Akademik Perspektif - 2012'den Akılda Kalanlar

Page 1

2012’den Akılda Kalanlar

[Belgeden bir alıntı veya ilginç bir noktanın özetini yazın. Metin kutusunu belge içinde herhangi bir yere konumlandırabilirsiniz. Kısa alıntı metin kutusunun biçimlendirmesini değiştirmek için Metin Kutusu Araçları sekmesini kullanın.]

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar

Hazırlayanlar

AkademikPerspektif.com

Oğuzhan Yanarışık Samet Zenginoğlu 0


Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar

1


Online Sosyal Bilimler Dergisi

KÜNYE GENEL YAYIN YÖNETMENİ Oğuzhan Yanarışık yanarisik@akademikmakalem.com

Ahmet Şimşirgil Ekrem Buğra Ekinci Göktuğ Sönmez Oğuzhan Yanarışık

KÖŞE YAZARLARI Beril Dedeoğlu Volkan Türkmen İmdat Özen Mustafa Güven Rıdvan Civan Çağrı Erhan Mustafa Keskin Ahmet Ataş

Cengiz Günay Necip Yıldırım Samet Zenginoğlu Muharrem Ahmetoğlu

RÖPORTAJ EKİBİ Abdullah Sayın Ali Özalpay Betül Usta Firdevs Kadayıf

Halil İbrahim Çakır İbrahim Alptekin İmdat Özen Mustafa Karaca

Pembe Doğan Rıdvan Civan Samet Zenginoğlu Serdar Yılmaz

Süleyman Karakuş Şeniz Denizelli Volkan Türkmen Zeynep Beyazlıoğlu

İLETİŞİM editor@akademikmakalem.com *Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur. Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar

2


2012’DEN AKILDA KALANLAR

İÇİNDEKİLER İslam Âlemi Yanıyor, BM Yine Seyrediyor (Çağrı Erhan) .................................................. 4 Reforming The United Nations (Beril Dedeoğlu) ................................................................. 6 Ayyıldızlı Pasaporta Şapka Çıkarıldığı Zamanlar (Ekrem Buğra Ekinci) ........................ 9 Osmanlı’da Kardeş Katli Meselesi (Ahmet Şimşirgil) ....................................................... 11 KKTC’yi Kurmak (Ata Atun) ............................................................................................. 19 Başarı Öyküsünden Korku Masalına (Oğuzhan Yanarışık) .............................................. 23 Srebrenika Anneleri (Rahim Er) ......................................................................................... 26 Etkili Türk Lobisi Var Olmadıkça… (Samet Zenginoğlu)................................................. 28 Ortadoğu’nun Üvey Evladı: Filistin (Cengiz Günay) ........................................................ 30 Uluslararası Hukuk: Var mısın Yok musun? (Rıdvan Civan) .......................................... 33 Devlerin Kafkasya Aşkı (Mustafa Güven) ........................................................................... 35 İsrail: Değişen Ortadoğu’nun Değişmeyen Tek Ülkesi (Volkan Türkmen) ..................... 39 Yeni Dünya Düzeni, Avrusyacılık ve Rusya (Mustafa Keskin) ........................................ 42 Fikir Çilesi: Asrımız ve Biz (Muharrem Ahmetoğlu) ......................................................... 45 Avrupa Birleşik Devletleri (İmdat Özen) ............................................................................ 47 Dış Politikamız ve Türk Dünyası (Necip Yıldırım) ............................................................ 51 Teorisi ve Pratiğiyle Çin’i Doğru Okumak (Göktuğ Sönmez) ........................................... 54

3 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


İslam Âlemi Yanıyor, BM Yine Seyrediyor Prof. Dr. Çağrı Erhan Suriye ve Gazze’deki durum vahimdir. Baas rejiminin eylemleri karşısında BM’nin karar almasını imkânsız kılan Rusya ve Çin ne kadar mesulse, İsrail’in hukuk dışı eylemlerinin BM’de kınanmasına dahi müsaade etmeyen ABD de o kadar mesuldür. Bununla birlikte, İslam âlemindeki durumun vahameti sadece Suriye ve Gazze’ye indirgenemez. Halen dünyada devam etmekte olan ve her birinde yılda en az 1000 kişinin hayatını kaybettiği 11 silahlı çatışma alanı mevcuttur.

T

ürkiye ile Mısır arasında çok yönlü bir stratejik iş birliğinin ana çerçevesini oluşturan görüşmeler geçen hafta sonunda Kahire’de gerçekleşti. Başbakan Erdoğan’ın, beraberindeki 10 bakanla Mısır’a gerçekleştirdiği çalışma ziyareti, Muhammed Mursi’nin cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmasından sonra iki ülke arasındaki ilişkilerin ne ölçüde geliştiğinin önemli bir göstergesi niteliğindeydi. Fakat Türkiye‐Mısır görüşmeleri, İsrail’in Gazze saldırısının gölgesinde gerçekleşti. Dört yıl aradan sonra, yine bir genel seçim öncesinde, Hamas tarafından yapılan roket saldırılarını bahane eden İsrail, havadan ve denizden Gazze’yi bombalamaya başladı. Ateşkes çağrılarına rağmen, bu satırların yazıldığı sırada, Gazze sınırına yığınak yapan İsrail tankları, çok daha büyük bir felakete sebep olabilecek kara harekâtına hazırlanıyordu. Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Mursi İsrail’in durdurulmasını isteyen

açıklamalar yaptı. Erdoğan, bir defa daha BM’nin etkisizliğine vurgu yaparak, Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısıyla, uluslararası barış ve güvenliği temin etme temel amacından ne kadar uzak olduğunun altını çizdi. Obama ve Putin’le yaptığı telefon görüşmelerinde ABD ve Rusya’nın İsrail’i durdurmak için devreye girmesini isteyen Erdoğan, Suriye’deki katliam sürerken, Gazze’de de benzeri bir insanlık felaketinin, üstelik dört yıl içinde ikinci defa tekrar etmesinin önlenmesi için harekete geçilmesini istedi. Ne İsrail operasyonunu “terör örgütü Hamas’ın saldırılarının önlenmesi için yapılan bir meşru müdafaa eylemi” olarak nitelendiren ABD’nin, ne de İsrail’le ilişkilerinde her zaman dikkatli ve dengeli bir yaklaşım sergileyen Rusya’nın Netanyahu’ya karşı sert bir söylem takınmasını bekleyemeyeceğimize göre, bu felaket nasıl önlenecek? Bizzat Katar dışişleri bakanının ifadesiyle “zaman 4

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


kaybından başka hiçbir işe yaramayan” Arap Birliği toplantılarında İsrail’i durduracak bir önlem mi alınacak? İslam İşbirliği Teşkilatı acilen toplanıp, İsrail’e ve bu ülkeye yardımcı olan ülkelere karşı bir tedbir paketini mi yürürlüğe sokacak? Henüz Mavi Marmara katliamının hesabını soramamış olan Türkiye, başta Sina karışıklığı olmak üzere kendi iç meseleleriyle boğuşan Mısır’la birlikte, İsrail’i durdurma misyonunun öncülüğüne soyunsa, bunda ne ölçüde başarılı olacak? Bunların hiçbiri olmayacak. Netanyahu, İsrail’in her zamanki vurdumduymazlığı içinde, kimseye sormadan başlattığı harekâtı, yine kendisinin istediği zaman bitirecek. Uluslararası hukuku hiçe sayan, yıllardır başkalarından çaldığı topraklarda yerleşim birimleri kurmakta bir beis görmeyen, Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın denetimine kapılarını kapatarak nükleer silahlar üreten, kentlerin etrafına inşa ettiği duvarlarla Filistinlileri açıkhava hapishanelerinde yaşamaya mahkûm eden İsrail, hâmilerinin kollarında bildiğini okumayı sürdürecek. Suriye ve Gazze’deki durum vahimdir. Baas rejiminin eylemleri karşısında BM’nin karar almasını imkânsız kılan Rusya ve Çin ne kadar mesulse, İsrail’in hukuk dışı eylemlerinin BM’de kınanmasına dahi müsaade etmeyen ABD de o kadar mesuldür. Bununla birlikte, İslam âlemindeki durumun vahameti sadece Suriye ve Gazze’ye indirgenemez. Halen dünyada devam etmekte olan ve her birinde yılda en az 1000 kişinin hayatını

kaybettiği 11 silahlı çatışma alanı mevcuttur. Bunlardan 9’u İslam ülkelerinde bulunmaktadır. Sudan, Somali, Mali, Afganistan, Pakistan, Yemen, Irak ve Libya’daki çatışmaların bazıları iç savaş görünümü arz etmektedir. Suriye’de ise çoktan iç savaş noktasına gelinmiştir. Yıllık bazda daha az can kaybına yol açan, halen devam etmekte olan 32 krizin 17’si de yine İslam ülkelerindedir. Myanmar’dan Filipinler’e, Belucistan’dan Keşmir’e, Batı Sahra’dan Kuzey Kafkasya’ya kadar birçok bölgede Müslümanlar ya birbirleriyle çatışmakta ya da baskı ve müdahalelere karşı direnmeye çalışmaktadır. Böylesine karanlık bir tablo karşısında “BM olup biteni sadece seyrediyor” demek kadar, “İyi de, Müslümanlar kan ve gözyaşına gark olmuşken, İslam İşbirliği Teşkilatı ne yapıyor?” diye sormak da hakkımızdır. BM’nin reforme edilmesi ve bu türden çatışmaların sona erdirilmesinde işlerlik kazanması elbette önemlidir. Ama İslam ülkelerinin hükümetlerinin de artık kendilerine gelmesi gerekir. İslam Zirveleri’nde nutuk atmakla, kendimizde hiç kabahat bulmayıp, dönüp dönüp Batı dünyasını suçlamakla çözülmüyor bu meseleler. BM Güvenlik Konseyi beş ülkenin “iki dudağının arasında” da, birçok İslam ülkesinin hükümetleri değil mi? Prof. Dr. Çağrı Erhan Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

5

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Reforming The United Nations Prof. Dr. Beril Dedeoğlu The United Nations has been shaped according to the power balance that emerged as a result of World War II. Since its creation, the New York‐based international organization has been considered the most reliable and legitimate source of international law. The United Nations, with its 193 members, is the only international organization capable of declaring whether or not a political entity is a “state” or whether or not an international treaty is valid. In other words, there is no international organization that could replace the United Nations yet or that can be seen as legitimate as or more global than it.

O

ne of the main bodies of the United Nations, the Security Council, is considered the mirror of the international balance of power. Nevertheless, the 15 members of the Security Council can adopt a resolution only if the Security Council’s five permanent members do not veto it. As a consequence, the UN remains paralyzed if one of these five countries opposes a resolution. The veto power is often criticized because it apparently prevents the UN from being more active and efficient; however, one has to admit that veto power is also some kind of shortcircuit mechanism that prevents the great powers from falling out with each other. The UN Security Council is perhaps not efficient enough to resolve every international crisis, but it at least helps to prevent these crises from becoming a vortex that sucks the great powers in. The UN Security Council has, however, a more important handicap: The five

permanent members of this council (the “P5”) are not the only great powers that exist in today’s world. The P5 are also known as the countries that can legitimately possess nuclear weapons, and the nuclear deterrence against one another has always been a guarantee for the survival of the UN system. However, we also know that there are other countries that are not in the P5 that have a nuclear arsenal, and some of these, such as Pakistan (or perhaps Israel) can’t be described as great powers. Moreover, in today’s world, it is getting harder to justify the presence of France, for example, on the Security Council, while Germany and Japan are absent. The current international balance of power is not what it was right after World War II in 1945. Countries like Brazil, India, South Korea or South Africa play very important economic and political roles in their region, and they also contribute to 6

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


maintaining international security and stability in many different ways. Nevertheless, these countries are not permanent members of the UN Security Council. Who can pretend that the P5 are sufficient to represent the current global balance of power?

the injustices or instabilities in the world, or we have to find alternative ways to intervene and resolve international crises, bypassing the UN. However, the last option can give way to important violations of international law with incalculable results.

All these contrasts make the UN’s reputation and efficiency questionable. In fact, more than the resolutions adopted by the UN Security Council, the resolutions that cannot be adopted provoke important debates and reactions. There are many who claim that the UN is supposed to prevent human rights abuses or to resolve international conflicts, but its present structure does not allow this organization to fulfill its duties. As of today, we have two options before us: First, we can just accept the UN as it is today, which means that we have to turn a blind eye to some of

The only way out of this dilemma is to launch a comprehensive reform of the United Nations. UN reform is an old debate, but it is more urgent now than ever before. Prof. Dr. Beril Dedeoğlu Galatasaray Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı

7 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


8 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Ayyıldızlı Pasaporta Şapka Çıkarıldığı Zamanlar Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Şimdi Amerikan vatandaşı olmak için insanlar yarışıyor. Vaktiyle Osmanlı vatandaşı olmak böyle itibarlıydı. İnançları, ırkları, gelenekleri sebebiyle baskıya uğrayanlar için Osmanlı vatandaşlığı bir can simidi vazifesi görürdü.

G

ünümüzde Osmanlı Devleti’nde halkın teb’a olduğunu söylemek moda oldu. Teb’a ile modern vatandaşlık arasında mühim farklılıklar varmış. Cumhuriyetten sonra teb’alıktan vatandaşlığa geçilmiş. Halbuki tâbiyet ile vatandaşlık arasında fark yoktur. Teb’a ile vatandaş da aynı mânâya gelir. Vatandaş, bir devletin kanunlarına uyma sözü veren; mukabilinde temel hak ve hürriyetleri üstün otorite tarafından korunan kimsedir.

Osmanlı Devleti, ulus‐devlet değil; imparatorluktur. Vatandaş telâkkisi, azınlık hakları bakımından çağdaşlarından daha ileridir. Osmanlı vatandaşları çeşitli dinlere mensup olmakla beraber, hukuken eşittir. Sadece gayrı müslimlerin amme hizmetine girme imkânı Tanzimat’tan sonra genişletilmiştir. O devirde dünyanın hiçbir yerinde hâkim unsur dışındakilere bu hak tanınmamıştır. Ne olursan ol gel!

Teb’a = Vatandaş Vatandaşlıktan kasıt, seçme, seçilme ve hükûmeti kontrol ise, bu demokrasi demektir. Ayrı bir mevzudur. İmparatorluklarda tâbiyet kriterleri, bir ırkın hâkim, diğerlerinin azınlık görüldüğü ulus‐devlete benzemez. Hangi ırk ve dine mensup olursa olsun, halk hükümdarın çocukları sayılır. Nasıl bir baba çocukları arasında ayrım yapmazsa, imparatorluk vatandaşları da kanun önünde eşittir.

Müslüman veya gayrımüslim, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetini kabul eden herkes vatandaş statüsündedir. Devletten din, vatan ve milleti koruma vazifesini bekler. Modern telâkkiye uygun olarak devlet ile teb’a arasında hukukî münâsebet bahis mevzuudur. Başka ülkelerde yaşayan Müslümanlar da Osmanlı ülkesine hicret etmek istedikleri zaman, dârülislâm olmak hasebiyle, devlet, kendisini, sınırlarını açmak ve gelenlere vatandaşlık vermek mecburiyetinde hissetmiştir. Hangi ülkede yaşarsa yaşasın, dünya Müslümanlarına Osmanlı vatandaşı muamelesi yapılmıştır. 9

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Hatta Osmanlı ülkesine sığınan gayrımüslim mültecilere de karşılıksız teb’a statüsü tanınmıştır. 1848 ihtilâlinden sonra giriştikleri istiklâl mücâdelesinden mağlup çıkan Macar ve Leh vatanseverleri, Avusturya ve Rusya’nın elinden kaçıp Osmanlı ülkesine sığındı. Bâbıâli, kendisini çok kritik siyasî vaziyete düşüren bu mültecileri her ne pahasına olursa olsun iâdeye yanaşmadı. Bu hâdise, İngiltere ve Fransa gibi hürriyete düşkün ülkelerde çok müsbet karşılandı. Hatta Londralı gençler, Osmanlı sefirinin arabasının atlarını çözüp kendileri çekerek tezahürat gösterdi. Bu mülteciler, Müslüman olarak Osmanlı hizmetine girdi. 18. asırda Rus Çarı Deli Piyotr’un sakal yasağına karşı çıktıkları için Osmanlı ülkesine sığınan Hıristiyan Kazaklar, Manyas’a yerleştirildi. Bazı inançlarında Ortodoks Ruslardan ayrılan Molokanlar Kars’ı yurt tutmuştu. Kazaklar ve Molokanlar, cumhuriyetten sonra Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldı. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler, Levantenler de birer birer hayattan sıyrıldı. Ulus‐ devletin, farklı renklere tahammülü yoktur. Rusya, XIX. asırda Anadolu’dan göçen her Hıristiyan’a para ve toprak verdiği halde, Rusya’ya göçenler, Rusya’dan Anadolu’ya gidenlerin yanında çok ehemmiyetsiz sayıda kalmıştır. Başta Endülüs olmak üzere Avrupa’dan kaçıp Osmanlı ülkesine sığınan yüzbinlerce Yahudi de hatırlanmalıdır.

geçen bir mürur tezkeresi verirdi. XIX. asırda bu usul değişti. Pasaportu, yolcunun kendi devleti verir oldu. 1838 tarihinde yurtdışına çıkacak olan Osmanlı vatandaşlarına Hâriciye Nezâreti tarafından Avrupa’daki teamüle uyarak pasaport verilmeye başlandı. Osmanlı ülkesine girecek ecnebiler de Avrupa şehirlerindeki Osmanlı konsolosluklarından vize alacaktı. Osmanlı vatandaşı olmak itibarlıydı. Yaşlı Arablardan, “Eskiden Osmanlı pasaportunu görünce ecnebiler selâma dururdu. Şimdi yüzümüze bakan yok” sözünü çok işittim. 1869 tarihinde de Osmanlı Tâbiyet Kanunu çıkarıldı. Artık reâyâ, zimmî, müstemen, harbî yerine, Teb’a‐yı Devlet‐i Aliyye (Osmanlı vatandaşı) ve Ecnebi tabirleri kullanılmaya başlandı. Babası Osmanlı teb’ası iken dünyaya gelen çocuklar, Osmanlı teb’asındandır. Anne ve babası ecnebi olduğu halde, Osmanlı ülkesinde doğan çocuklar, reşid olduktan sonra üç sene içinde Osmanlı tâbiyetini talep edebilir. Reşid olduktan sonra fâsılasız beş sene Osmanlı ülkesinde oturan ecnebiler de Hâriciye Nezâreti’ne istidâ verip Osmanlı tâbiyetini talep edebilir. Osmanlı teb’ası iken, izinle ecnebi tâbiyete geçenler, bu tarihten itibaren ecnebi sayılır. İzinsiz terkedenlerin yeni tâbiyeti hükümsüzdür. Osmanlı ülkesinde ikamet edenler, aksini isbat etmedikçe Osmanlı vatandaşı sayılır. Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci Marmara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi Hukuk Tarihi Anabilim Dalı

Şimdi yüzümüze bakan yok! Eskiden Osmanlı ülkesine gelenlere Osmanlı hükümeti sınırda pasaport yerine

10 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Osmanlı’da Kardeş Katli Meselesi Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil Busbecq (Avusturya İmparatoru Ferdinand’ın elçisi): ”Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir.” Kanunî Sultan Süleyman Han: “Cenab‐ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din‐i İslamın yegâne istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir.” Kadimden töredir kardeşe kıymak Atayı anayı gussalı komak şıkpaşazâde’nin bu beyti Osmanlı tarihinin en mühim bir meselesine işaret ediyor. Bu şanlı hânedana tarihin görmediği uzun süreli saltanat hayatı sağlayan kudret kaynaklarından biri de, şüphesiz merkeziyetçi bir devlet oluşumu idi. Ancak böyle bir ideali gerçekleştirirken ortaya çıkardıkları kardeş katli meselesi her zaman tartışılageldi. Art niyetli olanı, Osmanlı düşmanlığını ilke edinen ve tarih metodundan uzak bulunan yazarlar ve kimseler arasında ise padişahlar, kardeşlerini, kardeşlerinin oğullarını, hatta kendi oğullarını hunharca katlettiren adamlar olarak değerlendirildi. Kendi saltanatları ve tahtları için görülmemiş

