XXI Ekim 2013

Page 1

XXI < MİMARLIK TASARIM MEKAN < SAYI 123 < EKİM 2013 < A TASARIM MİMARLIK < AYSEV DENEÇ < CM MİMARLIK < DERINDEREOZLER < SALON ARCHITECTS < STÜDYO BEMS < 13. İSTANBUL BİENALİ

Yİ R M İ B İ R M İM A R L IK TASA R IM M E KA N SAY I 12 3 E K İ M 2 0 13 1 1 ( KIB R IS 1 2 )

Barbar Kent

Mekana, kente ve kamusal alana odaklanan 13. İstanbul Bienali, Fulya Erdemci söyleşisi, Aslı Çiçek ve Merve Ünsal’ın yazılarıyla.

TOBB Teknoloji Merkezi

NoXX

A TASARIM MİMARLIK

CM MİMARLIK

DERINDEREOZLER ARCHITECTURE

EVREN AYSEV DENEÇ

MANÇO MİMARLIK

YAZILARIYLA

GÜLSÜM BAYDAR KORHAN GÜMÜŞ LEVENT ŞENTÜRK OSMAN ŞİŞMAN

SALON ARCHITECTS

STÜDYO BEMS



Yirmibir Mimarlık, Tasarım, Mekan Puna Yayın adına sahibi ve yayın yönetmeni Hülya Ertaş hulya@xxi.com.tr editör

YENI ZAMANLAR İÇIN YENI KAMUSALLIKLAR

Beste Sabır beste@xxi.com.tr sektör editörü Tuğba Demirci tugba@xxi.com.tr reklam müdürü Burcu Hinginar Akıncı okuyucu ilişkileri bilgi@xxi.com.tr kapak tasarımı Emre Çıkınoğlu sayfa tasarım ve uygulama Doğukan Bilgin web tasarımı Anıl Dönmez Turgay Tuğsuz kapak fotoğrafı 13. İstanbul Bienali, Ayşe Erkmen, bangbangbang © Servet Dilber basım yeri Ofset Yapımevi Yahya Kemal Mahallesi Şair Sokak No: 4 Kağıthane, İstanbul yönetim yeri Puna Yayın Serencebey Yokuşu 16/4 Beşiktaş, İstanbul 34349 0212 227 1317 bilgi@xxi.com.tr genel dağıtım DPP Yerel süreli yayın. Dergide yer alan yazı ve fotoğrafların tamamı ya da bir bölümü, Puna Yayıncılık’ın yazılı izni olmadan kullanılamaz.

facebook.com/xxidergisi twitter.com/xxi_dergisi

Son yılların politik ve ekonomik sistemleri gelişmekte olan birçok kentin çehresini belirledi. Türkiye’de yoğun olarak İstanbul başta olmak üzere, Ankara, İzmir ve Bursa gibi büyük kentlerde gördüğümüz bu değişim çok sayıda sorunsalı da beraberinde getirdi. Ve kentler sosyoloji, mimarlık, antropoloji, şehircilik, bilişim, tasarım gibi pek çok disiplinde bir araştırma alanı olarak gündeme oturdu. Özellikle gelişmekte olan kentlerde yaşanan dönüşümün disiplinlerarası merceklerle incelendiği bu zamanlarda 13. İstanbul Bienali’nin seçtiği kavramların tesadüfi olmadığı açık. Diğer yandan bienalin yüzünü tam da bu gelişmekte olan kentlere, Latin Amerika, Orta Doğu ve Türkiye’ye çevirmesi de bu bilinçli seçimin altını çiziyor. İstanbul Bienali, Fulya Erdemci küratörlüğünde, yalnızca bugün, benzer süreçlerden geçen kentleri yan yana getirmiyor, aynı zamanda o kentlerden sanatçıların İstanbul için düşünmesi ve üretmesi için de bir arayüz oluşturuyor. Öte yandan bugünün gelişmekte olan kentleriyle 1960-70’lerin New York, Paris, Amsterdam gibi kentleri arasında kentsel dönüşüm üzerinden bir eşleştirmeyle tarihsel arkaplanı da hatırlatıyor.

Bir kısmını zaten bildiğimiz, üzerinde sürekli sorgulamalar yapıyor olduğumuz kentsel dönüşümün bienal ile sanatsal üretime ve genel izleyiciye açılması bir yana mimarlar için bienalin ilginç olabilecek noktası güncel sanatın mekanı ele alış biçimlerindeki çeşitlilik. Sanat ile mekan arasındaki ilişkiyi müzeler üzerinden irdeleyen işlerin yanı sıra, mekanı sanat üretimi için bir düşünsel araç olarak kullanan işler de var. Oluş biçimleri çeşitli yorumlara açık olan, kamusal alanda sanat ürünleri ve onların bir sergi düzeneği içinde sunulması da yine üst üste okumalar yapılabilecek mekansal katmanlar içeriyor. 13. İstanbul Bienali, yeni zamanlar için yeni kamusallıkları ve yeni kentsel mekanları nasıl üretebileceğimizi sorguladığımız bugünlerde, güncel sanat perspektifini düşünme, araştırma ve üretme sürecine dahil ediyor.

XXI


GÜNCEL

DOSYA 32 BARBAR KENT

13. İstanbul Bienali’nin odağı kent ve mekan. Bienalde kentin ve mekanın kavramsal olarak nasıl ele alındığını küratörü Fulya Erdemci anlattı. Bienalin tasarlanmamış mekanlarını Aslı Çiçek, kamusal alan ve sanat ilişkisini ise Merve Ünsal kaleme aldı.

İÇİNDEKİLER

PROJE 42 BITKISEL VE MEKANSAL MATERYAL

EKİM 2013 - XXI 2

12 EŞIK CINLERI / GÜLSÜM BAYDAR

Kentsel Mekan, Karnaval ve Direniş

18 SAPKIN TASARIM SÖZLÜKÇESI / OSMAN ŞIŞMAN

Katılımcı Tasarım, Tasarım ve (Biyo)Politika*

24 SORU IŞARETI / KORHAN GÜMÜŞ

Bu Kadar Zorluk Hiç Masraf Yapmadan da Yaratılabilirdi

30 DÖNME DOLAP / LEVENT ŞENTÜRK

Taşınmanın Gayya Kuyusu

Peyzaj tasarımı ve uygulama danışmanlığını Studio BEMS'in gerçekleştirdiği Türk Telekom Ahlatlıbel Sosyal Tesisleri Ankara'nın iklimine uygun peyzaj çözümlerini, mekanın kullanım gereksinimleriyle bir arada ele alıyor.



46 DENEYSELLEŞME MEKANLARI

58 DINAMIK PERSPEKTIFLER

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Kampüsü'nde bulunan Teknoloji Merkezi, içerisinde barındırdığı 82 adet laboratuvar ve su tribünü ile öğrencilere deneysel çalışma, test, analiz ve araştırma yapma olanağı sağlıyor.

CT Hukuk Bürosu'ndaki oranlı prizmatik hacimler ve doğrusal olmayan yüzeyler arasındaki gerilimle sıcak malzemeler arasındaki karşıtlık, kullanıcının mesleğinde esas olan değerleri mekansallaştırıyor.

50 ENDÜSTRIYEL KURGU

62 SOKAĞA AÇILAN

Karaköy'de konumlanan Burger Lab, bölgenin tarihi dokusundan ve semtin eski yaşantısından esinlenen minimalist bir konsept ortaya koyuyor.

İÇİNDEKİLER

Cihangir'in dar sokaklarından birinde konumlanan NoXX Apartmanı, CM Mimarlık tarafından bölgenin nadir kalan yüzyıl başı yapı karakterine atıf niteliğinde ele alınarak tasarlanmış.

EKİM 2013 - XXI 4

54 İKILIĞI TEKLIK İÇINDE ERITMEK

Evren Aysev Deneç tarafından tasarlanan Sekiz Ev; neredeyse banliyö hissi veren bir kentsel doku içinde; bu dokuyla uyumlu ama özgün bir yapı dizisi üretmeyi hedefliyor.

SEKTÖR 66 FIRMA HABERLERI 74 IHTIYAÇLARA BÜTÜNCÜL YANIT

İzmir Bayraklı Tower'da faaliyet gösteren Ströer, ofis mobilyalarında Bürotime ürünlerini tercih etti.

78 REFERANS PROJE – AYDINLATMA Philips Prolux Tepta Aydınlatma

84 AJANDA



Şablonun Deneyselleri BU YIL ABDI GÜZER’IN KÜRATÖRLÜĞÜNÜ YAPTIĞI ANTALYA ULUSLARARASI MIMARLIK BIENALI’NIN TEMASI ŞABLON. BIR ÖNCEKI GIBI DENEYSEL MIMARLIK IŞLERININ YER ALDIĞI BIENALDEKI YERLEŞMELERI, MODERATÖRÜ EBRU ERDÖNMEZ ANLATIYOR.

EKİM 2013 - XXI 6

GÜNCEL

decor

M. Ebru Erdönmez Antalya Mimarlar Odası çatısı altında bu sene ikincisini düzenlemiş olduğumuz IABA 2013 Uluslararası Mimarlık Bienali, Kaleiçi merkez olmak üzere tüm kente, kent kullanıcılarına ve katılımcılara açık bir şekilde gerçekleşmekte.

üzerinden açık kamusal mekanın aktif olarak kullanılmasına imkan vererek tasarlanan yerleştirmeler içermesi yönüyle ayrışıyor. Bu kent içi yerleştirmeler farklı kullanıcıların ziyaret ettiği Antalya Kaleiçi bölgesinde konumlanıyor.

Deneysel Mimarlık İşleri, “şablon” teması doğrultusunda ulusal ve uluslararası güncel mimarlık işlerinin ve kentsel üretimlerin, içerisinde yer aldıkları mekan ve zaman diliminde ilişkilerini belirginleştirirken, “şimdi”lerini güncelleyerek, 2. Uluslararası Antalya Mimarlık Bienali (IABA) kapsamında deneysellik üzerinden mekansal kurguların oluşturulmasını amaçladı. Bu anlamda bireysel ya da grup olarak, kentle ilişkili tüm disiplinlerden katılıma açık olarak seçilen deneysel mimarlık işlerinin yeni düşünce ve üretme biçimleriyle ortaya konulması, farklı bakış açılarıyla şablon temasının Şablon [şimdi] güncelliğiyle deneysellik bağlamında ele alınması beklendi.

Deneysel mimarlığın üretim süreci alışılagelmiş düşünce biçimlerinin dışına çıkarak, var olan kurallar ve şemalar sistematiğini sorgulayan bakış açıları geliştirerek mekansal pratikleri ortaya çıkarmak üzerine odaklanıyor. Bu durum aslında tasarımın kendi içeriğini oluşturması demek. Kurallar ve şablonlar dizilimlerinin hayatımızı kolaylaştırmak üzerine kurgulanması amaçlansa da tasarımcılar için çerçevenin dışından bakmayı da olanaklı ya da bazen zorunluluk haline getirmekte. Peki, bu da aynı zamanda farklı şablonlara yönelmeyi beraberinde getirmekte mi? Bunun da altını çizerek bu zinciri kırmak isterken kendimizi başka kurallar sistemine sokma durumunu da düşünmemiz gerektiği dikkatlerden kaçırmamalı.

Deneysel Mimarlık İşleri, IABA kapsamında yapılan diğer çalışmalardan kamusal alan ağı

devre arası

Deneysellik yeni perspektifler ışığında konulara bakmak kadar yeni üretim biçimlerini de oluşturmayı kapsıyor. Bununla birlikte mekansal sorgulamalar ve biçimlenmelerle beraber mimarın ya da tasarımcının dışında gelişen deneyimleme olgusu deneysel işlerde ayrıca heyecan yaratan bir durum oluşturuyor. Bu anlamda Deneysel Mimarlık İşleri tüm kullanıcılar ve kentliler tarafından deneyimlenerek mimarlığın dört duvar yapmaktan ibaret olmadığını ifade etmeleri açısından heyecan verici yaklaşımlarıyla görülmeye değer bir biçimde hala bienali ziyaret etmemiş olan herkesi bekliyor.

kritik. Çoğu zaman gökyüzüne saldırgan denebilecek bir biçimde doğrulan bu binalar cephelerini kuşatan bitki örtüleriyle aslında güncel mimari yaklaşımlara sırtını dayıyor ve bu destekle sayıları artıyor denilebilir. Bugün dünyanın hemen her yerinde aynı/benzer biçimlerde yeşil elbiselerle dekore edilen bir şablon: dECOrkuleler.

DECOR (İLKER ÖZORHON, GÜLIZ ÖZORHON)

Küreselleşme, tektipleşme. Bu dünya düzenin içinde var olmaya çalışırken kaybolma, yok olma. Mimarların yaptığı ise çoğu zaman aynılaştırılmaya çalışılan insanların, yaşamların dECOrlarını tasarlamak ve inşa etmek. “içi dışı bir olmak” “içten gelen güzellik/iyilik” yerine maskeler giydirmek binalara. “Yeşil” maskeler.

Günümüzde gerek araştırma alanı olarak sempozyum, kongre, kitap ve dergilerde gerekse bir pazarlama metası olarak medyada çok geniş bir yer kaplayan çevresel sürdürülebilirlik ve ekolojik söylemler gerçek bir samimiyet ve akılcılık içeriyor mu? Yerden yükselerek, hem fiziksel hem de bağlamsal olarak doğadan gittikçe uzaklaşan gökdelenler için bu soru

Ekolojik, sürdürülebilir, yeşil mimari bu mu? Kentin içinde yok ettiğimiz yeşil alanların verdiği suçluluk hissi mi binalara “yeşil” elbiseler giydirmek? Ne’yi sürdürmek/sürdürebilmek? Doğanın bir parçası olmak bir yana doğaya düşman, insana düşman, sağlıksız binalar yapıp, “yeşil dekor” larla donatmak.


GÜNCEL 7 XXI - EKİM 2013

hücresel/alveolur

DEVRE ARASI (CENGIZHAN AYDIN, TUĞÇE ŞAHIN)

Kent birçok farklı kesimden insanın bir araya gelebildiği bir mekan. Kentsel mekan, birey ve toplulukların kurallar tarafından organize edilen eylemlerinin alanıdır ve onların ihtiyaçlarını yansıtır. Kolektif yaşam senaryolarının mekanıdır. Ele aldığımız “kaldırım” gündelik hayatta kişisel ve toplumsal karşılaşmaların mekanı. Şablonlaşmış bir kentsel öğe olması ise deneysel ürünün konuyla bağlantılandırdığımız bir başka tarafı. Ancak bireysel ve kolektif eylemlerimizde kaldırımın şablonlaşmış görevine alternatif durumlar da yaratırız. Büyüklerin dünyasında dükkanın önüne atılan tabure ve tavla masası, kurulan boya tezgahı, açılan işporta tezgahının mekanı hep kaldırımdır. Çocuklar ise kaldırımda hatta yollarda oyun oynayabileceğimizi hatırlatır bize. Seksek çizgileri itinayla kaldırıma çizilir ya da sokak baştan sona futbol sahası olur. Devre Arası, kentliyi kaldırımda oyuna davet etme fikrinden yola çıkar. HÜCRESEL / ALVEOLUR (NILÜFER KOZIKOĞLU)

Hücresel, iç içe şişme kalıp tekniğinin bütünsel ağ yapı formu ile denendiği

bir yerleştirme olarak Deneysel Mimarlık İşleri içinde yerini alıyor. Boşluklu yapısı, etrafındaki ve kendi üzerindeki güneş/gölge etkileri farklı yaşamsal potansiyellere işaret ediyor. Yeşilin üreyebileceği boşluklar gibi içine girilebilir hacimleri de var. Biçimin bütünselliğini, kamusal alana etkilerini, insanların etkileşimini, organik büyümeyle arakesitini gözlemlemek üzere dört hafta boyunca Kapalı adı verilen Antalya’nın en işlek caddesinde ve Cumhuriyet Meydanı’nda sergileniyor. Hücresel yerleştirmesi ayrıca 2,5 m çapındaki birimin yerinde beton dökme, priz ve kalıptan sıyırma süreçleriyle kalıp ve form ilişkisinin kamusal alanda deneyimlenmesine izin veriyor. MEKANIN SESI (NIL AYNALI, İSMAIL EĞLER)

Mekanın deneyimlenmesinde sınırlarını sorgulayan bu çalışmada; mekanın bütünlüğü içinde gerçekleşen farklılaşmaların bir ses yerleştirmesi aracılığıyla görünür/duyumsanabilir kılması amaçlandı. Bu farklılaşmaların zaman içindeki belirme hızı

birbirinden farklı olabilir. Bir mekanı oluşturan yapısal bileşenlerin eskimesi birkaç yıla, güneşin mekanın içindeki hareketi birkaç saate, bir canlının mekan içindeki hareketi birkaç saniyeye sığabilir. Projede, söz konusu mekansal bütünsellik, video kamera aracılığıyla sürekli bir şekilde izleniyor. Bütün içindeki büyük ya da küçük tüm farklılaşmalar sessel değişimlere tercüme ediliyor. Mekanın sesi duyulur hale geliyor.

arasındaki ilişkiye katkıda bulunuyor ve aynı zamanda farklı kotların birbirleriyle, denizin karayla, insanların diğerleriyle bağlantısını çeşitlendirmek ve kolaylaştırmak hedefleniyor. ÖTEKI (ZEYNEP AROLAT, EMRE AROLAT MIMARLIK, ELI ESKENAZI)

Üretimde standartlaşma, kullanımda kişiselleştirme, malzemede sürdürülebilirlik; hafızadaki üretim, mekan, nesne, malzeme, kamusal alan şablonları; kesitte farklılaşan ritimler bu uygulamada dikkati çeken kavramlar.

Bu çalışma, Antalya Mimarlık Bienali kapsamında ele alınan “deneysel mekan” tarifini ve bu kavramın önceki dönemlerde ürettiği genel düşünceyi sorguluyor. Mekan ve içerisinde yaşanılan deneyim, genellikle strüktürel ve fiziksel bağlamlar üzerinden üretilmekte. Bu oluşumda mekan, anlamaya yönelik olmaktan çok görmeye, zihinsel bir ilişki alanı oluşturmaktan ziyade, fiziksel bir yaratım ve deneyim alanına dönüşmeye meyilli.

