Azizm Sanat E-Dergi Kasım 2019

Page 1


AZİZM SANAT ÖRGÜTÜ E-Dergi Kasım 2019, 143. Sayı Tasarım Selçuk Korkmaz Ön Kapak Gökdelen Lambası Arnaldo dell’lra 1929 Arka Kapak Brooklyn Köprüsü Joseph Stella 1920

Twitter @AzizmSanat Facebook /azizmsanat Instagram /azizm.sanat E-Mail azizm.sanat@gmail.com

www.azizmsanat.org


İÇİNDEKİLER

4 Editörden

6 10

Şiğir Yazma Kılavuzu Kemâl Sürahi & Batuhan Bayansever

Hayırında Çalıntı Çocuk Ziza Rumas

32 34

Terminatör Kara Kader ve Hibritlik Derecesi Yüksek Nostalji Onur Keşaplı

Altın Portakal Ulusal Yarışma Notları Alper Erdik

20 28

Uzak Kaderler İçin Ahmet Ayberk Aykul

Manifesto

42

Ve Çocuklarımız İsmet Şengül


4

1- Azizm, bir grup sanatçı, bilimci ve aydının, başta sinema olmak üzere sanatı ve bilimi, Aydınlanma ekseninde geliştirmek ve yaygınlaştırmak amacıyla oluşturduğu bir örgüttür. 2- Örgütün isminin ‘‘Azizm’’ olmasının nedeni, ülkemizde araştıran, sorgulayan, okuyup tartışan; kısacası aydın kimliği taşıyanlarla, alay edercesine ‘‘azizim’’ hitabıyla yaklaşılmasıdır. Örgütümüz piyasacı, milliyetçi ve gerici ideolojilerin yozlaştırdığı, lümpenleştirdiği yığınların aydınlara saldırırken kullandığı bu hitabı kendi üzerine almıştır ve gururla isimi olarak benimsemiştir. 3- Örgüt, ‘‘sanat sanat içindir’’ anlayışının seçkinciliğe, ‘‘sanat toplum içindir’’ anlayışının ise popülizme kayabileceği tespitini yapmaktadır. Sanat ne elitist bir tavırla toplumsal dinamiklerden yalıtılmış hale getirilmelidir; ne de popülist kaygılarla gerçekleştirilen üretimlerle niteliksiz ve ortalamacı olmalıdır. Azizm Sanat Örgütü’nün benimsediği anlayış bu nedenle ‘‘Sanat Aydınlanma İçindir’’ şeklindedir. 4- Azizm, ülkemizde ve dünyada yaşanan gerici-piyasacı saldırılara karşı en önemli mücadele başlıklarından bir tanesinin ‘‘ideolojik mücadele’’ olduğunun farkındadır. Bu bilinçle hareket eden örgüt, kendi sanatsal-düşünsel üretimlerini bu mücadelenin bir parçası olarak görür


5

ve buna göre gerçekleştirir. Azizm bu doğrultuda; post-modernizme karşı, modernist sanat anlayışını, piyasacılığa karşı kamuculuğu, gericiliğe karşı aydınlanmacılığı, muhafazakarlığa karşı devrimciliği, yerelliğin yüceltilmesine karşı evrensel değerleri, emperyalizme karşı bağımsızlık ve yurtseverliği, milliyetçiliğe karşı enternasyonalizmi benimser ve bu değerlerin yükseltilmesi, yaygınlaşması için mücadele eder. 5- Azizm bu değerleri bir bütün olarak benimseyen, yaygınlaştırmak için faaliyet yürüten herkesle ve her türlü yapılanmayla dayanışma içerisinde olduğunu bildirir; bu niteliklere sahip olan kişilerin ve yapılanmaların birlikte çalışma yürütebilmesi ve üretebilmesi için çaba sarf eder. 6- Örgüt toplumsal ve tarihsel gelişmeleri sınıfsal bir perspektifle çözümlemektedir. Savunduğu değerlerin tarihsel olarak serpilip gelişebileceği yegane ortamın, emekçilerin politize oldukları ve yönetime katıldıkları, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal düzende mümkün olduğu saptamasını yapmaktadır. 7- Azizm, bütün sanat alanlarında emekten yana tavır alır; bu alanlarda gerçekleştirilen her türlü emek sömürüsünü, piyasacı-gerici saldırıları ve bunların uzantısı olarak sansürü teşhir eder, tüm bunlara karşı mücadele eder. 27 Mayıs 2007


6

EDİTÖRDEN Tüm dünyanın ekran başında hararetle – ve bununla paralel pişkince – seyrettiği İkinci Körfez Savaşı’nın, Irak kanadında sivrilen figürlerden biri, Muhammed Said esSahaf’dı. Saddam Hüseyin’in enformasyon bakanı olan ve savaşın özellikle ilk iki haftasında verdiği bilgilerle ABD medyasının küresel gücünü adeta tek başına dengeleyen Sahaf, emperyalizmin Irak çöllerinde yenilgiye uğrama ihtimaline işaret ediyordu. Bush ve Blair ikilisinin hoyrat saldırganlığına eklemlenmek için büyük çaba harcayan, ancak 1 Mart’ta meclise takılan Gül-Erdoğan ikilisini de şaşkına çevirecek kadar uzayan Basra muhaberesinin yankıları, Irak Enformasyon Bakanı’nın, Bağdat’ı korumak üzere, sayısı milyona yaklaşan Cumhuriyet Muhafızı’ndan bahsetmesiyle echo’ları harekete geçiriyordu. Ne var ki tüm dünyayı her akşam enformasyona boğan Enformasyon Bakanı’nın aşağı yukarı her konuda yanlış bilgiler verdiğini anlamamız, Bağdat’ın düşüş süresinden bile kısa sürmüştü. Henüz daha post truth çağına adıma attığımızın farkında değildik. Gerçi 11 Eylül saldırılarının ta kendisi başta olmak üzere, ertesi gün CNN’in yalan haberler bombardımanı, hangi çağa adım attığımızı, bağırgan imajlar ve söylevlerle ilan ediyordu. Yine de enformasyona olan inancımız baskındı; Sahaf’a canı gönülden inanacak kadar. Elbette yalan haberler, propaganda amaçlı enformasyon, 21. hatta 20. yüzyılla bile sınırla değil. Ancak eldeki tüm yanılsatıcı verilere ve olumsuz anlamda birikmiş tortulara rağmen, bilgiye inanma arzusu, öz olarak olumsuz bir edim olarak kabul edilemez. Sorun, enformasyon çarpıtılışını değerlendirme yetisizliği kadar, enformasyon fazlasını seyreltme aksesuarlarındaki eksiklikte yatıyor. Dışavurumcu şair ve oyun yazarı T.S. Eliot’a “Bilgi ile kaybettiğimiz bilgelik şimdi nerededir? Enformasyon ile


kaybettiğimiz bilgi şimdi nerededir?” sorularını sordurtan da muhtemelen akla hiçbir şekilde yatmayan, bu dayanılmaz çaresizliğimiz olabilir. Aydınlanmanın haklı olarak umduğu üzere, bilginin, bilimin insanlık onuruna yakışır bir düzen kurabilme ihtimali, bizzat bilgi ve bilimden doğan – veya sezaryen bir müdahale ile alınan – enformasyon fazlasıyla boğdurulmuş durumda. Mars’ı ve ötesini bilfiil keşfetme hayali kurabilen bir türün, kendi gezegenini yıkımla baş başa bırakmamış olması beklenirdi. Tanrı parçacığının peşine, haklı olarak düşen, bu harika kuşkucu türün, bu cürete varabilmesinden evvel yoksulluk gibi bilimin kudreti karşısında esamisi okunmaması gereken bir sorunu ebediyen çözmüş olması beklenirdi. Akla her ne hikmetse, rap popüler değilken bile popüler olmasına karşın, ideolojik tavrı ötelenen Tupac Amaru Shakur’un, plak şirketlerince ve ABD kanunları tarafından zıtlıklar içerecek şekilde sömürülmeden önce sarf ettiği cümleler geliyor. Asparagas iddialarla hapsedilmesi nedeniyle asla yayınlanmayan MTV röportajında 2Pac, yoksulluk ve açlık gibi sorunlar hakkında dersler yerine voleybol kurallarının öğretildiği sisteme “eğitim” dendiğini ifade ediyordu. Aziz Nesin’in Şimdiki Çocuklar Harika’sını sömürürcesine enformasyona boğulan zamane çocuklarının, henüz dünyayı yürüten kuşak olmasına zaman varken, önceki kuşakların teknolojinin ışık hızını andıran gelişimleri neticesinde afalladığı ortada. Şimdilerde adeta su yüzeyine ancak kabarcıklar halinde dönüt iletebilecek kadar bilgiye boğulan türümüz, teknofobiden hızla uzaklaşmasına rağmen bunu akılcı, modernist bir tavırla yapabilecek bir olgunluktan ziyade, olup biteni değerlendirebilecek kapasiteden yoksunlaştırarak alık bir boyun eğişe sürükleniyor. Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinde, Sanayi Devrimi’nin getirilerini, “makine” özelinde öven ve yeni insan/yeni dünya/ yeni yaşam trinity’sini adeta kutsayarak, avangarda akılcı bir