A

mezalimler yaptıran insanlar olarak gösterildi. İşte bu ve benzeri görüşler karşısında genellikle insanlar sükutu tercih ettiler ve bir ölçüde bu ifadeleri kabul etmek mecburiyetinde kaldılar. Zira olayın insani ve vicdani boyutu pek büyüktü ve aklı başında bir kimse için evlat katli, kabul edilmesi imkânsız bir işlemdi. Dolayısıyla konuyu geçmişi, devrinin özellikleri, anlayışı, sosyal ve siyasi şartları ile ve objektif bir biçimde ele alacağız ve tarih metodu ile okuyucularımızın bilgilerine sunmaya çalışacağız. Kutsal kan Gerek eski Türk ananesinde ve gerekse İslâm’dan sonraki dönemde devlet, 11

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


hükümdar ailesinin ve hanedanın müşterek malı sayılırdı. Nitekim İslâmiyet’ten önce Türkler, kendilerinin dünyayı idare etmekle görevli olduklarına inanırlardı. Yaradan bu görevi onlara bahşetmişti. Kağanların yaptıkları işlerin Cenab‐ı Hakk’ın iradesiyle olduğu Orhun Abideleri ile de sabittir. Dolayısıyla Türkler, onların hükümdar ailesinden olan kimseleri idam ederken kanlarını akıtmıyorlar, yay kirişiyle boğuyorlardı. Zira onların kanları kutsal biliniyordu. İşte, aynı inanışların İslâmiyet’i kabul ettikten sonra da dini bir çerçeve içerisinde ele alındığı ve yaşatıldığı görülüyor. Karahanlılar’da, Gazneliler’de, Selçuklular’da, Timur oğullarında ve Anadolu beyliklerinde devlet hep hanedanın müşterek malı kabul edildi. Yalnız uygulamaya geçildiğinde bunun devlete ve milli menfaatlere zararlı bir yönü ile hep karşı karşıya kalındı. Bu hastalık devletin birliğini, gücünü, kuvvetini kırıyor ve kısa bir süre içerisinde onu tarihe mal ediyordu. Böl, parçala, yut Devletlerimizin çabuk yıkılmasına sebep olan bu uygulama, devletin müşterek hakimi olmaları sebebiyle oğullar arasında pay edilme geleneği şeklinde de kendini göstermişti. Eski Türkler’de doğu‐batı diye her zaman bölünmeye yol açan ve Çinliler’in ekmeğine yağ sürmekten öteye gitmeyen bu usûl, İslâmiyet’ten sonraki Türk devletlerine de aynen yansıdı. 940′larda Türkistan ve Maveraünnehir’de güçlü bir hâkimiyet kuran Karahanlılar, bir asır geçtikten sonra önce ikiye sonra üçe bölündü ve yine aynı süre bittikten sonra da yıkıldılar. Gazneli Sultan Mahmud’un Azerbaycan hudutlarından Hindistan’ın Yukarı Ganj vadisine Orta Asya’da Harezm’den Hint Okyanusu sahillerine kadar çok geniş bir sahada teşekkül ettirdiği devleti (962‐

1030) kendisinden sonra daha çok hanedan üyelerinin saltanat mücadelelerine sahne oldu ve 1187′de tamamen ortadan kalktı. Tuğrul Bey, Alparslan ve Melikşah dönemlerinde çok geniş ülkeleri elinde tutan Büyük Selçuklu Devleti, yine bu inanç ve gelenek dolayısıyla İran, Kirman, Konya, Halep ve Dımaşk Selçukileri adıyla beş parçaya ayrıldı. Bütün bu bölünmeler ne yazık ki ilk düşman ve ilk tehlike oluyordu. Özellikle komşu ülkelerde siyaseti iyi bilen idereciler, bu bölünmüş ve parçalanmış hanedanları birbi rleri ile kapıştırmakta hiç zorlanmıyordu. Neticede sel gibi Türk kanları akıyor, memleketler harap oluyordu. Birinci Haçlı seferinde 600 bin kişi Anadolu’ya girmiş, ancak Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıç Arslan ülkedeki birlik ve beraberliğin verdiği güçle bunların sayısını Antakya kalesine ulaşıncaya kadar (1096‐1097) 100 bine indirmişti. Oysa Suriye’de Büyük Selçuklu Devleti’nin bölünmüşlüğü ve parçalanmışlığı az sayıdaki bu Haçlı birliklerinin işine yaradı. Müslüman, Musevi ve Hristiyanların birlikte yaşadığı, her üç dinin mensuplarınca da mübarek bilinen Kudüs, Haçlılar’ın eline geçince büyük bir katliâma sahne oldu. Yetmiş bin Müslüman ve Yahudiyi, mabetlere sığınan çocuklar ve kadınlar dahil, acımasızca kılıçtan geçirdiler. Şehrin sokakları kan ve cesetlerden geçilmez oldu. Diğer taraftan Anadolu’da da Sultan II. Kılıç Arslan’ın 1188′de memleketini yine eski Türk hâkimiyeti telâkkisine göre, onbir oğlunun arasında pay etmesi, devletinin geleceğini gayet fena bir şekilde etkilemeye başladı. Şehzadelerin birlik ve beraberlik için verdiği mücadeleler binlerce Türk’ün ölümüyle sonuçlandı. Ve sonunda da 50 yıl geçmeden Moğollar’ın tahakkümü altına girdi. Bütün bu gelişmeler ise, düşmanların kafasına 12

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Türkler’i yok etmenin bir reçetesi olarak kazınıyordu. Ve bu reçete üç kelimeden ibaretti. Böl, parçala, yut. Bir ülkeye tek çoban Anadolu Selçukluları’nın Moğol tabiiyeti altına girmesi uçlardaki Türk beylerini harekete geçirdi ve her biri bulundukları mıntıkalarda istiklallerini ilân etmeye başladılar. Karamanoğulları, Aydınoğulları, Germiyanoğulları, Candaroğulları ve Saruhanoğulları gibi güçlü beyliklerin bu taksim töresine sadıkane bağlı kaldıkları müşahede edilirken, Bizans sınırına yakın bir mevkide yer alan ve beyliklerin en zayıfı olarak telakki olunan Osmanlılar’ın ise ne yapacakları merak edilmeye başlandı. Ertuğrul Gazi’den sonra aşiretlerin ve beylerin kararıyla oğlu Osman başa geçirilmişti. Aşireti beyliğe çeviren Osman Gazi’nin vefatından sonra Alaaddin ve Orhan isimlerinde iki oğlu kalmıştı. Osman Gazi’nin bıraktığı ülke nasıl pay edilecek ve bu konuda nasıl bir yol izlenecekti? İşte devletin en temel dinamiği bu husus olacak ve geleceğini etkileyecekti. Tek yürek Orhan Bey’in vefatından sonra Hüdavendigar lâkabı ile anılan oğlu I.Murad babasının vasiyeti ve vezirlerinin ittifakıyla hükümdar olurken, saltanat davasına kalkışan iki kardeşi İbrahim ve Halil beyleri ortadan kaldırdı. Daha sonra Bizans İmparatorunun oğlu Andronikos ile birlikte olup kendisine isyan eden oğlu Savcı Bey’i yine devletin sıhhat ve selameti için öldürttü. Böylece saltanatta birlik prensibi Osmanlılar için olmazsa olmaz bir devlet telakkisi haline geldi. Nitekim I.Murad Han, 1389′da Kosova meydanında şehid düşünce beylerin

ittifakı ile babasının yerine seçilen Yıldırım Bayezid, kaçan düşmanı takipten dönen kardeşi Yakup Çelebiyi öldürterek muhtemel bir iç savaşı önlemek istedi. Gerçekten de Anadolu beylerinin bu olayı vesile ederek Osmanlılar’a karşı ittifak kurmaları ve faaliyete geçmeleri, Yıldırım ve beylerinin yerinde bir karar aldıklarını açıkça gösterdi. Zira muhtemeldir ki Yakub Çelebi bu beyler tarafından rahat bırakılmayacak ve Yıldırım’a karşı teşvik edilecekti. Timur hadisesinden ve Ankara bozgunundan sonra yaşanan 11 yıllık fetret devresi ve şehzade kavgaları aslında, firaset ve siyaset sahipleri için mükemmel bir dönemdi. Kardeş katli meselesinin devlete ne derece bir hayatiyet bahşettiğinin vesikası hüviyetindeydi. Tarih metoduna sahip kimseler, bu açık vesikayı okuyup değerlendirmekte hiç güçlük çekmezler. Fetret devrinden önce ve sonra 10 yıllık dönemlerde mevcut topraklarını iki kat büyütebilen Osmanlılar, bu defa birbirlerinin hasmı ve düşmanı olmuşlardı. Sadece birbirlerini kırmakla kalmamışlar, Bizans, Eflak ve Karamanoğulları karşısında önemli ölçüde toprak kaybına da uğramışlardı. Yaşanan bütün bu olaylar birlik prensibini daha da pekiştirdi. Çelebi Mehmed kardeşlerini ortadan kaldırarak devletin ikinci bânisi sıfatını kazandı. Onun yerine tahta oturan oğlu II.Murad da önce tarihlere “Düzmece” lâkabıyla geçen amcası Mustafa Çelebi’yi, ardından kardeşi Şehzade Mustafa’yı ortadan kaldırarak tek başına ülke idaresine sahip oldu. Ekser ulemâ dahi… İstanbul’un fethinden sonra ise, Fatih Sultan Mehmed ülkenin bölünmezliği ilkesini sistemleştirdi ve bir kanun maddesi 13

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


haline getirdi. İşte meşhur kanunnâmede yer alan kardeş katli ile ilgili hüküm: “Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, kardeşlerini nizâm‐ı âlem içün katl etmek münâsibdir. Ekser ulemâ dahi tecviz etmiştir. Ânınla amil olalar”. Fatih Sultan Mehmed böylece ata ve dedesinin pratikte uygulaya geldiği bir usûlü böylece kanun olarak yerleştirdi, hanedanı rahatlattı ve sistemi kalıcı kıldı. Fatih’ten sonra tahta çıkanlar daha rahat hareket etme imkanını buldular. Nitekim II. Bayezid Han kardeşi Cem’in oğullarını, Yavuz Sultan Selim şehzade Ahmed, Korkud ve evlatlarını, Kanuni oğullarını, III. Mehmed, III. Murad, IV. Mehmed, IV. Murad ve diğerleri kardeşlerini hep bu kanuna istinaden ortadan kaldırdılar. Kanunnâmede bu uygulamanın “Nizam‐ı âlem” için yapıldığı belirtilirken, yine kaynaklarda meşruiyeti göstermek bakımından şu hukuki prensipler veya siyasi gerekçeler göze çarpıyor. Fitne, adam öldürmekten daha kötüdür. Umumî bir zararı def edebilmek için, hususî bir zarar tercih olunur. Bir kafeste iki aslan, bir kında iki kılıç olmaz. Kangren olan kolun kesilmesi bütün vücudu kurtarmak için zaruridir. İşte bütün bu ifadeler ve hükümler, devlet bütünlüğünün parçalanmasına, binlerce Müslümanın ve askerin ölümüne, köy ve şehirlerin felaketine ve cihad hizmetinin durmasına yolaçacak olan kardeş kavgalarının önüne geçebilmek için bir veya bir kaç kişinin ortadan kaldırılmasını gerekli kılıyordu. Kemalpaşazâde bir kıtasında bu hadiseyi şu şekilde belirtir.

Çü şah baştır memleket ona ten Yaramaz iki başlı olmak beden Bir iklime sığmaz iki padişâh. Taksim tehlikesi İşte bu özellikleri dolayısıyladır ki, her şehzade babasının bıraktığı mülke vâris olmanın yanısıra, kendisini devlet idaresine namzet görüyor, bu uğurda mücadele yoluna atılmakta tereddüt göstermiyordu. Bu mücadeleler sırasında eski Türk geleneği üzere zaman zaman devletin bölünmesi ve müşterek idare olunması teklifleri de gündeme gelmeye başladı. Nitekim fetret devrinin ortaya çıkardığı karışık devrede kardeş kanlarının akıtılmasını istemeyen Çelebi Mehmed ağabeyi İsa Çelebi’ye Anadolu’nun ikisi arasında pay edilmesini isteyerek şöyle demişti: “Ey canım kardeşim, ey sevincimizin neşemizin kaynağı, boşa giden dünya malı için İslamın yiğitlerini savaşa salmak, sonu mutsuzluk ve pişmanlık olan bir iştir. Cihan sultanlığı hem bir anlık, hem de sonu gelmeyen bir dilektir. Bilgili, ileri görüşlü ve akıllı kişiler bu değersiz mala istekli olmaz. Yer yüzünün Müslüman kanıyla sulanması ne din için gereklidir, ne de aklın görüşüne uygun düşer. Gazilerin ok ve kılıçları din düşmanlarının kanı ile boyanmalı. Bu ortada iken müminlerin kanına girmek yerinde midir? İki günlük devlet için güzel adımızı boşa salmak uygun mudur? Kardeşçe ilişkiler kurmak ve birbirimizi desteklemek varken sonu kötü düşmanları sevindirmek, doğruyu araştıran aklın gereği değildir. Güçlü kişilere uygun düşecek olan budur ki Anadolu diyarına yarı yarıya hükmederiz, kardeşlik ve hoşnutluk yolunu tutarız…” 14

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


İsa Çelebi ise küçük kardeşinin kendisine yol göstermesi karşısında hiddetlenerek sert ve ağır ifadelerle cevap verdi ve atının dizginlerini mücadele meydanına çevirdi. İki padişah fazla Neticede Mehmed, Süleyman, İsa ve Musa Çelebiler arasında onbir yıl devam edecek büyük mücadele başladı. Mehmed Çelebi Osmanlı devletini yeniden bir idare altında toplamayı başarırken bu durumdan memnun olmayan devletler de vardı. Batıda güçlü bir devletin bulunmasını istemeyen ve dağınık mevcut statünün devamında kendisi için faydalar gören Timur’un oğlu Şahruh, Çelebi Mehmed’e bir name göndererek dikkatini çekmişti. Şahruh mektubunda; onun Osmanlı töresi üzerine kardeşlerini öldürtmesinin İlhanlı töresine uymadığını söylüyor ve yaptıklarından dolayı Çelebi Mehmed’i şiddetle tenkit ediyor, aksi halde üzerine geleceğinden dem vuruyordu. Osmanlı sultanı ise bu sözlere karşı; “Osmanlı padişahları başlangıçtan beri tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur, lakin iki padişah bir iklime sığmaz. Zira etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim malumunuzdur ki pederinizin arkasından (Ankara Savaşından sonra) kafirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler elden çıktı” diyerek cevab vermişti. Cem Sultan’ın teklifi Osmanlı devleti fetret devrinden sonra en ciddi bölünme tehlikesini Fatih Sultan Mehmed’in oğulları Bayezid‐Cem mücadelesi sırasında yaşadı. II.Bayezid’in saltanatı elde etmesine karşılık Bursa’yı zapteden Cem, kendisini Anadolu’ya hakim olmuş sayarak bir elçilik heyetini

ağabeyine gönderdi ve bu durumun kabul edilmesini istedi. Elçilik heyetinde, Çelebi Mehmed’in kızı ve şehzadelerin halaları ihtiyar Selçuk Hatun da bulunuyordu. Bayezid Han, huzuruna gelen halasına büyük izzet ve itibar gösterdi. Selçuk Hatun ona: “Padişahım olmaz mı ki can beraber olan kardeş kanını dökmeğe kalkışmayasın. İslam arasında cenk ateşini yakıp tutuşturmayasın. Rumeli topraklarıyla yetinip Anadolu ülkesini kardeşine bağışlayasın. Böyle yaparsan o da eğdiği boynunu bir daha boyunduruğundan çıkarmaz. Çekişme bir ağaç için dahi olsa üzüntüden başka meyve vermez. İki şanlı padişah döğüşmeye niyet etseler bundan halk büyük zarar görür. Ülke kavgası yüzünden ortalığı harabeye çevirmek yüce gönüllü olmaya ve yiğitlik şanına uygun değildir” dedi. Evlâttan daha mühim Sultan II. Bayezid hissiyatla dile getirilen duygu yüklü bu konuşmaya aldanmadı. Lâ erheme beyne’l‐müluk (Hükümdarlar arasında merhamet olmaz) ve Bu kişver‐i Rûm bir ser‐i pûşîde‐i arus‐ı pür namustur ki iki damad hutbesine tâb götürmez. (Osmanlı Devleti öyle başı örtülü namuslu bir gelindir ki iki damadın talebine tahammül edemez) ifadeleriyle saltanatın taksim edilemeyeceğine dair namus ve kudsiyet duygularını belirtir. Mücadelenin sonunda Cem’in Rodos’a geçmesinin, Osmanlı devletine nelere malolduğu meselesi ise tarih uzmanlarınca çok iyi biliniyor. İşte Osmanlı padişahları bu tarihî geçmişi, vuku bulan kavgaları ve neticelerini görerek kat’i tedbirlere başvurmaktan geri durmadılar. Nizam‐ı âlem mefkuresini, din ve devlet, mülk ve

15 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


millet duygusu ile ele alarak her fedakârlığa katlanmaktan çekinmediler. Kanuni devrinde Türkiye’ye gelen İmparator Ferdinand’ın elçisi Busbecq bu anlayışı şu sözleriyle ifade etmektedir: Müslümanlar, Osmanlı hanedanı sayesinde ayakta duruyorlar. Hanedan yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hanedanın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlattan daha mühimdir. Kanuni Sultan Süleyman’ın feda etmek istemediği oğlu Bayezid’e gönderdiği namesinde aynı duygu ve inancı görmek mümkündür: Cenab‐ı Hak benden sonra senin hükümdar olmanı takdir etmişse, bunu hiç kimse tebdil ve tağyir edemez. Etmemişse, bunu da sen değiştiremezsin. Bugün din‐i İslamın yegane istinadgahı Osmanlılardır. Devletin dahilindeki bir mücadele doğu ve batıdaki düşmanlara fırsat verir. Bu ise bir cinayettir. Ve İslamiyeti temelinden yıkmakla birdir. İşte Kanuni’nin oğlunu ve padişahların kardeşlerini ortadan kaldırırlarken düşündükleri yüksek devlet şuuru bu anlayıştır. Tevbe kıl canım oğul Osmanlı padişahlarının bu yüce duygularını ve hareket tarzlarını anlamak, onları taht için kardeşlerini öldürten hunhar ve zalim kimseler şeklinde göstermek, yanlıştır. Oysa İslam ülkelerinin harap olmaması ve Müslüman halkın huzuru için canlarından çok sevdikleri kardeşlerini ve çocuklarını biremirleriyle öldürtmek acaba cihad hizmetini yürütmek ve adaletten çıkmak korkusuyla yıpranan ruh ve bedenlerine daha ne şekilde etkilerde bulunmuştu. Genç denilebilecek yaşlarda, üzüntü ve kederlerin yol açtığı

hastalıklarla ölümlerinde, ne gibi etkenlerin rolü vardı. Bunlar, öncelikli olarak incelemeye değer mevzulardır. Padişahların kardeşlerini ortadan kaldırdıkları sıra yaşadıkları halet‐i ruhiyeden bazı örnekleri şöyle sıralayabiliriz: “Çelebi Mehmed ağabeyi Musa’nın vücut donanımını yitirdiği cihetten üzülmüş, onun gençlik deminde yokluk diyarına gidişine yanmış, üzüntüsünü belli edercesine huzursuz olmuştu. Kirpiklerinin ucundan dökülen yaş taneleri göz bebeklerini nar gibi kan içinde bırakmış, akan yaşlar yanaklarını kızartmış, oturduğu yeri nemlendirmişti”. Yavuz Sultan Selim de kardeşleri Korkud ve Ahmed’in ölümlerinden büyük üzüntü duydu ve ruhları için sadakalar dağıttı. Kanuni Sultan Süleyman nasihatçileri de dinlemeyerek isyan eden oğluna “Bî‐ günahım deme bari tevbe kıl canım oğul” derken ne iç buhranları geçirmişti acaba? Yavuz devri tarihçilerinden Celalzâde Mustafa bu hususu: Cihana verme gönül bî‐vefadır Mülûkun menzili taht‐ı fenadır Huzur‐ı saltanat bir bâda benzer Karındaşı kişinin yâda benzer Cihan için karındaşa kıyarlar Bıçak ile ciğer çeşmin kıyarlar diyerek ifade ederken belki de meliklerde bu sebeple huzur ve sükûnun bulunmayacağını idafe etmektedir. Meşhur tarihçi Kemalpaşazâde ise: Akıbet şirzâde şîr olur. Zirzâde büyür emir olur beytiyle arslan yavrusu büyüyünce aslan 16