Deneysel mimarlık işi olarak mendirek paletleri, yoğun yaya dolaşımı olan bir rota üzerinde varolan kamusal davranış alışkanlıklarını vurgulayan, kolaylaştıran, yorumlayan, çeşitlendirerek deneyimleten bir dizi hafif ve geçici strüktürü içeriyor. Bu deneysel yerleştirme beden ve mekan

Kurgunun başladığı iç mekan önce izleyiciyi konunun içine çekiyor. Bugün varlığını sürdüren ya da artık yerinde bulunmayan yapı, boşluk, insan gibi öğeler, basit bir yansıtma tekniği kullanılarak algının bulanıklaştırılması hususunda devreye giriyor. Öte yandan bu kurgu,

MENDIREK PALETLERI (A. DEFNE ÖNEN)


mendirek paletleri

EKİM 2013 - XXI 8

GÜNCEL

tabula rasa

tarih içindeki özgül bir zamanı işaret ediyor. Hissiyatı daha da güçlendirmek üzere etrafa dikkatlice yerleştirilmiş olan gerçek nesneler, zihinde geçmişle ilgili var olan algı noktalarına atışlar yaparak bunları su yüzüne çıkarmayı amaçlıyor. Tam da işaret edilen zamana ait olduğu düşünülen “nesneler”, üzerlerindeki patinanın yumuşatıcı etkisi sayesinde yansıtılan öğelerle kolaylıkla iletişime geçiyor ve algının sürekliliğine katkıda bulunuyor. Ziyaretçi bir tür kurgusal bellek üzerinden, geçmiş zamana ve mekana dair özgün algısını oluşturuyor. THE CUBE (EKMEL ERTAN)

“the Cube” bir kamusal sanat projesi olup, aynı zamanda kamusal alanda kendi mekanını oluşturan bir heykel ve bir sanal galeri. the Cube kavramsal olarak ters-yüz edilmiş (içi dışına çıkmış) bir galeri metaforunu kullanıyor. Küpün üç yüzündeki kodlar akıllı mobil cihazlar vasıtasıyla izleyiciyi sanal galeriye bağlıyor. the Cube galeriyi sokağa, kamusal alana taşır, tam anlamıyla kamusallaştırarak gelip geçenlere teklifsizce sunuyor. Sanal galeri dünyanın farklı

şehirlerine yerleştirilmiş the Cube vasıtasıyla aynı zamanda bir ağ oluşturuyor. Her küp izleyiciyi sanal galerinin farklı odalarındaki sergilere götürüyor. Lahey’deki the(TODAYSART)3 izleyicileri sanal galerinin TodaysArt Festivali salonlarına, the(ISSYK-KUL)3 izleyicileri sanal galerinin Bişkek Çağdaş Sanat Merkezi salonlarına götürüyor. Lahey’den ve Bişkek’ten gelen izleyicileri de Antalya Bienali salonlarına taşıyor. the Cube birçok hedefe aynı anda ulaşıyor; hem bir heykel, hem galeriyi gerçek anlamda kamusal alana taşıyor, hem sanal ile fiziksel olanı birbirine bağlıyor, hem uluslararası hem de yerel bir galeriyi aynı anda gerçekleştiriyor, hem sanal mecradaki sanat eserlerini internet kullanıcısı olmayan ya da internet üzerinden sanata ulaşma alışkanlığı olmayan kişilerin erişimine açıyor.

bienal kulesi

türünü- kullanmadan nasıl tasarlayabileceğini ya da bunun olabilirliğini sorgulayan. Doğaçlama; mimarın, önceden belirlenmemiş, herhangi bir mimari tasarım konusuyla ve bununla ilgili talebi olan kişilerle o anda karşılaşması ve tanımlı bir zaman aralığında diyaloğun kurulmasıyla başlıyor. Mimar, karşısında boş bir sandalyenin durduğu masada oturuyor. Sekizer saatlik iki gün boyunca, bu sandalyenin belirlenmemiş kişiler ve onların mimari tasarım talepleriyle kullanılmasını bekliyor. Sadece A4 kağıt ve kalem kullanarak mimar, öngörülmeyen herhangi bir tasarım konusuna nasıl yaklaşır ve karşılık verir? Şablon çözümler kullanmadan ve örnek üretimlere referans vermeden, daha çok, zihninde taşıdığı birikimi, hatırlamak ve kullanmaktan kendini alıkoymaya çalışarak.

TABULA RASA (EYLEM ERDINÇ)

Tabula Rasa, bir mimari doğaçlama. Mimarın, kendi zihnindekiler hariç, herhangi bir şablon –dijital, elektronik, basılı malzeme ve araçların hiçbir

Tasarım konularına ait tüm görüşme ve çizimlerin kaydedilmesiyle bu çalışma; boş bir levhada, boş olmayan bir zihinle, boş bir kağıt düzleminde

tasarlarken, mimarın zihin hareketlerinin izini sürmeye çalışıyor. BIENAL KULESI (ULI EXNER [INDEX ARCHITECTS], MALTE JUST [JUST/BURGEFF ARCHITECTS], TILL SCHNEIDER [SCHNEIDER+SCHUMACHER ARCHITECTS])

Frankfurt merkezli üç mimar, Exner, Just ve Schneider ile mühendis Philip Eisenbach (Bollinger + Grohmann Ingenieure) danışmanlığında Antalya kentini ufuk çizgisi üzerinden Frankfurt kent merkeziyle ilişkilendirmeyi öneren bir proje. Çalışma, Antalya’daki en önemli yerleşimlerden biri olan Kaleiçi’nde liman alanını açık denizden koruyan mendirek duvarı üzerinde yer alıyor. Çalışmada mendirek duvarı üzerinde yer alan yaya yolu, üst kotunda mendireğe dik olacak şekilde yerleştirilen bir platformla kamu kullanımına açılan bir kuleyle ilişkilendiriliyor. Bu şekilde ana işlevi korumak ve sınırlamak olan mendirek alanı, kamusal açıklığı barındıran bir bağlantı noktası olarak ele alınıyor. Kule içerisinde yer alan merdiven kullanıcıyı üst platforma yönlendiriyor, bu platformda seyir ise iki farklı yöne,



the cube

arana

bellastock

r.o.a.r.

EKİM 2013 - XXI 10

GÜNCEL

açık denize doğru ve Kaleiçi’ne doğru açılıyor. Bu strüktürel yapılanmada özellikle mekanın kullanıcı tarafından deneyimlenmesi amaçlanıyor. Kule, çelik ve ahşap yapım sistemiyle tasarlandı. Düşey yönlerin eğimli yüzeylerde yarı-saydam olarak algılanacak belirgin olmayan bir malzemeyle kaplanması düşünüldü. Böylelikle kule dış yüzeyi, olabildiğince açık bir seyir imkanı sunan üst platforma yönelen merdivenlerle ulaşılan simgesel bir ifade elde edecekti. Ancak uygulama, koruma kurulu tarafından onaylanmadı. Yapının bir modeli şu anda mendirek üzerinde sergileniyor. BELLASTOCK (DANIEL STUHLPFARRER, CLEMENT AQUILINA,VALERIA CAVINATO, ELENA GOIKOLEA ,CORINNA VULPIANI, MYRTO LANTZA, ASLIHAN AY GÜNGÖR, MERT GÜLER, SEDANUR YILDIZ)

Bellastock atölyesinin konsepti tüketim amaçlı kullanım süreçlerinde faydalanılan malzemelerin yeniden işlevlendirilerek mimari üretim süreçlerinde yinelenerek kullanılması. Tüm dünyaca bilinen bir turizm kenti olan Antalya, aynı zamanda tarımsal

üretimin de oldukça ön planda olduğu bir kent. Tarımsal üretim sürecinde birçok farklı şablona uyacak şekilde ortaya çıkan ve üretim sürecinde sıkça kullanılan malzemelerden biri olan plastik kasalar atölyenin şablonu olarak belirlendi. Bu kasalar, oluşumlarını sağlayan bağlamdan koparılarak birer mimari eleman olarak ele alındı ve özgün bir projeyle malzemenin yapısal kalitesi ön plana çıkarıldı. Atölye çalışması üretim ve tüketim süreçlerinin vazgeçilmez ara elemanlarından olan bu plastik kasalar vasıtasıyla yerle ilişkili, özgün bir mimari yaratmanın mümkün olduğunu gösterdi. Tüm bu yapım sürecinin sonrasında plastik kasalar orijinal işlevleriyle yeniden tarımsal üretim ve taşıma sistematiği içerisindeki konumlarına geri döndürülecek. Bellastock atölye çalışmasında bağlamımdan belirli bir süre için koparılarak mimari bir üretim sürecinde yer verilen nesneler üzerinden geçicilik vurgusu yapıldı. IAAC DENEYSEL MIMARLIK IŞLERI

Mekanik (asansörler, panjurlar), elektronik (otomasyon sistemleri) ve üretken (bitkiler) sistemler bugünün

algrıd

yapı dünyasının ayrılmaz parçaları ve çoğu zaman ardışık, hatta kopuk tasarım ve uygulama süreçleriyle gerçekleşiyorlar. Antalya Mimarlar Odası’ndaki yerleştirmelerde bugünün kentsel mimari dilini oluşturan ve endüstrileşmiş altyapı ya da üretim süreci ürünlerle pistonları, elektronik devreleri, bitki ve kimyasalları yapısal bileşenler olarak ele alan deney ve ilişkili etütler sergileniyor. Üretim Sonrası Üretken Kent (Postproductions-Productive City) sergisi IAAC küresel yaz okulu İstanbul seansları için bir araya gelen ekibin, yaz okulunun ardından deneysel mimarlık bağlamında ürettikleri sergi. Serginin kavramsal çerçevesi IAAC küresel yaz okulunun Üretken Kent temasına İstanbul seansları için hazırlanan yerel tasarım gündemi.

pistonlarla canlandırıldığı R.O.A.R.(Koray Bingöl, Deniz Tümerdem, Osman Koç); oksijen ve gölge üreten yosun ile farklılaşma ve zamana dayalı davranış deneyi Algrid (Burcu Biçer, Irmak Kalkan) ve noktasal uyarlanabilirliği ve tepkimeli akıllı tasarım etüdünü haklı çıkaran mikro-iklim verilerinin gün içinde farklılaşmasını sergileyen 3D baskı A Day in Life (Osman Koç) sergilenen deneysel üretimler. IAAC 2013 İstanbul yaz okulu süreci Nilüfer Kozikoğlu tarafından İstanbul Teknik Üniversitesinde yürütüldü. www.productivecityistanbul.com Not: www.iaba.com.tr/content/4/deneysel.html www.the1m3.net/en/works/iaba/experimental,2 *Deneysel Mimarlık İşleri Moderatörü, Doç. Dr. YTÜ Mimarlık Fakültesi

Endüstrileşmiş malzemelerin temel yapım teknikleri ve basit hareket olanaklarıyla yorumlandığı Arana (Metin Şahin, Osman Koç); arkaik metodlarla oluşturulmuş altyapı materyalinin etkileşimli elektronik devrelerin etki ettiği sıradan



Kentsel Mekan, Karnaval ve Direniş Geçtiğimiz Mayıs ayının son günlerinde başlayan Gezi direnişi farklı biçimler alarak kentsel hayatlarımızın parçası olmayı sürdürüyor. Bunların pek çoğu şiddetle ve istenmeyen acılarla sonuçlanmasına karşın, direnişin başından beri kendisini şiddetle tanımlamadığı, tam tersine katılımcı, olumlayıcı ve özgürleştirici bir kent kültürü ürettiğini göz ardı etmek olanaksız. Bu yazıda Gezi olgusunun bu yönünü ünlü kuramcı Mikhail Bakhtin’in “karnaval” kavramı bağlamında ele almak istiyorum. 30 Haziran’da Taksim’de düzenlenen LGBT Onur Yürüyüşü, 9 Temmuz’da İstiklal Caddesi’nde düzenlenen iftar sofrası ve Eylül ayında farklı kentlerde yapılan merdiven boyama eylemlerinin tam da böyle bir kuramsal çerçevede ele alınabileceğini düşünüyorum.

EŞİK CİNLERİ

Yakın geçmişte yer alsalar da hatırlatmak gerekirse: Binlerce kişinin katılarak destek olduğu LGBT Onur Yürüyüşü, Onur Haftası'nın son gününde Gezi eylemlerine destek olarak planlandı. İstiklal Caddesi boyunca kurulan ve “yeryüzü sofrası” diye anılan uzun iftar sofrası, gene kalabalık bir katılımcı nufusuyla gerçekleşti. Ağustos sonunda İstanbul’da başlayan merdiven boyama eylemleri ise Eylül ayı ortasına kadar pek çok ile yayılarak varlığını sürdürdü. Nitelik olarak birbirlerinden farklı da görülseler, tüm bu eylemlerdeki ortak yön katılan nüfusun çeşitliliği, sevinçli bir kutlama havası içinde gerçekleşmeleri ve kentsel mekanları gündelik yaşamın kolektif bir paylaşım alanı olarak kullanmalarıydı.

EKİM 2013 - XXI 12

Bakhtin’e göre karnaval, aktörlerle izleyiciler arasındaki sınırların kalktığı, sosyal hiyerarşi ve davranış kalıplarının ve toplumsal olarak sorgulanmadan kabullenilmiş doğruların altının kazıldığı bir performans biçimi. Karnavallar bedenin merkezi konumda olduğu bir kutlama, sevinç ve kahkaha ortamı yaratıyorlar. Burada, resmiyetin getirdiği ciddiyete mizahla karşılık

GÜLSÜM BAYDAR gulsum.baydar@yasar.edu.tr

veriliyor. Bakhtin karnavalı olumlayıcı, özgürleştirici ve yaratıcı bir güç olarak görüyor. Karnaval sözcüğü Türkçe’de kullanılsa da Bakhtin’in kuramlaştırdığı temelde kutlamalar yaygın değil. Örneğin Nevruz gibi kutlamalarda çeşitli bakanlık ve valiliklerin organizasyonlarda yer almaları; yörelere has ürünlerin isim sahipliği yaptığı festivallerin (kiraz festivali, dut festivali gibi) kent dışı alanlarda yer alarak çoğunlukla yerel yönetim aygıtlarınca örgütlenmeleri; çeşitli film ve müzik festivallerinin aktörlerle izleyiciler arasındaki sınırları korumaları bunların Bakhtin’in karnaval kavramı çerçevesinde tartışılmalarını olanaklı kılmıyor. Aslında Gezi olgusunda karnaval bağlamında yer alabilecek eylemlerin, doğrudan politik talepler içermelerinin de Bakhtin’in karnaval kapsamının dışında olduğunu göz ardı etmemek gerek. Ancak bunların tarihsel olarak “alışık” olduğumuz protesto biçimlerinden farklılığını kuramlaştırmak açısından karnaval kavramı yardımcı. Bakhtin’i güncel olarak yorumlayan kuramcı Andrew Robinson, karnavalın gücünün sosyal ilişki ve hiyerarşilerdeki geçiciliği ve göreceliliği ortaya çıkarması olduğunu söylüyor. Robinson’a göre karnaval türü aktivizm kontrol edilemez mekanlar oluşturarak otorite ile ilişkileri yapısökümüne uğratırken, burada üretilen taktikler politik iktidarın monologlarına güçlü karşı çıkışlar oluşturuyorlar. Bu açıdan bakıldığında, Gezi direnişinde karnaval kapsamında yorumlanabilecek eylemlerin çok seslilikleriyle güç kazanmış olmaları önemli. Bakhtin’in temel savlarından birisi olan bedenin öncelliği ise en yoğun biçimde 30 Haziran’da Taksim’de düzenlenen ve binlerce kişinin katıldığı LGBT Onur Yürüyüşü'nde gerçekleşti. Yürüyüş, hem görsel hem dilsel açıdan bedeni merkeze alan bir direniş biçimi ortaya koydu. Renkli, pırıltılı giysiler, peruklar, dövmelerle donanmış bedenlerin cinsel tercihlerin özgürce ortaya koyduğu; farklı beden dillerinin sergilendiği; gösteri ile protestonun iç içe geçtiği bir ortamdı bu. Sloganlardaki dil kullanımı da homofobik söylemin kimi kavram ve sözcüklerinin zekice dönüştürülerek Gezi direnişinin söylemine eklemlenmesini içeriyordu: “Direnişin o biçimi”,“ahlak, baskı şiddetse, biz ahlaksızız”,“nerdesin


EŞİK CİNLERİ

aşkım, burdayım aşkım” gibi sloganlar bu tür bir kullanımın en belirgin örneklerinden. Yeryüzü sofrasının, belediyenin Taksim meydanında masa düzeniyle hazırladığı halka açık 1500 kişilik iftar yemeğinin yanı başında yer alması, mekansal kullanımdaki tezatları sergilemesi açısından özellikle ilginç. İlkinde üzerleri kumaş örtü ve vazolarla donatılmış onar kişilik yuvarlak masalara görevlilerce servis yapılan, otel ve restoranlarda alışık olduğumuz bir düzen egemen. İstiklal caddesindeki yeryüzü sofrası ise tamamen sokak mekanının getirdiği özellikleri kullanan; yol boyunca serilmiş ince uzun beyaz bir örtü üzerinde katılımcıların paylaşmak üzere getirdikleri yemeklerden oluşan ve daha önce görülmemiş nitelikte bir “kentsel piknik”. Bu, servis edenle edilen, yemeği hazırlayanla tüketen arasındaki ayırımın ortadan kalktığı, yemek yemek gibi bedensel bir eylemin sloganlarla da eklemlenerek politik bir nitelik kazandığı bir eylem; Taksim’de her yıl tekrar eden geleneksel iftar yemeklerinin tersine, Gezi direnişinin Ramazan ayına denk gelmesi sonucu ortaya çıkan, zamanın ve mekanın özgün kullanımlarını içeren, öngörülemeyen ve gelenek yaratma iddiası içermeyen bir protesto biçimi. Merdiven boyama eylemleri gene kentsel mekana bizzat kullanıcılarının müdahalesini içermesi açısından önemli. Orman mühendisi Hüseyin Çetinel’in kendi olanaklarıyla boyadığı Salıpazarı Yokuşu merdivenlerinin bir gece gri boyayla kapatılması üzerine sosyal medya üzerinden örgütlenen İstanbulluların başlattığı merdiven boyama eylemleri, kısa sürede farklı kentlerde tekrarlanmaya başladı. Kimi belediyelerce de

Yukarıda sözünü ettiğim Gezi eylemlerinin en belirgin özelliklerinden birisi Bakhtin’in karnaval anlayışında egemen olan akışkanlık ve esneklik kavramlarıyla açıklanabilir. Bunlar birbirlerinden beslenerek çoğalsalar da her birisi kendi biricikliğinin farkında olan eylemler. Kent mekanını sahiplenen, her an dönüşmeye, her an kendilerini yeniden tanımlamaya açık, kendi kurallarını “o an” için kuran, sabitlenmeye, kalıcı olmaya özenmeyen; mizah ile ciddiyetin; beden ile dilin; festival ile politikanın özgün biçimlerde eklemlendiği ve güçlerini tam da bu özelliklerinden kazanan yeni politik tavır alış biçimleri. Bunları şiddet içermeyen, yapıcı, yaratıcı, dönüştürücü bir dünyanın gündelik hayata dair somut işaretleri olarak alabildiğine ciddiye almak gerektiğini düşünüyorum. i. M. Bakhtin, Rabelais and His Worlds, H. Iswolsky trans. Bloomington: Indiana University Press, 1984 ii. A. Robinson, Bakhtin: Carnival Against Capital, Carnival Against Power, 2011. http://ceasefiremagazine.co.uk/in-theory-bakhtin-2/

karşı sayfada LGBT Onur Yürüyüşü, Taksim, 30 Haziran 2013 www.bianet.org/bianet/lgbtt/148086-onur-yuruyusunde-direnisin-o-bicimi bu sayfada üstte solda: Yeryüzü Sofrası, İstiklal Caddesi, 9 Temmuz 2013 media.dunyabulteni.net/250x190/2013/07/10/ istiklal-iftar.jpg üstte: Merdiven, İzmir, Karataş, Eylül 2013 Fotoğraf, Gülsüm Baydar solda: İftar sofrası, Taksim, 9 Temmuz 2013 www.radikal.com.tr/turkiye/gezide_ilk_iftar_dakika_ dakika_taksim-1141120

13 XXI - EKİM 2013

desteklenen bu eylemler daha baştan Gezi olgusuyla eklemlenerek kendi özgün sloganlarını yarattılar. “Her yer rengarenk her yer direniş”, “diren elim”, “kızlı erkekli boyamışlar” gibi sözcükler, boyanan merdivenlerin (hatta kimi zaman yaya köprüleri ve sokakların da) yan duvarlarında yer aldılar. Gökkuşağı renklerine boyanan kent dilimlerinin her birisi katılımcılarının beceri ve yetenekleri doğrultusunda türlü desenler ve sözcüklerle farklılaşarak kimlik kazandılar. Kentin gündelik hayatı, o hayatı paylaşan kentlilerin kolektif üretim eylemleriyle beslendi.