7


8

doku sağlayan İtalyan fütüristlerin ya da aynı dokuyu faşizme sapma yaşamadan kurgulayan ve sinemadan plastik sanatlara pek çok disiplinde uygulayan Rus konstrüktivistlerin, ya da Alman Bauhaus ekolünün aksine, günümüzde enformasyon fazlasını sağlayan ve onu pastel beğenilerle sahiplenirken boyun eğdiğimiz teknolojiye yönelik entelektüel bir açılım söz konusu değil. Bunda elbette ütopyasızlaştırılmış olmak ve geleceksizleştirilerek şimdiki zaman hapsine alınmanın etkisi yadsınamaz. Ancak eleştirinin yitirildiği bir zaman/mekânda övülenin, benimsenenin üzerine bir anlatının geliştirilemez oluşu belki de eleştiri yitiminin başat gerekçesi de olabilir. Yukarıdaki izleğe bakıldığında bizi, Muhammed Said es-Sahaf’dan Marinetti’ye, Tupac’dan El Lissitzky’e, Eliot ve Nesin’den Gropius’a taşıyan, olacak iş olmayan, akışın, sayfalarımızda uzun uzadıya eleştirdiğimiz yeni Yokedici filmi Terminator Dark Fate’den tetiklendiğine inanmak güç. Ancak nükleer tehditle harmanlanmış Soğuk Savaş’ın teknofobik yapıtının, günümüzde işlemez oluşunun nedenlerini pekâlâ tüm bu verilerle işleyebileceğimizi düşünüyoruz. Belki de yanılıyoruz. Neyse ki Azizm Sanat E-Dergi’nin 143. sayısı, pek çok edebi metnin, pasajın, denemenin, öyküye de ev sahipliği yapıyor. Ayrıca beş para etmez, edebiyat yoksunu matbu ya da dijital yayınlar çöplüğünün, alenen öldürmeye teşebbüs ettiği şiire dair, hiciv katsayısı yüksek bir mizahi/gerçekçi eleştiriye yer veriyoruz. Tüm bunlara ek olarak, Ulusal Yarışma’nın dönüş yaptığı ancak 1960’larda Sinematek kavgasına benzer bir atışmaya ve olası kamplaşmaya ev sahipliği yapacak şekilde, ödüllendirmeleriyle dikkat çeken Antalya Altın Portakal Film Festivali üzerine, nesnelliğini korurken üçüncü bir cephe açacak kadar önem taşıyan değerlendirme de sayfalarımızda. Enformasyona akılcı bir seyreltme uygulayabilecek bilince varmak adına,

Sanatla kalın dostlar.


Azizm’in Notu: Azizm Sanat E-Dergi’nin Aralık 2019 tarihli 144. sayısı için dilediğiniz konuda makale, öykü, şiir, deneme, eleştiri, karikatür, video, resim ve fotoğrafı 3 Aralık tarihine kadar azizm.sanat@gmail.com adresinden yayın kurulumuza iletebilirsiniz.

9


10

Altın Portakal Ulusal Yarışma Notları Alper Erdik

Bu yıl 56.’sı düzenlenen ve “öze dönüş” teması ile iki yıldır olmayan ulusal yarışmanın da geri dönmesiyle sinemacılar için başka türlü bir önem taşıyan Antalya Altın Portakal Film Festivali sona erdi. Bununla beraber, Türk sinemasının özünden çok şey kaybettiği de bir kez daha ortaya çıktı. Öz nedir peki? Festivali düzenleyen Antalya Büyükşehir Belediyesi ve festival komitesi için Türk filmlerinin yeniden yarıştırılması elbette; ancak, bence bu öz, bugün dönüp baktığımızda çoğu zaman beğenmediğimiz Yeşilçam yıllarında bile bugünkünden daha ileride olan, sinemanın ülkenin politik ve toplumsal gündemine koşut ve fakat belli bir estetiğin de göz ardı edilmediği sinema anlayışıdır. Neoliberalizmin milyonlarca insanı nefessiz bıraktığı ve bu bunaltının da son raddesine ulaştığı bir ülkede, hâlâ ve hâlâ


üst-orta sınıfların yaşamlarından kesitleri, hep aynı şekilde ve yaratıcılıktan uzak biçimde seyirciye sunmak, neden sinemacılara bu kadar cazip geliyor, anlamak güç. “Beyaz Türk” eleştirisi okumak, görmek isteyen, “muhafazakârdemokrat camianın entelektüelleri”nin kuyruğuna girer zaten; buradan “bizimkiler”e ekmek çıkmaz, bunu artık anlamaları gerekir. Festivalde ulusal yarışma kategorisinde yer alan filmlerdeki tematik benzerlik hatta aynılık, yönetmenlerin ünlü oyuncu oynatma merakı, muhalif görünme çabaları beni oldukça rahatsız etti. Bir sinema yazarına, bu yılki festivaldeki filmlerin konusunun eşcinsellik ve Suriyelilerin ülkemizdeki durumu olduğunu düşündüğümü söylediğimde, kendisi gülmekten cevap veremedi. Bir dönemin, Kürt sorununa olan merakı, şimdi bunlara evrilmiş durumda. Sivil toplumcu, kimlikçi sol liberallerin cephaneliği siyaseten çoktan tükendi; ama bunların, sol cenahın okuryazarlarının zihninde yarattığı tahribat kolay giderilmeyecek, bu açık. Kısaca birkaçına değinmek gerekirse, festivalde izlediğimiz yerli filmlerin ve senarist, yönetmenlerinin yaratıcı, özgün, yenilikçi olduklarını söylemek güç. Az önce belirttiğim üzere, üst-orta sınıf insanların yaşamlarından kesitlerden ibaret bir görüntü demetinden oluşuyordu filmlerin çoğu. Leyla Yılmaz’ın Bilmemek filmi örneğin. Dünya sinemasını takip edenlerin tümünün, Andrey Zvyagintsev’in 2017 yapımı Sevgisiz filmine oldukça benzer bulacağı bu filmde, bir şirkette üst düzey yönetici olan Sinan ve toplumsal konulara, özellikle mültecilerin durumuna duyarlı bir doktor olan Selma’nın aile içi iletişimsizliği, iş yaşamlarındaki sorunları, cinsel uzaklıkları; arkadaşlarınca eşcinsel olduğu suçlamasıyla dışlanan oğulları Umut’un hikâyesiyle paralel işleniyor. Ama bu öyle klişelerle yapılıyor ki, Bilmemek, üst-orta sınıfları anlatan bütün yerli filmlerin bir kolajına dönüşüyor: Garson azarlamalar, çocuğuna akıl vermeler, karısına terslenmeler…

11


12

Yine başka bir örnek, Maryna Er Gorbach ve Mehmet Bahadır Er’in yönettiği, Omar ve Biz filmi. Yeni emekli olmuş bir subay, ailesine ve etrafındakilerle oldukça sert, faşizan söylemlerle ilişki kuran İsmet’in, iki Suriyeli mülteci ile arasındaki yakınlaşmanın hikâyesini içeren film, insani duyguların siyasal bakış ve duruşların üstüne nasıl çıkabileceğini, emekli bir askerin mültecilerle dost olabileceğini anlatıyor. Anlatıyor ama 2001’de yine Antalya’da en iyi film ödülü dâhil beş ödül kazanan, o dönem oldukça ilgi çeken, Handan İpekçi’nin Büyük Adam Küçük Aşk filminin gölgesinde kalmaktan kurtulamıyor. Sinemada her şey bir kez yapıldığında güzel oluyor; ikincisi parodiden başka bir şeye benzemiyor. Hakeza Ali Aydın’ın Kronoloji filmi; büyük bir şirkette mimar olarak çalışan, yüksek gelirli, saygın bir kişi olan Hakan’ın; eşi Nihal’le arasındaki hegemonik ilişkinin, bazı nedenlerle çıkmaza girmesini ve sonrasında cinayete kadar gidecek olayları anlatıyor. Üstelik bu vasat anlatı, bir de gerilim unsurları ile tahkim edilince, iş iyice sıradanlaşıyor. Başrollerde oynayan Birkan Sokollu ve Cemre Ebuzziya’nın ortalama seyirci nezdindeki bilinirliği yönetmeni tatmin etmemiş olacak ki, Ali Aydın, şimdilerde her üç filmin birinde görmeye alıştığımız Serkan Keskin ve Tansu Biçer’le kadroyu kuvvetlendiriyor; ama yine de yetmiyor. Kazananlara gelirsek… Yukarıda birkaç örnek verdim, festivalin genelinde gösterilen filmler, birbirine oldukça benzer ve vasattı. Benim için öne çıkan iki film vardı ki, bunlar da büyük ödüllerin tamamını aldı. Ancak bunlardan özellikle birinin başarısı, diğerlerinin zayıflığından değil, şahsına münhasırlığındandı, bunu söylemekte fayda var. Ulusal yarışmanın altıncı filmi olarak gösterilen, Ümit Ünal’ın Aşk, Büyü vs. filmi, ilk gençliklerinde birbirine âşık olan iki adalı kadının hikâyesini anlatıyordu. Senaryoda aksaklıklar


olmasına rağmen, Ünal’ın deneyimi ve sinema dili; iki başrol oyuncusunun üst düzey oyunuyla birleşince film diğerleri arasında zaten öne çıktı ve ödüllere de uzanmış oldu. Aşk, Büyü vs. SİYAD jürisince, yani Türk sinemasının abi ablalarından oluşan bir ekipçe, en iyi film seçildi. Yine ulusal yarışmadaki jüri özel ödülü de Küçük Şeyler’le birlikte filmi gitti. Özetle, Ümit Ünal küstürülmedi.

En iyi kadın oyuncu ödülü de bu filmdeki oyunuyla Selen Uçer’e verildi, benim favorim de zaten kendisi idi. Ancak Uçer’in partneri Ece Dizdar’ın da bu ödülü hak ettiğini düşünüyorum. Çekmeceler (2015) filmindeki olağanüstü performansını da hatırladığımızda, Dizdar’ın hâlihazırda sinemanın en iyileri arasında olduğunu söylemek gerek.

