Azizm Sanat E-Dergi Mart 2020

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Mart 2020, 147. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak İsimsiz Dora Maar 1980 Arka Kapak Tanrı Elsa von Freytag Loringhoven ve Morton Schamberg 1917 Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

Editörden

‘Yangında Kaybettiklerimiz’den ‘Sıfır Noktasındaki Kadın’a Pınar Kumandaş

Savaş ve Kadın Ziza Rumas

Desenler Fereshteh Aliabadi

Feminist Bir Peri Masalı: Antonia’nın Yazgısı Deniz Eren

4 6 12 17 20 23 26 32 39 48

Manifesto

Biricik Carla Bilgen Seven

Şeytanı Taşlamak Yasemin Gül

Sigara Kamu Spotlarında Kadın İmgeleri Ersin Yurtseven

Porno Filmlerde Kadın Rolü ve Feminist Porno Vahap Yüce


4

1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür


5

ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007


6

EDİTÖRDEN 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nün, baharın ilk adımlarına sirayet ederek yarattığı duyarlılık atmosferini solumak, gövde gösterileri çağında, her geçen yıl daha da güçleşiyor. Burada elbette, cinsiyet kavramı ve buradan türeyen cinsiyet, cinsel yönelim eşitsizliklerine yönelik duyar kazanmak adına 2020’leri bekleyecek kadar gecikmişleri taşlayarak zaman kaybetmek/kaybettirmek istemiyoruz. Ülkemizde ve dünyada, yılların anlı şanlı firmalarının ancak küresel bir eğilim halini aldığında kadınları ve yaşadıklarını görebilir hale gelmesi, başkalarının samimiyetsizliği, utancı. Ancak biliyoruz ki, şimdilerde utanmak yasak. Hiçbir eylem ve etikte birleşmeyi başaramayan türümüzün, utanmazlıkta, yüz kızarmazlıkta birleşmeyi başardı. Küreselleşme sayesinde ortak insanlık kültürüne bir unvan daha kazandırmış olduk. Erillik kusan görsellerle, slogan ve etkinliklerle 8 Martı devirenlere giderek alışmaya başladık. Bu alışkanlığın bağışıklığa dönüşmemesi için eyleme geçmek, 8 Mart’ı anmak kadar önem arz ediyor olmalı. Elbette kadınların daha görünür, daha güçlü olmalarından hiçbir kötü çıkarıma varılamaz. Fakat bu nüfuzlanmadan nüfuzlananları parmakla gösterilir hale getirmek, alınan mesafenin insanlık onuruna yaraşır halde kalması açısından önemli. “İnsanlık onuru” gibi soyut bir başlığın içerdikleri hiç şüphesiz tartışılmalı ama bu tartışmayı, başlığın neleri içermediği üzerinden yürütmek, zemini belirginleştirebilir, somutlaştırabilir. Örneğin feminizm gibi, üçüncü asrına adım atmış, pek çok kazanımın – fikir aşamasından itibaren – mimarı olmuş bir düşüncenin mirası ortadayken, sanki liberalizm düzmecesi “tarihin sonu” söylemine borçluymuşuz gibi,


sosyal bilimlerde bir anda “kadın çalışmaları” adı altında bir başlık kurgulamak ve buralarda ekolleşmek, mirasyediciliğe meyletmek olmuyor mu? “Kadın” günün birinde, olması gerektiği üzere, “sorun” sözcüğüyle yan yana anılmaktan arındığında, kadın çalışmaları enstitüleri, kendilerini lağvedecekler mi? Yoksa bir biyolojik form olarak kadını, fen bilimlerinde mi “çalışmaya” başlayacaklar? Hicvimizin doğru anlaşılması için “yeni medya” örneğini verebiliriz. Yeni olmaktan çok uzak bu disiplini, kalkıp da akademilere dönüştüren dehalar(!), ne zaman eldeki medyanın “yeni” olmadığını kabul edecekler? Bütüncül yaklaşımın yitirilişi öz kaybına yol açıyor ve insanlık onuruna hakaret halindeki küresel ekonomi politiğine zaman kazandırıyor. Akademinin yakışızlıkları elbette en hafif sıklet, en lüks dert. Ortada bir de, kadınların binyıllara uzanan sorunlarına yönelen duyarlılık paravanıyla kazanılan başarılar, alınan zaferler var. Hiç şaşırtıcı olmayacak şekilde burada da rekabetle vaftiz edilmiş erkekleri ve eril zihniyeti görüyoruz çoğunlukla. Bir erkek – henüz insan değil – kadına yönelik şiddet temalı bir kısa film, kamu spotu, afiş, slogan vb. yarışmalara katılırken utanır mı? Kazanırken utanılmadığını yıllardır görmekteyiz. Teşekkür konuşmalarında çekingen olmalarına da gerek yok. Dolaysızca teşekkür edebilirler, onlara bu ödülü sağlamak adına şiddete maruz kalan kadınları! Kadına şiddet ve kadına yönelik sorunlar üzerinden ödül almanın utanılacak bir hal almasını sağlayamadığımız sürece bir sonraki ya da şimdiki adımların eşcinsellere, çocuklara, translara, mültecilere, hayvanlara yöneleceğini öngörmek güç değil. Bu tarz yarışmaları düzenleyip “sosyal sorumluluk”larını boşaltan kurumları, yapıcı/yıkıcı uyarabilmek adına, utanılası başarıları kazananları utandırmalıyız. Yoksa ortalığı, 2018’de ülkemizde öldürülen 440 kadın için 440 çift ayakkabıyla yeni nesil – duyarcı – bir kahve şubesinin Yanköşe’sine yerleştirme

7


8

sanatı yaparak “farkındalık” yaratan, gururlu entelektüel erillerin sarması içten bile değil. Bir sanatçının, küresel, kitlesel ve en önemlisi hemen herkes tarafından bilinen bir sorunun altını – çok büyük bir bilinçlenmeye imza atıyormuş gibi – çizmesi, ağızda fazla kalmış bir sakızın nafile çiğnemelerinden ne kadar uzakta? Bu işe imza atmakla kalmayıp, isim vermeye lüzum görmediği sanatsal yerleştirmesine, kendi adını büyük harflerle yazabilecek kadar alçakgönüllü(!) bu eril kişisinin adını, alçakgönüllülüğüne sığınarak buraya yazmaya gerek görmüyoruz. Merak edenler, “kadın cinayetlerini en iyi ben anlattım” edasıyla, alt açıdan kadraja alınarak, eserinin önünde gururla poz veren bu erkeği kolayca bulabilir, Azizm Sanat Örgütü’nün en iyi dileklerini kendilerine iletebilirler. Yine de dileklerimizi iletemeyeceklerimiz de mevcut, ki onların, tahtlarından indirilme noktasında Polanski kadar dikkat çekmez oluşları üzücü. Hâlbuki Dora Maar gibi bir sanatsal dehayı, dadaizm, kübizm ve sürrealizmin yaratıcıları arasında yer almış bir entelektüeli, Pablo Picasso’nun ilham perisine dönüştüren seviyesiz söylevleri, Picasso’nun düzeltmezliği de bir “kötülük” değil mi? Hele de, Picasso’yu Picasso yapan, Guernica’da bile Dora Maar’ın büyük tetikleyiciliği bilinirken*? Peki ya Philip Rieff’in, utanmaz bir halde, Susan Sontag’ın kaleme aldığı Freud kitabının** yazar etiketine kendi adını iliştirmesine ne demeli? Neyse ki Sontag, Rieff ve nicelerini alaşağı etmek gibi bir hırsı/derdi/hıncı olmadığı halde alaşağı edecek kadar zenginlikte üretmeyi hep sürdürdü; böylece Big Eyes filmi gibi bir diğer vakadan kurtulmuş olduk. Margaret Keane’nin eşi tarafından maruz bırakıldığı, plastik sanatlar intihalinin anlatıldığı filmin yönetmeninin erilliği midir filmi böylesine kötü yapan? Filmler demişken, dünyanın en köklü ve estetik açıdan da önem taşıyan festivallerinin peşi sıra kadın sanatçılara da yüzde elli oranında yer vereceklerini açıklamaları alkışlanmalı mı? Yoksa şu duyar dolu zaman diliminde, sanatın cinsiyetler üstülüğünü mü hatırlatmalı?