İnteraktif Gelecek

EKİM 2013 - XXI 14

GÜNCEL

MİMARLIK PRATİĞİNİ DİJİTAL MEDYA ÇALIŞMALARIYLA TAMAMLAMIŞ OLAN KOÇ ÜNİVERSİTESİ TASARIM LABORATUVARI ÖĞRETİM ÜYELERİNDEN OĞUZHAN ÖZCAN İLE İNTERAKTİF TASARIM’IN TÜRKİYE’DEKİ GELİŞİM DİNAMİĞİ VE İLİŞKİ KURDUĞU ALANLAR ÜZERİNE SOHBET ETTİK.

Beste Sabır: İnteraktif tasarımdan ve bu paralelde mimarlık, endüstriyel tasarım, grafik tasarım gibi çeşitli disiplinlerle kurduğu ilişkiden bahsedebilir misiniz? Oğuzhan Özcan: İnteraktif tasarımın genellikle 1990’lar sonrasında, dijital dünyayla beraber başladığı düşünülüyor; fakat insanlığın başlangıcından beri var olan bir şey. Örneğin tekerlek, tek başına interaktif bir ürün. Mimariye baktığınız zaman kapılar, pencereler hepsi interaktif. Medya bağlamında, dijital medyadan önce bir sürü çalışma yapılmış; özellikle de müzikte. Mozart’ın yapmış olduğu sıra dışı nota kağıdı var: Bir daire şeklinde yapmış bütün notaları, ortaya koyuyorsunuz, çeviriyorsunuz, durduruyorsunuz; istediğiniz yerden başlıyorsunuz. Diğer tarafan örneğin ilkel topluklardaki emprovizasyon müziğin temeli bütünüyle etkileşime dayalı. Yazıya baktığımız zaman da; özellikle 17. yy Fransız edebiyatında sıklıkla interaktif yapılar denenmiş. Örneğin kutu şeklinde yazılmış romanlar var, açıyorsunuz içinden bir tane sayfa çekiyorsunuz ve onu okuyorsunuz,

sonra bir diğerini. Sinemada da denenmiş bu konu: 1998 tarihli Tayvanlı yönetmen Ko-j-Chen’in “Blue Moon” adlı adlı bir filmi var; makiniste makara numarası verilmiyor, istediği gibi takıyor ve her seferinde farklı yerden başlıyor film. Yani interaktivite dijital devrimle beraber medyaya getirmiş olduğu zenginliklerle günümüzde daha sık ve yoğun yaşadığımız bir şey haline geliyor. Bu bağlamda da kullanıcının tepkisiyle karşıda yapılan yapma şeyin (artifact) verdiği etki ya onun dokunmasıyla vermiş olduğu tepkiye ineraktivite diyoruz. İki “yolluluk” söz konusu. Mesela çok eski zamanlarda duman eylemi başlı başına bir interaktivite. Bunlar hala çözümlenememiş son derece sofistike mekanizmalar ve biz tasarımcıları çok heyecanlandırıyor. İnsanın hep içinde olduğu, yaşadığı bir kavram ve bundan sonra da bence etkisini devam ettirecek, değişecek, dönüşecek, dijital medyayla olan ilişkisi ve etkileşimi gerçek yerini bulacak.

bs: Yani dijital teknolojiler değiştikçe interaktivite de şekil değiştiriyor, belki kullanıcıyla kurduğu bağlam değişiyor. Teknoloji de değişikçe belki de medya aradan kalkacak diyorsunuz yani? oö: Olabilir, çünkü neyle karşılaşacağımızı bilmiyoruz . Medyanın şekilleri değişiyor; biz şu anda laboratuvarda çok farklı formlar üzerinde çalışıyoruz. Mesela gelecekte acaba medya nasıl olacak? Bununla ilgili ütopyalar üretiyoruz. Tarihten ilham almak mümkün. Örneğin gölge oyunu sinematografinin de, ineraktivitenin de atası. Özellikle Uzak Doğu’da herkes gölge oyununu önden seyredilen bir şey olarak bilir; oysaki gündüz imgelerle oynatılan gölge oyunu sistemleri var. Yani bir imgenin havada kalmasını düşünmüş insanoğlu yüzlerce yıl önce. Yeni bulunan bir şey var mesela, sinemanın başlangıcının genellikle fotoğrafın ardından geldiği varsayılır, bu klasik bir söylem. Fransa’da bir arkeolog, bundan 30.000 yıl önce, yani Paleolitik Çağ'da ateşi hareket ettirdikçe duvarda hareket izlenimi yaratan görsellerden oluşan bir

yapı buldu. Mağara duvarlarının üzerinde bulunan, tekrarlayan ve üstüste bindirilmiş bu kafa ve bacak çizimleri, ateşin oynayarak duvarda farklı bölgeleri aydınlatmasıyla bir animasyon oluşturuyor. Dolayısıyla medya denilen bir kavram olacak mı, nelerle karşılaşacağız bilmiyorum. bs: Arayüz tasarımı da etkileşim tasarımının içinde bir konu değil mi? oö: Arayüz, tasarım olarak endüstri devrimiyle gerçekleşmiş bir süreç. 1950'lerden sonra daha çok gündeme gelen bir konu. İlk önce endüstri tasarımında karşımıza çıkıyor; örneğin bulaşık, çamaşır makinelerinin kullanıcıyla olan ilişkisiyle ortaya çıkan bir yapı. O zamanlar “insan-makine etkileşimi” adı altında hareket ederken günün birinde bilgisayarla görsellik ortaya çıkınca olayın rengi birden değişiyor. 1950'li yıllarda daha iyi bir iletişim aracı tasarlamak adına, özellikle Kuzey Amerika'daki araştırma laboratuvarlarında geliştirilen bir çalışma konusu oluyor bu. Ekranı kaldırıp yerine


insan koyma çabası var. “İnsan insanla nasıl etkileşir? Bu etkileşimi nasıl ortaya koyarız?” gibi sorular paralelinde antropoloji, bilgisayar mühendisliği, bilişsel psikoloji, makine mühendisliği gibi birçok farklı bilim dalından bilim adamının üzerinde düşündüğü bir yapı haline dönüşüyor. Ve sonunda “İnsanı buradan kaldırdım, milyon kilometre öteye koydum, onunla nasıl bir ara birim -arayüz- kurabiliriz?” deniyor. Bu uzmanlık alanı, 1950'lerden sonra gelişiyor, 80'lerde ise eğrisi artıyor.

bs: Araçlar ve teknoloji değiştikçe tasarım eğitimi nasıl evriliyor? Bu değişiklikleri mekansallık ve eğitim ilişkisi açısından nasıl yorumluyorsunuz? oö: Ben açıkçası teknolojinin tuzağına düşmemeye çalışan bir öğretim üyesi olduğumu düşünüyorum. En azından bunun için çaba gösteriyorum. Teknolojiyle müthiş bir etkileşim içinde yaşıyoruz. İnteraktif tasarım alanında tanınan bir öğretim üyesiyim; ama ben hiç web tasarım dersi vermedim. Web diye bir şeyin tasarımı belki yakında hiç kalamayacak ve konuşulmayacak. Dolayısıyla biz öğrencilere bir şey öğretirken teknolojiye bağlı öğretmemeye çalışıyoruz. Yani araçlar

karşı sayfada solda ve sağda altta: Kağıt prptotip çalışmasında tasarlanacak ortamların nasıl olacağını hayal edebilmek için önce bu ortamların kağıt prototipleri hazırlanıyor sağda üstte: Gölge oyunu çalışmasında geleneksel gölge oyununun prensipleri tekrar incelenerek yeni etkileşim yöntemleri aranıyor bu sayfada Yeni bir kontrol cihazı için oluşturulan ilk prototipler

asla o çalışmanın bir yerinde yer almıyor. Yaratıcı düşünme (creative thinking) dersinde ben tam tersine öyle saçma şeyler veriyorum ki ellerine, onları alabora etmeye çalışıyorum. Yaratıcılık şaşırtmakla ilgili bir şey, kuralları bozmak zorundasınız. Bu paralelde sınırları kaldırıyorsun, yöntem değiştiriyorsun. Tasarım odaklı düşünme; tasarımcı gibi düşünmek, tasarım düşünme yapılarını öğretmek üzerine odaklanıyor. Tabi ki sonra teknoloji ihtiyacı var, ama önce ütopya yaratıyorsun; sonra “hangi teknolojiyle o ütopya gerçekleşir, ya da hiç gerçekleşmeyebilir” bunun üzerine odaklanıyorsun. Sorunuz bence çok önemli, her tasarımcının ve her tasarım hocasının kesinlikle düşünmesi gereken bir konu bu. Evrenseli öğretmek çok önemli. Hala beyinle el arasında kağıtkalemden daha yöntemsel olarak, daha hızlı giden bir süreç bulunmuş değil. Hızlı düşünmek, hızlı fikir üretebilmek adına tasarım eğitiminde bu önemli bir konu. bs: Peki etkileşim tasarımının sektörle kurduğu ilişki sizce nasıl Türkiye'de? oö: Eskiye göre çok iyi ama yeterli değil. Genç kuşak büyük gelişimler yaratıyor, çok büyük bir devinim var. Oyun sektörü ilerleme kat etti Türkiye'de. Çünkü yaratıcı endüstrilere oyun sektörü hakim şu anda. Ve devletin bütün projeksiyon raporlarında, 2025'te Türkiye'nin çok önemli bir güç olacağı varsayılıyor. Bütün teşvikler de bu yönde zaten.

15 XXI - EKİM 2013

Maalesef 1930'lardan sonra, Bauhaus ekolünden sonra ayrışan tasarım mantığının artık bugün hiçbir geçerliliği yok. Dolayısıyla disiplinlerarası bir düşünce yapısı getirmek zorundayız. Bir tarafta görseli, estetiği düşünen, öbür tarafta mekaniği düşünen, diğer başka

bs: Tasarım Laboratuvarı dahilinde iki ayrı araştırma grubu var bildiğim kadarıyla. Bunların altında ne gibi araştırmalar sürüyor? oö: Bu yeni bir yapı, yeni bir oluşum, Ekim ayında başlayacak. Tasarım Odaklı Düşünme ve Interaktif Enformasyon Tasarımı adlı iki araştırma grubu oluşturuldu. Ben Tasarım Odaklı Düşünme grubunda yer alıyorum, tasarım düşünme yöntemleri paralelinde Türk kültürüne bağlı olarak yeniden okuma, kural bozma gibi yöntemler geliştirdim ve devam ediyorum. Diğer çalışma arkadaşım ise; bilgi mimarisinin yaşam kalitesini artırmak için çalışmalar sürdürüyor Interaktif Enformasyon Tasarımı Grubu’nda. Otizm üzerine odaklanan bir çalışma var, psikoloji bölümünden destek alıyoruz bu konuda. Yöntem geliştime konusu paralelinde

tasarımla ilgili bir araç geliştiriyoruz. Kod yazmadan, jestlere dayalı arayüz tasarımı: “Acaba tasarımcılar sadece fikirlere dayalı olarak, onunla ilgili nasıl bir şey yapılabilir?” Sorusu paralelinde bir çalışma yürütüyoruz. Bir başka çalışmamız İsveç'teki AAA denilen büyük oyunlar için hareket yakalama (motion capture) üzerine bir çalışma yapan önemli bir stüdyoyla sürüyor. “Aktörler, hareket yakalama teknolojisinde olmayan bir mekanda, o mekan varmışçasına hissederek nasıl aksiyon yapabilir? Bunun için daha iyi sistemler nelerdir?” gibi konular paralelinde çalışmalar yapıyoruz. Bunların yanı sıra bir mobil aplikasyon geliştirmek üzerine bir çalışma yapıyoruz. Bir başka öğrencim ise, yeni bir medya aracı üzerinde çalışıyor, interaktif tasarımla ilgili yeni ortam çalışması yapıyor.

GÜNCEL

bs: Peki arayüz tasarımı farklı disiplinlerle nasıl bir ilişki kuruyor? Etkileşim ve arayüz tasarımı paralelinde özellikle sizin laboratuvarınızda hangi disiplinlerle etkileşim içerisinde çalışmalar yapıyorsunuz? oö: Arayüz, yaptığım bütün çalışmalarda var ama; ben arayüz tasarımını doğrudan yapan bir bilim insanı değilim, tasarım odaklı düşünmek (design thinking) üzerine yöntemler geliştiriyorum. “Fikir nasıl geliştirilir?” konusu paralelinde günümüzün modellerini kullanıyorum. Bu modellere yenilik getiren şey de interaktif yapılar. Yakın bir gelecekte onun yerini başka şeyler de alabilir.

tarafta da insanın bu işin içinde nasıl olduğunu anlayan, sorgulayan uzmanların olması gerekiyor. Yaptığımız interaktif tasarım araştırmalarında ağırlıklı olarak psikoloji, mühendislik hatta sosyoloji ve hatta arkeoloji bölümüyle beraber iç içe çalışmalar yapıyoruz. Kısacası biz bir ütopyayı ortaya atıyoruz; insana getirdiği yaşam kalitesini arıyoruz. Ne yapalım ki yaşam kalitemizi daha artıralım? Bunu yaparken de Türkiye üzerinde çalışıyoruz. Türk insanının yaşam kalitesini nasıl artırırız? Onun üzerinden de “biz dünyaya yaşam kalitesini artırmak için neler verebiliriz?” ona bakıyoruz.


Yeni Özgür Yaşamlar VİYANA MAK SERGİ SALONU’NDAKI “GÖÇEBE MOBİLYALAR 3.0” SERGİSİ İLE RAUMLABOR BERLIN KENDİN YAP AKIMININ İZİNİ SÜREREK KONUYA ÇAĞDAŞ BİR YORUM GETİRİYOR.

EKİM 2013 - XXI 16

GÜNCEL

Temellerini, tasarımcı Victor Papanek’in yayınlarından Göçebe Mobilya 1 ve 2 (Nomadic Furniture) üzerine kurgulayan sergi ile raumlaborberlin “Kendin Yap” (DIY) akımını çağdaş bir fenomen olarak ele alıyor. Günümüze kadar geçen süreçte, akımın algılanışı ve temelleri üzerine bir araştırma ortaya koyan sergi bu paralelde mekana büyük ve tek bir workshop alanı olarak yaklaşıyor. Günümüz insanının gündelik hayatı ve rolü üzerine fikir üreten çalışma tüm sergi mekanını büyük bir bütün atölye alanı olarak ele alıyor ve aynı zamanda

ziyaretçileri kendi mobilyalarını yaratmak/ oluşturmak konusunda teşvik ediyor. Gündelik hayatımız ve materyalist kültürümüzün içinde “katılımcı devrim” (participatory revolution) tarafından ele geçirilmeyen bir alan bulmak neredeyse imkansız. Her yerde ve her zaman hazır bir fenomen olan kendin yap (DIY) akımı paralelinde tasarım disiplininin gelişimi, üretim ve tüketimin kaynaşması ile karakterize ediliyor. Kendin yap (DIY) akımı, el işi ve tasarım sürecine olan katılımın

keşfedilmesini sağlarken “daha fazla kullan, daha az sahiplen” (have more, own less) mottosunu kullanıyor. Bu paralelde tüketim kültürünü ve yaşam tarzını değiştirmeyi de amaçlayan bir tasarım metodunu amaçlıyor. Konut alanlarının, ofis mekanlarının, mobilyalarının değişimi ve dönüşümü paralelinde düşünülerek tasarlanan Göçebe Mobilyalar 3.0, sergi mekanında mobilyaların üretim sürecine de odaklanıyor. Günümüzün dijitalleşen modern toplumunda bu tasarım fenomeni iki kutup arasında

kalıyor (tüketim toplumu ve alternatif kültür). Bu paralelde sergi ziyaretçilerinin tasarım ve tüketim üzerine yeniden düşünmelerini amaçlıyor.

sergi mekanı: MAK Sergi Salonu, Viyana sergi tarihi: 12.06.2013 - 06.10.2013 düzenleyen kurum: MAK, Austrian Museum of Applied Arts, Contemporary Art misafir kürator: Martina Fineder kürator ekip: Sebastian Hackenschmidt (MAK Mobilya ve Ahşap Koleksiyonu), Thomas Geisler (MAK Tasarım Koleksiyonu)



Katılımcı Tasarım, Tasarım ve (Biyo)Politika* katılımcı tasarım Tasarım tarihi, meslek ideolojisine sorgusuz sualsiz biat etmiş tasarımcının nazarından, bir tekamül süreci olarak görülebilir; zira tasarımcılar, dünyaya ve müşterilerin çoğunluğunu oluşturan kitleye dair bilgi alanını tarih içinde adım adım genişlettiklerine inanıyorlar. İlkin malzemeyi ve üretim yöntemlerini tanıdılar. Sonra tabiatı ve onun “yarattığı” muhteşem biçimleri öğrendiler, tasarımlarına aktardılar. Giderek onu soyutladılar ve tasarımın dolaylı ilhamı olarak kullandılar. Sonra, kullanıcıların vücutlarına dair ne varsa ölçüp biçtiler, ortalamalarını aldılar. Akabinde, kullanıcıların duygusal deneyimlerine sıra geldi. Şimdi ise dışlanan kullanıcılara yöneldi, tasarımcıların nazarı. Sıradan kullanıcının yaratıcı potansiyelini, sıradışı kullanıcının eleştirisini tasarıma tahvil ediyorlar artık. Kemale ermek değilse, nedir bu?

SAPKIN TASARIM SÖZLÜKÇESİ

Eleştirel ve siyasi bir perspektiften bakınca bu Hegelci anlatı bir işgal tarihine, akılcılıkla aklanmış bir sömürgeciliğe benzetilebilir. Şimdiye dek hakkında bilgi edinilemeyenin, unutulmuş olanın alanını işgal etmek elzemdir artık: Üretim yahut tüketim döngüsüne yeterince katkıda bulunamayanları canlandırmanın, onları da aynı batağa davet etmenin yollarından biri olarak işleyebiliyor, güncel tasarım trendlerinden olan katılımcı tasarım.

