Soyut emeğin diyalektiği / Savaş. d. Keskin /felsefe notları

Page 1

SOYUT EMEĞİN DİYALEKTİĞİ SAVAŞ.D KESKİN

E.MAG II FELSEFE NOTLARI 2015

“FELSEFE NOTLARI” BİR “BORGES DEFTERİ” FELSEFE SUB GRUBUDUR


Soyut Emeğin diyalektiği “Varlık kendisine ancak öbüründe bağlanabilir.” [Hegel]

Bir düşünün, bireysel ve toplumsal varlığımızı ilgilendiren öyle bir şey oluyor olsun ki, tüm farkındalığımıza rağmen bir şeyler tamamiyle kendi irade ve bilinçli emeğimizin dışında gelişiyor olsun. Ve üstelik tüm bireysel ve toplumsal varoluş koşullarımızı belirleyen önemli öğelerden birisi olarak. Dahası böyle bir durum, kendi tüm bireysel farklılığımıza, diğeri ile olan başka'lığımıza ve emek türlerimizin çeşitliliğine karşın, bizi, hepimizi Çin askerleri gibi aynılaştırıp eşitliyor olsun. Politik ekonominin diliyle ifade edecek olursak, enerjimizin veri şekillerden bağımsız bir biçimde ve kendi birebir bilinçli edimimizin dışında sürekli harcandığını ve bundan hiç “haberimizin” olmadığını düşünelim. Mümkün mü gerçekten böyle bir şey?


Bizim yarattığımız fakat tam bilincinde olmadığımız, bizim dışımızda fakat bizi belirleyen. Ve somut olarak enerji sarfetmiyor olduğumuz halde dahi enerjimizin sürekli soğurulduğu ... Böyle bir durumu iddia etmenin günümüz modern bireyi açısından deli saçması olmanın ötesine hiçbir anlamı olamaz. Nedir; çağdaş, güçlü, izan, irade, irfan sahibi modern burjuva bireyi, farkındalığının doruklarında kendi irade, istek ve arzularının bilincindedir: Kendi izin vermediği sürece istemediği her hangi bir şey gelişmez, ona hiç kimse zorla bir şey yaptıramaz. Enerjisinin kalori hesabını gram cinsinden yapabilme yeteneğinde olduğu için bedenini bilinçli kullanır. Görmediğine asla inanmaz ve özgürlüğünün bilincinde olarak kendi tüm toplumsal ve bireysel koşullarını kendisi belirler. Ne de olsa seçim yapma özgürlüğüne sahiptir ve özgüveni artık öylesine saydamlaşmış haldedir ki: kendi toplumsal varlığıyla özdeşleşmiş olmanın örgütlü, kolektif ve rasyonel gücünü yaşar. İster işçi sınıfından, ister işçi sınıfından olmayan bireylerin kendi bilinçli toplumsal varlıklarına ilişkin yukardaki sayıklama türü itirazları bir tarafa bırakalım. İşin özü şu ki: kapitalist bir toplumunda insanlar kendi iradelerinin dışında, üstelik çoğunlukla haberleri bile olmadan, sürekli bir şeylere maruz kalırlar ve somut enerjileri başka biçimlerde, başka yerlerde sürekli harcanır. İçinde bulunduğumuz sistemin ekonomik işleyiş biçimi, biz her ne kadar kendi valığımızı bilinçli yaşadığımızı iddia etsek de, bizim üstümüzde her şeyimizi belirleyen bir gerçeklik olarak hüküm sürüyor ve bu gerçekliği reddedebilecek durumda olmadığımız ortada. Bir şeyler bizim dışımızda gelişmiyor olsaydı hiçbirimizin hayatı şimdiki gibi olmazdı. Her birimiz bunu gündelik “işverenpersonel” (ya da isterseniz “patron - işçi”) gerçekliği içinde az çok o veya bu boyutuyla seziyoruz. Ne ki bunu seziyor olsak da yine de içinde bulunmaya zorunlu olduğumuz ekonominin işleyiş yasalarının birebir nasıl gerçekleşiyor olduğunu bilmiyoruz. Bunu bilmenin kendine ve öteki'ne bakışta çok şey değiştireceği bir gerçek. Her ne kadar günümüzde bilmenin ve farkında olmanın artık bir kaçış, reddediş, bezginlik ve inkâr aracı olarak işlev gördüğü doğruysa da, yine de o büyük harflerle yazılan bilmek: insanın bilinç ve benlik biçimini, ve tüm bireysel ve toplumsal varoluşunu huzursuz etmeye devam ediyor. Bilmek; belki de, biraz Adorno'nun, biraz Ernest Bloch'un, biraz Benjamin ve Buadrillard'in harmanlanmış terminolojisiyle söyleyecek olursak: bizi bilmemeye çağırıyor ve artık bildiğimiz her şey bilmediğimiz her şeyi daha fazla çürütüyor. ***



İktisat kitaplarını birçoğumuz sıkıcı buluruz. Gerçekten de öyleler. Özellikle bakış açısı burjuva iktisadıyla sınırlı çoğu kitaptaki onlarca iktisat terimi sanki biz hiçbir şey anlamayalım diye varlar. Burjuva iktisadında ele alınan konuların çoğu bireysel ve toplumsal yaşamamımızla olan doğrudan bağ kesilerek ele alınır. Safi sayısal, istatistiksel ve tekniğe indirgenmiş olarak burjuva iktisadı meselelelerin bir çoğunu birbirinden kopuk ele almakla kalmaz, yanlış da ele alır. Örneğin politikanın ekonomiyle [ya da ekonominin politikayla] olan dolaysız bağı ya kaba bir biçimde şematize edilir, ya da birbirinden tamamiyle kopartılır. Ya da en iyi halde verili ekonmik durum veya verili siyasal konjoktür birbirlerinin akılcı sonuçları gibi gösterilir. Bununla amaç sistemin ekonomik işleyişinin sanki bir doğa yasasıymış gibi mutlaklanmasıdır: Kapitalizmden başka hiçbir sistemin akılcı olmadığının ideolojik propagandası bir toplum mühendisliği biçimi olarak işler burjuva iktisadında.1 Marx toplum bilim ile ilgili çalışmalarında kapitalizmin işleyiş mantığının daha anlaşılabilir olabilmesi için kategorik düzeyde bir dizi yeni soyutlama geliştirmek zorunda kaldı.2 Olanın nasıl öyle olduğu, neden öyle olduğu ve neden ve sonuçların daha bütünsel bir kavranımı Marx'ın geliştirdiği diyalektiğin en etkili ve güçlü yönü. Marx öncesi felsefi literatür ve tartışılagelen konular Marx'la bambaşka bir boyuta sıçradı. Bu sıçrayış; nesnellik, öznellik, ekonomi ve politikayla ilgili önceki tüm soyutlamaların birbirleriyle daha çılgınca bir bağıntılandırmaya sokulmasının yanında, modern ekonomi'yi ve onun işleyiş yasalarını özellikle felsefenin tam ortasına saatli bir bomba gibi bırakmış olmasıyla ilgili. Ekonominin politikayla olan dolaysız bağı [ve tersi], ekonomiyi safi kendisiyle ilgili düşünmemizi sınırlıyor. Marx bu yüzden ekonominin ısrarla politik-ekonomi [ya da ekonomi politik] olarak tanımlanması gerektiğinin altını çizmeye çalıştı. Ekonomiyi sadece kendisiyle ilgili bir şey olarak ele aldığımızda onun özellikle de bireysel yaşamımızla olan dolaysız bağını kopartmakla kalmayız, onu aynı zamanda natura naturans3 olarak işleyen bir doğa yasası düzeyine indirgeriz. Ekonomi hangi sistemde olursa olsun (ister kapitalist, ister sosyalist vd.) bir doğa yasası değilidir: Politika ekonomiye bağımlıdır ve onunla açıklanır. Ve tersi de doğru, ekonomi politikaya bağımlıdır ve onunla açıklanır.4 Hayatımızdaki hemen her şeyi ekonominin belirliyor olduğuna ilişkin her birimizin yaşanmışlıkları var. Her birimizin ortaya koyduğu emek, karşılığını bir türlü hakkettiğini düşündüğümüz kadarıyla bile olsa al(a)maz. Öyle hissederiz. Ya da: “Keşke bir şeyler farklı olsaydı”, “Neden değil ki?”. Bir şeyler hep olmamıştır hayatımızda, tam değildir. Bunun çalışmamızın tam karşılığını5 alamıyor olmamızla ilgili olduğunu düşünürüz ve bu aslında yanlış da değil. Ama sadece çalışmamızın birebir karşılığını alamıyor olmamızla mı ilgilidir tüm o büyük yoksunluklar zincirimiz? Kapitalizm; biz doğrudan emek vermiyor olduğumuz durumlarda da sömürür bizi. Biz hiç farkında olmadan bizden bir şeyler alır, bir şeyler verir. Nasıl ki ekonomik anlamda az çok iyi durumda olduğumuz durumda bu sömürülmüyor olduğumuz anlamına gelmiyorsa, doğrudan çalışmayıp emek vermiyor olduğumuz


