Blog Dergisi Sayi 21

Page 1

blogdergisi Kasım 2011

w w w. b lo g derg i si .co m

Sayı: 21

S06 Kurtarılmayı Bekliyor(uz)! Dosya Konusu: ELMA S10 Elma Olmasaydı Twitter Olur Muydu?

Şehitlerimizin ve Van depreminde hayatını kaybeden vatandaşlarımızın ailelerine başsağlığı ve sabır diliyoruz.

S12 Apple Logosunun Tarihi S22 Elmayla Gelen Ölümsüzlük S36 Bahaeddin Nakıboğlu Röportaj

Turkcell 2011 BÖ! Kayıtları Başladı S05

Sosyal Medyanın Yeni Krizi Onur Air” Oldu S08

Penang, Malezya’nın İncisi S24

Sinema: 2 Ülke 2 Film S44

Mizah: Düz Yazı ve Karikatürler S56


BLOG DERGİSİ

BLOG

Kapak Konusu

DERGİSİ

Genel Yayın Yönetmeni & Grafik Tasarım Yasin YÜKSEL yasin@blogdergisi.com Editör İbrahim MUMCU ibrahim@blogdergisi.com Yazarlar Alp SOLAK alp@blogdergisi.com Aslıhan GÜNDÜZ aslihan@blogdergisi.com Berk YILDIRIM berk@blogdergisi.com Gizem KUZU gizem@blogdergisi.com Hakan KARA hakan@blogdergisi.com İbrahim MUMCU ibrahim@blogdergisi.com Oğuz ASLAN oguz@blogdergisi.com Oğuz AKDENİZ oguz.akdeniz@blogdergisi.com Onur GÜRLEYEN onur.gurleyen@blogdergisi.com Özgür KURU ozgur@blogdergisi.com Rahim AYTUNÇ rahim@blogdergisi.com Seval ÜNVER seval@blogdergisi.com Serap KAZANCI serap@blogdergisi.com Zümra ÇELİK zumra@blogdergisi.com Sosyal Medya Sorumlusu Rahim AYTUNÇ rahim@blogdergisi.com Konuk Blog Yazarı Esat GÜLEN Reklam reklam@blogdergisi.com Kapak Görseli Ahmet COKA cokabook.blogspot.com Dergide yayımlanan yazı, fotoğraf, harita, illüstrasyon ve konuların sorumluluğu yazarına aitir. Blog Dergisi’nde yayımlanan yazıların her hakkı saklıdır. Hiç bir içerik izinsiz kullanılamaz. Blog Dergisi, www.blogdergisi.com üzerinden yayımlanmaktadır. Tüm görüş, öneri ve sorularınız için iletisim@blogdergisi.com adresine e-posta gönderebilirsiniz.

2 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

06

Kurtarılmayı Bekliyor(uz)!

05

BÖ! Kayıtları Başladı

08

Sosyal Medyada Son Kriz: Onur Air


İÇİNDEKİLER Dosya Konusu

10

Elma Olmasaydı, Twitter Olur Muydu

12

Apple Logosunun Tarihi

16

Steve Jobs Stanford Konuşması

20

İyi ve Kötü

22

Elmayla Gelen Ölümsüzlük

36

Röportaj Bahaeddin Nakıboğlu

24

Penang, Malezya’nın İncisi

28

Verus Amor

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 3


BLOG DERGİSİ

30

Tuhaf Bir Aşk

32

Çekinmeyin Gerillayın

34

İnternet Girişimciliği ve Etohum

40

Röportaj Menemen TV

44

Sinema: 2 Ülke 2 Film

50

Müzik Kutusu

52

Moda: Gökten 3 Trend Düşmüş...

56

Düz Yazı ve Karikatürler

4 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


BLOG

>>Blog Ödülleri

Blog Dünyasının Oscar’ı BÖ! Kayıtları Başladı..

Turkcell anasporluğunda gerçekleş‐ tirilecek Turkcell 2011 Blog Ödülleri töreni için blog kayıtları başlamış‐ tır. Blog yazarları tarafından her sene heyecanla beklenen BÖ! töreni bu yıl Aralık ayında düzenlenecek. Siz de blogunuzu kaydederek bu heyecana ortak olabilir, blogunuzu ödüllendirebilirsiniz. Başvuru ve ayrıntılar: blogodulleri.com

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 5


RENGARENK

Görsel: http://www.bgd.org.tr

6 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>İki Durak Arası “Rüzgar” Molası

“Kurtarılmayı bekliyor(uz)!”

Aslıhan GÜNDÜZ aslihangunduz.blogspot.com

Ekim ayı sonlanırken hepimizin dilinin ucunda aynı cümleler yer aldı. Önce şehitlerimiz, ardından Van Depremi… Mutsuzluk sardı her yanımızı, umutsuzluklarımıza saatler sonra enkaz altından çıkan canlı bedenler umut oldu… 1999 Depremi’nde İstanbul’daydım… Hafızamda o kadar netki her şey. Çok korkmuştum, ne oluyor diye sorup dururken; “Deprem oluyor!” demişti babam o an. Deprem mi? O zamana kadar sadece bir sarsıntıdan ibaret olduğu bildiğim şey o gece tüm evleri yıkıp geçmişti. Evet, fena sarsmıştı bizi. Basın her zamanki gibi sürekli aynı haberleri tekrarlamıştı, yardımlar iletilmeye çalışılmıştı… Zaman geçince de ana manşetlerden araya, sonrada hiç yer almamaya başlamıştı acının bıraktığı iz. Bundan olacakki hala planlaşma yapılırken, eksik malzeme, uygunsuz konut dikimi devam etmiş. Binalar yıkılıyor, canlar gidiyor… Ve biz hiç ders almıyoruz. Şimdi yeniden gündeme geldi konu. Üstelik başbakanımız da açıklama getirdi cezaların arttırılacağına dair. İyi de 99’dan bu zamana neden yapılmadı bir şey, ölümlerin olması mı beklenildi acaba? Akıllardan silinmeyen birçok görüntü geldi ekrana. Hafızamdan asla çıkmayacak olan ise Azra Bebek! Kendisi henüz iki aylıkken tanıştı depremle ve iki saat enkaz altında kaldı annesiyle birlikte. Annelik duygusu işte, kızını sarmalamış, siper etmiş kendini. Üstelik enkaz altında bile emzirmiş, şaka gibi değil mi? Hem enkaz altındasınız hem acı çekiyorsunuz hem bir umutla kurtarılmayı bekliyorsunuz hem de bunları bir kenara bırakıp sadece çocuğunuzu kurtarmayı düşünüyorsunuz. İşte bu kişiye anne deniliyor… Azra’nın annesi önce emzirmeyi başarmış kızını ama onunda sütü bitince bu sefer tükürüğü ile beslenmiş bebeğini ve kurtarılmayı beklemiş. Şimdi ikisi de sağlıklı, her şey yolunda. Anne Bebek Dergisi olarak yaptığımız seminerlerde de her zaman söylediğimiz bir şey vardı ya hani hepinizin bildiği olay; ilk 6 ay sadece anne sütü. İşte yine bir mucizeyi gerçekleştirdi anne sütü. Bebeğiniz emdiği sürece lütfen ama lütfen emzirmekten vazgeçmeyin… Gelelim bizlerin yaptıklarına… Milletçe bir şeyler yapabileceğimizi gösterdiğimiz, birbir-

imize kenetlendiğimiz bir aydı aynı zamanda Ekim ayı. 7.2’nin verdiği sarsıntı önce tüm radyo kanallarını bir araya getirdi, ardından da 19 TV kuruluşunu bir araya getirerek aynı anda yayın yaptırdı. 62 Milyon TL para toplandı. Herkes elinden geleni yapmadı, fazlasını yaptı ve millet olduğumuzu, bütün olduğumuzu, doğu-batı ayrımı yapmadığımızı bizler bile bir kez daha iyi anladık. Arta kalanlar: ●Aradan günler geçse bile bir hayat kurtarabilme umudumuz hep var oldu! ●Kumbaralarımızda biriken paralar bile Van’a gönderildi! ●Markalar üstü bir buluşma ile kanallar sorumluluklarını yerine getirdi tabi radyolarda aynı şekilde. ●Yardım konserleri yapıldı! ●Azra Bebek umut ışığı oldu! ●Anne sütünün ve anne olmanın kutsallığı birkez daha gözlerimizi doldurdu. ●Muhammet’in cümlesi kanımızı dondurdu. (Kendisinin evi yıkılmamıştı, bir saatliğine gittiği internet kafede yakalamıştı deprem kendisini. Enkaz altından çıkarıldığında sorduğu tek şey saat kaç oldu, aldığı cevap karşısında eve çok geç kaldım babam çok kızacak dedi Muhammet. Ama ne babası kızabildi ona ne de Muhammet gözlerini açabildi bir daha!) ●Başbakanımız yaptırımı daha kuvvetli cezalar uygulamada yine geç kalmıştı! ●Bizler ucuz yapılarla canımızın pazarlığını yaptığımızı birkez daha anlamış olduk. ●Hala ulaşılamayan köyler olmasına rağmen her şey yolunda diyen bürokratlar oldu. ●Titizlikle yapılan kurtarma çalışmaları her daim umut ışığımız oldu. Acaba “DEPREM ÜLKESİYİZ” diye kurduğumuz cümlemizin doğruluğuna; kaç can daha verdiğimizde, kaç köy yok olduğunda, kaç bina yıkıldığında inanacağız?

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 7


SOSYAL MEDYA

Sosyal Medyada Son Krizin Adı “Onur Air” Oldu Alp SOLAK/ alpsolak.com

Ay ne kadar sosyal biriyim! Sosyal medyada olmak isteyen firmalar, bazen hiç istemedikleri sorunlarla karşı karşılayabiliyor. Bunun son örneğini Facebook’ta beğeni başına depremzedelere ve şehit ailelerine 5 kuruş bağışlayacağını açıklayan “Onur Air” yaşadı. Yurdumuzda son zamanlarda iyice alevlenen terör belası, yitirilen gencecik canların üzerine 23 Kasım 2011 Cuma günü tüm Türkiye’yi derin üzüntüye boğan Van depremini yaşadık. Ancak halkımızın zor günlerde kenetlenmesi ve yardımseverliği az da olsa içimizi ısıttı. Şehitler için milyonlarca insan sokağa dökülüp haykırırken, yüz binlerce insan deprem bölgesine elinden geldiğince yardım etmek için seferber oldu. Türkiye’nin büyük şirketleri ve iş adamları da bu kervana katılarak, deprem bölgesine çeşitli yardımlar yapmaya başladılar. Onur Air’de iyi niyetli olduğunu düşündüğüm bir kampanya yaparak deprem bölgesine yardım yapacağını duyurdu. Kampanyanın kurgusu ise şu şekildeydi: “Facebook sayfamızı like eden her kişi için depremzedelere 5 kuruş bağış yapacağız…” Bağış gibi gönüllülük ilkesiyle yapılması gereken bir insanlık aktivitesini, bir koşula bağlayan bu kampanya doğal olarak çok büyük tepkiler çekti… Sosyal medyadaki yoğun tepkiler üzerine de Onur Air, kampanyasını sonlandırmak durumunda kaldı ve 55 bin TL ve 55 bin TL depremze8 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

delere olmak üzere toplam 150 bin TL bağış yaptığını duyurdu. Bağış dekontlarını da Facebook sayfasından yayınladı.

Sosyal medya mayınlarla dolu bir alandır Türkiye’de hemen herkesin uzman olduğunu iddia etti bir alan olan sosyal medya, markanın müşteri ya da potansiyel müşteriyle birebir yüzleştiği bir alandır. Dolayısıyla burada bir kampanya kurgulamadan önce akla gelen ilk fikri uygulamak yerine oturup enine boyuna düşünmek, araştırmak, yurtdışı örneklere bakmak ve kampanyanın sonunda ne kazanılacağını ortaya koymak gerekmektedir. Bu da gerçekten bu bilgi ve beceri ister. Dolayısıyla gerçek iletişim stratejistleri (ki gerçekten bu işin eğitimi alan, medya dünyasında deneyimli kişilerden bahsediyorum) tuvalette buldukları fikirleri elleri yıkayıp havluyla kuruladıktan sonra uygulamaya koymazlar… Elbette oradayken de fikirler akla gelebilir ancak daha sonra o fikri enine boyuna tartmak ve sonrasında da uygulanabilir ise uygulamak gerekir. Onur Air ya da ajansının en büyük hatası tuvalette bulunduğunu dair derin kuşkular uyandıran bu kampanyanın kurgusunu sorgulamamak ve “hadi yapalım” diye gaza gelmek olmuş.


>>Sosyal Medyanın Son Krizi “Onur Air” Oldu

Like’a göre kampanyalar artık demode

ben de olayım”, “bir şirket kurup firmalara kendimi sosyal medya danışmanı olarak kakalayım”, “2 Facebook kampanyası organize ederim, 2 de hesap yönetirim, ayda en az 10 bin TL fee’yi kaparım” mantığıyla yola çıkarak iş yapmaya çalıştığı için, çoğu şirket sosyal medyada olarak yarar değil, zarar görüyor. Bunun son örneği de rekabette olduğu için mutlu olduğum Onur Air oldu maalesef…

Facebook’un ve diğer sosyal medya sitelerinin hızlı popülerleşmesi ve bu alanda iletişim yapılabileceğinin anlaşılarak sosyal medya üzerine iletişim stratejilerinin kurulması çok kısa geçmişi olan bir olgu… Buna rağmen bu tarz mecralarda 1-2 ay bile uzun bir zaman olarak değerlendirilebilir. Dolayısıyla bu mecraların ilk kullanılmasıyla ortaya çıkan “like” sayısını artırma amacından başka bir cinlik taşımayan kampanyalar artık demode sayılıyor. Zaten Facebook bu tarz cinliklerle “like” üzerine kampanya yapmaya karşı. Kısa sürede sayfanızdaki anormal artışı fark ediyor ve size bir mail gönderip “Hop kardeşim sen benim sistemim üzerinden bir hediye ya da başka bir şey vereceğini açıklayıp sayfana ziyaretçi toplayamazsın bunun için ya ayrı bir aplikasyon yaz kullan ya da Facebook reklamlarını değerlendir” diyor. Kampanyayı bitirmezsen de sayfanı kapatacağını söylüyor. Dolayısıyla bu kampanyayı Onur Air sonlandırmasa bile Facebook bence birkaç gün içinde sonlandırırdı.

Hatalar yapılır, önemli olan ders çıkarmak Bizim toplumuzda maalesef bir linç kültürü var. Tamam, Onur Air son derece yanlış bir kurguyla bir kampanya düzenledi. Sonrasında direkt olarak hatasını kabul etmedi ve yanlış bir mesajla kampanyayı durdurduğunu duyurdu ve gözümüze sokar gibi dekontları yayınladı ama yine de Onur Air, bizimdir ve bu ülke insanına ekmek kapısı olmaktadır. Rekabete katkı sağlayarak daha ucuza seyahat etmemizi sağlayan şirketlerden biridir. Hatasını söyleyeceğiz, tepkimizi koyacağız ama markayı da yerin dibine sokmanın alemi yok. Ben kendi adıma Onur Air’den, ne de halkın sağlığına zararı olmayan ve günlük hayatını ilgilendirmeyen bu durum için özür bekliyorum. Hatadan ders çıkarılıp bir daha tekrarlanmazsa bu bana yeter. Bu dünyada Önce etik olacaksın hata yapmayan, yanlışı olmayan var mı? Ayrıca yaİletişim eğitimi almayan insanlar “etik” kavramını pılan her yanlış bu işin gelişmesine ve bir daha bilseler de içini dolduramazlar. Çünkü etik önemli tekrarlanmamasına da vesile oluyor, bunu da bir derstir ve bu sırf bunun için yazılmış koca koca unutmamak gerek… Gerçi bu ülkede herkes soskitaplar vardır. Ancak günümüzde sosyal medyayal medya uzmanı ya neyse… nın trendi olmasıyla birlikte herkes “bu mecrada

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 9


SOSYAL MEDYA

Elma olmasaydı, Twitter olur muydu? Alp SOLAK/ alpsolak.com

Dergimizin bu sayısında özel bir yer ayırdığımız Apple’ın efsane CEO’su Steve Jobs, icat ettiği cihazlarla sosyal medyayı bugünkü gücüne ulaştıran kişilerin başında geliyor. Geçtiğimiz ay uzun yıllardır boğuştuğu pankreas kanseri nedeniyle yaşamını yitiren Apple’ın CEO’su Steve Jobs’un dahi zekâsından çıkan teknoloji harikası cihazlar, sosyal medyayı her an her yerden erişilebilir ve bilgisayarla aynı kalitede kullanılabilir hale getirdi. Bugün Twitter, Facebook gibi sosyal ağlar bu kadar etkin kullanılıyorsa, bunda iPod Touch, iPhone ve iPad gibi mobil cihazların etkisi yadsınamaz bir gerçek. Zaten kimsenin de bunu garipsediğini sanmıyorum… Üstat Steve hakkında zaten bir ton yazı yazıldı, Türkiye’de konuşmayan, taziye bildirmeyen kalmadı… Ben bu yazıda Steve Jobs “şöyleydi, böyleydi” gibi yorumlardan çok, Steve Jobs harika oyuncaklarıyla kullanılabilen ve sosyal medyaya erişmemizi sağlayan uygulamaların bir kaçından bahsedeceğim. Söylemesi bizden, merak edip ne olduğunu ve nereden indirileceğini bulmak sizden, malum o kadar yerimiz yok!

10 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Elma Olmasaydı, Twitter Olur Muydu?