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


olacağı gibi, küçük de olsalar saltanat üyelerinin büyüdüklerinde padişah olacaklarını belirtip ortadan kaldırılmalarının, cihan görmüş, tecrübe sahibi yaşlıların tedbiri ve tavsiyeleri neticesinde devam ettiğini belirtir. Bir veliye bende olmak… Öte yandan Osmanlı padişahlarının zevk için, mevki ve makam için insan katledecek kadar aşağı ve bayağı kimseler olmadıkları, onların ruhi yönlerini yansıtan ifadelerinden daha açık bir şekilde anlaşılır. Reayayı koruma yönünde gayretleri, dini yaşantıları, İslamiyetin emirlerine bağlılıkları, adaletle hükmetmelerinin yanısıra şahsiyetlerini yansıtan en mühim yönleri onların ilmi ve edebi cihetleridir. Hemen her biri mükemmel bir eğitimden geçen Osmanlı sultanlarının veya hanedan mensuplarının tamamı şiirle meşgul olmuş, belki de med‐cezir hareketleri gibi üzütülü‐ coşkulu iç dünyalarını bu şekilde ifade etmişlerdir. Onların bu yönleri dikkatle ve tarafsız bir şekilde incelenirse sanatçı özellikleri, içli ve duygulu yapıları, saltanatın ağır yükünden bunalışları, ahiret hesabı içerisinde bunaldıkları açık bir biçimde görülür. Yavuz Sultan Selim: Padişahı âlem olmak bir kuru kavga imiş Bir veliye bende olmak cümleden evla imiş Kanuni Sultan Süleyman: Saltanat dedikleri ancak cihan kavgasıdır Olmaya baht‐ü saadet dünyada vahdet gibi II.Selim Han: Bu zamanın devletiyle kimse mağrur olmasın

Kâm alırsan adl ile ol dem be‐câdır saltanat Fatih Sultan Mehmed ise: Nefs ü mal ile nola kılsam cihanda ictihad Hamdülillah var gazâya sad hezârân rağbetüm ifadeleriyle hangi duyguların hasretliğini çektiklerini açık bir tarzda ortaya koymuşlardır. Ekber evlât Sultan III. Mehmed’e halef olan oğlu I. Ahmed’den itibaren şehzadelerin sancağa çıkarılmaları usulü kaldırılıyordu. İşte bu uygulamanın sona erdirilmesi ile kardeş katli problemine de çözümler aranmaya başlandı. Zira III. Murad ve III. Mehmed devrinde sayıları artan şehzadelerin öldürülmeleri sarayda derin akisler doğurmuş, büyük üzüntülere yol açmıştı. I.Ahmed devrinde il k defa olmak üzere, oğlu Osman dünyaya geldiğinde kardeşi Mustafa’ya dokunulmadı. Yine ilk defa olmak üzere I.Ahmed Han vefat ettiğinde oğlu Osman küçük olduğundan amcası Mustafa tahta çıkarıldı. Buna rağmen şartların getirdiği sıkıntılar sebebiyle II. O sman ve IV. Murad dönemlerinde yine Fatih kanunnâmesine dayanılarak şehzade idamları vuku buldu. Ancak bütün bu idamlar padişahın sefere çıkması sırasında sarayda saltanata geçebilecek namzet bırakmak istememelerinden kaynaklanıyordu. Zira IV. Murad defalarca zorbalar tarafından ayak divanına çağırıldığında hep kardeşlerinden birinin tahta çıkarılmasıyla tehdit olunmuştu. Nihayet I. Ahmed döneminde tavsayan kardeş katli meselesi, Sultan IV. Mehmed zamanında sona erdi. Bu devirde Osman oğulları içinden yaşça en büyüğünün tahta geçmesi kabul edilerek kardeş katlinin önüne geçildi. Hemen hemen Osmanlı 17

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


hanedanının nihayete ermesine kadar devam eden bu usulün öncesi ile mukayesesi ise her zaman yapılageldi. Güçlü nefeslerden göç şarkılarına Yetenekli, kabiliyetli, ilim ve siyaset bakımından üstün nice şehzadeler kenarda beklerken idarede başarısız olanlar uzun yıllar icranın başında bulundular. Diğer taraftan gerek bazı haris devlet adamları, gerekse askerler beğenmedikleri veya menfaatlerine uygun gelmeyen padişahları her zaman tahttan indirme imkanına sahip bulundular. Artık ayak başa hükmetmektedir. Bu durum karşısında Osmanlı sarayı eskiyi aratmayacak acılara sahne oldu. Genç Osman’ın, III. Selim’in ve Abdülaziz Han’ın şehadetleri bunun e n bariz misalleridir. Bu uygulamalar padişahların rahat hareket etme imkanlarını ortadan kaldırdı, onların pek çok dengeleri gözetmesine yol açtı; böylece güçlü devirler yerini çekingen ve korkak uygulamalara bıraktı.

Kanuni Sultan Süleyman’ın: Allah Allah diyelim sancak‐ı şâhi çekelim Yürüyüp her yanadan Şarka sipahi çekelim İki yerden kuşanalım yine gayret kuşağın Bulanıp toz ile toprağa bu râhı çekelim Pay‐ı mâl eyleyelim mülkünü düşmen‐i dinin Gözüne sürme deyu dûd‐ı siyahi çekelim şeklindeki güçlü kudretli sedaları yerini, III. Mustafa Han’da: Yıkılubdur bu cihan sanmaki bizde düzele Devleti çerh‐i deni verdi kamu mübtezele Şimdi ebvâb‐ı Saadet’te gezen hep hâzele İşimiz kaldı hemân merhamet‐i Lem‐ Yezel’e mısralarıyla iç sıkıntılarına ve çaresizliğe terkediyordu. Dolayısıyla kardeş katli meselesi ve sonraki uygulamalara dair mukayesenin pek çok bakımdan ve sıhhatli bir şekilde yapılması; hissi, yanlı, düşmanca tavır ve değerlendirmelerden uzak kalınması gerekiyor. Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

18 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


KKTC’yi Kurmak Prof. Dr. Ata Atun Kıbrıslı Rumlar, azınlık olarak kayıtsız şartsız yönetimleri altına girmeyi kabul etmediğimiz müddetçe, ellerinden gelse soluduğumuz havadan bile bizi mahrum etmek düşüncesindeler. Ada üzerinde kulları köleleri olmadığımız müddetçe bize hiçbir hayat hakkı tanımak istememektedirler. Kıbrıslı Rumların KKTC’yi hazmedememelerinin nedeni de budur.

1

gibi kısa olacaktır” demek, hiç de yanlış bir öngörü olmaz.

Aynen “Çok okuyan değil, çok gezen bilir” atasözümüze uygun olarak, “Teorik değil, deneyimsel kurallar uzun ömürlü olur” sözünü Kıbrıs’ta kurulması için yoğun çaba sarf edilen ortak devlet için söylemek, doğru bir yaklaşım, doğru bir tavsiye niteliğinde olacaktır.

1960 Kıbrıs Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanı Kara Papaz Makarios kendini o denli güçlü ve dokunulmaz hissetmişti ki, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasını dikkate almamış, Belediyeler ve Vergiler konusunda Kıbrıslı Türklerin taleplerini haklı bulan Anayasa Mahkemesinin tarafsız bir ülkeden gelen başkanı Ernst Forsthoff’u bu kararından dolayı istifaya mecbur etmişti. Sonra da 1 Ocak 1964 sabahı, herhalde yılbaşı kutlamasında içtiği içkiler başına vurmuş olmalı ki altında garantör devletler olan İngiltere, Türkiye ve Yunanistan ile birlikte Kıbrıs Türk ve Rum Halklarının liderlerinin imzalarının yer aldığı ve BM’ye tescil edilmiş 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasını iptal ettiğini açıklamıştı.

955-1960 ve 1963-1974 yılları arasında geçen kötü günleri yaşayan, soykırıma uğratılan, Rum adalet ve siyasi yönetim mekanizması içinde her konu ve olayda haksızlığa uğramış olan belli yaş grubuna ait bizlerin, KKTC’nin kuruluş gününün kıymetini takdir etmemizin, daha genç yaş gruplarına kıyasla daha farklı olduğu kesin.

Tarihimizi bildiğim, geçmişi yaşadığım için “Türkiye’nin etkin ve fiili garantisi olmadan, Kıbrıslı Türklerin kurulması empoze edilmeye çalışılan ortak devletteki haklarının, Anayasanın içine konması mümkün olmayacaktır. Kıbrıs Türklerinin kendi geleceğini tayin etmesi garantiler ile korunmadığı müddetçe, kurulacak bu yeni bir devletin ömrü 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti

Çok değil aynı günün öğlen vakti de garantör devletlerin yaptıkları baskıdan bunalmış ve “Yanlış anlaşıldığını” beyan 19

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


ederek bu sözlerini geri almıştı. Önemli olan sözlerini geri alması değil, dönemin Rum halkının düşüncelerini temsil eden Rum liderinin 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına bakışı, düşüncesi ve mantığıydı. 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Anayasasını oluşturan 1959 Zürih ve Londra Anlaşmalarını daha başından beri Rumlar, akıllarında 1796 patentli ENOSİS yani Yunanistan’a bağlanma ülküsü olduğundan kabul eder gibi görünmüşler ama hiçbir zaman kabul etmemişlerdi. Özellikle Kıbrıslı Türklerin “Yönetime” yediye üç oranında ortak olmalarını, adada 650 kişilik “Türk Alayı”nın bulunmasını ve özellikle de Türkiye’nin “Etkin Garantörlüğü”nü, ENOSİS yolunda engel gördüklerinden, daha Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilk günden itibaren yok etmek ve çalışmaz hale getirmek için elden geleni yaptılar. Başardılar da. 1963-1967 yılları arasında Kıbrıslı Türklere silahlı saldırılarla “Soykırım” uygulamalarına rağmen Kıbrıslı Türkleri yıldıramayınca, silahla bu işi çözemeyeceklerini anlayıp bu defa taktik değiştirip “Ekonomik Soykırım” uygulamaya başladılar. Ve adanın kaderi, Rumlarla Yunanistan’ın kendi aralarındaki adaya hâkim olmak çatışmaları doruk noktasına ulaşınca, 15 Temmuz 1974 tarihinde yapılan darbe ile değişerek, Rumların hiç beklemedikleri bir sonuca ulaştı ve ada fiilen ikiye bölündü. Günümüzde, 1968 yılından beridir süregelmekte olan müzakerelerin gidişatı, Rumların güneye geçen Kıbrıslı Türklere karşı aşağılayıcı ve darp edici davranışları, Rum hükümetinin ve Yunanistan’ın Kıbrıslı Türklerin dünya ile olan bağlarını koparmak için ellerinden geleni yıllardır yapıyor olmaları hala daha bu mantık ve düşüncede olduklarını göstermekte. Ellerinden gelse soluduğumuz havadan bile bizi, azınlık

olarak kayıtsız şartsız yönetimleri altına girmeyi kabul etmediğimiz müddetçe, mahrum etmek düşüncesindeler. Ada üzerinde kulları köleleri olmadığımız müddetçe bize hiçbir hayat hakkı tanımak istememektedirler. Kıbrıslı Rumların KKTC’yi hazmedememelerinin nedeni de budur. Adanın kuzeyinde, yaşadığımız zor günlerden, uğradığımız soykırımdan sonra kurmayı başardığımız “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” ile kendi yönetimimiz altında, kendi askerimizin sınırlarımızı koruduğu, polisimizin iç güvenliğini sağladığı, yargı düzenimizin çağdaş hukuku uyguladığı, meclisimizin yasama görevini eksiksiz yerine getirdiği, ulaşım ve iletişimde çok iyi bir alt yapıya sahip olduğumuzu, kabul edilse de edilmese de KKTC pasaportumuz ile seyahat edebildiğimizi, yetmişe yakın yabancı ülkeden öğrencilerin KKTC’ye gelerek üniversitelerimizde okuduğunu bir türlü kabul edememektedirler. Bu düzeni yıkmak ve yok etmek, Kıbrıslı Türkleri kendilerine muhtaç ederek yönetimleri altına almak ve adanın tümüne de 1974 öncesinde olduğu gibi mutlak hâkim olabilmek için elden geleni de yapıyorlar ve yapmaya da devam edeceklerinden de hiçbir kuşkum yok. Karşılarındaki ilk engel adada “Fiili Garantör”lük görevini yıllardır başarı ile yapan “Türk Askeri”. Öncelikli hedefleri, adadaki “Türk Silahlı Kuvvetleri”ni dış güçlerin Türkiye’ye yapacağı baskılar sonrasında geri göndertmek ve 1974’den beri var olan “Fiili Garantör”lüğü “Etkin Garantör”lüğe dönüştürmek. “Etkin Garantör”lüğü kaldırmanın tek yolu da, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nda var olan “Ek I, madde 4”deki Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin “Garantör”lüklerini Anayasadan çıkarttırıp yerine Avrupa Birliği’nin Garantörlüğü’nü koydurtmak.

20 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Bunun için gerek Rumlar gerekse de Yunanistan, yıllardır ağızlarında sakız etmişçesine “21. Yüzyılda garantilere gerek yoktur, Yunanistan ve İngiltere Garantörlüklerini iptal etmek kararındadır, Türkiye’de Garantörlüğünden vazgeçsin, gene de Kıbrıslı Türkler ısrarla Garantör istiyorlarsa adanın Garantörü AB olsun” diyerek, ada üzerindeki Türkiye’nin “Etkin Garantör”lüğünü iptal ettirmek için her yolu deniyorlar. AB’nin Garantörlüğü ne denli güçlü olabilir, Kıbrıslı Türkleri bir saldırıdan ne kadar koruyabilir, bunu sorgulayan yok. Gerçekte, askeri bir güce sahip olmayan AB’nin kendisinin bir Garantöre gereksinimi var ve bu edinmenin de uğraşısı içinde. Kendisinin Garantöre gereksinimi olan AVRUPA BİRLİĞİ, Kıbrıs’a veya Kıbrıslı Türklere nasıl

“GARANTÖR” olacak ben pek anlamış değilim. Sürmekte olan müzakereler bunun en güzel bir ispatı. Kıbrıslı Türklerle, eşit koşullarda eşit siyasi haklara sahip ortak bir devleti kurmak için anlaşmaya varmak yerine, varmamak için uğraş vermekteler. Bizlere egemen olmanın getirdiği özgürlüğü yaşatan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni yaşatmak ve sürdürülebilirliğini korumak hepimizin görevi olmalıdır. Aksini düşünmek bile istemiyorum. Prof. Dr. Ata Atun KKTC Cumhurbaşkanı Danışma Kurulu Üyesi ve Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi Öğretim Üyesi

21 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


22 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Başarı Öyküsünden Korku Masalına Oğuzhan Yanarışık Çok değil daha birkaç sene önceye kadar hiç kimse, bazı Avrupa ülkelerinin şu an içinde bulundukları bunalıma düşeceklerini tahmin bile edemezdi. Dünyanın pek çok noktasını etkileyen 2008 küresel finans krizinin aşama aşama Avrupa bunalımına dönüşmesini o yüzden herkes şaşkınlıkla izledi. AB’nin ekonomik başarı öyküsünün evrimleşerek kısa bir sürede korku masalına dönüşmesini hayretle takip etti. Kredi derecelendirme kuruluşları tarafından mümkün olan en yüksek notları alan ve yatırım için “çok güvenli” denilen Avrupa ekonomileri bir anda kâğıttan evler gibi çöküverdiler. Kuma gömülmüş kafaları taşıyan bedenler de yıkılan bu evlerin enkazından kurtulamadılar. Çarpık istatistikler, yalan notlar ve yapay refah devleti uygulamalarıyla ancak bir yere kadar gidilebileceği görülmüş oldu.

azalıyor, insanlar siyasetçilere güvenlerini gittikçe kaybediyor. Krizdeki ülkelerin seçimle başa gelen liderleri tek tek istifa ederken, yerlerine seçilmeden atanmış teknokrat hükümetler kuruluyor ve böylece demokrasi yara alıyor. Hatta İtalya örneğinde olduğu üzere AB bir tarafa, bölgesel ayrılıkçı hareketler güç kazanarak, ülkenin ulusal bütünlüğü bile tartışılır hale gelebiliyor.

Sorunları çözmek yerine halının altına süpürünce, esecek küçük bir yelin hepsini yeniden ortaya döküvereceğini hesap edemeyen kısa görüşlü politikaların hatalarının yıkıcı boyutlarını tespit etmek henüz mümkün değil. Her geçen gün yeni bir kötü haberle uyanan Avrupalılar, bu krizin acı sonuçlarını görmeye yeni başladılar. Hiç kimse dip noktanın neresi olduğunu ve krizin hangi ülkenin kapısını daha çalacağını bilmiyor. Avrupa Birliği projesine inananların sayısı gün geçtikçe

Almanya gibi zengin ülkeler diğerlerini tembellikle suçlarken, krizdeki ülkeler onları Euro sistemini istismar ederek zenginleşmekle, kendilerine gereksiz silah satışları yapmakla, sadece kendi bankalarını kurtarmaya çalışmakla itham ediyor. Avrupa Birliği’nin en büyük başarısı olarak görülen Euro’nun çökebilme ihtimali en yetkili ağızlarca dillendirilebiliyor. Almanya Şansölyesi Merkel, “Euro biterse AB biter, AB biterse Avrupa’da neler olur kimse bilemez” diye 23

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


uyarıyor. Hiç kimse yıllardır sessizce yaklaşan bu sorunlar yumağının nasıl olup da fark edilmediğini, fark edenlerin neden hiç kimseyi uyarmadığını açıklayamıyor. Adı üstünde “Birlik” olan AB, hiç de birlik ve bütünlük görüntüsü vermiyor. Bir zamanların kibirli Türkiye karşıtları, AB fonlarına değil kendi kaynaklarına dayanan Türkiye gün geçtikçe iyileşirken, kendilerinin bu hale düşmesini kahrolarak izliyor. “Fakir Türkler gelip fonlarımızı sömürecek” çığlıkları atanlar, şimdi avuç açıp AB’nin daha çok fon oluşturarak kendilerini iflastan kurtarması için tek tek sıraya geçiyor. Dünya dönüyor, zaman değişiyor. Değişimi fark edemeyip, geniş ufuklu olamayanlar kaybetmekten kaçamıyor. Dersini iyi çalışanlar ve şımarmayanlar ise krizi bile fırsata dönüştürmeyi başarıyor. Türkiye’nin Ekonomik Başarısı Devam Eder mi? Türkiye ekonomisinin son yıllarda göstermiş olduğu etkileyici başarı, pek çok uzman ve yatırımcının Türkiye’yle ilgili gelecek projeksiyonunun olumlu yönde şekillenmesini sağlıyor. Bu da ekonomik kalkınmanın önemli faktörlerinden olan iyimserlik ve özgüven konusunda, sağlamlaşan bir yapı meydana getiriyor. Örnek vermek gerekirse, ABD merkezli Goldman Sachs yatırım bankasının 2008’de yayınladığı raporda, Türkiye’nin Japonya, Almanya, İtalya, Fransa ve Kanada gibi ülkeleri geride bırakarak, 6 trilyon dolar gayrisafi milli hâsıla ile 2050 yılına kadar dünyanın dokuzuncu büyük ekonomisi haline geleceği tahmini yapılıyor. Ekonomik büyümeye paralel

olarak, kişi başına düşen gelirde de onuncu sıraya yükseleceği öngörülüyor. Uluslararası yatırım kuruluşu HSBC Global Research de 2011 Ocak ayında hazırladığı değerlendirme raporunda, benzer şekilde Türkiye’de gayrisafi yurtiçi hasılanın 2010’dan 2050 yılına kadar on senelik periyotlarda, sırasıyla ortalama yıllık yüzde 5.3, yüzde 4.7, yüzde 4, ve yüzde 3.5 oranında artacağını tahmin ediyor. 2001 yılında tarihinin en önemli krizlerinden birini yaşayan Türkiye’nin mevcut yönetiminin önemli siyasi, anayasal ve ekonomik reformlar uyguladığını vurgulayan rapor, bundan yola çıkarak, Türkiye’nin istikrarlı bir şekilde büyüyüp, 2050 yılında dünyanın en büyük on ikinci ekonomisi olacağını ifade ediyor. Bunun yanında diğer pek çok yabancı gözlemci gibi İngiltere Başbakanı David Cameron’un da Ankara ziyaretinde üstüne basa basa vurguladığı üzere, OECD Türkiye’nin 2017’ye varıldığında Çin ve Hindistan’ın ardından dünyada en hızlı büyüyen üçüncü ülke haline geleceğini ve 2050 yılında Avrupa’nın en büyük ikinci ekonomisi olacağını öngörüyor. Dünyanın en büyük ikinci finansal danışmanlık şirketi Price Waterhouse Coopers, Ocak 2011’de yayınladığı raporda (The World in 2050), Türkiye’nin de içinde bulunduğu yedi gelişmekte olan ekonominin toplam büyüklüğünün, önümüzdeki 10 yıl içerisinde şu an G7 olarak bilinen dünyanın en zengin yedi ülkesini geride bırakacağını söylüyor. Rapor Türkiye ile birlikte Çin, Rusya, Hindistan, Brezilya, Endonezya ve Meksika’nın oluşturduğu yükselen ülkeler grubuna E7 ismini veriyor. G7 ile E7 ülkeleri arasındaki ekonomik büyüklük 24

