DEĞERLER EĞİTİMİ

Page 1


DEĞERLER EĞİTİMİNE KISA BİR BAKIŞ Değerler Eğitimi, “Değerleri öğretmek için açık bir girişim” olarak tanımlanabilir. Anne-baba ve eğitimciler olarak sormamız gereken soruların başında şunlar gelir: •İçinde bulunduğumuz ortam ve çevre istediğimiz değerlere sahip çocukları yetiştirmek için uygun mu? •Biz her şeyi çocuklarımız adına düşünüp yaparken onlar sorumluluk sahibi olabilecekler mi? •Televizyonlarda bu kadar şiddet içerikli programı seyrederken barışçı olabilecekler mi? •Temel insanî değerleri benimsemiş bireyler yetiştirmek de okulun temel misyonları arasında değil mi? Aşağıdaki durumlar karşısındaki tavırlarımızı hiç sorguluyor muyuz? Yükselen şiddet eğilimleri Sahtekârlıkta artış (yalan söyleme, kopya çekme ve hırsızlık), Anne-babaya, öğretmene, yetkili kişilere karşı gelme, İş ahlâkında düşüş, Kişisel ve toplumsal sorumluluk bilincinde azalma, Kendine zarar verici davranışlarda (madde bağımlılığı ve intihar) artış. Hızlı ve baş döndürücü şekilde değişim içinde olan değerler, bunlarla baş etmek zorunda kalan ve değer karmaşası yaşayan çocuklar için değer aktarımı çok daha önemli bir hâle gelmiştir. Ortak değerler oluşturamayan bir toplumun bütünleşme değil, tersine toplumsal çözülme yaşaması kaçınılmaz bir gerçektir. Zeytinburnu “İlçe Milli Eğitim” ailesi olarak çocuklarımızı bilgiyle donatıp öğretim yaparken gönüllerini de sevgiyle kuşatarak onların ahlâklı birer fert olarak yetişmeleri için okullarımızda “Değerler Eğitimi” çalışmaları yapılması gerektiği inancıyla birtakım faaliyetler yapmaya karar verdik. Buna yönelik “Değerler Eğitimi” programı çerçevesinde ilçemizdeki okullarda pek çok çalışmalar yürütülüyor. Bu çalışmalarımızdan biri de değerler eğitimi komisyonu tarafından oluşturulan ve her yayımlanacak olan aylık dergi çalışmamızdır. Her ay farklı konularla sunacağımız dergimizde hikayeler, özlü sözler ve tavsiyeler olup değerlerimizi biraz daha yaşatmak arzusundayız. Dergimiz ile de değerler eğitiminin ailede ve okulda paralel bir şekilde işleyişini sağlamayı hedefliyoruz. Bu dergimizin okuyan herkese faydalı olması temennilerimizle.

2


ADALET İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet bütün mahkumları serbest bırakmıştı. Fakat bu mahkumların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar.Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Sultan Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih’e de anlattılar. Fatih iki papaza şöyle hitap etti: - Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler bizim adaletimizin tatbik edildiği memleketimi geziniz, hakimlerin ve halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunu isbat ediniz. Fatih Sultan Mehmet’in bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Padişahtan aldıkları tezkere ile beldelere seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa idi. Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar: Bir Müslüman bir yabancıdan bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hastaymış. Müslümanın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş; ama at da o gece ölmüş. Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan müslümanı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş: - Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine madem ki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını müslümana vermiş. Papazlar islam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırmışlar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret etmişler. Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e uğramış. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar: Bir müslüman diğer bir müslümandan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlamış. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı? Hiç

3


heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür müslümana götürüp teslim etmek istermiş; - Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, demiş. Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmekteymiş. O da şöyle söylemiş: - Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yok. Bu altınlar senindir dilediğini yap, demiş. Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal etmiş. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlamış. Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sormuş. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrenmiş ve oğlanla kızı nikahlayarak altını çeyiz olarak vermiş. Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğru İstanbul’a Fatih’in huzuruna gelmişler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle demişler: - Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve biribirinin hakkına saygı ancak sizin kültürünüzde, yaşamınızda vardır. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, demişler. DOST KARA GÜN İÇİNDİR Kocaman bir ormanın kıyısında şirin bir kulübe varmış. Kulübe küçükmüş küçük olmasına; ama öyle büyük bir bahçesi varmış ki küçük bir ördek bu bahçeyi akşama kadar dolaşabilmek için sabahın erken saatlerinde yola çıkmalıymış. İşte kahramanımız ördekçik, sabahın erken saatlerinde bahçeyi dolaşmak için yola çıkmış. Çok yalnızmış. Kardeşi, arkadaşı yokmuş. Tek başına bahçede dolaşırken armut ağacının altında kedicikle karşılaşmış. Ve başlamışlar konuşmaya: -Günaydın kedicik, sen de mi yalnızsın? -Günaydın ördekçik. Evet ben de yalnızım. Bu garip bir durum değil. Dünyada kediler genellikle yalnız olur, ama şimdiye kadar yalnız ördekle hiç karşılaşmadım ben! -Evet, ben yalnız bir ördeğim. Yalnızlığı sevmiyorum. Ama hiç dostum yok. Benimle arkadaş olur musun? -Sevinerek hem de! Beraber bahçeyi dolaşırız, olur mu? -Güzel, güzel. Beraber yüzeriz! -Yüzer miyiz? (diye sormuş hayretle kedicik.) Ben yüzme bilmem ki! Ayrıca suyu da hiç mi hiç sevmem! -Kolayca öğrenirsin. Kanatlarını çırpacak, perdeli bacaklarını hareket