Bakın bakalım ben neredeyim! Bir cep telefonunun içine GPS çipi koyarsanız, cep telefonunu dünyanın neresinde olsun yerinizi tespit eden bir aygıt haline getirirsiniz. Bu da lokasyon bazlı pek çok uygulamanın hayata geçmesini sağlar. Tıpkı Foursquare gibi. Bu uygulama ile nerede olduğunuzu fotoğraflı ya da fotoğrafsız arkadaşlarınıza bildirebilir, mekânlar hakkında yorum yapabilir ve çevrede ne var ne yok anında öğrenebilirsiniz. Foursquare’den başka lokasyon bazlı neler mi var: Bliin, Brightkite, byNotes, CityWatch, iCloseBy WiFi, Limbo, Loopt, MarcoPolo, Moximity, Nicado Locate, nrme, Puppyo!, Spidr, Twinkle, Whos, Whrrl…

Ben konuşmayı değil, yazmayı severim Cep telefonu icat oldu, konuşmak yerine mesajlaşmak bir kısım insan için daha cazip oldu. Ama ben her zaman mesaj yazmaya üşenirim. Birine bir şey diyeceksem ya ararım ya mail atarım ya da tekrar karşıma çıkmasını beklerim. Bekleyemenlere öncelikle hepimiz bildiği Whatsup Messenger’ı öneririm. Onun dışında bunlar da var, bir “Apple Store” araması yapıp bakabilirsiniz. AIM, fring, IRChon, MobileLinkedIM, Nimbuzz, Palringo, Papaya Game Edition, QQ, Truphone, iPod Touches…

Haydi güzelim, sosyalleşelim Yazının başında demiştim, sosyal medyayı sosyal medya yapan Steve Jobs’un harika oyuncaklarıdır diye… O zaman son olarak gelin sosyal medya uygulamalarına değinelim. Sosyal medya diyince elbette ilk olarak Facebook uygulaması akla gelir. iPhone’u olup da Facebook uygulaması olmayan görmedim zaten… Onun dışında elbette Twitter ve LinkedIn başarılı sosyal ağ uygulamaları. Diğerlerini ise şu şekilde sayabilirim: Bluepulse, Geeks, MySpace Mobile, Netlog, Xing… Bir dahaki yazıda buluşmak üzere, sağlıcakla kalın, sevgisiz ve elmasız kalmayın…

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 11


RENGARENK

Seval ÜNVER / sevalunver.com

12 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Apple Logosunun Tarihi

Apple ismini nasıl aldı, Apple o logoya nasıl sahip oldu?

1976'da Steve Jobs yaz boyunca bir elma çiftliğinde çalışmıştı, ayrıca Beatles’in plak şirketine hayrandı. O zamanlar elmaların en mükemmel meyve olduğuna inanıyordu. Firmanın üç kurucu ortağı Steve Jobs, Steve Wozniak ve Ronald Wayne yeni firmaları için isim ararken, gün sonuna kadar Apple’dan daha iyi bir isim bulamazlarsa firmaya Apple ismini koymaya karar verdiler. Ve daha iyi bir isim bulamadılar. Böylece 1 Nisan 1976'da “Apple Computer” doğdu. İsim bulunmuştu ama bir de logoya ihtiyaç vardı. Apple’ın ilk logosu Jobs ve Wayne tarafından tasarlandı: Isaac Newton’un bir Elma ağacı altında oturduğunu gösteren bir çizim ve tantanalı bir “Apple Computer Co” yazısı… Bu logoya “Newton Tepesi” adını verdiler.

leri öylesine dizmiş. Sonuçta renkli Apple logosu ortaya çıkmış. Bu logoya “Gökkuşağı Logosu” adını verdiler. 1998′de Steve Jobs’un Apple’a geri dönmesiyle logo eski hatlarına sadık kalınarak bir kez daha değişime uğramış ve tek renkli bir hale dönüştürülmüş. 1998′den bu yana Apple logosu tek renge dönüştürülmekle birlikte ürün çeşitliliğine göre farklı renklerde ve stillerde de kullanılıyor. Renkli logodan vazgeçilmesinin nedeni ise logonun metal tonlarının arasında hoş görünmemesiydi. Metal tonlarına daha yakışan renkler seçerek Apple kendi tarzını yarattı.

Rob Janoff ile Apple logosu üzerine yapılmış bir söyJobs, daha sade bir logolarının olmasını istiyordu. İlk leşiye buradan** ulaşabilirsiniz. logo sadece 1 yıl kullanıldı. 1979 yılının sonlarına doğru Steve Jobs logoyu değiştirmeye karar verdi. Steve Jobs'un 5 Ekim 2011'de ölümüyle Apple logoİkinci logo için Regis McKenna reklamcılıktan Rob Ja- sunu Apple hayranları yeni bir tarza soktular. Elmadaki noff*‘tan yardım aldılar. ısırık yerine Jobs'un profilden görüntüsünü koydular. Bu logoyu ilk tasarlayan kişi ise Hong Kong'daki bir Rob Janoff, Steve Jobs ile ilk kez Regis McKenna’da ça- üniversite öğrencisi: Jonathan Mak. Yaptığı logo o lışıyorken tanışmıştı. Rob Janoff ilham için, markete kadar tutuldu ki, bütün internette hızla yayıldı. Bu bagidip bir çanta elma almış ve bunları dilimlemiş. Saat- şarılı logo için biz de kendisini tebrik ediyoruz. lerce onlara bakmış. Sonuç tek renkli 2-boyutlu bir elma olmuş fakat çizim bu sefer de portakala benzi- Steve Jobs'suz Apple nasıl olacak henüz kimse bilmiyormuş. Elmaya daha çok benzetmek için logoyu sağ yor. Jobs'un ölümü sadece Apple için değil, tüm dünya taraftan sağlıklı bir şekilde ısırılmış bir elmaya dönüş- için büyük bir kayıptır. Kendisini rahmetle anıyor, yatürmüş. Jobs fikri sevmiş, ancak daha renkli olmasını kınlarına başlığı diliyoruz. istemiş. Janoff’un patronu bu fikre katılmamış ancak Jobs, firmayı insancıllaştırmak için rengin anahtar ol- * http://www.robjanoff.com/ duğunu söylemiş. Janoff, prizmayı düşünmeden, renk- ** http://www.robjanoff.com/interview.mp3 www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 13


RENGARENK

14 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Steve Jobs

Bazen bakıp gördüğümüz sonra da yaşantımızda kullanılır hale getirdiğimiz şeyler bütününde değerli imzaları olan ya da değerliler arasından daha çabuk sıyrılanlar olur. Onlar ya da O tam olarak nasıl ifade etmek gerekirse gerçekten kıskandıran zekâlarıyla birçoğumuzda hayat bulur. Etten ve kemikten bir bütün olarak karşımızda olma şartlarını yerine getiremeseler de yaptıklarıyla unutulmaları mümkün değildir. Steve Jobs, kendini eleştirebilen yönü, tasarım ile zarafeti birleştirebilmesiyle ün salmış son zamanların en başarılı iş adamlarındandır. Dolayısıyla adının duyulmaya başladığı ilk andan vefatına kadar geçen sürede sevenlerinin yeniliklerini takip ettiği mükemmeldir. Artık aramızda olmayacağı gerçeği 5 Ekim 2011 tarihinden bu yana tüm dünya ile paylaşılmış olsa da eminim ki önceden tasarladığı dâhiyane fikirleri bizimle hayat bulmasına devam edecektir…

You can’t connect the dots looking forward; you can only connect them looking backwards. So you have to trust that the dots will somehow connect in your future. You have to trust in something — your gut, destiny, life, karma, whatever. This approach has never let me down, and it has made all the difference in my life. İleriye doğru bakarken değil, sadece geriye doğru bakarken noktaları birleştirebilirsiniz. Noktaların gelecekte bir şekilde birleşeceğine güvenmeniz gerekiyor. Bir şeylere güvenin, cesaretinize, kaderinize, hayatınıza, karma’nıza ya da her neyse. Bu yaklaşım beni hiçbir zaman hayal kırıklığına uğratmadı ve tüm hayatımı değiştirdi.

Serap KAZANCI tuykalem.org

www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 15


RENGARENK

Steve Jobs’ın Ünlü Stanford Konuşması? Çeviri Pelin Hazar tarafından yapılmış. Steve Jobs’ın “Aç Kal Budala Kal” başlığıyla ün yapmış konuşması : Bugün burada, dünyanın en iyi üniversitelerinden birinin diploma töreninde sizlerle birlikte olmaktan onur duyuyorum. Ben üniversiteden mezun olmadım. Gerçeği söylemek gerekirse, üniversite mezuniyetine en yakın olduğum an, şu andır. Bugün size kendi yaşamımdan üç öykü anlatmak istiyorum. Tüm konuşmam, bu üç öyküden oluşacak. Yalnızca üç öykü… Fazla bir şey anlatacak değilim…

paranın hemen hemen tümünü benim üniversite öğrenimim için harcıyorlardı. Altı ay sonra, kara kara düşünmeye başladım ve “Bu işin böyle gideceği yok” dedim kendi kendime. Birşeyler yapmalıydım ama, ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Yaşamımı nereye yönelteceğim ve bu yolda üniversitenin bana nasıl yardımcı olabileceği konusunda hiçbir fikrim yoktu. Burada, annem ve babamın yaşamları boyunca biriktirdikleri tüm parayı harcıyordum. Buna hakkım da yoktu.

Birinci öyküm, “noktaları birleştirmek” konusundadır: Altı ay okuduktan sonra Reed Üniversitesi’ni bıraktım. Fakat gerçek anlamda bırakmadan önce, onsekiz ay kadar daha gidip gelmeye devam ettim. Peki sonra neden yarıda bıraktım bu üniversiteyi? Aslında herşey, ben doğmadan önce başlamıştı. Biyolojik annem, açıkca söyleyeyim, yani beni dünyaya getiren annem, evlenmemiş genç ve güzel bir doktora öğrencisiydi. “İstenmeden dünyaya gelen” bebeğini evlatlık vermekten başka bir çaresi yoktu. Ancak bir koşulu vardı: Beni evlatlık olarak almak isteyen ailenin, kesinlikle üniversite mezunu olmasını istiyordu. İstediği gibi bir aileyi, ben doğmadan once bulmuştu. Bir avukat ve eşiyle anlaşmış, doğar doğmaz beni evlatlık olarak onların alması için herşeyi önceden ayarlamıştı. Fakat annem, bir konuyu hesap etmemişti. Onların aslında, bir kız bebek istediklerini galiba pek anlamamıştı. Bu yüzden, bekleme listesindeki ailem gece yarısı telefonda “Bir erkek bebeğimiz oldu; onu almak ister misiniz?” diye soran bir sesle karşılaşınca, biraz burukca bir “Elbette” yanıtı verdiler. Biyolojik annem sonradan, yeni annemin hiçbir zaman üniversiteden, yeni babamın ise liseden mezun olmadıklarını öğrendi. Evlatlık verme işlemiyle ilgili yasal kağıtların sonuncusunu imzalamayı bu nedenle reddetti. Fakat yeni ailem, beni kesinlikle üniversiteye gönderecekleri konusunda kesin söz verince, annemi yumuşatabildi. O günden onyedi yıl sonra üniversiteye başladım. Fakat tuttum, saf saf, burası gibi, Stanford Üniversitesi gibi, pahalı bir üniversiteye girdim. İkisi de çalışan kişiler olan, yani işçi sınıfından olan, annem ve babam, ellerine avuçlarına geçen

16 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

Bu düşünceler altında üniversiteden ayrılmaya karar verdim. Üniversite öğrenimi yapılmadan da yaşamda başarılı olunabileceğine kendimi inandırmaya çalıştım. Ve bunda başarılı da oldum. Kendimi buna inandırabildim. Bu kararım o zaman oldukça korkutucuydu ama… Şimdi bakıyorum da, yaşamımda verdiğim galiba en iyi kararlardan biriydi, o kararım. Üniversiteden ayrıldığım an, beni hiç ilgilendirmeyen zorunlu dersleri almaktan kurtuldum ve ilgimi çeken derslere girmeye başladım. Bu durum, kararımın güzel yönüydü ama, bir de güzel olmayan yönü vardı kararımın. Örneğin, öğrenci yurdundaki rahat yaşamımdan yoksun kalmıştım. Artık kendime ait bir odam yoktu öğrenci yurdunda. Arkadaşlarımın odasında yerde uyuyordum. Depozitolu beş adet kola şişesini götürüp, karşılığında yiyecek birşeyler alıyordum, y e m e k


>>Steve Jobs’ın Ünlü Stanford Konuşması

sorunumu böyle geçiştirmeye çalışıyordum. Pazar günleri Hare Krishna Tapınağı’nda bedava ve üstelik güzel yemek veriliyordu. Haftada bir kez olsun güzel bir yemek yiyebilmek için, yaklaşık oniki kilometre uzaklıktaki o tapınağa yürüyerek gidiyor, oradan yürüyerek dönüyordum. Bu durum o günler pek hoşuma gidiyor değildi ama, ilgimi çeken konular uğrunda tüm bunlara katlanmamın, yaşamımın ilerideki yıllarında benim için ne denli yararlı olduğunu gördüm. Bakınız, bir örnek vereyim size: O yıllarda Reed Üniversitesi, ülkedeki belki de en iyi kaligrafi (yazı sanatı) eğitimini veriyordu. Üniversite yerleşkesinin hemen her yeri, güzel yazılarla yazılmış duyurular, dolapların, çekmecelerin üzerindeki çıkartmalar, güzel el yazılarıyla süslenmişti. Normal öğrenimimi bıraktığımdan ve zorunlu derslerle artık bir işim olmadığından, kaligrafi derslerine girmeye karar verdim. “Serif”ve “Sans Serif” yazı biçimlerini, farklı harf grupları arasındaki değişen boşluk ölçülerini ve iyi bir “yazı dizimi”nin nasıl olması gerektiğini öğrendim bu derslerde. Bu öğrendiklerimin hiçbirinin aslında, yaşamımda bana bir yararı dokunabileceğini sanmıyordum. Ancak on yıl sonra, ilk Macintosh bilgisayarını tasarlarken, o derslerde öğrendiklerimi Mac’in tasarımında kullanmayı denedim. Başarılı bir çalışma yaptım ve… Sanatsal ve güzel görünümlü yazılar yazılabilen ilk bilgisayarı oluşturabildim. Üniversitede o ‘güzel yazı’ derslerine girmeseydim, bugün Macintosh bilgisayarındaki o çeşitli ve sanatsal yazı biçimleri ve araları “özel boşluk”lu yazı karakterleri olmayacaktı. Windows da Mac’i kopyaladığından, bu sanatsal yazı biçimleri büyük bir olasılıkla bugün hiçbir bilgisayarda bulunmayacaktı. Kişisel

bilgisayarlardaki bu olanaklardan yararlanan tüm kullanıcılar adına tüm

içtenliğimle söyleyeyim ki, normal üniversite öğrenimimi iyi ki yarıda bırakmışım ve… Beni hiç mi ama hiç mi ilgilendirmeyen birtakım derslere girerek zamanımı boşuna harcamaktansa, iyi ki ilgimi çeken “güzel yazı” deslerine girmişim. Üniversite öğrencisi olduğum günlerde ileriye baktığımda, bu “noktaları birleştirmek” elbette olanaksızdı. Fakat şimdi, on yıl sonrasından başımı çevirip geriye baktığımda, bu noktaların çok uyumlu bir biçimde birleştirildiklerini pırıl pırıl bir açıklıkla görebiliyorum. İleriye bakarak, yaşamınızın noktalarını birleştiremezsiniz. O noktaları ancak, geriye baktığınızda birleştirebilirsiniz. Bu yüzden, noktaların gelecekte bir biçimde birleşeceğine inanmanız şimdiden gerekir. Bir şeylere inanmak, güvenmek zorundasınız. Kadere, yaşama, karma öğretime, neye olursa, bir şeye kesinlikle inanmalısınız. Bu yaklaşımım beni hiçbir zaman düş kırıklığına uğratmadı; yaşamımdaki tüm farklılıklar, bu inançlarım nedeniyle gerçekleşti. İkinci öyküm, sevmek ve kaybetmekle ilgili. Ne yapmayı sevdiğimin ayırdına erken yaşlarda varabildiğim için şanslıydım. Woz ve ben bizim garajda Apple’ı kurduğumuzda, 20 yaşındaydık. Çok çalıştık ve on yılda Apple’ı nereden nereye getirdiğimizi siz de biliyorsunuz: Garajdaki o iki kişiden, 4000’in üstünde çalışanı ve yıllık iki milyar dolar cirosu olan dev bir şirkete dönüştü, Apple. En iyi tasarımımız Macintosh’u piyasaya sürdükten bir yıl sonra, işten atıldım. Otuz yaşımdaydım. Sorun şimdi bana: “Kendi kurduğunuz bir şirketten nasıl çıkarılabilirsiniz?” Bu sorunun yanıtı, Apple şirketinin giderek büyümüş olmasında yatıyor. Şirketimiz büyüdükçe, benimle birlikte yönetmesi için işe son derece yetenekli olduğuna inandığım işletmeci almıştık. İlk bir, birbuçuk yıl işler iyi gidiyordu. Ancak işe kendi aldığım bu işletmeciyle giderek, gelecekle ilgili görüşlerimiz farklılaşmaya başladı. Ve bir gün, büyük bir tartışma yaşadık. Aramızdaki anlaşmazlığı yönetim kurulumuza götürdük. Yönetim kurulu onun yanında yer aldı, onu haklı buldu. Ve, kendi kurduğum şirketimden atıldım. Otuz yaşımdaydım ve yaşamımın merkezini oluşturan işimin dışında bırakılmıştım. Çok berbat bir duyguydu bu. Ne yapmam gerektiğine birkaç ay karar veremedim. Sanki bir önceki kuşağın girişimcilerine kötü örnek olmuşum, onları düş kırıklığına uğratmışım gibi bir duygu kapladı içimi. Elime geçirdiğim orkestra şefi değneğini düşürmüşüm gibi geliyordu bana. David Packard ve Bob

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 17


RENGARENK

Noyce ile görüştüm, işleri yüzüme gözüme bulaştırdığım için onlardan özür dilemeye çalıştım. Tam bir başarısızlık örneğiydim. Evimi başka bir semte taşımayı bile düşündüm. Fakat giderek, bir şeyler yavaş yavaş kafama dank etmeye başlıyordu. Kapı dışarı da edilmiş olsam, ben yine de eskisi gibi seviyordum işimi. Apple’dan kapı dışarı edilmiş olmam, bu sevgide en küçük bir azalmaya yol açmamıştı. Beni işim reddetmiş değildi ki… İşimin şimdiki başındaki kişiler reddetmişlerdi beni. İşime olan her zamanki sevgim yine sürüyordu. Bu gerçekle yüzyüze geldiğim an, karar verdim: “Yeniden başlayacağım” dedim. O günlerde pek ayırdına varamamıştım ama… Şimdi çok iyi görebiliyorum: Apple’dan çıkarılmam meğer, yaşamımda başıma gelebilecek en iyi olaymış. Başarılı olmanın ağırlığının yerini şimdi, işe yeni başlayan birinin taptaze heyecanı ve o heyecanının kişiyi göklere uçuran hafifliği almıştı. Bu duygu bana, yaşamımın yaratıcı dönemlerinden birine girme özgürlüğü vermişti. Sonra neler yaptığımı da anlatayım: O günleri izleyen beş yıl içinde, Next ve Pixar adlı iki şirket kurdum.

