a rastlamıyacaksın / Onları gönlünde taşımıyorsan / Dikmezse onları önüne gönlün".

H

ER GÜN BİZİ gerçekten sarsıp şaşkına döndüren bunca olaylar varken bu denemeyi yazmayı nasıl durdurayım? Meclis kürsüsünde ilk kez kendini gösteren kişilerden söz etmiyorum, çoğunlukla genç oldukları halde insanı 50


Karl Marx 51


umutsuzluğa sürükleyecek ölçüde sığ olan o kişilerden (bu ülkenin siyasî geleceğini tahayyül edince)... Yüzme havuzlu lüks villalarda oturup ta "naralar atarak" yoksulları savunanlardan da söz etmiyorum, tabiî birdenbire sakal bırakıp ta "çalışanların" haklarının savunucusu kesilenlerden de... Bu yakınlarda sahip olduğumuz Alman bakan yardımcısını da dahil etmiyorum... Okullarda öğrencilerin yetersiz beslenmekten artık bayılmaya başladıkları haberinden söz ediyorum. Aynı anda Meclis Başkanı Meclis personeline "hedeflere ulaşma" ikramiyesinin onaylandığını açıklıyor ve PASOK'un bir başkanvekili bu kez Fransızça olarak Yunanlılara "enayi" diyordu, daha önce "aylakçı" demişti... Sorumluluğumuzu üstlenerek, "enayi" olduğumuzu kabul etmemiz gerekir sanırım. Aynen onların da, 38 yıl (Ç.n.: 1974’te albaylar cuntasının düşüşünden bu yana geçen 38 yıl.) içinde bir ülkeyi tamamen tahrip ettikleri için, en aşağılık türden "davacı"(Türkçeden geçmiş “davacı” sözcüğü Yunan argosunda “muhabbet tellalı” anlamında kullanılır) olduklarını ve olmaya devam ettiklerini kabul etmeleri gerek!!! Altını çizeceğim önemli olay, bizim uyandığımız, yaptıklarından pişmanlık duymayan onların ise yalnızca Meclisten değil, bu Ülkeden de kaybolacaklarıdır... Sahi hangisi daha kötüdür, Yunanlı siyasetçiler mi, yoksa işkolik Alman ustabaşıları mı??? Sanırım pek yakında ikisinden hiçbirine ihtiyacımız kalmayacak.

S

ONUÇ OLARAK yaptığım değerlendirme şu: Hepimizin arzu ettiği daha iyi toplum, sopa ve molotoflarla eskisini yıkarak gelmeyecek, kullanılmamış bir arsa üzerine yenisini barışçıl yollarla inşa ederek ortaya çıkacaktır. Bir enkazı restore veya modernize etmek düşünceleri peşinen başarısızlığa mahkumdur ve o yüzden beyhude düşüncelerdir. Para piyasalarının fundamentalizmi, olumlu duygular Sevgi ve Dostluğun karşıtı olan dizginsiz bireycilliğimiz-bencilliğimiz 52


ile doğrudan bağlantılıdır. Ayrıca, psikoterapi ekolü olarak payelendirilen kör taklitçiliğimize-tüketiciliğimize dayanmaktadır (shopping therapy)... Sevgi ve Dostluk gibi kavramlar, bugün, insan beyni ve nörobioloji araştırmalarının odaklandığı konulardır ve emosyonel zekânın ve özellikle olumlu duyguların yalnızca bedenî sağlığımız için değil de, genel olarak insan yaşamının gelişimi için büyük önem taşıdığını kanıtlamaktadır. Küresel krizin aşılması, öncelikle ekonomik, siyasî veya toplumsal bir konu değildir. Öncelikle bireysel ve ahlakî, yani nörobiolojik bir konudur. Eğitim ve Kültür konusudur. Çünkü ancak biz, bilinç ve özgür irade kazanarak, bireyler olarak değiştiğimiz ölçüde, Eğitimimiz, Kültürümüz ve Toplumumuz da iyiye doğru değişecektir. Ortaya çıkmasını engellemek ve bu mümkün olmadığı zaman, öğrenciler arasında ve öğrenciler ile öğretmenler arsında ortaya çıkan en küçük anlaşamazlıkları-çatışmaları içtenlikli, eleştirel ve yapıcı bir dialog yoluyla derhal çözmek, gerçekten Demokratik bir toplumdaki Eğitimin başlıca kaygısı olmalıdır... Aynısı, çocuklar arasındaki ve aile içinde çocuklar ile anababalar arasındaki ilişkiler için de geçerlidir... İnsanlıkdışı finansal kapitalizmin Demokratik Sivil Toplumla hiçbir ilişkisi olmadığını neredeyse hepimiz biliyor ve otantik bir Demokrasiye olan arzumuzun gerçekleşmesi için, Özbilgili, aralarında Dostluk ve toplumsal konularla Katılım ilişkileri olan otantik bireylerin gerektiğini kabul ediyoruz. Bu çabamız çerçevesinde toplumsallaşmış ve hedefli Sanatın vereceği çok şeyler vardır, idrakımızı genişleterek ve daha iyi bir toplum arayışında yeni ufuklar açarak. Bir toplum ki, azınlıkların vurguncu çıkarlarını değil de, tüm yurttaşların gerçek ihtiyaçlarını güvence altına alacaktır. Onun için G20'ye hitaben diyoruz ki: Giden şiddet dolu bir dünyanın 20'sisiniz, gelen barış dolu bir dünyanın milyonlarıyız... 53