13


14

Seyirci özel ödülünü ise Bilmemek aldı. Televizyon seyircisinin yakından tanıdığı Yurdaer Okur’un yine biraz dizi oyunculuğuna yaslanarak ama gayet başarıyla oynadığı karakterin film içindeki diyalogları, salonda epeyce beğenilmişti zaten. Filmin ardından seyirciden gelen reaksiyon da ödülün ipuçlarını vermişti. Burada not edelim, Onur Ünlü’nün bol renkli, bol silah sesli, cinayetli, kanlı, sevişmeli, gülmeceli Topal Şükran’ın Maceraları da yine izleyicilerce en çok sevilen filmlerden biriydi. Eğer Onur Ünlü fanları biraz daha organize olsalardı, filmin bu ödülü alması muhtemeldi. Bilmemek filminin kadın oyuncusu Senan Kara’nın ilk sinema filminde gayet başarılı olduğunu, oynadığı karakterin naifliğini zorlanmadan yansıttığını da not edeyim. Kara’nın güzel yüzü, kentli tavrı, başarılı oyunu ile, Türk sineması, çok iyi bir kadın oyuncu kazandı bence.

Yarışmanın onuncu ve son filmi olarak gösterilen Bozkır ise, az evvel belirttim, diğer filmlerle mukayese edilmeden de öne çıkan, bence iyi de bir yapımdı. Daha önce piyasa filmlerinde çalışan Ali Özel, kamera titretmeden, her sekansın sonunda drone uçurmadan görüntü alınabileceğini; şiirsel konuşmalar,


felsefi tartışmalar yapılmadan da karakterlerin ruh haletinin seyirciye aktarılabileceğini; bozkırın ortasında üç dört kişinin aile içi yaşantılarının dahi ciddi bir anlatıya, sinemaya konu olabileceğini; estetiğin biçimsellikten ibaret bir şey olmadığını gösterdi Bozkır’da. Daha doğrusu, hatırlattı.

Benim favori olarak gördüğüm, sinema eleştirmenlerinin neredeyse hiçbirinin şans vermediği ve dahi ilk beş listelerine bile almadığı; ancak jürinin neredeyse tüm dallarda oy birliği ile ödüllendirdiği Bozkır, en iyi ilk ve en iyi film seçilirken; Ali Özel en iyi yönetmen ve senarist ödüllerini kazandı. Özel, Film Yönetmenleri Derneğince de en iyi yönetmen seçildi. En iyi görüntü yönetmeni, en iyi müzik, en iyi kurgu, en iyi erkek oyuncu ve en iyi yardımcı oyuncu ödülleri de film ekibine gitti. Toplamda on bir ödülle taltif edilen Bozkır’ın yönetmeni Ali Özel’in, şiirsel dilini doğadan ama en çok da doğanın insan ruhuyla bütünleştiği noktadan teşkil ettiği çok açık; bu dilin artık kentte de kurulması gerekliliği de aynı şekilde. Ali Özel buna talip olur mu, yoksa orada mı kalır, göreceğiz. Bozkır, elbette ki bir şaheser değil, kabul; ancak filmin iyi olduğu da aşikâr, eleştirmen tayfasının bu kadar sinirlenmesine

15


16

de gerek yok bence. Ancak bu sinirin altında, kendilerindeki Zeki Demirkubuz alerjisi olduğunu unutmayalım. Tabii, filme daha çok ödül verebilmek için, jürinin ısrarlarıyla, festival komitesinin, festival yönetmeliğinin bazı maddelerini fiilen ılga etmesine gerek var mıydı yok muydu, tartışılır. En iyi film, senaryo, yönetmen ödüllerinin yanında, filmin beş oyuncusunun üçünün ödül alması bence daha tartışmalı bir konu iken bunu hiç kimsenin konuşmaması da tuhaf. Bozkır’ın atmosferi jüriyi o denli etkilemiş ki, filmde hiçbir kusur bulamamışlar sanırım.

Yönetmen, ödül konuşmasının bir yerinde, artık sahneye çıkıp yerine dönmekten yorulduğu anlarda, jürinin bir filme bu kadar teveccüh göstermesinin büyük cesaret olduğunu söyledi. Öyledir ya da değildir; ama Zeki Demirkubuz’un diğer filmleri sevmesini beklemek mantıklı olmazdı zaten.


Bu vesile ile jüri ekibine ilişkin de bir iki şey söyleyeyim. 17 Edebiyat ve sinemaya ilişkin yarışmalarda bulunan kişilerin zaman zaman, hatta sıklıkla tartışıldığını biliyoruz. Ancak bu duruma, “ilginç” kişilerin orada bulunmasına şaşırmak çok da mantıklı değil. Bu işler artık böyle. Yine de değinmeden geçemeyeceğim, Latife Tekin mevzuu var. Zeki Demirkubuz’un Altın Portakal’da jüri başkanı olması, sektördeki oligarşik yapının bileşenleri dışında kalan dürüst sinemacı ve sinemaseverleri sanırım sadece sevindirir. Görüntü yönetmeni Emre Erkmen’in jüri üyeliği de öyle. 31 Mart’tan sonraki fiili durumla beraber, “ünlü ve muhalif” kontenjanından Mert Fırat ve “ünlü ve muhalif ve kadın” kontenjanından Şebnem Bozoklu’nun jüriye dâhil edilmesini, CHP’nin muktedir olduğu alanlarda, İmamoğlu’na destek tweet’lerinin bir karşılığının olacağının “sanat camiası”na sezdirilmesi olarak okuyabiliriz, burada da bir soru işareti yok. Ancak, Ahmet Altan’la beraber, edebiyatı araçsallaştırarak Türk soluna küfretme geleneğini başlatan Latife Tekin’in orada olmasında bir sorun var. Bunu tabii ki laf olsun diye yazıyorum. Türkiye’de edebiyat ve sinemayı ele geçirmiş, solcu etiketli lobilerin tercihinin Tekin olması şaşırtıcı falan değil. Ve şunu da anladık ve gördük ki, Can Yayınları’nın artık film festivallerinde de bir locası, koltuğu var, hayırlı olsun. Demirkubuz’un okuduğu, önceden hazırlanmış ve her satırı Latife Tekin’in kaleminden çıktığı aşikâr olan bir metin duyduk ödül töreninde. Ödülleri belirlerken, jüri üyelerinin, mealen söylüyorum, “muhteris ve kifayetsiz muhalif görünümlü gruplar” ne der, diye düşünmedikleri anlatılıyordu o metinde. Üzerine alınmayan yumuşak solculara, sınıfa karşı sınıf iddiasını çöpe atanlara, radikal demokrasi labirentlerinde yolunu kaybedip kimlik siyasetinden devrimcilik çıkarmaya çalışanlara söylenecek bir şey yok elbette; ama film izlerken, festival takip ederken bile sol liberal, küfürcü abladan azar işitmek sadece


18

beni mi rahatsız ediyor bu ülkede? Yoksa herkes, Latife Tekin’in küfür romanlarını büyük edebiyat metinleri diye etrafındaki genç çocuklara okutan Aydın Çubukçu’nun arkasına mı saklandı? Bir de ön jürilik müessesesi var ki, bunun da kimlerden ve ne şekilde oluşturulduğunu merak etmiyor değilim. Acaba, festivale kabul edilmediği için gösterim olanağı bulamayan ve rafa kaldırılan kaç tane film, sinemadan vazgeçen yönetmen var? Ya da var mı? Maalesef bilemiyoruz.

Her şeye rağmen, Altın Portakal’ın ulusal yarışmasına kavuşması önemlidir. Umarım, bu festival, yapısal düzenlemelerle, özellikle genç sinemacıların önünü açacak hale getirilir ve sol liberal siyasanın izlerinden arındırılır. Ve umarım, bu festivalde, Zerre (2012) gibi, Sarı Sıcak (2017) gibi filmleri de görebiliriz.


Son olarak, her ne kadar Bozkır ve jüri özelinde tartışmalar başlamış ve devam etmekte ise de bence asıl konu Türk sinemasının durumudur. Festivaller ve ödüller her zaman konuşulur; ama diğer ve daha elzem olan konu, yani sinemamızın vasatlığı, daha yakıcı. Eleştirmenler, Zeki Demirkubuz’un intikam aldığını söyleyedursunlar, Bozkır, tekrarla, festivalin en iyi filmiydi, bu net. Ama Türk sinemasının durumu hiç net değil. Buradan nereye varılır, bilemiyorum. Şu kesin ama: Nuri Bilge Ceylan bu yükü tek başına taşıyamaz.

19


20

Şiğir Yazma Kılavuzu Kemâl Sürahi & Batuhan Bayansever Kemâl Sürahi (namı diğer şağir müsveddesi, soyadında iki tane ‘h’ harfi bulunmasına rağmen birini bir market alışverişi sonrasında para üstü olarak veren adam) Batuhan Bayansever (namı diğer şağir müsveddesi, göğe bakarken kafasına kuş pisleyen adam)


Sevgili genç şağirler, Size atfettiğimiz ilk kılavuzumuz olan “Şiğir Yazma Kılavuzu” ile karşınızda olmaktan büyük sevinç duymaktayız. Biliriz ki sizlerin de bizler gibi şağirâne acılarınız var; fekat nasıl kelimelere dökeceğinizi bilmiyorsunuz... biliriz... Bu yücelerin de yücesi acılarınızı bir ayna karşısında sigara eşliğinde dile getirmek sizlerin de en büyük hayâlidir... biliriz... Gelin... sokulun yamacımıza. Sizlere madde madde nasıl şiğir yazılacağını öğretelim: 1) Her şeyden önce bütün “İkinci Yeni” küllüğüatını ve günümüz popüler edebiyat dergilerini okumaya başlayarak, genel hatlarıyla bir birikim elde etmeniz gerekmektedir. İşbu birikim sizlerin işini gerçekten de kolaylaştıracaktır, bundan emin olabilirsiniz. Unutmayınız ki iyi bir şağir, iyi bir şiğir okuyucusudur ve paltosu üstünden, sigarası da paltosunun cebinden hiç mi hiç eksik olmaz. Sizlere bir de bir püf nokta verelim: Çakmak yerine kibrit kullanınız... evet... kibrit... Neden çakmak değil de kibrit kullanmanız gerektiği hakkında sorularınızı duyar gibiyiz, lütfen sabrediniz. 2) İlk maddeyi harfîyen yerine getirdiyseniz bu maddede yapmanız gereken şeyler daha az meşakkatli. Bu maddede yapmanız gereken ilk şey sevdiceğinizin bir fotoğrafını bulmak ve açıp, tam da karşısına oturup, bir sigara yakmaktır. Tabii bunun da incelikleri mevcuttur. İlk önce kibrit kutusundan iki adet kibrit çıkarmanız gerekmektedir, iki kibrit birbirine paralel ve arada iki parmak boşluk bulunacak şekilde masanın üzerinde konumunu almışken sigaranızı çıkarmanız gerekmektedir. İşbu sıraya uyduktan sonra bu maddede yapmanız gereken ikinci şey, birkaç hüzünlü şarkı dinlemektir. Şarkılara gözyaşlarınız ile eşlik etmeniz önemle rica olunur. Çünkü gözyaşı da möhimdir; bir şağirin mürekkebidir... Allem ettiniz kallem ettiniz ve gözyaşlarınız ile şarkıya eşlik edemediniz... olsun... göz damlası kullanınız.