durumda da kapitalizm bizi sömürmemezlik etmez. Tüm bunların ve ilgili şeylerin nasıl gerçekleşiyor olduğunu anlayabilmemiz için Marx'ın Soyut Emek teorisinsine ihtiyacımız var. Marx'ın Soyut Emek teorisi I. Soyut Emek teorisi Marx'ın geliştirdiği onlarca soyutlama içinde en çarpıcı ve özgün olanlardan biri. Bu, somut gerçekliğin ardındaki asıl gerçeğe gözlerini dikmek gibi. Ne de olsa günümüzde somut gerçekler onlardan daha hızlı uzaklaşmanın ve kendimizle birlikte her şeyi daha kolayca inkâr edebilmenin işlevselliğine erişmiş halde. Meta üreten bir toplumda emeğin ve emeğin oluşturduğu gerçek toplumsal içerimin, birçok afilli maceraya kök çıkartacak düzeyde emeğin başına gelen akibetlerin anlaşılabilmesi soyut emek teorisi olmadan mümkün değil. Bundan dolayı kendi emeğimizi ve aslında kendimizi, kendimize ve başkasına ne olduğunu kavramanın başlıca önemli anahtarlarından bir soyut emek teorisidir. Henüz konuya giriş yapmadan konuyu dağıtma pahasına küçük bir spekülasyon eğlenceli olabilir. Öyle ya, modern burjuva toplumunda psikoloğa gitmeyen pek az kişi var. Bir psikoloğa gittiğimizi ve genel olarak, kendimizi yalnız hissettiğimizi, insanları ve toplumu anlamakta zorlandığımızı, kimsenin “ben”i görmediğini ve anlamadığını ve bunun üstesinden gelemediğimizi anlatıyor olalım. Böyle bir durum karşısında ilgili psikoloğumuzun ya da psikiyatristimizin bize söyleyeceklerinin arka planında Soyut Emek'le -ya da değer'in bugünkü toplumsal biçimi ve fetişizimle- ilgili bir şeyler yoksa söyleyeceği çoğu şey zırvalık olmanın ötesine geçemez.6 Bu belki gereğinden fazla keskin bir hüküm gibi görünebilir ama: Kendimizi anlayabilmenin geçtiği ana arterlerden biri sermayenin ve sermaye ilişkilerinin anlaşılmasıdır. Modern benlik ve bilincimiz sermayenin içinde ve onun bir parçasıdır. Soyut Emek teorisi Marx'ın diyalektik sisteminin en az anlaşılan ve üzerinde neredeyse hiç durulmayan noktalarından biri. Bunun en önemli nedenlerinden biri günümüz materyalizminin (ve aynı anlama gelmek üzere popüler = ortadoks = liberal Marksizmin) metafizik çağrışımlı ve dolambaçlı deneyimsel ve kavramsal göndermelere ilgilerini çoktandır yitirmiş olmaları. Sezgisel bilinç materyalistler için çokça tartışmalı bir konu olmaya devam etse de, (hoş günümüzde artık hiçbir materyalist “sezgisel bilinci” tartışmıyor bile) bilimsel soyutlamalar ve bilginin asıl kaynağı esasen ve daima bilinmeyen üzerine oturagelmiştir.7 Gerçeklikliğin peşinde olan biri hep iki uçlu tuhaf bir çelişkiyle karşı karşıya kaldı bugüne değin.8 Somutluk duygusu yakın erimli mesafelerin, yani görünüşle ilgili şeylerin bilinç türüyle ilgili olageldi hep. Kapitalist Modernizm Sosyalist deneyimlerin henüz gelişmemiş yönlerini alıp mutlakladı. Bunu sanki sevgilisinden intikâm alan biri gibi zevkle yaptı. Yakın erimli somutluk; 20. yüzyılların başında devrim sonrası Sosyalizmin


içinden geçtiği aşamadaki atar damarıydı. Örneğin Sovyetlerde komünistler “somutluk somutluk” diye bağırırlarken ülkenin acilen emperyalist-kapitalist dünyaya karşı koyma yeteneğinin gelişmesi gerektiğinden (de) söz ediyorlardı ve haksız da değillerdi. Ülkeye baştan aşağı bir an önce yapılandırılması gereken elektrifikasyon, döşenmesi gereken tren rayları ve sanayi üretiminin tarımın kollektifleştirilmesi ile iç içe geçirilmesi, bunlar yakın erimli hedefler olarak katedilmesi gereken aşamalardı. Fakat bunlar gerçekte ne için yapılacaktı? Marx'ın bakış açısından: uzak erimli mesafeler gerçek somutluklardır, ve somutluğun sarsılmaz bilinci gündelik dönemsel- ihtiyaçlardan çok, onun içinde ve ama onu aşma gayretinde [aufhebung) olan bir bakış türüyle kavranabilir. Somutluk; sezgisel duygularımızın burjuva olmayan türdeki bilincidir. Günümüzde “Emek mücadelesi” olarak sürdürülegelen mücadeleler toplumsal boyutlara içsel emeği kendi somut gerçekliğinden soyutlayarak ele alıyor. Burjuva ideolojisidir bu. Sadece emek değil, toplumsallığı ile ilişkili olmayan hiçbir şey gerçekte yoktur, var olamaz. Geleneksel sol-sosyalist akımlar değer'i yaratanın emek olduğu noktasında hem fikir olsalar da, meselenin sadece emek boyutunu öncelikli ve acil olarak ön plana sürüyor. Emeğe ilişkin Toplumsal boyut, tüm toplumsal söylemlere karşın arka plandadır. Oysa değer'i yaratan; sadece emek değil, toplumsal emek9'tir. Emeğin toplumsal yönünün ('toplumsal emek') göz artı edilmesi meta üreten bir ekonomideki tablonun bütününün görülememesi anlamına geliyor. Bu, meta üreten bir ekonomide emeğin gerçek içerim, boyut ve sonuçlarının tam kavranamaması ile ilgili sonuçlar üretirken, emekçilerin içsel birliği ve dönüşümü olarak devrimin de sadece zedelenmesini değil en hafif tabirle tarumar edilmesidir. Eğer emeğin gerçek toplumsal boyutları (ve sonuçları) görülüyor olsaydı, basit bir örnekle, muhtemel hareket biçimi şöyle olurdu: bugün bir sektörde gelişen her hangi bir grev ya da direnişin başarı kazanabilmesinin tek ölçütü başka ilgili sektörlerin de aynı anda direnişe geçmesidir. Doğru devrimci pratik örneğin metal sektöründe bir direniş gelişmişken ulaşım sektörünün de durdurulmaya çalışılmasıdır. Çaba; metal sektöründeki işçilere gelişigüzel güzellemeler düzmenin bıktırıcı propagandası değil, devrimci enerjinin ve tüm imkânların ulaşım, hatta bilişim ve bankacılık sektörüne yönelerek, metal sektörüne mal ve hizmet sağlayan en başta liman'ların, demiryollarının, tekelleşmiş nakliye firmalarının (Arkas, Ulusoy ve Horoz Nakliyat gibi) da felce uğratılmasıdır. Fakat elbetteki bu da yetmez! Mal akışı demek para, bilgi ve iletişim akışı demek olduğu için, banka, telekomünikasyon ve kargo çalışanlarının da aynı anda faaliyetlerini durdurmaları ya da olağandan geri bir düzleme çekmeleri metal grevi ile ilgili bambaşka boyutlar yaratır. Saydığımız sektörlerde her hangi bir grev ya da direniş gerçekleştiğinde aynı sektörler ve bunları temsil eden sendikalar en fazla birkaç kınama ve destek açıklamaması yapmanın ötesine geçmez. Sol-sosyalistler ise tüm bu gerçekleşen oyun içinden kenar süsü olmanın ötesinde bir anlamlılık yaratmaz, yaratamıyor. Devrim'i salt emeğin sömürülmesine karşı mücadele ile sınırlamak, Marx'ın sözünü ettiği anlamda aynı sömürünün çıkış kaynağı olan değer'in, değer'in bugünkü toplumsal biçiminin, değer ve ekonominin, değer ve emek demek olan toplumsal emek arasındaki gerçek bağın görülememesinin hem nedeni hem de sonucudur. Soyut Emek teorisini


kavramak bu açıdan doğru devrimci mücadelenin en belirleyici çıkış noktalarından birisidir. Soyut Emek teorisi; yaşamlarımızda bizi bizden uzaklaştıran, gündelik bilinç içerisine hapsolmuş somutlukların gerçek ve bütünsel içerimini anlamamızda bize yardımcı olabilir. Şimdi, bir dizi cümle kurarak soyut emeği gündelik bilincimize olabildiğince anlaşılır kılmaya çalışalım. Bu devasa büyüklükteki bir muzu soymaya benzeyecek.