EKİM 2013 - XXI 18

Geçen kış, katılımcı tasarım düşüncesinin ve fiiliyatının Ada’daki faillerinden Julia Kassim, ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nde bir atölye yürüttü ve çalışmaların son gününde bir seminer verdi. Engelli kullanıcıların davet edildiği atölye çalışmalarında, tasarım öğrencileri zorla da olsa bu bilinmeyen kıta ile iletişime geçtiler, o yabancı deneyimleri kendi dillerine tercüme etmeye uğraştılar. “İnsanlarla birlikte tasarlamak” başlıklı seminerinde Kassim, harcıalem tasarım zihniyetinin kültürel, duygusal, fiziksel ve bilişsel dışlamalarla malul olduğunu, katılımcı tasarımın ise bu dışlamaları teşhis ettikten sonra içerici bir pozisyondan inşa edilmesi gerektiğini söyledi. Bunun da bağlamın, kullanım örüntülerinin, insanların emprovize kullanımlarının, etkileşimdeki çeşitlenmelerin, çoğul senaryoların dikkate alınmasıyla mümkün olabileceğini ekledi.

OSMAN ŞIŞMAN

İlk bakışta, sonsuz gençliğin ve kerameti kendinden menkul bir mutluluğun alanı gibi lanse edilen tasarım disiplininin sonunda gerçekten bir işe yarayacağı izlenimini verse de, katılımcı tasarım zihniyeti tanıdık bir pragmatizm üzerine kurulmuş. Neden mi? Kassim, yaşlı, çocuk, zihinsel ve fiziksel engelli kullanıcıların tasarıma duhulü mevzuunu şöyle açıklıyordu da ondan: Bu marjinal kullanıcılar harcıalem tasarım ürünlerini kullanırken türlü türlü güçlük yaşadıklarından ötürü çok iyi birer “ürün - hizmet - sistemi - eleştirmeni” olarak, ve dahi bu hassalarından ötürü çok iyi birer “yaratıcı - paydaş” olarak görülmeliydiler. Hasılı, bu marjinal deneyimlerden doğan eleştiriler harcıalem tasarımın geliştirilmesi için bir memba olarak kullanılmalıydı.

Öte yandan, gelişen tıp ortalama ömrü uzattığından, yaşlı kullanıcı nüfusu gün geçtikçe artmaktaydı. Pazarın genişlemesi karşısında, üreticiler ve tasarımcılar elbette ellerini tatlı tatlı ovuşturmaktaydı. Harika, değil mi? Tasarımcının aktif, hakim, bilen, üreten (Hegelci anlamıyla “efendi”) özne pozisyonunu muhafaza ettiği; kullanıcının ise pasif, maruz bırakılan, bilinen, tüketen (köle) özne pozisyonunda kalakaldığı o bilindik siyasi haritanın ne kadar dışına çıkıyor bu neo-liberal masal? Pazar araştırmasında yeni bir cephe açmak, üretim hattının ötesinde tüketim ve kullanım sathını da işgal etmek; bir de bunu “kullanıcıyı tasarım sürecine katıyoruz” söylemiyle demokratımtrak bir pakete dönüştürmek ne kadar erdemli? Hakim siyasi fikriyat ve ekonomik çıkarcılık her tür üretime damgasını vuruyor. Tasarımın bundan kaçmasını bekliyor değiliz elbette. Ama her bir adımında kendini yüceltmesini de sindirmek mümkün değil. Bu ahval ve şeraitte söylenebilecek en hakkaniyetli sözü geçen ayki XXI’de “İşbirlikçiler, Partizanlar ve Rıza Yönetimi” yazısında Otto von Busch söylemiş: “Belki de ilk adım biz tasarımcıların çoğunlukla tanımımız gereği baskın olduğumuzu fark etmektir, kullanıcılara ‘güç kazandırma’ya aracılık ettiğimiz durumlarda bile bir soru ve durum ortaya koyuyoruz. Belki de sormamız gereken ilk soru, bize iş verenlerin bundan çıkarı ne? Mesleki kültürümüzün çıkarı ne? (İpucu: Mal satmak, para kazanmak, ünlü olmak) Eğer samimiysek geliştirmeye çabaladığımız ‘güç kazandırma’yı tüketici toplumuna yönelik eleştirel olmayan sunumumuz haline dönüştürmekten kaçınmalıyız.” tasarım ve (biyo)politika* Siyasi fikriyatın tahakkümü, kimi münferit parıldamaları bile puslandırıveriyor hemen. En yakın örnek, siyaset sahnesinden: Üçüncü çocuğuna hamile olan AK Parti Kayseri Milletvekili Pelin Gündeş Bakır, Meclis’te kadın milletvekillerinin annelik izni olmadığını belirterek "Meclis İçtüzüğü"nü eleştirdi. Milletvekillerinin, memurlar gibi annelik izni olmadığını ve İçtüzük’te değişiklik yapılabileceğini anlatan Bakır, şöyle dedi:
"TBMM İç tüzüğünde kadın milletvekillerinin hamile kalacağı düşünülmediği için onlara annelik izni yok. Memurlar gibi izin yapamıyoruz. Gerçi beni çok etkilemiyor, izin olsa da çalışacaktım dokuz ayın sonuna kadar. Ama, herkes benim gibi dayanıklı olmayabilir. Hamileliğini zor geçiren kadınlar var, onlar için Meclis’teki İçtüzük’te değişiklik yapılabilir."** Ne demeli? Her bozuk saatin bile doğru zamanı gösterdiği parıldama anları var! İktidardaki partinin kadın milletvekili bile, “kadınlık”ı yetmezmiş gibi bir de üstüne “hamilelik” gibi bir istisnai haldeyse, ansızın bir tasarım eleştirmenine, yaratıcı bir paydaşa dönüşüveriyor. Meclis içtüzüğüne getirilen erkek-egemenlik eleştirisi, elbette meclis binasının mimarisine, iç mekan tasarımına da transfer edilebilir. Kadın olmak, üstüne de hamile olmak gibi marjinal


SAPKIN TASARIM SÖZLÜKÇESİ

kullanıcı deneyimleri, kamusal alandan tümüyle dışlanmayı öngören bir zihinsel iklimin içindeyken bile haklı itirazlara gebe. Ne ki, vekil, parıldama anını çok da uzun tutmak istemiyor ve hakim biyopolitik projeye ve onun eşlikçisi kültürel hegemonyaya rücu ediyor; böylece meslek hayatındaki nadir fırsatlardan birini, yani sözcüğün hakiki anlamında siyasi eylemlilik şansını tepiveriyor: *** “Bakır, ayrıca AK Parti’nin çok çocuk politikasını anlatırken, kadınların çalışma yaşamında olmalarına rağmen çocuk sahibi de olmak istediklerini belirterek, bunun sonuçta biyolojik bir olay olduğunu söyledi. Bakır, şöyle devam etti:
'Parti olarak da çok çocuk politikasını destekliyoruz. Çünkü aile başına 2.1 çocuk düştüğü zaman nüfus sabitleniyor. 2.1’den fazla olursa nüfus artabiliyor. Fakat Türkiye genelinde yapılan araştırmalar, özellikle Batı ve Orta Anadolu’da nüfusun düştüğünü gösteriyor. Onun için en az üç çocuk olması bence şart.’ ” Yukarıdaki beyanı özne konumlarına odaklanarak okumakta fayda var, zira hakim siyasi/biyopolitik/ kültürel söylemin nasıl çalıştığını ele veren bir salınım mevcut orada: Vekil, bir an müştekî ve özgürlükçü bir birey olarak erkek-egemen tasarımı eleştiriyor, kendi öznel durumunun (dayanıklılık ve çalışkanlık) bu eleştiriye halel getirmemesi gerektiğini, çünkü başka istisnai durumlarda (hamileliğini zor geçiren kadın milletvekilleri) görülebileceği üzere mevcut tasarımın marazlı olduğunu ifade ediyor. Tam da hakim fikriyatı ve fiiliyatı eleştiren, dönüştürmeye meyleden bir “biyopolitik karşı-aygıt” kisvesindeyken, aniden tornistan edip tüm kadınlık, hamilelik, doğurganlık yaşantılarını şiddetli müdahalelerle biçimlendirilmesi gereken demografik verilere indirgeyen biyopolitik projenin içindeki mütehakkim konumuna geri dönüyor. Alıntıdaki son cümle parçası, tüm salınımı özetliyor: “Bence şart!” Ne gam! Geçici bir idrak bile

80 yıllık cumhuriyet tarihinde görmezden gelinmiş bir biyopolitik tahakkümü ifşa etti ya, o da yeter! Modern şehirlerimizde bisiklet yolları arabalar için park yeri olarak kullanılıyor. Yayalar için yeşil ışık süreleri, değil yaşlı ve engellileri, iktidarın arzu ettiği sıhhatli nesli bile tıknefes bırakacak kadar kısa. Kaldırımlardaki engelli rotaları ve rampaları oluklarla ve küçük uçurumlarla nihayete erdiriliyor. Kamusal olduğu ilan edilen mekanlar, kamusal olduğu iddia edilen güvenlik güçlerinin şiddetiyle tahliye ediliyor. Mevcut tasarımsal bütün, derlenip toparlanacak gibi değil. Tasarımsal tashihler, yeniden yapılandırmalar, yahut -istisnai ve “normal”- tüm kullanıcıların etkin ve eşit biçimde dahil olduğu yeni bir yaşantı kurmakla neden uğraşılsın ki? Biyopolitik toplum mühendisliği marifetiyle tuzdan, beyaz undan, alkolden, seksten münezzeh yeni ari neslin üretimi tamamına erdiğinde, zaten tasarımsal sorunlar da ortadan kalkacak. Çünkü ahlaklı ve doğurgan nesil sadece bedeniyle değil, zihniyetiyle de eleştiriden, isyandan münezzeh, tadından yenmez bir halk -pardon, bir millet- oluşturacak. Tasarımcılar da idareciler de buna bayılacak. Bu tür projelere nicedir faşizm deniyor. Biz tasarımdan ve siyasetten müşteki kullanıcıların elindeyse, şimdilik, sadece, parıldama anlarının aralarını birleştire birleştire, onları birbirine teyelleye teyelleye genişleteceğimiz bir ağ umudu var. Ha gayret! * Arredamento Mimarlık dergisinin Ekim 2013 sayısındaki “Tasarım ve (Biyo)Politika” dosyasında, mevzuya dair beş deneme mevcut. ** http://www.milliyet.com.tr/Yazdir.aspx?aType=HaberDetayPrint&A rticleID=1748327 *** Burada “siyasi-olan”ı “siyaseten-olan”dan ayırıyorum ve Roland Barthes’ın, Çağdaş Söylenler kitabındaki “siyasîlik” tanımını benimsiyorum: “Kuşkusuz, politika derin anlamda, gerçek toplumsal yapıları içinde, dünyayı oluşturma güçleri içinde insan ilişkilerinin bütünü olarak anlaşılmalıdır.”

19 XXI - EKİM 2013

“Hanging on to Each Other”, Kaarina Kaikkonen, Liverpool Bienali, 2011 (Fotoğraflar: Osman Şişman)


Kamusalı Düşünmek

EKİM 2013 - XXI 20

GÜNCEL

KENTSEL ALANLARIN KULLANIMINA IŞIK TUTMAYI AMAÇLAYAN VE GEÇTİĞİMİZ TEMMUZ AYINDA İSTANBUL’DA GERÇEKLEŞEN “THINKING THE EDGE”İN SÜRECİNİ VE İÇERİĞİNİ PAOLO BELLONİ İLE FRANCISCO RODRIGUEZ ANLATTI.

Paolo Belloni*, Francisco Rodriguez** Çeviri: Serengül Seçmen*** İlk olarak bu yıl İstanbul’da düzenlenen “Thinking The Edge” (Kıyıyı Düşünmek) uluslararası atölye çalışması kentsel alanların kullanımına ışık tuttu. İstanbul ve pek çok uluslararası üniversiteden (Columbia University, ETSAM Madrid, ETSAB Barcelona, IAAC Barcelona ve UAL Lisbon) profesör ve öğrencilerin katılımıyla gerçekleşti. Galata, hem suya yakın olması hem de tepenin yamacında yer alıyor olması sebebiyle çalışmalarda referans olarak ele alındı. Haziran ve Temmuz ayları boyunca devam eden Gezi Parkı olayları, Beyoğlu’nda yer alan proje alanlarını, dolayısıyla İstanbul’u oldukça etkiledi. Gezi Parkı üzerinde gerçekleştirilecek olan projenin eylemlerle kritize edilmesi,

Thinking The Edge organizasyonun gerçekleştirilmesinde önemli bir itici güç oldu. Çünkü, atölye çalışmasının kentsel alanların yeniden tasarımına yönelik olarak gerçekleştirilmesi hedeflenmişti, eylemler de kamusal alanları kentin ruhu ve kalbi olarak sembolize ediyordu. Temmuz ayının ilk haftası, 10 gün boyunca 30 profesör ve mimarın katılımı ile gerçekleştirilen atölye çalışmaları ve seminerlere farklı ülkelerden 35 öğrenci katıldı. Öğrenciler beşer kişilik gruplar halinde ve lider profesör eşliğinde çalışmalarını tamamladılar. Organizasyonun ana konusu; şehirdeki kullanım alanlarının genişletilmesi amaçlanan su kıyıları olup, çalışma alanı Atatürk Köprüsü’nden Kabataş Feribot İskelesine kadar uzanan bölgeyi kapsıyordu.

SEMINERLER

Etkinlik boyunca İstanbul Modern, Salt Galata, Depo, Kadir Has Üniversitesi, Mimarlar Odası ve TAK ev sahipliğinde altı adet seminer gerçekleşti. Katılımcıların şehrin önemli kesimleri ve kurumlarına entegre olması amaçlandı. “İstanbul – Kıyıdaki Şehir” isimli ilk seminer Murat Vefkioğlu, Luca Orlandi, Yüksel Demir, Paolo Belloni and Ana Hidalgo tarafından gerçekleştirildi. Seminer İstanbul’un yapısal özelliklerine odaklanıyordu. “Kentsel Topografiler” isimli ikinci seminer ise; Eduard Bru, Javier Malo de Molina (Burgos&Garrido Architects) ve Murat Tabanlıoğlu taraından gerçekleştirildi, moderatörlüğü Blanca Lleo tarafından

yapıldı. Üçüncü seminerin konusu “Mimarlığın Ölçeği” paralelinde Han Tümertekin, Blanca Lleo, So?, Fred Levrat ve Juan Elvira yakın gelecekte hazırlamış oldukları projeleri hakkında bilgi verdi. Akabinde Young Architects Association of Catalonia (Jordi Safont, Carles Enrich Y Pere Buil) tarafından bir sunum gerçekleştirildi. “Su ve Peyzaj” ilişkisini konu alan dördüncü seminer; Sıla Akalp, Stefano Boeri ve Manuel Aires Mateus katılımıyla gerçekleştirildi, moderatörlüğü Luca Molinari tarafından yapıldı. “Farklı Topluluklar İçin Kamusal Alanlar Büyük Etkinliklerin Şehir Üzerindeki Etkileri” isimli beşinci seminer; Manuel Gausa, Superpool ve Luca Molinari tarafından Zuhal Ulusoy’un moderatörlüğünde gerçekleştirildi. “İzmir Projeleri” adlı son seminer ise



GÜNCEL EKİM 2013 - XXI 22

Zuhal Ulusoy tarafından Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleşti. ATÖLYE ÇALIŞMASI

Thinking The Edge’in en önemli kısmı olan atölye çalışmaları, uluslararası ve Türk öğrencilerin katılımı ile gerçekleştirildi. Her bir çalışma grubu, şehrin önemli açık kamusal alanlarının yenilenmesine yönelik farklı nüansları araştırmak üzere çalışmalar yaptı. “Blurring the Edge” isimli proje Hayriye Esbah, Yüksel Demir ve Meltem Erdem liderliğinde geliştiridi. Proje, kıyıların bölgenin iç kısımları ile kaynaşmasını sağlamaya odaklanıyordu. Blanca Lleó ve Juan Elvira liderliğinde çalışmaları yapılan “A Rooftop Network” isimli proje ise, suyun İstanbul’un doğal ve tarihi sınırlarına kadar ulaşmasını sağlamayı

amaçlıyordu. Jose María Domínguez’in yardımları ile Fred Levrat liderliğinde hazırlanan bir diğer proje “Urban Stitching” farklı kentsel alanlar arasındaki bağlantılar üzerine kurgulandı. Mariona Benain ve Francisco Rodriguez’in yardımları ile Paolo Belloni liderliğinde, İstanbul’un zemin kotunda yer alan mevcut katmanlarının farklı ilişkileri konu alan “Urban Carpeting” isimli proje hazırlandı. Son olarak, Eduard Bru ve Jordi Safont-Tria liderliğinde, Galata’nın mevcut kentsel durumu ve su kıyısı ile ilişkisi üzerine odaklanan “Small actions, big impacts” projesi tamamlandı.

değil, aynı zamanda pek çok deneyim için bir test zemini hazırladı. Aslında, etkinlik “iletişim ve yaşayan bir arşiv” projesi olarak tanımlanabilir. Hafta boyunca gerçekleştirilen aktiviteler sırasında, iletişim kanalları aktif olarak çalıştı, sosyal medya üzerinden gün içerisinde gerçekleştirilen çalışma ve seminerlere yönelik bilgi paylaşımı devam etti.

Daha fazla bilgi için: www.thinkingtheedge.com info@thinkingtheedge.com

* Prof., Mimar, Politecnico di Milano ve TTE İLETIŞIM

W&C Direktörü

“Thinking The Edge - Water and Culture” sadece şehir ve kamusal alan

** Mimar, UAH ve Politecnico di Milano *** Yüksek Mimar, EMU, MSGSÜ, Domus



Bu Kadar Zorluk Hiç Masraf Yapmadan da Yaratılabilirdi Yetkililer Taksim’de ortaya çıkan beton boşluğun böyle kalmayacağını, projelendirileceğini söylüyorlar. Doğrudur, her boşluk gibi mutlaka projelendirilecektir. Soracaksınız: Bu koskoca alan projesiz mi inşa edildi? İki yıldır Büyükşehir sitesinde sergilenen görüntülerin mimar elinden çıktığını söylemek mümkün değil. İhale için belki bir takım çizimler yapılmış olmalı. Kentin en önemli meydanı için henüz bir fikir projesi dahi görmedik. Buna karşılık ihale edilen iki ayrı proje konusu var. Müdahalenin ulaşım ve mimarlık olarak ayrıştırılmasına gördüğüm kadarıyla profesyonel çevrelerden itiraz eden de yok. Muhtemelen işin bu aşamasında bir ihale daha yapılır. Belki birkaç adet dev lale yerleştirilir ve bu boşluk doldurulur. Bu arada “meydanlarda ağaç olur mu, olmaz mı” diye bir takım tartışmalar yapıldığına tanık oluyoruz. Ancak “meydanlarda otoyol kavşağı olur mu, olmaz mı” daha bunu tartışmaya gelemedik. Belediye raflarında yıllardır uygulanmayı bekleyen bu projeler kentin bütün cadde ve meydanlarını imha etmek üzere yapılmış olmalı.