21


22

3) İlk iki madde ile işbu üçüncü madde arasında bir ehemmiyet farkı bulunmaktadır. Çünkü en önemli madde üçüncü maddedir. Bu maddede yapmanız gereken ilk şey dilinize dolanan bir kelime bulmaktır. Nasıl ki mevsimlerden yaz, Serdar Ortaç henüz daha yeni şarkı çıkarmış ve sizin de kulağınıza bir yerlerden çalınmış, istemeseniz de boş anlarınızda ağzınıza sakız olmuş o şarkı sözleri gibi... Çünkü bunu şiğirlerinizde sık sık kullanacaksınız. Dilerseniz bu kelime sevdiceğiniz ile aranızdaki yaşanmışlıktan doğan ve hiç kimselerin bilmediği bir kelime olabilir. Ya da dilerseniz tamamıyla uydurduğunuz bir kelime de olabilir. İlle de yaşanmışlıktan doğması gerekmiyor, siz bir şekilde hâlledersiniz. Kısacası uydurunuz, kim bilecek? 4) Evet... Son madde... İlk üç maddede Almanca konuşmuştuk, şimdi sıra Fransızca konuşmaya geldi. Her şeyden önce bir çay demleyiniz ve yanına da iki adet küp şeker koyunuz. Peki ya neden ‘iki adet küp şeker’ koyunuz dedik? Hatırlarsnız daha öncesinde de ‘iki kibrit’ çıkarmanızı söylemiştik. Çünkü bu ‘iki’lerden birisi siz, diğer ide sevdiceğinizdir. Yaaa... aynen! Sizler, şağirane acıları olan genç şağirler... artık Fransızca konuşmanızın vakti gelmedi mi? Haydi, bir kâğıt parçası bulunuz ve başlayınız bir şeyler karalamaya! Bunlar da naçizane bizlerin yazdığı şiğirler:


23 GELİŞLİ ŞİĞİR Geldim mi, belki gelmemişimdir; ama geldiğimi Gelerek söylemişti bana. Aslında her gelmem bir cinsel gelme midir? Her geliştir gelişme Bazen gelişlerin bile suskun... Nedir bu gelişler ve “gel”, “iş”ler? Gelişemedim sevgilim, geliş’ini görmeyince. DİŞ SANCILARIM Diş sancılarım varken, rahatça uyuyamam Hepsinde ya çürük ya da kırık var. Üstünü öylece dolgu ile kapattıramam. Her ne yediysem, bir kovukta mesken tutmuş Sanırım doktorum, ağzımda pamuk unutmuş.

BÜyükLü mÜ BüYükLü şİĞiR BiR BedEn BüYüK AlDIm ŞiĞiRi nASıL SenEyE giYeRseN KıyAfeTLerİ, BuNu dA biR öMüR gİY HeM dE sEzOn soNu aLıyOrum, biLiyOr mUsuN, yÜzDe seN iNdİriMLİ...


24 SEN (moro progresifo) sen, after partylerin köpüklü gülü, dökerken gırtlağından aşağı otuz-kırk bardak birayı; dans ederken rüküş elbisen ve bulamaç suratınla; ah, cânım, kaynaşırken oğlanlı kızlı; ben oturmuş ders çalışmaktayım, ikimize bir gelecek kurmaktayım.

EN AZ YİRMİ SANTİM bir çiçek açmış, bir güneş vurmuş ondandır böyle aydınlanması edep yerlerinin; ondandır böyle kokuşun; bu çalımların, bakışların hep ondan. bir çıkarsam yerinden, en az yirmi santim eder şu kollarım, hem de seni iki kez sarmaya; ama vakit geç, gitmek gerek; çıkarken sakın unutma ama, paran komodinin üstünde, sevgili dişsiz engerek.


25

BEN NE BOK BULDUM SENDE Ben ne bok buldum sende Fıtıklı hâlimle eğilip öptüm seni Gel de bir gözümden bak Şu ebleh suratına Ayaklarının Yere değmemesinden B E L L İ Bir elli oluşun Şu boş kâğıdı naz yapma da imzala Yok be, ne dolandıracağım seni Mektup bu, telgraf bu... yersen... İmzala kız, imzala... Ben ne bok buldum sende


26 BAKIRKÖY’DE BAYRAM İçerek yarın yokmuş gibi her saniyede Fena sarhoş olmuştuk Bakırköy’de Masamızda mezeler, dostlar, anılar Tam karşımızda da oturan o karılar Bir bizi bir kadehlerimizi kesti Tam bitti derken bayram, hesap geldi Batuhan limitsiz kartını çıkartıp ödedi Kalktık masadan, bizler sendelerken Karılar da kalktı, tencereleriylen Bizim düdükler de durur mu Yuvarlana yuvarlana Bakırköy’de O tencerelereleri buldu Düüüt düüüt... düüüt düüüt... İçerek yarın yokmuş gibi her saniyede Fena sarhoş olmuştuk Bakırköy’de. BİLEREK Mİ Bilerek mi yedin buzdolabına bıraktığım pudingin yarısını? Oysaki ben güveniyordum aşkımıza, ondan ki ağzını bile kapamamıştım; üstelik çöpünü de atmamışsın. Yalnız artık geceler...


27 MUHALLİBE (Eski püskü ve erkek ismine benzeyen isimli Hanımefendi’ye) Sanma ki ben de diğerleri gibiyim Yok yavrum yok, ben bir başkayım Kimi zaman at yarışında, Kimi zaman da maçtayım. Bir akşam içmişti bir arkadaş Tanımadığı kişinin birasından Düşmüştü bir telaşa, bir hastalık Nüksettiydi vücudundan Sanma ki ben de diğerleri gibiyim Yok yavrum yok, ben bir başkayım Kimi zaman içki masasında, Kimi zaman da hovardayım. LİMON PAZARI Ardım ardıma bakıyor, cepçilere göz açtırmamak gerek. Bilmem ne buluyorum şu limon pazarında. Ey dostum, bir çarşaf, bir de yirmi liralık tütün; sigaradan değil ölümüm, parasızlıktan.


Hayırında Çalıntı Çocuk

28

Ziza Rumas


29 Bu nevi hırsızlığın hiçbir teolojik ya da beşeri kanunlarda mısralara dökülmediği gibi yaptırımın yanı başına konulan bir cezaya da tabi tutulmadığı ve tutulamayacağı bir yaz gününün akşamında gördüm siluetini. Bir usta zanaatını, bir sanatçı eserini, bir öğretmen bilgisini ortaya koyarken er ya da geç görebileceği bir somutluğun farkında olunmayan bir uğraş biçimi de değildi gördüğüm. Gözlerde tecessümü, yürekte hissinin dışavurumu bir meyvenin olgunlaşarak dalında tebessüme durduğu bir ilk demdi yer kürede demlenen. Bir anda yanımdan kaktı ve kendisinden çalınanı, farkına varmadan en güzel suretiyle gösterdi. Kim bilebilirdi ki kendisinden çalınanın annelik olduğunu. Görenler, peşinde dolanıp durduğu varlığın ancak annesi olabilirliğini tartışmaya açmayacak kadar emince oturuyorlardı yerinde. O ise bir yandan civarda hiç kimse yokmuş gibi sadece o küçücük varlığa odaklanmış, bir edimi edindirmek için var gücüyle terliyordu; bir yandan da bütün bir evren onlara bakıyormuşçasına itinayla karşısındaki varlığa çok da özel olmadığını, sıradan bir varlığın varlığınca alışması gerektiğini, hayırın ne olduğunu sözleri ve vücut diliyle öğretmeye çalışıyordu. O küçücük varlık, her “Hayır, yapma!” uyarılarından sonra sadece “Hayır” sözcüğünü duyduğunda hiddetleniyor, yerden yıldırım olup göğe çarpıyordu. Yeryüzü yıldırımını elindeki şekerlerle sakinleştirmeye çalışan diğer varlıkların ödüllerini de parmak uçlarından yaydığı şimşeklerle etrafa atıyordu. Elinden çalınan anneliğinin farkında bile olmadan gökten koparılmış ve toprağa mahkûm anneliğini icra eden melek, çaresizliğine yanıp gökyüzüne kanat çırparak uzaklaşırken; anneliği görüp yaşamış anne yarısı, edindiği şokun etkisinden çıkamadan, o varlığı kucağına alıp ıssız yurduna çekilmek üzere yola koyuldu.