Ö

ZETLE, önemli olan şu aşağıdakilerin bilincine varmak: Para piyasalarının Demokrasiyi dışlayan ve bizi gittikçe daha derin bir sefalete sürükleyen insanlıkdışı toplumsal sistemi can çekişmektedir ve hayatta kalması için gösterilen çabalar geçici ve kısa vadeli olacaktır. Toplumun değişmesi için önce bizim bireyler olarak zihniyet değiştirmemiz gerekmektedir. Zihniyet değişikliğimiz, bizi dizginsiz bencilliğimizden-bireyciliğimizden ve onun yol açtığı tüm sonuçlardan, Özbilgiyi şart koşan ve Katılıma yürüyen Dostluğa götürmelidir. Ve bir soruyla bitireyim; verilecek yanıt yukarıdaki iddianın doğruluğunu da kanıtlamaktadır: Sahi, "Demokrasiye" kavuştuğumuz-dan bu yana son 38 yıl içinde neleri başardık ve Teknik Üniversiteye niçin bu yıl da o zamanki gibi "Ekmek - Eğitim - Özgürlük"(Ç.n.: Yunanistan’da albaylar cuntasına karşı başlıca toplu direniş olayı Teknik Üniversite ayaklanmasında kullanılmış ünlü slogan.) yazılı aynı büyük pankartı tekrar astık???