II. Soyut Emek; kapitalizmin işleyiş biçiminin perde arkasındaki asli gerçeklikliklerinden biriyle ilgili. Kendi bireysel emeğimizi yok saymadan, emeğimizin ve bireyselliğimizin sadece kendisiyle ilgili bir şey olmadığını, yani aslında emeğimizin tekil olarak hiçbir şey temsil etmediğini ortaya çıkartıyor. Kendi somut emeğimiz onu kavradığımız gündelik biçimden farklı olarak sermaye ilişkilerinin, yani meta'nın10 dolaşımda olduğu an'ların akibeti içinde anlam kazanır, kazanıyor. Bu anlamı ortaya çıkartan emeğin toplumsal olması itibariyle soyut emek teorisidir. Bizim görmediğimiz yönleriyle emeğimizin onu gerçekleştirdiğimiz an'dan itibaren hangi anlamda bizden çıkıp toplumsal zenginliği11 yarattığını, bedenimizin harcadığı enerjinin nasıl olup da bize geri dönmediğini, toplumsal değer olarak emeğmizin ne maddi ne de manevi olarak neden yaşamlarımızın çağırdığı somut ihtiyaçları karşılamadığını anlatır. Çoğumuz emeğimizi ve sonuçlarını sadece kendi somut etkinliğimizin nedenlerinden çıkış aldığnı düşünürüz. Oysa emeğimizin boyutları kendi bireysel – somut emeğimizin oluşturduğu sonuçları katı kat aşar. Ya da şöyle ifade edersek: emeğimiz biz onu ortaya koyup somut olarak tamamladıktan sonra da sonlanmaz. Emeğimiz bizden çıkarak kapitalist sistemin işleyiş döngüsü içinde uzunca bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta kendi somut emeğimiz başka emekçilerin somut emeği ile birleşir (ya da çakışır ve/ya karşılaşır) ve emekler toplamı toplam bir durum olarak kapitalist toplumsal zenginliği, yani maddi ve manevi değer dediğimiz her şeyi olşturur. Biz kendi bireysel emeğimizin değer yarattığını düşünürüz ama bu bakış eksik, hatta eksik olduğu kadar da yanlıştır. Değer'i yaratan kendi birebir emeğimiz (varoluşumuz) değil, toplumsal olarak oluşmuş emektir, yani toplumsal emek12tir. Diğer bir deyişle tüm emek verenler olarak her birimizin oluşturduğu toplam kolektif emektir bu. Kolektif emek; kendi şimdiki varoluyor olduğumuz halin hem nedeni ve hem de sonucu olarak, hem topluma hem de kendimize yansımamız. Kendi birebir somut emeğimiz kendimiz için çok bir şeydir ve bu gerçektir, ama toplum içindeki biz, yani aslında gerçekleşmiş kendimiz olarak toplumsalın kendimizi oluşturan yönü [ve tersi: bizim toplumsalı oluşturduğumuz yön] itibariyle kendi emeğimiz (ve diğeri'nin kendi emeği): “hiçbir şey”dir. Kendi birebir somut emek ve enerjimiz değil, emeğin toplumsallığı ve toplumsallaşmış ifadesidir “her şey” olan. Soyut emek emeğin toplumsallaşmış ifadesi olarak gerçek ve somut görünümüdür. Bu söylediğimizi belki de en özlü hayliyle Engels'in o meşhur ifadesi13 üzerinden anlatabiliriz. Emeğimizi (ve diğer emekleri) ya toplumla ilgili olan biten şeylerin bir nedeni ve sonucu olarak kavrarız, ya da emeğimizin kendimize ait tekil kısmını her şey haline getirerek kuyruğu sürekli kopan ve yeniden oluşan kertenkelenin kısır döngüsündeki gibi bir hayat sürmeye devam ederiz. Engels'in sözü tekil emeklerin gerçekte hiçbir şey olduğundan hareketle emeklerimizin oluşturduğu kolektif yönün gerçekliğinden çıkışını alıyor. Emek salt kendisi olarak kendi kendine hiç bir anlam-


değer yaratmaz ve toplumsal olarak da bir şey ifade etmez. Bu birey olarak yaşantılarımız için de fazlasıyla böyledir. Hangi birimiz kendinden vermeksizin, kendini kaybetmezsizin ve/ya kendinden vazgeçmeksizin kendi tekil emeğiyle hayatında anlamlı bir şeyler mi oluşturabiliyor? Yani bu hiç birimizin kendi emeğimizi diğer emeklerden bağımsız bir biçimde öne süremeyeceği anlamına geliyor. Kendi emeğimiz başka emeklerle anlam ve önem kazanır. Emek görünür olduğu oranda toplumsaldır ve toplumsal olduğu oranda görünürlük kazanır. Tıpkı birey olarak ancak başkalarıyla görünürlük ve anlam kazanıyor olduğumuz durumdaki gibi. Soyut emeğin bugünkü kapitalist biçmi emeğimizin ve kendimizin görünürlük kazanmış halidir. Ve bu da, toplumda emek veren diğerleri sayesinde gerçekleşir. Şunu anlamak bu kadar mı güç: biz de başkalarının diğeri'yiz ... Şöyle düşünelim: her hangi bir mal veya hizmet ürettiğimizde bu, toplumda üretilen her hangi diğer bir mal veya hizmetle karşı karşıya gelir. Örneğin bir çift ayakkabı üretmişsek bu ayakkabı para aracılığıyla diğer tüm ürün yani emeklerle eşitlenir, eşitlenmiş olur. Ya da aynı şekilde bir hizmet biçimi üretmişsek bu diğer başka bir hizmet türleriyle eşitlenerek değerlilik kazanır ya da değerlilik kaybeder. Piyasa denilen şey, tüm emekleri bir köy meydanında toparlarayıp birbiriyle ilişkilendirir. Kapitalist ilişkilenme; ister maddi ister manevi düzlemde gelişiyor olsun, eşitlenmedir. Mal ve/ya hizmet üretimimiz 14 para cinsinden ifade ediliyor olduğu için aynı şey diğer başka bir şey üreten emekçi için de geçerlidir. Her birimizin emeği böylece piyasada eşitlenmiş olur. Bu eşitlenmeyi sağlayan paradır. Yani bizim özgül ve özgün emeğimiz mübadele (değiş tokuş – takas – bir şeyi diğer bir şeyin yerine koyarak eşitleme) aracılığı (ilişkileri) ile gerçekleşir. Mübadeleye uğrayan; her hangi bir emek olarak bizim emeğimiz ile, diğer her hangi bir emek olan başkasının (“öteki”nin) emeğidir. Demek ki eşitlenmeyi sağlayan mübadale'dir ve kaptitalist toplumsal ve bireysel eşitlenme = aynılaşma, mübadele arcılığıyla gerçekleşmektedir. Buraya kadar tamam. Kapitalist toplumda her türlü toplumsallaşma mübadele aracılığıyla gerçekleşir ve mübadelede emek ve emek ürünümüz veri bir para toplamıyla değer olarak ifade edildiğinde, yani diğer tüm emek ürünleriyle eşitlendiğinde toplumsal hale gelir. Sorunun başladığı yer tam burası. Meta üreten bir toplumda emek: Emeğimizin ve emek ürünümüzün mübadele aracılığıyla eşitlenmesinden doğan toplam toplumsal emeğin kapitalist piyasa ilişkileri (sermaye ilişkileri) aracılığıyla kazandığı ifadedir. Kapitalizmin işleyiş mantığı böyle gerçekleşir. Kendi emeğimiz ve emek ürünümüz diğer başka bir emek ve emek ürünü ile eşitlendiği an'dan itibaren bu, kapitalist için alınıp satılabilir ilişkinin gerçekleşme anıdır. Bu noktada; kendi bireysel emeğimiz biz daha onu ortaya koyduğumuz an'dan itibaren kapitalist tarafından piyasaya sunulup para cinsinden ifade edileceği için görünmez hale gelir. Yani kendimizden çıkar. Kapitalist emeğimize ve bize, böyle el koyar. “Mübadele değeri olarak ifade edilen emek, baştan tecrit edilmiş bireyin emeği olarak ortaya çıkar” diyor Marx ve devam ediyor: “Söz konusu emek sadece tam da karşıtının yani soyut emek şeklini aldığında toplumsal emek haline gelir”15.


Demek ki emeğimiz bizim onu ortaya koyduğumuz şeklin tam karşıtına döndüğünde toplumsallaşıyor. Kapitalist toplumda her tür toplumsallaşma biçimi bireyin gerçek kendine vurulmuş en büyük darbedir. Emeğimiz tam karşıtına nasıl dönebilir ki? Marx bunu metada bulunan emeğin ikili yönü üzerinden açıklıyor: İlki somut emek diğeri ise soyut emektir. Somut-Soyut emek ikiliği metada simgeleşmiş tek ve aynı emeğin iki kutbunu ifade ediyor. Yaptığımız şey yaptığımız şeyin tam karşıtına döndüğünde, bu bizim kendimize ve emek ürünümüze yabancılaşmamız demektir. Diğer bir deyişle emeğimizin somut şekli böylece soyut bir hale gelir ve bizden çıkar. Keskin bir ironi gerçekten de bu: görünür olabilmemiz için toplumsalın içinde olmalıyız, emeğimiz bu anlamda somut özelliklerinden arınıp soyutlaşmak zorunda, ve ama bu olduğunda biz kendimiz kendimize, emeğimize ve her şeye daha fazla yabancılaşırız. İşte burada boylu boyunca keskin iki seçenek ve bir tercih yüzümüze sırıtıyor: Faust'un “şeytanı”! Kapitalist sistemde ya emeğimizin ve kendimizin soyutlaşmasına göz yumarak böyle görünür olacağız, ya da, emeğimizin ve kendimizin somut gerçekliğinin peşinde olarak öncelikle bugünkü her tür toplumsallaşma biçimini ve aynı anlama gelmek üzere sosyallik tarzını reddedeceğiz.16 Emeğimizin somut şekli basitçe şudur: eğer bir ayakkabı üretmişsek bu ayakkabıdır. Ayakkabı kendisi olarak işlevi neyse odur ve bu onun kullanım değer'idir. Ayakkabı bunun ötesinde başka hiçbir şey değildir, başka hiçbir anlamı yoktur.17 Oysa her türlü üretimin meta için gerçekleştirildiği bir toplumda söz konusu olan ayakkabıdaki kullanım değeri değil, ayakkabıdaki mübadele değeridir: kapitalizmde bildiğimiz ayakkabıyı ayakkabı yapan şey onun ayakkabı olması değil satılabilir bir şey olmasıyla kazandığı toplumsallaşmış ifade, yani işlevdir. Bir kapitalist için mesele ürettiği şeyin özsel niteliği demek olan kullanım değer'ine ilişkin somut yararlılığı değil, mübadele ilişkisi içine girdiğinde kazandıracağı para veya mal veya herhangi başka bir statü veya durumdur. Yani bu şu demektir: kapitalist bizim kendi somut emeğimizi (emek ürünümüzü alır) onu içsel özelliklerinden (o üründeki emek ve kullanım değerini) soyutlayarak mübadele değeri olarak kullanır. Artık ürettiğimiz şeyde görünür olan emeğimiz (ve kendimiz) değil, mübadele değer'i özelliği kazanmış oluşuyla metalalşan emeğimizdir. Daha oturaklı bir ifadeyle, metalaşan emeğimizin fetiş bir karakter kazanmış ifadesidir. Bir mağazaya girdiğimizde orda ne görürüz? Ürünleri. Bunlar bizim için kullanım değerine ilişkin şey'lerdir ama her bir ürün para ve statü cinsinden ifade ediliyor olduğu için ürünlerdeki emeği ve emekler toplamını daha baştan görmeyiz, göremeyiz.18 Hatta öyle ki o ürün üzerinde kendi doğrudan, dolaylı ya da duygulanımsal emeğimiz19de görmeyiz. Para dolayımıyla tecrit edilen aslında biz kendimiziz. Soyut emek üzerine yapılabilecek en doğru yorum belki de şöyle olabilir: sadece kendimize, kendi bireysel ve somut emeğimize ve enerjimize ilişkin bireyselleşmiş