30

Önceden edindiği bilgi, beceri ve tecrübelerin gördüklerini açıklayamadığı şokunun etkisinde öylece donuk ve suskun haliyle oturan bir aziz, evren erdeminden oltasının boş çıktığına yanadururken, kendisinden de çalınanın farkında bile değildi. Babalığın ne olduğunu bilirlikten sıyrılıp, karşısındaki küçük varlığın ortaya çıkışının nedeni babalığın hüznünü çekti iliklerine. Başını göğe çevirdi, gözü, uzaklaşıp gökle bütünleşen meleği arasa da seçemedi. Alt edilen azizliğine yanmayı bırakıp bedenen yanmayı dilerken, bir anda iki kanat onu yerden kapıp kimsenin görmezcesine bir atiklikle göğe doğru çekti. Anneliğini görmeden elinden çalınmış melekler; babalığı elinden alınmış azizleri göğe çekip halas eyledi. Yerde çalanların hükmü sürerken, onlar gökyüzünde havanın hafifliğince yerçekiminin etkisinden kurtulmayı başardı. Anneliği çaldılar, anne lafzını kendisine duyuramayanlardan, babalığı çaldılar baba hitabından mahrumlulardan... Göğe yükselen iki can, onlara ufku gördürttü, umut oldu azizler ve melekler makamı. Saklayabildi hırsızları cihan, paklayabildi mahkûmları sinesinde dem ile devran. Pazarı, cumartesiyi, cumayı zamandan ziyade görüp kutsal kılan teist görülerin; hayatın doğal kendisini kalıp cenderesinden geçirip, toprağa gömen göreneklerin hiçbir suçu yokmuş gibi etrafta elini kolunu sallayarak dolanmaları dokundu yüreğine. Ve pazarı zamandan koparanlar, çeksinler geçen altı günün ahını. Eylülde gelmedin, Ekimde gelmedin, kapıma konan Kasımla gel. Ekinler sararıp solduğunda, ömrümün saati dolduğunda, hiçbir mevsim, hiçbir dem adımı anmayacak. Cennet ne ki gülüm, Diyarbekir kavruğunca bekledim seni


31 deyiversinler. Cehennemden ajanslar düşmesin ekranlara, dünyayı verenler bulsun ettiklerini gök kararınca. *** Görsel: Kutsal Meryem (1513) – Sanzio de Urbino Raphael


32 Uzak Kaderler İçin Ahmet Ayberk Aykul


33

Yağmurlar bir ilan-ı aşk meselesidir zemîn-ü âsumândan derya için Bunu bilerek ağlarım Bir kuş uçuşunda gönlümün özgürlüğü ararım Yine akşamüzeri düşen yağmurlardır belki Birinin biri için maviye bürünmesi Ve ben ne zaman saçlarından bir tel düşse Ege’den begonvillerin sessizce kayışını hatırlarım Kokun vurur içime Denizin ortasında bir küçük tekne kadar yalnızdır eşsiz Unutmak imkânsız, hatırlamamaksa bir meseledir şaire İsminse bahane olur şiirine *** Görsel: Temple Bulvarı’nın Görüntüsü (1838) – Louis Daguerre


34

Ve Çocuklarımız İsmet Şengül

Bizim, acı çeken çocuklarımız…


35 Bölüm 1 Ateşe savrulan rüzgâr gibiyiz, Ne rüzgârı durdurabildik, ne de ateşi söndürebildik. Yaktıkça yaktı bizi, etten kemikten, ilikten, damardan, içeri. Estikçe esti, yaktıkça yandık, Yandıkça karanlığı daha da bir aydınlattık. Bölüm 2 EYY ÇOCUK! Yüzüme bakma öyle eyyyy çocuk. Utanır mı insanlık insanlığından acaba. Taşır mı bacakların bunca yükü. Peki ya dayanır mı yüreğin bunca acıya. Nasıl yunacak insanlık yüzüne bulaştırılan bunca kiri pası. Gözlerin nereye bakar. Hangi gediğe takılıp kaldı oyuncakların. Hangi kirli emellerle vurulup düşürüldü uçurtmaların. Kimlerin ellerinde piç edildi yarınların. Hangi uçuruma itildi çocukça anıların. Hangi pusuda düşürüldü o çocukça bakışların.


36 Diren haa diren, diren haaaaa diren. Yürüdükçe büyüdük. Büyüdükçe güzelleştirdik yarınlara dair düşlerimizi. Diren ey çocuk. Hiç kimse gülüşlerimizi.

alamaz

bizdeki

bu,

bizim

olan

Bölüm 3 VE ÇOCUK! Işık olmalıyım dedi çocuk. En derin karanlıkları bile aydınlatana kadar. Işıtmalıyım dedi çocuk. Çürümüş beyinleri, köhnemiş zihinleri alt edene kadar. Isıtmalıyım dedi çocuk. Kirlimi kirli emellerin buz dağında, Kokuşmuş beyinlerin ayazında, kışında, Titreyen o masum yürekleri ısıtana kadar. Güneş olmalıyım dedi çocuk.


37

Direnmeliyim dedi çocuk. Bu iğrenç, bu kepaze zamana Bizim çocuklarımız doğmasın diye. İnançla hırsla direnmeliyim dedi çocuk. Ve bulut olmalıyım dedi çocuk. Yeşermeyen umutlara, Kavrulmuş yüreklere, Çatlamış dudaklara, Merhametten, vicdandan, insanlığın kuruyan toprağına Benzi solmuş çocuklara, Ve bir bir dökülen başaklara. Hesap sormalıyım dedi çocuk. Şu bitip tükenmeyen yavşaklara.


38 Bölüm 4 Sizler nasıl oldu da unuttunuz bir zamanlar çocuk olduğunuzu? Hangi mantığın yan piyasa ürünüsünüz, hangi asalakça duyguların kölesisiniz ki, sevgiyi iğrenç emellerinize alet edip, merhameti çuvala, insanlığı yerin dibine gömmüşsünüz, nedir sizleri taşıyan bu iğrenç ve aşağılıkça duyguların merkezine? Nasıl bir asalaklıktır ki göz yummaktasınız çocuklara yapılan onca iğrençliklere? Bugün var olup ama yarına olmayacak olan en vahşi yaratıklarsınız. İnsanoğlu murat eder, benim de muradımdır ki kendi pisliklerinizden boğulasınız. Cefa çektirmediğiniz zulüm etmediğiniz tek bir canlı dahi kalmadı ki sizlerden nasibini almamış olsun. Sizler var olmuş en acımasız mahlûklarsınız. Eğer çocuklara mutlu bir dünya güzel bir gelecek bırakabiliyorsanız, Çocuklara kol kanat gerip sahip çıkabiliyorsanız, işte o zaman adamsınız adam, insansınız derim. Çocukları dinleyip anlayabiliyorsanız, çocuklarla ortak fikirler kurup aynı payda üzerinde birleşebiliyorsanız, onlarla yeni baştan çocukluğunuza dönüp onlarla birlikte büyüyebiliyorsanız, onlarla iç geçirip, onlarla sevinebiliyorsanız, işte o zaman gerçekten insansınız, gerçekten adam gibi adamlarsınız derim size. Bizler geldik, kaçınılmaz sona doğru yürümekteyiz, eğer ki bugünler bizimdi öyle ya da böyle bir şekilde olabildiğince yaşadık, ama yarınlar sizindir! Sizler bizim geleceğimizsiniz deyip atmış olduğunuz temelin yükselişini onların güçlü omuzlarına bırakabiliyorsanız işte o zaman varsınız ve adamsınız


39

derim, adamdan da öte gerçek lidersiniz, kanaat önderleri, din adamlarısınız derim. Ve lakin sizler kokuşmuş beyinlerinizde, çürümüş ve de kokuşmuş insanlığınızın uçurumunda, yön tayin ediciliğe soyunanlar, değil misiniz ki kafanız kuma gömülü, kıçlarınız çöl sıcağında kavruk olarak gelecek nesillere ve insanlığa bela olanlar. Bölüm 5 Düşlerimizde savruldu özlemlerimiz. Küllerin altında kala kaldık, Damlara düşürüldü çalınmış çocukluğumuz. Çiğdemlerin, nevruzların, eşkınların arasında gezinip durduk. Böylesi kısacık sevinçlerle geçip gitti, çocukluğumuzla birlikte, bize kalan anılarımız. Çok erken büyüdük bizler, hem de çok erken. Büyük adamlar olamasak da, acılarımız, kederlerimiz hep büyük mü büyük oldu.


40 Bölüm 6 Tenimde, yağmur sonrası toprak kokan yalnızlığımdır bana kalan. Nasıl anlatayım, nasıl tanımlayayım seni bilemiyorum. Hayatın bugüne dek bizlere sunduğu aşikâr. Ya bundan sonra bizleri neler bekler bilemeyiz. Belki biliriz de bilemeyiz. Gerçekleri itiraf etmek bazen korkutuyor insanı. Ben yeni doğacak olanlara ve hayatın henüz daha başında olan, gözü yaşlı çocuklara emanet ediyorum, acıya ve yokluğa kefen biçilmiş Yalnızlığımı. Ülkesinde doğup, ü l k e s i z büyüyen çocuklara.

İsmet

ŞENGÜL.

29 Ekim İzmir/2019


41 *** Görsel: 1985 yılında yanan bir evden sağlam kurtarılan tek şey bu çocuk portresi olmuştur. Hakkında pek bilgi bulunamayan bu görsel “The Crying Boy” ismiyle İngiltere’de çeşitli sergilerde gösterilmiştir. Kimilerinin “Lanetli Tablo” olarak isimlendirdiği bu çocuk portresini; ağlayan çocuk portreleri çizmesi ile ünlü Bruno Amadio’nun çizmiş olabileceğini iddia edenler olmuştur. Bu tablo 1985 yılının sonlarında The Sun gazetesi tarafından başlatılan kampanya ile okurları tarafından bir meydanda yakılmıştır.