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


farkının, yaşanan küresel finans krizinin ardından daha da hızlı bir şekilde kapandığını belirtiyor. 2050 yılına gelindiğinde artık Amerika, Avrupa ve Japonya’nın şimdiki ekonomik ağırlığının büyük oranda kaybolduğu yepyeni bir dünya düzenini öngörüyor. Türkiye’nin satın alma gücüne göre yurt içi hâsılasının 2020 yılında Kanada’yı, 2024’te İspanya’yı, 2028’de Güney Kore’yi, 2033’te de İtalya’yı geride bırakacağını öne sürüyor. Bütün bunların sadece geleceğe yönelik projeksiyonlar oldukları ve kesinlik ifade etmedikleri bir gerçek. Fakat geleceğe dair beklentileri ve Türkiye ekonomisine yönelik olumlu düşünceleri ortaya koyan önemli göstergeler. Her ne kadar uzun

vadeli öngörülerin beklenmedik gelişmeler neticesinde sapması ihtimal dâhilindeyse de bu çalışmaların yatırımcılara yön veren önemli kuruluşlar tarafından ortaya koyuldukları unutulmamalı. Türkiye rehavete kapılmadan, siyasi istikrarı ve mali disiplini devam ettirip, mevcut geniş ufuklu vizyonuna sahip çıktığı müddetçe, bu olumlu öngörülerin gerçekleşmesi pekâlâ mümkün. Oğuzhan Yanarışık University of Warwick Politics and International Studies, PhD

25 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Srebrenika Anneleri Rahim Er Srebrenica, Bosna‐Hersek’in doğusunda, Sırbistan hududuna 10 km mesafede huzurlu bir Osmanlı şehri, bir Müslüman Boşnak vilayetiydi. Çağ, Milenyum efsanesine hazırlanırken Balkanlarda Haçlı ruhu, bir gün yeniden hortladı. 11 Temmuz 1995’te ağır silahlarla donatılmış Sırp kuvvetleri, Srebrenica’ya saldırıp 8 bin 500 civarında çocuk, kadın, genç… masum Boşnak’ı katletti. Başlarındaki komutan, Bosnalı Sırp, Ratko Mladic’ti…

K

atil, bir süre evvel yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Yeniçerilere karşı ayaklanmamızdan sonra, bu ikinci fırsattır. Türklerden intikamımızı alacak, buraları onlardan temizleyeceğiz!!!” Bunların “Türk” dedikleri bütün Müslüman unsurlardır. Murad‐ı Hüdâvendigâr’ı bir dönem Cumhuriyet çocukları belki tanımadı ama Balkan Hıristiyanları O’nu hiç unutmadılar. Bu üçüncü Osmanlı Sultanı, babası Orhan Gazi’den aldığı devleti, en az beş kat büyüterek 500 bin km2’ye çıkartmıştı. 28 Haziran 1389’da Kosova Meydan Muharebesini kazandı, sonrasında da şehid edildi. Bir kısım uzuvlarının bulunduğu Kosova’daki türbesi bugün de ulu nöbetindedir. Bu iç savaş, 1991‐1995 yılları arasında cereyan etmişti. Silahların susmasından sonra rütbe itibariyle general, hakîkatte ise bir canavar olan Mladic, 16 sene boyunca arandı. Güya bulunamıyordu. Sonunda

yakalanarak 31 Mayıs 2011’de Lahey’deki Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi’ne çıkartıldı. O tarihten beri yargılanmakta. Srebrenica Anneleri, o tarihten beri nurdan örtüleriyle Lahey mahkemesi önüne de giderek adalet istiyorlar. Bir sadist, bir ırkçı, layıkı gibi cezalansın diyorlar. Üstelik de bu canavar işte nihayet suçunu da ikrar etti: ‐Vatanım için 8 bin Boşnak’ı öldürdüm, diyor. Öyle ise bir mahkeme, bir yıldan bu yana daha ne arar, ne bekler? Nihayet verecekleri karar idam da değil. Halbuki böylesi mücrimler için farklı kanunlar olmalı. Savaşların kurşuna dizme cezaları vardır. Bunun uygulanması şart ötesi şart. Bu mahkeme savaş suçuna baktığından aynı zamanda askerî mahkemedir. 8 bin 500 civarında sivil kişiyi katleden biri, 8 bin 500 anneyi de canlı cenaze hâline getirmiştir. O çocuklar, gençler, kadınlar…. 26

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


sırf Müslüman oldukları için canlarından oldular. Şimdi adalet zamanıdır. Herkes Srebrenica Anneleri’ni duymalı. Onları, Yeniçerilerin torunlarının, “Türkler”n torunlarının herkesten evvel duyması gerekir. O mübarek anneler bizim analarımızdır.

O topraklar, bu topraklardır. Bedr’den Srebrenica’ya, oradan Hakkâri’ye kadar bütün şehîdlerimize, yüce Allahtan sağnak sağnak rahmet diliyoruz. Allah, bizleri şehîdlerimize layık eylesin. Rahim Er Türkiye Gazetesi Köşe Yazarı ve Avukat

27 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Etkin ve Etkili Türk Lobisi Var Olmadıkça Çabalarımız Sonuçsuz Kalmaya Devam Edecektir! Samet Zenginoğlu Uluslararası politikadaki bir takım hadiselerde, hem cevabını bildiğimiz hem de büyük resmin eksik yanları olduğunu düşündüğümüz için merak etmeye devam ettiğimiz sorular vardır. Örneğin, “Ermenistan ve İsrail ekonomik durumları bakımından çok parlak tablolara sahip olmamalarına ve ayrıca bu ülkelerdeki ‘demokrasi’nin varlığı ve uygulaması da tartışmaya açık olmasına karşın, bu ülkeler Amerika Birleşik Devletleri’nin ve bazı Avrupalı ülkelerin desteğine nasıl sahip olmaktadırlar?”

B

u doğrultudaki sorular, bazı gelişmeler sebebiyle Türkiye’de de sorula gelmektedir: “Fransa, 1915 Olayları ile ilgili “reddetmenin suç sayıldığı” temeline oturtulan bir yasa tasarısını nasıl gündeme getir(ebil)mektedir?” “Türkiye–İsrail ilişkileri dönem dönem gerginlik yaşasa da neden bu gerginlik ‘gibi görünmek’ten öte bir anlam ifade etmemektedir?” Ve son olarak, “neden her 24 Nisan’da Amerika Birleşik Devletleri başkanının kullanacağı kelimeleri beklemekten başka bir durum söz konusu ol(a)mamaktadır?” İfade ettiğimiz üzere, aslında bu sorular cevabını bildiğimiz (ya da en azından bildiğimizi düşündüğümüz) sorulardır. Lakin bunun yanında, resmin tamamının net olmaması

ve/veya eksik olması sebebiyle cevabını merak ettiğimiz sorulardır da. Sadece devletler üzerine kurulu bir sistemin olmadığının farkındayız, ancak aynı zamanda meydana gelen güçlüklerin ya da çıkmazların sadece devletler tarafından aşılabileceğine de inanmaya devam ediyoruz. Bu yüzden de Türkiye olarak aleyhimize işleme misyonuna sahip mekanizmaların engellenmesi için ortaya koyduğumuz çabalardan olumlu bir netice alamamaya devam ediyoruz. Hep “potansiyellerimiz” üzerine konuşuyoruz: “genç nüfus potansiyeli”, “sahip olduğumuz muhtelif madenlerin enerji potansiyelleri” ve en nihayetinde 28

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


“yurtdışındaki Türk vatandaşların potansiyeli”. Potansiyellerin büyüklüğü elbette ki inkâr edilemez. Ancak mesele potansiyelin sahaya aktarılmasına ve olumlu neticelerin alınmasına/alınabilmesine gelince, bu büyüklüğün varlığından söz etmek güç olmaktadır. Konumuz bağlamında, 100’den fazla ülkede Türk vatandaşlarının yaşadığı, özellikle Almanya başta olmak üzere Avrupa ülkelerinde bu dağılımın yoğun olduğu bilinmektedir. Ayrıca yine bu bağlamda Amerika’da güçlü bir Türk lobisinin olduğu (tartışmaya açık olmakla birlikte) son dönemde dile getirilen hususlardan olmaktadır. Bu hususlar ışığında, dünden bugüne yaşanan temel bir takım gelişmeleri de göz önüne aldığımızda, başta yakın çevre olmak üzere, etkin ve etkili bir Türk lobisinin varlığına duyulan ihtiyacın (hatta zaruretin) günbegün arttığına şahit olunmaktadır: Yarım asrı aşan sevdamızda halen Avrupa Birliği’ne meramımızı anlatamamaktayız. Her 24 Nisan’da Amerika’dan gelecek hayati kelimeleri beklemeye devam etmekteyiz. 1915 Olayları ile Fransa örneğindeki gibi bir girişimin engellenmesi için neticeye odaklı adımlar atamamaktayız. Son dönemde Suriye’de yaşanan gelişmelerde etkin ve etkili olmaya çalışsak da 5 büyüğün (fakat özellikle ABD, Rusya ve Çin’in) politikaları üzerine kurgulanmış Suriye için kendi lehimize ve bölge lehine ciddi bir değişime girişememekte ya da ortak olamamaktayız… Bu ve buna benzer örnekleri çoğaltabilmemiz mümkündür.

Fakat sonuçta yine aynı yere gelinecektir: yakın çevremiz başta olmak üzere ve ardından Avrupa ve Amerika’da etkin ve etkili Türk lobisinin varlığına duyulan ihtiyaç/zaruret. Bunun için öncelikle uluslararası ilişkilerdeki yegâne aktörün en nihayetinde devlet olduğu algısının ortadan kaldırılması lazımdır. Hükümetler arası, Devlet–dışı gibi çeşitli biçimlerde ayrılan diğer aktörlerin varlıklarının; olayların ortaya çıkması, gelişmesi ve sonlanması gibi süreçlerde devletlerden bile daha etkili oldukları gerçeği göz ardı edilmemelidir. Lakin göz ardı edilmemesi gereken bir başka gerçek ise, lobicilik faaliyetinin mevcut olabilmesinde, tutarlı ve etkin devlet politikalarına duyulan ihtiyaçtır. Milyonlarla ifade edilen yurtdışındaki Türk vatandaşlarının ortak bir hedef çerçevesinde toplanması ve bu koordinasyonun yine belli amaçlar çerçevesinde devlet öngörüsü ve desteği ile sağlanması gerekmektedir. Şayet bu alanda da yüksek “potansiyel”imizi, sonuca odaklı bir biçimde hayata geçirmeyi başaramaz isek, Ortadoğu’dan Avrupa’ya, Amerika’dan Asya’ya yaşanan ve Türkiye’yi de bizatihi ilgilendiren hadiselerde beklenen/alınması gereken sonuçları alamamaya devam etmemiz sürpriz olmayacaktır. Samet Zenginoğlu Süleyman Demirel Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Avrupa Birliği Çalışmaları Bilim Dalı, Doktora

29 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Ortadoğu’nun Üvey Evladı: Filistin Cengiz Günay Yine bir İsrail saldırısı ve yine sağdan soldan gelen kınama haberleri. Oysa bunların hiçbir değeri yok. Hiçbir kınama İsrail’e yaptırım olarak geri dönmezken, herhangi bir Filistinlinin daha ölümüne de engel olmuyor. Peki, kınama dışında yapılacak bir şey yok mudur? Varsa neden yapılmıyor? Oysa yaşım küçücüktü, elim silah tutmaz, kalbim kin gütmezdi, ama hayallerim vardı benim…

S

oğuk savaş süreci boyunca iki süper güç, ABD ve SSCB, birçok alanda karşı karşıya gelmişler ancak asla sıcak bir çatışmaya girmemişlerdir. Dehşet dengesi denilen bu sistemde iki süper güç birbirilerinin savunma/saldırı kapasiteleri karşısında tedirgin bir ruh haline sahip olmuşlardır. Bu ruh hali onları kimi zaman yeni askeri teknolojiler üretmeye, kimi zaman da birbirleriyle silahlanmayı azaltma anlaşmaları yapmaya yöneltmiştir.

Sıcak çatışmadan kaçınan bu ülkeler; bunun yerine müttefiklerini silahlandırıp onların çatışmasını yönlendirme ve çıkacak sonuca göre politika üretme yolunu tercih etmişlerdir. Vietnam, Kore, Afganistan bunlardan en bilinenleridir. Öte yandan bu iki ülkenin sıcak çatışmanın eşiğine geldiği yegane olay da 1961 tarihli “Küba Füzeler

Krizi”dir. Bu olayda iki ülke donanması çatışmanın eşiğine gelmiş ve bunun iki ülke için yaratacağı sonuçların farkına varan liderler, iki ülke arasında “yumuşama dönemi”ni başlatmış ve kendi aralarında doğrudan iletişimi sağlayacak, “kırmızı hat” iletişim yönetimini uygulamaya başlamışlardır. SSCB dağılınca yani Soğuk Savaş bitince, ülkelerin müttefik çatıştırma politikası da bir evrim geçirmiştir. Artık müttefiklerin çatışması ve dolayısıyla birbirine üstünlük sağlaması yönteminden vazgeçilmiş bunun yerine ülkelerdeki iç siyasi dengeleri kullanma yöntemi ön plana çıkmıştır. Bu yöntemle iki ülke, ABD ve Rusya, bir ülkede kendine yakın olabilecek siyasi aktörü belirlemekte ve onun iktidara gelebilmesi için politikalar gütmektedir. Gürcistan, Ukrayna, Kazakistan, Sırbistan gibi ülkelerde yaşanan “kadife devrim”, “renkli devrim”, “turuncu devrim” gibi

30 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


adlarla anılan süreçler bu politikaların ürünüdür. Bu politikada, müttefik ülkelerle ilgili, dikkate alınması gereken birkaç nokta öne çıkmaktadır. Örneğin, ülkenin jeopolitik konumu, ülkenin demografik yapısı, siyasal‐askeri gücü… vsr gibi. Bunun yanında ülkedeki iç politik aktörün (yani üzerine oynanacak at’ın) de bazı özellikleri onu cazip veya antipatik kılmaktadır. Örneğin, bu iktidar adayı aktör, iktidar olunca nasıl politika güdecektir, hangi sermaye gruplarına yakındır, hangi etnik kökene mensuptur, ne gibi uluslararası fikirlere sahiptir ve hatta hangi ülkedeki, hangi üniversiteden mezundur? Bunlar gibi cevaplandırılması gereken sorular neticesinde çıkacak cevaplar, bize hem o ülkenin müttefikliğinin getireceği kazanç hem de ülkedeki siyasi aktörlerden hangisinin desteklenmesi gerektiği ile ilgili fikir vermektedir. En son olarak “Arap Baharı” sürecinde gördük ki; bu politika hala devam etmektedir. Hatta bu politikayı benimseyenler kervanına Çin de katılmıştır. Süreç boyunca bu politikanın sahipleri, baharı(!) yaşayan ülkelerdeki iktidar adaylarına veya mevcut iktidarlara yönelik politikalar geliştirerek, daha sonradan buralarda oluşacak iktidar bloklarında söz sahibi olmayı amaçlamışlardır. En canlı örnek olarak Suriye’deki durum karşımıza çıkmaktadır. Filistin ise bunların dışında gözükmektedir. Adeta “Ortadoğu’nun, babası tarafından sevilmeyen üvey evladı” gibidir. Bu topraklarda yıllardır süregelen çatışma birçok insanın canına, birçok liderin de koltuğuna mal olmuştur. “Filistin Davasına” sahip çıkamayan Arap lider koltuğunda kalamamış, bu davada aktif rol üstlenenler ise liderliklerle ödüllendirilmişlerdir.

Filistin herhangi bir yönden zengin bir coğrafya değildir. Çok fazla nüfusa da sahip değildir. Ne madeni, ne askeri gücü vardır. Dolayışla malum ülkelerin Filistin’e destek olmaları için herhangi bir sebep yoktur(!) Keza hep de böyle olmuştur ve İsrail’in saldırıları karşısında verilen yegane tepki “kınama” olmuştur. Çünkü fazlasına gerek yoktur. Konuya Arap ülkeleri açısından bakarsak eğer biraz daha değişik bir tablo ile karşılaşacağımızı kabul etmek gerek. Bu ülkelerin liderleri bu meseleye eğilmek zorundadırlar. Çünkü bu meselenin kamuoyu nezdinde albenisi çok yüksektir. Yani kendi toplumlarında meşruiyet sağlamak adına Filistin davasıyla ilgili olmak zorundadırlar. Aksi halde koltuklarından olmaları yüksek ihtimaldir. Yıllarca ülkelerini tek adam olarak yöneten, halkın herhangi bir talebiyle pek fazla ilgilenmeyen Arap liderler, konu Filistin davası olunca sese kulak vermek zorunda kamışlardır. Belki de yıllarca koltuklarında kalmalarının en büyük nedenlerinden biridir bu sese kulak vermek. Herhangi bir getirisi olmayan bir politika olan “Filistin’i Destekleme” fikrinin büyük güçlerden pek fazla ilgi görmemesinin nedeni dediğimiz gibi açıktır: getirisi yoktur. Dolayısıyla sırf idealist fikirler uğruna reelpolitikten ödün vermenin anlamı yoktur! O yüzden Filistin halkının bir kıymet‐i harbiyesi yoktur. Bu durum Arap liderler için de kısmen geçerlidir. Çünkü onların da davaya sahip çıkmak adına tek motivasyonları kendi meşruiyetlerini sağlamaktır. Bu belirlemeler ışığında Filistin’in durumu daha önce de belirttiğim gibi “babası tarafından sevilmeyen üvey evlat” gibidir. Çünkü bir kan bağı olmayan bu çocuk, babası tarafından sevilmeye ve korunmaya 31

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


muhtaçken, babasının böyle bir derdi yoktur. Zira bu çocuğun ne ilerde “büyük adam olma” ihtimali vardır ne de aileye veya babaya “maddi destek” sağlama. Dolayısıyla onu sevmek için hiçbir gerekçe yoktur, insan olmasının dışında. Bu şartlar altında bu çocuğu sevebilecek tek kişi sanırım annesi olmaktadır.

yukarıda belirtmeye çalıştım. Dolayısıyla ondan bir şey beklemek yersizdir. Ancak, sadece anne bu duruma tepki gösterebilme şansına sahip görünmektedir. Analojimizde anne rolünü oynayabilecek tek unsur kamuoyudur. Zira Filistin halkı sadece kamuoyu tarafından umursanmakta ve sadece kamuoyu bu halkın hakları ve davası konusunda samimi görünmektedir.