Kadınların sanat disiplinleri ve özellikle sinemada neden daha az üretir ve beraberinde görünür olduklarına köktenci bir çözüm getirmeyi düşünmeden, bu sorunu kaymak tabakasında pozitif ayrımcılık kotalarıyla sağaltma çabaları bir işe yarasaydı, kısa metrajlarda giderek artan kadın yönetmen sayısının uzun metrajlara niçin yansımaz olduğu gerçeği yanıtlanabilir ve çözülebilirdi***. Sistemden ayrı kodlanamayacak ve hatta sistemin de ötesinde bir çerçeve halini almış vaziyet, kadınların üretir oldukları disiplinlerde, ürettikleri yapıtların bile erkeklerce el konuluşlarına sebebiyet veriyor. Hatta öyle ki Sontag’ın başına gelen durumun nihayet kabul edilmesine rağmen, Barones Elsa von Freytag-Loringhoven’in iade-i itibarı niçin tüm kanıtlara rağmen yok sayılıyor? Yoksa, sanat tarihini jakobence bir müdahale ile başkalaştıran, çığır açıcı Pisuar/Çeşme’nin Marcel Duchamp yerine FreytagLoringhoven’e ait olduğunu kabul etmek, milatları reddetmek anlamına geleceği için mi bundan kaçınılıyor? Siri Hustvedt’in ısrarla sorduğu soru****, eril idrarının, dâhiyane bir fikirle kavramsal, hazır nesne ve hatta karşı sanata varan eşsiz bir tepkiye dönüşmesinin ardında, bir penis yerine bir vajinanın yer almasının niçin ısrarla alımlanamadığını sorguluyor. Çalışma, yukarıda mirasyedici olarak andığımız eril bakışın ve sonuçlarının örneklerini, hiç ummadığımız ve bilmediğimiz adlara doğru genişleterek, büyük bir iş başarıyor ama yazı birinci yılını doldururken Çeşme’nin hala yanlış imzacıyla anılması geleneği, tutucu bir halde sürüyor. Bu ay sayfalarımızda bir tema değil, daha çok motif olarak öne çıkan kadın ve cinsiyet başlıkları, bu sekter ve sert girizgâhı, yapa yapa 8 Martın etrafında yapar oluşumuz nedeniyle, dürüst olmak gerekirse, bizi utandırıyor. Çeşme olayını, Nisan ayında E-Skop çevirisiyle öğrenmemize rağmen, kamusal olarak paylaşmayı ve yorumlamayı bu sayıya bırakmamız, samimiyetsizlik olmasa da doğru bir tavır

9


10

değil, hele de kendisine örgüt demeyi sürdüren bir yapı için. 147. sayımızın içeriği, bu utancı ne kadar dengeler bilmemekle beraber, konulara oldukça özgün alüvyonlar taşıyacağını düşündüğümüz çalışmalara ev sahipliği yapar olmak mutluluk verici. Carla’ya yazılan, kapalı ancak duyumsatıcı mektuba, Mariana Enriquez’nin Yangında Kaybettiklerimiz romanı ile Neval El Seddavi’nin Sıfır Noktasındaki Kadın adlı yapıtına dair eleştiri eşlik ediyor açılış sayfalarımızda. Erilliğin hasıraltı edilen kalelerinden pornonun, feminist müdahalelerle iğdiş edilmesinin ürünlerini paylaşan bir makalenin yanı sıra, “sigara içen kadın” adlı hegemonya bakışıyla şeytandan farksızlaşan bir imajın, kamu spotlarında nasıl sunulduğunu irdeleyen çalışmayla, yukarıda üzdüğümüz akademinin gönlünü almaya çalışıyoruz. Marleen Gorris’in yönettiği Antonia’nın Yazgısı üzerine yer alan eleştiri, bu sayımızın sinema kanadını temsil ederken, genç ressam Fereshteh Aliabadi’nin desenleri, nicedir uzak kaldığımız plastik sanatlar esintisini sayfalarımıza taşıyor. Kadın çalışmaları başlığının tarihin raflarına kaldırıldığı, kadın sorunları üzerinden yapılan yarışmaların ve ödüllendirmelerin utanç sayfalarına taşındığı, Dora Maar’ların haklarının Dora Maar’lara, Susan Sontag’ların haklarının Susan Sontag’lara verildiği küresel bir yerleşke inşası adına,

Sanatla kalın…


Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Nisan 2020 tarihli 148. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 1 Nisan tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz. *https://www.anothermag.com/art-photography/12093/ surrealist-artist-dora-maar-was-more-than-just-pablopicasso-muse-tate-modern **https://www.theguardian.com/books/2019/may/13/susansontag-her-life-benjamin-moser-freud-the-mind-of-themoralist-philip-rieff *** https://www.shortoftheweek.com/news/gender-disparityfilm/ ****https://www.theguardian.com/books/2019/mar/29/ marcel-duchamp-fountain-women-art-history

11


12

Biricik Carla Bilgen Seven


Biricik Carla,

Dokuz kadın bir adam şahit yazıldık iç boşaltıp doldurmamıza bir harfin orucundayız dört artı bir gündür. Yasaklı harfi kullanmak yasak, şimdi gündüz var onu aydınlatan yasak, ay var aydınlattığı yasak. Sahi oruç olamaz bu durum bildiğin hapislik. Adlarımızı da anmak yasak olduğundan tanımsızız iki gün daha. Sana çıkan aklıma kazılı tüm ana yolların konforunu unutturacak bu hal çok korkuyorum. Rutin tanrımdır bilirsin. Şimdi ara yolları tutacağım sana varmak için ama ürküyorum karşılaşacaklarımdan. Bakma bu lakırdılarıma çoktan biliyorsun kışkırtan bir haz duyuyorum bu yasaktan. Yoksun, yokum ama biz varız. Biz olmaya izin var, şaraba izin var, biraya izin var, dokunmaya izin var, git biraz toprakta yüz tamamlan. Bak gördün mü bal gibi oluyor, ya da olmuyor, içim sussa biraz rahatlasam şükür namazına duracağım hocaya az kaldı ama duramıyorum, kanım pıhtılaşmıyor. Her ıkınışta kısırlığımı doğuruyorum üstüm başım açık kalıyor çok utanıyorum. Halbuki oruç açma izni çıktı dünkü buluşmada, radyasyonu bol odaya çağırıyorum seni Carla gelir misin benimle? Görmeden, duymadan, hissetmeden zehirleneceğiz birazdan yıllardır senin ve benim birbirimize yaptığımız gibi. Gelip geçen bunca zamanda hangimiz zehir hangimiz panzehir olduk karıştı gerçi, belimiz büküldükçe ben hayatta kaldığıma şükür eder oldum sen de hayatta kaldığına küfür eder oldun. Buradan bakınca aydınlığın değerini bildiren karanlık gibiyiz birbirimize ya da tam tersi. Bu halime akıl erdiremeyişini anlıyorum Carla. Hep ana yolları tutarken sana gelirken aklım da tutulmuş gibiydi, hep aynı yol ilaç etkisinde, eskiden atomu parçalayıp bomba diye atıyorlardı ya üzerimize şimdi o bombaları kapsüllere sığdırdılar işte, her gün bir tane alıp hayalet gibi dolaşıyorsun

13


14

o kadar. Arka yollar böyle değilmiş şimdi anlıyorum, oradan geçmek uçurumların kenarında kedi yürüyüşü yapmak gibiymiş. Şık durur havalı görünür kedilerin yürüyüşü bilirsin, bu yüzden iyi geldi önceleri ta ki başımı çevirip uçurumda esen rüzgarın uğultusuna kulak kabartana kadar. Geçmiş, şimdi ve gelecek rüzgarları uğulduyor arka sokaklarda kenarında yürüdüğümüz uçurumların vadilerinde. Durup biraz derinlere dalınca da görünmeyeni hissedebilme sezgisi doğuyor içine çıkamıyorsun o büyüden. Hiç radyo alıcısı olmak istedin mi Carla? O senden ve benden daha karmaşık bir icat kabul edelim. Bunun sızısını da içine atmasan beraber ağlasak çabuk dolacak göl yüzüp yüzüp kurulanmak derdine düşüp azıcık unutacağız ama olmuyor içine atıyorsun çok yalnız kalıyorum. Derdin ne diye tutturdun içinden yine duruşundan anlıyorum, huzursuzsun. Yazın o güzelim adada gece ışıkları kapanınca yanan yıldızların farlarını seyretmiştik hatırlıyor musun? İşte o ışıklar milyonlarca yıl önce yola çıktı yani eski ışık diye dertlenip durmuştum, yalan mı geçmişin ışığı işte o yüzden aydınlatmıyor içimizi tıpkı bir yeri yer edinememek ve sürekli dolaşmak hissimiz gibi, o hissimiz de atalarımızdan geliyor. Nereye gitsem oralıyım. Al bak bunların toplamıysak biz neyiz o zaman? Buna dertleniyorum ben Carla. İsrafil Sur’u üfleyesiye dek dinlenmedeyken, Cebrail işini bitirmiş gitmekteyken bizim niye böyle didişmede olduğumuzu kim açıklayabilir? Gençliğini arayan yaşlılığına bir sor bakalım ne diyecek dinle. Bak neredeyse kırkım çıktı, mendile sarılı yumurtalar çürüdü, annem lohusalığı bitirdi ben daha yeni doğmuş ablaklığında dolanıyorum deli deli. Bir harf işte içimi bu kadar kanatıyor Carla, hepsi bir araya gelince de kendime gelemiyorum böyle. Konuşmuyorsun,