EKİM 2013 - XXI 24

SORU İŞARETİ

Taksim ve kentin bütün meydanlarını otoyol kavşağına çevirmeye çalışan projeci müteahhitler ulaşımla ilgili kararların bilimsel bir konu olduğunu, tartışılamayacağını söylüyorlar. Bu projelerin her biri basit trafik düzenlemeleri yerine ağır inşaat işleri gerektiriyor. Mimarlık da arkasına müteahhitleri alan bu belirleyici gücün bakiyesi gibi gözüküyor. Nedenini anlamak kolay. Çünkü başka şehirlerde olduğu gibi, örneğin Londra’da Trafalgar meydanı gibi araç trafiğini sınırlandıracak önlemler almayı önerseler, park alanlarını meydanın dışında düzenleseler, para kazanmaları mümkün olmayacak….

1.Tünelli kavşağın bir faydası yok, zararı çok. Zaten trafik sonraki kavşaklarda tıkanıyor. Ama meydana ulaşan servis yolları caddeleri, kaldırımları daralttığı gibi dur kalk yüzünden eskisinden daha fazla trafik tıkanıklığı yaratıyor. 2.Yer altı tünelindeki otobüs durağının kaldırımı tam birbuçuk metreye indirilmiş. Yayalar hem ulaşmakta zorluk çekiyor, hem de izbe bir yerde, üstelik araçların geçtiği yola taşıyor.

Yapılanların faydasından çok zararı var. Büyükşehir Belediyesi’nin İstanbullulara bu kadar zorluk yaratmak için bu kadar uğraşmasını, masraf yapmasını bir türlü anlayamıyorum. Örneğin hiç tünel yapmadan Tarlabaşı Bulvarı ile Cumhuriyet Caddesi arasındaki yolun meydanla bağlantıları koparılmış olsaydı, bugünkü duruma yakın bir zorluk yaratılabilirdi.

KORHAN GÜMÜŞ

Kaldırımlar daraltılıp yollar genişletilseydi örneğin, yayalar için gene benzer ölçüde zorluk yaratılmış olacaktı. Otobüs duraklar sıralanmadan tam meydana yakın bir yerde dursaydı ve burada bekleyen otobüsler cebe giremediği için gene caddeler kolayca tıkanabilirdi. Halka zehir solutmak için tünel yerine eski İkarus otobüsler kullanılmaya devam edebilirdi, v.s. Zannedersem halka aşağıdaki ek zorlukları yaşatmak için bu kadar masraf yapılmış olmalı:

3.Karşı tarafta, meydana bitişik olan kaldırımın arkasında ise 60 metre kullanılmayan bir boşluk inşa edilmiş. Bu gürültülü ve bir işe yaramayan boşluğun neden yapıldığını kimse bilmiyor. 4.Dar kaldırımın olduğu durakta yürüyen merdivenler bir metre genişliğinde. Geniş boşluğun olduğu tarafta ise 0.75 metre! (Bu farklılığın nedeni acaba ne olabilir?) 5.Tam da gezinin girişinin merdivenlerinin olduğu yere, meydanın ortasına devasa havalandırma yapısı inşa edilmiş. Oysa kenara alınabilirdi. 6.Tünelde 0.30 metrelik, güvenli yürünemeyecek kaldırımlar yapılmış. Yayalar yukarı çıkıp aşağıya inmek yerine bu kaldırım benzeri yüzeyi kullanıyorlar.


SORU İŞARETİ 25 XXI - EKİM 2013

7.Devasa beton alan Cumhuriyet caddesine bir metrelik kaldırımlara bağlanıyor. Parkın kullanımı ise gereksiz yere yapılan 0.40 metrelik eğri büğrü bir beton duvarla engelleniyor. Bu duvarın yapım esnasında ortaya çıkan ağaçlar, yüksekte kalan kanalizasyon rögarları ile yer yer daraltıldığı görülüyor. (Bunlar projelendirme aşamasında görülmedi ve dikkate alınmadı mı?)

12.Tünelde otobüs duraklarında kademelendirme yapılmadığı için önde duran otobüsler yüzünden diğerleri açıkta kalıyor. Tıkanan trafik yanında kaza riski büyük.

18.Taksim'deki düzenlemenin proje müellifi kim? Yapılanlar proje müellifinin eseri mi? Yoksa bu sorumlu müellif ekibin haberi olmadan mı yapılıyor?

13.Yüzeyde otoyol bariyerleri kullanılırken, tünelde kolonların arasına parmaklık konmuş, geçişleri engellemek için. Araçların kontrolden çıkma durumunda bunlara takılma riski var.

19.Gereksiz masraflar çıkaran bu projeyi yöneten sorumlular kimler? Bu kişilerin istifa etmeleri için bir girişimde bulunulacak mı?

8.Yaya köprüsü yıkılmadan korunabilir ve ek masrafa girmeden bu zarif köprü yerinde durabilirdi. Ancak madem yıkıldı, yerineneden geçici bir iskele köprü yapılmadı? Parkın yarısı şu anda işlevsiz.

14.Tünelde hiç yoğunluk yokken trafik tıkanıyor. Çünkü otobüsler Askerocağı yönüne dönemiyor. Üzerindeki bariyerlerle çevrili beton platformun projede ne olarak kullanılacağı bilinmiyor.

9.Parkın meydana bakan köşesi, balüstradlar, merdivenler yıkılmış durumda. Park alanındaki düzenlemeler ve tamiratlar ne zaman yapılacak?

15.Çiçekçiler meydanın Maksem girişine konumlandılar. Yerleri kalıcı mı? Neden eskiden olduğu gibi çeşitli noktalara dağıtılamazlar?

10.Birçok yerde yayalar ile cadde arasında otoyol bariyerleri konmuş vaziyette. Diğer caddelerde, hemzemin geçitlerde korkuluk ve bariyerler bulunmuyor.Taksim’de bundan böyle bir kitlesel gösteri olmayacağından emin misiniz? Ölümcül durumlar olduğunda bunların sorumlusu kim?

16.Mete caddesinde İspark girişi ve kulübesi yerinde duruyor. Bu giriş yüzünden Mete caddesindeki kaldırım burada bitiyor. Gezi gene otopark olarak kullanılacak mı? Burada çöp arabalarının park etmesi, yaprakları temizlemek için motorlu araçlar kullanılması uygun mu?

11.Osmanlı döneminden kalan Belediye Bahçesi'nin mermer basamakları ve kenarlarındaki masif taştan oyma vazolar, altındaki masif mermerler yıkıldı. Proje müellifleri acaba ne yaptıklarının farkında mı?

17. Proje bedelleri, uygulama bedelleri ve altyapı düzenlemeleri ile birlikte İstanbullulara verilen zararın yanında, maddi zararın boyutu nedir? Acaba yetkililer toplam bütçeyi açıklayabilir mi?


Tekstil ve Mobilya Tasarımının İşbirliği KATI'NIN REDDİ SERGİSİ 20 EYLÜL - 20 EKİM ARASINDA KOLEKSİYON TARABYA KAMPÜSÜ'NDE SERGİLENİYOR. KVADRAT - KOLEKSİYON İŞBİRLİĞİ VE SERGİ ÜZERİNE KORAY MALHAN İLE SOHBET ETTİK.

EKİM 2013 - XXI 26

GÜNCEL

fotoğraflar: Cemal Emden

Beste Sabır: Tekstil firması Kvadrat işbirliğinde gerçekleşen sergi hangi kavramları sorguluyor ve hedefleri neler? Koray Malhan: Tasarım mağazacılığı temasını gündeme getiren sergi; tasarım endüstrileri, yaratıcı endüstriler, kültür endüstrileri, açık kurum, açık tasarım, ortak yaratım gibi kavramları sorgulayarak güncelimize taşıyor. Ayrıca “neyin” tasarlandığı yaklaşımının önüne geçerek “kimin için ve kimlerle” tasarlandığı konusunun sorgulandığı bir dönemi hedefliyor. bs: Serginin içeriği nasıl? km: 30’dan fazla ulusal ve uluslararası tasarımcının ürünleriyle katıldığı sergide kumaş tasarımlarına ek olarak hazır perdeler, mobilyalar, cam, porselen, seramik objeler, takı, giysi, yastık, kilim, halı, aydınlatma ürünleri yer alıyor.

bs: İşbirliğinizden ve projeye olan yaklaşımınızdan bahsedebilir misiniz? km: Ben tasarım eğitimi aldım ama satış yapıyorum, bir yandan da müşterilerin taleplerini dinleyerek ihtiyaçlarına uygun ürünleri araştırıyorum. Bu süreçte ürünün evrilebileceği noktayı da görebiliyorum. Bu nedenle kumaş firmasından kumaş alıp ürünlerimizi kaplayarak satmaktan öte ne yapabileceğimizi sorgulamaya başladım. Kvadrat’a mimarların lego gibi kullanabilmeleri için açık bir yapıda, ofisler için tasarladığımız yeni bölücü sistemleri anlattım. İşbirliğimiz süresinde öncelikle kumaş sistemlerini ele aldık. Onların üretim sürecinde biz ihtiyaçlarımızı anlattık ve üretim süreçlerimizi birbirine uydurarak ortak bir yaratım çalışması yürüttük. Karşılıklı sipariş vermek yerine, herkes kendi verisini kullandığında birlikte neler yapabileceğimizi gördük. Bu paralelde iki tarafın da tek başına yapamayacağı

bir işi ortaklaşa ortaya çıkardık, tüm sürecin en kıymetli kısmı bu oldu. bs: Sergi süreci nasıl ilerledi? km: Renkler sanat tarihi eğitimi almış olan Finn Sködt tarafından belirlendi. İlk aşamada kumaşları 8 - 10 renk ile kısıtladık. Kvadrat mimarlara kumaş yaptırmıştı ve bunu ilk kez lanse edecekti. Herzog & de Meuron; Basel, Patricia Urquiola; Memory isimli bir kumaş tasarladı. Bu şekilde 4- 5 farklı tasarımcının kumaş çalışmalarıyla ürünümüzü sergiledik. Bizim tasarımımız olan ürünlerin bir çoğunu mimarlar seçiyor. Mimarlar tarafından tasarlanmış kumaşlar da bu işin içine girsin diye ürün üzerinde onları kullanalım dedik. bs: Sergideki ürünlerden biri olan perde setinin kendin yap (DIY) akımıyla olan ilişkisi, kullanıcıyı da sürecin içine katıyor. Burada tasarımcının aradan

çekilmesi ve ürünün kullanıcıyla bir arada olması söz konusu tahminimce. km: Bouroullec kardeşlerin (Ronan & Erwan) tasarladığı perde seti o kadar naif ki, siz alıp kendiniz asıyorsunuz. Burada en önemli şey; insan faktörünün işin içine girmesi, hümanist bir tarafı var. Ürüne yabancılaşmadan kendin yapabilirsin bir çok işi. Bence bu bir ilişki kurma biçimini ortaya koyuyor. Klasik düşünce yapısında mekan kurgusu büyükten küçüğe gelir, ki bugün hala doğrusu da budur. Biz bu paralelde “büyüğün küçüğü belirlediği noktada, küçüğün belirlenen olma durumunu değiştirmek için ne yaparız?” diye düşündük. Yine büyükten küçüğe detayları kurduktan sonra tam tersini de karşı öneri olarak yaptık. Bu bir ters çevirme varsayımı. Aynı anda birçok kişinin beraber karar verebileceğini anlatmaya çalışıyoruz. Tabi ki tasarımcı görevini yapsın ama


GÜNCEL 27 XXI - EKİM 2013

son kararı veren merkez olmasın. Leonardo da Vinci’nin en önemli çizimlerinden birinin altında yazdığı gibi: “Dünyanın merkezinde insan vardır.” bs: Mimarlıkta da, tasarımda da her şey o yöne doğru gidiyor: Ana sistemi tasarlayıp ara kademeleri kullanıcıya devretmek. Siz hikayeler yaratıyorsunuz, bir yandan da insanlara belki de bir alt metin olarak o parçaları ya da senaryoları veriyorsunuz. Bütün bir sistemi gerçek bir tasarımcı kurguluyor ama bir bütün olarak vermiyor kullanıcıya. km: Evet bitmiş olarak vermiyor. Daha önce yaptığımız Soundprint de Umberto Eco'nun bir metniydi, açık bir işti -ustanın işi kapatmadığı ve açık bıraktığı. Cazda da öyle, herkes başka bir şey çalıyor, cazın mantığı o. Bu çağın müziği böyleyse, mimarisi ve tasarımı neden böyle olmasın?

Toplumlar tarihsel olarak üretim ve tüketim normlarına göre belirleniyor. Bütün bu süreçteki en dramatik nokta şu; hepsinde tüketen var. Benim sürekli altını çizmeye çalıştığım şey; ilk defa tüketenin sonuna geliyoruz, kapitalizmin bile içini yiyen bu olacak. Toplayıcı toplumda rekabetçi tüketim mevcut. Bir sonraki formda yani tarım toplumunda da aynı durum söz konusu. Sanayi toplumunda da mülk aynı anda iki kişinin olamıyor, rekabetçi durum süregeliyor. Bilgi toplumunda ise; artık “hepimiz” sahiplenmeye başlıyoruz. Artık benim olması bir başkasının olmasına engel değil. Ben bir uygulama indiriyorum, bu sizin de indirmenize engel değil. İlk defa bu çağın ürünü aynı anda “hepimizin birden” olabiliyor. Bu paylaşım, birimizin değil hepimizin olma durumu farklı bir formata geliyor. Bunun farkında olarak tasarlamak çok önem kazanıyor.


Cepheye Yansıyanlar MANÇO MİMARLIK TASARIMI EREĞLİ KARMA KULLANIM BİNASI, CEPHE TASARIMI VE İŞLEV ARASINDA GÜÇLÜ BAĞLAR KURUYOR.

EKİM 2013 - XXI 28

GÜNCEL

Yapının işlevi ve plan çözümleri konusunda arsa sahipleri ve geliştirici firma ile birçok seçeneğin etüt edildiği projede, bir karma kullanım şeması kararı alınıyor. Bu paralelde, bodrum ve zemin katların mağaza, normal katların ise çeşitli tiplerde konut ve ofis mekanı olarak tasarlandığı Ereğli Karma Kullanım Binası, konut girişleri arka, ofis girişleri ise ön cepheden olacak şekilde konumlanıyor. Her işlevin çekirdeği ve dolaşım holleri, yan yana ama birbirine karışmayacak şekilde planlanıyor. Bu doğrultuda konut ve

ofis bölümleri birbirlerine bitişik iki farklı yapı izlenimi verecek biçimde kaydırılıyor. Kütledeki ayrım cephede, mağaza katında koyu gri, ofis bölümü cephesinde açık gri renkte, konut bölümü cephesinde ise ahşap dokusunun kullanımı ile pekiştiriliyor. proje adı: Ereğli Karma Kullanım Binası işveren: Arma İnşaat proje yeri: Karadeniz Ereğli proje alanı: 4.903 m2 mimari tasarım: Manço Mimarlık; Ali Manço mimari tasarım ekibi: Zeynep Ceren Erdinç, Zühtü Usta proje tarihi: 2013



Taşınmanın Gayya Kuyusu -Aydan Çelik içinBirinden ötekine ev taşımak, eşya taşımak anlamına gelir; çünkü Türkiye’de konut -çok büyük orandadımdızlak bir kiralık daire demektir: Ortalama hane ihtiyaçları benzerlik gösterse de, sadece büyük kentlerin çok küçük bir kesiminde eşyalı konut arzı mevcuttur ve her ne hikmetse, orta-üst sınıfa ait tüketim alışkanlıklarıyla özdeşleştirilir. Bu durumu hane sosyolojisiyle, premodern göç anılarıyla, ataerkillikle veya mülkiyetin karakteriyle ilişkilendirmek zor değildir. Türlü beledi ve iletişimsel hizmetle donatılmış mesken, ideal hijyenik koşullarını “boş”luğunda bulur. Diğer yandan, piyasanın işleyiş mantığı bu durumu destekler; emlak piyasası ve ev içi piyasası, yollarını ayırarak birbirinin ayağına basmamaya özen gösterir. Nakliye şirketlerinin minik bir bölümünün gerçek anlamda profesyonel taşınma hizmeti verebildiği koşullarda, bir şehirden ötekine yer değiştirmek, maceralarla dolu bir dizi tatsız deneyim demektir: Anlaşma koşullarını değiştirmek, hizmet kalitesini düşürmek, tarih ve randevu saatlerine uymamak, eşya sahibinin kaygılarını göz ardı etmek, yaygınlığı ölçüsünde sıradan sektörel davranış kalıplarındandır çünkü.

EKİM 2013 - XXI 30

DÖNME DOLAP

İçinde yaşadığımız kültürde, tebdil-i mekanda ferahlık olduğu vakidir de, söz konusu ferahlama, hava değişikliğini kapsar sadece; her şeyi bir kamyona yükleyip göç etmeyi değil. Bu yüzden yer değiştirmek, yarı yarıya bedbahtlıktır. Ev sahipliği, “zorunlu” mobilizasyondan kurtulmuş olmak ve bir yere kalıcı biçimde sahip olmak, özendirilip sistemleştirilir. Bir yeri temellük etmenin, orayı içindekilerle mülk edinmek demek olduğu zamanlardan kalma bir hoyratlık yaşamaya devam eder; bu nedenle kiracılar sadece içinde yaşadıkları mekanın değil, hayatlarının da kiracısı olmaya mecbur edilirler hala, pek çok yerde.

LEVENT ŞENTÜRK

Epeyce yerleşik şekilde yaşamanıza rağmen, taşınmayı derin ruhsal travmadan saymayacak kadar ev değiştirdiyseniz, sizin için taşınmak olağan hale gelmiş demektir. Kendi payıma, doğduğumdan beri on üç evde yaşadığımı kaba bir hesaplamayla bulabilirim; bu da her üç yılda bir ev değiştirmek durumunda kaldığım anlamına gelir. Son on yılda ise yedi kez vuku buldu taşınma. Ve bu konu gündeme geldiğinde, bahse konu esas “eşya” hep kitaplardır; bu nedenle taşınmak demek aslında kitapların taşınması demektir. Övünülecek hacimde ve nitelikte bir kitaplığımız olmamakla beraber, (kitaplarla yaşayanların iyi bildiği gibi) yük günden güne artar. Bu ise, evden eve gidecek kitap kolilerinin, kutularının, sandıklarının sayısının arttığı, artacağı anlamına gelir. Artış zaman içinde, ofise, ofislere bölünerek devam eder ama taşınmak söz konusu olunca kitaplar bu kez birleşerek çığ halini alıverir.