42

Terminatör Kara Kader ve Hibritlik Derecesi Yüksek Nostalji Onur Keşaplı

1984 ve 1991’de gösterime giren, gişe başarısının ötesinde bilimkurgu türü çatısı altında birer janra olarak macera, gerilim ve hatta korkuya dair kodları ustalıkla bir araya getirerek izleyiciler ve eleştirmenler nezdinde büyük beğeni toplayan, James Cameron imzalı Terminator/Yokedici filmleri, aynı anda kültlük mertebesine ve popüler kültürün vazgeçilmezine dönüşerek kendine has bir melezliğe sahip oluyordu. Bu büyük ilgi ve getirinin, yaratıcısı tarafından noktalanmış bir anlatıyı devam


ettirmesi ise kaçınılabilir olsa da geç kapitalizm koşullarında kaçınılmazdı. 2003, 2009 ve 2015’te sözcüğün tam anlamıyla “yeltenilen” devam filmlerinin başarısızlıkları, özellikle yeni kuşaklar için Terminatör serisini önemsizleştirirken, ilk iki filmin hayranlarını hayal kırıklıklarına sürükledi.

Her yeni filmle umutlanan önceki kuşakların heveslerini kursakta bırakan, tartışmasız kötü üç filmin ardından gelen yeni ve şimdilik sonuncu devam filmi Terminator Dark Fate/Terminatör Kötü Kader ise kendisini ilk iki filmin doğrudan devamı olarak tanımlarken aradaki üç filmi yok saymak gibi doğru bir kararla, bir zamanların çok sevilen filmlerinin mirasını kurtarma hamlesi gibi gözüküyor. Bunda hiç şüphesiz ilk iki filmi yazan ve yöneten Cameron’un yeni filmde yapımcı ve yazar olarak boy göstermesi ve yine ilk iki filmde oynayan ve Sarah Connor rolünde harikalar yaratan Linda Hamilton’un 28 yılın ardından bir kez daha

43


44

karakterine bürünmesinin etkisi var. Terminator ve Terminator 2: Judgment Day filmlerinin başrolü olmasının yanında hayli başarısız devam filmlerinde de oynayan, oynamasa da dijital sürümler halinde yer alan Arnold Schwarzenegger’in bir kez daha yok edici cyborg T800’ü canlandırdığı ve en başından beri Schwarzenegger’in personasına katkı sağladığı gibi söz konusu personadan beslenenen serinin bu yeni filmini, ilk iki filmin kayıtsız şartsız hayranı olarak izledikten sonra, post punk grubu Lebanon Hanover’ın Schwarzenegger Tears adlı parçasını eşliğinde ağıt yakacağımızı düşünmüştük; yanılmışız. Sona saklamamız gerekeni başta dile getirmek gerekirse Terminatör Kara Kader, aslında 1991’de bitmiş olan ancak hırsıların hırsları nedeniyle çekiştirilen seriyi kurtarma harekâtı noktasında cesur ve başarılı bir halka. Emin olunamayan nokta ise bu tortunun, çok daha kötü bir film izleme beklentisinden mi olumluya dönüştüğü yoksa Yokedici’nin özüne yönelik beğenme eğilimimizden beliren bir hoşnutluk mu sağladığı? Muhtemelen her ikisi de geçerli. Öyleyse yanıtı biraz daha aramalı ve yeni filmi deşmeli.


Terminatör Kara Kader ile ilgili olumlu ve olumsuzluklara 45 girmeden önce, Terminatör kültünü meydana getiren dinamikleri ve niçin hala, bunca kötü filmden sonra bile olumlanacak bir temel olduğunu açmakta fayda var. 1984 yılında, oldukça düşük bir bütçeyle, neredeyse B filmi tadında çekilen Terminator, bugün bile bir senaryo başarısı olarak okutulması gereken, çok katmanlı ve çerçeveli bir anlatı içeriyor. Soğuk Savaş’ın son düzlüğünde, meselenin gezegeni sayısız nükleer silahla tehdit eder olmanın da ötesine geçip, ABD muhafazakârlığı neticesinde Uzay Savaşları’na evrildiği 1980’lerde çekilen film, dönemin pek çok kaygı ve korkusuna uç bir öngörüyle yaklaşırken, klasik bir bilimkurgu veya distopyanın ötesinde bir konuma erişiyor. Genellikle muhafazakâr bir anlatı olarak işlenen distopyanın ABD kıstaslarına göre liberal sayılabilecek bir sürümü olan Terminator, nükleer silahlanma yarışı esnasında ABD’nin savunma sistemlerini Skynet adlı bir yapay zekâya teslim edişi ve kendi bilincine varan Skynet’in sistemi ele geçirdikten sonra önce Sovyetler Birliği’ne ardından tüm insanlığa saldırması sonucu yaşanan kıyamet gününden temelleniyor. Ne var ki James Cameron, bu karanlık fakat ilgi çekici noktada kalıp filmini kurgulamak yerine, gelecekte geçen bu anlatıda insanlığın John Connor adında bir lider arkasında örgütlenip Skynet ve onun yok edici makinelerine karşı savaş açtıklarını ve o savaşı kazanmak üzere oldukları bilgisini veriyor. Terminator filmi bu destanı da göstermenin derdinde değil. Çerçevesini, distopyadan ütopyaya uzanabilecek bir gelecek öngörüsüyle kuran yönetmen, savaşı kaybetme noktasındaki Skynet’in bir zaman makinesi inşa edip John Connor’ı henüz doğmadan yok edecek bir Yokedici’yi 1984’e, John’un annesi Sarah Connor’ı öldürmek üzere geçmişe yollamasıyla filmini başlatıyor. Connor önderliğindeki insanlığın, Skynet’in bu planını öğrenir öğrenmez Sarah’yı ve insanlığın geleceğini korumak üzere Kyle Reese adlı bir askeri aynı tarihe yollaması, sinema tarihinin en başarılı filmlerinden birini meydana getiriyor.


46

Görülebileceği üzere çok daha basit ancak dönemin sinemasına gayet de uygun, riski az çerçevelerde kalmak yerinde katman sayısı arttırarak çok daha özgün bir yaratım süreci içeren Terminator, 1991’deki – birçoklarına göre ilkinden de başarılı olan – devam filminde, John Connor’ı bu kez çocuk yaştayken öldürme amacı taşıyan Skynet tarafından yollanan sıvı metal yok edici T1000 karşısında gelecekteki Connor tarafından geçmişteki Connor’ı koruması için gönderilen T800’ün savaşını konu ediniyordu. Gelecek için savaşın günümüzde verilmesi gerektiğinden hareketle yazılan filmin başat önermelerinden biri de buradan filizleniyordu. Kaderci algıya karşı, bireylerin, kişilerin kendi yaptıklarının ötesinde, seçimlerinin üzerinde herhangi bir kader olmadığını defalarca farklı karakter ağzından dile getiren film, dindar çoğunlukçu ABD halkı için ayrıksı bir söyleme sahipti. Bu hattan ilerlercesine, 1980’ler gibi eril hegemonyanın ana akım Hollywood işlerinde belki de hiç olmadığı kadar öne çıkarıldığı bir dönemde, Sarah Connor karakterini öykülemenin merkezine yerleştirerek dönemi için radikal bir iş kotaran Terminatör filmleri, Linda Hamilton’un – özellikle ikinci filmde – günümüzde olsa ödüle boğulacağı sahnelemeleriyle sınıf atlıyordu. Aksiyon sahneleri ve görsel efektler noktasında şimdi bile yüksek bir çıta olarak belirleyiciliğini koruyan Terminator 2, James Cameron’un kurtarılmış bir gelecekte geçen, Sarah Connor’ın oğlu John ve torununu çocuk parkında izlerken gösterilen sahneyle* sonlanacakken, yönetmen serinin ciddiyetine yakışmayan bu “Hollywood ending”den vazgeçerek filmi kusursuzluğa kavuşturacak asıl son olan, gece karanlığını farlarla aydınlatarak yol alan insanlık motifiyle seriye noktayı koyuyordu. Tematik parklar için yine Jameron dokunuşlarıyla hazırlanan sinemasal evren dışı sonları** bir kenara bırakırsak, Terminator 2’deki bu çok daha zeki ve sinematografik son, birbirinden başarısız devam filmleri için de kapıyı aralık bırakmış oluyordu.


Söz konusu filmlerin ısrarla aynı olay örgüsünü taklit etme çabaları, kâh Sarah Connor’ı, kâh John Connor’ı öldürmeleri, zamanda yolculuğu adeta bir turizm şirketine dönüştürmeleri, Arnold’un T800’ünü güldürü unsuruna çevirmeleri, hayranlara hizmet adı altında pek çok sevilen ayrıntıyı sömürmeleri derken Yokedici’nin yok edilişi bitmek bilmeyen ve nasıl oluyorsa hala para getiren bir uğraş halini aldı. James Cameron ve Linda Hamilton’un seriye dönüşleri ve “asıl devam filmi” olarak duyurulan Terminatör Kara Kader için kolları sıvamaları elbette büyük heyecan yarattı ve yönetmen koltuğunda Deadpool ile büyük başarı toplayan Tim Miller’ın yer alışı beklentileri arttırdı.

Cameron başta olmak üzere kalabalık bir yazar/senarist kadrosunun filmde yer alışı, serinin ne kadar berbat bir hale getirildiğinin ve kaba tabirle temizlenecek pisliğin boyutunu gözler önüne seriyor. Senaryo ekibinde ayrıca, Gizemli Şehir (1998), Batman Başlıyor (2005) ve Kara Şövalye (2008)

47


48

gibi son derece güçlü yapıtların yazımında yer alan David S. Goyer’in oluşu kayda değer bir ayrıntı. Kıyamet gününün durdurulması ve Skynet’in imhasıyla sonlanan Terminatör 2: Mahşer Günü’nü, 28 yıl sonra gelen devam filmi Terminatör Kara Kader’le bağlayabilme noktasında oldukça radikal bir hamleyle başlayan film, Meksika’ya gelecekten gelerek iniş yapan iki bilinmeyen figürle ilk soru işaretlerini sunuyor. 1984’te kötü yok edici olan Arnold’un T800’ünün devam filminde bu kez iyi olacağı gibi inanılmaz bir sürprizi 1991’de fragmanlarda açık ettiği yetmezmiş gibi, zaten başarısız olacağı aşikâr 2015 yapımı devam filminin tek kayda değer cesareti olan John Connor’un Skynet adına çalışır hale gelmiş nanoteknolojik bir cyborg olduğu bilgisini de fragmanda açık etmesiyle, bu noktada kötü bir üne sahip serinin bu yeni filmde benzer bir hataya düşmemesi ise sevindirici.