söylemiyorsun, kapılarını açık tutup bununla övünüyorsun ben girip çıkıyorum. Kapımı açıyorum seninki kapanıyor, seninki açılıyor benimki kapanıyor. Misafir odan dolmuş taşıyor kimse inanmıyor öbür odalarının ıssızlığına yalancı kalıyorum. Onlara tuttuğun ikramlardan canım çekiyor sen vermeyince tabaklarını ben kırıyorum çocuklar yaptı sanıyorsun. Her sabah yüzünde gözünde bulduğun çizikler o kırıklardan Carla. Ben yapıyorum, derin bana kalınlaştı diye sen anlamıyorsun. Yakında birbirimizi fotoğraflarımızdan tanıyacağız yüz yüze bakıyor olsak bile demedi deme. “E” olmadan daha iyiydik değil mi Carla? Bu cümleme kadar tam iki yüz yedi tane “e” kullandım ve bıçağım kemiğine dayandı nihayetinde. Bak sekiz tane daha eklendi iki yüz yediye. Her kelime biraz daha deşiyor ama bir şey değişmiyor. Ben kuma bakıp bir kum tanesi olduğumu görüyorum sen kumdan yapılan aynaya bakıp bir tane olduğunu görüyorsun. Başını sağdan sola çevirdiğinde bile güzel çeviriyor muyum diye düşünüyorsun bu kadar düşkünsün kendine. Belki Dorian Gray bu çağda sana dönüştü ben de Mavi Sakala kanan küçük kız kardeşe dönüştüm haberimiz yok. Bilsen ki sen benim kabuk bağlamış yaramsın avaz avaz kaçarsın ötelere. Hepimiz birbirimizin kabuk bağlamış yarasıyız. Altında iyileşiyoruz o kabuğun ama kabuk bilmiyor. Altı iyileşmeden kabuğu söküp atınca altındaki yanıyor kabuk değil. Bu yüzden bilmiyorsun seni sökmeye çalışırken çektiğim acıyı. Tutturduğumuz ritme hayranız ikimizde ama ritmi sabit tutma niyetine çaldığımız davulda hangimizin derisi gerili meçhul. Senin vurduğun tarafta benim, benim vurduğum tarafta da seninki olsa gerek. Ondan çalarken çok acıtıyoruz birbirimizi. Kış gecesi sisini sabah nehrin üzerinde bulup kaybedişimiz süresince geçti bunca zaman halbuki. O sırada saçlarını örüyordun görmedin ben şahidim.

15


16

Az daha dayan Carla birgün kaldı oruç arasının bitmesine, bıçak kemikten çıkacak az kaldı. Sonra ne olacak bilmiyorum, o yasaklanan harf için kıvranırken simurguna uçan kuş gibiydim, bulacağım sanıyordum aradığımı ona varınca ama olmadı, şimdi elimde ne yapacağımı bilemediğim harfler kaldı içinden çıkamıyorum. Bulmaca gibi, gemilerini karada batırmışlar gibi, vücudum demirden yapılmış elbiseyle sarılmış dans pistine çıkar gibi, tahtadan taklit atlar oyanlarla hesap görür gibi, iki gözüme kana kana şarap içer gibi, içimin soğukluğu cehennemi buz eder gibi imzamı atıp çekiliyorum benden bu kadar. Carla. *** Görsel: Carla Anglada


‘Yangında Kaybettiklerimiz’den ‘Sıfır Noktasındaki Kadın’a Pınar Kumandaş

Mariana Enriquez Arjantinli bir gazeteci yazar. Buenos Aires’te Paginal/12 adlı bir gazetede editörlük yapıyor. Yangında Kaybettiklerimiz adlı kitabı Domingo Yayınevi sayesinde tanıştığımız ve Türkçeye çevrilmiş ilk eseri. Kitabın içinde on iki kısa öykü var. Hepsi Arjantin’de geçiyor ve hepsinin karanlık bir yanı var. Bir şekilde rahatsız edici öyküler bunlar. Toplumdan dışlanmış, kendi içinde sorunlar yaşayan deyim yerindeyse bir tuhaf insanların başrolde olduğu öyküler. Beni en çok etkileyen öykü, kitabın ismini de alan Yangında Kaybettiklerimiz oldu. Kadına yönelik şiddeti bambaşka bir bakış açısıyla işlemiş Enriquez. Trajik bir şiddet hikâyesi bu defa gittikçe büyüyen kurgu bir kadın hareketiyle sona eriyor. Kısaca değinirsem, her şey metroda yüzü yanmış ve insanların rahatsız bakışlarına meydan okurcasına gezinen bir kadınla başlıyor. Kocası tarafından aldatıldığı şüphesiyle yüzüne alkol dökülerek yakılmış bir kadın ve bu olaydan esinlenerek eşlerini yakmaya başlayan erkekler… Bir anda ortalık yüzleri yanan, işkence gören kadın haberleriyle dolarken, bir grup kadın

17


18 kendi istekleriyle ‘şenlik ateşlerini’ başlatıyor. Evet, kadınlar

kırsal bir alanda toplanıp kendilerini yakmaya başlıyor. Şenlik ateşleri, orta çağda yakılan, cadı yaftasıyla dışlanan masum kadınlara da gönderilen bir anma gibi aslında. Sahi şeytanla iş birliği yaptığı düşünülen onca masum kadının katledilmesinden yüzlerce yıl sonra neden hala benzer şeyler yaşanıyor? Enriquez’in distopyası, kadına yönelik şiddete bir başkaldırış gibi. ‘Biz kadınlar istersek her şeyi yaparız, sizden önce kendi yüzlerimizi bile yakarız ve işte o zaman bizden korkun’ dercesine. Bu arada, işler çığırından çıkarken öyküdeki karakterler ‘burada nasıl böyle bir şey olabilir? Arabistan ya da Hindistan’da olabilecek şeyler bunlar’ diyerek maalesef kadınların çokça eziyet gördüğü kıtalara atıfta bulunuyor.

Bu serzeniş bana bir başka zamanda okuduğum bambaşka bir kitabı hatırlattı; Sıfır Noktasındaki Kadın. Mısırlı feminist yazar Neval El Seddavi’nin Kanatır Cezaevi’nde karşılaştığı bir kadından esinlenerek yazdığı kitabı. Firdevs takma ismini verdiği kadın uzunca bir süre yazarla iletişime geçmeyi reddetmiş. Yavaş yavaş öyküsünü, başına gelenleri ve neden cezaevinde olduğunu anlatmaya başlamış. Kitabın gerçek bir hikâyeden esinlenmiş olması bir yana, Firdevs’in baştan sona yaşadıklarının çok tanıdık gelmesi beni


derinden sarstı. Kadın olduğu için okuldan erken alınması, bakımını üstlenen amcasının tacizleri, çocuk yaşta sokaklara düşmesi ve fahişelik yapmaya başlaması… Firdevs’in hikâyesi 1970’li yıllarda Mısır’da yaşanmış son derece acıklı ve talihsiz bir olay olarak kalmadı hiçbir zaman. Hemen her gün benzer kadın istismarlarına tanıklık ediyoruz. Bambaşka kıtaların bambaşka zamanlarında, iki farklı kadın benzer hikâyelerden farklı sonlar yazmışlar. Birisi kurgusal bir toplu kadın hareketi yaratıp erkekleri kendi silahlarıyla cezalandırıyor. Bir diğeriyse hayatın içinden, baskıcı bir toplumda doğmuş, yalnız bir kadının hayata tutunma ve ayakta kalma hikâyesini tüm zorluklara rağmen insanlığa duyuruyor. Neval El Seddavi, yayınlanmış olan yirmi küsur kitabının içeriğindeki toplumsal cinsiyet konuları nedeniyle Mısır hükümetinin baskılarına uğramış, cezaevine konmuş ve yurt dışına gitmek zorunda bırakılmış bir yazar. Aslında kendi hayat öyküsü de bambaşka bir direnişi sembolize ediyor. Dünyanın her yerinde kadınlar ayakta kalmaya ve direnmeye devam edecekler orası kesin, ama buna gerek kalmaması hepimizin en büyük dileği.

19


20

Şeytanı Taşlamak Yasemin Gül


Ummuyoruz. İnancımız yalnızca kendi çarkımızda dönüyor. Hayallerin önünü çok ucuza kesiyoruz. Küçümsüyoruz. Bir yerlere bir takım izler bırakma hevesi taşıyan her insanı hep kabı küçük ithamlara yakıştırıyoruz. Bencil konuşmalar yapıyoruz. Sait Faik ne güzel şöylemişti halbuki: “ Dünyayı güzellik kurtarak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey. “ Sorgulayanı yüzü asık kelimelerle aforoz ediyor. Kurguları en üçkağıtçı olanlara yazdırıyoruz. Bu salgınla kitlelerin ruhunu kemiriyor. Titrek ellerle içten içe memnuniyetsizliğimizi fısıldıyoruz. Çocukları küstürüyor. Oyunlarını bozup, toplarını kesiyoruz. Vicdanımızın ekseninde ki küçük hırsların, büyük savaşlarını yapıyoruz. Alıştırılıyoruz. Ölümleri çocuklara yakıştırıp, yine bu ölümlere alıştırıyoruz... Peki ya tüm bunlar ne için? Asla karnı doymayan iktidar ya da güç için mi?