4


ettireceksin. -Benim kanadım da yok, perdeli bacağım da! Ama istersen ağaca tırmanabiliriz. Daha güzel bir oyun bu bence. -Ağaca tırmanmak mı? Benim tırnağım yok ama! İki küçük hayvan ne kadar farklı olduklarını o an anlamışlar. Birden kendilerine doğru koşan bir köpek görmüşler. İkisi de dehşete düşmüş. Korkudan birbirlerine sokulmuşlar. Ama bu küçük sevimli hayvanlara saldırmak köpeğin aklından bile geçmiyormuş. Hızla yanlarından koşup geçmiş. Ördekçik şöyle demiş: -Ben ağaca tırmanamıyorum, sen suda yüzemiyorsun, ama korktuğumuz zaman birbirimize sokulabiliyoruz. Birbirimizden cesaret alıyoruz. Demek ki biz çok iyi dost olabiliriz. Farklı da olsak bu aramızdaki sevgiyi azaltmaz. Öyle değil mi? -Evet, biz çok iyi dost olabiliriz. Haydi beraber dolaşalım. Paytak ördekçikle küçük kedicik bahçeyi dolaşmaya devam etmişler. İYİLİĞİN KARŞILIĞI İYİLİKTİR Bir zamanlar ülkenin birinde, üç oğluyla beraber yaşayan yoksul bir adam varmış. Bir gün oğullarını yanına çağırmış ve şöyle demiş: “Şimdi sizlere birer kese para vereceğim. Sonra üçünüz de gidecek, uzaklarda şansınızı deneyeceksiniz. Bakalım döndüğünüzde neler öğrenmiş olacaksınız?” Üç kardeş, üç ayrı yöne doğru ilerlemiş. Büyük ve ortanca kardeş başka başka kentlere gitmişler. Çalışmış, çabalamış, kısa sürede kendi dükkanlarını açıp iş sahibi olmuşlar. En küçük kardeş, ıssız dağlara doğru yönelmiş. Dağların ardından balta girmemiş ormanlara uzanmış. Nihayet ormanın ortalarında bir yerde, harap bir kulübe çıkmış karşısına. Kulübenin önünde de yaşlı mı yaşlı bir nine oturuyormuş. İnsanoğlunun ayağının hiç değmediği bu topraklarda ne aradığını sormuş delikanlıya. Çocuk neden babasının evinden ayrıldığını anlatmış. Yaşlı nine şöyle demiş: “O zaman bana üç yıl yardım etmen için hiçbir engel yok, öyle değil mi?” Kadının teklifini kabul eden küçük oğul üç yıl boyunca ona hizmet etmiş. Sabah ormana gidip yakacak odun toplamış, avlanmış, akşama yemek yapmış. Yaşlı nineye göz kulak olmuş. Nihayet üç yıl dolduğunda nine şöyle demiş: “Sen beni mutlu ettin, Allah da seni mutlu kılsın. Sana verecek altınım, mücevherim yok, ama daha değerli bir şeye sahip olacaksın. Şu kırık çömleği sana veriyorum. Onu sakın kaybetme. İşine yarayacak.” Delikanlı biraz hayal kırıklığına uğramış. Ama yine de sevdiği bu yaşlı kadından bir anı olur diye çömleği alıp babasının evine doğru yola çıkmış. Yolda hep babasının, kardeşlerinin kendisini nasıl karşılayacaklarını düşünüyormuş. Yine bir mola sırasında evini düşünürken, bir yandan da ninenin verdiği çömleği eliyle okşuyormuş: “Şu çömlek yemekle dolu olsaydı bari” diye düşünmüş. Bir de ne görsün? Çömlek gerçekten de

5


sıcak yemekle doluvermiş. Şaşkınlıkla yemeğini yemiş, sonra başka bir dilekte bulunmuş: “Çömlek altınla dolsun!” Göz açıp kapatıncaya kadar çömlek ağzına kadar altın paralarla dolmuş. Delikanlı, işte o an yaşlı ninenin kendisine ne kadar paha biçilmez bir hediye verdiğini anlamış. Köyüne dönmüş, ülkesinin en zengin insanı olmuş. Mutlu bir hayat sürmüş. MEVLANA’DAN BİR HOŞGÖRÜ DERSİ Mevlana bir gün sokakta yürürken iki adamın fena halde kavgaya tutuştuğunu ve birbirlerine ağır hakaretler ettiğine şahit olur.Birinin diğerine şöyle dediğini işitir: -Eğer bana küfür edecek olursan sana bin katı ile cevap veririm. Mevlana onlara yaklaşır ve der ki; -Hadi dostum öfkeni bana kus; çünkü bana bin tane küfür de etsen tek bir tane bile duyamazsın! Erdem, kötülüğe karşı sabırlı olmaktır. Cleobul

ETRAFA BAKTIĞIMIZ PENCERE Genç bir çift, farklı bir mahalledeki yeni evlerine taşınmışlar. Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş. Kadın kocasına “Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor.” demiş. Kocası ona bakmış, hiçbir şey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş. Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş. Bir ay kadar sonra bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmış. “ Bak ” demiş kocasına. “Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?” Kocası: “Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim.” diye cevap vermiş. Hayat böyle değil midir ? Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır. Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce zihin durumumuza bakmak ve “iyi” olanı görmeye hazır olup olmadığımızı fark etmek güzel bir fikir olabilir.

6


DOĞRULUK GÜZEL BİR ERDEMDİR On bir yaşındaydı ve New Hampshire gölünün ortasındaki adadaki evlerinde ne zaman eline bir fırsat geçse hemen balığa giderdi. Levrek avı yasağının kalkmasından bir gün önce, babasıyla akşamın ilk saatlerinde küçük güneş balıklarından yakaladı. Sonra oltasına yem takıp, oltayı fırlatma talimi yaptı. Yem suya değdiği zaman gün batımında suda altın haleler oluşturmuş, daha sonra gölün üzerinde ay doğmuştu. Oltasının hızla çekildiğini hissedince, oltaya büyük bir balık geldiğini anladı. Babası oğlunun balığı çekişini hayranlıkla izledi.Çocuk sonunda yorgun düşen balığı sudan çıkardı O güne kadar gördüğü en büyük balıktı, bir levrek; ama av yasağının kalkmasına sadece saatler kalmıştı. Baba oğul güzelim balığa baktılar, pulları ay ışığında ışıl ışıl parlıyordu. Babası bir kibrit yakıp saatine baktı. Saat on olmuştu. Av yasağının bitmesine daha iki saat vardı. Önce balığa, sonra oğluna baktı. “Suya geri bırakman gerekiyor oğlum!” dedi. “Baba!” diye itiraz etti çocuk ağlamaklı bir sesle. “Başka balıklar da var.” dedi babası. “Ama hiçbiri bunun kadar büyük değil!” dedi çocuk. Göle şöyle bir göz attı. Gölde hiçbir balıkçı teknesi yoktu. Babasının yüzüne baktı bu kez. Kendilerini hiç kimsenin görmemiş olmasına, kimsenin ne balığı yakaladıklarını bilmesinin olanaksız olmasına karşın, babasının sesinden bu konuda hiçbir ödün vermeyeceğini anlamıştı.Oltanın ucunu balığın ağzından çekti ve balığı gölün karanlık sularına bıraktı. Balık suya düşer düşmez, şöyle bir çırpındı ve gözden kayboldu. Çocuk bir daha bu kadar büyük bir balık tutamayacağından emindi. New Hampshire Gölü Bu olay bundan tam otuz dört yıl önce oldu. Bugün o çocuk New York