bakışımızı bir köşeye fırlatarak, emekler ve enerjiler toplamı olarak kendimizi toplumsal emeğin içinden, onun bir parçası olarak duyumsamak ve bunu duyumsadığımız an'da bu gerçekliği kesinkes reddetmek. Burjuva “ben”in, bireyciliğinin ve bencilliğinin karşısında gerçek bir panzehir olarak “ben”de simgeleşmiş “biz”i, ya da “biz”de simgeleşmiş “beni düşünmeye geçişin gerçek anahtarlarından birisidir soyut emeğe ilişkin farkındalık. BİZ: çünkü kendimizi metanın fetiş ruhundan ve ilişkilerinde uzakta, görünür kılabilecek tek şey kendi tekil emeğimiz değil, diğer emeklerin oluşturduğu toplam bileşke ve bunun sınıfsal ve epistemolojik farkındalığıdır. Çığlaşmış çağsal bir hastalık olarak bireycilik ve ben'ci'lliğin aşılabilmesi kendimizi salt kendimiz olarak düşünmeye son vermekten geçiyor. Emeğimize ve emek ürünümüze ne oluyorsa kendimize aynı şey oluyor. Çünkü emeğimiz kendimizdir, kendimizin görünürlüğüdür. Kendimiz ve görünürlüğümüz kapitalistler için alınıp satılabilir, takas edilebilir, her hangi bir şey'dir. Bir araçtır. Bu durum az önce de söylediğimiz gibi mübadele olmadan gerçekleşmez. Böylece bizim kendi bireysel ve toplumsal gerçek varlığımız daha baştan tecrit edilmiş olur. Kapitalist üretim ilişkilerinin örgütleniş biçiminin kazandığı form neyse, sosyaltoplumsal ilişkilerimiz de aynı yerden gelen durumun izdüşümüne sahiptir. Soyut emek, kendine özgü niteliği içinde toplumsal ilişki biçimlerinin aurasını oluşturur. Gündelik her türlü ilişki biçimimizi de içine katmak koşuluyla yaşantımıza damgasını vuran budur. Soyut emek, mübadelenin üretim sürecinin toplumsal şekli20 haline gelmesi ve dolayısıyla da, üretim sürecini meta üretimine dönüştürdüğü ölçüde ortaya çıkar ve gelişir. Üretimin toplumsal şekli olarak mübadele olmadığında, soyut emekten söz edilemez. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Marx'ın sözünü ettiği anlamda “Genel emek”21 ister kapitalist olsun ister sosyalist ya da diğer herhangi bir toplum şekillinde, tarihsel koşulların bir ürünü olarak, zaten mevcuttur. Fakat meta üreten bir toplumda genel emek soyut emek biçimini alır ve soyut emek bundan dolayı tüm toplumu ve bireylerini belirleyen daha doğrudan bir özellik kazanır: “Emtia dünyasında, tüm emeğin insan emeği niteliğinde olması, kendine özgü toplumsal niteliğini oluşturur”.22 Mübadele bir indirgeme türüdür. Başka bir şeye ya da kimseye indirgendiğinde isyan eden bohem varoluşcu (ya da varoluşcu bohem) günümüz modern bireyi, kendi emeğinin toplumdaki diğer emeklerle eşitlendiğini ve kendisi olarak mübadelenin gerçekleştirilebilmesinde bir araç haline geldiğini ve daha da önemlisi bu ilişki biçimini her günkü varoluş türüyle23 kendisinin yeniden ürettiğinin asla farkında olmadığı için sözkonusu isyan trajikomik olmanın ötesine geç(e)mez. Bilinç sahibi günümüz bireyi gündelik yaşamın her an'ında her şeyi ve herkesi sürekli bir şeylere indirgeyerek elmayla armudu sürekli birbiriyle kıyaslar: anneyi babayla, kocayı aşığıyla, sevgilisini sokakta gördüğü herhangi biriyle, kırmızıyı maviyle, tuzu şekerle, geçmişi gelecekle, geleceği geçmişle, CEO'yu personelle, Türk'ü Kürd'le, Ortadoğu'yu Batıyla, okuduğu o kitabı şu kitapla, kadını erkekle, mutluluğu mutsuzlukla, ve daha başka aklı başında bir insanın hafsalasının alamayacağı akıl


almaz birçok şeyi birçok başka birçok şeyle mütemadiyen kıyaslama ve indirgeme halindedir. Kıyaslama ve indirgeme tıpkı meta üreten toplumun kurallarında olduğu gibi bir eşitleme olarak işliyordur burda. Her birimiz diğerinden farklıyız, ama diğer'ini ruhumuza sinmiş piyasa-mübadele ilişkileri gereği sürekli bir şeylerle, öbürüyle vs. kıyaslayıp eşitlemeyi nasıl gerçekleştirebileceğimizi gecelerce, üstelik cefakâr bir mazlumun gözyaşları eşliğinde planlarız. Modern ruhlarımız günümüzde artık sahip olduğu farklılığıyla diğeri ile aynı. Diğeri ile aynı ya da farklı olmamız hiçbir şeyi değiştirmiyor, 21. yüzyılda tüm farklılıklar aynıdır artık. Tıpkı soyut emeğin ortaya koyduğu gibi: kapitalist sistem ve onun en bilinçli sürdürücüleri olan tekelci burjuvazi ve mali oligarşi için tüm emek verenler olarak bizler neysek, günümüz bireyi için de her şey ve herkes birbiriyle eşdeğer haldeki kıyaslanabilir “eşdeğerlikler”dir. Bırakalım insanı, eşya ve nesneler arasında bile bir eşdeğerliliği ve eşitlemeyi gelişigüzel bir akılla bile gerçekleştiremiyorken, insanları birbirleriyle kıyaslayıp eşitlemek hangi benlik, bilinç ve farkındalığın marifet türü olabilir? İşte bu ruhumuza sinmiş kapitalizm ve onun berbat ilişki biçimleridir. Günümüzde artık burjuva epistemolojsi ile ücretlilerin [proletaryanın] epistemolojisinin iç içe geçmesine doğru tarihsel adımlar yaşıyoruz. Henüz tam anlamıyla birleşip özdeşleşmiş iki tür durumun BİR olmasından söz edemiyor olsak da, gündelik hayatın moden burjuva diyalektiği: geçmiş ve geleceğin değişmezliği olarak kafalarda hükmünü yürütmeye devam ediyor. Burjuva epistemolojsi ile proletaryanın epistemolojisi arasındaki gerçek fark, artık doğanın en gizli yerlerine saklanmış halde. Daha doğrusu doğa; ikisi arasındaki uzlaşmaz gerçekliği ancak kendisini kavradığımız oranada koyacak önümüze. 21. ve 22. yüzyılın asıl gerçekliği budur. Farkındalığının ve bilincinin bilincine sahip günümüz varoluşçu modern bireyi; sermayenin ve sermaye ilişkilerinin içinde ve onun bir parçası olarak, ama bir yandan da sermayeyi 50-60 yıl öncesine oranla daha az bir şiddetle reddederek, varlığını sürdürüyor. Bir benlik ve bilinç işlevi olarak günümüzde kıyaslama, indirgeme ve eşitleme modern bireyin çıkışsız nihilizmiyle evlendi. Başkasıyla kıyaslama ve eşitlenmeyi kendi üzerinde hissettiğinde çılgına dönen aynı birey en yakınındakilere hayatı zindan ederken, işyerinde ceo'ya veya departman müdürüne en fazla göz süzerek gerçekleşmiş çaresizliğinin birazcık da olsa anlaşılması için iç çeker. Ama bu asla gerçekleşmez ve aynı birey bunun gerçekleşmiyor olduğunu en fazla 2 haftalık bir bekleme-depresyon süresi sonunda “anlar”. Diğer'inden farklı olduğum düşüncesi burjuva ideolojisi tarafından öylesine sert bir biçimde propaganda ediliyor ki, bu, kendimizin birey olarak farkına varmamızdan çok, diğer'i ile varolan toplumsal bağımızın kopartılması içindir. Diğer'i ile kopan bağımız kendimize en dehşetli yabancılaşmamızdaki gerçek geçiş momentini oluşturuyor. Evet hepimiz birbirimizden farklıyız, ama meta üreten bir toplumda maruz kaldığımız şey'leri görmediğimiz, bu şey'lerin yaşantımızın ana biçimini oluşturuyor olduğunu ve hele ki bunları aslında kendimizin üretiyor olduğu gerçeğine gözlerimizi kapattığımızda, işte o zaman hepimiz aynıyızdır, aynılaşırız,