Yazık. Pek yazık. Bir dünyayı paylaşamadık.

Kadınları yaftalıyoruz. Yalnızca fiziksel boyutta ağırlığı olan erkekler tarafından öldürülüyoruz. Amcasına pipisini gösteren erkekler tarafından tecavüze uğruyor. Erkekliği ataerkil kalıplara koyuyoruz. Bizler kız çocuklarını yanlış anlamlarda seviyoruz. Bir kadın ne ölçüde metalaştırılabilirse bunu o ölçüsüzlükle yapıyor. Kıvrımları seviyor fakat bir vizyonu paylaşamıyoruz. Kendi yetersizliğimizi, çocuklardan çıkarıp onları büyük ellerle incitiyor. Mazluma yeten güçle tatmin oluyoruz. Pedofiliyi şuursuzca besleyip, utanmaksızın alnımız ak

21


22

geziyoruz. Tecavüzü meşrulaştırıp, yine tecavüzcüsünün koynunda pışpışlıyoruz. İyi hal ve tahrik indirimleri uyduruyoruz.

‘Bunun halası geldi mi?’

*** Hiç yerini yadırgamadan En hafifinden en yüklüsüne ürkütücü bir vaziyette Kısa fakat gerçekten pek kısa Anlık hüzün silsilesi vurgun yapıyor. Geliyor ama ev sahibini fazla tutmuyor. Kapıyı göstermene hiç hal vermiyor. Bu yüzyıl kanlı. Bizi masumiyet yıkayacak. Safları sıklaştırın… *** Görsel: 29 rue d’Astorg (1936) – Dora Maar


23

Savaş ve Kadın Ziza Rumas “Kutsal sözlerin belgilerini/şiarını diktim bu dünyaya. Palmiye ağacı çoktan kuruduğunda, kaya paralanıp dağıldığında, parlak hükümdarlar çoktan çürük yaprak gibi toz olduğunda: Taşır her günah selinden Nuh’un bin gemisi benim sözümü: Var olacaktır!” Wilhelm Reich


24

Oluşu kitlesel bir boşluk bombardımanıyla ateşle yoğrulan gezegenimiz, bize yaşama belirtisini gösterdiği ilk birimle bıraktığı birikimimizden ne haber? Bir şaşkın şimşeğin kimyasal kurguyu yaşama evirdiği elektriksel akım, tetiklendiğimiz ilk anımızla birlikte bizde kendini canlılıkla daim kıldı. Genetik materyal çorbasından çıkan ve şu an gözünüzün gördüğü cümlelerdeki simgeleri sesten anlama taşıyan beynimiz, ilk hücrenin çoğalmaktan sıkılıp ya da yetinmeyip başka bir hücreyle girdiği ilk savaşımızdan üremeyi keşfetmesinin mirası. İlk hücreden gezegenimizin son hücresinin ölümle kucaklaşacağı son anımıza kadar aynı döngünün içinde devinip duracağız: Ölümle yaşamın meydanı boş bırakmayan savaşı. Yenilgiye müebbet mahkûm zaferlerin avuntusu yaşam. * Savaşın ardında bıraktığında bulunmayan tek izin canlılık olduğu demlerin ne zaman başladığını bilmeden kendimizi uyanmış bulduk büyük bir savaşın şafağında. Suyun upuzun ve depderin hacminde kendimizi sıkışmışlık hissine kaptırıp sanki atmosfere hasretmişiz hezeyanıyla kara parçasına çıkışımızın olduğu gün müydü? Öncesinde solungaçlarımızla da mı savaşmayı adet edinmiştik etrafımızla? Yoksa karadakinden daha mı az şiddete tekabül ediyordu suyun her yanı tene dokunan ürkekliğindeki varoluşumuzun birincil bencil demleri. Mantık sınırlarını aşan bilinmezliğimizin yanıtlarını ararken de mi bulamadık kendimizi? Varlığımızın acziyle kararttığımız geleceğimizin halaskar elinin hiçbir zaman olmamasında mıdır onu yanımızda ve mayamızda hissedemeyişimiz. ** Eşsiz çoğalışımızın eşli budanması ne içindi ki? Hangi komedyanın rol kotaramadığını hangi komedyen alnımıza bir


25 kara yazgı olarak çaldı? Hem hangi onulmaz yanımız sudan karaya hiçbir mekâna yaranamadı da eril ile dişiden medet umdu? *** Bugün kaldırımda yürürken karşıdan Einstein’ın geldiğini gördüm. Bitkin bir halde, gözlerinden yaşlar akmak suretiyle yürüyordu. Ağlarken bile düşünüyordu, sanki unutmuştu ağladığını, gözyaşlarının damla damla yüzüne paralel geçip yere düştüklerini dahi görmüyordu. Gözleri bir bilinmeze odaklanmıştı. Onu hiç bu kadar kötü görmemiştim. Onu ağlatan iki durum vardı: Savaş ve kadın. Ama düşünmesine sebep olan şeyler çok gizdi. Bir yere oturtamadığı, anlamını çözmeye çalıştığı bir gizem. Bilim ile kadın arasında bocalanıyordu. Bilimci eliyle insanların savaşlarda daha fazla ölmelerinden ıstırap duyuyor, kadınının onu terk etmesinden ötürü acı çekiyordu. Yanımdan geçerken görmedi beni, ardından dönüp baktım, elleri iki çocuğun elini tutuyormuşçasına duruyordu. Ondan uzak düşmüş oğullarının özlemi ellerinde, sırtı kambur, boynu bükük bir şekilde uzaklaştı. İnsanla bilimin gelişiminin tam ortasında durur kadın. Kadın olmasaydı neye yarardı bilim? Erkek-kadın savaşından dimdik çıkarak gelişen bilimi, hangi kirli eller insan-insan savaşlarına bulaştırdı? Kadın, hangi kayıp duygusunu keşfedemeyip, insanlığa sunamadı da savaşlardan barış gelişemedi dünyada? Görsel: Savaş ve Biz (1917) – Edward Korun


26

Sigara Kamu Spotlarında Kadın İmgeleri Ersin Yurtseven

Özet Bu çalışmada sigara kullanımını azaltmaya dair yapılmış olan kamu spotlarına bakıldığında kadınlar için çizilmiş bir ortak profillerin olup olmadığı incelenmektedir. İnceleme sonunda kamu spotlarının sigara içen kadınlara ulaşması ve gençlere toplumda kadının yeri hakkında nasıl mesajlar verildiği çerçevelerinde sonuçlar çıkarılmaya çalışılmaktadır. Çalışma kısa bir zaman diliminde amatör biri tarafından yazılmış olup hataların bildirilmesi halinde gerekli düzeltilmeler yapılacaktır. Anahtar Kelimeler: Kadın, sigara, kamu spotu.


Giriş Zaman zaman insanlar televizyonda yayınlanan kitleleri bilinçlendirme amacı ile hazırlanmış kamu spotlarına denk gelmektedirler. Kamu spotlarında olması gerektiği düşünülen durum insanlara yansıtılırken kadının kamu spotundaki yansıması da ayrı bilinç oluşturmaktadır. Diğer kamu spotlarında olduğu gibi sigaranın kullanılmaması için yapılan kamu spotlarında kadına ayrılan yer aslında toplumda kadının olması istenilen veya olduğunu ifade eden yerdir. Bu noktada kadının kamu spotlarında nasıl temsil edildiğinin bilinmesi önem arz etmektedir. Sigara içen kadın sayısının ciddiyeti söz konusuyken ürün pazarlamaya çalışan reklamlar dahi kişi analizi ve hitap şekli konusunda titizlik gösterirken kamu spotlarının kadın içicileri ikna etme konusundaki başarıları kadınları nasıl gördükleri ile değişebilir. Kişilerin televizyondan öğrenme kapasitesi düşünüldüğünde gösterilen kişi tiplemelerinin önemi yükseliyor. Literatür ve Teorik Bölüm Göreceli olarak gösterilen kişilikler insanları istenmeyen veya insanlar istemediği halde insanları istenilen noktaya getirebilir. Okan’ın yaptığı bir çalışmasında görülebildiği gibi geçmişteki kadın algısı zaman içerisinde değişmektedir. Nurhan ve Yasemin’in yaptığı çalışmalarda kadın imgesinin reklamlarda kullanılmasının doğrular ve değerler üzerine etkilerinin olduğun ortaya koymaktadır. Kamu spotlarının aynı zamanda reklam olarak sayıldığı gerçeğine dayanırsak reklamların insanları etkilemesi noktasında Mehmet’in (1999) yazdığı kitaba göre televizyon reklamlarından insanların etkilenme oranı %25,52’dir. Toplumsal cinsiyet kalıplarının reklamlar aracılığı ile meşruluklarını kazandıkları gerçeğini Alparslan bir çalışmasında ortaya koymuştu. Özcan’ın (2010) çalışmasında tütün kullanımlarında kişiliklerin ve yaş faktörü

27


28

gibi etmenlerin rol oynadığını savunur. Bu noktada sigara kullanılmaması adına kaç yaşındaki kadınlara nasıl kişilikler yüklendiği merak edilmesi gereken bir husustur. Yöntem Kamu spotları incelenecek ve incelenen kişiler yaş ve sosyal statü bakımında ayrılmasına rağmen o konuda bir sınırlama olmayacak. Bu araştırmada nicel yaklaşım ve karşılaştırmalı araştırma deseni kullanılmaya çalışılmıştır. Sosyal medya veya televizyon üzerinde yayınlanmış olan kamu spotları izlenerek bir veya birden fazla ortak kadın profili olup olmadığı veya olanların hangi kadınları hangi konumda gösterdikleri karşılaştırılacaktır. Bulgular 13 adet kamu spotu incelenmiş olup içlerinde bağımlılıkla mücadele kurumlarının kendilerini anlatan reklamları ve sosyal medya üzerindeki amatör çekimler göz ardı edilmiştir.