7


City’nin ünlü mimarlarındandır. Babasının küçük evi hâlâ o adadadır. Oğlunu ve kızlarını hâlâ o adadaki küçük eve balık tutmaya götürür. Çocuk haklıydı Bir daha o kadar büyük bir balık tutamadı. Fakat değerler konusunda bir ikilem yaşadığı zaman hep o balığı gözünün önüne getirir.Babasından öğrendiği gibi değerler doğru ile yanlışın ne olduğu konusunda çok basit bir konudur Güç olan yalnızca değerlerin uygulanabilmesidir.Birileri görmediği zaman da doğru olanı yapabiliyor muyuz? Evet, küçüklüğümüzde bizlere balığı suya geri bırakmak öğretilseydi, doğru olanı yapabilirdik. Çünkü gerçeğin ve doğrunun ne olduğunu öğrenmiş olurduk. Doğru olanı yapma kararı belleklerimizdeki canlılığını hiçbir zaman yitirmez.Fırsatlardan yararlanmak değil, doğru olanı yapmaktır önemli olan. ÇEK Bir zamanlar çok başarılı olan iş adamının işleri bozulmuştu. Ne yaptıysa olmuyordu. Bir sürü insan ödeme bekliyordu. Çok bunalmıştı ve hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. Nefes almak için parka gitti. Bir banka oturdu, başını ellerinin arasına aldı ve bu durumdan nasıl kurtulacağını düşünmeye başladı. Tam bu sırada birden, önünde yaşlı bir adam durdu. “Çok üzgünsün. Seni rahatsız eden birşey olduğu belli. Benimle paylaşmak ister misin?” diye sordu. İş adamının yakınmalarını dinledikten sonra da, “Sana yardım edebilirim!” dedi. Çek defterini çıkardı. İşadamının adını sordu ve ona bir çek yazdı. Çeki ona verirken de şöyle dedi: “Bu para senin. Bir yıl sonra seninle burada buluştuğumuzda bana olan borcunu ödersin. Hadi al!” Geldiği gibi hızla gözden kayboldu yaşlı adam. İş adamı şaşkınlıkla elindeki çeke baktı. Çekte 500 bin dolar yazıyordu ve imza John Rockfeller’a aitti, yani o gün için dünyanın en zengin adamına. Tüm borçlarımı hemen ödeyebilirim, diye düşündü. John Rockefeller’e ait bu çekle her şeyi çözebilirdi. Ama çeki bozdurmaktan vazgeçti. Bu değerli çeki kasasına koydu. Onun kasasında olduğunu bilmenin güveni ve yepyeni bir iyimserlikle işine tekrar dört elle sarıldı. Büyük küçük demeden tüm işleri değerlendirmeye başladı. Ödeme planlarını yeniden yapılandırdı. İyi yapılan işler yeni işleri doğurdu. Birkaç ay sonra işleri yoluna koyabilmişti. Takip eden aylarda ise borçlarından tümüyle kurtulup kâr etmeye başlamıştı. Tüm bir yıl boyunca çalıştı durdu. Tam bir yıl sonra, elinde bozulmamış çek ile parka gitti. Kararlaştırılmış saatin gelmesini bekledi. Tam zamanında yaşlı adamın hızla ona doğru geldiğini gördü. Tam ona çekini geri verip başarı öyküsünü paylaşacakken bir hemşire koşarak geldi ve adamı yakaladı. Hemşire “Onu bulduğuma çok sevindim, umarım sizi rahatsız etmemiştir.” dedi. “Çünkü bu bey sürekli olarak huzur evinden kaçıp bu parka geliyor. Herkese kendisinin John

8


Rockfeller olduğunu söylüyor.” diye ekledi. Adamın koluna girip onunla birlikte uzaklaştı. İşadamı şaşkın bir şekilde öylece durdu kaldı. Tüm yıl boyunca arkasında yarım milyon dolar olduğuna inanarak işler almış, yapmış ve satmıştı. Birden hayatının akışını değiştiren şeyin para olmadığını fark etti. Hayatını değiştiren, yeniden kendinde bulduğu özgüven ve inançtı. Anladı ki başarının sırrı kasamızda duran değil, kalbimizde ve kafamızda olanlardır. KOMUTAN VE TURA Önemli bir savaş sırasında Japon bir komutan askerlerinin sayısının düşmanlarınkine kıyasla çok daha az olmasına rağmen saldırıya geçmeye karar verir. Ordusunun kazanacağına olan güveni tamdır. Ancak, askerleri zafer konusunda oldukça kaygılıdır. Komutan zekice bir plan yapar? Savaş alanına doğru ilerlerken, yol kenarındaki bir tapınakta durup hep birlikte dua ederler. Daha sonra komutan cebinden bozuk para çıkararak: “Şimdi yazı-tura atacağız. Tura gelirse, biz kazanacağız, yazı gelirse kaybedeceğiz. Kaderimiz böylece ortaya çıkacak.” der. Bozuk parayı havaya atar ve herkes sabırsızca paranın yere düşmesini bekler. Tura gelmiştir. Askerler çok sevinirler; kendilerine olan güvenlerini toplamışlardır. Bu coşkuyla düşmana saldırırlar ve savaşı kazanırlar. Bir süre sonra yüzbaşı komutanının yanına gelerek onun kehanetini takdir edercesine; Kimse kaderi değiştiremez, der. Bunun üzerine “Haklısın” der komutan, iki tarafı da tura olan parayı göstererek. DÜNYAYA YARDIM ETMEK İÇİN NE YAPABİLİRİM Adamın biri Buddha’ya sorar: “Dünyaya yardım etmek için ne yapabilirim?”Buddha’nın gülerek şunları söylediği anlatılır: “Hiçbir şey yapamazsın. Çünkü ortada henüz sen yoksun, egon var. Sen yokken nasıl bir şey yapabilirsin ki? Dünyayı bir kenara bırak. Dünyaya nasıl hizmet edebileceğini, başkalarına nasıl yardım edeceğini düşünme. Bu düşünceler seni senden uzaklaştırır, kendinden kaçmana yol açar. Sen önce sen ol, varlığını fark et. O zaman her yaptığın bir hizmet olur. O zaman varlığın bir duaya dönüşür. Dönüm noktası varlığındır. Bu aynı zamanda kendi benliğinde devrim yapmandır. Sen huzuru bulmadan, “İnsanlara nasıl huzur verebilirim?” diyorsun. Sen önce kendi içinde huzuru bul. Sonra senin gönlün herkes için serin bir yer olur.