aynılaşıyoruz. Farklılıklarımızı ve farkındalığımızı ve kendi özgün bireyselliğimizi ben'ci bireycilik olarak ortaya koyduğumuz müddetçe aslında hepimiz aynıyız. Kendimize gösterilmesi gerektiğini düşündüğümüz ayrıcalık hakkı için çırpınıp durdukça ve değer'sizleştirilmeye karşı özel olmaya çabalarken, tıpkı piyasa ilişkileri içine sokulduğu anda metalaşan emeğimizin akibetindeki gibi, kıyaslama, indirgeme, genelleme ve eşitleme en yakınımızdakilerden başlayarak çevremizdeki insanlarla ilişkilerimizin fetiş karakterinin sonucudur. Daha doğrusu şöyle ifade edelim: meta'da cisimleşmiş emeğin toplumsal yönünü görmüyor olmamız, fetişleşmiş bakışımızın ifadesidir. Bakış fetişistik bir özellik kazandığında biliyoruz ki bu, ego'yla ilgili bir şeylerin benliğimizi felce uğratmış olması ile ilgili. Olağanüstü düzeyde seyreden Benlik, bilinç ve karkter krizi ... Her iki anlamıyla maddi ve manevi Tüketim'cilik nasıl ki kapitalist piyasa mantığına içsel bir şeyse, ego determinizmi hayatımızdaki ilişkilerimizin arka fonunda derinleşmiş bir mantık olarak varolduğu içindir. Manevi duygusal faydacılığın bir tür ben'liksiz tekbenci24 bilince içgüdüsel düzeyde içselleşmiş olması manidar değil içinde yaşadığımız kapitalist toplumun insan gerçekliğidir. Tüketimciliğin faydacılıkla [ya da tersi] ilişkisi gerçekten de dramatik sonuçlar doğuruyor. İkisi arasındaki ilişki ve peşinden getirdiği bütün çatışmalar, en yüceltilmiş, en şefkatli, en değişmez dediğimiz ilişkilerin bile içine sızdı. Böylece taraflar içsel çıkarlarına göre oluşmuş bu maddileşmiş maneviyatı, [ya da maneviyatsız maneviliğin] diğerinden de talep ederler. “... anlam, bildiğimiz gibi, kökenden bağımsız değildir ve maddi olanı örten ya da dolayımlandıran her şeyde samimiyetsizliğin, duygusallığın, demek gizli ve bu yüzden çok daha zehirli olan çıkarın izin seçmek de hiç zor değlidir”.25 Gerçekten de ilginç bir nokta bu, günümüzdeki bireyleşme tipi kendine yaklaştığını hissettikçe toplumdan, toplumsal olandan, en yakınındakinden ve birçok şeyden daha fazla kopuyor. Modern bireylerin günümüzdeki samimiyet ve duygusallığı, meta toplumunun doğal akışına içsel ikiyüzlülüğün kendiliğinden karakterine sahip. Yalıtılmış birey kendini sadece kendi sanmasıyla yanlış bilincini sürekli her günkü varoluşuyla yeniden üretir: Ben kendim eğer bugün yaşamımı sürdürebiliyorsam bu sadece emek vererek para kazandığım için değil, kullandığım her tür eşyadan ve daha başka bir çok şeyden dolayıdır. Tüm o eşyaların ve daha başka birçok şeyin oluşturucularının olduğunu bilerek yaşamak kelimenin gerçek anlamıyla başka bir şeydir. Bunun zaten farkında olduğumuzu iddia edip, kendimizle bizim gibi olan diğer'(ler)i arasındaki içsel bağı gördüğümüzü söyleyebiliriz. Ne ki meta toplumu, yani yaşantımız, böyle demiyor. Ben sadece kendim değilim, olamam ve bu hiçbir zaman mümkün değil. Ben aynı zamanda ötekiyim, öteki de ben: biz hem birbirimize benzeriz, hem de hiçbir zaman benzemeyiz, benzemeyeceğiz, benzeyemeyiz. Toplumsal emeğin tekil yönü bireyler olarak tek tek bizi ifade eder. Toplum bireyler olmadan bir hiçtir ve gerçekleşmesi mümkün değildir. Fakat kendi tekil emeğimizi diğer tüm emeklerden soyutlayarak emeklerimizin toplamına ve aynı zamanda kendimize ne olduğunu anlamamamız, kendimize değersizleşmeye karşı vermeye çalıştığımız değer'in, daha doğrusu değer'in bugünkü toplumsal biçiminin içimize


hapsolup içe patlaması ile ilgili. Ben'ci'l'lik ve diğer'ini tüm bireysel ve toplumsal varoluşundan soyutlama, psikolojik ve patolojik bir sorun olmanın çok ötesinde, toplumsal ve ideolojik bir sorundur. Ve tekbenci'likten doğan Narsizm bir ilişki hastalığı olarak, insanın kendisiyle ve başkalarıyla anlamlı bir ilişki kuramamasından doğan toplumsallaşmış bir uyuşturucudur. Benci'l(l)ik ve Narsizm'de benliğimizde kendi emeğimizin toplumdan soyulanıp mutlaklanmış olmasının ifadesi saklı. Bu mutlaklamayı bilinçli ya da bilinçsiz yaşıyor olduğmuz gerçekte hiçbir şeyi değiştirmiyor. Benci'l(l)ik ve Narsizm kişinin kendini ve toplumsal varlığını inkâr ediyor olmasından çıkışını alır. Öyle ya, aslında kapitalizmle ilişkimiz; onun kötü olduğunu “biliyor” olduğumuz halde, tıpkı aşığımıza inanmadığımız halde bize sadakât göstermediğinde bunu ihanet olarak adlandırmamıza benziyor.


***


KAYNAKÇA  https://amondebian.wordpress.com/ *** 1 . Yunanistan'da Syriza'nın iktidara gelişiyle tüm burjuva iktisatcılarının koro halinde yükselttikleri söylemlere daha dikkatli baktığmızda durum daha iyi anlaşılır. Yunanistan'ın AB'den ve Euro bölgesinden çıkışının ve IMF'ye kafa tutmasının ülkeyi daha büyük felaketlere sürükleyeceği söyleniyor. Mızrağı çuvala sığdırmaya çalışmanın popüler gerekçesi ise hep aynı: borç, yani cari açık, ülkenin kendi iç dinamiklerine dayanılarak ödenemez – kapanamaz. Bu yüzden Yunanistan AB içinde kalmaya devam etmeli ve IMF'e borçlarını ödemeli. Yunan halkının böyle bir zorunluluğu yok. Başa dönelim, bu borç kimin borcudur ve nasıl oluşmuştur? Sözü edilen ekonomik kriz Yunan halkının değil, başka Yunan burjuvazisinin olmak üzere AB emperyalizminin krizidir. Syriza'nın popülist ve reformist politikaları bu bağlamda ayrı bir yazının konusu olmakla birlikte, başta Türkiye'de “radikal sol” olarak tanımlanması Syriza'nın IMF ve AB'ye liberal bir düzlemde dahi olsa kafa tutuşunu gözden düşürmek içindir. Fakat daha da ilginç olan nokta, Avrupa'da uzun aradan sonra sosyal demokrasinin biraz üzerinde, ve sistem içi liberal sol da olsa, geleneksel-reformist sol söylemli bir partinin (Bizdeki EMEP ve SDP gibi) iktidara gelmiş olması. Bu tarihsel bağlamı içinden değerlendirilecek olursa AB'nin sol aracılığıyla nefes olmaya ihtiyacının göstergesi. 2 . Bu kategori ve soyutlamaların bazıları Marx'a aittir, bazıları ise Marx öncesi iktisad teorilerinde zaten vardı. Marx daha önceki iktisat teorilerinden farklı olarak söz konusu kategorilerin ve soyutlamaların (Değer Yasası, Meta Fetişizmi, Soyut Emek, Yabancılaşma, Artı-Değer, Eşitsiz Gelişme Yasası vd.) birbirleriyle olan içsel bağları üzerinde durdu. Marx'ın diyalektiğinin belki de en önemli noktası; kategori, kavram ve/ya soyutlamaları birbirleriyle içsel ilişkileri içinden ele almasıdır. Bir yerde sonuç olan bu kategori ve/ya soyutlamalardan her hangi biri başka bir yerde neden olarak ortaya çıkabiliyor. Ya da sadece bu da değil, Marx birbiri içine girmiş, doğası gereği birbiri içinde olan kavramları kendi pür halleriyle gördü. Bu, herhangi bir kavram ya da soyutlamanın asla tek başına bir neden olarak [ya da sonuç olarak] anlaşılmaması gerektiğine ilişkin önemli bir noktadır. Neden – sonuç ilişkisinin gündelik ve düz algılanışının ötesinde, ikisinin yaşamın yeşili içinde sürekli yer değiştirdiklerini görmek önemli. Marx kendinden önceki tüm iktisat teorisyenlerinden farklı olarak bu saydığımız soyutlamaların hiçbirini birbirlerine karşı mutlaklayıp hiyerarşik bir dizilim içine sokmadı. 3 . Natura naturans. Kavram Spinoza'ya aittir. Kendinde olan ve kendisi yoluyla kavranandır. Töz'ün, herhangi ve sonsuz özü anlatan öznitelikleridir. 4 . Ekonomiye ilişkin Ortadoks Marksistlerin “son kerte” ve “son tahlilde” söylemleriyle kastetmeye çalıştıkları şey doğru değil. Ekonominin belirleyiciliğine tek yönlü bir mutlaklık atfetmektir bu ve politikanın kaba determinizme indirgenmesine neden oluyor. Ki Engels ekonominin son tahlildeki belirleyiciliğine Marx'la birlikte aşırı vurgu yaptıklarını söyleyerek bu konuda özeleştiri verir. Engels, ekonominin her şeyin temelinde yatan asli neden olduğu yönlü vurgunun bu denli sivriltilerek politikanın belirleyiciliğinin dışarda bırakılmasına ilişkin nedenleri sayarken neden olarak dönemin özelliklerini gösterir: HANGİ KİTAP? - BUL Günümüzde sosyalistler ekonominin insan odaklı işleyebilir yönüne kırık dökük de olsa vurgu yaparlerken (hiç farkında olmadan onu sanki bir doğa yasası gibi ortaya koyuyorlar. “Kapitalizme karşı Sosyalizm” sloganı ekonomik anlamıyla sosyalizmin mutlak iyi olarak ortaya koyulması biçiminde işliyor. Sosyalizm kapitalizme karşıdır, fakat doğası gereği kapitalizme dik bir açıyla karşı(t) olamaz. Bu yüzden “Burjuva Demokrasisine karşı Sosyalist Demokrasi” gibi politika sloganları esasında Demokrasi'nin her iki rejim tipi için de bir vahişe olduğu gerçeğini ortaya çıkarmış oluyor. Ama bunun dışında Sosyalizm ya da Sosyalist Demokrasi özünde zaten bir geçiş rejimidir. “Yaşasın Sosyalist Demokrasi” gibi bir slogan hangi tür ideolojik bir refesansla söylenmiş olursa olsun, olsa olsa devletin mutlaklanması, devlet olduğunda özgürlüğün asla gerçekleşemeyeceği gerçeğinin perdelenmesidir. Ki aynı slogana sahip siyasal çevrelerin programsal içeriklerine daha yakından baktığınızda öncelikle Değer Yasası'nın işleyişinin ve özelinde de toplumsal işbölümünün ortadan nasıl kaldırılacağına ilişkin küçüçük bir emare dahi bulamazsınız ve bu tesadüf değildir. Oysa büyük harflerle yazılan Devrimin öz'ü bunlarla ilgilidir. Komünizme geçiş olarak Sosyalizm'e ya da Sosyalist Demokrasi söylemine bugün gerçekte ihtiyacımızın olup olmadığı ayrı bir yazının konusudur. 5 . Emeğin karşılığı ... Emeğini kiralayarak yaşamaya çalışanların “Emeğimizin hak'kını istiyoruz!” söylemi gerçekte büyük bir yanılsama örneği. Emek; emeğin niceliği, diğer bir deyişle emeğin ölçülebilir oran'ı hesaplanamaz. Emek toplumsallaştığı an'dan itibaren tekil emekler birbirinin içine geçer ve böylece Toplumsal denilen durum içerisinde tüm emeklerin toplamı değer'i, diğer bir deyişle toplumsal değer'i yaratır. Değer'in toplumsal biçimi hangi sistemde olursa olsun onu oluşturan tekil – bireysel emeklerin katkı düzeyini birebir ölçemez. Yani emeğin hesaplanabilir oranını bulmak mümkün değil. Ki meta üreten bir toplumda bu iki defa mümkün değil. Bu noktada Marx'ın Kapital'de ve “Ücret, Fiyat ve Kâr”da sözünü ettiği artı-değer sömürüsü; 8 saatlik emeğimizin 3-4 saatine patron tarafından el konulmasıdır evet, ama bu bize ödenmeyen 3-4 saatlik ücretin ödenmesi durumunda emeğimizin karşılığını almış olduğumuz anlamına gelmiyor. Emeklerin toplam bileşkesi olarak değer tekil emeklerin niceliksel üst