Analojilerin hataya çok meyilli olduklarını belirterek şunu söyleyelim: üvey baba elbette arap liderler(ve tabi Türkiye) ve malum büyük güçler olmakta, üvey evlat da tabi ki Filistin halkı. Babanın bu çocuğu sevmesi için herhangi bir sebep olmadığını

Cengiz Günay İstanbul Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

32 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Uluslararası Hukuk: Var mısın Yok musun? Rıdvan Civan Milletlerarası münasebetleri konu alan ve bu doğrultuda bu münasebetleri düzenleme iddiasında olan uluslararası hukuk hiç şüphesiz münakaşanın en yoğun olduğu hukuk dallarından birisidir. Gerek resmi ve fonksiyonel bir müeyyide organının yokluğu gerekse diğer hukuk dallarına göre yeni olması uluslararası hukuku şimdiden birçok eleştirinin hedef noktası haline getirmiştir. Bu eleştirilerin en büyüğü, şüphesiz, uluslararası hukukun güçlünün hukuku olduğu yönündeki iddiadır. Zira bu hukuk dalının hegemon gücün dünya üzerindeki faaliyetlerini, çıkarlarını ve müdahalelerini meşru hale getirme aracı olduğunu ve buna binaen uluslararası hukukun aslında yok hükmünde olduğunu savunan akademisyenlerin sayısı bir hayli fazladır. Esasında tarih boyunca yaşanılanları göz önünde bulundurduğumuzda bu akademisyenlerin çok da haksız olmadıklarını görmekteyiz. “Beyaz Adamın Yükü” zırvası ile Immanuel Wallerstein’in deyimiyle çevre ülkelerde medeniyet(!) götüren hegemon güç verdiklerinin yanında bir şeyler almayı da ihmal etmemiştir. Köleleştirme ve sömürgeleştirme faaliyetlerini meşru göstermek için medeniyet kisvesi kullanılmış ve hatta Batı tüm bunları görev kabilinden yapmıştır. Aynı şekilde meşru müdafaa anlayışı söz konusu Birleşik Devletlerin güvenliği

olunca Başkan Bush’un tek bir konuşmasıyla değişerek “sezgisel önleyici vuruş” adı altında bambaşka bir hal alabilmektedir. Hiçbir kurum ya da organın bunun önüne geçemeyeceği ve Birleşik Devletler’in güvenliğini tehdit eden bir durumu sezmesi halinde savaş tehlikesinin çok yakın olmasına gerek duyulmadan ve gerekirse tek başına hareket etmekten çekinmeden müdahalede bulunacağı Bush Doktrini olarak da anılan 20 Eylül 2002 tarihli Amerika Birleşik Devletleri’nin Yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde açıkça belirtilmiştir. Dahası Amerika Birleşik Devletleri’nin yapacağı muhtemel askeri ve hukuka uygun olmayan müdahalelerde buna engel olabilecek bir uluslararası kurum/örgüt henüz geliştirilememiştir. Tepkiler ancak devlet bazında olacaktır. Bunun işlevselliği ise Irak işgalinde denenmiş ve görünen o ki pek de caydırıcı olunamamıştır. Bu ve bunun gibi örneklerin rağmına uluslararası hukukun var olduğunu ve salt 33

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


güçlünün hukuku olmadığını savunanlar da mevcuttur. Uluslararası sistemde yaşanan bütün gelişmeler güçlü devletlerin çıkarlarına hizmet etmemektedir. Örneğin 1982 Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi’nde karasularının 12 mile çıkarılması kararlaştırılmış ve bu durum küçük devletler için daha avantajlı olmuştur. Ayrıca uluslararası hukukun aktörlerinden olan uluslararası örgütlerin varlığı da zaman zaman küçük devletlerin elini güçlendirmektedir. Zira bu örgütlerde yapılan oylamalarda ihtiyaç duyulması halinde, küçük devletler tarafından irade beyanları masaya konularak büyük devletlerle pazarlık payı artmış ve bu da özellikle soğuk savaş sonrasında küçük devletlere daha fazla bir hareket serbestisi tanımıştır. Uluslararası hukuk yeni bir disiplindir ve dolayısıyla bu disiplinin olgunlaşması için zamana ihtiyaç vardır. Ceza hukuku ya da medeni hukuk gibi köklü tarihleri olan hukuk dallarının yanında, 1648 Westphalia

Barışı ile başlayan süreçte gelişen uluslararası ilişkilerin hukukunun tarihi belki de henüz emekleme aşamasındadır. Daha “İnsan Hakları” kavramının ortaya çıkışının bir asrı geçmediği bir dünyada, uluslararası hukuktan bu kadar az zamanda tüm dünyaya adalet dağıtmasını beklemek biraz insafsız bir temenni olacaktır. Evet, hegemon güçler hukuku kullanmaktadır ancak bu sadece uluslararası hukuk alanında değil diğer tüm hukuk disiplinlerinde meydana gelen bir olaydır. Tüm egemenliklerin hukuk ile meşru kılındığı bir dünyada uluslararası hukuk yok sayılarak milletlerarası alanda söz sahibi olmak,en azından güçsüz devletler için, çok da mümkün değildir. Bu çerçevede uluslararası hukuku reddetmek yerine biraz daha olgunlaşmasını beklemek ve bu esnada sürece olumlu katkıda bulunmak daha akil bir yol olarak görünmektedir. Rıdvan Civan Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

34 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Devlerin Kafkasya Aşkı Mustafa Güven Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin çözülmesinin ardından büyük değişimler yaşayan Kafkasya bölgesi, jeopolitik ve jeoekonomik konumu itibariyle tüm ülkelerin dikkatlerini üzerine yoğunlaştırdığı, önem arz eden bir bölgedir. Kafkasya’da ki gelişmeler sadece Gürcistan – Osetya, Azerbaycan – Ermenistan veya Türkiye – Ermenistan sorunlarından ibaret değildir. Sorunların tamamına hakim olabilmek için büyük resmi görebilmek gerekmektedir.

K

afkasya bağımsız bir bölge değildir. Çevresinde daha büyük bölgelerin arasında kalmış bir alt sistemdir. Tarih boyunca da üç büyük gücün (Türkler, Persler, Ruslar) arasına sıkışmış bir bölge olmuştur. Tarih bu üç devletin güç durumu ve dengesine göre zaman zaman Kafkasya içlerine ilerlediklerine, zaman zaman da gerilediklerine tanıklık etmiştir.. Kafkasya bölgesi üzerinde hakimiyet kurmaya çalışan devletler ise; başta Rusya olmak üzere ABD, Çin, İran ve AB’dir. Amerika Birleşik Devletleri ve Kafkasya ABD, bölgeye yönelik çıkarlarını bölgedeki enerji kaynakları merkezli tanımlamaktadır. SSCB’nin dağılmasından sonra bölgeye yönelik çıkarların tanımlanmasında jeopolitik unsurlar da ön plana çıkmıştır. ABD’nin Kafkasya’ya yönelik politikalarını 3 döneme ayırmak mümkündür.

1991–1995 : ABD’nin, Kafkasya’ya yönelik politikaları Moskova merkezlidir. Yani ABD, ‘’Russia First’’ – ’’Önce Rusya’’ politikası uygulamıştır. Bunun nedeni Kafkasya ile Rusya üzerinden ilişki kurulmak istenmesindendir.   1995–2001 : ABD’nin yeni bağımsız cumhuriyetlere öncelik tanımasıyla ilişkilerde yakınlık ve gelişme başlamıştır.   2001 ve Sonrası : ABD bölgeye yönelik daha aktif bir politika geliştirmeye başlamıştır. 1995 yılından sonra Kafkasya’da değişen ortam, ABD’nin de dış politikasının değişmesine imkân vermiştir. Amerika Birleşik Devletleri’nin Kafkasya ve Orta Asya’yı ‘’stratejik hayati bölge’’ olarak tanımlaması Rusya’nın tepkisine yol açmıştır.

35 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Kafkasya bölgesi, Orta Asya ile birlikte ABD ve Batı devletleri için SSCB’nin çevrelenmesi politikasında ‘’yumuşak karın’’ olarak görülmüştür. Sovyetlerin çöküşünden sonra AB ile birlikte ABD, Sovyetler’in boşalttığı yerleri hızla doldurma gayreti içine girmişlerdir. ABD’nin bölgeye yönelik siyasi hedeflerini ise üç ana maddede toplamak mümkündür.  Bölge ülkelerinin egemenlik ve bağımsızlık arzularını desteklemek. Bu davranışıyla bölgeye müdahil olmak ve bölgenin enerji ve petrol kaynaklarından çıkar sağlama eğilimindedir.  Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgedeki ikinci siyasi hedefi : Bölgesel petrol üretimi ve ihracatı açısından bölgedeki ticari çıkarlarını desteklemektir. ABD şirketleri, ekonomik reformların hızlanmasına ve bölgenin dünya ekonomik pazarlarına girmesini amaçlamaktadır.  ABD’nin bölgeye yönelik son siyasi hedefi petrol ile ilgilidir. Amerika, petrol temin etme seçeneklerini çoğaltmak ve Basra körfezine bağımlı durumdan kurtulmak istemektedir. 11 Eylül saldırıları sonrasında sınırlı sayıda Amerikan askerinin Gürcistan’a gönderilmesi, hem Gürcistan hem de Azerbaycan ile yürütülen askeri ilişkiler, Bakü – Tiflis –Ceyhan ham petrol boru hattı projesine verilen destek, Ermenistan’da NATO tatbikatı yapılması ABD’nin bölgeye angaje olmak için uyguladığı politikalara somut örneklerdir. Rusya Federasyonu ve Kafkasya Kafkasya her dönem Rusya için ayrı bir önem arz etmiştir. Rusya’nın gözünde Kafkasya büyük bir hammadde kaynağıdır. Jeopolitik açıdan Kuzey Kafkasya, Avrupa ile Orta Asya arasında geçiş köprüsü

niteliğindedir. Kuzey Kafkasya, Rusya’nın Karadeniz, boğazlar ve Akdeniz yoluyla sıcak denizlere inebilmesine imkân sağlamaktadır. 1990’lar da Rusya Kuzey Kafkasya’da tutunabilmek için savaşmıştır. 2000’lere gelindiğinde ise Rusya’da Güney Kafkasya’ya inme eğilimi baş göstermiştir. Bölgenin enerji kaynaklarından dolayı Moskova, bölgeyi ele geçirmeyi ve elinde tutmayı en önemli hedeflerinden biri olarak görmektedir. Bu hedef Soğuk Savaş sonrasında da değişmemiştir. Putin’in göreve gelmesinin ardından Kafkasya politikasını yenileyen ve sertleştiren Rusya, dünyaya Kafkasya’nın kendi nüfuz alanı olduğunu vurgulamıştır. Moskova, Kafkasya’da mutsuz ve ayrılıkçı azınlıkları müttefiki olarak görmektedir. Onları kendi başkentlerine karşı kışkırtarak bölgede hareket sahasını genişletmiştir. 2008 Gürcistan Savaşı’ndan sonra Gürcistan neredeyse üçe bölünmüştür. Bunlar Abhazya, Güney Osetya ve Gürcistan’dır. Böylece Rusya’nın bölgedeki müttefik sayısı üçe çıkmıştır. Ayrıca Gürcistan Savaşı ile bölgeye ve dünyaya şu çok önemli mesajlar verilmiştir :  Bölgenin patronu Rusya’dır.  ABD burada hiç kimseyi koruyamaz.  ABD desteği olmayınca Türkiye’de burada kimseyi koruyamaz.  Rusya’nın karşısında olanların sınırlarını bilmeleri gerekir.  Kafkasya’da milliyetçiliğin yükselmesi, Rusya Federasyonu’na karşı nefretin güç kazanmasına paralel biçimde ortaya çıkan ayrılıkçı hareketler, bölgenin gelecekte Rusya Federasyonu açısında da bir tehdit olabileceğini göstermektedir. Henüz lokalize olarak gözlemlenen ayrılıkçı eğilimlerin önümüzdeki dönemlerde genelleşerek bir ‘’bloklaşma’’ ile sonuçlanma ihtimali bulunmaktadır. Bu 36

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


durum Rusya’nın bölge ile doğrudan bağlantılı ekonomik, siyasi çıkarlarını ve toprak bütünlüğünü tehdit edecektir. Kafdağı’nın Ardında Saklı Kalan Komşuluk: AB ve Kafkasya AB, bünyesinde bulundurduğu ülkeler gibi, komşularıyla da arasında ortak kültürel değerler ve birbirlerine yakın refah düzeyi istemektedir. Avrupa Birliği’nin Kafkasya ile ilişkileri ‘’Ortaklık ve İşbirliği Anlaşmaları’’ ile başlamıştır. Anlaşmalar, her iki taraf arasında ilişkileri düzenlemekte, yeni işbirliği alanları ortaya koymakta ve isteklerin kurumsal mekanizmaya oturtulmasında faydalı olmaktadır. Ortaklık ve işbirliği bağlamında AB, bölge ülkeleriyle siyasi diyalog geliştirmiş, bölgedeki etnik çatışmalar ve anlaşmazlıklar ile ilgili bildirilerde bulunmuştur. Ancak etnik çatışmaların çözümünde AB’nin arabulucu rolü pek de etkin olamamıştır. Bunun nedeni bölgede çok sayıda dış aktörün varlığıdır. Kafkasya bölgesi AB için çok önemli bir yere sahiptir. Güney Kafkasya bölgesi Avrupa kıtasının enerji sağlayıcısıdır. Bakü – Tiflis – Ceyhan boru hattı bu bağlamda büyük önem taşımaktadır. Yine Şahdeniz yatağında çıkan doğalgazın Bakü –Tiflis – Erzurum boru hattı ile güvenli bir şekilde Türkiye ile AB pazarlarına çıkışının sağlanması bölgenin AB için ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. AB’nin Kafkasya’ya yöneliminde dört faktör belirgin olmuştur. Bunlardan ilki son genişlemenin AB sınırlarını doğuya doğru yaklaştırması ve Hazar’ı Avrupa merkezine daha yakın hale getirmesidir. İkinci faktör; uluslararası güvenlik dengelerinin değişmesi ve 11 Eylül saldırılarının ardından kendini asimetrik tehdide açık halde görmeye başlayan AB’nin, Kafkasya Bölgesi’nde de çıkarlarını koruması

gerektiği düşüncesidir. Diğer bir faktör; Gürcistan’da ki Gül Devrimi’nin AB içerisinde Kafkasya’da otoriter yönetimlerin sona yaklaştığının işareti olarak algılanmış olmasıdır. Son faktör ise; AB’nin Hazar’da ki kaynaklara ve Asya ile Avrupa arasındaki ulaşım merkezi olma rolüne önem vermesidir. Bölgede önemli hammadde potansiyelinin bulunması, bölgenin Avrupa ile Asya ve Uzakdoğu arasında önemli bir bağlantı oluşturması, AB’nin Kafkasya’ya olan ilgisini her zaman sıcak tutacaktır. Genişleme süreci devam eden AB’nin her yeni üye ile enerji rezervlerine olan ihtiyacın giderek artması; TACIS (Bağımsız devletler topluluğuna teknik yardım) kapsamında INOGATE (Avrupa’ya devletlerarası petrol ve gaz nakli) projesinin hayata geçirilmesini gündeme getirmiştir. AB’nin bölgedeki çıkarları ekonomiktir. AB bu politikalarla Kafkasya ile olan iletişimini canlı tutmayı, özellikle de bölgenin enerji kaynaklarının kullanılması ve dağılmasında söz sahibi olmayı amaçlamaktadır. AB, Kafkas ülkeleri ile güçlü bağlantılar kurarak uluslararası sistemde küresel bir aktör olarak sürekliliğini ve etkinliğini korumayı amaç edinmektedir. İran ve Kafkasya Sovyetler Birliği’nin çöküşü İran açısından kısmen olumlu, kısmen olumsuz ama her halükârda önemli sonuçlar doğurmuştur. Öncelikle İran’ın son üç yüz yıllık tarihinde Tahran’ın tehdit kaynaklarının başında gelen Rusya ile doğrudan sınır kalkmıştır. Kafkasya’da yeni devletlerin ortaya çıkması İran için önemli ilgi odaklarından biri olmuştur. İran, bu yeni devletlerin ortaya çıkışını uluslararası arenada yalnızlıktan kurtulma adına bir fırsat olarak görmüştür.

37 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


İran, Kafkasya bölgesine tam kapasite ile etkin olamamaktadır. Bunun en büyük nedeni bölgede ki başat gücün Rusya olmasıdır. Diğer faktör İran’ın bölge ülkeleri ile ilişki düzeyinin düşük olmasıdır. Bunların dışındaki faktörler ise;  Azerbaycan açısından mevcut İslami rejimin İran bağlantısı,  İran’ın ekonomik durumu ve teknolojik yetersizliği,  Türkiye – İran, ABD – Rusya rekabetinin yansımaları,  Hazar’ın statüsünün belirlenmesidir.  Bu dört neden devam ettikçe İran’ın bölgeye tam kapasite ile müdahil olması hep sınırlı çerçevede olacaktır. İran, bölge dışı aktörler olarak tanımladığı AB, ABD ve NATO’nun bölgedeki yayılmasından rahatsızlık duymaktadır. Kafkasya’da ki her türlü sıcak çatışma ve kontrolsüz istikrarsızlığın kendi milli güvenliğini tehdit ettiğini düşünen İran, bu çerçevede her türlü çatışmaya karşı çıkmaktadır. Çin ve Kafkasya Çin, 21. yy.’da süper güç olma peşindedir. Bu nedenle tek kutuplu dünya oluşumuna karşı Rusya ile stratejik ortaklık kurmuştur. Rusya Federasyonu’nun doğu bölgeleri dışında Rusya toprakları üzerinde özel bir çıkarı olmayan Çin, Kuzey Kafkasya üzerinde Rusya Federasyonu’nun belirlediği çizgi dahilinde bir politika geliştirmektedir. Ancak Rusya’nın

etkinliğinin azaldığı Güney Kafkasya’ya Çin’in ilgisi giderek artmaktadır. Çin’in Güney Kafkasya ve Kuzey Kafkasya için ayrı politikalar benimsemesi iki nedene dayanmaktadır.  Çin, Rusya’nın Güney Kafkasya’dan çekilmesiyle ekonomik, siyasi, askeri, kültürel vb. konularda boşalan alanların yalnızca batı ülkeleri (AB, ABD) tarafından doldurulmasından rahatsızdır.  Çin, Kafkasya’nın jeopolitik ve jeoekonomik açıdan önemli bir bölge olduğunun bilincindedir. Bu nedenle Güney Kafkasya’ya müdahil olmak için bölge ile ortak dış ticaret hacmini arttırmaya yönelik politikalar izlemektedir.  Çin’in Güney Kafkasya politikası Rusya ile paralel olmasına rağmen, Rusya’dan farklı olarak Çin, Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü desteklemektedir. Bu durum, sorunları BM aracılığıyla çözmek isteyen Gürcistan için çok önemlidir. Nitekim Çin, BM Güvenlik Konseyi daimi üyesidir. Zayıf siyasi kültür, milliyetçilik sorunu, ekonomik problemler, sınır sorunları, radikal İslam gibi konular bölgenin çözülmeyi bekleyen başlıca sorunlarıdır. Bölgeye büyük güçler tam kapasiteyle müdahil olmak ve enerji kaynaklarından yararlanmak istemektedir. İşbirliğinin kullanılarak devletler arasında karşılıklı çatışan çıkarların ortak çıkarlara dönüşmesi bölgenin gelişimine büyük katkı sağlayacaktır. Mustafa Güven Atatürk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