9


Mehmet Akif’in Erdemli Davranışı 1921 yılında Burdur milletvekili olarak Meclis’te bulunan Akif, önce İstiklal Marşı yarışmasına katılmak istemez. Çünkü kazanana 500 lira ödül verilecektir. Mehmet Akif, milletini ve vatanını seven bir insandır, millete hizmet için yapılacak işlerden para kazanmayı erdem kabul etmez. “İnsan, milleti ve vatanı için fedakârlık yapmalıdır.” der. Yarışma açılıp da İstiklal Marşı olacak bir şiir ortaya çıkmayınca Meclis Başkanı Hamdullah Suphi Tanrıöver bir çözüm yolu arar. Akif’e, ödülün kimsesiz kadın ve çocukların kaldığı kuruma bağışlanacağını söyler ve yarışmaya katılmasını ister. Akif sorumluluk duygusu taşıyan bir insandır. Meclis’in açtığı yarışmadan sonuç çıkmaması, onu kaygılandırır. Kolları sıvar. Gece gündüz çalışarak “İstiklal Marşı” yazmaya başlar. Kendisine neden bu kadar çok çalıştığını soran arkadaşı Hasan Basri Çantay’a söyledikleri tam bir sorumluluk örneğidir: “Bu işi en iyi yapmalıyız.”

AİLE OLMAK Adam yorgun argın eve döndüğünde beş yaşındaki çocuğunu kapının önünde beklerken buldu. Çocuk babasına: -Baba bir saatte ne kadar para kazanıyorsun diye sordu. Zaten yorgun gelen adam: -Bu senin işin değil, diye cevap verdi. Bunun üzerine çocuk:

10


-Babacığım lütfen, bilmek istiyorum, diye üsteledi. Adam: -İlla da bilmek istiyorsan, 100 lira, diye cevap verdi. Bunun üzerine çocuk: -Peki bana 50 lira borç verir misin, diye sordu. Adam iyice sinirlenip: -Benim senin saçma oyuncaklarına ve benzeri şeylerine ayıracak param yok. Hadi, derhal odana git ve kapını kapat, dedi .Çocuk sessizce odasına çıkıp kapıyı kapattı. Adam sinirli sinirli: “Bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder?” diye düşündü. Belki de gerçekten lazımdır. Yukarıya, çocuğunun odasına, çıktı ve kapyı açtı... Yatağında olan çocuğa: -Uyuyor musun, diye sordu. Çocuk: -Hayır, diye cevap verdi. -Al bakalım, istediğin 50 lira. Sana az önce sert davrandığım için üzgünüm; uzun ve yorucu bir gün geçirdim, dedi. Çocuk sevinçle haykırdı: -Teşekkürler babacığım. Ve hemen yastığının altından diğer buruşmuş paraları çıkardı. Adamın suratına baktı, yavaşça paraları saydı. Bunu gören adam iyice sinirlenerek: -Paran olduğu halde neden para istiyorsun? Benim, senin saçma Çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok, diye yeniden kızdı... Çocuk: -Param vardı; ama yeterince yoktu, dedi ve yüzünde mahcup bir gülücükle paraları babasına uzattı: -İşte 100 lira... Şimdi bir saatini alabilir miyim babacığım?

DOYMAK MI YOKSA PAYLAŞMAK MI GEREKİR?

Bir Güney Amerika ülkesinde yakın zamanlarda çok şiddetli bir yer sarsıntısı olmuştu. İnsanlar evsiz kalmış, zaten fakir olan halk

11


sarsıntı sonrasında açlıkla yüzyüze gelmişti. Eldeki olanaklarla insanlara ekmek ve meyve dağıtılmaya başlandı. Dağıtım yerlerinde uzun kuyruklar oluşuyor, verilen yiyecekler yetmiyordu. Yine böyle bir kuyruğun sonlarında, alacağı iki lokma yiyecek için saatlerdir beklemekteydi Purya. Yorulmuştu, çok yorulmuştu ama açlığını bastırmak ümidiyle sıranın kendisine gelmesini bekliyordu. Sonunda yiyecek sepetlerinin bulunduğu yere ulaşmasına az kaldı... artık sabırsızlanıyordu. Ve Purya, midesi ziller çalarken,sepetlerin önünde buldu kendini. Dağıtımı yapan adam elini sepetlerin birine soktu ve çıkardığı tek bir muzu ona uzattı ... Başka hiçbir şey kalmamış, yiyecekler tükenmişti! İki gündür aç olan kızcağız muzu alarak bir iki adım attı. O muzla kendisine bir ziyafet hazırlıyordu...ki birden gözü az ilerde duran ve sabit bakışlarını elindeki muza dikmiş iki oğlan çocuğuna takıldı. Onların da kendisi gibi aç oldukları her hallerinden belliydi. Sarsıldı birden Purya...seçimini yapmıştı. Çocuklara doğru ilerledi; hiç düşünmeden muzu soydu; kabuğunu sıkı sıkı tutarak muzu ikiye böldü ve çocuklara uzattı . Çocuklar yarımşar muzu büyük bir iştahla yerlerken, yüzündeki parıltı görülmeye değerdi. Purya da kabuğun içini yalayıp kemiriyor, paylaşmanın verdiği sevinçle açlığını gideriyordu . İMPARATOR KİM OLACAK? Bir zamanlar, Uzak Doğu´da, artık yaşlandığını ve yerine geçecek birini seçmesi gerektiğini düşünen bir imparator varmış. Yardımcılarından ya da çocuklarından birini seçmek yerine; kendi yerine geçecek kişiyi değişik bir yolla seçmeye karar vermiş.Bir gün, ülkesindeki tüm gençleri çağırmış ve: “Artık tahttan inip yeni bir imparator seçme vakti geldi.Sizlerden birini seçmeye karar verdim.” demiş. Gençler şaşırmışlar, ancak o sürdürmüş: “Bugün hepinize birer tohum vereceğim. Bir tek tohum… Ama bu çok özel bir tohum. Evlerinize gidip onu ekmenizi, sulayıp büyütmenizi istiyorum. Tam bir yıl sonra büyüttüğünüz o tohumla buraya geleceksiniz.Sizi, yetiştirdiğiniz o tohuma göre değerlendirip, birinizi imparator seçeceğim.” Saraya çağırılan gençlerin arasında Ling adında biri de varmış.O da diğerleri gibi tohumunu almış.Evine gidip heyecanla olayı annesine anlatmış.Annesi bir saksı ve biraz toprak bulup, onun tohumu ekmesine yardım etmiş.Sonra birlikte dikkatlice sulamışlar.Her gün sulayıp büyümesini bekliyorlarmış .Yeterince zaman geçtikten sonra diğer gençler tohumlarının ne kadar büyüdüğünü anlatırken, Ling hayal kırıklığı içinde, kendi tohumunda hiçbir değişiklik olmadığını görüyormuş.