Daha sonra, ileride eşim olan mükemmel bir kadına âşık oldum. Pixar dünyanın ilk bilgisayar animasyonlu filmini üretti. Dünyanın en başarılı animasyon stüdyosunun sahibidir şimdi bu şirketim. Olaylar gelişti, gelişti ve… Apple Şirketi, benim Next Şirketimi satın aldı. Dolayısıyla ben de, ilk göz ağrım olan Apple’a dönmüş oldum. Next’de geliştirdiğimiz teknoloji, Apple’ın şu andaki değişiminin belkemiğini oluşturuyor. Apple bugün, bu sağlam belkemiğinin varlığı nedeniyle dimdik ayaktadır. Apple’dan kovulmasaydım bunların hiçbiri gerçekleşmezdi diye düşünüyorum. Tadı acı olan bir ilaçtır bu; fakat bence hastanın acı da olsa bu ilaca gereksinimi vardı; bu ilacı alması gerekiyordu. Kimi zaman yaşam bize tüm zorluklarını sunar. İşte o an yapmamız gereken tek şey, inancımızı kaybetmemektir. Yaşamımda beni ileriye götüren tek şey, yaptığım işe olan aşkımdır. Bundan hiçbir zaman kuşkum olmadı.“Yaşamınızda, neyi sevdiğinize ve kimi sevdiğinize iyi karar verin. Çünkü yaşamınızın ekseni, sevdiğiniz kişiyle, sevdiğiniz işinizdir. İşiniz, yaşamınızın büyük bir zaman bölümünü alacaktır. O nedenle, yaşamınızın tadını alabilmenizin tek yolu, işinizi sevmenizdir. İşinizi sevebilmenizin tek yolu ise, onun güzel ve yararlı bir iş olduğuna inanmanızdır. Güzel ve yararlı olduğuna inandığınız bir işi yaptıkça, o işinizi giderek daha çok, daha çok seveceksiniz. Henüz bulamadıysanız böyle bir iş, yılmayın, aramaya devam edin. Hangi yaşınızda olursa olsun, yüreğinizin sevdiği ve “İşte, bu!” dediği kişiyi sonunda bulabileceğiniz gibi, seveceğiniz işinizi de günün birinde kesinlikle bulacaksınız. Yeter ki aramaktan vazgeçmeyin o işi… Göreceksiniz, sonunda bulacaksınız onu da… Sonuncusu ise ölümle ilgili… Kimin söylediğini bilmiyorum ama, 17 yaşımdayken okuduğum şu sözü, yaşamım süresince hiç unutmadım: “Eğer her günü, o gün yaşamının son günüymüş gibi yaşarsan, bir gün kesinlikle doğruyu yapmış olacaksın.” Bu söz beni öylesine etkiledi ki, o günden buyana geçen otuzüç yılda her sabah aynaya bakar ve kendime sorarım: “Bugün yaşamımın son günü olsaydı, gün boyu yapacaklarımı gerçekten yapmış olmak ister miydim acaba?” Bu soruma “Hayır” yanıtlarım arttıkça, bir şeyleri değiştirmem gerektiğinin ayırdına varırım ve yaptıklarımı ciddi bir biçimde denetleyerek, tek tek gözden geçiririm. Eninde sonunda öleceğimi düşünmek, yaşamda büyük

18 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Steve Jobs’ın Ünlü Stanford Konuşması

seçimler yapmama yardımcı olan en önemli etkendir. Çünkü yaşadığımız dünyaya ait tüm beklentilerimiz, gurur, kibir, her türlü sıkıntı, başarı, başarısızlık gibi “bu dünyanın sözüm ona önemli işleri”, ölüm söz konusu olduğunda bir anda tüm önemlerini yitiriyorlar, sözcüğün tam anlamıyla kocaman bir “HİÇ” oluveriyorlar. Bir gün öleceğimizi unutmamak, kaybedeceğimiz bir şeylerin olduğunu düşünme tuzağından kurtulabilmemiz bildiğim en gerçekçi yöntemdir. Yaşamınızda, yüreğinizin götürdüğü yere gitmemeniz, yüreğinizin sesini dinlememeniz için hiçbir nedeniniz yoktur. O nedenle, korkmayın kulak vermekten, yüreğinizin sesine… Yaklaşık bir yıl önce bana kanser teşhisi konuldu. Sabah yedibuçukta hastaneye gitmiştim; pankreasımda bir ur saptandı. Pankreasın ne demek olduğunu bilmiyordum bile… Doktorlar bana, pankreas kanserinin tedavisinin olanaksız olduğunu söylediler ve en fazla altı ay ömrümün kaldığını açıkladılar. Tatsız ama, doktorum bu gerçeği açıklamak zorundaydı bana. Ölümle karşılaşmadan, ona hazırlıklı olmam gerekiyordu. Evimi, işlerimi bir düzene sokmam gerekiyordu. Düşünün, önünüzdeki on yıl boyunca çocuklarınıza anlatmayı düşündüğünüz herşeyi, onlara birkaç ayda anlatmak zorundaydınız artık. Yaşamınıza veda etmeden önce, ailenizin yaşamının sorunsuz sürebilmesi için geride her şeyi onlara düzgün bir biçimde bırakmak zorundaydınız. Altı aylık bir ömrümün kaldığı haberi, benim için o altı aylık sürede tüm bu sorumluluklarımı yerine getirmiş olmam anlamı taşıyordu. O gün akşama değin, o teşhisle yaşadım. Akşam biyopsi yapıldı, boğazımdan mideme ve bağırsaklarıma endoskop sokup, iğneyle pankreasımdaki urdan birkaç hücre aldılar. Ben uyutulmuştum, hiçbir şeyin ayırdında değildim. Uyandığımda eşim, bana verebileceği en güzel haberi verdi: Doktorlar, hücreleri mikroskopta inceledikten sonra, hastalığımın pankreas kanseri türleri arasında tedavi edilebilecek nadir türlerden olduğunu anlamışlar ve o an, görmeliymişim onları, çocuklar gibi sevinmişler. Bir gün sonra ameliyat oldum. Şimdi ise, iyi bakın, iyi görün beni… Bakın, demir gibiyim… Doktorumun bana pankreas kanseri olduğumu söylediği işte o an ilk kez yüzyüze geldim ölümle. Umarım o anı, önümdeki 20-30 yıl boyunca bir daha yaşamam. Fakat ölümle yüzyüze gelme anını yaşamış bir kişi olarak size şunu kesinlikle söyleyebilirim: Kimse ölmek istemez. Cennete gideceklerinden emin olan kişiler bile istemezler ölmeyi… Ancak ölüm, hepimizin paylaştığı bir “ortak

nokta”dır. Hiçbirimiz kaçamamışızdır ölümden. Zaten olması gereken de budur. Ölüm, yaşamın tek “en iyi icadı”dır. Yaşamın tek ve gerçek “değişim aracı”dır. Yeniye yer açmak için eskinin ortadan kaldırılması gerekir. Şu anda yeni olan sizsiniz, ancak çok da uzak olmayan bir gün, “eski olan” da siz olacaksınız ve siz de silineceksiniz yaşam sahnesinden. Böyle üzücü ve hatta ürkütücü bir konudan söz ettiğim için üzgünüm ama… Bunların tümü gerçektir. Zamanınız sınırlı. O sınırlı zamanınızı, başkasının yaşamını yaşayarak harcamayın. Başka kişilerin düşüncelerinin sonuçlarıyla yaşanan yaşam, dogmaların tuzağına düşmek demektir. Başka kişilerin düşüncelerinin gürültüsü, içinizdeki kendi sesinizi bastırmasın. Daha da önemlisi, yüreğinizin ve sezgilerinizin peşinden gidebileceğiniz denli bir cesarete sahip olun. Sizin gerçekten ne olmak istediğinizi ve nereye gitmek istediğinizi, en iyi onlar biliyorlar çünkü… Yüreğiniz ve sezgileriniz… Onlara inanın, onlara güvenin… “Gençliğimde, “Dünya Kataloğu” adlı bizim kuşağın başvuru kitaplarından biri olan güzel bir yayın vardı. Stewart Brand adlı bir kişi çıkarıyordu bunu. 1960’ların sonuydu, bilgisayarlardan ve masaüstü yayıncılıktan önceydi. İdealist bir yayındı, çok güzel bilgilerle, öğretilerle, kavramlarla doluydu. Stewart ve arkadaşları, bu “Dünya Kataloğu” adlı yayınlarını ancak birkaç sayı çıkartabildiler. 1970’in ortasıydı. O yıl ben, sizin şimdi olduğunuz yaştaydım. ‘Dünya Kataloğu’ kapanmadan önceki son sayısının arka kapağında, ilginç bir fotograf yayımlamıştı. Sabahın erken saatlerinde çekilmiş, uzayıp giden bir yolun fotoğrafıydı bu. Altında da şunlar yazıyordu: “Sizi aç kalmanız rahatsız etmiyorsa, aptal kalmanız da rahatsız etmeyecektir.” Onların veda mesajı buydu. “Sizi aç kalmanız rahatsız etmiyorsa, aptal kalmanız da rahatsız etmeyecektir.” Bu sözü kendime, kendim için çok kez söylemişimdir. Şimdi ise, birazdan diplomalarını alıp, yaşama ilk adımlarınızı atacak olan size, sizin için söylüyorum: “Sizi aç kalmanız rahatsız etmiyorsa, aptal kalmanız da rahatsız etmeyecektir.” Hepinize çok teşekkürler. STEVE JOBS

Haber: Seval ÜNVER / sevalunver.com www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 19


BLOG

Özgür KURU / ozgurkuru.net

İyi ve Kötü

B

u ayki yazımda size blog dünyasından birini tanıtacağım. Pek tanınan bir isim değil, bildiğimiz şekilde blog tutan bir insan da değil kendisi. Fakat bahsedeceğim kişi, blog yazarlarının ne yazık ki yapamadığı bir şeyi yapıp yazıları ile büyük ilgi/tepki toplamış bir insan. Genelde herkes blog yazarken, insanlarla bir şeyler paylaşmayı tercih edera ve toplumsal olaylara hep duyarlıdır. Ama ne yazık ki Elena Filatova kadar değil. Elana’nın yazıları ile tanışmam çok ilginçtir. Kendisi tam bir Kawasaki ve hatta Ninja(Kawasaki’nin SuperSport sınıfı motorlarının kod adı) hastası olan ve yazılarında bahsettiği geziyi de sahip olduğu Ninja 1000cc gücünde motoru ile yapan bir Ukraynalı. Elana’yı farklı kılansa Chernobyl felaketinden sonra “Ölü Bölge” olarak nitelendirilen ve insan hayatının olmadığı ölü şehir ve kasabaları geziyor olması. Yaptığı geziler hakkında çok bir şey söylemeyeceğim. www.elenafilatova.com adresinden resimlerle güçlendirilmiş yazılarını okumanızı şiddetle öneririm.

20 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

Elana’nın yaptığı geziler bana göre zamanda yolculuk. Neredeyse 30 yıl geçmişe gidiyor. Yaklaşık olarak yarım milyona yakın insanı etkileyen bir olayı ve hala devam eden etkilerini anlatarak bence büyük bir iş yapmış. Günümüzde insanların teknoloji kahramanlarının peşinden koşturduğu dakikalarda, Elena motosikletine atlayıp radyasyonun merkezine teknolojinin aslında nasıl bir şey olduğunu göstermek üzere - yolculuk yapabilecek kadar cesur bir kadın.


>>İyi ve Kötü

Yan sayfada görmüş olduğunuz iki elma da teknolojinin ürünü. Biri dünyayı kasıp kavuran Apple firmasının logosu. Diğeri ise asla yiyemeyeceğimiz yüksek radyoaktiviteye sahip, yani radyasyon tarafından kirlenmiş bir elma. Teknolojinin iki yüzü, iyi ve kötü. Ve ne yazık ki, biz blog yazarları yıllar boyunca sadece iyilikler hakkında yazılar yazacağız. Hayallerimizi hep yüksek teknoloji ürünleri süsleyecek ama hiç bir zaman hayallerine kavuşamamış bu iki küçük çocuğu düşünemeyeceğiz, ve hakkında yazamayacağız. Hep kendimizi büyük göreceğiz ve hiç bir zaman doğanın gücüne saygı duymayacağız.

Amacım her hangi bir markayı kötülemek, teknolojiyi yerden yere vurmak değil tabi ki. Sadece Steve Jobs’ın hayatı kaybetmesi nedeniyle bu ay dergi konusu olarak “Elma”’yı seçtik. Ben de elmanın farklı bir yüzünü göstermek istedim sadece. Gidip gördüğümüz teknoloji üstlerini, modern cihazların fotoğraflarını, ünlü firmaların kapısında verilmiş pozlarımızı hep paylaşacağız. Ama Chernobyl gibi nice teknoloji felaketi hakkında yazı yazmayacağımızı çok iyi biliyorum. Umarım sıkı sıkıya bağlandığımız bu teknolojiyi yönetmeyi bir gün gerçekten öğrenebiliriz. İşte o zaman belki, insanların hayalleri düşünülmeden yapılan nükleer santrallere karşı olmayacağım. Gerçekten hayata bakış açımı değiştiren, motosikletlerin gerçekten özgürlük içerdiğini bir kez daha görmemi sağlayan Elena’ya teşekkür etmem gerekiyor sanırım. www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 21


RENGARENK

Elmayla Gelen Ölümsüzlük Büşra BAYRAM / hayalmeyalbuschra.blogspot.com

Ölümün insanı ne zaman nerede vuracağı hiç belli olmaz. Ölüm hakkında bilmediğimiz milyonlarca şey olmasına rağmen hala ölmeyecek gibi yaşamayı amaç edinmiş bulunmaktayız. Peki ya elma? Elma da öldü mü şimdi gerçekten?

Asla yapacaklarımız bitmez değil mi? Ölüm doğum kadar normal olmasına rağmen bir bitiş söz konusudur. Aslında yeni bir başlangıçtır inanana. Peki ya dünya? Siz ölürsünüz.. Dünya bıraktığınız yerden devam eder. Siz öldünüz diye ertesi gün güneş doğmayacak sanırsınız. Ya da siz öldünüz diye deniz kabaracak, yerler yarılıp içinden lavlar fışkıracak sanırsınız. Sizin için biten her şey gerçekten de bitecek sanırsınız. Aslında tam da öyle olmaz. Steve Jobs ölür, bizim elimizde iphone’larla sokaklarda gezer tozarız. Aynanın karşısına geçer, markasını göstere göstere flaşı da patlatarak çekeriz fotoğrafımızı. Ben Steve Jobs yerinde olsaydım mesela, öldükten sonra tüm ürünlerimi toplatıp yakın şeklinde bir vasiyet bırakırdım. Eminim ilk önce vasiyeti yakarlardı. İnsanoğlu enteresandır çünkü.

Steve Jobs’tan bahsetsek ayıp olmaz sanırım. Elma şirketinin kurucusu oldu. Başarılı bir yaşamın ardından öldü. Ivan İlyiç’in ölümü adında bir kitap okumuştum çok ufak yaşlardayken. İhtiraslı bir yaşamın ardından kitabın son cümlesini okuyunca beynimden vurulmuştum. ”İvan İlyiç öldü” yazar kitabın son cümlesinde. Öldü mü? Nasıl öldü ya? Daha.. Daha çok şey yapacaktı oysaki… Öldü demek işte bu kadar kolaydır insan hayatında. Öldü dersin bitti der gibi. Çocuk kandırır gibi. Ölmüştür. Geri dönmeyecektir, artık yoktur. Dört harflik bir kelimenin içindeki o koca anlamların hepsi kelimenin içinde kaybolur. Yapmak istedikleriniz, Steve Jobs’un anma törenine “Steve Reyiz” yaptıklarınız ve yapacaklarınız… yazar, bundan mutluluk duyarız. Bir dakikalık iphone kapatma eylemine gide22 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Elmayla Gelen Ölümsüzlük

biliriz. Anlayacağın sayın okuyucu, insanımız okuduğu, gördüğü ve yaşadığı şeylerden o kadar duygusuz oldu ki bir nevi Equilibrium etkisindeyiz hepimiz. Duygularımız bir şırınga ile boynumuzdan alınıyor. Eskiden kalbimizdeydi değil mi? Ölüm kelimesini duyunca kalbimizde bir sızlama oluşurdu. Artık yok öyle bir dünya. Ölümlere de doğumlara da üzülmüyoruz. Artık çocuk sıkıntı görülüyor,ölüm ise mecburi bir tören eylemi gibi. İşte hepimiz gideceğiz, siyahlara bürüneceğiz, ağlar gibi yapacağız, ağlamadığımız görülmesin diye kocaman gözlüklerimiz olacak gözlerimizde, bitse de gitsek modunda ayakta dikileceğiz. Olay tam olarak bundan ibaret… Hatta yakında izlediğim bir çizgi filmdeki gibi “öl-üm mü? O da ne? Fransızca mı?” deyip olaya Fransız kalacağız. Büyük adamlar da yok oluyor sayın okuyucu. Maalesef ki dünyanın düzeni bu. Ne kadar büyük olursan ol, ölüyorsun. Ardından 2 gün boyunca televizyonlarda manşet oluyorsun. Hakkında bir sürü şey

yazılıp çiziliyor. Kitapların satış rekorları kırıyor. (Reklamın iyisi kötüsü olmaz) Elinde iphone olan insanlar belki de seni bu sayede tanıyorlar. Aslında birçoğu da hala tanımıyor ya, neyse…

Şimdi sen ölümsüz mü oldun? Yeni bir yazılım geliştirilip, iyi bir marka imajı önüne geçene kadar evet öylesin. Sonra insanoğlu unutacak. Zamanla gelen unutma eylemi.. Sen ne kadar da kötü bir şeysin öyle. Hâlbuki unutmak iyidir derler. Unutmanın insana kattığı duygusuzluk ve umursamazlık duygusundan kimse bahsetmez. Çok acımasız davrandığımızın farkına vardım ölüm konusunda. Sonu gelmez bir paradoksun içinde yaşıyormuşçasına umarsızız. Umursamıyoruz ölümü, ölenleri… İzlediğimiz filmlerde ölen karakter gibi bakıyoruz hayata. Bu filmden ölünce başka bir filme gidecek nasıl olsa. “Bitti” kelimesinin bir anlamı yok ruh dünyamızda. Bitti o zaman. www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 23


RENGARENK

Penang, Malezya’nın İncisi Berk YILDIRIM / nifblog.com

Andaman Denizi’ndeki ilk kolonial ada. Tam olarak nerede derseniz Tayland Phuket Adası’na bir saat mesafede Orta büyüklükte şirin bir ada. Malezya da gidilmesi gereken bir numaralı yer seçildi. Tarihi çok zengin, çeşitli kültürlerin birleştiği (Çinliler, Hintliler, Thaililer, Endonezyalılar ve tabi ki Malaylar), çok güzel sahillerin ve parkların bulunduğu

bir haftada rahatça gezebileceğiniz, doyurucu bir tur yapabileceğiniz bir ada. Adayı kendime göre üç kısma ayırdım; Kolonial Bölge, Çin Mahallesi ve Çevresi, Ada içleri ve Diğer Parklar... Biz ulaşımda Motosiklet kullandık, sizde kiralayıp sürebilirsiniz. Türkiye’ye göre trafik ters ancak alışılıyor, biz Tayland’da yaşadığımız için pek sorun olmadı.