38 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


İsrail: Değişen Ortadoğu’nun Değişmeyen Tek Ülkesi Volkan Türkmen Yahudiler Roma İmparatorluğu’nun Kudüs’ü ele geçirmesi ve ardından üç isyanı bastırmasıyla birlikte dünyanın çeşitli merkezlerinde yaşamlarını sürdürdüler. 19.yüzyıla doğru Yahudilerin devlet kurma düşüncesine ilgiler artmaya başladı. Buna istianen 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde bir toplantı yapıldı. Toplantı da Dünya Siyonist Örgütü kuruldu. Kurulan teşkilatın başına Theodore Herzl geçirildi ki kendisinin Siyonizm üzerine yoğun çalışmaları mevcuttur. Bundan sonraki aşama devletin nereye kurulacağıdır. Uganda ismi ilke olarak geçmekte ancak kabul görmemiştir. Kurulacak olan Siyonist yönetime bölge Askeri, ekonomi ve tarihi koşullar dikkate alınmalıdır. Zira devlet Böylece askeri açıdan savunulabilir ve hem de ulusun ekonomik ihtiyacı karşılanabilecektir. Filistin fikri ortaya çıkmıştır. İlk olarak Osmanlı Devleti engeli aşınmak istenmiş Theodore herzl ve Abdülhamit görüşmesinde Abdülhamit fikri reddetmiş ve gerekçesi olarak da şöyle demiştir: “Ben bir karış dahi olsa da toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim, bu imparatorluğu kanlarını dökerek kazanmışlar ve yine kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bu aşamalardan sonra İsrail devleti 2.dünya savaşı sonrasın da 1948 yılında nüfusun 600.000 üzerine çıkması üzerine 1948 yılında İsrail Devleti kurulmuştur. Kuruluşundan itibaren dünya üzerinde

uluslararası arena da belirleyici rol oynayan devlet İsrail olacaktır. İsrail dış politikasını anlamak için öncelik olarak kuruluşunu ve prensiplerinin neye dayandığı iyi anlaşılmalıdır. İsrail’in Dış Politika sorunlarına değinirsek öncelik olarak Filistin anlaşmazlığı, Türkiye İlişkileri, İran ile ilişkileri Uluslararası Arenada en çok öne çıkan başlıklardır. İsrail–Filistin anlaşmazlığı İsrail Filistin anlaşmazlığı tarihte diplomat eskiten dosya olarak da geçmektedir. İsrail – Filistin anlaşmazlığı temel noktası İsrail’in kuruluşundan itibaren İsrail devletinin bölgenin kendisine ait olduğu iddiası üzerinde yatmaktadır. Başlıca temel sorunlara değinecek olursak Jerusalem (Kudüs) statüsü, Yahudi yerleşim birimleri, Filistin devleti sınırları ve Su sorunu çözümsüzlüğün başlıca sorunlarını 39

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


oluşturmaktadır. Her iki devletin de belirlenen çözümleri kendi çıkarları açısından sorun olarak görmesi anlaşmazlığın çözülmesi konusunu daha derinlere itmektedir. Bunun en büyük nedeni her iki ülkenin de dine dayalı bir yönetim anlayışını benimsemeleridir. Sorunlara değinecek olursak, 1) Yahudi yerleşim yerleri; İsrail işgali sonucu Filistin topraklarında Yahudiler yerleşim yerleri konusunda taviz vermemektedirler. 1991 yılından bu yana hızla katlanarak devam eden Yahudi yerleşimleri için İsrail taviz vermemekte bunun yanı sıra işgal altındaki Filistin topraklarında ki konut projelerinde barış anlaşmasın da yer almasını istemektedir İsrail için Yahudi yerleşimleri güvenlik meselesi olarak görmektedir. Barış sürecinde çözümsüzlüğü oluşturan nedenlerden birisini İsrail kendi kendine üretmektedir. 2)Kudüs Statüsü; 3 büyük dinin buluştuğu yer olan Kudüs dünya tarafından paylaşılamayan en önemli kutsal mekân olan Kudüs Arap – İsrail arasında ki anlaşmazlığın en önemli nedenlerinden birisidir. İsrail Kudüs’ü ebedi başkenti ilan ederken Filistinliler ise BM 242 sayılı kararına dayanarak Doğu Kudüs’ü Filistin devletinin başkenti olarak savunmaktadır. Her iki kesim içinde Kudüs din ve kimlik meselesi olarak görülmekte ve barış sürecinin önünü tıkamaktadır 3)Filistin Devletinin Sınırları; Oluşturulacak olan Filistin Devleti’nin sınırları aynı zamanda İsrail’in sınırlarını belirleyeceğinden dolayı İsrail‐ Filistin arasında ki barış görüşmelerinin belirleyecektir. 1979 Kamp David’de Mısır ile 1994 yılında Ürdün ile yapılan anlaşmayla sınır konusunu çözen İsrail, Batı Şeria’yı 1967’den beri işgal altında tutmaktadır. BM güvenlik Konseyi’nin 242

sayılı kararına göre İsrail Filistin sınırının 1967 savaşı öncesi olması gerektiğini belirtmiştir. Ancak İsrail Doğu Kudüs’ü ilhak ederek İşgal altında tuttuğu Batı Şeria’ya Yahudi yerleşim birimleri kurarak bir ayrım duvarı inşa etmektedir. Bu noktada sınır konusu tam olarak çözümlenmesi imkansız hale gelmiştir. Sonuca gelecek olursak İsrail–Filistin çatışmasının nedenleri bellidir. Bu nedenler ortadan kalkmadıkça İsrail‐Filistin meselesi öyle kolay kolay sonuçlanamaz. Bu açıdan İsrail dış politikasının önemli bir bütününü oluşturan Filistin sorunu İsrail’i çıkmaza sürüklemektedir. Türkiye –İsrail İlişkileri İsrail‐ Türkiye ilişkileri 28 Mart 1949 tarihinde Türkiye’nin İsrail’in bağımsızlığını tanımasıyla başladı. Böylece bundan itibaren ilişkiler süregelen inişli‐çıkışlı bir seyir izlemektedir. İsrail için Türkiye’nin önemi İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke olması buna mukabil bölge üzerinde jeostratejik açıdan önemli bir konumda yer almasıdır. Tarihi süreci iyi analiz ettiğimiz zaman Türkler ile Yahudiler arasında sürdürülen iyi ilişkilerin Türkiye‐İsrail ilişkilerin tesisinde önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Türkiye – İsrail ilişkilerinin ilk gerginliği Bağdat paktında oluşmuş, Türkiye 26 Kasım 1956’da İsrail ile ilişkilerinin temsil düzeyini maslahatgüzar seviyesine düşürmüştür. Ancak 1990’lı yıllarda ise Türkiye – İsrail ilişkiler diğer dönemlere göre farklıdır. İkili ilişkiler askeri, siyasi ve ekonomik olarak büyük bir ivme kazanmıştır. Türkiye‐İsrail Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması çerçevesinde F‐4 ve F‐16 uçaklarının modernizasyonu projesi uygulamasını başlatmıştır. 1998’de Türkiye‐ABD‐İsrail gemilerinin katıldığı Güvenilir Denizkızı (Reliant Mermaid) adını taşıyan arama‐ kurtarma tatbikatı icra edilmiştir. 40

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


İkili ilişkilerin güven ve memnuniyet derecesinde olması 2000’li yıllardan itibaren düşmeye başlamıştır. İsrail de gerçekleşen hükümet değişikliği sonucunda Arel Şaron hükümetinin Filistin üzerinde ki şiddeti arttırması üzerine Türkiye soykırım yapmakla suçlamıştır. Her ne kadar siyasi olarak ilişkiler gerginleşse de askeri ve ekonomik olarak ilişkiler hep üst düzeyde kalmıştır. 170 Türk M‐60 tankının modernizasyon projesi Başbakan Ecevit’in soykırım suçlamasından 2 gün önce, 30 Mart 2002’de bir İsrail firmasına verilmesi örneğinde görüldüğü gibi ilişkiler sadece söylem düzeyinde kalmaktadır. İlişkilerin bozulmamasının en önemli nedeni tarihten gelen Türkler ile Yahudiler arasında sürdürülen iyi ilişkilerdir. Buna rağmen kimi zaman ikili ilişkiler istenildiği gibi gitmemektedir.. Davos Ekonomik Forumu’nda “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” başlıklı panelde İsrail Cumhurbaşkanı Sayın Şimon Perez İsraillin haklı olduğunu söylemesi üzerine ‘’one minute’’ krizi yaşanmış ve Türkiye Başbakanı Sayın Recep Tayyip Erdoğan İsrail Cumhur başbakanına ciddi ve sert bir tepki göstermiştir. Bundan sonra İsrail – Türkiye ilişkileri gerginleşmiş Sayın Başbakan Recep Tayyip Erdoğan Arap dünyasında kahraman ilan edilmiştir. Davos krizinden sonra 9 Türk vatandaşının öldürülmesiyle sonuçlanan mavi Marmara olayı sonucu Türkiye İsrail ilişkileri artık geri dönülmez noktaya ulaşmak üzeredir.

İsrail’in 9 Türk vatandaşını öldürerek yaptığı büyük hata sadece Türkiye’nin değil dünya kamuoyunda da İsrail’in sert bir tepkiyle karşılaşmasına neden olmuştur. Cumhuriyet tarihinde ilk defa Türk vatandaşı siviller düzenli bir ordu tarafından katledilmiştir. Bunun neticesine de Türkiye İsrail den özür beklemektedir. Bugünkü gelişmelerin sorumlusunun İsrail hükümeti olduğunun altını çizen Davutoğlu, İsrail hükümetinin gereken adımları atmadıkça bu noktadan geri dönülmesinin söz konusu olmayacağını ifade etmiştir. Sonuca gelecek olursak tarihi süzgeçten geçirdiğimiz İsrail Türkiye ilişkileri zaman zaman ivme kaybetse de İsrail’in atacağı doğru hamlelerle tekrardan yükselişe geçebilecektir. Türkiye İsrail’e sadece özür dilemesi durumunda tekrardan ilişkilerin gözden geçirileceğinin belirtisini zaten vermiştir. Türkiye bölgesel bir güç olmasının yanı sıra İsrail ile tarihsel sıkı bir bağı mevcuttur. Bu bağ Türk ve Yahudi nüfusunun birbirine duyduğu sempatiden kaynaklanmış Osmanlı dan itibaren başlayan samimiyet hala ekonomik siyasi ve askeri olarak devam etmektedir. Neticesinde İsrail‐Türkiye ilişkileri kısa bir süreliğine de olsa durma noktasındadır. Bu noktadan itibaren her iki ülkenin yaklaşımı ilişkinin seyrini belirleyecektir.

Volkan Türkmen Trakya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümü

41 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Yeni Dünya Düzeni, Avrusyacılık ve Rusya Mustafa Keskin Sovyetlerin yıkılmasının ardından Rusya Federasyonu’nda dış politikanın saptanmasındaki temel argüman “uluslararası sistemdeki belirsizlik”tir. İkinci Dünya Savaşının ardından yaşanan iki kutuplu sistemden birinin yıkılmasıyla sona ermiş ve Soğuk Savaş’ın sona erdiği söylemi egemen olmuştur.

O

luşan yeni ve belirsiz uluslararası ortam, ABD tarafından tek kutuplu bir “Yeni Dünya Düzeni” inşa edilmesini gündeme taşımış, daha istikrarlı ve daha zengin bir dünya oluşturulmasına yönelik umutlar özellikle ABD siyaset ve bilim çevrelerince çok sayıda taraftar bulmuştur. Bunu yaparken de “Yeni Roma” adı altında hegemonyasını dünya çapında inşa etmeye çalışmıştır. Bu çerçevede Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezi realist bir tınıyla seslendirmeye başlanmış, insanlık tarihinin en mükemmel sloganlar olan “piyasa ekonomisi,demokrasi ve insan hakları” ile dünya uygarlığının ABD merkezli ihracata başlanmıştır. Bu dönemde “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulabilmesi için gerek George Bush, gerekse Bill Clinton yönetimleri uluslararası işbirliğine ve uluslararası örgütlerin birleştirilmesine yönelik çabalar harcamışlardır. Nitekim 1990 yılındaki 1.Körfez Savaşı’nda BM

tarafından verilen yetkiyle, ABD önderliğinde bu zamana kadar dünya tarihinde görülmeyen en büyük koalisyon oluşturulmuştur. Diğer yandan “Yeni Dünya Düzeni” sloganı ABD dışındakiler tarafından oldukça olumsuz olarak algılanmış, ABD’nin diğer devletlerin rızasını ve desteğini alarak hareket etmesi daha da önemli hale gelmiştir. Bu dönemin aslında çok kutuplu mu yoksa tek kutuplu mu olduğu noktasında önemli tartışmalar yaşanmıştur. Ancak süreç ilerledikçe şu anlaşılmıştır ki, ABD’nin tek süper güç ya da tek küresel güç olarak tanımlanması tamamıyla doğru bir kodlama değildir. ABD askeri anlamda tek süper güç olmasına karşın, ABD’nin tek kutup olduğundan dem vurmak söz konusu değildir. Askeri güç olmak olmak, dünyanın tek sahibi olmak demek değildir. Bu anlamda 42

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


devletler arasında belirleyici bir güç olan ekonomi de, en az askeri güç unsurları kadar etkili bir silahtır. Nitekim ABD; ticaret, finansal düzenlemeler benzeri taleplerini AB, Japonya, Çin gibi devlerle uzlaşma sağlamadan gerçekleştirememektedir. Enerji gibi hassas bir konuda Rusya gibi bölgesel bir güçle istişare yapmaksızın net politikalar ortaya koyamamaktadır. Gelinen noktada Soğuk Savaş sonrası uluslararası düzen, “3 boyutlu bir satranç tahtası” modeli üzerinde şekillenmektedir. Buna göre, yeni sistemin tek hamisi ABD değildir, süper güç olma kriterleri askeri güç unsurlarına sahip olmakla sınırlı değildir. Son olarak yeni uluslararası düzende, potansiyeli olan bütün aktörler söz sahibi olabilirler. AvRusyacılık ve Rusya İlk kez 1904’te İngiliz coğrafyacı Sir Halford Mackinder’in kuramına göre, “heartland” dünyanın en büyük doğal kalesidir. Buraya egemen olan dünyaya egemen olur görüşü hakimdir. Bu yaklaşıma göre; Doğu Avrupa’dan başlayarak, tüm Avrasya’yı “hertland” içine alan Mackinder, 1943’te Lena nehrinin doğusunu bu merkez bölgeden çıkararak, neredeyse günümüzde “enerji savaşımları”nın yaşandığı bir coğrafyayla sınırlamıştır. Sonuç olarak bir kısmı Rusya Federasyonu içinde kalan ve bir kısmı da SSCB’den ayrılarak Rusya Federasyonu’nun komşusu haline gelen Orta Asya‐Hazar bölgesi dünyanın “yeni enerji merkezi” ve “yeni böyük oyun” sahnesine dönüşmüştür. Rusya’nın 1990’lardaki fotoğrafına baktığımızda dağılma, ekonomik ve toplumsal bir çözülme ve bunlara paralel olarak uluslararası dönüşüme ayak

uydurma gibi kavramlar belirginleşmektedir. Putin ve Şahlanış Özellikle Yeltsin bu büyük dönüşüm sürecinde, devletin bekasını garantileme, toprak bütünlüğü ve egemenliğin tesisi gibi konularla ilgilenmiştir. Rusya güçlü bir başkanlık sistemiyle yönetilmektedir. Nitekim Yeltsin’in ardından 26 Mart 2000’de ilk turda yüzde 53 oy alan Putin güçlü başkanlık koltuğuna oturmuştur. 1990’larda iç politikada yaşanan Atlantikçi‐ Avrasyacı çekişmesi, Putin’in iktidara gelmesiyle sona ermiştir. Putin deyim yerindeyse bir sentez oluşturmaya çabalamıştır. 2001 yılbaşında eski Sovyet ulusal marşını tekrar kabül edip ona yeni sözler yazdırmıştır; devletin resmi bayrağını Çarlık Rusya’sının üç renkli bayrağı olarak belirlemiş, ordunun bayrağını kızıl bırakmıştır. Sovyet döneminin her şeyinden nefret ettiğini gizlemeyen Yeltsin’in aksine, Putin Sovyet vatanseverliğini Rusya için geri getirmeye çabalamıştır. Bu çerçevede “Her kim ki Sovyetler Birliğinin çöküşünden üzülmüyor, onun kalbi yoktur; her kim ki onu eski şekliyle canlandırmak istiyor, onun aklı yoktur.” diyerek pratik ve pragmatik bir yaklaşım ortaya koymaktadır. Dağılmayla beraber, Rusya ekonomik anlamda dibe vurmuştur. Ancak 2000’lere geldiğinde enerji fiyatlarındaki artış tam tersi bir etki yaratmıştır. Bura etkili olan unsur petrol fiyatlarındaki büyük artıştır. Ancak üzerinde durulması gereken bir diğer unsur, burada uygulanan akılcı politikalardır. Temmuz 2000’de kabul edilen 10 yıllık Ekonomik Program’la Rusya Federasyonu bir çerçeve programı ortaya koymuştur. Bu program çerçevesinde bir 43

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


yandan IMF’ye ve Paris Klübü’ne olan tüm borçlar ödenerek ülke üzerindeki yabancı baskılar azaltılmış, yolsuzluklara ve oligarklarla savaşım yardımıyla vergilendirme sağlanarak halka yarar ve güçlü halk desteği sağlamlaştırılmıştır. Putin ekonomik mekanizmayı sağlamlaştırmış, bu çerçevede yükümlülük altına sokabilecek uluslararası anlaşmalara ulusal çıkar çerçevesinde açıkça karşı çıkmıştır. İzlenen politikalar sayesinde 2006’da Rusya dünyanın 12. büyük ekonomisi olmuştur. Ticaret fazlası 120 milyar doları aşmış; bütçe fazlası önemli ölçüde artış göstermiştir. Sonuç olarak, Putin’in hedefi çağdaş ekonomik bir yapı kurmak, ekonomide oligarşik yapıyı kırmak, enerji kaynaklarının ulusal çıkarlara hizmet etmesini sağlamak ve Rusya’yı dünyadaki eski gücüne kavuşturmasını sağlamak olmuştur. Sonuç ABD uluslararası sistemdeki gelişmeleri tek başına yönlendirmede yetenek ve irade sahibi tek devlet değildir. Bu anlamda Rusya bölgesel bir güç olarak ABD karşısında dengeleyici bir güçtür. 21.

Yüzyılda ABD’yi nükleer anlamda tehdit edebilecek ve dengeleyebilecek en önemli güç yine Rusya’dır. Bu durum ve dengeleme sadece nükleer anlamda değildir. Rusya Sahip olduğu ve denetimi altında tuttuğu enerji kaynaklarıyla dünya enerji fiyatlarını belirleyen devletlerin başında gelmektedir. Buna ek olarak dünyanın en büyük coğrafyasına sahil olması da önemli bir olaydır. Bu çerçevede Rusya AB ülkeleri üzerinde de etki sahibidir. Kafkaslar ve Avrasya coğrafyasında başat güçtür. Dolayısıyla Rusya söz konusu olduğunda bir “bölgeden” değil, “bölgelerden” söz etmek gerekir. Putin’in Papa Jean Paul’la görüşmeleri, 16. Benedikt ile görüşmeleri o dönemde dünya basınında ve gündeminde önemli bir yer tutmuştu hatırlanırsa. Bu açıdan Rusya, Avrupa’da da, Kafkaslarda da, Ortadoğu’da da, Uzak Doğu’da da bölgesel bir güçtür. Ancak bu bölgesel güç anlayışının vitesi oldukça yüksektir ve manevra alanı oldukça geniştir. Bu da göz ardı edilmemesi gereken önemli bir unsurdur. Mustafa Keskin Kocaeli Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

44 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Fikir Çilesi: Asrımız ve Biz Muharrem Ahmetoğlu Çağımız insanı bir yönüyle topaldır. 19. asrın vulgar/kaba maddecilik takıntısı ile boğuşan ve içerisinde boğulan, 20. asrın yıpratıcı, sendeleyici olayları karşısında sarsılan eski dünya insanı tipolojisi; 21. asırda kendini toparlayamadan, zihnini bulanıklığını gideremeden, yerini, yeni dünya insanı tipolojisine devredivermiştir. Söz konusu devrediş, zaman ve mekân cihetiyle kısa ve sathî, mana ve etki cihetiyle derunî ve kuşatıcıdır. Yine aynı acı devrediş, insanın topal kalan ama asıl olması gereken yönünü, manevî yönünü işaret eder. İkinci bin yıla girişimiz on yılı aşmış bulunuyor. Ardımıza dönüp baktığımızda geldiğimiz veya vardığımız noktanın düne nazaran daha huzur verici olduğunu söylemek, teptiğimiz onca yola, çektiğimiz olanca zahmete rağmen, akla kâbil değil.