12


Üç hafta, dört hafta,beş hafta geçmiş.Hâlâ hiçbir gelişme yokmuş.Diğerleri yetişen bitkilerinden söz ederken Ling çok üzülüyormuş. İmparatorun onu beceriksiz sanmasından çok endişeleniyormuş. Arkadaşlarına da hiçbir şey diyemiyor, sabırla bekliyormuş. Sonunda bir yıl bitmiş ve gençlerin yetiştirdikleri bitkileri imparatorun huzuruna götürecekleri gün gelip çatmış. Ling, annesine boş saksıyı götüremeyeceğini söyleyince, annesi ona cesaret verip; saksısını götürüp dürüst bir şekilde olanları imparatora anlatmasını istemiş Ling, pek istemese de, annesinin sözünü tutmuş ve boş saksıyla saraya gitmiş.Saraya varınca arkadaşlarının yetiştirdiği bitkilerin güzellikleri karşısında şaşırmış .Sonra imparator gelmiş ve tüm gençleri selamlamış.Ling, arkalarda bir yerlere saklanmaya çalışıyormuş. “Ne büyük bitkiler, çiçekler ve ağaçlar yetiştirmişsiniz.Bugün biriniz imparator olacak.” demiş imparator. Aniden arkada elinde boş saksısıyla Ling´i fark etmiş Hemen muhafızlarına onu öne getirmelerini emretmiş Ling çok korkmuş. “Sanırım beceriksizliğimden dolayı beni öldürtecek. “ diye düşünmüş. Ling öne geldiğinde imparator adını sormuş “Adım Ling “ demiş .Diğer gençler gülüşüp onunla alay etmeye başlamışlar İmparator onları susturmuş Ling´e ve elindeki saksıya dikkatle bakıp kalabalığa doğru dönmüş “Yeni imparatorunuzu selamlayın Adı Ling!” demiş Linginanamamış Çünkü tohumunu yeşertememiş bile, nasıl imparator olurmuş.İmparator devam etmiş: “Bir yıl önce burada herkese bir tohum verdim Siz ekip, sulayıp bir yıl sonra getirecektiniz. Ama hepinize kaynamış tohum vermiştim, Asla büyüyemeyecek olan. Ling´in dışında herkes ağaçlar, bitkiler ve çiçekler getirdi; çünkü tohumun büyümediğini fark edince hepiniz onu bir başka tohumla değiştirdiniz .Sadece Ling içinde benim verdiğim tohum olan boş saksıyı getirme cesaret ve dürüstlüğünü gösterdi.Beklentisi gerçekleşmeyince umutsuzluğa kapılsa da, dürüstlüğünden vazgeçmedi.Onun için yeni imparatorunuz o olacak!”

En Sade Doğrular Mı? Rengarenk Yalanlar Mı?

13


Mehmet Akif ve Erdem Akif, çok çalışkan bir insandır. Halkalı Baytar Mektebini birincilikle bitirir. Hatta okulun son senesinde Simon adlı bir öğrencinin notlarının çok iyi olduğu ve okul birincisi olacağını öğrenir. Akif’e göre bir Müslüman, bir gayrimüslimden geri kalamaz. Kur’an, inanıyorsanız üstünsünüz, buyurur. Fatih’ten Halkalı’ya her gün yürüyerek gidip gelen Akif, yolda çok zaman kaybetmektedir, öğretmenlerinden kendisine okulda barınma imkanı vermelerini ister. Okulda kaldığı takdirde birincilik yarışında Simon’u geçecektir. Okul yönetimi Akif’e okulda yatılı kalma imkânı verir ve Akif, sözünde durur, Simon’u geçer ve okul birincisi olur. Akif için çalışmak, sorumluluk duygusu taşımak hem bir erdem hem de ibadettir. “Kim kazanmazsa bu dünyada birekmek parası; Dostunun yüz karası, düşmanın maskarası” der.

EN İYİ BUĞDAY Her yıl yapılan ‘en iyi buğday’ yarışmasını yine aynı çiftçi kazanmıştı. Çiftçiye bu işin sırrı soruldu.

14


Çiftçi: -Benim sırrımın cevabı, kendi buğday tohumlarımı komşularımla paylaşmakta yatıyor, dedi. -Elinizdeki kaliteli tohumları rakiplerinizle mi paylaşıyorsunuz? Ama neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyorsunuz? diye sorulduğunda, -Neden olmasın, dedi çiftçi. -Bilmediğiniz bir şey var; rüzgâr olgunlaşmakta olan buğdaydan poleni alır ve tarladan tarlaya taşır. Bu nedenle, komşularımın kötü buğday yetiştirmesi demek, benim ürünümün kalitesinin de düşük olması demektir. Eğer en iyi buğdayı yetiştirmek istiyorsam, komşularımın da iyi buğdaylar yetiştirmesine yardımcı olmam gerekiyor. “Sevgi ve paylaşmak en yakınınızdan başlar. Sonra yayılarak devam eder. Kin, cimrilik, nefret kimsenin hoşlanacağı davranışlar değildir.” BEŞ PARMAK Nil, okuldan gelir gelmez annesinin yanına koştu. Yemek hazırlayan annesi, onun bu telaşından bir şeyler olduğunu hissetmişti, “Ne o, bir sorun mu var?” diye sorunca, Nil hiç beklemeden “Evet anne, öğretmen bugün bir bilmece sordu. Cevabını bulan ve anlamını açıklayarak yazanın yazısı okul gazetesinde yayınlanacak. Ne olur anne, yardım et. Gazetede yazımın çıkmasını çok istiyorum.” dedi. Annesi cevabı kendisi verdiğinde bunun pek de adil olmayacağını ama ona yardımcı olacağını söyledi. Nil bilmeceyi bir kaç kez annesine tekrarladı. “Doğru ile yanlış arasındaki uzaklık ne kadardır? ” ve anne kız çalışmaya başladılar. Anne: “Sana birkaç soru soracağım Nil, bunları cevaplarken dikkat et, sonunda bilmecenin yanıtını kendin bulacaksın. Sevim teyzen yeni bir araba almış. Doğru mu, yanlış mı?” Nil: “Sen öyle diyorsan doğrudur anneciğim.” Anne: “Benim söylediğim bu doğruyu hangi duyunla algıladın?” Nil: “Tabii işitme duyumla anne. Verdiğin haberi kulaklarımla duydum.” Anne: “Şimdi git, pencereden bak. Teyzeni sokakta yeşil bir arabayı temizlerken göreceksin” Nil: “Evet anne, gerçekten Sevim teyzem neşeyle arabasını temizliyor.” Anne: “Artık doğru söylediğime eminsin değil mi?” Nil: “Evet artık daha bir eminim. Sakın yanlış anlama ama gözlerimle görünce hiçbir şüphem kalmadı.” Anne: “Peki, söylediğimin doğru olduğunu şimdi hangi duyunla algıladın ve emin oldun.”