1. Kolonial Bölge (Georgetown)

Penang State Museum'a kesinlikle gidin... Bu

Bu kısmı yürüyerek gezmeniz tavsiye edilir, 2-3 km kare bir alanda sıkışmış yirmi beş kadar tarihi bina genelde yan yana ya da çok yakın konuşlandığı için yürüyerek gezmek daha kolay oluyor. Otelden alacağınız ücretsiz Penang haritasında tüm binaların adı geçmekte ama ben size hepsini tanıtmayacağım... En beğendiklerimin bir kaçını sizinle paylaşayım.

müzeyi gezdiğinizde Adanın tüm tarihini kısa bir süre içinde öğrenebiliyorsunuz... Zaten çok büyükte bir müze değil. 1 saatte rahatça gezilebiliyor. Kolonial bir bölge, birçok kültüre ev sahipliği yaptığı için kimlerin ada üzerinde koloni kurduğunu nasıl yaşadıklarını öğrenebilir ve kraliyetle ilgili eserleri görebilirsiniz. Sabah dokuz akşam beş saatleri arasında açık. Ücreti 1RM yani 0.5TL

24 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Penang, Malezya’nın İncisi

Little India: Kesinlikle bu bölgeden geçin... Hintlilerin yüksek sesli müzikleri ve Hint lokantaları arasında sanki Hindistan’da gibi hissedeceksiniz. 2 numaradaki Teochew Temple'a çok yakın.

2. Çin Mahallesi Ve Çevresi

Penang State Museum

Teochew Temple: Ufak tefek ama kesinlikle gidilmesi gereken bir tapınak... Çin stili güzel bir tapınak. Duvarlarını ve kapıları süper resimlerle süslenmiş. Giriş ücretsiz. 15dakikanızı ayırıp gezebilirsiniz.

Bu bölge kolonial bölgeye en yakın kısım… Zaten yan yanalar… Penang Haritası alıp baktığınızda burası Buffer Zone olarak yazılan bölge olarak karşınıza çıkacaktır… Burada Kolonial bölgeye göre pek bir şey olmasada şehrin simgelerinden olan Komtar’ı içinde barındırır… Simge dediysem siz sallamayın, alışveriş merkezi (!) olarak çok berbat bir yer ancak altında KFC gibi birkaç restoran bulunmakta… KFC manyağı olacaksınız unutmayın. Komtarı adanın birçok yerinden görebilirsiniz ve yönünüzü ona göre belirleyebilirsiniz unutmayın.

Upper Penang Road Teochew Temple

The Pinang Perenakan Mansion: Penang kolonial bölgesinin en önemli binalarından biri... Burayı çok seviyorum. 2 katlı tarihi süper bir bina. Her tarafından tarih fışkırıyor. Malikane eskisi gibi korunmuş ve müze olarak çalışmakta. Tarihi evleri seviyorsanız keyifle gezebileceğiniz bir yapı... 1-2 saatinizi ayırıp dinlene dinlene gezebilirsiniz... Acele etmeden gezebileceğiniz bir yer o yüzden günün en sıcak saatlerini burada geçirirseniz turunuz daha kolay ve zevkli olur. Sabah 9.30 akşam 5.00 arası açık. 10RM ya da 5-6TL bir giriş ücreti bulunmakta.

The Pinang Perenakan Mansion

Burada Upper Penang Road’a gitmeyi unutmayın… Tüm bar ve diskolar burada… Öyle dediğime bakmayın zaten topu topu 5-6 tane bar var ve fiyatlar inanılamaz… Bir bira 25-40 RM arası yani 12.5-20 TL arası oluyor bu fiyatlara pek değmez ama gidip bir yorgunluk birası içmeden gelmeyin… Tayland’da yaşadığımız için bize bu fiyatlar çok geliyor ama Türkiye’de yaşayanlar için pek fazla olmasa gerek. Söylediğim isimleri özellikle İngilizce veriyorum ki haritaya bakıldığı zaman rahatça bulabilesiniz diye.

3. Ada İçleri ve Diğer Parklar Penang Kelebek Çiftliği (Penang Butterfly Farm): İşte Penang’da en görülmesi gereken yerlerden biri. İçeride bir dolu kelebek, böcek, böcek yiyen bitkiler, kaplumbağalar, yılanlar ve komodo ejderi benzeri kertenkeleler. İç kısımlarda dev böcekler ve kelebek sergileri. Beklediğimden ufak bir çiftlikti ama kesinlikle gidilip görülmesi gereken bir yer. Burada fotoğraf çekmekten keyif alacaksınız. 28 RM yani 15 TL civarı… www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 25


RENGARENK

Penang Butterfly Farm

Penang Botanical Garden: Biz pazar günü gittiğimizden dolayı biraz geç kalmıştık botanik bahçelerini görmek için ama kesinlikle gidilip görülmesi, yürünmesi ve çimenlere oturup keyif yapılması gereken bir yer. Burada birçok maymun görebilirsiniz, sakın beslemeyin ve çok yaklaşmayın. Tehlikeli olabiliyorlar!

Penang Botanical Garden

Kek Lok Si Temple

Penang Bird Park: Anakarada olmasına rağmen buraya koydum. O tarafta yapılabilecek tek etkinlik. Bulmamız biraz uzun sürse de gayet güzel bir parkla karşılaştık. Binlerce kuşu canlı olarak görebileceğiniz bir park. Kaçırmayın üzülürsünüz… 20RM yani 10-12 TL‘lik giriş ücreti bulunmakta.

Penang Bird Park

Kek Lok Si Temple: Otelimizin Roofun’da kahvaltı

Batu Ferringhi: Süper plajları olan bir sahil yolu…

yaparken ortalama 4 km uzakta dağın yamacında gördüğümüz ve merakla gittiğimiz dev bir Temple… Penangda en çok etkilendiğim yerdi… Tepede bulunan Kuan Yin Statue & Octagonal Pavilion’a çıkmayı unutmayın. Bu kadar büyük bir buda görmemiştim ayrıca tüm Penang’ı ayaklarınızın altına alan bir manzarası var. Kesinlikle Büyüleyici bir yer. Gezmek için biraz zaman ayırmanız gerekiyor, en az 2-3 saat ayırın. Tapınağa giriş ücretsiz ama Kuan Yin Statue & Octagonal Pavilion’a çıkmak için asansörü kullanmanız gerekiyor. Asansörün ücreti 2RM yani 1TL.

Kesinlikle gidip denize girin. Parasailing, Jet Ski, Tekne gezileri ve süper sahilleri burada bulabilirsiniz. 3-5RM karşılığında şezlong kiralayıp denizin keyfini çıkarabilirsiniz. Batu Ferringhinin sonuna doğru Bay Viev Otelin tam arkasında Echo (Tam adından emin değilim) bir hint restorantı var. Yemekleri beğendik, özellikle Naan… Naan: Bizim bildiğiniz gözleme, hem de el açması… Kesinlikle yiyin. Mantar çorbası da güzel. Naan ısmarlayın bitirin doymazsanız yemek söyleyin. Kaşarlı naan ve mantar çorbası üstüne yemeği bitiremedik…

26 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Penang, Malezya’nın İncisi

Batu Ferringhi

Gurney Plaza: Adanın kuzey tarafında Batu Ferringhi ile George Town arasında bulunan sahilde, Penangın en güzel alışveriş merkezi… Bizi ilgilendiren kısmı, ara antrede bulunan restoranlar oldu. Chicago da steak ya da rib yemeden gelmeyin. Onun karşısında bulunan Chilli’s de ise hamburgerler devasa ve süper. İki kişi ortalama 120 RM (65-75 TL) civarı tutuyor. Hayatımda yediğim en iyi steakleri Chicago Rib House’da yedim...

sizi istediğiniz yere götürecek ama fiyatlar devamlı binmeye uygun değil… George Town – Gurney Plaza arası 30 RM (15 TL).

Tavsiye edebileceğim, ziyaret etmeye değer diğer yerler; -Penang National Park, (Treking ayakkabısı ya da spor ayakkabınız varsa ormanda güzel bir tur yapabilirsiniz, çok geniş bir arazi üzerine kurulmuş ayrıca 3 pilajı var ve ulaşım sadece teknelerle sağlanıyor...) -Penang Brige, (Bird Park’a giderseniz zaten geçersiniz.) -Snake Temple, -Penang Hill. (Biz gittiğimizde tadilat vardı gidemedik ama ada atraksiyonlarında ilk onda.)

Uyarılar ve Önlemler… -Genel olarak Penangda gece hayatı varla yok arası. Disko bar seviyorsanız size göre değil ama bütün gün gezince, bara diskoya gidecek gücünüzde kalmıyor. -Taksilerde taksimetre yok. Arasıra binmek için iyi ama adayı gezerken pahalı. Motorsiklet kiralamayı tercih edin. -Trishaw’a kesinlikle binin. Önünde 2 kişilik oturma yeri bulunan bisikletin ittiği bir ulaşım aracı… Sürücü

Trishaw -Sokakta alkol içmeyin. Müslüman bir ülke ve sıkı gözetimde. Alkollü içki fiyatları çok yüksek. Bir bira 1220 TL, barda, 5-7 TL ,Marketlerde 33 Cl. -Genel olarak ada bize pahalı geldi, belki de Thailand buraya göre ucuz olduğundandır ama Türkiye’den gelecekler içim pek de pahalı değil. -Gidin, görün, yiyin, için, gezin ve Penang’ı unutmayın. -Maymunlardan uzak durun. Beslemeyin ve çok yaklaşmayın. -Otelden ücretsiz Penang haritasını almayı unutmayın eliniz ayağınız olacak, ayrıca Lonely Planet Penang kitabını alırsanız çok rahat edersiniz. -Havaalanından girer girmez yapacağınız ilk iş bir internet sim almak olsun. Ücreti 2Gb 25 RM (12,5 TL) 1 ay kullanabiliyorsunuz. İnternet hızı süper. Google Map çok yardımcı olacak size yön bulmanızda… www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 27


RENGARENK

Verus Amor

Onur GÜRLEYEN / komikliklerim.blogspot.com

Begüm’e baktı ve onu cezalandırmaya karar verdi. Madem aşka inanmıyorsun o halde aşkın acısını da umursamazsın, diye geçirdi aklında. Dünya’ya en güzel erkeklerden bile daha güzel bir bedenle indi ve yürüdüğü yollarda yaşlı genç tüm kadınlar peşinden koşturdular. Bakışları ile kadınları öyle büyülüyordu ki bir daha hayatları boyunca âşık oldukları her erkekte İnfidelis’i arayacaklardı. Güçlü bedeni kusursuzdu, neredeyse Ne yazık ki onun aşka inanmamasıyla ilgile- erkekleri bile yoldan çıkaracaktı. nen bir tek ben değildim. Dalgaların köpüklerinden doğan aşk tanrısının hayatta kalan son oğlu İnfidelis Begüm’ün yaşadığı yere gitti, arkaİnfidelis diğer tüm tanrılar unutulduğu için artık daşları ile tanıştı ve evlerine komşu oldu. Diğer dünyadan göçmüş olsalar da umutsuzca insan- tüm insanlar onun yolunda ölmek için can atılara aşkı hatırlatmaya çalışıyordu. Begüm’ü yordu ama Begüm kusursuz adama baktı, bir an gördü, onun aşka inanmadığını işitti ve çok kızdı. sadece öyle bakıştılar ve kız dönüp gitti. Bunu Takdir edersiniz ki aşkın tanrısından doğmuş biri yapmayı başarabildiği içi infidelis’in takdirini kaiçin bunları duymak onur kırıcıdır. İnfidelis bulut- zanmış bile olabilir çünkü bir tanrı’nın kanından ları bir peçe gibi yüzüne çekip kendini gizleyerek gelenlerin büyüleri yabana atılacak şeyler değilAnadolu’da yaşayan Begüm adında güzel bir kız vardı. Güzeldi güzel olmasına ama Begüm aşka inanmıyordu. Neden inanmadığını söyleyemem, o kadar iyi tanımıyorum ya da bu günlerde birilerini ne kadar tanıyabilirsem onu da o kadar tanıyorum. Fakat bence kimse durduk yere aşka inancını kaybetmez ve sanırım Begüm de aşkı yaşamış ve ondan korkmuş olabilir.

28 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Verus Amor

lerdir. Aşkın oğlu tekrar ve tekrar şansını denedi Begüm’ü baştan çıkarmak için ve Begüm her seferinde aşka gerçekten inanmadığı için onunla ilgilenmedi. Fakat tanrılar kurnazlıkları ile yönetirler Dünya’yı ve İnfidelis kısa zamanda anlamıştı Begüm’ün kalbinin arzuladıklarını. O muhteşem görüntüsünden sıyrılıp basit bir insana dönüştü ve yeniden gidip kızla tanıştı, ona yalvardı. Sadece karnını doyurması ve yatacak bir yer vermesi için. Genç kız, zamanın gerektirdiği işleri yapması karşılığında evinin kullanılmayan bir bölümüne yerleşmesine izin verdi İnfidelis’e. İnfidelis sabırla bekledi ve akşam olup odasında yalnız kaldığında yoktan bir keman çıkarıp en güzel nameleri çalmaya başladı. Öyle ki kuşlar onu duyduğunda ötmeye utanıyorlardı. Begüm de müziği dinledi ve hayran kaldı. Ertesi akşam ve ondan sonra gelen dokuz akşam boyunca İnfidelis kemanı çaldı ve Begüm de hiçbir şey söylemeden dinledi. Sabah olduğunda bundan hiç bahsetmiyorlardı ama İnfidelis biliyordu kızın kalbinde bir kıpırtı olduğunu. Nihayet bir akşam Begüm gelip İnfidelis’ten onun için bir şarkı çalmasını istedi. Müziğin notaları öyle büyülüydü ki sanki kema-

nın tellerinin titreşiminden renkler doğuyor, odanın ortasında müthiş bir tabloya dönüşüyorlardı. İnfidelis kızın elini tuttu, aşktan hiç bahsetmeden ona aşkı anlattı ve bir şiir okudu. Öyle ki begüm tüm kalbiyle İnfidelis’e âşık olmuştu ama sonuna kadar buna aşk demeyeceklerdi. Birbirlerine dokundular ve birlikte yürüyüp güldüler. Begüm aşka inanmıyorum, dedi, İnfidelis umursamıyor gibi davrandı. Şiirlerle ve şarkılarla, sonra şakalarla ve iyilikle o kadar bağlandılar ki birbirlerine Begüm artık bunun adının ne olduğunu hiç umursamıyordu, hatta aşk demek bile gelmişti içinden. Koşup sevgilisini buldu, sana aşığım diyecekti ama o da nesi? İnfidelis tam da bu günü ve bu anı daha en başından biliyordu, orada kıza neler söyleyeceğini ilk gün tasarlamıştı. Begüm’ü bir başına bırakıp gitti, yapraklarını dökmüş bir sonbahar fidanı gibi güneşin batışını ve tüm Dünya’nın sanki üzerine kararışını sessizce izledi kız. İnfidelis amacına ulaştığını, kızı cezalandırdığını düşünüyordu oysa Begüm en büyük mükâfatı almış artık aşka inanan bir olmuştu ve kalbindeki ceza olarak verilen yara onun bilgeliği oldu.