Kamu spotlarında anne rolü diğerlerine oranla oldukça ağır basmaktadır. Kamu spotlarının önemli bir kısmında kadınlara hiç yer verilmemektedir. İnceleme yapılırken sadece takım elbise giyme bir iş sahibi olduğuna yeterli kanıt olarak görülmediğinden çalışan kesim içerisine alınmamaktadır. Park, restoran, kafe, düğün vb. eğlenme mekânı veya çeşitlerinde gösterilen kadınlar eğlenen keyif çatan olarak gösterilmektedir.

Sigara üzerine etkilenme konusunda daha çok orta yaş kadınlar ön plana çıkarılıyor. Yeşilay tarafından yapılan kamu spotlarında genel olarak kadınların başları açık olduğu ve incelenen kamu spotları arasında sadece sağlık bakanlığı tarafından sunulan kamu spotunda kadının başı kapalıdır. Müslüman eşe sahip kapalı kadın pasif içicilik yüzünden sorunlar yaşıyor olmasına rağmen kocasının yanında boynu bükük şekilde durmaktadır. Sigara kamu spotlarındaki kadınların tam olarak meslekleri belli ederek çalışan birey olarak gösterilme oranları oldukça düşüktür. Evde yemek yapan, çocukları ile ilgilenen ve çocukları için her şeyi yapabilecek olan anneler olarak gösterilen kadınlar aynı zamanda bu yüzden değeri hak ettikleri vurgulanır. Eğlenme adına dışarı çıktıkları birden çok kamu

29


30

spotunda verilirken bir kamu spotunda sigara yüzünden dışarıya çıkılamamasının ne kadar kötü olduğu vurgulanır. Ev hanımı olunması özellikle vurgulanmaktadır. Tartışma Kadınların sürekli dışarıda gezen kişiler olarak gösterilmesi ile kadınların tüketme alışkanlıklarında yükselme amaçlanıyor olabilir. Eş olma, annelik gibi öğretiler arkasında nüfus üzerinde artış amacı aranır. Daha çok kadınların çocuklar üzerine titrediği gösterilerek ev içerisindeki düzende kadınların çocuklar ile ilgilenmeleri gerektiği aşılanır. Annelerin manevi değerleri üzerinde ne kadar durulsa da anneler hep yemek yapan ve sofrada hizmet eden kişiler olarak yansıtılmaktadır. Kamu spotunu yapanlar gözünden annelerin bu şekilde görünmesi ihtimalinin yanında bu düzenin devamlılığı açısından bir koz olarak da değerlendirilmektedir. Şık giyimlerine karşın mesleklerin tam olarak verilmemesi yüzünden kadınlar için orta yaşlı eşinin parası ile gezen çocuklu birey tablosu çizilir. Bu durumda sigara içen kadınlardan tabloya uymayanların kamu spotundan fazla etkilenmemeleri ihtimalleri doğmaktadır. Kamu spotundaki tabloya inanıp kendisini o sınırlara sokmaya çalışanlar olacaktır. Kamu spotlarından birinin daha önce yanlış mesaj içerdiği gerekçesi ile yayından kaldırıldığı görülmüştür. Sonuç ve Öneriler Sonuç olarak insanları sigaranın zararları adına bilinçlendirmek için yapılmış olan kamu spotları kapsamında kadınlar için çizilmiş bir hayat yolu bulunmakta. Gündelik yaşamında kişiler rolleri gündelik yaşamı tam olarak yansıtmamak ile beraber gündelik yaşamı değiştiriyor. Daha iyi kişilik analizleri ile daha iyi sonuçlar çıkarılabilir. İnsanların zihnini bir noktada keskinleştirilirken başka noktalarda köreltilmemelidir.


Kaynaklar Nurhan P. Yasemin K. Kadın imgesi kullanılan reklamlara yönelik tüketicinin tutum ve davranışlarının değerlendirilmesi H.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 29, Sayı 1, 2011, s. 69-100 Erişim adresi https://dergipark.org.tr/en/ download/article-file/88761 Okan A. İlk Türk devletlerinde kadın algısı ve kadın hakları. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 3 : 63-72. Erişim adresi https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/606430 Mehmet M. (1999) Televizyon yayınlarının Türk toplumu üzerindeki etkisi. Atatürk kültür merkezi başkanlığı yayınları. Özcan U. (2010) Tütün ve sigaranın iktisadı. Ekin basım yayın dağıtım. Alparslan N. Kadına yönelik simgesel şiddet aracı olarak temizlik ürünleri reklamlarının eleştirel analizi. Erişim adresi. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/494831

31


32 Desenler Fereshteh Aliabadi

12 Ocak 1996 Yılında İran’ın başkenti Tahran’da dünyaya geldi. Resim sanatına olan tutkusu küçük yaşlarda başladı. İlk olarak 7 yaşında resim çizmeye başlayan Aliabadi’in resim tutkusu onu lise eğitiminde de grafik tasarımı okumasına neden oldu. Gerçek stiller daha fazla ilgisini çektiğinden dolayı daha çok insan bedeni ve insan yüzü çiziyor. Sanatın diğer alanlarını da öğrenebilmek adına üniversitede iç mimarlık eğitimi aldı. Şuan hem geçimini sağlamak için, hem de hobi amacıyla resim çizmekte.


33


34


35


36


37


38


Porno Filmlerde Kadın Rolü ve Feminist Porno Vahap Yüce

Teknolojinin gelişmesi, kitle iletişim araçları aracılığıyla sunulan ürünlerin gittikçe ticari bir boyut kazanmasına neden olmuştur. Kapitalizmle birlikte kültürün ve sanatın üretimi dönüşüm geçirmiştir. Kapitalizm öncesinde kültür ve sanat ürünleri anlam açısından zengindir. Ancak teknoloji, kültür ve sanat eserlerinin ruhunu yok etmiştir. Dolayısıyla bunlar sıradan, standart ve rutindir. Yani herhangi bir yaratıcılık ve orijinallik içermezler. Bunlar kitlelerin bilincini ve belleğini zayıflatır (Walter Benjamin, 1999, s.81).Bunun en büyük örneğini sinemada görebilmekteyiz. Sinema filmleri artık eleştirellikten ve entelektüellikten uzaktır. Yalnızca dönemin piyasasına göre nasıl kar ediliyorsa ona uygun ürünler üretilir. Kültür ve sanat kapitalizmle birlikte bu duruma gelmişken porno sektörünün de bundan nasibini almaması işten bile değildir. Bununla beraber dünya üzerinde üretilen her şeyin

39


40

yüzyıllardır ataerkil bir hegemonya ile üretildiği de kimsenin meçhulü değildir. Porno sektörüne baktığımızda çekilen filmlerin sadece erkeklerin zevklerine ve tatmin duygularına hitap ettiğini göreceğiz. Kadınların bu filmlerde yalnızca erkeklerin zevk alma aracı olarak kullanıldığını görmekteyiz. Kadınların böylesine metalaşması, aşağılanması ve ikinci plana atılması; porno sektöründe alternatif filmlerin çıkmasına neden olmuştur. Bu filmlerin başını feminist pornolar çekmektedir. Feminist pornolarda yaşanan aşk iki taraflıdır ve her iki tarafında aynı zevki aldığı filmlerdir. Kültür Endüstrisi ile değişen sinema sektörü Kapitalizmle birlikte kültür alanına tekeller hâkim olmuştur. Bu da kültürü tek tipleştirmiştir. Teknolojik gelişmeler neticesinde kültür ve endüstri iç içe geçmiş; bu durum kültürün bozulmasına sebep olmuştur. Sinema da bu yeni endüstrinin ve kültürün önemli ve ayrılmaz parçası olmuş, halkı yönlendirmede önemli bir etken haline gelmiştir. Kültür endüstrileri, kapitalizmle bütünleşmiş medya ve eğlence firmalarıdır. Eğlence ürünlerinin üretim, dağıtım ve tüketim süreçlerini büyük şirketler kontrol ederler. Dolayısıyla bunların ürettiği ürünler de karı en çoklaştırmak için emtia formunda üretilir. Bu emtiaların amacı tüketiciyi özgürleştirmek ve eleştirel anlayışı geliştirmek değil, onları oyalamaktır. Bu ürünler endüstrinin egemen değerlerini yeniden üretir. Sinema, radyo ve basın aydınlanma düşüncesini yaymak yerine egemen ideolojinin izleyicilere yayılmasını sağlar (Levent Yaylagül, 2017,s.49). Kapitalist toplumlarda kültür ve sanat eserleri endüstriyel olarak üretilir. İmalat sürecinde standart ve yaratıcılıktan uzak bir işbölümü vardır. Nihai ürün standarttır ve önceden tasarlanmıştır ve özgünlük içermez. İzleyicilerin en düşük ortak paydasına hitap ettiği için içeriği oluşturan tip ve karakterler de standartlaşmıştır. Dolayısıyla kültür endüstrisi kapitalist