üste binmesiyle oluşmadığı için, biz kendi emeğimizin toplam toplumsal değer içindeki doğrudan – birebir karşılığını asla bilemeyiz. “Hak” kavramı büyük bir şey olduğu için, burjuva ekonomizminin istatistiki yalancılıklarına indirgenemez. 6 . Modern burjuva psikiyatri ve psikolojisi insanı kendi toplumsal varlığı demek olan emeği ve emeğinin toplumsal sonuçlarından soyutlayarak ele aldığı için gerçekte özgürlüğe ve kişinin iç gerçekleşmesi demek olan huzuruna ilişkin doğru düzgün hiçbir fikri ve önerisi yoktur. Kişinin kendi iç çelişkilerine ilişkin olan biten her şey tıpkı burjuva iktisadındaki yöntemde olduğu gibi birbirinden kopuk değerlendirilir. Parçalar bütünden kopartılarak tanımlanır, bütün düşüncesi; parçaların oluşturuculuğundan ısrarla uzak tutularak havada asılı duruyor olan mistik bir şey'lere dönüştürülür. Burjuva psikiyatri ve psikolojisinde parça-bütün ilişkisi en iyi halde ya 19. yüzyıldan 20. yüzyıla geçerkenki haliyle en kaba biçimde kurulur, ya da en kötü haliyle kuantum fiziğinin yeni bulguları eşliğinde Schrödinger'in kedisi bir abra kadabrayla ortadan kaldırılıverir. Ve tüm bunlar mantık ve akılcılık etkisiyle sunulur. 5-6 seanslık bir terapi sonucunda elimizde kalacak tek şey öncelikle boş bir cüzdan, daha fazla kafa karışıklığı ve verili toplumsal yaşamın gerçeklerinin rasyonel bir akılcılık dahilinde sinikçe kabullenilmesidir. Tabii bu sinikliğin içine bir tutam isyankârlık ruhunu ekmeyi de asla ihmal etmemeli. Zira modern bireyin kendini biraz da olsa gerçekleştirebilmesi için ihtiyacı olan alan büyüklüğünün topografyası; kendi sanrılarını gerçek sanmasıyla ilgili benliğinde oluşan ölçümün büyüklüğü kadardır. Bugünkü modern burjuva psikiyatri ve psikolojisi; liberal kişilik özelliklerinden olan bireycilik ve bencilliğin, ruhsal yaşamda iç'e kapanmacılığın, ben merkezciliğin ve “benliksiz tekbenci'liğin (kavramsallaştırma Adorno'nun Kafka eleştirisine aittir) oluşturulmasının kurumlarıdır. Onlara savaş açılmalıdır! 7 . Ernst Bloch'un “Umut İlkesi”yle işaret ettiği doğrultu sezgisel bilincin materyalizimle ayrı tutulamayacağı ile ilgiydi. Bloch sanıldığının aksine döneminin materyalist Marksistlerine savaş açmıyordu. İnsan düşüncesine ilişkin geçerliliğini korumaya devam eden inanç ve bilimsel bilginin birbirleriyle ilişkisini görünür kılmaya çalışarak modern insanın tarihsel benliğindeki arketiplerin peşine düştü. Bu bağlamda işin içine din ve mitoloji girdiği için Bloch dönemindeki Stalinist komünistler tarafından kolayca materyalizm dışı ilan edildi. Tıpkı W. Benjamin'in “Pasajlar”da yapmaya çalıştığı şey karşısında Frankfurt Okulu'nun onu hem Adorno'nun azmettiriciliğinde, ve ama Adorno'nun durduruculuğu sayesinde dışlamaya çalışması gibi ... Benjamin nesnelerin tarihinin insan gelişimine ya da gerileyişine ilişkin tarihteki farkında olunmayan başka bir dinamiği görünür kılınmaya çalışıyordu. Sezgisel bilinç idealizmin elinde bilinemezciliğin, rasyonel mantığın, akıl demek olan bugünkü modern nihilizmin, imancılığın, parapsikolojinin, paralel evrenciliğin, enerjizmin, modern burjuva psikoloji ve pskiyatrisinin, NPL kitaplarındaki köşe dönmeciliğin en önemli vasfı haline geldi. Sezgiyi ağırlıklı olarak bilenemez ve ama aklın varsa gerçekleştirilebilir bilgi olarak kodlayan burjuva bilimi, bununla kişinin kendi içinde yaşayageldiği çıkışsızlığı: kişiye sözüm ona kendisiyle ilgili özel bir alan açarak ve ama kişiyi toplumsal olandan daha fazla yalıtıp bertaraf ederek gerçekleştiriyor. Amaç; kendi içsel ama tam anlamlandıramadığımız farkındalıklarımızı yolundan saptırmak. Sezgi; kapitalist idealizmin en kolay manipüle edebildiği şeylerden biri. Ama sezgi; aklını kaybetmemiş materyalizmin ruhudur ve onun can damarı olmaya devam ediyor. Sezgisel bilinç; iradenin onu bilgi ile yönlendiriciliğinin ötesinde, bilgiyi reddettiği yerde başlar. Günümüzde bilgi her tür akıl, ideoloji, sanat ve kültür'ün normatifleştirilmiş ifadesidir. Günümüz bilgi biçimi reddedilmeksizin ne idealizmin benliği öteden beridir bulanıklaştıran saldırısı, ne de metaryalizmin günümüz alıklaştırıcılığı aşılamaz. 8 . Lenin hayallerini ve rüyalarını siyasetin konusu haline getirmeye çalıştığında döneminin materyalistleri tarafından kıyasıya eleştirildi. Hayaller ve Rüya; kendini bilen materyalistlere göre kapitalist dünyanın zihin üzerinde oynadığı berbat bir oyundu. Zihnimizi çekiştirip duran bu tip komplolardan arınabilmenin yegane yolunun gerçeklere ve dönemin siyasal görevlerine odaklanmaktan geçtiğinin altı ısrarla çizildi. Buna karşın Lenin gerçeği ve rüyayı birbiri karşısına koymadan, ama aralarındaki sınır çizgilerinin de farkında olmaya çalışarak, gerçeklerle sezgiler arasında gelişigüzel ayrımlar yapmayı doğru bulmadı. Ki Freud'un psikanalizmle ilgili çığır açıcı araştırmalarının henüz tüm yönleriyle dönemin Rusyasında bilinmiyor olduğu düşünülürse Lenin'in rüya'ların gerçeğe, gerçekliklere ilişkin göndermelerini gözardı etmemiş olması sadece tek bir şeyle açıklanabilir: doğrunun peşinde olan kişi kendisi de dahil olmak üzere hiçbir bilgi ve deneyimi mutlaklamaz! LENİN'İN RÜYA VE HAYALLERLE İLGİLİ YAZISI!!!! Bugün tarihsel anlamıyla figürleştirilen Lenin eğer akıl ve ruhun birine diğerine oranla daha fazla mutlaklık atfetmiş olsaydı bugün Lenin diye birinden söz etmiyor olurduk. Fakat burada bir ayrım çizgisi koyma zorunluluğu ile karşı karşıya kaldık. Lenin'in sezgi, hayal kurmak ve rüyalarla ilişkisi günümüzde Lacan indirgemecisi Žižek'in yüksek teori olarak siyaset ve pskanalizm'i kaynaştırması uğraşılarının saçmalıklarından farklıdır. S. Žižek'in güncelleştirdiği ölü pskanalizm; postmodern olmanın da ötesinde cılkı çıkmış modern sentezlerin normatiflik özelliği kazanmış gelişigüzel sözcükler aracılığıyla sunulmasından başka hiçbir şey değil. Devirmci teori ve pskanalizm'i iç içe geçirmek ne “Tek Boyutlu İnsan”ın yazarının yaptığı gibi tarihsel gerçeklerin ısrarla gözardı edilerek inkâr edilmesi üzerinden gerçekleştirilebilir, ne Žižek gibi teori adına ablaklaştırılarak ortaya konulan gerçeklerle yapılabilir, ne de günümüzdeki neo-materyalist'ler olarak adlandırılabilecek kuanum fizikcilerinin yaptığı gibi yarı mistik, yarı pozitivist bir akıl yürütmeyle gerçekleştirilebilir. Şunu netleştirelim: tarih boyunca gerçek ve sarsılmaz doğru düşünceler hep peşi sıra belli bir pratiği, yapmayı, oluşturmayı, değiştirmeyi, yani kökten bir karşı koyuşun ürünü olarak varolagelmişlerdir. Žižek ve Alain Badiou ikilisi, çoklu burjuva bilimlerinin bizi sürüklediği düzlemin negatif kopyalarıdır. Diğer bir deyişle kralı inkâr ediyor görünen saray soytarılarının, kral tarafından ısrarla öne sürülmelerindeki mide bulandırıcılık! 9 . Marx – Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Grundrisse, Kapital I, II, III.