Mekanik dokunuşlarla geliştirilmiş bir insan olduğunu 49 öğrendiğimiz Mackenzie Davis’in canlandırdığı Grace ile T800’ün metal iskeleti ile T1000’in sıvı metal dış yüzeyinin bir araya getirildiği, Gabriel Luna’nın canlandırdığı Rev9’un Meksikalı Dani Ramos’un hayatta kalması ya da yok edilmesi ikilemiyle karşı karşıya geldiği filmde, gelecekten gelenlerin, anlatıya Terminatör avcısı olarak dâhil edilen Sarah Connor’ı tanımıyor oluşları izleyiciye Skynet’in olmadığı başka bir geleceğin şekillendiği bilgisini geçiyor. Skynet’in yok edilmiş olmasına rağmen insanlığın yapay zekâ ve o zekâların denetiminde silahlanma yarışlarını sürdürdükleri – bu noktada gerçekliği öncüleyen bilimkurgunun günümüzde bilimkurguyu öncüleyen gerçekliğe evrildiğini görmek gerek – gelecekte Lejyon adlı yeni bir yazılımın, Sarah’nın ikinci filmde oğlu ve T800 ile birlikte yok ettiği karanlık geleceğin yerini almış olması, gelecek için yeni bir savaşın şimdiki zamanda geçeceği bir alternatif anlatıya alan açıyor. Natalia Reyes’in canlandırdığı Dani’nin yeni bir Sarah Connor olarak öne sürüldüğü filmin sürprizlerinden biri, Dani’nin geleceğin liderinin annesi değil ta kendisi olması. 1984’te, Meryem Ana sembolizmiyle, babası bilinmeyen bir çocuğun, seçilmiş kişi olarak İsalaşan John Connor’un annesi olan, Sarah’nın merkezinde yer aldığı olay örgüsünün alternatifleşen sürümünde kahramanın bir kadın oluşu, gelecekten onu kurtarmaya gelen geliştirilmiş insanın da kadın olmasıyla bir araya geldiğinde Terminatör Kara Kader’in ucuz bir popülizme meylettiği düşünülebilir. Ancak politik doğruculuk baskısının olmadığı 1980’lerde kadın başrol ile hareket eden, 2003 tarihli başarısız devam filminde, her ne kadar seksapel amaçlı da olsa, kadın bir yok edici tercihinde bulunan ve yine başarısız devam filmlerinde kadın karakterleri John Connor’ın seçilmiş kişiliğini erişilebilirleştirmek pahasına öne çıkartan bir serinin, bunu yaptığı iddiası epey iddialı olurdu. Filmin güncel eğilimleri taşıdığı nokta ise kahramanlarını ve hatta kötüsünü de beyazlar yerine azınlıklardan seçmesi.


50

Önceki filmlerde de Skynet’in yaratıcısı Miles Dyson rolü başta olmak üzere azınlıklara yer veren Terminatör serisinin bu son halkasında, Trump döneminin Meksikalılar özelinde daha da hırçınlaşan aşırı sağcı politikalarını Hollywood sınırları içerisinde taşladığı görülüyor. Trump’ın Meksika sınırına ördüğü duvar, göçmenlere layık görülen saldırgan politika ve uygulamalar ile kahramanların sınırı geçme teşebbüsleri esnasında görsel ve işitsel dil, filmde, aslında Cumhuriyetçi Parti üyesi olarak ünlenmesine ve hatta California’da valilik yapmasına karşın Trump karşıtlığıyla da ilginç bir beğeni toplayan Arnold’un varlığıyla da anlam kazanıyor. Ayrıca oldukça yüzeysel de olsa fabrikalarda makineleşmenin, gelişmekte olan ülkeler olarak nitelenen Meksika gibi adreslerde de işsizliğe yol açmakta olduğu ve bu sorunun çözümsüz bırakıldığı gibi veriler de filmin, ilk iki örneğinde olduğu gibi liberal bir tona kavuşmasını sağlıyor.


Terminatör Kara Kader, hibrit bir kurtarıcı olan Grace’in, Dani ve insanlık adına kendisini feda etmesiyle öne çıkarken 51 hibritlik, hibritleşme olgusunun tek bir karakterden öte filmin tamamına sirayet ettiği, dahası bunu yaparken ilk iki filmin ötesinde yok saydığı devam filmlerinden bile yararlanıldığı bir örnek teşkil ediyor. Özellikle tarım ve gıda sahasında sıkça kullanılır olan hibrit sözcüğünün en basit karşılığı olan melez ifadesi, bir birleşmeye, olağan durumlarda yan yana gelmesi beklenmeyen en az iki farklı bileşene işaret ediyor. Grace’in Lejyon ile savaştığı gelecekte ağır yaralandığı bir anda, geliştirilmiş insan olmaya gönüllü oluşu, onu bir nebze makine olan bir insanımsıya dönüştürürken aslında 2009 tarihli Terminatör Kurtuluş’ta Sam Worthington’ın oynadığı hibrit karakterin benzerini ortaya koyuyor. Benzer şekilde, T800 ve T1000 birleşimi olan Rev 9 ise, 2003 tarihli Terminatör Makinelerin Yükselişi’nde Kristanna Loken’in canlandırdığı kötü yok edici TX’te görülen özellikleri taşıyor. Aynı filmde kıyamet gününün kaderin ta kendisi olarak ifade edilişi ile serinin özüne ihanet edilirken karışan algılar, bu yeni filmde kaderin kişilerin ellerinde olduğu bilgisi, buna karşın insanlığın bir bütün olarak akıllanmaması nedeniyle Skynet değil de Lejyon adlı yeni bir kara kader ile yüz yüze gelmesinin kaçınılmazlığı ile hibritleşen bir önermeye dönüşüyor.


52

Filmin asıl hibritleşmesi, doğal olarak yaslanılabilecek en sağlam dayanaklar olan ilk iki filmden temelleniyor. Ki bunu Terminatör Kurtuluş’un ve Terminatör Genisys’in (2015) de denediğini söylemek şaşırtıcı olmaz. İlki, çözüm ve kapanış sahnelerinde özellikle 1984 tarihli filmin kadrajlarına öykünürken, ikincisi postmodernizmin şişeden/zıvanadan çıkışı misali ilk iki filmin sahnelerini, yeniden çevirme bahanesiyle adeta yeniden yorumlayarak mirasını paçavra haline getiriyordu. Postmodernizmin yok ettiği Terminatör serisini, gayet postmodern çağdan çıkma bir tabir olan hibitlik ile yeniden inşa etme, kurtarma gayesini zehrin ta kendisini panzehirleştirme olarak görmek gerek. Sinema tarihinin en önemli filmlerinden ikisinin mirasını kurtarma amacında o iki filme defalarca dönüş yapmak gerekli bir tekrar ve gerektiğinde önlenilebilir bir hasar gibi okunabilir.

Sarah Connor’un anlatıcılığıyla başlayan ve karakter tanıtımları, ilk kovalamaca, sığınma, karşılıklı şüphelerin ortadan kaldırılışı, ikinci kovalamaca ve düellovari son ile film apaçık şekilde 1991 tarihli filmin izleğini takip ediyor. Ayrıca,


her ne kadar bir noktada Makinelerin Yükselişi’nin sonunu da çağrıştırsa da, sözel olarak da görsel olarak ve en önemlisi çekim ölçekleri açısından da Terminator 2’nin tıpatıp aynısını gözler önüne seriyor. Hatta James Cameron’un son anda vazgeçtiği – ve onun yüzünden kötü devam filmleri izlemek yetmezmiş gibi bu kadar uzun, sıkıcı ve karmakarışık yazılar yazmak zorunda kaldığımız – çocuk parkında geçen “Hollywood ending” sonu da Terminatör Kara Kader’de gerçekleşmekte. Tüm bunlara ek olarak Dani karakteri üzerinden yeni izleyicilerin, Sarah karakteri üzerinden eski kuşağın yeni olay örgüsüyle ve gelecekle ilgili bilgi alışverişlerinin kovalamacalar arasına ustaca yerleştirilmesi, otel odalarında yaşanan aydınlanmalar ve geriye/ileriye dönüşler ile filmin filmlik zamanda sonuna tekabül eden araba ve yola koyulma anının, hem Dani hem de Sarah Connor’ı da içermesi noktasında 1984 tarihli ilk filmin parçaları olduğu görülüyor.