15


Nil: “Tabii görme duyumla yani gözlerimle” Anne: “Kulağınla duyduğun bir şey yanlış olabilir ama gözlerinle de görüyorsan o artık yanlış olamaz. Teyzenin araba alma haberi yanlış olabilirdi ama gözünle gördüğün için artık yanlış değil. Doğru ile yanlış birbirinden çok uzak görünseler de algılandıkları duyular birbirlerine oldukça yakın gözüküyorlar değil mi?” Nil: “Galiba anladım anne, doğru ve yanlış aslında birbirlerine hiç de uzak değiller. Göz ve kulak kadar yakınlar. Ama bunu nasıl ölçeceğim.” Anne: “Bilmem, benimki beş parmak tutuyor.” Nil kahkahalar atarak gülmeye başlar. Eliyle kulağı ve gözü arasındaki mesafeyi ölçer. Nil: “Benimki de beş parmakmış anneciğim. Seni çook çook seviyorum Bak hem duyuyorsun hem de gözlerinle göreceksin.” der ve annesinin yanağına kocaman bir öpücük kondurur.

SABIRLI OLMAK BİR ERDEMDİR Bir kavak ağacının yanında bir kabak filizi boy göstermişti. Bahar boyunca bitki kavak ağacına sarılarak boy göstermeye başladı. Yağmurların ve güneşin etkisi ile büyümesini hızla sürdüren kabak, kısa sürede kavak ağacı ile neredeyse aynı boya geldi. Hızla büyümesinden gururlanırken bir gün dayanamayıp kavağa sordu: “Sen kaç ayda bu duruma geldin ağaç?” “On yılda” dedi kavak. Kabak çiçeklerini sallayarak güldü. “On yılda mı? Ben neredeyse iki ayda senin boyuna geldim.” Kavak ise kabağın bu sözlerine güldü ve “Çok doğru” diye karşılık verdi sadece.Günler günleri kovaladı ve sonbaharın ilk rüzgarları başladığında kabak önce üşümeye başladı, sonra yapraklarını düşürmeye, soğuklar artıkça da aşağıya doğru inmeye. Bu kez biraz da kuşkuyla sordu kavağa.“Neler oluyor bana ağaç?”. Kavak sakin bir şekilde yanıtladı kabağı. “Telaşlanmaya gerek yok ölüyorsun.” Kabak hiçbir şey anlamadı sordu “Niçin?” diye. Kavak yine sakin sakin yanıtladı. “Çünkü benim on yılda geldiğim yere sen iki ayda gelmeye çalıştığın için.’’ Sabır ve zamandan kuvvetli bir şey yoktur: Her şeyi bunlar yapar. (Tolstoy)

16


AFFETMEK İLE İLGİLİ BİR HİKAYE Bir lise öğretmeni bir gün derste öğrencilerine bir teklife bulunur: “Bir hayat deneyimine katılmak ister misiniz?’ Öğrenciler çok sevdikleri hocalarının bu teklifini tereddütsüz kabul ederler. “O zaman” der öğretmen: “Bundan sonra ne dersem yapacağınıza da söz verin” Öğrenciler bunu da yaparlar. “Şimdi yarınki ödevlerinize hazır olun. Yarın hepiniz birer plastik torba ve beşer kilo patates getireceksiniz!” Öğrenciler, bu işten pek bir şey anlamışlardır. Ama ertesi sabah hepsinin sıralarının üzerinde patatesler ve torbalar hazırdır. Kendisine meraklı gözlerle bakan öğrencilerine şöyle der öğretmen: “Şimdi, bugüne dek affetmeyi reddettiniz her kişi için bir patates alın, o kişinin adını patatesin üzerine yazıp torbaya koyun.” Bazı öğrenciler üç beş patates koyarken, bazılarının torbası neredeyse ağzını kadar dolmuştur. Öğretmen, kendisine: “Peki şimdi ne olacak?” der gibi bakan öğrencilerine ikinci açıklamasını yapar: “Bir hafta boyunca nereye giderseniz gidin, bu torbaları yanınızda taşıyacaksınız. Yattığınız yatakta, bindiğiniz otobüste, okuldayken sıranızın üstünde hep yanınızda olacaktır.” Aradan bir hafta geçmiştir. Hocaları sınıfa girer girmez, denileni yapmış olan öğrenciler şikayete başlarlar: “Hocam, bu kadar ağır torbayı her yere taşımak çok zor.” “Hocam, patatesler kokmaya başladı. Vallahi, insanlar tuhaf bakıyorlar bana artık. Hem sıkıldık, hem yorulduk.” Öğretmen gülümseyerek öğrencilerine şu dersi verir: “Görüyorsunuz ki, affetmeyerek asıl kendimizi cezalandırıyoruz. Kendimizi ruhumuzda ağır yükler taşımaya mahkum ediyoruz. Affetmeyi karşımızdaki kişiye bir iyilik olarak düşünüyoruz. Halbuki affetmek en başta kendimize yaptığımız bir iyiliktir.” ŞU HAYATTA HEPİMİZİN EKSİĞİ, KUSURU DİZ BOYU Şu hayatta hepimizin eksiği, kusuru diz boyu. “Yanılmam!” zanneden, en çok yanılır. “Ben bilirim” diyen, aslında en cahilimizdir. Üstünlük taslayan, en geriden gelendir. Beşer dediğin, adı üstünde zaten, şaşar daim. Ayağımız kayar, düşeriz. Vardım zanneder, tökezleriz. Oldum zanneder, bir arpa boyu bile yol katedemeyiz. Piştim dersek