1 0. Meta ... Günümüzde artık meta tıpkı insan organizmasında olduğu gibi canlı, geçirgen, etkileşimli – alaşımlı. Klasik kimya ve tıp'ın sözünü ettiği anlamıyla biyoloji bugün metanın ele geçirdiği bir özellik. Bu cümleler o kadar kolay kurulamaz ve kurulmamalı. Gerçek şu ki günümüzden yaklaşık yetmiş yıl kadar öncesinden başlayarak meta insana ait temel bir özelliği ele geçirdi. Artık doğrudan koku veriyor, dokunuyor, hissettiriyor, bakıyor, görmezden geliyor, alıkoyuyor, oyun oynuyor, kızıyor, düşündürüyor, hatta kendine aşık ediyor ve daha başka birçok şey! Biz onu değil, o bizi işliyor. Bize hakim olan o. Kapital'de her yönüyle ortaya koyulan meta burada söylemeye çalıştığımız durumdan daha az bir şey. Bugü metalar sıradan bir insandan daha çok şey anlatıyor bize. Günümüzde ruhumuz metanın bir parçası. Tersi artık o kadar doğru değil. Ruhumuz metanın, Marx'ın sözünü ettiği anlamdaki genel işlevselliğine sahip olsa da, artık meta ve ruh konumsal olarak yer değiştirmiş halde. Baskın olan; bilinç ve varoluş biçimimizin onu yaratıyor olduğu değil, tersi. Her ne kadar meta'yı bizler yaratıyor olsak da, artık konumsal merkezi güç tek yönlü olarak meta'nın elindedir. Gerçek budur. Meta bize içseldir ama bizim dışımızda bir güç haline geldi. Ve bu söylediğimiz, tarihsel olarak nesne-özne özdeşliğinin gerçekleşmiş olduğunu iddia eden çeşitli teorilerle ilgili de değildir. Özne-nesne özdeşliği asla gerçekleşemez. Eğer böyle bir şey gerçekleşmiş olsaydı dünya şimdi içinde olduğmuz halden bambaşka olurdu. Özne-nesne özdeşliğinin gerçekleşmiş olduğunu iddia eden yüksek teorisyenler böyle bir şeyi iddia ederek bugün kapitalizmle sıradan insan bilinci arasındaki kendiliğinden uyuşmazlığı normatifleştirerek, büyük harflerle yazılan isyanı kapitalizmin eklentisi haline getiriyorlar. Özne-nesne özdeşliği fikri geriye ne özneyi ne de nesneyi bırakır: bomboş bir kümeden bile daha boştur. Schelling'in uyuşturucu diyalektiğiyle başladığını varsayabileceğimiz bu türden yüksek teoriler en son kendini şakacı nöro-Hegelci S. Žižek'in funclup farkındalığıyla sürdürüyor. Marx tam olarak meta'dan sözünü ettiğimiz ilişki türüyle [yer değiştirme] söz edmiyordu ve edemezdi zaten. Keza Hegel de öyle. Bir özne olarak ruhumuz artık bir yüklem, bir yüklem olarak meta artık bir öznedir. Nesne olan meta değil biz kendimiziz. İnsanlar ve ilişkiler metalaştı demenin özgün hiçbir yanı kalmadı günümüzde. Artık cümle şöyle: metalar insanlaştı ... “Çayı içen insan değil, çay insanı içiyor.” “Pipoyu tüttüren sen değilsin, pipo seni tüttürüyor. Kitap beni okuyor. Televizyon beni izliyor. Hedef bize ibabet ediyor. Sonuç bizim nedenimiz oluyor. Dil bizi konuşuyor. Zaman bizi yitiriyor. Para bizi kazanıyor.” j. baudrillard - “İmkânsız Takas” kitabından. - Ayrıntı Yayınları. Sf: 95 1 1 . Toplumsal zenginlik çoğunlukla bizim kendi tekil emeğimizin dışında bir şey gibi görünür bize. Oysa kendi gündelik emeğimiz, kapitalist sistemin oluşturduğu emek havuzu içine akar ve emeğimiz bu havuz içinde diğer emeklerle tıpkı tencerede kaynatılan çorbadaki her bir baharat gibi bir araya gelir. İç içe geçer, ve her birimizin toplam emeği tek bir tad olarak piyasa ve ilişkilerinin sonucunu oluşturur: alınıp satılan, o veya bu şeyle değiştirilen her şey ve herkes. Toplumsal zenginlik bizim değil, zenginliği elinde bulunduranların ganimetidir. Bu anlamda “Gayrı safi milli hasila” ve özellikle de “Kişi başına düşen milli gelir-pay” kavramsallaştırmaları istatiksel göstergeler yönüyle hayali varsayımlara indirgenen gerçekdışı nosyonlardır. Çünkü burjuva iktisadı bu iki kavramla toplam toplumsal zenginliğin nasıl üretiliyor olduğunu dışarda bırakır ve toplam toplumsal emeğin yarattığı değer'i ülkedeki kişi sayısına göre basit bir matematikle böler. Burada gizlenen, bir ülkede yaratılmış olan değer'ler toplamının oluşturucularının emeği, yani işçi sınıfıdır. “Kişi başına düşen milli gelir” işçi sınıfının yarattığı toplumsal zenginliğin toplumun tüm kesim ve sınıflarına eşit bir biçimde bölünmesi olduğundan, üretenle üretmeyeni, asalak gibi yaşayanlarla emeğini satmak zorunda olanları eşitlediği için gerçek dışıdır. Yanı sıra, toplumsal emeğin oluşturduğu değer'in ölçülemez niteliği her iki kavramsallaştırmayla sanki ölçülüyormuş gibi bir izlenim yaratılmakta ve sağ ve ulusalcı-solcu ideolojilerin ulusalmilli birlik adına emeğin bir neden ve sonuç olduğu yönündeki toplumsallığı perdelenmektedir. Her iki kavramsallaştırmayla emek aklımıza gelmez ve değer'i yaratanın toplumsal emeğimiz olduğunu düşünmeyiz. Değer'i yaratan emek ürünü değil emektir. Emek ürünleri kişilerin çalışma faaliyetinin fetiş ifadesidir. 1 2 . Marx – Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Grundrisse, Kapital I, II, III. 1 3 . “İşçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey!” Engels 1 4 . 20. yüzyılın yeni yeni biçimlenmeye başlayan kapitalizmi mal ve hizmet üretimi arasındaki piyasa eşdeğerliliğinin ne olduğunu, ikisi arasındaki eşdeğerlilik oranının nasıl sağlanabileceğini bilmiyordu. İkisi arasındaki “oran” ne demek bunu bile bilmiyordu. Günümüzde mal ve hizmet üretimi iç içe geçmiş halde. Mal'ın üretimi hizmet üretimi olmaksızın imkânsızdır artık. Ve tersi de doğru, hizmet sektörü ardında belli ölçeklere sahip belli bir sanayi üretimi barındırmıyorsa ayakta duramaz. Hatta öyle ki hizmet üretimi olarak pazarlama, mal'ın üretiminden önce gelmektedir. Sıfır stoklu üretim