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 29


RENGARENK

Tuhaf Bir Aşk Semiha ÇAKAR / bitlipirelibirminikkedi.blogspot.com Ne zaman aşık oldum ben dedi sabah uyandığında. Gözlerini yeni doğan güne hazırladı. Hafif gün ışığı sızıyordu geceden aralık kalan perdenin ardından. Bir an gözleri kamaşır gibi oldu parıltıdan, sendeleyerek kalktı yatağından. Fikrince yüzünü yıkayacaktı, yataktan kalkmaya yeltenmesi de o yüzdendi. Ama sahip olamıyordu ayaklarına. Tekrar sendeledi. Yatağın ucuna oturmak zorunda kaldı. Mutlu hissediyordu kendini. Tekrardan aynı soruyu yöneltti kendine “ne zaman aşık oldum ben?”. Bilmiyordu sorunun cevabını. Gün boyu kendine milyonlarca kez aynı soruyu yöneltecekti ve her seferinde kendine sorduğu soru havada öylece asılı kalacaktı. Aşık olmayı istemiş miydi? Aşk nasıl bir anda tüm bedenini ele geçirmişti? Hiç böyle bir planı yoktu. Ayakları yerden kesiliyordu yüzü aklına geldikçe sevdiğinin. Geceden kalma mayhoş bir tat vardı dudaklarında. İştahla yaladı dudaklarını, kalan son damla tadı da sömürmek için. Keşke diye geçirdi içinden, “Ahhh şimdi yanımda olacaktı, doya doya öpecektim”. Yoktu yanında, tuhaflıkta burada başlıyordu ya… Kimdi o aşık olduğu, adı yoktu, sadece yüzü vardı. Işıl ışıl parlayan gözler vardı, dolgun dudaklar

30 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

vardı… Simsiyah saçların kokusu geldi burnuna. İçini çekti derin derin öykünün kahramanı. “Son demine kadar yaşamalıydım bu tuhaflığı” dedi… “Bir hata edeceksem, bu hatayı iliklerime kadar hissetmeliydim. Korkup kaçmak kimseye yaramadı. Ne adını öğrenebildim, ne sanını… Bir anda geldi aşk, bir anda gitti siyah saçlarının kokusuna vurulduğum” dedi adam. Hala yataktaydı, düşüncelerinde konuşuyordu kendisiyle. Derin düşünceleri yüzüne de yansımıştı. Gözlerinin kenarları kırış kırıştı. Alnı da bu durumdan payına düşeni almıştı. Önce kafasına ah be aptal dermişçesine bir şaplak attı, sonra da kafasını bir sağa bir sola saçmala oğlum dercesine salladı. Sahi dün gece yaşadıkları da neydi öyle?! Peri miydi, cin miydi o kız? Nasıl bir anda bu kadar yoğun duyguların esiri olmuştu adam? Onca kadın girmişti hayatına, onca teni sevmişti, onca dudakta konaklamıştı. Ama hiç böyle bir şey hissetmemişti. Aşık olduğunu ilk defa kendine itiraf edebiliyordu. “Çılgınlık bu” dedi yalpalayarak yataktan kalktı. Bu seferki kalkış hamlesinde istediğini elde edip yataktan kalkma savaşından üstünlükle ayrılmıştı. Lavaboya gitti, önce yüzüne ayılmak için sertçe su çarptı. Bir kez yetmedi, ikin-


>>Tuhaf Bir Aşk

ciyi yaptı. Sonra diş fırçasını aldı eline, diş macununu arandı bir süre. Hala aklı tam olarak yerinde değilmiş gibi hareket ediyordu adam. Rüya âlemindeydi de uçuyordu sanki. Sonunda buldu macunu. Sıktı tam ortasından tüpü. Ahhh eski sevgilisi amma kızardı ortadan sıkılmış diş macununa. Bu düşünce gülümsetti bir süre. Böyle takıntılar hep gülünç gelmişti adama. Dişlerini fırçalamaya başladı. O tadın gitmesini istemediğinden de üstün körü fırçaladı dişlerini. Sonrasında kuruladı yüzünü, gözünü. Bir kahve yapmak için mutfağa yöneldi. Kafasında tek düşünce aşktı. Aşığım ben ya diye çığlık çığlığa bağırmak istiyordu ama… Aması vardı işte. Her aşkta bir kusur varmışçasına hüzünlendi. “Sahi tüm tutkulu aşklar kitaplarda olur, ya bu benim hissettiğim ne?” dedi kendine adam, yüksek sesle. Nasıl olsa evde yalnızdı, bir duyanın olma ihtimali yoktu. Duysalar da büyük ihtimalle geceden kalma damgasını yakıştırırlardı. Sorun yoktu yani. Alışıktı adam bu laflara. Yalnızlığını dolu dolu yaşıyordu çünkü. Çevresindekileri takmıyordu, çevresindekiler de onun bu tuhaflığını artık yadırgamıyordu. Yırtık kotlarla giderdi iş yerine, hatta bir ara parmak arası terliklerinin üstüne giydiği takım elbisesiyle çok konuşulmuştu. Rahatlığa alışıktı adam. Sığamıyordu hiçbir kalıba. Mantığına ne zaman kulak verse kendine çeki düzen veriyordu ama işte yüreğine de söz geçirmek zordu. Ayran gönüllüye çıkmıştı bir ara adı. Olsun, o önemsemiyordu denilenleri. Eğer denilenleri önemseseydi, o kendi olmaktan çıkardı. Biliyordu bunu. Bu yüzden çok da önemsemiyordu hiçbir şeyi. Odasına geri döndü, geceden dağılmış yatağını topladı. Pencerelerini sonuna kadar açtı, yeni doğan güne merhaba dedi. Soğuk havayı ciğerlerini çekti. Geç kalmıştı kalacağı kadar işine zaten. Aşk mahmurluğu diyecekti bu rehavete sonrasında hatırladıkça. Çocukken yastığına sarılıp uyurdu adam. Yalnızlıktan korkardı. Annesiyle babası ayrıydı. Bazı geceler annesi ağlardı. Küçücük yüreği burkulurdu annesinin gözyaşlarıyla. Bu yüzdendir ki hep yalnızlıktan korkardı. Annesinin mutsuz, hüzünlü halini gördükçe kendi kendine yemin ederdi aşık olmayacağım diye. Ama aşık olmuştu işte. Tüm yeminleri boşa gidiyordu. Aklını bir köşede bıraktığı hissine kapıldı adam. Tekrardan sağa sola salladı kafasını. Sanki eksik parçaları bir bir yerine oturtma çabasıydı bu

kafa sallama işlemi. Ama eksik parçalar artıyordu, her kafa sallayışında. Keşke dedi tekrardan, keşke yanımda olsaydı şimdi. Sıkıca sarılsaydım, yumuşacık saçlarını okşasaydım. Varlığıyla ruhumu, evimi şenlendirseydi. Peri miydi de aşık etti kendine gitti dedi adam… Hüzün çöktü gözlerinin derinlerine… “Nereye kaybolmuştu bu eksik parçalar? Yaşlanıyor muydu ne?!” … Ne tuhaf bir ruh haline büründürmüştü bu aşk onu. Daha biraz önce ayakları yere basmıyordu, içi içine sığmıyordu sevinçten. Şimdiyse hüzünlenmiş, göz kapakları sevdiğinin yokluğunda ağırlaşmıştı. Sanki kalbinde bir sancı vardı. “Nerede kaldı onca yemin?” dedi mırıldanarak, aksi bir tavırla. “Yaşlanıyorsun be oğlum, kalbin el vermez artık aşka.” … Silkelendi, uyandı kadın. Dün gece yaşadıkları gerçek miydi, rüya mıydı anlam veremedi ilk başta. Sonra toparlandı. Rüyaydı tabiî ki de… “İlk görüşte aşk anca rüyalarda olur”dedi, gülümsedi. Çarpık gülümsemesi, tavşan dişlerini daha da ön plana çıkardı. Bu halde bile gayet çekiciydi kadın. Ama hala rüyasının etkisinden kurtulamamıştı. Nasıl olur da kendini rüyalarında hep bir erkek olarak görürdü?! Akıl sır erdiremiyordu bu duruma. Gündüzleri ne kadar kadın hissediyorsa, geceleri rüyalarında o kadar erkeksiydi. Acaba diye düşündü, biri mi var görünmeyen bağlarla bağlı olduğu? Böyle bir şeyin olmasını ne kadar çok isterdi. Öyle birinin varlığı, rüyalarına anlam katacaktı. Sıkıntısı da bir nebze olsa azalacaktı. Bıkmıştı bu rüyalarından. Yoruluyordu, ter içinde uykularından uyanıp durmaktan. Bana hayatın bir hediyesi bu dedi, kendini avutmaya çalışırmışçasına. Sonrasında hayatın tüm sıradanlığına bir boyun eğişle rüyalarının sıra dışılığına sığınıp, yeni güne merhaba dedi. Yüreği hayallerindeki aşkın ateşiyle bir kez daha yeni güne karşı direncini kazanmasını sağladı. Hızlıca ayaklandı kadın. Ayaklanmasa işine geç kalacaktı. Yapay neşe maskesini hazırladı ve sıradan yaşamın tüm monotonluğuna rüyalarının sıra dışılığını ekleyerek adım attı… Merhaba tuhaf aşkım, merhaba. İyi ki varsın hayatımda!!!

Görsel: dizzylilthing.deviantart.com

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 31


KONUK BLOG YAZARI

ÇEKİNMEYİN, GERİLLALAYIN! Esat GÜLEN / esatgulen.com Tanımlarla, sıkıcı Pazarlama terimleriyle daha en baştan sıkmak istemem sizleri. Çünkü Gerilla Pazarlama’nın özü, onu eğlenceli kılmıştır ve ben de o çerçeve’de sizlere kısa bilgiler vermek isterim. Jay Conrad Levinson 1980 yılında Üniversitede ders verdiği dönemlerde, bir gün okulun büyük kitap arşivinin bulunduğu kütüphanedeki Pazarlama kitaplarını incelemeye başlar. İnceler, inceler ve görür ki “kısıtlı bütçesi olan şirketler” için hiçbir kaynak olmadığının farkına varır. İçine dert etmiştir bunu bir kere. Tam o zamanlarda da öğrencileri kendisine “kısıtlı işletmeler ne yapabilir pazarlama konusunda?” diye sorunca, kendisini bu konuda kaynak bulmaya adar. Gel zaman git zaman arar tarar, arkadaşlarına danışır, uzmanlara sorar ama böyle bir kaynağın olmadığının farkına varır. Bir gün öğrencilerine söz verdiği kaynağı kendisi oluşturmak ister ve de oturup, 527 maddelik bir liste çıkartır. İşte bu liste “Gerilla Pazarlama” isimli kitabının da temelidir. Aslında Gerilla Pazarlama ile Geleneksel Pazarlama hedefleri bakımından hiçbir farklılık göstermemektedir. Hedef olarak, daha fazla satmak ve daha çok kar elde etmek var tabi ki. Ama gelin görün ki bu süreç yönetilirken kullanılan yöntemler bir birinden farklılık gösteriyor. Şu ana kadar bir tanım yapmadık, adet yerini bulsun ve tanımımızı da yapalım;

32 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

Gerilla pazarlama, mümkün olan en küçük bütçeyle, geleneksel araçların yaratacağı etkinin üstüne çıkan bir etki yaratacak pazarlama yöntemlerini bulmak ve uygulama sürecidir. Fark ettiyseniz “süreç” sözcüğünü kullandım. Jay Conrad Levinson da Gerilla Pazarlama’nın bir aktivite olmadığını kesinlikle bir “süreç” olduğunun altını kalın çizgilerle çizmiştir.

Türkiye’de Gerilla Pazarlama, Türkiye’de Gerilla faliyetleri – ben genelde Gerillalama demeye çalışırım- nadir de olsa yapılıyor. Mesela, Trabzon’da Mavi Jeans’in yanına açılan Bordo isimli giyim mağazasını sanırım herkes biliyordur.


>>Çekinmeyin Gerillayın

Tabi ki daha sonraları bu mağaza kapatılmıştır. Bence Türkiye’de Gerilla Pazarlamaya verilebilecek en iyi örnektir. Ama ne yazık ki kapatılması çok geç olmadı. Türkiye’de yapılan bir başka güzel iş de Twigy’nin “Yıldız Terlik Üniversitesi” reklamlarıydı.

dırmak, sanırım Türkiye’de pek de zor olmayacaktır. Ayrıca, belirtmek istediğim bir husus daha var, Bugün, Sosyal medya’da en kolay yayılan videoların çoğu Gerilla Pazarlama’nın bir dalı olan Viral Pazarlama faaliyetleridir. Bence Türkiye’de daha kaliteli viraller de yapılmalı ve viral çalışmalar desteklenmelidir. Gerilla Pazarlama’nın hayatımın tam ortasında olmasını sağlayan birkaç Gerilla örneği ile sizleri baş başa bırakıyorum.

Twıgy tarafından yapılan bu çalışma, Sosyal Medya’da da çok geniş yer aldı. Gerçi bu çalışma da çok geçmeden davalık olsa da sanırım bu kadar ses getiren başka bir çalışma yapmadılar. İşte bu iki çalışma ve Amasya Üniversitesi’nde yaptığım sunum, benim Gerilla Pazarlama’ya olan merakımı tutkuya dönüştürdü. Hemen kitaplar alıp, en büyük Gerilla Bloglarını ve yazılarını okumaya, incelemeye başladım. Esasında benim amacım, Gerilla Pazarlamayı kitlelere iyi anlatabilmek. Tabi ki bunu yapabilmek için benim de daha çok okumam ve araştırmalar yapmam gerekiyor. Bugün hala daha bütün açık hava reklamlarının ve etkinliklerinin Gerilla Pazarlama kapsamında olduğunu düşünen ve neden bunları blogumda yayınlamadığımı soran E-mail’ler alıyorum. İlginç tasarım ve reklamlara olan merakın ne derece fazla olduğunu, blog istatistiklerimde görüyorum. Çoğu kişi, “ilginç reklamlar” ve “yeni pazarlama teknikleri” yazarak Google’da arama yapıyor, ve bunların sayısı gün geçtikçe artıyor. Esasında Gerilla Pazarlama Türkiye’de çok rahat kullanılabilecek bir strateji. Gerilla Pazarlama için hedef kitlede merak uyan-

Umarım biraz olsun, Gerilla Pazarlama’nın özünü kavramanızda bir katkım olmuştur. Gerilla Pazarlama stratejisini kullanmak isteyen kişilere öneriler başlıklı bir pragraf oluşturmadığım için özür dilerim, çünkü bu tip kavramlar ile yazıyı sıkıcı hale getirmek istemedim. Belki önerilerimin yer aldığı başlığı da ilerleyen zamanlardan birisinde yazıya dökerim. Zaman ayırıp, okuduğunuz için teşekkür ederim. www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 33


KİŞİSEL GELİŞİM

İnternet Girişimciliği ve E-tohum Oğuz ASLAN / oguzaslan.net Ekim ayında Doğuş Yayın Grubu tarafından düzenlenen Yeni Medya Düzeni Konferansı 2011, baş döndürücü hızla karşımıza gelen değişiklikler üzerine önemli bilgiler içeriyordu. Yayını NTV’den takip ederken Alibaba.com’un Uluslararası Büyümeden Sorumlu Başkan Yardımcısı Biran A. Wong’un konuşmasında çok ilginç bir veriye rastladım. Wong şöyle diyor: “Elektrik, 50 milyon kişiye 50 yılda ulaştı. Radyo 50 milyon kişiye 37 yılda ulaştı. Televizyon 50 milyon kişiye 12 yılda ulaştı. İnternet 50 milyon kişiye 2 yılda ulaştı.” Dikkatimi çeken bu istatistiğin ardından Facebook’un ne kadar sürede kaç kullanıcıya ulaştığını merak ettim. Wikipedia’daki bilgilere göre Facebook tüm eposta adreslerine 11 Eylül 2006 yılında açılmış. Yine Wikipedia’nın bilgilerine göre 2008 yılında Facebook kullanıcı sayısı 100 milyona ulaşmış. İki yılda internet kullanımının iki katı sayıdaki kişiye ulaşmak…

34 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

Google, Youtube gibi internet devlerinin, bir veya birkaç gencin garajda yaptığı çalışmalarla kurulduğunu biliyoruz. Türkiye’de garaj mantığı oturmamış durumda. Apartmanlarımızın altında fazla eşyalarımızı tozlanmaya bıraktığımız bodrum katlarını zaten garajdan saymıyorum. Acaba internet devlerinin, büyük icatların Türkiye’de garaj olmaması ile bir ilişkisi var mı diye düşünürken, bu açığı fazlasıyla kapatan etohum yapılanmasıyla karşılaşıyorsunuz. Etohum’un faaliyetleri, Burak Büyükdemir’in önderliğinde 2008 yazında başlamış. Ben 2010 yılında bir arkadaşımın tavsiyesi ile tanıştım. Ben haberdar olduğumda Ankara toplantısına çok az bir zaman kalmıştı. Hemen internet üzerinden kayıt yaptırıp etohum Ankara kampına katıldım. Çok etkileyici bir organizasyon. Türkiye’deki başarılı girişimcilerin hikâyelerini kendi ağızlarından dinleyebiliyorsunuz. Sorular sorabiliyorsunuz. Hatta toplantıya katılanlar arasında bu konuşmacılardan yatırım desteği isteyenler bile vardı. 2011 yılındaki Ankara kampına da ka-


>>İnternet Girişimciliği ve Etohum

tılma fırsatı buldum. Eğer bir fikriniz varsa, bu fikri hayata geçirmek için gereken motivasyona ve çalışma isteğinize sahipseniz, etohum gibi organizasyonlar ufkunuzu açıyor.

hatalardan dersler çıkarmak, başarılı girişimcilerin doğru yaptığı şeyleri öğrenmek ve o sistemle çalışmak büyük bir avantaj. Tüm bunları etohum organizasyonu sağlayabiliyor.

Etohum’un amacı, kendi internet sayfasındaki ifadesiyle; “yeni ekonomi girişimcisi olmak isteyenlere yeni işe başlama bilgisi, uygun girişimcilik ortamının sağlanması ve iş planlarının yatırımcı olabilecek şirket, kişi, yatırımcılar tarafından değerlendirilmesini sağlayacak bir ortamın sağlanması.” Bu kapsamda girişimcilik kampları, seminerler, toplantılar vs. organize ediyorlar. Girişimcileri ihtiyaç duyabilecekleri herkes ve her şeyle buluşturuyorlar. Üstüne üstlük artık bu organizasyonların tamamını internet üzerinden canlı yayında seyredebiliyorsunuz. Yani etohum kampları İstanbul’da, ben nasıl katılabilirim sorusu da cevabını en uygun biçimde bulmuş.