17


hamlık imtihanından geçemeyiz. Çoktur eksiği insanın. İstisnasız herkesin. Ama bir tek kural var ki, unutmayacaksın. Küpe gibi kulağımızda asılı durur daim. En sisli sabahlarda, en puslu yollarda ışık verir, titrek ama sabit bir mum alevi gibi. Öyle bir kural ki, son derece basittir ama bir o kadar temel: “Kalp kırmayacaksın!” Kırdığımız her kalp, ettiğimiz her fena laf, incittiğimiz her can, küstüğümüz her dost; yüreğimizin üzerine bindirilmiş demirden bir ağırlıktır. Eğer dikkat etmezsek birikir ağırlıklar, nefes bile alamaz duruma geliriz o zaman. Halbuki tüy gibi hafif, kuş gibi latif olabilmeli insanın yüreği, ağırlıksız ve pak. Elif ŞAFAK MEDENİ CESARETİMİZİ ARTTIRMAK İÇİN ONARICI TEKNİKLER 1. Güçlü yönlerimizi belirlemek ve onların üstünde daha çok durmak: Denediğimiz her yeni şey için kendinize şans tanımalıyız. Önemli olan elde edilen sonuç değil, bu yolda harcanan çabalardır. Bu yüzden kendimizi takdir etmeyi bilmeliyiz. 2. Risk almak: Her yeni deneyime yeni bir öğrenme fırsatı olarak bakabilmek.Asıl olan kazanmak yahut kaybetmek değil! Ancak bu şekilde yeni fırsatlarla karşılaşabiliriz ve kendimizi olduğumuz gibi kabul edebiliriz. 3. İç konuşma yapmak: İç konuşma yaparak olumsuz varsayımlarımızla başa çıkabiliriz. Kendimize haksızlık ettiğimiz bu durumlarda, “Dur bakalım, o kadar da değil” diyerek daha olumlu varsayımlar üretmeliyiz. Örneğin, herhangi bir şeyin mükemmel olmasını beklediğimiz bir durumda, her şeyi mükemmel yapamayacağımızı, önemli olanın elimizden geldiği kadarını en iyi şekilde yapmaya çalışmak olduğunu kendimize hatırlatmak harika bir fikirdir. 4. Kişisel değerlendirme yapmak: Kendimizi her şeyden ve herkesten bağımsız olarak değerlendirebilmektir. İçsel olarak kendimiz kendi davranışımız hakkında ne düşünüyoruz? Bu tarz bir bakış açısı içsel olarak kendimizi daha güçlü hissetmemizi sağlayacak ve kişisel gücümüzü başkalarının ellerine teslim etmemizi engelleyecektir. 5. Kendini sevmek: İnsanlar kendilerini sevdiklerinde hem duygusal hem de fiziksel olarak kendilerini güvende hissederler ve kendileriyle barışık yaşarlar. 6. Kendini tanımak: Kendilerini tanıyan insanlar kendi güçlü ve güçsüz yönlerini iyi bilirler. Bir topluluğa girdiklerinde kendilerini ifade ederken kendi potansiyellerinin farkında olarak harekete geçerler. 7. Hedef Koymak:Tabi burada kastedilen hedef açık ve net koyduğumuz hedefler. Elbette ki çok büyük genel hedeflerimiz olabilir. Ama bunlara ulaşmamız için mutlaka planlı ve daha gerçek hedeflerimizde olmalı.

18


8. Pozitif Düşünmek: Pozitif düşünce özgüveni harekete geçirmeye zorlayan belki de en önemli etkenlerden biri. Olumsuz bir düşünceyle herhangi bir başarı elde etmek çok güç. Bu bizi ancak karamsarlığa götürür. O yüzden kendimizi pozitif düşünmeye alıştırmamız ve bunu bir yaşam biçimi haline getirmemiz bize hayatımızda çok şeyler kazandıracak. 9. İyi bir iletişim: Sağlıklı bir iletişim yeteneğimiz olması bizlerin çevremizde sevilen saygı duyulan güvenilen insanlar olmamızı sağlar. Çevremizde olumlu bir imaja sahip olduğumuzda kendimize güvenimiz artacaktır. 10. İyi bir ifade yeteneği:Toplum içinde konuşmak için bol bol okumamız konuşma tekrarları yapmamız ve hatta zaman zaman iyi birer hatip olabilmek için evde çalışmamız ve sonucunda da konuşma yeteneğimizi artırmamız bize topluluk içinde daha çok söz söyleme imkanı tanıyabilir. Bu da bizi yine özgüven konusunda olumlu destekleyebilir. 11. Duyguları kontrol etme: Duyguları ile başa çıkabilen çocuklar duygularının esiri olmazlar. Beklenmedik davranışlar göstermezler. Korkuları ve endişeleri ile başa çıkabildikleri için riskleri göze alabilirler. Mutsuzluklarının kendilerini sürekli engellemesine izin vermedikleri için sıkıntılı dönemlerini kısa sürede atlatabilirler. Anlaşmazlık olduğunda kendilerini iyi savunurlar. Kıskançlık, öfke gibi doğal olan duyguları yaşadıklarında suçluluğa kapılmazlar. İlişkilerinde neşe, sevgi ve mutluluk ararlar. Kimseye körü körüne kapılmazlar. ERDEMLİ İNSANIN 9 DÜŞÜNCESİ ► Baktıklarında berrak görmeyi düşünürler. ► Dinlediklerinde iyi duymayı düşünürler. ► Görünüşleri bakımından cana yakın olmayı düşünürler. ► Davranışlarında saygılı olmayı düşünürler. ► Konuşmalarında doğru sözlü olmayı düşünürler. ► İşlerinde ciddi olmayı düşünürler. ► Kuşkuya düştüklerinde soruları nasıl soracaklarını düşünürler. ► Öfkelendiklerinde sorunları düşünürler. ► Kazancı gördüklerinde adaleti düşünürler.