geçmişte kaldı. Yerine arzın oluşturulması devasa endüstrisi vardır bugün. Bu anlamda Sanat ve Kültür çağın ebedi iki şeytanıdır. Kapitalizm arzı arzularımızla oynayarak gerçekleştirir. Kendimize ilişkin arzularımızın bilincinden binlerce kat daha farkındalar arzu türlerimizin. Bu tıpkı bir oyun gibi karşılıklı iki tarafın birbirini çekiştirme halidir. Artık üretim belli bir risk oranına sahip olması biçimde değil, arz'ın oluşturulması = üretim, biçiminde yürütülüyor. Arz = üretim'in toplumsal biçimi: tv, çoklu medya ve multimedya teknolojilerinin de aracılığıyla gündelik bilincin içine çok önceden işleniyor. Biz bir şeyi istediğimizde o çoktandır içimize tohumlanmış haldedir bugün. Biz bir şeyi istediğimizde o çoktandır üretilmiş halde. Bankalar Lenin'in “Emperyalizm - Kapitalizmin En Yeni Aşaması” kitabında söz ettiği günümüz kapitalizminin sadece “finansal” sermayesi değil, mal ve hizmet üretiminin iç içe geçmiş ifadesi olarak ne tekelleşmiş ne mali oligarşi olarak, tüm biçim ve kurumsallaşma tarzlarından arınmış halde kendi varoluşlarının cehennemini yaşamaktadırlar. Bu hal, varlığın bulanıklaşmaya başlaması ile ilgili. 21. yüzyıl kapitalizmi mal ve hizmet üretimi arasındaki piyasa eşdeğerliliğinin nasıl sağlanabileceğini şöyle çözdü: İki tür epistemolojiyi birbiri içine geçirerek! Günümüzde ne burjuva bilgi bilimi, ne de proletaryanın bilgi bilimi (Lukács) artık birbirlerinden ayrık ve saf halleriyle yokturlar. Bu özdeşleşmeyi sağlayan tek başına kapitalist üretim örgütlenmesinin biçimi değil, insan'da değer'in uzun erimli tarihsel dönüşümüyle oluşan katmanlaşma benliği ile ilgili. Bu katmanlaşmanın “sır”ı anlaşılmadığı müddetçe hiçbir şey anlayışılamaz. Ez cümle, günümüzde artık proletaryanı mazlum, burjuvazinin onu ezen bakışı yerine asıl doğru bakış şudur ki: ikisi birbirini ezmektedir, ve birbirlerinin cehennemi halindedirler ... 1 5 . Marx - Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı – Sol Yayıncılık 1 6 . Bu konuda kışkırtıcı iki kaynak. “Görümez Komite” ve “Kaldırım Taşlarının Altında Kumsal Var” Sel Yayıncılık, DüşünSel serisi. 1 7 . Bir ayakkabı ustasına sorulan soru ve ayakkabı ustasının verdiği cevap manidar gerçekten: - “Madem 4-5 yıl dayanabilen ayakkabı yapabiliyorsun neden yapmıyorsun?” - “4-5 yılda bir ayakkabı alacak olsan biz nasıl ekmek yiyeceğiz.”! 1 8 . Restoranda çatalını yere düşüren 10 yaşındaki çocuk garsonu azarlarcasına yeni bir çatal getirmesini emreder. Anne durumun hemen farkına varır ve yemek yenildikten sonra oyuna başlar. Çocuğu restoranın alt katına, yemeklerin hazırlandığı bölüme indirir. Aşçı amcayı tanıtır (Selami Amca), garson amcanın (İdris Amca) bunları bize getirdiğini anlatır. Sonra bulaşıkları Baran Abı'nin yıkadığını, aşçı amcaya yarım eden Murat abiyi tanıtır. Az önce azarladığı “garson” amcayı “farklı” bir yönüyle gören Yağmur tüm bu işlerin aynı anda ve daha da önemlisi birileri tarafından gerçekleştiriliyor olduğu gördüğünde emeğe yönelik ilk bakışı gelişir. Tüm bunları ve başka şeyleri insanlar yapmaktadır. Anne-baba eğitimiyle bu yönlerin farkına varmaya başlayan diğer bir çocuk olan Özgür, babasına “Baba suyu kim üretiyor?” diye sorması tesadüf mü? Bir anne çocukları ilgilendiren hemen her konuda duyarlılık halindedir. Pedofili, işçi cinayetleriyle babasız ya da annesiz kalan çocuklar, ülkelerinden göçe zorlanan Kürt, Suriye'li çocuklar, dilenci çocuklar ... Ama aynı anne çocuğuna NIKE ayakkabı alırken o üründeki çocuk emeği sömürüsünü neden göremez? Göremez çünkü bu o anneyle ve annenin samimiyetiyle ilgili bir şey olmaktan çok, emek metada gizlenmiş haldedirde ondan. Emeği gizleyen ürünün metasal bir biçime bütünmüş olmasıdır. NIKE ayakkabıların hemen hepsi Çin ve Afrika ülkelerinde üretilir ve 5-6 yaşındaki çocuklar, herhangi küçücük bir ahlak öğretisine dahi takılmaksızın insafsızca sömürülür. Anne çocuğu ve başka çocuklar ile ilgili her şeyin en güzelini isterken meselenin meta'dan, meta fetişizmin gündelik bilincimizi alıkoyuşundan ve tarumar edişinden yola çıkamaz. Ta ki birisi ona NIKE ayakkabılarının Çin ve Afrika ülkelerindeki küçük çocuklar tarafından üretildiğini anlatana dek ... 1 9 . Dolaylı emek – Maddi olmayan emek – Duygulanımsal emek ... Gerçekten de her hangi bir otomobil üzerinde kaç değişik tür emek var? Örneğin işçi kocasını ertesi güne hazırlama “görev”ini ifşa etmek (bu berbat bir tanımlama) zorunda olan kadın, yemek, çamaşır, çocuk bakımı, temizlik ve diğer işlerin dışında adamla cinsel ilişkiye geçtiğinde adamı ertesi güne hazırlamış olmakla otomobil üzerinde nasıl bir emek (türü) sarfediyordur acaba? Otomobil yapımında bu türden bir emegi kim, nasıl ve neden görebilir, ya da göremez? Bu emek her birimizin hayatında, onu biz bile ortaya koyuyursak görünmezdir. Birer kadın olarak işçi kadınlar ve ev kadınları içinde bulunduğumuz toplumda en görünmezlerimizdir. Ümit Boyner gibi gerçek burjuva kadınlar Twitter üzeriden kadın'ın ekonomik özgürlüğü ile ilgili hunharca şeyler dilerken her akşam kocası Cem'i ertesi güne hazırlama berbat ifşası ile karşı karşıya değildir. Yemek, çamaşır, çocuk bakımı, temizlik ve diğer işler işçi adamın karısı tarafından yapılıyor olduğu için Ümit hanım kocasını ertesi güne hazırlamının yüksek enteresanlığını yaşama keyfine erme ihtiyacı hissetmez. Ümit hanım dolaylı hiçbir emek türünü ortaya koyma ihtiyacını hissetmediği için kendi olumsal varlığıyla yaşadığını düşünüyordur. Burjuva epistemolojisinin doğası budur: Çünkü kocası ertesi güne kendisi dışında hazırdır zaten ve Ümit hanım zorunluluklarının dışında kadınlığını en kusursuz hayiyle büyük ve sanatsal aşklarla yaşar. Ez cümle, kapitalist toplumda İşçi kadınlarla burjuva kadınlar arasında hiçbir ortak istem, ihtiyaç ve söylem yoktur, olamaz. Dolaylı emek maddi olmayan emektir. Diğer yönden de duygulanımsal emektir. Dolaylı ve duygulanımsal emeğin kapitalist ekonomi içindeki rolü son yıllarda olağanüstü önemlileşmiş durumda. Dolaylı emeğin sürekli kadınlar üzerinden yüceltilmesi sermayenin üretkenliğini doğrudan etkileyen bir faktör olmasından dolayıdır. Özellikle ev kadınlarına yapılan özel vurguların, örneğin “Yuvayı dişi kuş yapar”, ya da “Cennet anaların ayakları altındadır”, ya da


son dönemde tv'lerde kadına yönelik şiddetin sloganı olan “Kadını döven adam değilldir” (Burada sözüm ona kadını önemseyen bir şeyler var gibi görünse de hep olduğu gibi “adam” ve “adam olmaktan” söz edildiği için, erkeklerin artık bu denli alçalmış olmasından duyulan rahatsızlık tüm komünizm dışı ideolojilerce gün yüzüne kusuluyor. Sonuçta kadının değil erkeğin yüceltilmesidir bu ve ilgili bakanımızın (BAKANLIĞIN İSMİN VE KADIN BAKANIN İSİMİ?) kadın olması hiçbir şeyi değiştirmemektedir. Kapitalistler bu açıdan kadını “korumak” gibi bir sıkıntının içine yaklaşık 30-40 yıldan beridir girmişlerse bunun öncelikli nedeni kadında simgeleşen emeğe artık eskisine oranla çok daha fazla ihtiyaç duyuyor olduklarındadır. 2 0 . Marx – Grundrisse – Birikim Yayınları 2 1 . Marx – Kapital I. cilt – Yordam Kitap 2 2 . a.g.y 2 3 . Kapitalist toplumda kendiliğinden bilinç: (buna artık gelişigüzel ve alelade bilinç de demeliyiz) sadece meta üretmez, metayla birlikte, metada simgeleşmiş içsel bir mefhum olarak kendi köleliğini, çaresizliğini, çıkışsızlığını, yalnızlığını da üretir. Ama asıl ilginç taraf şudur ki, bunu yaptıkça başkalarının da köleliğini, çaresizliğini, çıkışsızlığını üretir. Yani herkes nasıl ki sadece kendisi ile ilgili sonuçlar üretmiyorsa, sadece kendisine karşı da sorumlu değildir. 2 4 . “Benliksiz tekbenci” ... Kavramsallaştırma Adorno'ya ait. Adorno Kafka eleştirilerinin çoğunluğunda Kafka'nın bu türden bir bilinç türüne sahip olduğunun altını çizer. [Adorno - Minima Moralia - Metis Yayınları] Kafka severlerin hemen hepsinde görebilecek ilginç bir nokta bu gerçekten. Fakat diğer bir yönden meta toplumunun hakim birey tipolojisinin en belirgin özelliklerinden biri olması itibariyle de ilgi çekicidir. 2 5 . a.g.y - Syf: 47 Metis Yayınları


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.