İnternet girişimciliği konusunda uzman fütüristler artık olayın yalnızca bilgisayarlarda kalmayacağını söylüyor. Mobil iletişim, her geçen gün büyük bir hızla gelişiyor. Akıllı telefonlar, tabletler sürekli yeni gelişen uygulamalarla ihtiyaç duyabileceğimiz ve hatta bekli de hiç ihtiyaç duymadığımız birçok alanda hayatımıza giriyor. Bu alandaki geliştirme çalışmaları da internet yatırımcıları tarafından ciddi biçimde destekleniyor. Nereden mi biliyorum? Yine etohum toplantılarında izlediğim sunumlardan.

Şimdi mazeretler bulsak kendimize ve; “ben çok girişimiyim ama destekleyenim yok, zaten buluşlarımı geliştirecek bir garajım yok, şerefsizim benim aklıma gelmişti gerçek” filan desek. Çalışmasak, kendimizi geliştirmesek, yenilikleri takip etmesek ve bize yardımcı olabilecek fırsatların peşinden koşmasak, sonra da zaten bende şans olsaydı desek…

Etohum organizasyonlarını ve toplantı tarihlerini www.etohum.com adresinden ya da @etohum twitter hesabından takip edebilirsiniz. Son bir not. Bill Gates: “hayatta karşınıza çıkan fırsatları sakın değerlendirmeyin, iyi olduğunuz alanda ilerleyin ve uzmanlaşın” der. Bu söze çok inanırım. Eğer internet, mobil teknolojiler, uygulamalar ile ilgili konularda uzmanlaşıyorsanız doğru adreste doğru işleri takip etmelisiniz.

Girişimcilik, internet girişimciliği, e-ticaret gibi kavramların iş hayatındaki yeri, gün geçtikçe artıyor. Bu artışa kayıtsız kalmak geleceği düşünmeden, kendi etrafında dönen adımlar atmaya benziyor. Yapılmış www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 35


RÖPORTAJ

Bahaeddin Nakıboğlu Bu ay röportaj konuğumuz Bahaeddin Nakıboğlu. Nakıboğlu tam bir Apple fanatiği. Öyle ki giydiği gömlekte bile Apple logosu var. Haber: Rahim AYTUNÇ / @aytunCrahim Kaynak: Mors Dergisi 36 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Bahaeddin Nakıboğlu

-Teknoloji sizin için ne kadar önemli? Önce ailem sonra teknoloji dersem cevap vermiş olur muyum.

“Teknolojiye olan ilgim 3-4 yaşlarında başladı” Bahaeddin Nakıboğlu teknoloji ile de çok küçük yaşlarda haşır neşir olmaya başlamış, “Sanırım teknolojiyle tanıştığımda 3-4 yaşlarımdaydım. 6 yaşında da babamın kucağında dedemlerin televizyonunun ayarlarını ayarladığımı biliyorum. Varın gerisini siz düşünün”.

“Apple ile üniversitede tanıştım” Apple ile 18 yaşında üniversite yıllarında tanıştığını dile getiren Nakıboğlu, “İlkokul 4. sınıfta bilgisayarla tanışıklığım MS-DOS ile başladı. O yıllarda disketli bilgisayarlar vardı. Daha sonra Microsoft firmasının Windows’u ile tanıştım. Bu böyle 18 yaşına kadar devam etti. 18 yaşında üniversite okurken tanıştım Apple ile. O zamanlar Amerika’da pazar payı her geçen gün artan bir markaydı fakat Türkiye’de yok denebilecek kadar az kullanıcısı vardı. Sanırım önce kendimi farklı hissetmek amaçlı başlamış bir sevgiydi ama şimdi tamamen farklı bir boyutta. Nasıl ki Gaziantep kültürünü tanıtmak için bir çaba harcıyorsam buna benzer bir çabayı da Türkiye’de yeni Apple’a geçen kullanıcıyı artırmak ve yeni kullanıcıların sorunlarına çözüm arayışına yardımcı olmak için gösteriyorum.”.

medyaya bağlıyım. “Hatalıysam şu numaradan arayınız” devri kapandı artık. Neyi görürsem yazıyorum, bazı firmalar hemen ilgileniyor bazıları da duymasına, görmesine rağmen ilgisiz davranıyor. Örneğin bir bölgede telefon çekmiyorsa hemen bildiriyorum, evde internet gece 12 de kesilir, saat sabaha karşı 1’de eve teknik servisi getirtirim, uçakta hostes hatalı bir şey yapmıştır yazarım, buna benzer birçok şey sayabilirim aslında. Ama artık istediğim potansiyeldeki insanları da sosyal medyadan tanıyarak işe alıyorum. Mesela firmamızın web sitelerini tasarlayacak kişiyi, şirketlerimizi sosyal medyada takip edecek kişiyi buradan tanıyarak ekibime dâhil ettim. Hatta ve hatta normal hayatta gereken bazı konularda da sosyal medyaya yardım alıyorum, oradan gelen cevaplara göre hareket edebiliyorum. Bir gün, ‘Nişantaşı’ndaki en iyi kuyumcu nerede’ diye sormuştum, gelen cevaba göre ailem bir düğüne giderken takı almıştı, hala da oradan alışveriş yaparız. Bir başka örnek daha vereyim, ‘Bir organizasyon için nereden ses sistemi kiralanır’ diye sordum, yine sosyal medyadan ses sisteminden organizasyona kadar her şey ile ilgilenen biri ile işi yaptık. SUNDER’in duvarlarını grafiti yapmak istedim, grafitici sordum, yine sosyal medyadan bulduğum kişi ile çalıştık. Buna benzer o kadar konu var kihayatımda inanamazsınız. Hatta son olarak sosyal medyada birbirleri ile tanışan bir grup girişimci genç ile sabaha kadar sahur yaptık. Ama benim İstanbul’da olduğumu o an anlayan birisi bir tweet atarak beni davet etmişti ve ben de gittim”.

“Apple ile ilgili tüm gelişmeleri “Sosyal medyasız bir dünya düşüyakından takip ediyorum” Apple tutkusu herkes tarafından bilinen Nakıboğlu, nülemez” bu tutkusuyla ilgili şunları söyledi: “Apple konusunda her türlü konu benim hobimdir. Apple ile ilgili biriktirmek, her türlü gelişmeleri yakından takip edip etrafıma duyurmak en çok zevk aldığım işlerin başında geliyor”. fuarlara gitmek, aylık çıkan dergilerini

-Sosyal medya sizin hayatınızın neresinde? Sosyal medyanın önemli olduğunu ifade eden Nakıboğlu, sosyal medyanın hayatındaki yerini bizimle örneklerde paylaştı… “Sosyal medya şu an hayatımın nher yerinde diyebiliriz. Yani her an iPhone’dan sosyal

Yazılı basının yavaş yavaş yok olduğu bir dönemdeyiz. Ayrıca bilgi artık çok daha hızlı yayılıyor. Bu kadar hızlı bir dünyada sevdiğiniz konuları takip etmek, sevdiğiniz kişilerin düşüncelerini okumak kadar zor bir iş yok aslında. Bu kadar bilgi kirliliği içindeyken biz kendimizi kaybetmeye başladık. Ama sosyal medya öyle değil. Ne isterseniz onu okuyacağınız, izleyeceğiniz, hatta anında yorumlayacağınız bir ortam oluştu. Bu nedenlerledir ki bu yüzyılda sosyal medyasız bir dünya düşünülemez. www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 37


RÖPORTAJ -Sosyal medya sizin hayatınızın neresinde? Sosyal medyanın takip edilen simalarından biri olan Nakıboğlu, “Bu soruyu aslında sosyal medyaya sormak lazım. Sosyal medyada ilginç karakterlerden biriyim sanırım. Beni fanatik olarak takip eden bir grup arkadaşım var ve ayrıca beni takip etmek için elemanlarını yönlendiren birkaç da şirket var. Mesela Turkcell ve Superonline’da benim her tweetimi takip eden birkaç kişi var. Ben bu iki firma ile alakalı ne zaman bir şey yazsam anında çözülmüştür. Mesela bir diğer firmada THY. THY yapmış olduğu bir viral video çalışmasına yapmış olduğum bir yorumdan dolayı hediyeler gönderdi. Aslında birçok üst düzey şirket yetkilileri benimle tanışmak için tweet atıyor ve elimden geldiğince onları geri çevirmemişimdir. Aslında şöyle bir örnek verip konuyu kısa kesmek isterim, benimle yüzyüze tanışmış ve sosyal medyadaki etkinliğimi bilmeyen bir üst düzey yönetici ertesi gün İstanbul’da üniversitede eğitim verirken “Tutkunuz olsun ve buna bağlı olarak iş yapın” diyor. Mesela deyip örnek verirken de “ Gaziantep’te biriyle tanıştım Apple hastasıydı ve orada şirket kurmuş Apple satıyor” deyince sınıftaki bir bayan “Bahaeddin Bey değil mi” diye sesleniyor. Yeterli mi cevap☺”. İstanbul’da Apple satıcısı deyince sosyal medyada Elmacıpazarı Bilgisayar yani Naksan Teknolojinin bilinmesinden dolayı oldu bunlar. Tabii sosyal medyada firmamızın büyümesi “Müşteri her zaman haklıdır” inancına sahip olan ekip arkadaşlarımın olmasıdır.

-Kendinizi üç kelimeyle tanımlamanızı istesek… İyi kalpli, yeniliklere açık, karşısındakini dinleyen ve ona önem gösteren bir yöneticiyim sanırım ben.

“Gaziantep benim için çok önemli. Gaziantep’i seviyorum ve Gaziantep’in faydasına olacak şeyler yapmaktan büyük keyif alıyorum. Hiç bir kurum veya kişi ‘Sen kültür elçimizsin’ demedi ama Gaziantep ile alakalı hemen hemen her şey ile ilgilenmeye çalışıyorum” 38 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

Bahaeddin Nakıboğlu, tam anlamıyla bir Gaziantep sevdalısı. Gaziantep’e çok düşkün olan Nakıboğlu, Gaziantep’in hak ettiği şekilde anılması konusunda da oldukça hassas... “Gaziantep benim için çok önemli. Gaziantep’i seviyorum ve Gaziantep’in faydasına olacak şeyler yapmaktan büyük keyif alıyorum. Hiç bir kurum veya kişi ‘Sen kültür elçimizsin’ demedi ama Gaziantep ile alakalı hemen hemen her şey ile ilgilenmeye çalışıyorum. Örneğin yeni açılan turistik yerleri hemen ziyaret ederim, şehrimize yeni yapılan yatırımları inceler yatırımcıları ile tanışırım, yurt dışı ve şehir dışından gelenlerin şehrimizde rahatça yaşaması için onlara destek olmaya çalışırım, şehrimizde ticaret ile uğraşan firmaların şehrimize kazandırılması adına yurt içi veya yurt dışından firmaların birbirini tanışmasını


>>Bahaeddin Nakıboğlu

sağlarım. Bu liste uzar gider. Ama en çok da yerli- yabancı, beni veya şirketimi ziyarete gelenlere Gaziantep’i gezdirmeyi ve Gaziantep’i tanıtmayı çok seviyorum. Bunu içimden gelerek ve tamamen gönüllülük esasına dayalı olarak yapıyorum” Gaziantep’e gerek şehir içinden gerekse de şehir dışından gelen tüm misafirlerine tarihi ve turistik alanları gezdirdiğini söyleyen Nakıboğlu, bu özelliğiyle ‘Kültür Elçiliği’ sıfatını da fazlasıyla hak ediyor, “Mesela Gaziantep’in eski müzesi olsun, gerek yeni yapılan Zeugma müzesi olsun o kadar çok ziyaret ettim ki kayıtlara baksanız eminim ki en çok giriş yapan Antepli benimdir. Bu müzelere Kent Müzesi, Savaş Müzesi, Panoromik Müze gibi diğer müzeleri de katabilirsiniz tabii. Misafirlerimi restore edilmeden önce Tahmis kahvesine götürür, menengiç kahvesini tattırırdım. Ama artık sürekli Tütün Han’ına götürüyorum. Orası çok farklı, bilhassa da mağarası çok güzel. Misafirlerim de o atmosferden hoşlanıyor. Bunun yanı sıra misafirlerimize İmam Çağdaş ve Halil Usta’da yemek, Aşina ve Orkide’de kahvaltı ile Gaziantep’in yöresel lezzetlerini tattırıyorum”.

“Gaziantep’e dışarıdan gelenlere elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyorum” Nakıboğlu, misafirlerine yalnızca Gaziantep’i gezdirmekle kalmıyor, onların yabancılık çekmemeleri ko-

nusunda da bir hayli çaba sarf ediyor, “Şehir dışından Gaziantep’e özellikle tayini çıkarak gelen kişilerin buraya çabuk uyum sağlamaları için elimden geleni yapmaya çalışırım. Gerek ev bulmalarında, gerek eşlerine iş bulmalarında yardımcı olmak isterim. Genelde bu gibi kişiler şehir dışındaki arkadaşlarımın vasıtasıyla haberim olan ailelerdir. Arkadaşlarım bu konudaki hassasiyetimi bildikleri için böyle durumlarda ilk beni ararlar. Ben de onların bana ilettikleri kişilere elimden geleni yapmaya çalışırım. Ayrıca Naksan, yeni evlenmiş çiftlerin genelde eşleri iş aradıklarında ilk başvurdukları yerdir. Tabii bunlar hep referans ile yaptığım şeyler. Belki ilginç gelecek ama şehir dışından Gaziantep’e gelin gelenleri genelde kız kardeşimle tanıştırırım. Hemen Antep’te bir tanıdığı olsun ve yabancılık çekmesin isterim. Kimin sözü olduğunu bilmiyorum ama “Gaziantep’e yaşamaya gelenler, bir gelirken ağlarmış, bir de giderken”. Amacının Gaziantep’in turistik yerlerini anlatmak, gelenleri Antep’in yaşanabilir bir şehir olduğunu göstermek olduğunu ifade eden Nakıboğlu, Gaziantep’in yanlış tanınmasından rahatsızlık duyduğunu özellikle belirtiyor: “Şehrimizi hiç görmeyenlerin ‘Orada havalimanı var mı? , ‘Can güvenliğimizde bir sıkıntı olur mu’ gibi sorular sorması ve olumsuz izlenim içerisinde olmalarını hiç istemiyorum ve üzülüyorum. Herkesin Antep’in güzelliklerini bilmesini ve duymasını istiyorum. Bunun için Antep’in güzelliklerini herkese göstermek ve onların da bir nevi elçilikleri ile Antep’e daha fazla turist gelmesinin ve tanıtılmasının önünün açılmasını istiyorum. Son yıllarda Belediye Başkanımız Asım Bey’in şehrimizin tarihi dokusunu ortaya çıkarmak için yaptığı çalışmalar ve yapılan tanıtımlar sayesinde şehirde turizm konusunda bilinç oluştu. Herkes turistlere göre yatırımlar yaptı. Bundan 4 sene önce tüm restoranlara menünüze İngilizce ve Arapça ekleyin, en az bir garsonunuz bu iki dilden birini tam bilsin’ diye bir öneride bulunmuştum. O zamanlar kimse beni anlamamıştı ama şimdi Çağdaş menüsünü değiştirdi, Arapça ekledi. Aşina her iki dil için ayrı menüler oluşturdu. Bayazhan’da Arapça ve İngilizce bilen garsonlar var. Emininki katkısı olmuştur. Kısacası şehrimizin geleceği bizim elimizde. Biz ne kadar karşımızdakileri (yani şehrimize gelenleri) düşünürsek Antep de o kadar çok tanınacaktır”. www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 39


RÖPORTAJ

O C N E G

T A R U M

Bu ay siz sevgili okuyucularımız için severek izlenen internet dizisi Menemen’in oyuncuları Murat Karakaş ve Genco Çağlar ile güzel bir röportaj yaptık. Holdingde başlayan iki yakın arkadaşın hikayesi, yeni sezonda birbirinden komik maceralarıyla bu sefer bir cafede devam ediyor. İki kafadarı çekimleri yaptıkları bloggerların gözde mekanı Bbase’de ziyaret ettik. Röportajdan çok sohbet havasında geçen zamandan arta kalanlar; Merve GÖKBAYRAK: İlk olarak sizleri bir tanıyalım. Murat Karakaş Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde Tiyatro eğitimi almış, 5 yıl Devlet Tiyatrolarında oyunculuk yapmış. Genco Çağlar ise Akademi İstanbul Tiyatro bölümü mezunu ve İstanbul Üniversitesi Müzikal bölümü mezunu. Bu kadar eğitim ve tecrübe sonrası böyle güzel bir işin ortaya çıkışı pek şaşırtıcı olmasa gerek Ben yine de sorayım. Menemen projesi nasıl ortaya çıktı?

40 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com

Murat KARAKAŞ: Menemen 2010 yılının nisan ayında bir internet fikri ortaya çıktı. Aslında ikimizde tiyatro kökenli olduğumuz için birlikte bir şeyler yapmayı düşünüyorduk. Ne yapalım ne edelim derken bu fikir çıktı ortaya. Sonra Genco ile bir araya gelip karakterleri oluşturduk. O dönem başka bir internet sitesiyle ortak olarak bu çalışmayı hazırladık. Bir holdingde çalışan iki yakın arkadaşın hikayesiydi Menemen. Onların iş hayatında yaşadıkları, başlarına gelenler ve aşkları.


>>Bahaeddin Nakıboğlu

Merve: Peki Genco Beyle ne kadar zamandır arkadaşsınız?

ronumuz oluyor yani o an ne gerekiyorsa ya çevremizdeki arkadaşlarımızdan ya sosyal medyada bizi takip eden insanlardan sağlıyoruz.