üretim ve yeniden üretimin önemli bir parçasıdır (Adorno ve 41 Hokheimer, 1944, s.68). Porno sektöründe de durum böyledir. Estetiklikten uzak, ticari kaygılar olan ve zihniyet olarak tamamen erkek tatminlikleri ön plana çıkarılan filmler yapılır. Ana akım porno filmlerinde erkek izleme oranı daha yüksektir. Bu yüzden hedef kitle olarak sadece erkekler ele alınır. Dolayısıyla filmler erkek hegemonyası barındırır. Yapılan filmlerde aşk aramak imkânsızdır. Filmlerde tatmin edilmek istenen bir erkek ve bu amaç doğrultusunda onu tatmin etmeye çalışan kadın veya kadınlar vardır.

Ana akım pornolarda erkek hegemonyası Porno filmler, amacı cinsel dürtülere yönelik olan video filmleridir. Porno filmlerinde önemli olan, kişinin tatmin edilme ölçüsüdür. Özellikle ana akım pornolarda bu ölçü tamamen erkeğin tekeline bırakılmış ve erkek ne kadar tatmin olursa bu filmler o kadar başarı ölçütü kazanmıştır. Herhangi bir porno filmi açıp izlediğinizde aslında pornonun kadın açısından değil


42

de, tamamen erkekler açısından yaratıldığını göreceksiniz. Bunun nedeni erkek izleme oranının, kadın izleme oranından fazla olmasıdır. Yani bu pornolar erkeklerin gücünü yeniden keşfetmesi amacıyla erkekler için üretiliyor da denebilir. Herhangi bir porno sitesinin kategorilerine baktığımızda bunun sağlamasını çok kolay yapabiliriz. Örneğin üçlü bir grup pornosu çekilen iki film ele alalım. Birincisi iki erkek ve bir kadından oluşan film olsun. Bu filmde üretilen tüm zevkler iki erkek için üretilmiştir. İkinci filmde de iki kadın ve bir erkekten oluşan film olsun. Ne yazık ki bu filmde de tüm tatmin duyguları bir erkek üzerinden oluşacaktır. Bir başka kategoriyi ele alacak olursak, örneğin fetişist porno kategorisinde kadına yapılan türlü işkencelerle bir tatmin noktası oluşturuluyor. Yine yaşı geçmiş kadınlar ile çekilen porno filmlere “mature” denirken, yaşlı erkeklerin olduğu filmlere ayrı bir kategori hazırlanmıyor. Tüm bunlar pornoda erkek hegemonyasını ve bu pornoların yalnızca erkeklerin tatmin duygusunu canlandırmak için çekildiğini gözler önüne seriyor. Pornolarda erkek ve kadın rolü Kadınlar pornolarda sürekli olarak erkeğe sunulan bir obje olarak tasarlanmıştır. Kötü muamele gören, saçlarından tutularak vahşice sevişilen bir araç olarak sunulmuşlardır. Başta cinsel bir obje olarak erkeğe sunulan, acıdan zevk alması, tecavüze uğraması ve hayvanlarla ilişkiye sokulması aslında pornolarda kadının rolünü bizlere açıkça gösteriyor. Pornolarda oluşan ortak algı pornografinin kadınları nesnelleştirdiği yönünde olmuştur. Pornolarda yapılan fiil tamamen erildir. Temelde erkeğin yaptığı ve kadına yapılan eylem algısı oluşuyor. Kadının rol ve biçimi bu alanda aşağılayıcı düzeydedir. Erkek hep üst bir klasman olarak görülüyor. Orgazm kısmında da çoğunlukla erkeğin tatmini esas alınıyor. Partnerinin taleplerini hiçe sayan tek taraflı baskın erkek rolleri, henüz reşit olamayacak yaştaki genç oyuncularla yaşlı erkek oyunculara biçilen uygunsuz roller,


şiddeti cinselliğin doğal bir parçası gibi gösteren etik dışı roller ana akım pornolarının neredeyse tamamını oluşturuyor. Ana akım porno filmleri, kadını karakterinden soyutlayıp cinsel bir objeye indirgeyen, çarpık bir görüş açısı olarak da görülebilir. Porno sektörüne hem erkek hem kadın bakış açısı: Feminist porno Porno sektörünün bu alışılmış durumuna hem erkek hem de kadın bakış açısından sunan alternatif kuşkusuz feminist pornodur. Feminist pornolar tek taraflı zevklerin yaşanmadığı, kimsenin kimseyi aşağılamadığı pornolardır. Bu pornolarda yaşanan etkileşimler izleyiciye gerçek anlamda iki tarafın da bu durumdan zevk aldıklarını hissettirmektedir. Diğer pornolarda ise tek taraflı bir zevk alma söz konusudur. O da genellikle erkek olmaktadır. Fakat feminist pornoda hisler, duygular bir şekilde önemli hale gelmektedir. Feminist pornonun bir diğer önemli özelliği ise genel olarak pornolarda oynayan kadın porno yıldızlarının tek tipleşen vücutlarını kabul etmemesidir. Yani feminist pornolarda oynayan kadınların büyük popolu ve şişirilmiş memelere ihtiyacı yoktur.

43


44

1980’lerde kendini göstermeye başlayan feminist porno, 1990’ların sonuna doğru fiili olarak ortaya çıkmıştır. Feminist yazar Tristan Taormino, pornoda aslında cinsiyet eşitliğine ve adalete işaret eder. Buradaki eşitlik filmlerde rol alma değil, tamamen sektördeki hukuk sorunları, maaşlar vb. sorunlardır. Bu bağlamda da feminist pornosu tipik olan sektörün var olan temsili sorunlarına (steorotipleştirme`, stigmalaştırma vb.) nokta atışı yapar. Kendisi bu nedenle “feminist pornografi dominant görsel algılarla uğraşır ve kendi ikonografilerini yaratır” demiştir. Kimileri için yeterli olmayan ve alışılmış pornolardaki kadın rolünün feminist pornoyla erkek rolüne geçtiğini düşünenler var fakat bu doğru değildir. Feminist porno yönetmeni Erika Lust’a göre porno şu an seks ve toplumsal cinsiyet konularında- gençlerin ana eğitim malzemelerinden biri. Eğer porno kötüyse gençlerin seks eğitiminde edindikleri, ana akım şoven değerlere kayıyor. Eğer porno iyiyse, cinsellikteki hazda, eşitliğin önemini öğrenebilirler. Farklı insanları ve başka arzuları da kabul edebilirler (Hande Çayır, 2015). Vahşi bir şekilde cinsel bir meta haline dönüşmesine, en önemlisi kadınların zevk ve tatmin olma konusunda erkeklere bir oyuncak gibi sunulmasına karşı geliştirilen bir porno türüdür. Sinemada feminizm Sinemada kadın rolünün güçsüz, aşağılanmış ve dışlanmış hissettirilmesi, feminist sinemanın doğuşuna sebep olmuştur. İzleyici genellikle erkek kahramanlarda kendi ruh hallerini bulurlar (Anneke Smellik, 1998, s.155). Filmlerde edilgen ve güçsüz dişil karakterlerin çarpıtılmış imgeleri apaçık görülmektedir. Böylece izleyici, filmdeki dişi karakterden çok eril karakterle özdeşleşmek durumunda bırakılmaktadır. Feminist sinemanın yarattığı en devrimci değişimlerden biri, “kadın’ı nesneleştirip fetişleştirmeyi reddetmek olmuştur. Dişi karakter özne konumuna geçtiğinde ya da kendi failliği ve arzusunu kazanmak için mücadele verdiğinde, artık


fetişleştirilmiş bir imge olarak sunulması mümkün olmaz (Smellik, s.171). Yönetmenliğini Percy Adlon’un yaptığı 1990 yapımlı Bağdat Kafe adlı filmde eril bakışın deliciliği, bir başka düzlemde daha da etkisiz hale getirilmektedir. Film seyirlik bir şey sunar, ancak bu kadın değil, geleneksel erkek ressama poz veren çıplak kadın sahnesidir. Bu yolla resim yapma eylemi, kendi içinde bir sahneye dönüşür. Burada temsil, sıkı çalışma ve kararlılık gerektiren bir eylem olarak gösterilir.