Altı yıl önce, Eskişehir’de bir dubleks daireden bir apart daireye kış-kıyamet taşınmak zorunda kaldığımız günlerde, ev taşımanın kitaplığı taşımak olduğu konusunda esaslı bir deneyimim olmuştu: Yeni evi tuttuğumuzda, oraya taşıdığım ilk parçalar, bir halojen soba, IVAR’lar (İkea delisi değilim ama bugüne kadar daha iyi bir kitaplık sistemiyle de karşılaşmadım) ve bir masa lambasıydı. Karlı bir gündü; masif ağaçtan yapılma, hafif ve merdivene benzeyen IVAR’ları bisikletimin selesiyle gidonu arasına uzunlamasına yerleştirdim, rafları torbalarla gidona astım, iğreti bir biçimde birkaç yüz metre mesafedeki eve vardım. Evin çalışma odasını Eskişehir ayazında ısıtırken, elime bir yıldız tornavida aldım, dikmelerle rafları sabitleyen çapraz metal bağlantıları vidaladım, sistemi ayağa kaldırmaya başladım: Bu, ufak çaplı bir zafer demekti. Kitap ve dergilerden oluşan yığının yeni yerini, tek başıma kurmaya başlamanın verdiği keyif, soğuğu da, hesapta olmayan taşınmayı da unutturmaya yetmişti. Ama IVAR –tasarımcısının elleri dert görmesin– esas maharetini, kitaplarla buluştuğunda gösterir: Çünkü dikmeleri beş santimlik perforaja sahip olduğundan, raf yükseklikleri ince ince ayarlanabilir. Bu sayede her kitaplık sütunu farklı raf yüksekliklerine, kitaplık eşsiz bir ince ayara ve oda da en verimli raf düzenine sahip olur. Kitaplıkları sökmek, kitapları paketlemek gibi konularda özenliyseniz, dostlarınızın alay konusu olabilirsiniz; bununla beraber, ifratta sakınca olmadığını düşünmeye devam edebilirsiniz. İki nedenle: Kitaplar topluca yer değiştirmeye zorlanmaktan hiç hoşlanmazlar; her taşınmanın onları yıpratacağını bilirler; bu durumu hafifletecek her türlü ihtimamı hak ederler. Diğer neden: Bu özen ve sabır, salt kitaplara iyilik için değil, onları yeni yerine götüren ve kullanacak kişiler içindir. Her kitaplığın bir iç düzeni vardır; yatay ve düşey ilişkileri. Hem yazara, hem yayınevine, hem türe göre, hepsini gözeterek kurulmuş, zaman içinde oluşmuş bir permütasyona göre işler. Kimi raflar, düpedüz fiziksel özelliklere göre kurulur. Kimi kere seri fetişizmi egemen olur. Her kitaplığın kara delikleri, açmazları, batıl tarafları vardır: Bazen bir raf, sevilmeyen kitaplara ayrılır. Kimi kere, bir tür kara büyü motivasyonuyla, bir yazar hiç istemeyeceği bir başka yazarla buluşturularak, karanlık hazlara kapılınır. Kitaplar, zamanla başka kitaplıklar yaratır; kendilerini çoğaltarak evrimleşirler. Kitapları yavaş yavaş çalıştığı yere, yerlere bir biçimde taşırken bulur kişi kendini; zaman geçirdiği bütün mekânlarda kitapların kalıcı varlığı kendini duyurmaya başlar. Kitaplar sandıklara girerken, raflardaki sıralama mümkün mertebe değiştirilmez, sandıklar numaralanır, her sandığın içeriği kabaca not edilmeye çalışılır. Sandıklar, gittikleri yerde bu numaralandırmaya göre açılır ve konumlanır. Kuşkusuz hiçbir şey sabit değildir, mutlaka


komplikasyonlar oluşacaktır. Yeni odalar, yeni kitaplık oluşumları talep edecektir. Ama bu sıralama yeniden kurulmazsa, işler sarpa saracaktır. Şaka değil; kişi, yalnızca kitaplara söz geçiremediği, onları bir mantığa göre sıraya koyamadığı için bile zihinsel ve fiziksel çöküşe sürüklenebilir; hele kitaplığıyla haşır neşir kimseler için bu haydi haydi geçerlidir.

Bütün paketler, olmaları gereken odalara geldikten sonra, açılmaya başlar. Mikro-mekanlaşmanın başladığı eşik budur; bu esnada her şey hala taslak haldedir. Örneğin aynı mutfak, yerleştirildiği, temizlendiği ve oluştuğu süre boyunca defalarca faz değiştirir. Evi işgal edenlerin saplantı düzeyine göre, temizlik ve arındırma bir süre daha devam eder. Bir evde “yaşamaya başlamak” için harcanan onca çaba kişinin kendiyle, belleğiyle, geçmişiyle de bir hesaplaşma süresidir. Her evin, içinde yaşayanlara huzur veren, yarı dizgesel-yarı hayvansal bir eşya sistematiği vardır. Eşyanın konumu, anlamlar ve hazlar üretebileceği bir anahtardır. Nesnelerin konumu, ev denen bu bireysellik sahnesinde öylesine önemlidir ki, kişi ancak bütün nesneleri kendince doğru yerlerine yerleştirdiğinde kendi olur; aklı, kimliği ve bedeniyle gerçek bir şahıs olarak toplumda kabul edilir ve tanınır. Eşyaları “yerli yerine” koymak, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir görevdir

Her taşınma, bireye muhtaç olduğu deliliği bir nebze olsun yeniden yaşama şansı verir. Bir yerden kalkar, ötekine gider gerçekte, ama gidilen “o yer” değil de “her yer”dir zihninde: O güne kadar bir yerlere bağlı duran bütün sinir uçları şimdi boşlukta, rüzgarda uçuşurken, deliliğini hissedebilir. Belli bir yere doğru değil de, potansiyel olarak her yere doğru yola çıkmıştır sanki.

31 XXI - EKİM 2013

Evlerin sil baştan kurulmasına ivme veren o ilk jestlerden, nereden başlayacağını bilememenin şaşkınlığından uzaklaşınca, kendini nesnelerin kuruluşu üzerine düşünürken bulabilir insan: Her evin bir “başlangıç cd’si”, bir “kurulum sihirbazı”, bir “sistem disketi”, bir “bios”u vardır. Her evin yığın yığın eşyasını kıpırdatan, nesneler ve paketler ormanında patikalar açan, suskun ve katı yumağını çözen devinimler vardır. Elbette bunlar yerinde oluşturulur. Bir şeyi bir yerden alıp bir başka yere götürebilmek için, başka şeyleri başka yerlere koymak gerekir. Sözgelimi 1’in A’dan alınıp B’ye götürülmesi için, 2 ve 3’ün C’ye konması gerekir. Sonra 2’nin yerinin B olduğu anlaşılır, bunun için 3 ve 4 C’den alınıp yeniden A’ya veya başka bir yere, D’ye konur. Sonra da 2, C’den alınabilir ve B’ye konabilir.

Bir evi boşaltmaya karar verdikten sonra yavaş yavaş harekete geçmek, eşyayı paketleyip bireysel yaşamı askıya almaya başlamak, o yeri terk etmeye hazırlanırken alışkanlıklarla, kişilerle, kuytudaki hazlarla, yaşamın bütün ayrıntılarıyla melankolik bir söyleşiye girişmek, hem gizli bireysel ritüeller içermesiyle dinseldir, hem de -belki dinselliğinden de fazla- afrodizyaktır, şehvanidir, ahlaksızcadır, delicedir: Çünkü yersizleşmek, delirmektir; yerden azat olmak, deliliğe hak kazandırır.

DÖNME DOLAP

Kitaplıklar, bir tabur askerin yığıldığı bir kışladan çok, sayısız yabancının birbirini hiç tanımadan bir arada yaşayıp gittiği bir metropole benzetilebilir. Kitaplık denen o acayip şey, yalnızca kitaplardan da oluşmaz: Defterler, küçük heykeller, türlü kırtasiye, hatıra nesneleri; aydınlatma elemanları, slaytlar, elektronik aygıtlar, cd’ler, çantalar, kutular içinde yine defterler, fotoğraflar ve sanat eserleri ilk elde sayılabilir. Kitaplık aynı anda hem kırtasiye, tuhafiye, zücaciye ve ıtriyat deposudur; hem de müze, oyuncakçı, eskici dükkânıdır. Kitaplık onu el emeği göz nuru ile kuranlar için bir vaha, bir sevgiliyse, yabancısı için de keşmekeş, kargaşa, saçmalıktır. Bu nedenle orta sınıf, evlerinden kitapları kovmakta bulmuştur çareyi: Yorgan gitmiş, kavga bitmemiştir oysa, bilmezler...

de: Kişi, sorumluluklarından nasıl kaçamıyorsa, eşyayı da “yerli yerine” koymaktan kaçamaz.


Barbar Kent

fotoğraflar: Servet Dilber

EKİM 2013 - XXI 32

13. İSTANBUL BİENALİ

13. İstanbul Bienali, "Anne, Ben Barbar Mıyım?" başlığı ve kentsel dönüşüm temasıyla henüz açılmadan dahi çok konuşulmuştu. Bunların üzerine Gezi direnişi eklenince bienale gerek kalmadığını söyleyenler olmuştu. Bienal sanat-sermaye-kent, sanat-kamusal mekan-gündelik yaşam gibi çeşitli ilişki ağlarına yöneliyor ve bu ağların kesişim kümesinin en görünür sorunsalını da kentsel dönüşüm olarak belirleyerek izleyicilere aktarıyor. Diğer yandan ise güncel sanatın mekanı ve kenti yorumlayış biçimlerine dair biz mimar ve tasarımcıların alışkın olmadığımız yeni perspektifler sunuyor. Bienalde kentin ve mekanın kavramsal olarak nasıl ele alındığını küratörü Fulya Erdemci ile konuştuk. Bienalin tasarlanmamış mekanlarını Aslı Çiçek, kamusal alan ve sanat ilişkisini ise Merve Ünsal kaleme aldı. Hazırlayan: Hülya Ertaş

ayşe erkmen, bangbangbang, 2013


gordon matta-clark, konik kesişim, 1975

provo, afişler ve dijital baskılar, 1965-67

Kamusal alanda sanatın aslında çok sayıda hikayesi var ve çok farklı şekillerde yaşayanlarla ilişkiye geçebilir. Mimariyle ilişkiye geçebilir. Biliyorsunuz tam 19501970'ler arasında New York, özellikle de Manhattan önemli bir kentsel dönüşümden geçer. Orada da bugün İstanbul’dakine benzer şekilde bir soylulaştırma hareketi olur. Gordon Matta-Clark'ın babası Roberto Matta-Clark çok önemli ve ünlü bir sürrealist ressam, kendisi de mimarlık okumuştur. Buradan yola çıkarak binaları performatif olarak ele alıyor, kendisi keserek heykelleştiriyor. Bütün bu kentsel dönüşümün şiddetini, yaşam alanlarımıza, bizim kişisel evlerimize yansıtıyor, evleri ikiye bölüyor hem sembolik hem görsel olarak, hem de heykel gibi. Mierle Laderman Ukeles de 1969'da bakım sanatını ortaya koyuyor. Mesela ilk performansında sokakları kendisi temizliyor. Hem feminist bir iş hem de doğrudan hepimizin kentle, sokakla ilişkisine vurgu yapıyor. Öte yandan görünmeyeni bize gösteriyor. Bir müzeye ya da galeriye gittiğimizde işlere bakıyoruz, çok beğeniyoruz fakat onun arkasında ışıkçı, her gün bıkmadan usanmadan yerleri temizleyen temizlik işçileri, videoları ayarlayan teknik ekip, güvenlikçi, bu bir müzeyse restoratörü var. Bakım sanatı diye bir şey ortaya koyuyor Mierle Laderman Ukeles . 1970'lerde Whitney Müzesi'nde çalışanlara diyor ki “Her gün yaptığınız işi yapacaksınız. Yeri temizliyorsan temizleyeceksin, toz alıyorsan toz alacaksın. Ama 9 ile 5 arası benim için bir saat yaptığınız bu işin sanat olduğunu düşüneceksiniz.” Çünkü sanatın anlamı ne? Daha iyi bir dünya hazırlamak. Onlar da bizim için bunu yapıyorlar, sadece görünmez insanlar. Kentsel mekanlara sanatın nasıl etkisi olduğunu sordunuz. Kamusal alanda sanat hem vatandaşlıktan söz ediyor aslında, hem de soyut bir şekilde özgürlükten. Ama Hannah Arendt diyor ki, “Bir insanın özgür olabilmesi için başkaları tarafından görülmesi gerekir. Başkaları tarafından görülebilmesi için de bir mekan gerekir.” Mekan dediğimizde doğrudan mimarlık ve kent işin içine giriyor. Bu anlamda aslında bir çok iş, kent mekanını, agorafobiyi, nasıl birlikte yaşayabileceğimizi konuşuyor. he: 2006 yılında, Ricky Burdett'ın küratörlüğünü yaptığı Venedik Mimarlık Bienali'nde karşılaştırmalı bir kent okuması vardı. Aslen birbirinden çok farklı kentleri bir araya

33 XXI - EKİM 2013

zorunda kalıyorsunuz. Fernando Piola, Sao Paulo'dan çok genç bir sanatçı. Ben kendisinin bir sergisini gördüm, daha sonra uzun uzun konuştuk. (Çok ciddi bir araştırma yaptım, güneyden gelenlerin birçoğunun bile tanımadığı sanatçılar var. O anlamda çok gurur duyuyorum.) Onun iki işini gösteriyorum; biri Kızıl Meydan Projesi, diğeri Tutoia Operasyonu. Kızıl Meydan dediği, Sao Paulo'daki diktatörlük zamanında, insanların içeri alınıp işkence yapıldığı meydan. Orada bunu anacak hiç anıt yok olmadığı için orayı kırmızı çiçeklerle döşeyerek bir anıt yapmak istiyor. Sanat kurumları başvuruyor bunun için, izin alınamıyor. Kendisi başvuruyor, izin alınamıyor. İki sene uğraşıyor meydandaki çiçekleri kırmızı çiçeklerle değiştirmek için ama izin alamıyor. Daha yakınında, polis istasyonunun da bulunduğu, bizim 2. Şube gibi işkencelerin yapıldığı başka bir yere gidiyor. Orada hiç bir şekilde sanatçı olduğunu söylemiyor. Belediyeye hobi bahçeleri yaptığını, bitkilerle uğraştığını söylüyor. “Bu boş alanlara biraz bitki ekmek istiyorum, mümkün mü?” diye soruyor. Onlar da izin veriyor. Tek tek, günbegün oradaki bitkileri kırmızı çiçeklerle değiştirerek kızıl bir meydan yaratıyor.

13. İSTANBUL BİENALİ

Hülya Ertaş: Bugünkü ekonomik ve politik düzenin kendini en görünür kıldığı şey, kent. 2000'lerin başında dünya nüfusunun yarısından fazlasının kentlerde yaşamaya başladığı bilgisinden sonra kent yeni bir araştırma alanına dönüştü. Özellikle sosyoloji, kentsel planlama ve mimarlık gibi disiplinler kenti bir problem alanı olarak tanımlayıp üzerine gittiler. Bu açıdan bakınca güncel sanatın kentle ilişkisi anlamında 13. İstanbul Bienali nasıl bir rol üstleniyor, bu araştırma alanlarına nasıl eklemleniyor? Fulya Erdemci: Bienal, kamusal alanda sanata bakıyor, yani kentsel kamusal alanlarda sanatın ne olabileceğine. Antrepoda üç meydan yarattım. İlk meydan yerlere odaklanıyor: Bu yer İstanbul ya da Sao Paulo olabilir. Ya da Fernando Ortega'nın Meksika'da küçük bir nehrin iki tarafını birbirine bağlayan tekne için Brian Eno'ya bestelettiği müzik olabilir. İkinci meydan tarihi örnekleri içine alıyor. Gordon Matta-Clark, Provo ve Nil Yalter'in 1974’ta yaptığı işi bu meydanda. Üçüncü meydan da tamamen “kamusal alanda sanatı nasıl düşünebiliriz?” sorusuna odaklanıyor. Bunlar ya geçici işler, performanslar olabilir ya da ideolojinin kent mekanına uyarlanmış hali, yani anıtlar olabilir. Kamusal alanda sanat dediğimizde karşımıza ağırlıklı olarak kuzey ülkelerinden, yani Amerika, İngiltere ve Kuzey Avrupa’dan örnekler çıkıyor. Neden? Çünkü geçtiğimiz 70 yıldır, 1950'lerden beri kamusal sanat sosyal refah devletinin uygulaması olarak görülüyor. Bu nedenle de devlet desteği var, okulları var, deneyim birikiyor. Ama son 30 yıldır dünyada kamusal alandaki hareket nerede oluyor, problem nerede ortaya çıkıyor diye baktığınızda, bunlar kuzeyde değil, Latin Amerika'da, Orta Doğu'da, Kuzey Afrika'da oluyor, Türkiye'de oluyor. Buradan yola çıkarak yeni bir denge yaratmaya çalıştım. Mesela çok sayıda Latin Amerikalı sanatçının projesini getirdim. Kentsel kamusal alanlara nasıl müdahaleler var ya da nasıl düşünceler üretiliyor? Hem teorik hem deneyime dair nasıl düşünceler ve pratikler ortaya çıkıyor diye baktım. Bu anlamda da Arjantin, Brezilya, Peru, Meksika ya da Filistin, Lübnan, Fas, Mısır, Türkiye gibi ülkelerden çok sayıda sanatçı çağırdım. Çünkü bu sanatçılar bizzat bu kamusal harekete ve problematik kentsel kamusal mekanlar üzerine düşünen ve buna dair işler üreten sanatçılar. Sanat buna nasıl müdahil olabilir? Benim uzun yıllardır kamusal sanata dair Belçikalı felsefeci Chantel Mouffe'tan da etkilenerek söylediğim bir söz vardır: Kamusal alanlardaki her sanat projesinin varlık nedeni görünmeyen çelişkiyi ortaya çıkarmaktır. Kamusal alandaki işlerin 1950'lerden beri var olduğunu biliyoruz. 1950'lerde birçok sanatçı kurumsal eleştiri yaparak sokaklara çıktılar, sanatla yaşamı bir araya getirmeye çalıştılar. Bunlar sipariş edilmemiş işlerdi. Bizim sergiden bakacak olursak Gordon Matta-Clark var, onun yanı sıra Polonya'dan çok önemli bir tiyatro grubu Akademia Ruchu, 1960'ların sonunda kurulmuş, 70'lerde sokak performansları sergilemişler. Jiri Kovanda'nın pratikleri var. Ama bugüne baktığımızda artık çok daha değişik stratejiler geliştirmek


nil yalter & judy blum, paris ışık şehri, 1974

EKİM 2013 - XXI 34

13. İSTANBUL BİENALİ

mıerle laderman ukeles, her gün bir saat bakım sanatı yapıyorum, 1976

fernando pıola, kızıl meydan projesi, 2005/2013

fernando ortega, orta boy bir nehri geçen küçük bir kayık için müzik, 2012

getiren bir sergi düzeneği oluşturulmuştu. Dışarının bilgisinin içeri alınması için herkesin kendi kentini anlattığı bir düzenekti bu. İstanbul Bienali’nde biraz da tersine bir durum var. Aslında dışarıdan gelenler İstanbul üzerine çok sayıda iş üretmiş haldeler. Bu, içeriye dışarının bilgisini getirmektense, dışarıdan bir gözü içeriye yönelik bir şeyler söyletmek için cesaretlendirmekle mümkün oldu diye düşünüyorum. fe: Tabi. Aslında bu sanatçılar hayatlarını, düşüncelerini gerçekten bu konuya yoğunlaştırmış, ömürlerini buna vermiş sanatçılar. Bizim burada yapmaya çalıştığımız, “Gelin İstanbul ile birlikte, bugün olmakta olanla birlikte düşünün.” demekti. Ben bunun İstanbul için de önemli bir arşiv ve bir şans olduğunu düşünüyorum.