Y

eni ve modern insan, ruhundan soyunmuş, bedeni ile onun arzuları arasında sıkışıp kalmış, hezeyanlarından sürekli üretmek ve o ölçüde tüketmek düstûruna dayanarak kurtulma telaşına düşmüş, fikrî mülâhazalardan alabildiğine uzak, idealsiz veya köhnemiş idealleriyle var olma mücadelesine giren, kafa‐kalp‐ beden üçleminin nisbetsiz gelişimine engel olamayan, hakîkati duyma tahammülü gösteremeyen, bütün bu sayılanların ve daha nicelerinin farkına dahi varamayan insandır. Yeni ve modern insana rağmen var olma mücadelesi vermek, hakiki bir inanç, kuvvetli bir direnç ister. Bahsettiğimiz “var olma mücadelesi”, maddi ve müşâhhas olmaktan bir hayli uzaktır ve fikri tekâmülü ifade etmektedir. Peki, fikri tekâmül ve beynin zonk zonk zonklaması, sızlaması neden gereklidir?

Daha ileri bir düşünce olarak ise şöyle sorulabilir: Fikir çilesi çekmek gerekli midir? İnsanoğlu ürettikçe var olmuş, var oldukça üretmiştir. Çağımızda ise bu çark/tarihsel gerçeklik tersine dönmüş, tepetaklak olmuştur. Tüketmek, bitince yine tüketmek günümüz insanını veciz bir şekilde bizlere anlatır. Telaşla birleşen tüketim arzusu maddi olanı tükettiği gibi; ilişkileri, duyguları, zihinleri ve fikirleri kısaca manevi olanı da tüketmekte, onarılamaz hasarlar bırakacak şekliyle görünmeyen yanımızı sinsice kemirmektedir. Modern insanımızın mülâhazaya, murâkabeye, ruhunun olgunluk merhalelerini bir bir aştırıcı tefekküre ayıracak vakti yoktur ve kalmamıştır. O sürekli bir yerlere yetişme telaşındadır. Evine bir önce varma, bir an evvel yatağına girip uyuma, sabah telaşla kalkarak işine yetişme çabasındadır ve 45

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


bıktırıcı kısır döngü birileri dur değinceye dek, her yeni gün tazelenmeye mecbur ve muhtaçtır. Bir mütefekkirimiz medeniyetin yeni halini şöyle izah etmektedir: “Medeniyetin en büyük yasağı durup dinlenmektir; fakat dinlenmeye müsaade etmediği gibi yorulmayı da affetmeyen bugünkü çelik medeniyet, bizden çelik bir bünye istiyor ve vücutlarımızı da endüstrinin muhtelif aksamı haline sokmaya çalışıyor.” “Fikir” denen mücerret kavram, çilesiyle birlikte var olabilmektedir. Emek ister, çaba gerektirir. Bir dert ile hem hal olmayı şart koşar, kapılarını her isteyene açmaz. Uyutmaz adamı, beyni içer her gece! Anlatılamaz elbette, yaşanması tadına varmak için bir yol olabilir sadece. Batı tandanslı insan modeli ve onun kötü/beceriksiz yerel taklitçileri bunca zahmeti göze almaktan ictinâb etmekte; hazır olanın, kolay bulunanın peşine düşmektedirler. Bu iç burkucu tablo, 21. asrın olanca debdebesine, ihtişamına (!) rağmen hakikatte yoksulluğunun, çaresizliğinin, çürümüşlüğünün, suallere cevap olamayışının, kendini hiçlikte ve yoklukta tanımlayışının gerçek bir fotoğrafıdır. Toplumumuzun çözülememiş, kronikleşmiş, tekrar tekrar ele almaktan yontulmuş ve incelmiş nice mes’elelerinin olduğu varittir. Yaşanan olayların temelinde de, çözümünde de insan faktörü ön plana çıkmaktadır. Lakin; asrımızın bize dikte ettiği yeni kimlik, bırakınız sorunların çözümünde ön aktör olmayı, kendi benlik kavgasını verip etrafına bakabilecek ufuktan dahi yoksundur. Yeni kimlik ve unsurları “antroposantrizm (insan‐merkezli görüş)” etrafında çerçevelenmiştir. “Benlik” kavramına defaatle yapılan vurgu, bu kimliği güçlendirmekte, tabii olarak,

“senlik/öteki” kavramını, var olmak, kendini kanıtlamak gayretiyle karşısına almaktadır. Hesapsız girişilen böylesi bir mücadele, rasyonel‐modern insan için kalabalıklar içinde yalnız kalmakla sonuçlanmaktadır. Baş başa kalınan yalnızlık zaman zaman ve yer yer farklı grup veya cemaatlere kendisini tevdi etse de, esas itibariyle ölçüyü her sahada kaçırmanın habercisi de olabiliyor. Bir kişi kalbî, zihnî ve manevî yönden ne derece zayıf ve yetersiz ise kendini dışa vurumu o ölçüde şiddetli olacaktır. Etrafımızda gördüğümüz modern asrımızın (!) dahi çok ötelerinde yaşayan mutasyona uğramış tipler yukarıdaki çıkarıma ne güzel misallerdir. 21. asır tefekkür asrıdır, öyle olmalıdır. Bütün ilmi sahalarda ve girilen ilişkilerde hedeflenenler; sabırla, tevekkülle gergef gergef işlenerek olgunlaştırılmalıdır. Bu bir zaruret halini almıştır. Kâinatı ve yaratılanı yeniden anlamaya/anlamlandırmaya şiddetle ihtiyacımız vardır. Her yeni gün tazelenmek ve zihnimizdeki bizi biz yapan değerleri yeniden üretmek meşakkatli bir süreç olsa da, bizlere sunulan modern/sunî kimliği reddetmek ve aslına sadık kalmak adına tarihî sorumluluğumuzu yerine getirmek ertelenemez bir borç halini almıştır. Köhnemiş dimağlara, boşalmış/mühürlenmiş gönüllere inat, ebedî saadetin hasretkeş yolcuları/arzulayıcıları üzerlerine tevdî edilen tarihî sorumluluğu yerine getirmeye muktedirdirler. Yığınla benliğin salyalarının üzerimize aktığı modern çağda, sabırla ve ülfetle girilecek tefekkür ikliminde kalmak ve fikrin huzur veren çilesini çekmek, bizi tanımlamak adına ödenecek asgarî bedel değil midir? Muharrem Ahmetoğlu Hacettepe Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

46 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Avrupa Birleşik Devletleri İmdat Özen Özellikle Yunanistan’ın ve ardından Euro bölgesinin genel anlamda içerisinde bulunmuş olduğu ekonomik kriz Avrupa Birliği’nin sonunun yaklaşmakta olduğu anlamına mı gelmektedir? Bu sorunun cevabını tam olarak vermek şu an itibari ile mümkün olmasa da, şunu açıklıkla ifade edebiliriz ki, bu gibi, Avrupa Birliği’nin sonunun geldiğini dile getiren söylemler ne ilktir ne de son olacaktır.

T

he Economist dergisi, Avrupa Birliği’nin ölümünün yaklaşmakta olduğu haberlerini 1957 Roma antlaşmasından beri yayınlamasına rağmen, Avrupa Birliği önüne çıkan engelleri bir şekilde aşmayı başarıp 1950’lerdeki 6 ülkeden oluşan üye sayısını 2007 itibari ile son olarak Bulgaristan ve Romanya’nın da katılımıyla 27’ye çıkarmayı ve istikrarlı gelişimini sürdürmeyi başarmıştır. Globalleşmenin ve dolayısıyla da dünya ülkelerinin ekonomik ve finansal sistemlerinin tamamen iç içe olduğu bu dönemde, tüm dünya çapında etkisini hissettirmekte olan ekonomik krizin AB’nin sonunun yaklaştığı olarak görülmesi büyük bir hatadır. Elbette ki, ekonomik krizin Avrupa’da ve özellikle Euro bölgesinde yapmış olduğu olumsuz etkiler dolayısı ile AB’nin liderliğinin eleştirilmesi gerektiği ve Euro konusunda muhtemel bir yıkımın söz konusu olabileceği görüşlerinde hemfikirim. Ancak, tüm bu olumsuzlukları

AB’nin sonunun habercisi olarak görmek büyük bir hatadır. AB’nin veya eski tabiri ile Avrupa Ekonomik Topluluğunun öldü, ölüyor veya komadadır söylentilerine inatla yaşamına yıllardır devam etmesi ve de gün geçtikçe güçlenmesinin bu fikrimin doğruluğunu kanıtladığı görüşündeyim. Peki, bu durumda AB nedir? AB’nin gelecekten beklentileri nelerdir? Avrupa Birliği, ikinci dünya savaşının sonuna kadar Avrupa kıtasında birbiri ile çeşitli sebepler dolayısı ile sürekli savaşmış olan toplumların, ülkelerin geçmişe bir çizgi çekip, barış dolu ve zengin bir Avrupa için masaya oturmalarının bir ürünüdür. Jean Monnet’in resmi anlamda öncülüğünü ettiği Avrupa’yı birleştirme fikri 1951 Paris Antlaşması ile resmiyet kazanmıştır. İlk etapta Fransa, Batı Almanya, İtalya, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg gibi ülkelerin imzaları ile oluşturulmuş ve de AB’nin ilk isimlerinden 47

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


olan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, zamanla isim değiştirip, Avrupa Ekonomik Topluluğu ve son olarak Maastricht antlaşması ile Avrupa Birliği olarak karşımıza çıkmıştır. Avrupa Birliği’nin gelecekten beklentisi, “Avrupa Birleşik Devletleri” rüyasını gerçekleştirip, globalleşen dünyada şu an itibari ile tek süper güç olan Amerika Birleşik Devletleri karşısında güçlü bir dost aynı zamanda rakip olmaktır. Avrupalılar, “Avrupa Birleşik Devletleri” rüyasını tarihin derinliklerinden bu yana sürekli yaşamışlar ve gerçekleştirmeye çalışmışlardır… İkinci Dünya Savaşı sonrasında, milliyetçiliğin bir kenara bırakılıp, karşılıklı çıkarlar doğrultusunda bölgesel dayanışmanın kucaklanması gerektiğine duyulan inanç perçinleşmiş ve de ekonomik çıkarlara dayalı olarak kurulmuş olan AB, günümüz itibari ile politik bir birliğe dönüşmüştür. İkinci dünya savaşı öncesinde Avrupa Birleşik Devletleri rüyasının Avrupalılarca benimsendiğini gösteren en güzel örneklerden biri Fransız yazar ve şair Victor Hugo’nun 1848’de dile getirmiş olduğu şu cümlelerde yatmaktadır. “Kendilerine özgü hususiyeti… veya olağanüstü orijinalliği kaybetmeden, Avrupa milletleri bir gün daha yüce bir birliğe dönüşecekler ve Avrupa Cemiyetini oluşturacaklardır…Böylece, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birleşik Devletleri olmak üzere, okyanuslar ötesindeki iki olağanüstü grubun birbirine ellerini uzattığı müşahede edilecektir.” Bu bakımdan da Avrupa Birliği düşüncesi her ne kadar ekonomik sebepler dolayısı ile yaşama geçirilmişse de, bunun altında yatan temel sebep güçlü bir politik birlik oluşturup, ikinci bir süper güç olarak dünya sahnesinde yer almaktır. Avrupa Birliği’nin geçmişine azıcık göz atarsak, şunu açık ve net olarak görebiliriz ki,

Avrupa Birliği devletleri her ne kadar zaman zaman aralarında sorunlar yaşamış olsalar da, bu sorunlar kısa vadeli olmuş ve de değişik alternatiflerle bir şekilde tatlıya bağlanıp çözüme kavuşturulmuştur. Bunu özellikle, AB ülkelerinin aralarında yapmış oldukları antlaşmalara vermiş oldukları tepkilerde gözlemek mümkündür. Belli antlaşmalar, yapılan milli referandumlar sonucunda ilk etapta ret gördüyse de, çok zaman kaybetmeden yapılan ikinci referandumlar ile kabul görmüştür. Örneğin, Danimarka halkı 1992 yılında Maastricht antlaşmasına “hayır” dediği halde, 1993’teki ikinci referandumla aynı antlaşmaya kabul cevabı vermiştir. Yine aynı şekilde, 2008 yılında Lizbon antlaşmasına “hayır” diyen İrlanda halkı, 2009 yılındaki ikinci referandum sonucunda bu antlaşmaya onay vermiştir. Çoğaltabileceğimiz bu örneklerde görüldüğü gibi, Avrupa Devletleri, “Avrupa Birleşik Devletleri”ni kurma konusunda kararlıdırlar. Tüm çekişmelere rağmen, Almanya ve Fransa, Yunanistan’a maddi desteği sürdürmüşlerdir. Şunu hiçbir zaman unutmamalıyız ki, Avrupa Birliği devletleri birliğe sadece ekonomik bir birlik olarak bakmamaktadır. Ekonomik birlikten ziyade, kendilerini politik bir birlik olarak gördükleri için de karşılarına çıkan tüm engelleri tek tek aşıp, Avrupa Birleşik Devletleri’ni kurma konusunda istikrarlı bir şekilde yollarına devam etmektedirler. Politik birlik anlayışı da Avrupa Birliği’nin kolay kolay sarsılamayacağının bir delilidir. Aksi takdirde, ekonomik çıkarları sarsılan Avrupa devletleri niçin hala Yunanistan’ı birlikte tutmak için tüm gayretleri göstermektedirler? İngiltere eski başbakanı Tony Blair’in şu sözleri Avrupa Birleşik Devletleri’nin kurulması konusundaki kararlılığın delilidir: 48

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


“Şu anda dünyanın yeni bir süper gücünü inşa etmekteyiz. Avrupa Birliği, müşterek gücün, zenginliğin ve tesirli olmanın projesidir. Birbirinden ayrı bu milletleri daha kudretli yapan şey bu müşterek güçtür. Bu güç, Avrupa Birliği’ni bir bütün olarak global bir güç haline getirecektir. Yalın bir dille ifade etmek gerekirse, Amerika Birleşik Devletleri günümüzün tek süper gücüdür. Fakat şu bir gerçektir ki, tek bir süper gücün varlığı dünyanın doğası gereğince sağlıklı değildir. Avrupa’nın birleştirilmek istenmesinin altında yatan temel sebep de budur. Avrupa milletleri olarak birlikte çalıştığımız sürece, Avrupa Birliği Amerika Birleşik Devletleri’ne eşit ikinci bir süper güç ve ortak olarak ayakta kalabilir. Dünyanın böyle ikinci bir güce şu anda ihtiyacı vardır.” Peki, tüm bunlar göz önüne alındığında, Avrupa’nın geleceği hakkında ne söylenebilir? Avrupa Birliği, şu anki politik özellikleri ve yapısı dolayısı ile daha çok konfederal bir sistemi andırsa da AB politikacılarının gerçekleşmesi için çaba sarf ettikleri rüya, Amerika Birleşik Devletleri’nde olduğu gibi Avrupa’yı federalizme dönüştürüp AB çatısı altında, ulusal gücün ötesinde bir güç ile yönetmektir. Böylece Avrupa Birliği içerisindeki her ülke, Amerika Birleşik Devletleri’nin eyaletlerine benzer bir konumuna dönüşecek ve de zamanla İngiliz, Fransız, İspanyol vs. kimlikleri önemini yitirip, tek bir kimlik olan “Avrupalı” kimliği ortaya çıkacaktır. Lizbon antlaşması, herhangi bir Avrupa Birliği ülkesi uyruklu olan bir bireyin aynı zamanda Avrupa Birliği vatandaşı olduğunu dile getirmektedir. Bu bakımdan da, şunu net bir şekilde ifade edebiliriz ki, Avrupa federal bir sisteme geçme yolunda

emin adımlar ile yürümektedir. Federal sisteme geçiş konusunda daha birçok çalışmaları olmuştur… Örneğin, her ne kadar AB içerisindeki her ülkenin kendine ait bir bayrağı, milli marşı, yüce divanı, parlamentosu olsa da ulusal gücün ötesinde bir güç olan AB’nin de kendine ait bir bayrağı, milli marşı, Avrupa Adalet Divanı (ECJ, European Court of Justice), ve parlamentosu mevcuttur. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir… Avrupa Birliği ülkeleri arasında zaman zaman bazı anlaşmazlıklar gündeme geliyor olsa da bunu AB’nin, gerçekleştirilmek istenen “Avrupa Birleşik Devletleri” rüyasının veya federal sistemin sonu olarak görmek doğru bir tespit değildir. Şu an itibari ile AB’nin tüm bu ideallerini gerçekleştirip gerçekleştire‐ meyeceğini kesin olarak ifade etmek doğru olmasa da şu bir gerçektir ki AB idealleri doğrultusunda emin adımlar atmaktadır ve de şu ana kadar bu yolda büyük başarılara imza atmıştır. İngiltere’ye karşı savaşıp, 1776’da bağımsızlıklarını ilan eden 13 Amerikan kolonisinin bile konfederalizmden federalizme geçişleri çok da kolay bir şekilde gerçekleşmemiştir. Kaldı ki bu koloniler aynı düşmana karşı kan dökmüş, ortak bir dili (İngilizce), dini (Protestan Hristiyanlık), kültürü ve tarihi bünyelerinde barındırmışlardır. Diğer taraftan, AB içerisindeki toplumlar ikinci dünya savaşının sonuna kadar sürekli birbirleri ile savaşmışlar ve birbirlerinin kanını dökmüşlerdir. Bu bakımdan ortak bir tarihe, dile, dine (Hıristiyanlığın değişik kolları), kültüre ve tarihe sahip olmayan bu AB ülkelerinin tek bir millet olmaları, federal sistemi ve “Avrupa Birleşik Devletleri” idealini gerçekleştirmeleri muhakkak ki bu 13 Amerikan kolonisinin tek bir millet durumuna gelmelerinden, federal sistemlerini inşa etmelerinden ve “Amerika Birleşik Devletleri”ni

49 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


kurmalarından çok daha meşakkatli olacak ve daha fazla zaman alacaktır.

tarih sahnesinde alacağı yerin inşasına hızlı bir şekilde devam etmektedir…

Şartlar ne olursa olsun, AB ideallerinde kararlıdır ve ikinci bir süper güç olarak

Dr. İmdat Özen Washington University in St. Louis Political Science and International Affairs

50 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Dış Politikamız ve Türk Dünyası Necip Yıldırım Türkiye, son on yılda, hiçbir zaman olmadığı kadar aktif ve dinamik bir dış politika izliyor. Balkanlar, Kafkaslar, Avrupa, Orta Doğu ve hatta Afrika bölgelerinde kayda değer mesafeler kat edildi. Suriye krizinden dolayı meydana gelen bölgesel şartlar sayılmazsa, Türkiye’nin dış politikası genel olarak başarılı sayılmalıdır. Türkiye’nin siyasi, iktisadi ve insani bakımdan on yıl öncesine nazaran daha iyi bir konumda olduğu tartışılmaz. Bilhassa Osmanlı döneminde aynı bayrak altında yaşadığımız için, Balkanlar ve Arap memleketleriyle yakın münasebetler tesis etmemiz kaçınılmazdır. Türkiye dış politikasının en “başarısız” olduğu alan Türk Dünyasıdır. Söz konusu başarısız siyasetin sebebi olarak pek çok ihtimal dile getirilmektedir: ‐Türkiye’nin bölgede başarılı olmak adına yeterli derecede kaynak ve enstrümana sahip olmadığı; ‐Türk Cumhuriyetlerinde iktidarda olanların eski komünist mantaliteden kurtulamadıkları ve dolayısıyla Türkiye’ye karşı mesafeli durdukları; ‐Hürriyetlerine kavuştukları ilk yıllarda Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerine karşı takip ettiği hazırlıksız ve aceleci siyasetin bu devletlerde tedirginlik ve şüphe meydana getirdiği; ‐Rusya ve İran’ın Türkiye’nin bölgede aktif olmasına mani olacak politikalar tatbik ettikleri;