Devlet destekli feminist porno: Dirty Diaries İsveç’te devlet desteğiyle çekilen porno filmi olan “Dirty Daries” genel olarak kadının gözünden aslında bu seks olayının nasıl olduğunu yansıtmıştır (Ali Ünal, 2011) Filmin web sayfasındaki manifesto bölümü; cinselliğe, erotizme ve pornografiye; bunlarla beraber ataerkil yönetim\yaşam biçimlerine ve hatta pornografi sektörü üzerinden giderek, kapitalizmin metalaşmış kadın imgesiyle dostluğuna ciddi bir eleştirel bakış getirmektedir.

45


46

Sonuç Kapitalizm sonrası teknolojinin gelişimiyle popüler kültür ortaya çıkmış ve insanların ihtiyaçlarına göre üretim bitmiştir. Bunun yerini insanların tüketimine göre üretim almıştır. Bu bağlamda kültür ve sanatta mana olarak bir erime meydana gelmiş ve eleştirel üretim ortadan kalkmıştır. Sinema sektörü de bu bağlamda değişmiş ve içerisinde bir bozukluk meydana gelmiştir. Bu değişim belli kategorilerde olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Ana akım porno filmlerde hitap edilen hedef kitlenin sadece erkekler olması ve erkeklerin tatminine göre yapılan filmler kadınları bir metaya çevirmiştir. Kadını ikinci plana atan ana akım porno, aynı zamanda kadını aşağılayıcı materyaller de kullanarak kadını nesneleştirmiştir. Bu bağlamda gelişmeler alternatif porno olan feminist pornoyu doğurmuştur. Feminist pornolar, gerçek aşkın yaşandığı, büyük memeler, büyük kalçalar, güzel vücutlar gibi metaların yerine gerçek bir cinsel ilişkiyi anlatan pornolardır. Yani bu pornolarda herhangi bir taraf nesneleşmeden aşk yaşanmaktadır. Güzel bir aşk yaşanacaksa, mükemmel bir haz alınacaksa; kadının güzel vücut hatlarına sahip olması gerekmemektedir. Aslolan aşkın ve aklın fevkaladeliğidir. Kadın, erkeklerin zevkleri için yaşayan bir varlık değildir. Bir seks objesi hiç değildir. Kadın dünyayı tamamen değiştirebileceğini ve burjuva “bayan” kalıbına uymadığını Stalingrad’da, Madrid kapılarında ve Vietnam’da bizlere göstermiştir.


Kaynakça • Walter Benjamin, Teknik Olarak Yeniden-Üretilebilirlik Çağında Sanat Yapıtı. Agora yayınevi, 1999. • Levent Yaylagül, Kitle İletişim Kuramları. Dipnot yayınevi, 2017. • Theodor Adorno ve Max Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği. Kabalcı yayınevi, 1944. • Hande Çayır, “Porno filmlerin feminist yönetmeni Erika Lust”, Radikal, 30.03.2015, http://www.radikal.com.tr/ kultur/porno-filmlerin-feminist-yonetmeni-erika-lust1324450/, 18.12.2019. • Anneke Smellik, Feminist Sinema ve Film Teorisi, Agora Yayınevi, 1998. • Ali Ünal, Bağımsız Düşük Bütçe Film Yapımı, Bilgi Üniversitesi bitirme tezi, 2011.

47


48

Feminist Bir Peri Masalı: Antonia’nın Yazgısı Deniz Eren

Erillik ve dişilik arasında farklılığı gösteren cinsiyet kavramı doğduğumuz andan itibaren üzerimize biçilen bir kaftandan ibaret. Cinsiyet kavramını biyolojik anlamda incelediğimizde 46 kromozomdan meydana gelen, bir başka deyişle yumurtanın ve spermin birleşmesiyle oluşan birey, daha anne karnındayken hayatına dair tüm toplumsal ve sosyal planlama yapılmış olur. Daha sonra en basit karşılaştırmayla kadının renginin pembe, erkeğin rengininse mavi olmasına karar veren toplum, ilerleyen yıllarda erkeğe sınırı belli olmayan bir özgürlük vermeye kalkıyorken, kadınaysa belli


çerçeveleri olan bir terbiye modelini layık görüyor. Toplumun en küçük birimi olan ailede başlayan bu terbiye yönetimi, bizim gibi ataerkil sistemin esiri olan toplumlarda günümüzde de oldukça gündemde olan tecavüz, taciz, kadın cinayeti gibi kötü olaylarla sonuçlanabiliyor. Her ne kadar toplumda oluşan bu cinsiyetçi algının çıkış noktasını ilk aileye daha sonraysa topluma bağlıyor olsak da bu konuda biraz daha geriye gittiğimizde, dinlere göre dünyanın başlangıcından, yani ilk insan olarak kabul edilen Âdem ve Havva’dan günümüzdeki şekle evirildiğini görebiliriz. İnsanın ölümden sonraki dünyasını ve şuan ki yaşantısını tanımlamaya ve anlamlandırmaya çalışan din kavramı belirli dini ayinlerle toplum yapısını şekillendiriyor. Toplumsal yapıyla birlikte cinsiyetçilik kavramının da destekleyici bir parçası olan din kavramı kadını temele aldığı mahremiyet kavramıyla zaman zaman kadının iletişiminin erkekten sonra olacağını ikincil ve bağımlı bir birey olduğunu nitelendiriyor. İlk insan olarak kabul gören Âdem ve Havva’dan yola çıkacak olursak erkeğin kaburgasından yaratıldığına inandığımız kadın bedeni için örümcek kafalı diye nitelendirilen kapalı kesim kadını erkek için bir araç olarak görüyor. Özellikle kadın ve beden üzerinde duran din kavramının bu konuda çoğaltılacak örnekleri toplum tarafından sorgulanmadığı için yanlış anlaşmalara neden oluyor. Kısaca dinin pragmatik yapısından dolayı eleştiriye kapalı olması da “din cinsiyetçi mi, değil mi?” sorusu üzerinde konuşulmasına engel oluyor, bu da dinin toplumsal yapı üzerindeki etkisini oldukça iyi bir biçimde açıklıyor. Ataerkil toplumun esiri olan bir kesim, hala kadının toplumda bir yeri olmadığını savunuyor olsa da neyse ki kadın ve erkek eşitliğini savunan feminist kitle günümüzde oldukça belirleyici bir konumda. Temel çıkış noktasını kadının özgürlüğünden alan feminizmin asıl amacı kadına toplumda yer açarak var olan eşitsizliği yıkıp, kadının insani şartlarda bir yaşam sürmesini sağlamaktır. Ataerkil ilişkiler üzerine

49


50

artan kuramsallaştırma ve bilimselleştirme çalışmaları feminist felsefesinin 20. yüzyılda, 1960’lı yılların sonunda ikinci dalga hareketi olarak ortaya çıkmasına neden oldu. “Feminist hareketin en güçlü hissedildiği yıllarsa yetmişli yıllardı. Ryan ve Keller’a (2016, 200) göre bu yıllarda kadın hareketi eşitlik yanlısı ve baskı karşıtı liberal ya da radikal bir akım ile erkek dünyasıyla bütünleşme yanlısı bir ana akım biçiminde ikiye bölündü”. Özellikle kitle iletişim araçlarının hayatımıza girmesiyle toplumdaki kadın hareketleri oldukça belirleyici hal aldı. Diğer yandan yedinci sanat sinemada toplumda var olan eşitsizliği sinemasal bir dille kullanılmaya başlanması yönetmenleri ve senaristleri feminist bir bakış açısıyla bakmaya zorladı. Feminist sinemaya örnek olarak Avrupa sinemasının önemli yönetmenlerinden Marleen Gorris’in, feminist bir peri masalı olarak anılan Oscar ödüllü filmi Antonia’nın Yazgısı gösterilebilir.