he: Mimar gözüyle bakınca fikrin mekansallaştığı çok sayıda iş vardı. Falke Pisano'nun bedensel psikolojik travmayı mekansallaştırdığı işi, Stephen Willats'ın ideolojik ikiz kuleleri gibi işlerde mekanın -hele de biz mimarların- bildiğimiz anlamının dışında birtakım anlam kümelerine geçtiğini gördüm. Mekan belli ki bir düşünme aracı olarak çağdaş sanatta belli bir yere sahip çünkü Willats'ın işi 1960'lara tarihleniyor. Mevcut olan bu durumun görünür kılınması için bir arayüz olarak mı kurguladınız bienali? fe: Evet, arayüz olarak kurguladım çünkü mekan çağdaş sanat için çok önemli. Daha önce hep mekana özel (site specific) diye bir söz vardı. Şimdi bunun ötesinde bağlama yanıt veren (context responsive), yani hem mekana özel hem de bağlama yanıt veren işler ağırlık kazandı. Tabi ki eğer kamusal kentsel mekanlardan söz ediyorsak insanın yaşam alanının gerçekten var olması için bir zaman bir de mekan şart. Biz şimdi hem zamana hem mekana bakıyoruz. Ben seçtiğim işlerdeki mekansal, yani jeopolitik çeşitlilikten bahsettim. Zaman açısındansa tarihsel bir perspektif açtım 1960-1970'ler arasında. Hepsinin doğası, karakteri ayrı olsa da İstanbul'daki Gezi olayları, dünyadaki İşgal Et (Occupy) hareketleri, Arap Baharı, Brezilya'da ya da Yunanistan'da olanlar bize yeni bir dünya arayışı içinde olduğumuzu gösteriyor. 1960-1970'lere baktığımızda o zaman da böyle bir arayış vardı. O zamanki arayış çok daha fazla oranda ütopyaya dayalıydı: Bir devrim yapılacak, bu devrim sonucunda başka bir sistem çıkacaktı. Bugün aslında aradan geçen yılların deneyimiyle durum daha dünyasallaştı, öyle bir ütopyası yok eylemlerin. Gezi'den de gördüğümüz gibi bugünün istemi polarize politik değil. Her sesin ve rengin yeri var bu sistemin içinde. Bu anlamda bu iki zaman arasında zaten toplumsal hareket ve siyasi düşünce açısından bir paralellik ve farklılıklar var. Ama bunun ötesinde kentsel dönüşüm ilk defa İstanbul'da olmadı. 1950-1970 arasında

he: Nasıl yürüttünüz o çalışmaları birlikte? fe: Her küratörün ayrı bir tarzı vardır ama ben sanatçılarla çok yakın çalışan ve diyalog içinde olan bir küratörüm. Birebir konuşmalar, birebir görüşmeler üzerinden oldu. Mesela Christoph Schafer ve Maider Lopez üçer kez geldiler İstanbul’a. Ve geceler boyunca konuştuk. Hem kendi adıma hem de sanatçılar adına şunu söylemem gerekir ki, gençlerle düşünmeyi çok önemli buluyorum. 88 sanatçı var, her biri için bu teması üretmek kolay bir şey değil, sırf zaman açısından düşündüğünüzde bile neredeyse imkansız. Bu nedenle de gerek Hollanda'dan gerek Türkiye'den daha önce birlikte çalışmış olduğum genç küratörleri, küratöryal işbirlikçim olarak çağırdım. Türkiye'den Adnan Yıldız, Övül Durmuşoğlu, bienalden Kevser Gülen var ki o benim küratöryal yardımcım oldu. Arjantin'den Javier Villa, Hollada'dan Rieke Vos, Belçika'da yaşayan İsrailli Yael Messer gibi genç küratörlerle birlikte çalıştım ve onlardan da yardım aldım çünkü tek başıma her şeye yetişmem mümkün değildi.


he: Benim güncel sanatla karşılaştığımda zorlandığım şey, çok fazla üst üste soyutlamayı bana dayatmasıdır. O yok bu işte. Bir taraftan çok tanımlı değil ama sanatçı da “Beynimin labirentlerinde üst üste sekiz soyutlama yaptım, sana da bunu sunuyorum, istediğini al” demiyor. Bir derdi olduğunu hissettiriyor ve o çok yakında kavranacakmış duygusu bırakıyor. fe: Kesinlikle, aynı şeyi düşünüyorum. Bu bir felsefecinin bakıp da sadece onun anlayacağı bir şey değil. İster sanatın çok içinden gelsin ister çok dışında olsun herkese “Şimdi anlayacağım” hissi veriyor. Gelmekte olan o yeni dünyanın cümlelerini kuracağız, o cümleleri bize düşündürtüyor. Hepimiz için aynı şey söz konusu çünkü sanatçı orada durmak istiyor, öyle bir deneyimi yaşatmak istiyor. he: Küratöryal metinde üç ayaklı bir yapıdan söz ediyorsunuz: teori, pratik ve barbar. Ben gezerken bu üç akstan birinin daha öne çıktığını, diğer ikisinin ise biraz daha geride kaldığını gördüm. Sergideki işlerin birbirini takibi de bu aksların birbiriyle olan ilişkisine mi dayanıyor? fe: Tabi ki kullandığım mekanların belli ağırlık noktaları var. Mesela daha önce de söylediğim gibi Antrepo’da üç meydan oluşturdum. Bunlardan bir tanesi kentlerden bahsediyor; İstanbul, Sao Paulo var. Tam ortada çok soyut bir iş var, o da mimarinin gündelik ilişkilerle bir araya gelmesini andıran. Hem birebir var olan şehirleri hem de tamamen soyut olanı bir araya getiriyor. İkinci meydan tarihsel perspektiften, kentsel dönüşüm gibi temalara bakıyor. Üçüncü meydan da kamusal alanda sanata odaklanıyor. Galata Rum Okulu'na baktığınızda aslında eğitim var orada, çünkü zaten bir eğitim mekanına giriyoruz. İnci Eviner'in işi, bir birlikte öğrenme makinesi, eğitim

edı hırose, genişleme, 2009–devam ediyor

maıder lopez, yollar açmak, 2013

chrıstoph schafer, park fıctıon artık gezi parkı hamburg, 2013

35 XXI - EKİM 2013

he: Mekana dair disiplinlerin bir ölçek meselesi nedeniyle ayrıştığını düşünürüm. Kentsel tasarım, mimarlık, iç mimarlık, ürün tasarımı diye giden bir ölçek silsilesi olarak görürüm. Bienalde kent, mimarlık ve iç mekanın yanı sıra tasarıma dair de işler vardı. Antrepodaki Adam Kokesch'in işi gibi. Bienal bu anlamda mekan yaratmanın bütün ölçekleriyle oynanmış gibi bir his de doğuruyordu. fe: Bu sergide alışılmışın dışında, sıradan olmayan dilleri ortaya çıkartmaya çalıştım, gerek mekansal gerekse biçimin dili olarak. Mesela Adam Kokesch'in işiyle karşılaştığımda gerçekten çok zor bir işti bir taraftan. Çünkü bir heykel mi, nesne mi olduğunu, bir mekan mı oluşturduğunu direkt tanımlayamıyorsunuz. Çok endüstriyel ve bitmiş gözüküyor ama her birini tek tek eliyle yapıyor. Hiç bir şey alınmış değil, her şey onun tarafından yapılmış. Gerçekten bir endüstriyel mekanı söylüyor ve okutuyor da. Mesela cama yapıştırdığı şeyler bize hem mimariyi gösteriyor hem gölgesiyle yeni bir mekan yaratıyor. Var olanlarla oluşturulanın ne olduğunu tam anlayamıyorsunuz: Bir stüdyo mu, endüstriyel bir laboratuvarın girişi mi, bir medya eleştirisi mi? Gerçekten barbarik bir dil çıkartmış ortaya Adam Kokesch. Yerleştirmeye baktığınızda en ortada değil, kıyıda kalmış; bütün mekanla konuşuyor, mimariyi gösteriyor.

Adam'a “Acaba bunları nasıl düşünelim?” diye sorduğumda şöyle dedi; “Bunlar alçakgönüllü, var olanın içinde bir şey söylemeliler.” Doğrudan mekanla, bağlamla konuşan işler aslında. Yerleştirmesiyle mekanın içinde de izleyiciyi dolaştırıyor aslında. Bize verdikleri katalog metni de şöyle başlıyordu: “tanımdan kaçan işler.” Hem insanı bu bana bir şeyler söylüyor diye düşündürüp heyecanlandırıyor, hem de onu doğrudan tanımlanamıyor.

13. İSTANBUL BİENALİ

New York'ta gerçekleşti. Mesela 1970'lerde Amsterdam'da büyük bir tepkiye neden oluyor ve büyük bir sanat grubu olan Provo, Nieuwmarkt’ın tamamen yıkılmasını, değişmesini engelliyor. Ya da Paris'te 1970'lerde Pompidou, Les Halles yapılıyor. Öyle bir paralellik de var bugünün İstanbul'uyla 1960-70'lerin Amsterdam'ı, Paris'i ya da New York'u arasında. Ve bütün bu sanatçılar aslında hem kentsel dönüşüme hem de kamusal alanda sanata dair yeni sanat pratikleri ortaya koyuyorlar. Gordon MattaClark'tan tutun da Mierle Laderman Ukeles'e ya da Akademia Ruchu'ya, Jiri Kovanda'ya yepyeni pratikler ortaya konuyor. O nedenle, bugünün toplumsal dönüşümlerine, sanat pratiklerine ve aynı zamanda kentsel dönüşümlerine tarihi ışık getirecek işleri de bir arada tutmaya çalıştım sergide. Çünkü gerçekten özgürlükten, yaşamdan bahsediyorsak kentten bahsetmemeye imkan ve ihtimal yok, hele de benim gibi daha kentsel kamusal alanlara yoğunlaşmış bir küratör için. Bugünün öncesini, şu anı ve geleceği açan işleri bir araya getirmeye çalıştım.


adam kokesch, isimsiz, 2013

EKİM 2013 - XXI 36

13. İSTANBUL BİENALİ

değil. Kırk öğrencisiyle bir buçuk aydır atölyeler yapıyorlar ve şunu çıkarmaya çalışıyorlar: Bu katılımcıların kararlarıyla bu makine nasıl işler? Kolay bir şey değil. Şimdi işlemeye başladı. Rum Okulu daha şiirsel ve deneyime dair işleri barındırıyor. Arter ise aslında tüm serginin konseptinin matematiksel bir hücresi gibi. Salt’ı da doğrudan bulunduğu yerden ele aldım yani Beyoğlu ile olan ilişkisi üzerinden. Belli öncelikli konularım var tabi ki, sanat ve sermaye, kentlilik vs gibi. Bu konuların hepsini her mekanda biraz karıştırayım ve öyle konuşsunlar diye düşündüm. Tabi ki ama belirli odaklar çıktı. Kent mekanlarını andıran mekanlar, son derece açık bir sergi düzeni yarattım. Önceki bienalleri düşünürseniz, bu açıklıkta, kent mekanlarını hatırlatan bir düzenleme yoktu. he: Aslında ikili bir ilgi odağı sezdim: Birincisi güncel sanatın mekanla ilişkisi, ikincisi de güncel sanatın şiirle ilişkisi. Bienal aslında bu ikisi arasında salınıyor gibi. Çünkü mekan çok somut bir şeyi tariflerken şiir çok soyut bir şeyi tarifliyor. Bir yandan bu cümleleri tam tersine de çevirip söyleyebiliriz mekanın soyut, şiirin somut olması gibi. Mekanın şiirselliğinden de söz edebiliriz. Ama bu salınım Galata Rum Okulu’nda net hissediliyordu. İnci Eviner’in işinden sonra birinci kata çıktıktan sonra işler şiirselden mekansala doğru evrildi, çatı katında iyice mekansallaştı. fe: Doğru yorumlar bunlar. Bunlar dikkatli bir göze okunaklı olduğu için de çok seviniyorum. Şiir ya da müzik öyle bir ara kesit ki en kişisel olan ama aynı zamanda da en kamusal olandır. Hep birlikte bir araya geldiğinizde duygularınızı ifade ettiğiniz şey ya şiirdir ya da şarkıdır. Müziğin ve şiirin böyle bir gücü var. Bu anlamda da en kişisel olanla en kamusal olanı bir araya getirip politik olanı açar. En şiirsel olan aslında en politik de olabilir. Sanatın politikliğine tematik olarak bakmıyorum. Tema olarak bir şey seçmiş olabilirsiniz ama bence en şiirsel, bizi en ütopik ana açıp orada bir deneyim yaşatan eser, bence en politik eserdir. Mekanın şiirselliğinden söz ettik, Galata Rum Okulu da size bir şeyler söylüyor. Mesela İnci Eviner’le görüşürken, ona desenlerini görsel şiir olarak gördüğümü söyledim, çok güçlüler. Sunum performansı 1960’larda araştırma ve bilgi üretmeyle sanatın ilişkisini sorgulamak adına performansın bir alt dalı olarak çıktı. Son on yılda batıda en yükselen form haline geldi çünkü gerçekten yeni bir dünyayı araştırmamız gerek. İnci de bir sunum performansı gerçekleştirmek istiyordu. Rum Okulu’nu bilmiyordu ama yukarıdan izlenmesi gerektiğini söyledi. Ve bana tam anlamıyla Rum Okulu’nun konseptini anlatmaya başladı, yani öğrenmek üzerine alternatif bir yaklaşımdan söz etmeye. Mekanın söyledikleri ile sanatçıların söylediklerini mekanla birleştirince iyi bir simya çıktı. he: Gezi Parkı direnişiyle birlikte biz mimarların dahi kamusal alan kavrayışımızda yenilenmeler, değişiklikler oldu. Türkiye’de kamusal alan ve sanat ilişkisi açısından bu bienal nasıl bir yerde duracak? fe: Bienalin sorduğu birçok soru, kavramsal çerçevenin teorik ve pratik aksı, doğrudan Gezi’de ortaya çıkan soruları irdeliyor. Ve ben bu soruları geçen yıl

temmuzda ortaya koydum. Bu da gösteriyor ki sanatın geleceği görme kapasitesi politikacılardan daha yüksek. Christoph Schaffer’inki gibi birkaçı dışında doğrudan Gezi ile ilişkili işler yok. Çünkü hala içindeyiz ve devam ediyor. Gezi’deki deneyimi apar topar bir buçuk ay içinde işe dönüştürmek çok yanlış sonuçlara, erken formüllere ve erken kemikleşmeye neden olabilir. Ayrıca o anlamda doğrudan bir bağı Gezi, bienal gibi bir etkinliğin halkla ilişkiler faaliyeti gibi olmasın diye de istemedim. Bienal büyük bir sergi, bir buçuk yıldır eser seçiyoruz, bunu zaten son bir buçuk ayda değiştirmek mantıklı değil. Ama tabi ki Gezi’nin önümüzdeki yıllarda sanat üretimine etkisi olacaktır. he: Bienalin kendi kavramsal altyapısıyla Gezi Parkı’nda insanları sokağa döken endişeler bir anlamda uyuşuyor. fe: Birçok iş var bunu yansıtan. Halil Altındere’nin işi geçen şubatta yapılmış bir iş, Annika Eriksson’unki keza öyle. Sanatın geleceğe bakma ve geleceği açma öngörüsü var. Gezi Parkı ile ortaklaşa belli bir ruhu paylaştığını söyleyebiliriz, mesela ücretsiz olması gibi. Gezi de ücretsizdi, orada hiç para geçmiyordu. Ücretsiz olduğunda sadece herkes tarafından girilebilir olmuyor, aynı zamanda sanatı da başka türlü deneyimleyebiliyorsunuz. Çünkü para verdiğinizde belki biraz aceleniz olabilir, sergiyi hızlıca bir kez gezmiş olursunuz. Oysa şimdi ücretsiz olmasıyla tamamen öznel bir deneyime açılıyor bienal. Bizim kamusal mekanlardan çekilmemiz de doğrudan Gezi ile ilişkili. he: Ben bir taraftan kamusal mekandan çekilmenin taktiksel olduğunu düşünüyorum. Kamusal mekanı iktidar bu kadar baskılamak istiyorsa, onu iktidara teslim edip yeni kamusallıklar aradığınızı varsayıyorum, sergileri ücretsiz yapmanın da bu kamusallığı yaratmanın bir aracı olduğunu. fe: Aynen öyle, ücretsiz olduğunda tüm bu özel mekanlar kamusallaşıyor. Herkes rahatça gelebilir, kaç kere isterse o kadar gelebilir. he: Serginin isminde geçen “barbar“ tarihsel olarak çok yüklü bir kavram. Siz onu kentli olmayan olarak tanımlıyorsunuz öncelikle. İstanbul özelinde bakacak olursak barbar kim? Sulukule’de evlerinden edilenler mi, yoksa TOKİ mi? fe: Barbar aslında Hristiyanlık öncesi Pagan dönemlere tarihlenir. Pagan döneme baktığınızda da kadının ağırlıklı bir yeri olduğunu görürsünüz. Büyülü güçleri olan ve toplumsal olarak da iyi bir konumda bulunan kadınlar, sonrasında Hristiyanlıkla birlikte cadı olarak yaftalanıyor ve güçlerini yitiriyorlar. Başlıktaki ikinci kavram anne. Anne, aslında bize en yakın olan kadın, kendimiz kadar kendimize yakın olan. O anlamda aynı zamanda psikanalitik bir soru “Anne Ben Barbar Mıyım?“. Bütün çevre modernleri aslında kendi kendine sorabilir bunu. Çünkü modernizm, bütün kolonyalizm aslında uygarlık adına yapılmış şeyler. Peki, kimi uygarlaştırıyorlar? Barbarları. Bunlar genel tanımları barbarın. Bir diğer yandan barbar hem dille hem de vatandaşlıkla ilişkili. Mevcut dili konuşamayanlara barbar deniliyor ve vatandaş olamıyorlar. Bu anlamda kentten dışlanan demek. Evet, Sulukuleliler barbar oluyor o anlamda. Ama barbarı gündelik