19


ÖZLÜ SÖZLER “Sen eşsiz birisi olarak doğdun, bir kopya olarak ölme.” (John Mason) “Savaşçı olmak mükemmellikle ilgili değildir. Zaferle veya incitilemez olmakla. O, incinmeye açık olmakla ilgilidir. Gerçek cesaret budur.” (Dan Millman) “Siz kendinize inanın, başkaları size inanacaktır.” (Tacitus) “Yüzüne kapatılan kapılar ile kararlılığın, arkandan kapatılan kapılar ile de cesaretin test edilir.” (Tayfun Topaloğlu) “Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun dedi. Öleceğini bildiği halde yaşadığını unutmuştu.” (G.G. Márquez) “Ne duruyorsun be, at kendini denize... Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol. Git gidebildiğin yere.” (Orhan Veli Kanık) “Hiç kimse geriye gidip yeni bir başlangıç yapamaz; ama bugün yeni bir son yapıp yeniden başlayabilir.” (Frank M. Robinson) “Çaresizseniz, çare SİZsiniz.” (Behçet Necatigil) “Herkes kaçınılmaz olarak, kendi hayat hikayesinin kahramanıdır.” (John Barth) “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol!” (Mevlana) “Her ne için olursa olsun sabır, ilk sadmede (sarsıntı, çarpışma) lazımdır.” (Hz. Muhammed) “Kararlılık keskin bir bıçağa benzer. Bir kerede dümdüz keser. Kararsızlık ise kör bir bıçak gibi kestiği her şeyi parçalar ve yırtar.” (Jan Me Keithen) “Olgun insan güzel söz söylemesini bilen değil, söylediğini yapan ve yapabildiğini de söyleyen insandır.” (Konfüçyüs)

20


“Ben bir işle nasıl meşgul olacağımı düşünmem. O işe neler mani olur diye düşünürüm. Engelleri ortadan kaldırdın mı iş kendiliğinden yürür.” (Mustafa Kemal Atatürk) “Mutlu olmak istiyorsan, sınırlarını tanı ve onları kabul et” (Carl Gustav Jung) “Başarılı insanlar, karşılarına çıkan şansı talihe çevirmeyi bilen, olumlu tutum ve başa çıkabilme gücüne sahip, güçlü yönlerini geliştirmeye odaklanmış, kendilerini işlerine adamış kişilerdir.” (Acar Baltaş) ”Başarısızlık ve felaketlere rağmen hayata karşı güvenlerini koruyabilen iyimser insanlar, daha çok iyi bir anne tarafından büyütülmüş olanlardır.” (AndreMaurois) “Cümleler doğrudur sen doğru isen, doğruluk bulunmaz sen eğri isen.” (Yunus Emre) “Doğruları korumaktan korkmayınız.”(M.K. Atatürk) “Budur benim hayatta beğendiğim meslek, sözün odun gibi olsun hakikatin tek.” (M. Akif Ersoy) “Erdem adil olmaktır. İyi, doğru ve güzele gidiştir.” (Anonim) “Erdem, iyi olanı elde etme gücüdür.” (Platon) “Güzellikler kaybolur, erdem ise devam eder.” (Goethe) “Kendinin ne olduğunu bilen insan, bazı kendini bilmezlerin, onun hakkında söylediklerinden etkilenmez.” (İbn-i Sina) “Güzel düşün, iyi hisset, yanılma, aldanma, ne varsa doğrudadır, doğruluk şaşar sanma.” (Tevfik Fikret)

21


ADSIZ ÇEŞME Bir yaz günü iki kardeş, Yürüyüşe çıkmışlardı. Sanki bir fırındı güneş; Ateş gibi sıcak vardı. Yürüdüler, çok gezdiler, Susuzluktan pek bezdiler. Zehir oldu bu gezinti, Bereket ki, bayılmadan, Eski bir çeşme gördüler, Su akıyor oluğundan. Atıldılar yana yana, Su içtiler kana kana. Bulmuşlardı yeniden can, İkisi de soruyordu: “Bu çeşmeyi kimdir yapan? ” yürekleri minnet dolu. Taşta yazılı bir isim, O da silik, kimbilir kim? İyilik bir suya benzer, Bırak aksın, bırak aksın Gönül denen bu çeşmeden Yaşadıkça bil ki yavrum, Sen de böyle yapacaksın, Hiç karşılık beklemeden. Su yerine iyilik dol, Yavrum, adsız bir çeşme ol !

Orhan Seyfi ORHON 22


PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDAN KISSALAR (CESARET) Übey bin Halef, eline aldığı çürümüş bir kemiği ufalayıp toz haline getirdikten sonra Hz. Muhammed’in yüzüne üflüyor, “Ey Muhammed, Allah buna mı hayât verecek?” diye küstahça mukabelede bulunuyor; diğerleri onu dâvasından caydırmak için mal, mülk, şeref ve makam gibi tekliflerde bulunuyordu. Peygamberimiz davetiyle alay edenlere vahiyle cevap verirken, Ebû Talib’e de, “Amca, Kureyş’in elinden gelse, bir elime güneşi, bir elime ayı koysa, ben yine hakikati ilan etmekten asla vazgeçmem” diyerek cesaretle üzerine gidiyordu. DEĞERLERİMİZ “Sizin imanca en güzeliniz, ahlakça en güzel olanınızdır ” [Hakim] “Şüphesiz güzel ahlak, güneşin buzu erittiği gibi günahları eritir ” [Harâiti] “Bir insan az ibadet etse de, güzel ahlakı sayesinde en yüksek dereceye kavuşur ” [Taberani] “Yumuşak davran! Sertlikten sakın! Yumuşaklık insanı süsler, çirkinliği giderir.” [Müslim] “Geçmiş peygamberlerin, sonraki insanlara ulaşan sözlerinden birisi de şudur: ‘Utanmadıktan sonra dilediğini yap’ ” [Buhari] “Mümin lanet etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayasız olmaz” [Hakim] “Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimsedir” [Buhari] “Merhamet etmeyene merhamet olunmaz” [Müslim] “Hiçbir baba, çocuğuna, güzel terbiyeden daha üstü bir hediye veremez” [Tirmizi] “Kıyamet günü, müminin terazisinde, güzel ahlâktan daha ağır bir şey yoktur. Allahû Teâlâ, çirkin konuşan ve ne konuştuğunu bilmeyenlerden nefret eder.” [Tirmizî] “Kim bir hayra vesile olursa, ona, hayrı işleyeninki kadar sevap vardır” [Müslim] “Cesaret on kısımdır, biri korkmamak, dokuzu dikkat ve ihtiyattır.” [Hz Ali] “Hayat bahçesinin en güzel ve en hoş kokulu çiçeğidir hoşgörü:Cesaret erdemdir. Cesaret, tehlike karşısında akıl ve zekânın kullanılmasıdır.” [Eflatun]

23


ARKA KAPAK


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.