‐Türkiye’nin Rusya ile (gizli) bir anlaşma imzalayarak bu bölgeyi Rus nüfuz sahasına terk etmiş olabileceği; ‐Türkiye’nin şuurlu olarak enerjisini daha çok Avrupa, Orta Doğu, Balkanlar ve Kafkasya bölgelerine yoğunlaştırdığı ve Türk Cumhuriyetlerine yeterince ehemmiyet vermediği; ‐Yaklaşık yetmiş yıllık Sovyet idaresi neticesinde bölgede yaşayan Türk asıllı halkların bir nevi“yabancılaşmaya” uğradıkları ve kimlik telakkilerinin başkalaşıma uğrayarak dünyaya Türkiye’den çok farklı bir noktadan baktıkları; ‐Bilhassa Osmanlı’nın son döneminde çokça revaçta olan Turancılık, Türkçülük ve Türkistancılık gibi bazı düşüncelerin Türk Cumhuriyetlerinin bilinç altında Türkiye’nin Türk Dünyasına karşı 51

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


“yayılmacı ve tahakkümcü” emeller içinde olabileceği şüphesi; ‐Türkiye’nin Türk dünyasını yeterince tanımadığı ve Türkiye’nin tasavvur ettiği Türk dünyası ile, gerçekte var olan Türk dünyasının tamamen bir birinden farklı olduğu… ‐Soydaşlarından umduğu ve beklediği “kolayca yola gelme” şeklinde hulasa edilebilecek bir tavır görmediği için Türkiye’nin hayal kırıklığı yaşamış olabileceği… Türkiye’nin “Başarısız Türkistan Siyaseti” ile alakalı pek çok başka sebep sıralanabilir. Fakat sebepler ne olursa olsun, varolan durumu değiştirmez. Bu değerlendirmeyi haksız bularak, Türkiye’nin Türk Cumhuriyetlerinde mühim adımlar attığını savunanlar olabilir. Türkiye’nin başarısızlığı, “potansiyelini tam olarak ortaya koyamama” şeklinde okunmalıdır. Türk dış politika uygulayıcıları eğer hakikaten/gerçekten sağlam bir irade ortaya koysalardı, bugün Türk Cumhuriyetlerinde çok farklı noktalara gelinmiş olurdu. Osmanlı yıkılmıştır. Bu hakikati artık görmekte ve idrak etmekte fayda vardır. Balkanlar ve Orta Doğu gibi bölgeler bir daha bizim vilayetlerimiz olmayacaktır. Elbette ki bu bölgelerle münasebetlerimiz en üst seviyede tutulmalıdır. Fakat bütün dikkatimizi sadece bu sahaya teksif etmemiz son derece yanlış olacaktır. Osmanlı devleti, İslamiyet’i yaymak maksadıyla fetih hareketlerini daha çok Balkanlara ve Avrupa’nın içlerine doğru ilerletti. Orta Doğu bölgesini de, İslam’ı kendisinden daha farklı şekilde

yorumlayanların idaresinden kurtarmak için kontrol altına aldı. Türk devletlerine yönelme ihtiyacı hissetmedi. Çükü bütün Türk Dünyası zaten Hanefi‐Sünni Müslümanlardan müteşekkildi. Sebepleri ne olursa olsun, Osmanlı dönemi boyunca o günkü şartlar ve konjonktür bizim Türkistan bölgesine yönelmemizi gerektirmiyordu. Cumhuriyet tarihi boyunca ise, Türk dünyası Sovyetler birliğinin hâkimiyeti altındaydı. Ancak bugün şartlar değişmiştir. Balkan devletleri, açık ve net bir şekilde Avrupa’nın nüfuzu altına girmiştir. Orta Doğu bölgesi kurtlar sofrası gibi olmuştur. Üstelik, Araplarda Osmanlı döneminden kalan bir kompleks vardır: Türkleri sömürgeci olarak görmektedirler. Bunda, son bir asırda bölgede tesirli olan Batılı sömürgecilerin propagandası, Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve diğer pek çok diğer faktör tesirli olmuştur. Hakikat budur. İslam Birliği, ümmetçilik, Müslüman Devletler Birliği gibi yaklaşımların bugünkü dünya şartlarında karşılığı yoktur. Boş hayalden ibarettir. Bugün dünyada, Türk dünyası haricinde, Türkiye’ye adeta “stratejik derinlik” kazandıracak bir başka saha yoktur. Beşeri ve tabii kaynakları, genç nüfusu ve daha pek çok cihetiyle Türkiye’nin istikbali için son derece verimli bir bölgedir. Türk Dünyasının Türkiye için neden mühim olduğu ayrı bir kitap konusudur. Türk dünyasıyla yakın olmak için, hiçbir şekilde bir zorlamada bulunmaya hacet yoktur. Dilimiz, dinimiz, mezhebimiz, kahramanlarımız, kitaplarımız, mukaddesatımız, şiirlerimiz, zevkimiz ve estetiğimiz… her şeyimiz aynıdır. * * * 52

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Allah aşkına, Türkistan; bir Orta Doğu ve bir Balkanlar kadar alaka ve iltiması hak etmiyor mu? Hükümetimizin 2013 yılını Türkistan Yılı ilan etmesi lazımdır. Bir ”Türkistan Açılımı” şarttır. ‐Yıllardan beri, hükümetler seviyesinde görüşmeler yapılmaktadır. Hükümetler arası görüşmelerden arzu edilen neticeler bir türlü elde edilememiştir. Dolayısıyla sivil hareketler teşvik edilerek önü açılmalıdır. ‐Özbekistan ve Türkmenistan başta olmak üzere, Türk devletlerinin demokratikleşmesi gerekmektedir. Türkiye, bu noktada kilit rol oynayabilir. Bu anlamda, Türkiye’nin elle tutulur/somut bir planı olmalıdır. ‐Türk Konseyine daha çok bütçe aktarılarak, sivil alanda aktif ve etkili faaliyetler yürütmesinin önü açılabilir. Tacikistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın da bu konseye tam üye olmaları sağlanabilir. ‐Eğitim, edebiyat, tarih, sanat ve pek çok diğer sahalarda konferans, seminer, sempozyum ve benzeri etkinlikler düzenlenebilir. ‐Bu memleketlerde bulunan elçilik ve konsolosluklarımızın personel ve

kaynakları artırılarak daha geniş imkânlarla faaliyetlerini yürütmeleri sağlanabilir. ‐Özbekçe, Türkmence, Kırgızca, Kazakça, Tacikçe ve Azerice gibi mahalli/yerel lehçelerde televizyon, radyo, internet ve diğer mecralarda neşriyatlar yapılabilir. TRT vasıtasıyla olabileceği gibi özel sektör de teşvik edilebilir. ‐Özbekistan ve Türkmenistan’a Türk vatandaşlarının vizesiz olarak seyahat etmelerinin önü açılmalıdır. ‐Rusya, İran ve Çin gibi diğer aktörlerin bölgedeki politikaları ciddiyetle tahlil edilmeli ve Türkiye’nin bölgede faal olmasının önünü tıkayacak ve her türlü teşebbüsünü akamete uğratacak politikalarına karşı tedbir almalıdır. Yapılması gerekenler sıralanırsa, bu liste uzayıp gidecektir. Yapılacakların en başında ve olmazsa olmaz olan şey “sağlam irade”dir. Her şeyden önce, sayın Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız ve Dışişleri Bakanımızın konuya ciddiyetle eğilmeleri gerekiyor. Acaba bir gün Türkistan Bakanlığımız da olacak mıdır? Tıpkı AB Bakanımız olduğu gibi… Necip Yıldırım Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

53 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Teorisi ve Pratiğiyle Çin’i Doğru Okumak Göktuğ Sönmez Çin Halk Cumhuriyeti’nin ABD’ye tehdit oluşturabilecek düzeyde bir güç haline gelebileceği ve muhtemel birçok kutuplu dünyada en önemli kutuplardan olacağı uzunca bir süredir akademik camiayı da meşgul eden iddialardan. Konunun daha anlaşılır kılınması açısından bu iddia üzerinde birkaç önemli fikri kampa değinelim. Bunlardan biri Çin’in ileriye attığı her adımla daha agresif bir tutum izleyerek statükoyu tehdit eder hale geleceği ve ekonomiyle başlayan yükselişin askeri anlamda da ifade bulacağı yönünde. Öte taraftan Çin’in ilerleyişinin Batı’yla giderek daha entegre ve o oranda pasifist bir hal alacağı yönünde fikir beyan eden çevreler de mevcut. Benzer şekilde Çin iç siyasetinde de bu iki seçeneği de dillendiren grupların dönem dönem güç kazanıp kaybettiğini görüyoruz ki Deng reformları ve takip eden ekonomik yeniden yapılandırma ve benzer reformist hareketler de büyük oranda ikinci fikri kampa yakın çevrelerin etkinliğiyle ilgili. Ancak yukarıda belirtilen ihtimaller ve Çin’e dair ABD kamuoyunda oluşan veya oluşturulmaya çaba sarf edilen tehdit algısında temel sıkıntı Çin’in yeni bir yükselen güç olarak nitelenmesi. Aksine ÇHC’nin oturmuş ve gücünü zaten kanıtlamış bir bölgesel güç olduğu ve Doğu Asya siyasetinde hâlihazırda temel güçlerden olduğu göz ardı ediliyor.

Dolayısıyla bir anda parlayan ve bu parlama sonucu hangi yolu takip edeceği merak edilen bir güç olarak yansıtılabiliyor. Daha gerçekçi bir tarih okuması ise bizlere Çin’in Soğuk Savaş döneminde Doğu Asya’da ABD‐SSCB ve ÇHC arasındaki bir üçgenin zaten aktif bir oyuncusu olduğunu, Sovyetler ’in gücünün adım adım azalmasıyla birlikte bölgedeki liderliğini de adım adım ilan ettiğini gösteriyor. Çin’den ABD’ye karşı bölgesel de olsa ciddi bir askeri tehdit umanlar için ise göz önünde bulundurulması gereken teorik noktalar var. Bunlardan biri kara gücü ve deniz gücünün dengeleyici yapısını öne süre jeopolitik ekoller, bir diğeri ise iki kutuplu sistemlerin istikrar doğuracağını öngören neorealist ekol. Özellikle ABD’nin 1975’te Tayland’dan ve 1991’te Filipinler’den kuvvetlerini çekmesi, Kamboçya’nın Çin’le oldukça yakın ilişkileri ve Güney Kore’nin dahi Japonya merkezli tehdit algısı dolayısıyla Çin’le ilişkilerini olabildiğince yakın tutması sonucu bölgede karasal üstünlüğün Çin’de olduğunu söylemek mümkün. Öte taraftan ABD’nin Singapur, 54

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Malezya, Endonezya ve Bruney gibi ülkelerin deniz kuvvetlerinin tesislerini kullanabilmesini öngören anlaşmaları sayesinde denizdeki hâkimiyeti oldukça sağlam. Dolayısıyla, iki gücün de kendi bölgelerindeki hâkimiyetlerini tehdit edecek maceracı bir tutum sergilemeleri kendi çıkarları açısından fayda sağlamaktan uzak ki böyle bir hamlede başarının ‐mümkün olsa dahi‐ bedeli tarihte kara hâkimiyeti ile deniz hâkimiyeti sahibi güçlerin çarpışmalarına bakıldığında oldukça yüksek olacaktır. Öte taraftan Kenneth Waltz’la en etkin sesine kavuşan iki kutupluluğun istikrara sebep olduğu argümanı bölgedeki bu iki temel gücün gerilimden uzak değil fakat ciddi çatışmalardan mümkün olduğunca uzak bir yaşam süreceğini öngörüyor ki iki gücün şimdiye kadarki tavrı da bunu doğrular nitelikte. Netice olarak denebilir ki, Çin’i son on yılın yükselen ve adımları tahmin edilemez gücü olarak nitelemektense daha doğru temellere dayanan bir yakın tarih okuması bölge istikrarının aksi iddialara karşın en azından bu iki güç arasındaki çekişmeden kaynaklı ciddi bir tehdit altında olmadığını gösteriyor. Çin’in bölgesel gücünün küresel anlamda ne ifade ettiği ve edebileceğine dair yorumlara geçmeden önce bölgede Çin’in pozisyonu açısından önem teşkil eden rakiplere kısaca bir göz atmak gerek. Japonya’nın coğrafi imkânsızlıkları ve böyle bir mücadelede kendine yetebilecek kaynakları olmadığı bir gerçek. Ekonomik anlamda hem üretim hem inovasyon açısından büyük sükse yapan Japon ekonomisini böyle bir mücadeleyle gerilere itmek de Japonya açısından makul bir tercih gibi görünmüyor ki önceki denemelerde uzun vadede sonuçlar oldukça sıkıntılı olmuştu. Öte taraftan Rusya, Hindistan gibi güçlerin Çin’le

mücadelesi de bu ülkelerin hem içeride uğraştığı sorunlar hem de yakın çevrelerinde öncelikleri olması sebebiyle ‐ aradaki güç eşitsizliği görmezden gelinse bile‐ mümkün görünmüyor. Özellikle Rusya ve Çin arasında ABD’nin adımlarına karşın dönem dönem sözbirliği sağlanması, Şangay İşbirliği Örgütü gibi oluşumlardaki yakın ilişki, belki iki yakın stratejik ortağın tavrı olmasa da en azından bölgesel dengeyi sürdürmeye yönelik çabalar olarak görülebilir. Hindistan’ın ise her ne kadar özellikle Pakistan’la gerilimlerinde Çin’e suçlamalar yöneltse de öncelikli kaygısı Pakistan ve güç asimetrisi dolayısıyla orta vadede Çin’le karşı karşıya gelmeyi göze alması pek mümkün değil. Çin’in de bölgede Tayvan Boğazı ve Spratly Adası meseleleri gibi dönemsel alevlenen konular haricinde kendi lehine gözüken manzarayı yeniden düzenleme ve bunu yaparken de uluslararası kamuoyunun şüphelerini doğrulayıp dışlanma riskini almayı tercih etmediği 90’lardan beri Çin siyaseti takip edildiğinde görülebilir. Aksine uluslararası ekonomik ve güvenlik kurumlarına katılım oranı artan, bu amaçla ekonomik yeniden yapılanmasını gerçekleştiren Çin, Batı’yla entegrasyonunu kuvvetlendirmeyi ve böylece BM’de olduğu gibi diğer yapılarda da hak ettiğini düşündüğü koltuğa sahip olmayı amaçlıyor. Çin adına bu olumlu manzaraya karşın hâlihazırdaki durum yakın dönemde ABD’yi tehdit edecek küresel bir etkinliğe ulaşılabileceği yönünde değil. Bölgesi dışında da etkinliğini Afrika gibi coğrafyalarda artırma hamleleri başarılı olsa da her kıtada söz söyleyebilir ve değerleri dolayısıyla olumlu karşılanabilir bir hava sergilemiyor. Daha ziyade ekonomik gücüne dayanarak gerçekleştirdiği bu hamleler şu an farklı kıtalara uzanmaya çalışan etkin bir 55

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


bölgesel gücü işaret ediyor. Orta Doğu gibi coğrafyalarda ABD’yi silah satışları ya da BM’deki veto gücü gibi yöntemler haricinde sıcak çatışma dâhil önemli kamplaşmalara sürüklemekten oldukça uzak. Çok kutuplu bir dünya isteğini dönem dönem dillendirilen Çin’in bu kavramı ne oranda dilediği, ne oranda ABD’yi eleştirmek maksatlı kullandığı da tartışmaya açık bir diğer nokta. Rusya ve Çin tarafından özellikle ABD’nin tek taraflı karar ve uygulamalarına karşın dillendirilen bu kavram Avrupa’da da Almanya ve Fransa gibi güçler tarafından Irak Savaş örneğinde olduğu gibi destek bulabiliyor. Ancak bahsi geçen dört ülkenin de ABD’nin hâkimiyetini tamamen yeniden şekillendirme ve yeni kutuplar olarak ortaya çıkmaktansa kendileri açısından kritik olaylarda ve güçlerinin olayın seyrini değiştiremese bile bölgesel kamuoyunu etkileyebileceği durumlarda bu tarz hareketlerinin masadaki pozisyonlarını güçlendirmek maksatlı olduğu söylenebilir. Zira bu güçlerin ulusal çıkarları açısından belirttiğimiz tarz durumlar hariç ABD’yle ortak harekette ve ABD’nin etkin konumda olduğu örgütlerde daha aktif rol alma eğiliminde olduğu gözlemlenebilir. Hâlihazırdaki uluslararası sistemden rahatsızlık duyulsa dahi örneğin Çin’in, Rusya, Japonya ve Hindistan gibi güçlerin de birer kutup olarak belirebileceği birçok kutupluluğu mu yoksa ABD’nin tek kutuplu sisteminde Doğu Asya’da rakipsiz kalmayı mı ulusal çıkarlarına daha uygun bulacağı düşünüldüğünde ikinci ihtimal daha makul gözüküyor. Çin ile ABD arasındaki ticaret hacmi, ABD’nin tek kutuplu sistemi sürdürmek adına bölgesel güçlere de belli ölçüde rahatlık sağlaması gerektiği gerçeğini daha fazla kavraması gibi etkenler bu iki gücün de gerginlikler

kaybolmasa dahi barışçıl bir birlikte yaşam formuna daha sıcak bakmasını mantıki netice olarak önümüze koyuyor. Kısaca toparlamak gerekirse, yeni bir yıldız olarak değil bölgesel gücünü zaten kanıtlamış ve hem ekonomik hem askeri kuvvetini bu gücün devamı yönünde seferber etmeye devam eden Çin’in tutumu teorik beklentileri karşılıyor. Tibet ve Doğu Türkistan –ki Doğu Türkistan meselesi başlı başına bir yazının konusu olması gerektiği için burada değinilmemiştir‐ gibi bıçak sırtı konular da bu rolün bir adım öteye gitmesinin önünde bir engel. ABD’de gündeme getirilen Çin’in bir tehdit olabileceği algısı bu manzarayla örtüşmemesinden öte “kendini gerçekleştiren kehanet” haline dönüşme riski taşıyor. Zira şu anki durumda iki kutuplu bir görüntü sergileyen Doğu Asya’da süregelen istikrarı bozabilecek en önemli etken bu iki kutbun birbirlerine dair oluşturdukları tehdit algısı. Bu iki gücün birbirlerine dair fikirleri agresif siyasi ve askeri adımları tetiklerse bunun zincirleme sürmesi muhtemel ancak şimdiye kadar bu riskin bilincinde bir görünüm sergileniyor ve çıkarların çatıştığı noktalarda da gemileri yakma yoluna gidilmiyor. Dolayısıyla yakın dönemde bölgesel gücünü aynı yoğunlukta muhafaza edebilecek bir Çin, istikrarı ciddi bir sınavdan geçmeyecek bir Doğu Asya ve Çin’in diğer kıtalarda ekonomik gücüne yaslanarak etkinliğini artırma çabasını görebiliriz. ABD’nin bu süreçte agresif söylemlerden kaçınması ve tek kutupluluğun gereği olarak bölgesel güçlere de hareket serbestisi verme siyasetini sürdürmesi kilit rol oynayacaktır. Göktuğ Sönmez University of London The School of Oriental and African Studies 56

Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Dergimiz, akademik vasıflara sahip yazarların, genel beklentinin aksine, sıkıcı ve teknik olmayan keyifli bir üslupla gündemi ve dünya meselelerini analiz ettikleri seviyeli bir platformdur. Sizlere uluslararası ilişkiler, tarih, ekonomi, hukuk ve siyaset bilimi alanlarında makaleler, röportajlar, haberler, karikatürler ve videolar sunan güncel bir online sosyal bilimler dergisidir. Dergimiz köşe yazılarının yanında, ekibimizin hazırladığı röportajları, okuyucularımızdan gelen ve inceleme alanı kapsamımıza giren yazıları, yerli ve yabancı basında çıkmış kaliteli makaleleri de yayınlamaktadır. Böylelikle onların fikirlerinin, bu alanda eğitim görenler ve çalışanlar başta olmak üzere, bu konulara ilgi duyan herkese ulaşmasını hedeflemektedir. Oğuzhan YANARIŞIK Genel Yayın Yönetmeni Akademik Perspektif Dergisi

www.akademikperspektif.com

57 Akademik Perspektif –2012’den Akılda Kalanlar


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.