Çalışmalarının çoğunda eşcinsellik ve lezbiyenlik konularına verdiği destekle bilinen Hollandalı yazar ve yönetmen olan Gorris, kendini açık sözlü bir feminist olarak tanımlıyor. Yirmi yılı aşkın bir kariyere sahip olan Gorris, yaptığı işleri hedef kitlesini düşünerek yapmadığının da altını çiziyor. Bu durumdan dolayı kimi kesim tarafından eleştiriye maruz kalsa da Gorris, çoğu filminde kadını ve kadının yaşadığı zorluğu temele almasından dolayı aslında hedef kitlesinin bu durumun bilincinde olduğunu bundan dolayı filmlerini anlayan gruba atıfta bulunarak değil eril düzene itaat eden kişilere karşı hitap etmesi gerektiğini anlatmaya çalışıyor. Bizce de oldukça haklı bir sebep. Çekmiş olduğu beşinci film olan 1995 yapımı Antonia’nın Yazgısı üzerinde duracak olursak film, feminizm etrafında çevrili seks, lezbiyenlik, dostluk, aşk, din gibi çeşitli konuları ele alıyor. Film, Antonia’nın yatağından çıkıp bir takım işlerle uğraştıktan sonra düşünür halde mutfağa gelerek yüzünün donuk bir hal alması ve görüntünün bulanıklaşmasından sonra dış sesin araya girerek yaşanılanları bir hikâye biçiminde anlatmaya başlamasıyla başlıyor. Dış sesin konuşmasından o gün Antonia’nın yaşamının son günü olduğunu öğrenmemiz ve filmin ilerleyen sahnesinde torununa öleceği zamanı söylemesi aslında ölümün kendi tercihi olduğunu bize gösteriyor. Yaşlılıktan ve hastalıktan dolayı değil de kendi tercihiyle ölümü seçmesi yaşamı boyunca süregelen zorluklara, kendi gücü çevresinde göğüs germiş olsa dahi, diğer kadınların aynı zorlukları yaşamaya devam etmesinden dolayı bir pes etme olarak yorumlanabilir. Antonia’nın öleceği günün ilk dakikalarına tanık olduktan sonra dış sesin anlatımıyla birlikte kırklı yaşlarında annesinin cenaze töreni için kızıyla birlikte yirmi yıl sonra köyüne geri dönen Antonia, annesinin hala sağ olduğunu görür. Babasının ölümü üzerinden otuz yıl geçmesine rağmen ölüm döşeğinde olan annenin eşine karşı kızgınlığının geçmemiş oluşu, Antonia’nınsa bu duruma karşı tepkisiz ve

51


52

sakin bir biçimde kalması ne annesiyle arasındaki ilişkide, ne de annesinin anlatımından babasıyla arasında olan iletişimin pekiyi olmadığını gösteriyor. Özellikle annesinin ölümünden sonra “huzur içinde yat anne, bu pek mümkün olmasa da...” cümlesi bu durumun özetler nitelikte. Antonia cenazeye giderken kızı Daniella’ya Eğri Parmak’ın evini, dolunay gecesi uluyan Madonna’yı, eski sevgilisini ve Cumartesi geceleri pisuar olan Rus Olga’nın kahvehanesini tanıtarak geçiyor. Cenazeden sonrada köylü erkekler tarafından miras yiyen damgası yemesi ve köyde tek başına kızıyla yaşamaya başlayacağı için küstahça tavırlarla karşılaşması, köyünün hiç değişmemiş olduğunu Antonia’ya göstermiş oluyor. Kızına köyü tanıtırken alaycı bir tavır takınan Antonia’nın bu tavrı orada kurulan ataerkil düzene meydan okuyacağının küçük bir örneği. Köylülerin tecavüz dâhil etraftaki her şeyi bilip tepki vermemesi, ikiyüzlülüklerini açıkça bir şekilde ortaya koyarken filmde sürekli kadına olan şiddet dış sesin “erkeklerin sesleri, kadınların sessizliğini güçlü bir şekilde bastırıyordu” cümlesiyle betimleniyor.


Baba figürü olmadan kadının ve çocuğun eksik kalacağı fikri, kadının yemek yapmak, çocuk bakmaktan başka bir görevinin olmadığı düşüncesi, çiftçi Bas’ın Antonia’dan hoşlanıp ‘’Çocuklarımın bir anneye ihtiyacı var’’ şeklinde bir evlenme teklifi etmesinden sonra Antonia’nın “benim senin çocuklarına ihtiyacım yok” cevabıyla; başka bir örnek olaraksa kızı Daniella’nın koca istemeyip sadece çocuk sahibi olmak istemesiyle yıkılmış oluyor. Diğer yandan filmdeki erkeklerin Rus Olga’nın kahvehanesinde köydeki tüm kadınlara, özellikle babasız çocuk büyüten Antonia’ya karşı evliliği kadının cinselliği üzerinden değerlendirmeleri, her istedikleri kişiyle kadının rızası olsun olmasın yatıp kalkabileceklerini sanmaları gibi buna benzer düşüncelere kapılarak kadın üzerinden kendi ataerkil sistemlerini kuracaklarını inanmalarının büyüsünü Olga’nın sözlü biçimde vermiş olduğu tepkiyle bozmuş oluyor. Köydeki erkekler en baştan beri gittikleri kahvehaneyi bir kadının işlettiğini, orada onun sözü geçtiğini ve Olga ne isterse orada onun olacağını unutsalar da ve yavaş yavaş köydeki kadınların gündelik olan çoğu işi halletmeye başlamalarını göz ardı ediyor olsalar da yönetmen izleyiciye yavaştan anaerkil sistemin kurulduğu hissettiriliyor. Yönetmenin topluma bir başkaldırması olarak değerlendireceğimiz bu sahneleri sosyolojik açıdan incelediğimizde geleneksel bir ailede evin reisi olarak bilinen baba figürünün yıkıldığını toplumun her alanına sinmiş olan bu ataerkil yapının köy halkı için yıkılmaya başladığını görüyoruz. Birlikte olmak için iki kişinin sevgisinin birbirine yeterli olduğunu bunun için ilaha ki evliliğe gerek duyulmadığının altını çizen yönetmen toplum düzenine karşı radikal bir yol izliyor. Böylelikle izleyicilerine kadınlara karşı toplumun yaratmış olduğu geleneksel tabuları yıkmaları ve var olanı eleştirmeleri için iki tane görev vermiş oluyor. Ayrıca yönetmenin vermiş olduğu bu her iki görevin Antonia ve Eğri Parmak karakterinde olduğunu görüyoruz. İkinci Dünya

53


54

Savaşı’ndan sağ biçimde çıkarak köye dönen ve köyün filozofu olan Eğri Parmak, karşılaştığı olaylar sonucunda hep dünyanın kötü bir yer olduğunu belirtiyor. Filmde karamsar bir bakış açısıyla etrafa bakan Eğri Parmak için aslında Antonia’nın topluma karşı bakışının küçük bir temsili olduğunu da söyleyebiliriz. Antonia ve kızı erkek işi olarak tanımlanan tarlada çalışma, ev tamir etme ve boya yapma işlerini tek başlarına hallederek sosyo – ekonomik ve kültürel açıdan kendi kendilerine yetebildiklerini topluma karşı gösteriyor. Filmdeki görüntüler her ne kadar erkek düşmanlığı gibi görülüyor olsa da filmin asıl amacı kadınların kültürel ve ekonomik yönden toplumda belli bir yer sahibi olduğunu kalın çizgilerle vurgulamaktır. “Din’in insanları birbirinden uzaklaştırdığı, kısımlara ayırdığı ve birlikte olmayı engellemesi Madonna ve Protestan karakterleri üzerinden verilmiştir. Dış ses ‘’İnanç farklılıklarının, aşklarının arasına girmesi nedeniyle, Protestan Madonnası’ndan onun uluduğu ‘’ay’’ kadar uzak kaldı’’ der. Ruken Öztürk, Protestan ve Madonna’sı için ‘’Bu çift yaşamlarını diledikleri gibi yaşayan Antonia ve kızlarının tersine (inançları yüzünden) arzularına gem vurmuş, istedikleri halde birlikte olamamış ve bu yüzden hastalıklı kişiliklere dönüşmüş çaresiz insanları temsil ediyorlar ’’ diye yorumluyor. Rahip’in kiliseyi terk etmesi de bir din eleştirisi olarak veriliyor ve rahibin kiliseden çıkıp üzerindekileri çıkararak koşarken ‘’özgürüm, özgürüm’’ diye bağırması dinin insanları tutsak hale getirerek, özgürlüklerini elinden aldığı vurgulamış oluyor.” Böylelikle yazının başında din kavramının toplumu yönlendirip baskı altına aldığına dair yaptığım vurguyu filmde net bir şekilde görüyoruz. Son olarak filmde anaerkil bir düzen kurulana kadar başrol oyuncuları Willike van Ammelrooy (Antonia), Els Dottermans (Danielle)’ın ve filmdeki diğer kadın oyuncuların izleyiciyle


net bir bağ kurmuyor. Oyuncular ve izleyiciler arasındaki bu mesafeyi yönetmenin feminizmi anlatması için yapmış olduğu bir tercih olarak yorum getirecek olsak da bir süre sonra özellikle başrol oyuncuları ve izleyici arasında oluşan bu mesafenin izleyiciyi filmi izlemekten uzaklaştırdığını söyleyebiliriz. Sektörde film ve oyun müzikleri yapmasıyla tanınan Polonyalı müzisyen Ilana Sekacz’ın kulağı dinlendiren, oldukça sakin yapılı güçlü müziği Antonia’nın Yazgısı filminde de kendini hissettiriyor. Hatta zaman zaman filmdeki müziğin oyunculukların önüne geçtiğini söyleyebiliriz. Kaynakça: Antoina’nın Yazgısı – Ferhat Kılınç – Cinsiyetin Toplumsal İnşası Blogspot Feminist Anlatı Yaklaşımıyla Mustang Filmi ve Dişil Dilin Kurulmasında Bir Yöntem Değerlendirilmesi; Dijital Hikâye Anlatım Atölyesi - Nüket Elpeze Ergeç – SineFilozofi Dergisi

55


56


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.