54


Carl Popper 55


Takis Aleksiu, 5 Ocak 1942 tarihinde Mısır’ın İskenderiye kentinde doğdu. Almanya’da mimarlık eğitimi aldı (Mimarlık ve Tasarım Diploması, Dresden Teknik Üniversitesi, 1964). 1967 yılında Algılama Psikolojisi dalında lisansüstü eğitimini ve 1968 yılında Mühendislik dalında doktora tezini tamamladı. Yunanistan, Almanya, İsviçre, ABD, Kuveyt, İran ve Zambia’da çeşitli işlerde Mimar ve Şehircilik Mühendisi olarak çalıştı. Almanya, İsviçre, İngiltere ve Yunanistan’da Mimar ve Mühendis Dernekleri üyesidir ve gerek Yunanistan’da gerekse ülke dışında seminer, sempozyum ve kongrelere katıldı. Almanya, İsviçre, İngiltere ve Yunanistan’daki Avrupa Üniversitelerinde çok sayıda konferanslar verdi ve Almanya’nın Offenbach / M. Üniversitesinde konuk profesör olarak çalıştı. Ayrıca, Aya Paraskevi Halk Üniversitesinde Dialog, Demokrasi, Mimari Tasarım ve Sanat konularında konferanslar verdi ve çalışma grupları kurdu ve Atina Amerikan Üniversitesinde uzun yıllar profesör olarak çalıştı. Dresden, Basil, Venedik, Londra, New York, Tokyo, İstanbul, Lefkoşa, İskenderiye, Atina, Rodos ve daha başka yerlerde birçok kişisel ve grup halinde sergiler gerçekleştirdi. “4 Mevsim” Sanat Merkezi ve Panhelenik Tarih ve Felesefe Derneği başkanlığını yürüttü. Dört bölümden oluşan bir müzik tetralojisi besteledi: “Alçak Sesle”, “Kuşların Şarkısı”, “Çehresiz Sesler” ve “Kırmızı Rüzgâr”. “Uluslararası Kavafis Ödülü” ile ödüllendirildi ve Mısır Rum Cemaatine insanî yardımlarından dolayı “Büyük Velinimet” sıfatına layık görüldü. International Art Addiction (Stockholm / Norveç) tarafından kendisine Birincilik Diploması verildi. ABD’de ABI kuruluşu tarafından Dünyadaki 5.000 önemli kişi arasında gösterildi ve düşüncesi, faaliyeti ve oluşturduğu örnek ile bölgesel ve küresel düzeyde barışa katkısı nedeniyle kendisine 2010 Uluslararası Barış Ödülü verildi. Son olarak IBC Cambridge (UK), onu 20. yüzyılın 2.000 aydınından biri olarak ödüllendirdi ve Who is Who (Zug / İsviçre) yayınlarına dahil etti. İsmi, çeşitli yerli ve uluslararası ansiklopedilerde geçmektedir. Mimarî, eğitsel ve toplumsal içerikli birçok makale ve kitaplar yayımladı. Bunlar arasında: Sanat Müzesi örneğinde Mimari Psikolojisi, (1968); Üçüncü Kavafis, (1982); Japonya - Japan - Japon, (1984); Abdi İpekçi, (1986); Canlı Bir Öğretim, Kitaplar 1-6, (1989-1993); Yunanistan’da Birleştirici bir Hareket ve Siyaset için, (1993); Japonya: Jen’in ülkesi, (1995); 21. yüzyılın eşiğinde Nazizm ve Tarikatçılık, (1995); Kadın için, Takis Aleksiu’nun 12 çizimiyle, (1995); 40 yıl sonra - Nikos Kazancakis, (1997); Hoşça Kal Gece - Çizimler ve Sözler, (2001); Çağdaş Mimarinin Zulmünden Öte, (2004); Korku Devri geçti, (2004); İpatia, Özgürlük Yolu, (2006); Vicdan Tutuklusu, (2006); Sevginin Estetiği (2008); Duyulara Dönüş, (2008); Harmoni Dairesi, (2008); ve Dostluğun Gücü, (2012); bu sonuncusu şimdiye dek 12 dile çevrilmiştir. 56


2009 tarihinde, CA4S-AthensArt’ın başkanı olarak, www.athensart-2010.ning. com başlıklı siteyi kurmuş, onu bugüne dek yönetmektedir. 2010’da Atina / Teknopolis’te AthensArt Uluslararası Sanat Festivalini düzenledi, bu etkinliğe 5 kıtadan ve dünyanın 72 ülkesinden 300’den çok sanatçı katıldı. O zamandan beri, her sanatçı ve sanatsevere hiçbir ayrım gözetmeksizin katılma fırsatı tanıyarak ve “yaşamın olumlu yanını” ve barışçıl yollarla “Dostluğun Sanatın içinden Dünyayı değiştirebileceğine” olan güçlü inancını öne çıkararak, Yunanistan’da ve yurtdışında birçok grup halinde sergiler ve hayırsever etkinlikler düzenledi. “...Demokrasi, ne kentsoylu, ne merkezî, ne bağlaşımlı, ne sosyalist, ne sol, ne komünist (“halkçı”), ne krallı, ne cumhurbaşkanlı, ne İsevî, ne İslâmî, ne dolaysız, ne dolaylıdır... Demokrasinin sıfatla tanımlanmasına gerek yoktur! Demokrasi, kendi başına bir toplumsal sistem olup, daha önce söylediğim ve burada tekrarladığım gibi, Adalet üzerine kuruludur; Adalet ise, Gerçeği arayarak, ortaya çıkan anlaşmazlıkları Barışçıl yollarla çözer. Kapitalizm veya Komünizm, Demokrasiyle bağdaşmayan kavramlardır, çünkü ŞİDDET kullanmış ve kullanmaktadırlar. Hem de yaygın bir şiddet. Sorun, nasıl bir dünya istemediğimiz değil, nasıl bir dünyada yaşamak istediğimizdir. Demokrasi, Hayatın manasıdır ve sırasıyla kendimizle, yakınımızdakiyle ve toplumla esaslı ilişkileri şart koşar... Demokrasi, azınlıkların vurgunları yerine, tüm yurttaşların ihtiyaçlarıyla ilgilenebilecek yegâne Barışçı Toplumsal Sistemdir...”

57


58


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.