Murat: Genco ile uzun süreli bir arkadaşlığımız var bizim. Yaklaşık lise döneminden beridir arkadaşız. İki- Murat: İnsanların merak ettiği, ünlü karakterler olabimizde oyunculuk yaptığımız için beraber çalışmalar liyor. Özellikle Twitter’da insanların merak ettiği bu tarz yaptık, arkasından da bu geldi. projelerde görmek istediği insanlar oluyor. Mesela geçen bölümlerde Falanca vardı. Yakın zamanda başka Merve: Peki dizinin türü neden komedi? arkadaşlarımız olacak. Ayrıca profesyonel tiyatro oyuncusu arkadaşlarımız da zaman zaman bize katılıyor. Bu Murat: İkimizin de kişiliği ve yaklaşımı komediye çok katılımlar artarak devam edecek. uygun. Ayrıca dram oynamak ve ya duygusal bir şey yapmak çok daha kolaydır ama insanları güldürmek Merve: Çekimlerin ne kadar eğlenceli geçtiğine şahit zordur. Yazdıklarınla, yaptıklarınla o hissi verebilmek oldum. Gülmekten çekimin sonunu getiremiyorsunuz. güçtür. Biz de güncel konuları kullanarak insanları gül- Bu zamanlardan aklınızda kalan en komik olay neydi acaba? dürelim istedik. Güldürmek daha güzel bir şey. Merve: Bence de iş stresi, hayat gailesi derken insanların biraz da gülmeye ihtiyacı var. Oyuncu kadrosundan bahsedelim biraz. Hikaye iki erkek etrafında dönüyor ama bazı bölümlerde yardımcı oyuncular da görüyoruz sosyal medyadan ya da tiyatro camiasından. Bu insanları nasıl ayarlıyorsunuz? Genco ÇAĞLAR: Genelde tek plan çektiğimiz için ikimiz olmaya çalışıyoruz ama ilerleyen bölümlerde bazen kız arkadaşımız oluyor bazen tartıştığımız pat-

Genco: Kamera arkalarında zaten çok fazla gülüyoruz. Daha korunaksız olduğu için ufak tefek atışmalar, ufak tefek küfürler olabiliyor. Murat: Abi ufak tefek küfür ne ya! Küfürün ufağı mı olur. Genco: Biz eğlenirsek eğer bu enerjinin karşı tarafa da geçeceğini düşündüğümüzden her anımız komik oluyor.

www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 41


RÖPORTAJ Murat: Ama kısa süre içinde sürekli yazar ekibimizi oluşturacağız. Biz sadece oyunculukla ilgileneceğiz, bizimle aynı frekansta olan arkadaşlarımız senaryoyu yazacak. Merve: Genelde güncel olayları takip ediyorsunuz, sosyal medyadaki her yeni olayı gelecek bölümlere entegre ediyorsunuz planking gibi. (Gülüşmeler )

Murat: Ben en çok şeye gülmüştüm yalnız.Kamera arkası bölümümüzde de olan Selcan(Falanca) , ben ve Genco’nun olduğu bir planda, burada bir tane kedimiz var, o üzerimize çıktı şöyle bir gezdi daha sonra Selcan’ın koluna yapışıp enteresan hareketler yapmaya başladı. Biz bir anda dağıldık n’oluyor diye! (Gülüyoruz.) Ya da çekim sırasında söyleyeceğimiz replikleri günün yorgunluğundan şaşırabiliyoruz. Bir anda kesip başlıyoruz orada gülmeye. Bu da bizi motive ediyor aslında.

Genco: Zaten bunu hep diyoruz bizi besleyen şeyler güncel olaylar. Bir konu çok popüler olmuşsa biz de bunu katabiliyoruz senaryoya.Gerçi şu son dönemde pek bir şey çıkmıyor .

Merve: Peki senaryoyu kim yazıyor? Genco: Senaryoyu ikimiz yazarak başladık. Esasında senaryoyu yazan dışarıdan bir göz olsun istiyoruz. Arada böyle arkadaşlarımız oldu ama iş yoğunluğu yüzünden uzun soluklu olamadı. Genelde ikimiz yazdık senaryoyu ama şimdi bizimle beraber senaryo yazan arkadaşlarımız var. Kimi zaman onlar yazıyor kimi zaman biz. Artık kimin aklına fikir gelirse ve bizi güldürürse onu kullanıyoruz.

Merve: Sadece güncel olaylar da değil geleneksel öğeleri de kullanıyorsunuz. Mesela bayram bölümünüz çok güzeldi. Murat: Bu ülkede sen hiçbir şey yapmasan da bir şeyler çıkabiliyor malzeme olarak.Gündem hep değişiyor.Hilal Cebeci çıkıp panpiş diyor bir başkası başka bir şey diyor .Ayrıca kadın erkek ilişkileri de bize malzeme yaratan bir konu.Çeşit çeşit insan var ; içti mi sapıtan erkek var, küfür eden kadın var . Seni seviyorum dediğinde onunla evleneceğini sanan kadın var… Merve: Gelelim teknik ekibe... Arda teknik ekip olmuş oluyor galiba. Genco: Biz aslında aile prodüksiyon şirketiyiz.:) Bbase’in, Tolga Arıcan’ın çok büyük katkıları oluyor. Arda Arıcan yönetmenimiz onun da emeği büyük. Set fotoğrafçımız var Tunahan Emre Bilgin. Küçük, prototip bir prodüksiyon şirketiyiz aslında ve hiçbir eksiğimiz de yok.

42 | BLOG DERGİSİ 10/2011 www.blogdergisi.com


>>Bahaeddin Nakıboğlu

ması. Bir kişi kurgu yapıyor , bir kişi efektleri yapıyor. Dream box adlı bir stüdyomuz var; arkadaşımız sponsor oldu müziklerimizi yapıyor.Kostümünden çekimine kadar yardımcı olan arkadaşlarımız var ve giderek çoğalıyoruz, bu da mutluluk verici. Merve: Sosyal medya alanlarında hesaplarınız var ve takip edenlerinizin sayısı hayli fazla. İzleyicilerden gelen tepkiler nasıl? Genco: Facebook’da, Twitter’da hesaplarımız var. Merve: Peki Menemen’i televizyona taşıma gibi bir he- Kendi internet sitemiz var; menemen.tv . Biz samimi definiz var mı? ve kaliteli bir iş ortaya çıkardıkça bizi takip eden insanların sayısı da gitgide artıyor. İzleyicilerimizden gelen Genco: Evet, yakın zamanda televizyonla alakalı tek- tepkiler genelde olumlu. Bazı kısımları beğenmediklelifler aldık. Gerçi dizinin şu anki durumundan da mem- rinde, şöyle olsa daha iyi olurdu diye eleştiride bulununuz. Çünkü internet üzerinden yayınlanan ve 2 nup bize katkı sağlıyorlar.Onların paylaşımı bizim için yıldan beri devam eden tek diziyiz. Bazı diziler yapıl- çok önemli. maya çalışıldı ama devamı gelmedi. Şu an devam eden birkaç dizi de ürün bazlı, bir firmanın sponsorluğunda Merve: Her ikinize de vakit ayırdığınız için çok teşekilerleyen işler. Sonuçta biz hiçbir maddi destek alma- kür ediyorum.Yeni bölümleri heyecanla bekliyor oladan bu işi yapıyoruz. cağız. Murat: Bizim için en büyük kazanç, insanların çekim Genco, Murat: Biz teşekkür ederiz. yaptığımız gün buraya gelip gönüllü olarak vakit ayır-

menemen.tv facebook.com/menementv twitter.com/Menementv

www.blogdergisi.com 10/2011 BLOG DERGİSİ | 43


SİNEMA Gizem KUZU / gizemkuzu.wordpress.com

2 ülke 2 film Güney Kore Oldeuboi (Oldboy)

2

003 yapımı Oldboy, bir intikam filmi. Bir yere kapatıldığınızı ve 15 yıl boyunca hapis tutulduğunuzu düşünün ayrıca neden orada tutulduğunuzu bile bilmiyorsunuz. Salıverildikten sonra yaşadıklarınız ise o 15 senenin yanında solda sıfır kalıyor. Güney Kore sineması çok para harcamadan hikayeyle destekli oyunculuklar dahilinde mükemmel yapımlar ortaya koyuyor. Yönetmen Chan-wook Park’ın en ürkütücü ve sarsıcı filmi diyebilirim Oldboy için. Sıradan bir insan olan Oh Dae Su (Min-sik Choi) ortada hiçbir sebep yokken bir hücreye mahkum edilir, hem de 15 yıl boyunca. Dünyayla tek bağlantısı ise hücresindeki küçük bir televizyondur. Bir gün

haberlerde karısının öldürüldüğünü duyar ve bu olayla bağlantısı olduğu düşünüldüğü için kapatıldığını anlar. Hapis kaldığı süre boyunca oradan çıktığında kendisine bunu yapanlardan intikam alacağına dair kendine yemin eder. 15 yıl sonunda Dae Su para dolu bir cüzdan ve bir telefonla serbest bırakılır. Serbest kaldıktan sonra gittiği bir Japon lokantasında bayılır ve lokantanın aşçısı Mido’nun evinde gözlerini açar. Yaşadıklarını Mido’ya anlattığında Mido kendisine yardım etmeye karar verir ve kendini mahkum eden Lee Woo Jin’i bulur. Bir iddiaya girerler; beş gün içinde hapsedilmesinin gerçek nedenini bulursa Lee Woo Jin intihar edecektir bulamazsa, kendisine yardım eden Mido’yu öldürecektir. Buradan sonra olayla-

44 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

rın seyrindeki dehşet insanın kanını donduruyor. Filmin bu denli etkileyici olmasının bir sebebi de sanırım bütün olaylar içerisinde yer alan ensest bir ilişkidir. Ensest kelimesi bile normal insanlar için rahatsız edici olurken, bunu bir kurgunun içerisinde seyretmek insanın sınırlarını zorluyor. Yok artık bu kadar da olmaz dedirten bir planlama var filmde. Midenize bir yumruk gibi inen bu film intikam kavramını bir kez daha gözden geçirtiyor bizlere. 2004 Güney Kore Büyük Çan Ödülleri’nde en iyi yönetmen başta olmak üzere birçok dalda ödül alan film, aynı zamanda 2004 Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü’nün de sahibi oldu.


>>2 ülke 2 film

Almanya Das Leben der Anderen (The Lives of Others)

S

enaryosunu Florian Henckel von Donnersmarck'ın yazdığı ve yönettiği filmin baş rollerini Martina Gedeck, Ulrich Mühe ve Sebastian Koch paylaşmıştır. “Başkalarının Hayatı” yönetmenin kendi başına çektiği ilk uzun metrajlı film olup 2006 yılında dramatik bir dönem filmi olarak vizyona girmiştir ve “en iyi yabancı film” dalında Oscar’a aday gösterilip ödülü kapmıştır. Yine aynı dalda BAFTA, Bodil ve César ödüllerini kazanmıştır. "Başkalarının Hayatı", 80'li yıllarda Berlin duvarının yıkılması öncesinde yaşanan trajik dönemi anlatıyor. 1984 yılının Doğu Almanya’sında geçen filmde, ülkenin güçlü polis örgütü Stasi’nin yetenekli istihbarat ajanı Yüzbaşı Gerd Wiesler’in rejim karşıtı olabilecekleri düşünülen bir sanatçı çifti gizlice dinleyip takip ederken yavaş yavaş yaptığı işten pişmanlık duyması anlatılmaktadır. Ancak film öncelik olarak politik mesaj

verme kaygısı içermiyor. Olaylar Doğu Almanya’da 1984 yılında başlar ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasından iki yıl sonra yani 1991 yılında biter. Ülkede Stasi adında çok güçlü bir istihbarat ağı kurulmuştur ve yüzbinlerce istihbarat elemanı çalıştırılmaktadır. Bunlardan biri de oyun yazarı Georg Dreyman’ı (Sebastian Koch) dinlemeye alan Yüzbaşı Gerd Wiesler’dir. Emri veren bakanın tek emeli sanatçı çiftin rejim karşıtı olduğunu ortaya çıkarmak değil aynı zamanda Dreyman’ın birlikte yaşadığı sevgilisi Christa-Maria Sieland'da (Martina Gedeck) gözü olmasıdır. Weisler ekibiyle birlikte 24 saat hayatlarının içinde olmak için yazarın evine dinleme cihazları yerleştirerek binanın çatı katına da tam teşekküllü bir dinleme istasyonu kurarlar. Yazarın her konuşmasını kaydeder, her alışkanlığını not etmeye başlarlar. Başlarda rejime sadık olan Dreyman kız arkadaşına şantaj yapılarak Bakan Hempf'le cinsel ilişkiye zorlanması

ve sahne yönetmeni arkadaşının intihara sürüklenmesi üzerine Batı Almanya'da çıkan Der Spiegel dergisine isimsiz bir yazı yazar. Bu yazı şüpheleri iyice Dreyman’ın üzerine çeker. Ancak Yüzbaşı Wiesler çiftin hayatına fazlasıyla dahil olmuştur, ve empati kurmaya başlamıştır. Evde olmadıkları zamanlar daireye inip onların okudukları kitapları alıp okumaya başlar. Artık Yüzbaşı onları ihbar etme kaygısını geçmiş onlara yardım etmeye başlamıştır. Filmde kullanılan elektronik dinleme ve kayıt cihazları gerçekten Stasi istihbarat teşkilatı tarafından o tarihlerde kullanılmış cihazlarmış ve çekimler için özel olarak müzelerden ve özel koleksiyonculardan temin edilmişler. Tam anlamıyla başarılı bir dönem filmi. İzlerken yalnızca dönemin politik yapısını anlamakla kalmıyor bu yapının altında ezilen hayatlara da şahit oluyorsunuz.

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 45


VİZYONDAKİLER

Kule Soygunu (Tower Heist) Gösterim tarihi: 04 Kasım 2011 Yönetmen: Bre Ratner Tür: Aksiyon, Komedi, Suç, Oyuncular: Ben Stiller, Eddie Murphy, Casey Affleck, Téa Leoni, Ma hew Brode‐ rick, Michael Pena, Dave Chappelle, Alan Alda... Josh Covacs (Ben Stiller), New Yorkʹta yaşayan ve şehrin en güvenli ve en lüks konutlarından birinin yöneticisidir. 10 yılı aşkındır sürdürdüğü bu görevde uçan kuş bile ondan sorulur. Fakat bu binanın en üst katında büyük bir vurguncu olan borsacı Arthur Shaw (Alan Alda) yaşamaktadır. Yatırımcılarından 2 milyar dolar çaldıktan sonra yakıyı ele veren Shaw bu süper lüks kulede ev hapsindedir ve Arthurʹun en büyük mağdurları da parasını ona kaptıran kule çalışanlarıdır! Josh ve ekibi Arthurʹdan hem paralarını hem intikamlarını almak için bir plan yaparlar. Büyük bir dolandırıcı olan Slide (Eddie Murphy)’ı ekibe dahil edip, Arthur’un dairesinde saklandığına emin oldukları ʹşeyiʹ çalma hedefindedirler. Soyguncular acemidir, fakat yıllardır korudukları binayı herkesten daha iyi ta‐ nımışlardır... .

Almanya’ya Hoş Geldiniz (Willkommen in Deutschland) Gösterim tarihi: 04 Kasım 2011 Yönetmen: Yasemin Samdereli Tür: Dram Oyuncular: Denis Moschi o, Aykut Kayacık, Manfred‐Anton Algrang Almanya’da çalışan Hüseyin, ailesine Türkiye’ye dö‐ neceklerini açıklar. Ailede ateşli bir tartışma patlak verir. Ailenin torunu Canan’ın İngiliz erkek arkadaşın‐ dan hamile kaldığının ortaya çıkması tansiyonu iyice yükseltir. Canan, ‘yabancı’ olduğu için diğer çocukla‐ rın aşağıladığı küçük kuzeni Cenk’i rahatlatmak için Almanya’ya nasıl geldiklerine dair güzel bir hikâye an‐ latır.

46 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Vizyondakiler / Kasım

Ölümsüzler (Immortals ) Gösterim tarihi: 11 Kasım 2011 Yönetmen: Tarsem Singh Tür: Aksiyon, Dram, Fantastik, Oyuncular: Kellan Lu , Mickey Rourke, John Hurt, Freida Pinto, Henry Cavill, Stephen Dorff, Isabel Lucas, Peter Steb‐ bings, Greg Bryk, Corey Sevier... Antik Yunanʹda geçen filmde, savaşçı prens Theseus kötü güç‐ lere karşı savaş açar; tanrılar ve insanlar, titanlara ve barbarlara karşı mıdır?Mickey Rourkeʹnin canlandırdığı Titan Hyperion, yıllar sonra insanlığa savaş açar. Savaş Tanrısı Ares tarafından üretilen efsane bir silahın, Epirus Yayıʹnın peşindedir. Bu silah, Titanları Tartaruslardan kurtarmaya yarayacaktır, bu silah saye‐ sinde öç alabilecektir. Tanrılar savaşta Hyperionlar ya da insan‐ lık arasında bir seçim yapma yetisine sahip değildirler, taraf tutamamaktadırlar. Tanrıları ve toprağını korumakla görevli olan Theseusʹtur ve onu da Zeus seçmiştir.

Alacakaranlık Efsanesi: Şafak Vakti - Bölüm 1 (The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 1) Gösterim tarihi: 14 Ekim 2011 Yönetmen: Lone Scherfig Tür: Dram, Fantastik, Gerilim, Romantik Seslendirenler: Kristen Stewart, Robert Pa inson, Ashley Greene, Taylor Lautner, Dakota Fanning, Kellan Lu , Jackson Rath‐ bone, Nikki Reed... Bella’nın Edwarda duyduğu yoğun tutkuyla bir tarafa, kurt adam Jacob ile arasındaki derin bağ ile öbür tarafa çekilmiş bir halde, nihai dönüm noktasına ulaşmak için kayıplar ve müca‐ dele dolu çalkantılı bir yıl geçirmiştir. Artık ya ölümsüzlerin karanlık ama çekici dünyasına katılacak, ya da iki kabilenin arasında insan olarak hayatına devam edecektir. Bella kendi‐ sini muhtemelen yıkıcı ve anlaşılmaz sonuçları olacak benzeri görülmemiş bir olaylar zincirinin içinde bulur. Önce Alacaka‐ ranlıkʹta yıpranmış olduğunu, ardından Yeniay ve Tutulmaʹda da dağılıp koptuğunu gördüğümüz ipler, artık tamamen dü‐ zeltilip bir araya gelecek gibi görünüyor.