Yine ilk iki film üzerinden, serinin çokça sevilen “Geri Döneceğim”, “Yaşamak istiyorsan benimle gel” ve daha pek çok irili ufaklı göndermesi yeni filmde de yer almakla beraber çoğu yerde ters köşe tercihler ve zekice yeniden uygulamaları filmin hayranlarını memnun etme noktasında kolaya kaçmak

53


54 yerine cesur davrandığını gösteriyor. Benzer bir cesareti göstermeye çalışan ancak oldukça ucuz ve kör göze parmak politik doğruculuğuyla da beraber akla geldiğinde, sabun köpüğü doğasını daha da pekiştiren yeni Yıldız Savaşları üçlemesi (20152017-2019) düşünüldüğünde Terminatör Kara Kader, eski ve yeninin hibritleştirilmesi neticesinde, elbette başyapıt olmaktan çok uzak fakat ilk iki filmin mirasını kurtarma amacında başarılı bir yapıt. Tüm bunlara rağmen filmin beklentileri karşılamadığı ve hatta yok saydığı başarısız üç filme göre gişede başarısız olduğu gerçeğinin gerekçeleri nerede aranmalı? Bu gerekçeler seriyi bir bütün olarak çıkmaza sokan öğeler olarak elbette yeni filme de yansımış durumda. Öncelikle ilk iki filmin, olay örgülerinin geçtiği dönemlerin ruhunu pek çok açıdan yansıttığı görülüyor. En hafif yaklaşımlarla, ilk filmin tech noir ve post punk gibi 1980’lerin sonrasında ve şimdilerde defalarca gün yüzüne çıkartılan karakteristik öğeleri taşıdığı söylenebilir. İkinci filmin ise rap’te Public Enemy, rock’ta Guns ‘n Roses beraberinde 1990’ların ana akım karşıtlığı ve yüzeysel de olsa muhalifliğine dair motifleri taşıdığı ortada. Takip eden iki on yıl olan 2000’ler ve 2010’ların ise 1980’ler ve 1990’lar karakteristikliğinde olmayışı, hatta Retro adı altında önceki iki on yıla öykünmeleri, devam filmlerinin kült görünümlere kavuşamamalarında bir etken. Ancak asıl belirleyici gerekçe, insanlığın teknolojiyle ilişkisinin distopik öngörülere uygun işlemeyişi – veya tam da o öngörülere uygun işleyişi – . Soğuk Savaş ve nükleer silahlanmanın gezegeni ve türleri yok oluşun eşiğine getirdiği bir dönemde, bu doğrultuda bir distopik öngörünün karşılığı varken Soğuk Savaş’a nazaran daha fazla nükleer silahın hâlihazırda patlamaya hazır bulundurulduğu bir gezegende, bu korkunun nasıl oluyorsa aşıldığı bir aşamada, nükleer felaket öngörüsünün ne yazık ki güncel bir karşılığı olmuyor. Dahası, ezberletilenin


55 aksine, Japonya’nın İkinci Dünya Savaşı’nda teslim oluşunun bile ABD tarafından iki kentine hunharca atom bombası atılmasından çok Kızıl Ordu’nun olası işgaline dur demekten kaynaklandığı bilgisi, belki de tür olarak nükleer silahtan daha büyük korkularımız olduğunu gösteriyor; komünizm gibi! Teknolojiye karşı tepki ve moderniteye yönelik şüphe, endişe ve kuşkudan hareketle Mary Shelley’nin Frankenstein’dan bu yana teknofobik öğeleri, çoğunlukla muhafazakâr anlatılarla işleyen bir tür olarak bilim kurgunun, teknolojiye ucuzca muhtaç olunduğu, özellikle yeni kuşaklar için teknolojinin en ufak bir ürkütücülüğünün olmadığı – asri – şimdiki zamanlarda, klasik türsel kodlarla karşılık bulması olasılık dâhilinde değil. Orwell’in 1984’nün nicedir gerçek olduğu ve yazılı bile olmayan gönüllülük yasasıyla, türümüzün büyük çoğunluğunun izlenimci röntgenciler halini aldığı bugünlerde, aslında hazırlanılması gereken distopik kurgunun Huxley’nin Cesur Yeni Dünya’sı olduğunu kabul etmek durumundayız. Böylesi cıvıl cıvıl, pastel bir distopyada, gri gündüzlerin, karanlık gecelerin, despotik iktidarların, katledilen milyonların ve insanlığa savaş açan makinelerin distopyasının alıcısı, şimdilik bulunmuyor. Kaderciliğe oynayan Terminatör Makinelerin Yükselişi ile bu kaderciliği kabul eden Terminatör Kurtuluş ve bu kaderi internet ve nanoteknolojiyle buluşturmak gibi buram buram zekâ(!) kokan Terminatör Genisys aksine Terminatör Kara Kader, eski kuşakların teknofobisini cesurca kucaklayıp öz anlatısını sürdürürken aslında gişe bozgunu yaşamasına sebebiyet verecek hedef kitle seçimini de yapmış oluyor. Yine de Terminatör’ün bir bütün olarak geçmişte kalan bir bilimkurgu olmasından alınacak dersler arasında, yukarıda andığımız başlıklara ek olarak, bilim kurgu türünde tarih vermenin yanlışlığı (bakınız; 1985 ve 1989’da çekilip 2015’te


56

geçen Geleceğe Dönüş ve 1982’de çekilip 2019’da geçen Blade Runner başyapıtlarının günümüzde geldiği hal) ve internet teknolojisinin öngörülememiş oluşu (bakınız; Makinelerin Yükselişi’nde TX’in çevirmeli hatla internete bağlanma çabasının güldüremeyen güldürü unsurluğu) gibi basit ancak belirleyici hataların da yer aldığını belirtmek gerek. Büyük ihtimalle ilk iki filmin hatırına, olağan koşullarda beğenmezliğe yol açması beklenen hibritlik düzeyinin bile beğeni unsuruna dönüşmesiyle içimize sinen Terminatör Kara Kader, Skynet’in yok edilmesine rağmen başıbozuk kalacak şekilde, gelecekten bir ara gönderilmiş bir yok edici eskisinin varlığı ve o varlığın ilk iki filme devam sağlama babında büyük ihtimalle film maratonu şeklinde 1984-1991-2019 izleği yapıldığında hayranları çileden çıkartacak şekilde kolaya kaçan ancak Arnold’u başka türlü dâhil edecek öykü bulamama nedeniyle uygulanan senaryo hilesiyle de dikkat çekiyor. Tüm bunlara karşın aksiyon sahnelerindeki kurgu ve çekim yetkinlikleri, Robert Patrick’in 1991’de eşsizce canlandırdığı T1000 oyunculuğunun aşılamayacağı bilinciyle Gabriel Luna’nın Rev 9’uyla getirilen saygı duruşu sahnemeler, bilimsel ve kurgusal


57 olduğu kadar dramatik ve komedi unsurlarını da başarıyla harmanlayan film, serinin tematik müziğinin çalınmasıyla da nostaljik bir sona yol alıyor ve yol açıyor. Bu noktada en başta andığımız post punk grubu Lebanon Hanover imzalı Schwarzenegger Tears’ı, hem de İspanyolca alt yazılı olarak dinleyip nostaljiden beslenen haklı hüzne kapılarak dinleyebiliriz. Ne de olsa politik doğruculuk ve hibritlik yeni teknolojiler sayesinde ayağımıza gelmiş durumda. Neden paylaşılmasın ki; https://www.youtube.com/watch?v=aa3nNDck-lQ Son olmasını umduğumuz ve aslında keşke 1991’den sonra hiçbir devam filmi olmasaydı “what if”li muhalefet şerhimizle beraber, Terminatör Kara Kader’in kapanışında, John Connor’ı haklı olarak anarak veda eden T800’ün (ya da Carl’ın) son sözlerine karşı Sarah Connor’dan da “Kyle Reese için” karşılığını beklediğimizi not düşelim. Hem daha hibrit hem de daha nostaljik olmak adına hem de Michael Biehn’in unutulmaz sahnelemesine saygı duruşu yerinde olurdu ve muhtemelen yıllandığı kabul etmeyen bizler, filmin sonunda örtbas ettiğimiz göz yaşlarımızı tutamazdık. Gayri ciddiyet bir yana, filmin olumlu ve olumsuz tüm yanlarının ötesinde bizce en önemli yanılsaması, insanlığın olası ve tekno-karanlık bir gelecekteki kurtuluşunu, başkaldırısını tek bir kişiye, bir kahramana yaslamaktaki ısrarı. Yüzbinlerce yıldır yer kürede devinen bir tür olarak, Terminatör ve pek çok bilimkurgu distopyasının öngördüğü teknolojik felaket ve meydana gelen boyunduruğa insanlığın topyekûn olarak boyun eğeceğini ve ancak bir kişinin kahramanlığı altında başkaldırıp direnişe geçeceğini düşünmek, efsanevi bir tını yaratmakla beraber gerçekçi değil ve her ne kadar umut aşılama amacı taşısa da umudu azaltan bir söylev. İnsanlık eskiden de şimdi de


58

gelecekte de kahraman bireyleri içerecek şekilde ilerici, devrimci toplamlara sahip bir tür olarak umudu da, tıpkı yıkımı da olduğu gibi, varoluşunda taşıyor. Dolayısıyla yer yer oldukça cesur ve yenilikçi bir halka olan Terminatör Kara Kader, nasıl ki Skynet yok olmuş olsa da başka bir ad ve başkalaşmış görünümlerle, Lejyon altında benzer bir karanlık olasılığını kabul ediyor ise John Connor veya Dani Ramos, beyaz ya da azınlık fark etmeksizin, insanlığın liderlere, öncülere her daim kavuşacağı gerçeğini de kabul etmeliydi. Ve buradan hareketle Dani karakterini pekâlâ öldürebilmeli ve geleceğin her an yazılabilir oluşuyla kader karşıtlığını perçinlemeliydi. Tabi bu beklentimiz adına yeni bir Terminatör filmi bekler olmadığımızı, mümkünse bir daha seri ile ilgili hiçbir şey yapılmamasını talep ettiğimizi yüksek sesle dile getirmeliyiz. Zira kaderimizde, gerçekten yeni bir Terminatör olmamalı. 1991’de, zirvede bırakılamadıysa, en azından 2019’da eteklerinde bırakılmalı. Serinin yaratıcısıyken kurtarıcısına dönüşen James Cameron’dan böyle bir hatanın meydana gelmeyeceğini ummaktan başka çaremiz yok. * https://www.youtube.com/watch?v=JgUsMkbipQQ ** https://www.youtube.com/watch?v=wM0EZTwE9fM


59


60


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.