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 47


VİZYONDAKİLER

Oyunun Sonu (Margin Call) Gösterim tarihi: 18 Kasım 2011 Yönetmen: Henry Joost, Ariel Schulman Tür: Gerilim, Gizem, Korku Oyuncular: Kevin Spacey, Demi Moore, Penn Badgley, Paul Be any, Jeremy Irons, Carla Gugino, Zachary Quinto, Simon Baker... Bir yatırım bankası, müşterilerine yüksek riskli yatırım araç‐ ları satarak milyon dolarlar kazanırken, bu satışları; piyasa‐ nın giderek kararsızlaşan durumdan haberdar etmeyerek yapmaktadır. 2 genç broker risk seviyesinin güvenlik bari‐ yerini geçtiğini ve şirketin tüm mal varlığı portföyünün fe‐ lakete doğru gi iğini fark eder. Firmanın üst yönetimi acilen gece yarısı toplantsı düzenler. Ya 107 yıllık firmanın iflas etmesine göz yumacaklardır ya da durumdan ilk ha‐ berdar olan kişiler olmalarının avantajını kullanarak firma‐ nın ayakta kalabilme şansının olduğu ancak müşterilerini kazıklayacakları bir planı uygulayacaklardır.

Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi Gösterim tarihi: 18 Kasım 2011 Yönetmen: Andrew Niccol Tür: Bilim Kurgu, Gerilim Seslendirenler: Selçuk Yöntem, Ezgi Mola, Türkü Turan, Köksal Engür, Bülent Emin Yarar, Güler Ökten, Alpay şayhan, Cengiz Bozkurt Tanınmış anayasa profesörü Celal Tan, çevresi ve ailesi tarafından sevilen, örnek gösterilen önemli simadır. Eşini kaybetmesinin ardından hayatını kurtardığı genç öğrencisiyle evlenmiştir. Ailesi Celal Tanʹın 65. doğum gününü kutlamak için kendisine sürpriz bir doğum günü partisi düzenler, fakat kutlama öncesi yaşananlar tüm ailenin hayatını değiştirecektir... 48 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Vizyondakiler / Kasım

Hayat Ağacı (The Tree Of Life) Gösterim tarihi: 25 Kasım 2011 Yönetmen: Serdar Akar Tür: Bilim Kurgu, Dram, Fantastik Oyuncular: Brad Pi , Sean Penn, Jennifer Sipes, Fiona Shaw, Alexandria Deberry, Dalip Singh, Jessica Chastain, Pell James, Joanna Going, Michael Showers, Jodie Moore, Brayden Whisenhunt, Kimberly Whalen, Robin Read, Danielle Rene, Chris Orf, Nathaniel Holt, Kathryn Rawson, Ge‐ rardo Dávila, Zach ırsik, Cole Cockburn... 1950ʹlerde geçen filmde büyüdükçe masumiyetin kay‐ bolduğuna tanık olan çocuklar üzerinden hayatın ve yaşamın hikayesi anlatılıyor.

Dedemin İnsanları Gösterim tarihi: 25 Kasım 2011 Yönetmen: Çağan Irmak, Tür: Aile, Dram, Oyuncular: Çetin Tekindor, Hümeyra Akbay, Mert Fırat, Ezgi Mola, Yiğit Özşe‐ ner, Gökçe Bahadır, Zafer Algöz, Yiğit Arı, Ünal Silver, Ushan Çakır, Mehmet Ali Kap‐ tanlar, Serkan Genç... "Dedemin İnsanları", küçük bir kasabada yaşayan on yaşında bir çocuk ve dedesi aracılığıyla, bir ailenin ve bir ülkenin geçirdiği büyük değişimi anlatıyor. Kalabalık ve sıcak Ege insanlarının hi‐ kâyesini izlerken, mübadeleye, öteki olmaya, nereye gidersen git bir yere ait olamamaya, iki yakaya, çok sayıdaki azınlığa, ihtilal‐ lere bir defa daha, ama bu kez farklı bir yerden bakmayı ve dü‐ şünmeyi sağlıyor. Film çekimlerine 2011 Mayıs sonunda Girit’te başlanmıştır. Gökçeada, Milas, Bodrum ve Söke’de devam eden çekimler, Temmuz sonunda tamamlanmıştır..

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 49


MÜZİK

Müzik Kutusu

KISA KISA

İbrahim MUMCU / ibrahimmumcu.com

Son 15 Yılın En İyi Şarkısı: Paranoid Android NME dergisinin internet sitesi üzerinden düzenlediği ankete göre Radiohead’in 1997 yılında yayınladığı Paranoid Android şarkısı son 15 yılın en iyi şarkısı seçildi. Ankette Beyoncé’nin Crazy In Love şarkısından Amy Winehouse’ın Rehab şarkısına kadar pek çok popüler şarkı da yer alıyordu.

Adele: "Çok konuştuğum için bir türlü iyileşemiyorum" Uzun süredir ses tellerinden rahatsız olduğunu belirtip ABD'deki konserlerini iptal eden Adele, "sigara içtiğim için gırtlak iltihabı olduğumu zannediyordum. Sigarayı bıraktım ama hala iyileşemedim. Sonunda, çok konuştuğum için bir türlü iyileşemediğimin farkına vardım" dedi. Adele, "Şarkı söylerken çok problem yaşamıyorum, ama sahne dışında çok konuşup, ses tellerimi çok yoruyorum. O yüzden bir türlü tam anlamıyla iyileşemedim" diye ekledi..

50 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Müzik Kutusu: Kısa Kısa

Van İçin Rock! 23 Ekim tarihinde Van’da meydana gelen deprem sonucu bölgedeki insanlarımızın yaralarını sarmak amacıyla aralarında Haluk Levent, Gece Yolcuları, Gripin, Redd, Emre Aydın, Hayko Çepkin, Yüksek Sadakat, Şebnem Ferah gibi ünlü rock grup ve yıldızlarının da yer aldığı 40 kişilik ekip harika bir şölene imza attı. 30 Ekim pazar günü Maçka Küçükçiftlik Park’ta düzenlenen organizasyonun tüm gelirleri Türk Kızılayı’na bağışlandı.

Ayın Albümü

Ayın Şarkısı

Ayın Albümü: Coldplay - Mylo Xyloto Mylo Xyloto Hurts Like Heaven Paradise Charlie Brown Us Against the World M.M.I.X. Every Teardrop Is a Waterfall Major Minus

U.F.O. Princess of China (featuring Rihanna) Up in Flames A Hopeful Transmission Don't Let It Break Your Heart Up with the Birds

Rihanna -

We Found Love

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 51


MODA Zümra ÇELİK / lunaparkqueen.blogspot.com

GÖKTEN ÜÇ TREND DÜŞMÜŞ… Herkese merhabalar! Ben daha trençkotumu, mevsimlik elbiselerimi, süet çizmelerimi giyemeden kış kapıya dayandı! Niyeyse her yıl böyle oluyor, yazdan kışa öyle bir geçiş yaşanıyor ki, sonbahar arada hep kaynıyor. Sanırım bu yıl yerde turuncu yapraklar göremeden

beyaz karı göreceğiz. Tam tişörtün üzerine hırka alsam mı almasam mı diye düşünürken, mantomu giymem gerekti. Yetkili makama şikayetlerimi bu vasıtayla iletiyor ve ilkbahar için daha gerçekçi bir geçiş rica ediyorum. Buradaki açığı ilkbaharda kapatmayı umut ederek, trend raporlarıma başlıyorum. Bu ay sizi üç yeni trendle tanıştırıyorum:

1

Fular Yakalı Bluzlar Hatırlarsanız ekim ayında bebe yaka trendinden detaylı olarak bahsetmiştim. Bu ay da “tie neck” diye bilinen fular yaka trendinden bahsedeceğim. Uzun boyunlu kadınlara fuları her zaman çok yakıştırmışımdır, hele bir de gömlekle birlikte takılırsa çok şık olur. İşte bu trend minimalist bir şıklık yaratarak bizi fular arama derdinden kurtarıyor. Üstelik kısa boyunlu kadınlar için de ideal : ) Çünkü bu modelde fular gevşek biçimde düştüğünden, boynu daha kısa göstermiyor. Bu da önemli bir avantaj yaratıyor. Bir diğer avantaj da, hem ofis, hem günlük hem de gece şıklığı sağlayabilecek nitelikte olması… Bu da bu trendin önemli artılarından. Diyelim gardırobunuzda bu tarz bir bluz yok. Korkmayın, fazla masrafa gerek yok. O bebe yaka gömleklerinizin, yakalarının altına çeşitli kurdeleler bağlayarak bu trendi kendinizce yorumlayabilirsiniz. Özellikle, beyaz gömlek ve siyah kurdele en sık uygulanan versiyonu diyebilirim. 52 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


2

Loafer Ayakkabılar Hatırlıyorum da lise yıllarımda Cumhuriyet Bayramı için yürüyüş takımına seçilmiştim, ancak takımdaki herkesin aynı model ayakkabı giymesi gerekiyordu. Bu ayakkabı da, o zaman “George Hogg” diye bahsettiğimiz önleri püsküllü düz bir modeldi. Zorunluluk olduğundan olsa, hiç ısınamamıştım bu ayakkabılara. Ancak bu sezon loafer diye bilinen bu ayakkabılar, fikrimi tamamen değiştirdi. Miu Miu’nun pudra rengi topuklusuyla başlayan macera aldı başını gitti. Şimdi birçok markada birçok modelini görmek mümkün. Düzü de çok güzel topuklusu da. Benim tercihim günlük kullanım için düz şık bir model, gece içinde daha parlak renklere sahip ve topuklu bir versiyon.

>>Gökten Üç Trend Düşmüş

3

Şıkır Şıkır Pullar, Pırıl Pırıl Simler

Biliyorum daha geçen yıl çok pullu çok simli bir şeyler giymiş bir kız görsek, “Ay ne kıro, ne basit!” diyorduk. Hele bir de gündüz giymişse, vay onun haline.. Dilimizden kurtulamazdı.. : ) Ancak gün geçmiyor ki her şey öyle hızlı değişiyor ki, biz bile kendimize şaşırıyoruz. Evet, simler pullar çoook moda. Gece için zaten nasıl kullanmanız gerektiğini eminim hepiniz biliyorsunuz. Yine de çok abartmadan, en fazla bir parçada sim kullansanız daha şık olur. Ama asıl konu bu trendi gündüz uygulamak. Çünkü asıl olay burada. Öncelikle giydiğiniz payetli ya da simli parçanın tonu çok önemli. Bütün giysilerinizi o parçanın tonlarına uygun seçmelisiniz. Sakın zıt renkler giyineyim, kendi modamı kendim yaratayım olaylarına girmeyin simli parçalarla, sonuç hüsran olur. Ayrıca bu parça ya ayakkabınız olsun, ya bluzunuz olsun, ya eteğiniz olsun ya da bir takınız. Yani ceket ya da pantolon gibi giysinizin büyük bir bölümünü oluşturan kısımlarda bu trendden kaçının, en azından gündüzleri… Herkese çok güzel ve şans dolu bir ay diliyorum! Havalar çok soğuk sakın üşütmeyin. Kalın ama şık giyinin! Ve bol bol gülümsemeyi ihmal etmeyin! www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 53


SPOR

Hiddink De Her Şeyin Farkında Ama... Oğuz AKDENİZ / zoomlabakalim.blogspot.com Son iki hafta içerisinde futbol adına güzel maçlar izledik..Önce Almanya ya kaybettik,sonra Azerbaycan ‘ı yendik.Almanlar bizden daha kontrollü,ayağa pas yapan,orta sahada derinlemesine pas yapabilen ve ilerde forvet oyuncuları mario gomez ‘i rahatlıkla topla buluşturan bir ekip.. Takım halinde savunma yapıp,takım halinde hücumda çoğalabiliyorlar.Bu yüzden zaten tek forvetle oynadıklarına aldanmamak gerek. Eski zamanların Almanya’sından eser yok..Genç oyuncuları bulup takıma yavaş, yavaş kazandırıyorlar..Bizim ise Almanya maçında kaybetmemizin temel nedeni orta saha üstünlüğünü rakibe teslim etmemizdi..zaten defansta bireysel hataların da önüne geçemiyoruz.Defans hattından hücum ‘u başlatamadığımız için kaptırdığımız her top tehlikeye dönüştü.. Azerbaycan maçını kazanmamız ise normal sonuç.Ama o maçta bile yine klasik oyun düzenimizden vazgeçmedik.Bu ta-

kıma Burak Yılmaz ‘ın yanına onunla asistleşebilen,hücum da etkinlik yaratabilecek güçlü bir oyuncu şart..Belki Mevlüt Erdinç oynadığı dönemde ordaki eksikliği kapatıyordu.Ama şu an o da yok..Keza orta sahada Emre ‘nin dışında oyunu yönlendirebilen bir oyuncumuz yok..Keşke Tuncay eski formunda olsa da oynayabilse.. Hiddink şu noktada eleştirilebilecek bir isim değil..Çünkü henüz yolun başında..Bir şeyleri meydana getirmek için hoca ya zaman gerek..Ama belki onun da tek eksikliği takımla birlikte daha fazla zaman geçirmemesi yada geçirememesi.. Ben açıkçası Milli takımdan ümitliyim.Hırvatlar eski gücünde değil..Zaten Türkiye de grup maçlarında ki gibi bir oyun ortaya koymayacaktır.Ancak son kaleci değişikliği ve oyuncuların biraz daha kendine gelmesi olumlu gelişmeler..Eğer ki forvet hattına renk getirebilecek bir oyuncu ve orta sahaya da bir iki takviye yapabilirsek her şey yeniden başlıyor demektir..

54 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com


>>Hiddink De Her Şeyin Farkında Ama...


MİZAH

>>Düz Yazı

Onur GÜRLEYEN / komikliklerim.blogspot.com

*

Piç’i anlıyorum da Piç kurusu’nu anlayamıyorum. Çocukluk küfrümdü bu piç kurusu ama nasıl bir şey oluyor bilmiyormuşum yıllardır. Kurusu olunca daha keskin, daha kekremsi bir tat mı katıyor acaba?

*

İnanması en tatlı şey hurafeler. Hem de en saçma en anlamsız olanları insanlar tarafından hala inanılıyor. Nasıl oluyor bu dedim kendime çok kısa bir araştırma yaptım. Aşırı kısa oldu araştırmam, pek bir şey anlamadım. Ben yine en kolay şekilde yapılan incelemeyi yani gözlemlerimi anlatayım. Efendim deney gurubum gayet de aklı başında, efendi insanlardan oluşuyor ve hatta üniversite kampüsünden toplama insanlar oldukları için çoğu mühendis, kısaca pozitif bilimlerden nasibini almış insanlar. Peki, önlerine bir hurafe geldiğinde ne yapıyorlar; balığın yemi yutması gibi anlamsızca kabul ediyorlar bu hurafeyi. Şimdi size bir hurafe anlatmak istemiyorum zira bir de bakmışsınız siz de inanır olmuşsunuz bu hurafeye, işte bunun omuzlarıma yüklediği veballe yaşayamam. Aslında bir daha düşündüm de yaşarım galiba, sonuçta gamsız bir insanım. Peki, insanlar hurafelere neden inanıyorlar, nasıl oluyor da iki saat önce genetik mühendisliği yapan birisi şimdi kahve telvesinden geleceği okuyor, işte sorulması gereken soru bu. Ben sordum. Sanırım mantığımızı genel kabullerin üstünde kullanmaya üşeniyoruz (üşengeç biriyim ve evet; tüm cevaplar üşengeçlikte gizli) Her sebep ve sonuç ilişkisinin mantıksal açıklamasını bulmaya çalışmaktansa kalabalıklar bize ne bu56 | BLOG DERGİSİ 11/2011 www.blogdergisi.com

yurduysa onu yapıyoruz. Hep sizin için oturduğum yerden düşünüyorum bakın, yeni bir soru da bu hurafeler nasıl oluyor da genel kabul kurallara dönüşüyor. Sanırım cevap her çağın illeti olan bilimselmişimsilik. İnsanlar bilimi bilmek yerine başkalarının bilmesini yeğlediğinde doğdu bilimselmişimsilik, bazıları bilmedikleri bilimleri bilmediklerini bilmiyorlardı ve dünya aynı anda hem düz hem de yuvarlar oluverdi. İşte hurafeler böyle doğdu ve aslında hala da doğmaya devam ediyor. Büyük bilim insanları kuantum fiziğinden bahsediyor ve küçük bilim insanları kuantum fiziğini anlamadıklarını belli etmek istemiyor. Sonunda yaptığı garip hareketlerle Kuantum enerjisini sağa sola saçtığını iddia eden insanlar türüyor ve vahim olanı bu insanlara inananlar da hiç gocunmadan çoğalıyorlar. Einstein E=mc2 dedi diye eline aldığın her deniz taşını enerji taşı diye satabilirsin ve insanlar da alır o taşları enerji verecek inancıyla evlerinin başköşesine koyarlar, tıpkı geçmiş zaman insanlarının taptıkları putlar gibi. Kimse sormaz “enerji ne ulan” diye, zaten böyle kaba soracaksa sormasın ama enerji dediğin hakkaten nedir ki gülüm. Sanki sırtımızdaki dev batarya ile yaşıyoruz da arada sırada bir yerlerden enerji almamız gerekiyor. Hakiki enerjiyi istiyorsan git mesir macunu ye, pekmezle ceviz ye; o zaman gör enerjiyi. Dağları delersin aşkından, kimse tutamaz o enerjiyle.

*

Bana âşık olsunlar diye önüme gelene veriyorum kalbimi, oysa insanlar kendilerini sevmekle çok meşguller. Hayat bir garip.


>>Karikatürler

MİZAH

Onur GÜRLEYEN / komikliklerim.blogspot.com

www.blogdergisi.com 11/2011 BLOG DERGİSİ | 57


blogdergisi www.blogdergisi.com


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.