13. İSTANBUL BİENALİ

falke pısano, bozulmuş bedenler çatlamış zihinler, 2012

37 XXI - EKİM 2013

inci eviner, ortak eylem aygıtı: bir etüt, 2013

kullanımında ele aldığımızda, yaşam alanlarını yok edenlerin, yani TOKİ’nin barbar olduğunu söyleyebiliriz. Barbar aslında öte yandan dille ilişkili olduğu için yeni diller, gelmekte olan dünyayı anlamlandırıp anlayabilmemiz için keşfetmemiz gereken yeni diller demek. Barbar sistemin dikiş yerlerini aralayıp sistem dışını, başka bir olasılığı mümkün kılandır. Bu anlamda da serseri, münzevi, haydut, anarşist, devrimci, şair ya da sanatçıdır. Mesela çapulcu özellikle demedim, Gezi’yi PR malzemesi haline getirmemek için. Aslında barbar gerçek anlamda Gezi’de çıktı, yeni bir yaşam formülü getirdi bize. Barbarı kullanırken uygarlığı eleştiriyorum. Uygarlık da bugün daha iyi bir yaşam, uygar bir çevre vaat eden kentsel dönüşüm tarafından kullanılıyor. O nedenle ben uygarlığı eleştirip barbarların yanında yer alıyorum. he: Bienalin grafik tasarımının ardındaki konseptleri açabilir misiniz? fe: Benim için sanatsal bir müdahale gibiydi grafik tasarım çünkü bütün görsel yüzümüzü belirliyordu. İlk başladığımızda sokağın rengi olarak sarıyı dahil ettik ve form açısından baktığınızda ise parçalanmayı, ayrılmayı görüyordunuz. Barbarla yani el yazısıyla klasik fontlar yan yana kullanıldı, resmi olanla gayriresmi olanın birlikteliği. Grafik olarak bütün o mekanların parçalanmasını görüyordunuz, ilk başlangıçta. Çünkü Gezi öncesinde olan buydu benim için. Ve tüm bu ikilemleri sorgulamaya başladık: uygarla barbar, tekil olanla evrensel olan, öznel ile yapısal olan. Tüm o karşıtlıkların aslında sorunsal olduğunu ortaya koyan ve tüm o parçalanmayı gösteren bir grafik yapıyla başladık. Fakat Gezi olduktan sonra epey uzun bir konuşma yaptık Lava Design ile. Şimdi Gezi bize, bir araya gelmeyi ve insanların birlikte hareket edebilmesini öğretti, dedim. Yani o parçalanma yerini birlikteliğe bırakıyordu. O nedenle grafik tasarım da hep o hareketi göstermeye başladı. Lava Design Hollandalı, ve biraz anti-tasarım geleneğinden geliyorlar. Anti-tasarım benim

stephen wıllats, ikiz kuleler, 1977

için önemli çünkü tasarım belli bir formu kullanarak bir düşünceyi aktarır ama sanki kendi yokmuş gibi yaptığı noktada iyi tasarım olarak addedilir. Anti-tasarımın benim için özelliği, varlığını yani artifakt özelliğini ortaya koyarak müdahaleyi de göstermesi, iletişim kurarken kendinin de bir tasarım olduğunu söylemesi. he: Mimarların mevcut kentsel konularda, kentsel dönüşümden kendilerini ayrı tutmaya çalıştıkları ilginç bir pozisyon alışları var. Hito Steyerl’in işinde örneğin ağır bir mimarlık eleştirisi vardı. Güncel sanat perspektifinden bakıldığında mimarların konumu üzerine ne söyleyebilirsiniz? fe: Evet, bir taraftan mimarlara çok önemli bir rol düşüyor. Hito, Antrepo’da görülebilen sunum performansında Frank Gehry’nin yaptığı müzenin Google Earth’ten görüntüsünü alıp doğrudan savaş helikopterlerinin attığı füzelerle birleştiriyor ve bunu da mimarla füze üreticilerinin aynı yazılımı kullandıklarından aynı forma ulaştıklarına bağlıyor. Ve sanattaki uzaydan atılmış gibi etrafıyla ilişkilenmeyen heykeller için kullanılan “drop sculpture“ eleştirisiyle Gehry’nin durumunu karşılaştırıyor. Çevresiyle ilişkili olmayan, sadece dekoratif ve uzaydan düşmüş gibi soyut bir yaklaşım. Bugün mimarlığın öldüğünü söylüyorlar çünkü neredeyse tepeden düşmüş, estetik, güzel objeler var ama bugünün gerçeğiyle uyuşmuyor. Bizim bildiğimiz mimarlık toplumsal bir proje değil miydi? Mimarlık o toplumsal projenin hareket ve yaşam alanını yaratırdı, mimarlığın hedefi buydu. Şimdiyse kentlerdeki belli yerlere güzel turistik objeler atmakmış gibi mimarlığın işi ve o anlamda ne toplumsal dönüşümle ne de eleştiriyle alakası var. Markus Miessen bir makalesinde mimarın ölümünden söz eder, bugün kentlerin toplumsal dönüşümle ilişki kurmadan ticari olarak dönüştüğü dünyada mimarın rolünün kentleri süslemek olduğunu söyler. Mimar toplumsal hareketi şekillendiren, ona form veren, mekanını açan bir yaratıcı olduğu için, bildiğimiz mimar öldü. Hem sanat hem mimarlık ciddi bir kurumsal eleştiriden geçmek durumunda.


BIENALE MEKAN TASARLA(MA)MAK Aslı Çiçek Vikipedya'nın sıraladığı kadarıyla dünyanın farklı ülkelerinde kırk yedi tane bienal düzenleniyor. Artsjournal adlı sanata yönelik haberler veren internet gazetesine göreyse bu sayı, sanat ve yakınındaki disiplinler de (mimarlık, film, sahne tasarımı...) katılırsa yüz elliye ulaşıyor. Uluslararası Bienal Vakfı'nın internet sayfasına bakıldığında, içinde bulunduğumuz 2013 yılının Nisan ayından Aralık ayına dek toplam 27 bienalin, dünyanın çeşitli yerlerinde düzenlendiği okunuyor. Her ne kadar bu sayı gelecek sene boyunca yarıya düşecek olsa da (çoğu bienal tek sayıya denk gelen yıllarda yapılıyor çünkü), dünyada sanat tarihinin görmediği yoğunlukta bir sanatçı trafiği yaşanıyor olmalı.

EKİM 2013 - XXI 38

13. İSTANBUL BİENALİ

Peki bu kadar bienalin içinde neden bazıları daha çok öne çıkıyor, diğerleri ise tesadüfen duyulabiliyor? Hiç kuşkusuz en ünlüsü, bienallerin anası, 1859'dan beri düzenlenen Venedik Bienali. San Paulo Bienali 1951'den beri yapılıyor ve gelenekselleşmiş durumda. İstanbul Bienali'yse ilk kez 1987'de uluslararası sanat sahnesine adım atmış, hala genç sayılabilecek bir organizasyon olmasına rağmen, geçen 26 yıl içinde sahnenin en dikkat çekici oyuncularından biri haline geldi. Bunun sebebini sadece gittikçe artan bir özenle hazırlanan içeriğinde aramaksa, İstanbul'un dünyadaki konumunu göz ardı etmek olur. 2010 yılında, XXI'in yine Ekim sayısına yazdığım bir yazıya Venedik Mimarlık Bienali'ne olan ilginin, bu şehrin çekiciliğinden de kaynaklandığını, sergiler bazen tatmin edici olmasa veya yorsa bile kentin ziyaretçisine sunacak çok şeyi olduğunu ve mimarların bu bienale her daim koşa koşa gideceğini iddia ederek girmiştim. İstanbul için de aynı durumun söz konusu olduğuna inanıyorum: Özellikle son 15 yılda İstanbul'un dünya çapında ne kadar ilgi çektiğini sadece şehre akan sezonluk Sultanahmet meydanı turistlerinden değil, pılını pırtını toplayıp buraya taşınan “ezpat” kelimesini dilimize ekleyen ve azımsanmayacak ölçüde sanatla haşır neşir olan genç kitlenin artışında da saptayabiliriz sanırım. Beş yılda bir düzenlendiği için bienal kategorisinde sayılmayan ama dünyanın en önemli büyük çaplı sanat sergilerinden biri olan Documenta'nın kentine, yani Almanya'nın iç karartıcı Kassel'ına giden sanat severlerinaklında “en çabuk nasıl gezer ülkeme dönerim” kaygısı varken İstanbul, Venedik, San Paulo veya Sidney gibi güzel kentlerdeki bienallere gelen yabancı ziyaretçi “hazır gitmişken kalışımı nasıl uzatırım?” çabasındadır. (“Önemli” bir açılış resepsiyonuna katılmayı işinin parçası olarak gören, sadece görev için bu şehirlere tek geceliğine konup uçan, uçaklarda yaşadığından şikayet eden küratör halkını ayrı tutarsak tabii.) Dolayısıyla İstanbul'un şehir olarak albenisi, hazırlanan her organizasyona uluslararası alanda da yoğun bir ilgi uyandırıyor, gözlerin en azından etkinlikler sırasında bizim buralara çevrilmesine sebep oluyor. Bienalin ertesi günü tirajı yüksek yabancı gazetelerde tam sayfa haberler, yorumlar yazılıyor ve ilgisi asgaride olan okuyucuların bile aklına düşebiliyor bizim bienal artık. Hal böyleyken bienalin içeriği, söylemi, sadece uluslararası sanat ortamına değil, düzenlendiği şehre, ülkeye katkısının önemi büyüyor. Eleştirel ve/veya gözlemci bakılsın, sanatçının günümüze, çevresine veya kendisine bakışının izlenebileceği, algılanabileceğibir ortam olmalı bienaller, ki bu sanatla dolaylı ilgilenen bir iç mimar olmanın verdiği rahatlıkla yazdığım kolaylıkta birşşey değil tabi ki. Mimar, sanatla haşır neşir olsa da, sanattan beslense de, sanatçı olmadığı için sanatçılığın açmazlarından uzaktadır. Ama sanata en çok dahil

ayşe erkmen, bangbangbang, 2013

olduğu anlar sergi mekanlarını tasarımladığı, kamuya açık meydanlarda sanatı mimari düzenlemeye dahil ettiği anlardır. Bir önceki İstanbul Bienali, bu bağlamda biz mimarların da keyfini yerine getiren bir bienaldi: Çağdaş Japon mimar Ryue Nishizawa’nın özenli mekan tasarımı, kanımca bienalin algılanmasında büyük rol oynamıştı. Bienalin ana mekanı Antrepo'nun hangar estetiği sebebiyle, bienale çok uygun bir fon oluşturacağı düşünülebilir; ama bu hangarlar, aslında bienal gibi bir sergi için başa çıkılması çok zor mekanlar. Nishizawa, işinin eri bir mimar olarak Antrepo'nun mekansal “uygunsuzluğunu” kavramış olmalı ki, geçen bienalin Antrepo'da konumlanması rahatsız etmemişti. 13. Bienal ise içerik açısından daha ilgi çekici işleri Antrepo'da sergilemesine rağmen, sergi mekanı açısından bakıldığında kafa karıştırıcı bir durumda. Antrepo belki bir çağdaş sanat müzesi için doğru mekan olabilir, çünkü müze ziyareti bienalin hızından, dinamiğinden, bilgi bombardımanından farklıdır. Ama zaten farklı mekanlarda toplam 113 sanatçının sergilendiği bir bienalde yönümüzü şaşırmamıza sebep olan bir “mekansızlık” duygusu uyandırdı Antrepo'daki sergi bende. Sanat üretenlere olduğu kadar mimarlara da hitap eden modern sanat tarihi içinde çok önemli yerlere sahip olan Nil Yalter, Gordon Matta - Clark, Provo grubu gibi sanatçıların işlerinin özensizce sergilendiğini görmek, yapıtları izlerken hüzünlendiriyor insanı. Hele ki Matta - Clark'ın köşeye sıkışmış gibi asılan ve iki televizyon ekranından izlenen işlerinin sergilenişi, bu sanatçıyla daha önce karşılaşmamış bir izleyicinin bu fırsatıkaçırmasına sebep olabilir. Bu yıl ücretsiz gezilebilen, dolayısıyla güncel sanattan “ürkenlerin” bile merakını gıdıklayacak bir bienalin, özellikle Antrepo gibi zor bir mekanda, sahne tasarımcıları veya mimarlarla yapabileceği verimli işbirliğinden kaçınmış olması şaşırtıcı. Bienalin ikinci büyük mekanı olan Galata Özel Rum İlköğretim Okulu'nun güzelim tarihi odalarında mekansal düzenlemeye gerek yokmuş gibi gözükse de, diğer üç mekan 5533, Arter, SALT Beyoğlu'nu da içine alacak,


BIENALIN KAMUSALLIĞI Merve Ünsal

Bu bağlamda, 13. Bienal'den evvel 12. Bienal'den bahsetmek istiyorum. Adriano Pedrosa ve Jens Hoffman’ın Kübalı-Amerikalı sanatçı Felix Gonzalez-Torres’in işleri üzerinden kurguladığı bu bienal, sanatçının "isimsiz"lik üzerinden birbirine bağladığı işlerini bir şablon olarak almıştı. Pasaport, Soyutlama gibi ana başlıklar altında toplanan işler, hem Gonzalez-Torres’in işlerinin sanat tarihindeki yerini sorguluyor, hem de sanatı sanat ile organize ederek ve çerçeveleyerek çapraz okumalara olanak sağlıyordu.

hıto steyerl, müze bir savaş alanı mıdır?, 2013

ziyaretçiye göz aşinalığı sağlayan, yön veren bir senografi, sergilerin içeriğinin kavranmasına katkıda bulunurdu fikrindeyim. Bu noktada grafik tasarımın önemi de yadsınmaz: Sergi mekanlarını birleştiren bir tasarım söz konusu değilse, amblem etkisi yapacak, farklı mekanlarda anında tanınabilecek bir grafik tasarımı algımıza yardımcı olabilirdi. Bienalin sade gözükmesine rağmen kullanılan farklı fontlarla akılda kalıcılığı zor grafik tasarımının ise mekanları birbirine bağladığı söylenemez. Belki de temeldeki sorun, bienalin Gezi protestolarından sonra çok kritik bir durumda kalması. Kuşkusuz,13. İstanbul Bienali ziyaretçilerinin İstanbul'un yazının başında sözünü ettiğim çekiciliğinin yanında, yaz başında kamusal alanına ülke çapında sahip çıkmaya çalışanların kenti olmasından kaynaklanan beklentileri vardı, gerek içerik, gerekse konumlanacağı mekanlar açısından. Önceleri İstanbul'un kamusal alanlarında da varolacağı söylenen bienal, sonuçta sadece ziyaretçisinden ücret talep etmeyerek özel sergi mekanlarını kamusal alana çevirme çabasına girişmiş oldu. Ama şehirciliğe bu kadar yaklaşan, günümüz metropollerinde ne olup bittiğine sanat objektifinden bakmaya çalışan bir bienalin, kent ortamından kendini geri çekmesi, yaz başında her biri ayrı performans niteliği taşıyan Gezi gösterilerinden sonra anlaşılması güç bir hareket. Tabi ki uluslararasıbir bienalin salt Gezi protestolarının uzantısı olmak, bunları estetize ederek tekrar ortaya koymaktan gayrı amaçları olacaktır, olmalıdır da. Yine de bu kadar yakın geçmişinde son zamanlarda dünyada benzeri bulunmayan bir devinime sahne olmuş bir kentle, kentliyle ve kenti inşa edenlerle dünyanın her yerinden şehre akan güncel sanatı buluşturmak için ideal bir zamanlamaydı. Kenti inşa edenler derken daha çok mimarları, şehir planlamacılarını kastediyorum ve bu grubun katkılarının asgaride kalmış olmasını kaçan bir fırsat olarak tanımlıyorum.

Erdemci’nin 13. Bienal'in kavramsal çerçevesini şair Lale Müldür’ün “Anne, Ben Barbar Mıyım?” adlı kitabını kullanarak tanımlaması, görsel sanatlarla edebiyat arasındaki etkileşime selam veriyor. Müldür’ün bu soruyu Türkiye’nin Batı’nın çekimine kapıldığı 1980’lerden sonra yazılan Türkçe şiire yönelik eleştirileri tartışan aynı başlıklı metninde sorar. Eski Yunanca’da “yabancı” anlamına gelen barbaros kelimesinden gelen “barbar”, Yunanlı olmayan ve Yunanca'yı düzgün konuşamayan kişilerden bahsetmek için kullanılırdı ki bu da barbar kelimesinin etimolojik olarak dil üzerinden bir kimlik kurgusuna işaret ettiğini gösteriyor. Zamanla evrilen kelimenin aykırı, farklı, dışında kalmışlık ifade etmesi de kişinin kendinin barbar olup olmadığını sorgulamasında içsel bir tezat olduğunu gösteriyor. Eğer barbarlık ait olanın ait olmayan ile ilgili vardığı bir sonuç ise kişinin kendisinin barbarlığını değerlendirmesi mümkün müdür? Erdemci’nin kurguladığı sergi bağlamında incelendiğinde, vatandaşın şehir devletlerinde şehirli üzerinden kurgulanması ve barbar’ın da bunun karşıtı olarak algılanması aslında barbarlıkla şehirlilik arasında da bir çizgi çizerek şehirlinin barbarlaştığında şehre dair iddiasını yitirip yitirmediği üzerine bir tartışma açar. Şehrin topyekün bir bütün olduğu zaman belirlenebilecek sınırların, şehir genişledikçe, şehirliler heterojenleştikçe sorunsallaşması, Erdemci’nin çizdiği kavramsal çerçevenin temel taşlarından biri. Şehirli hak ve hukuku temsil ediyorsa, barbar olarak ötekileştirilenin hak ve hukukuna ne olmaktadır? Şehrin parçalanması, homojen bir bütünün kaybedilmesi demek bu ötekileştirme süreci aracılığıyla katmanlı yeni bir şehir üretimi mi demektir? Gezi olayları sonrasında tanıdığımız anlamıyla kamusal alandan çekilme kararı alan Erdemci, işleri sergi mekanlarında göstereceğini bildirdi. Bienalin ilk defa bedava olacağı anonsuyla birlikte değerlendirildiğinde aslında kamusal alanla ilgili bir serginin şehrin kapsamındaki herhangi bir şekilde nasıl var olacağı,

39 XXI - EKİM 2013

Küratöryel pratiğinde kamusal alan tanımları ve esneklikleri üzerine çalışan Erdemci’nin İstanbul özelindeki önemli çalışmalarından biri 2002 yılında başlattığı Yaya Sergileri. Erdemci’nin şehirle bireysel ve toplumsal ilişkimizle ilgili tartışmalara bienal üzerinden yaptığı katkı üzerine düşünmek için, bir adım geri atarak serginin ismi üzerinden bazı göstergeleri okumamız mümkün.

13. İSTANBUL BİENALİ

halil altındere, harikalar diyarı, şubat 2013

Siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri üzerine yoğunlaşan 13. İstanbul Bienali, Fulya Erdemci küratörlüğünde gerçekleşti. Andrea Phillips işbirliği ile kurgulanan Kamusal Simya adlı program ile kamusallığı tekrar düşünen etkinlikler ile desteklenmiş ve desteklenecek olan bienal, kamunun bileşenlerini sorguladığımız şu günlerde, sanatın izleyicinin gerçek hayattaki tecrübesini ne şekilde etkileyebileceği, dönüştürebileceği ve geçirgenleştirebileceğini gösteriyor.


mecralarla olan ilişkisini hem deşifre ediyor, hem gülümsetiyor. Kamusal alanı tartışan bienalin girişinde bir duvar olması da belki bilinçli belki bilinçsiz bir işaret niteliğinde. İnci Eviner'in Rum Okulu'nun girişindeki alan öğrenciler olduğu sürece manalı olduğundan belki de sanatsal işlerin bazen uyur durumda olması konusunda izleyiciye birkaç şey söylemiş oluyor. Okul işlevini yitirmiş mekanın bembeyaz duvarlarını, harika ahşap pervazlarını, pencerelerinden içeri süzülen ışığı sanatsallaştırmaktansa mekanın okul olduğunu hatırlamak, Rum Okulu'na İKSV girmeden önceki fotoğrafları görmüş biri olarak bana iyi geldi.

serkan taycan, iki deniz arası,2013

Elmgreen ve Dragset'in her gün içine yazılan günceleri ve bu günceleri okuyabilen izleyicileri ile özelleştirilmiş odası, benim için bienalin en güçlü notası. Günceyi kamusal alanda yazan genç adamlar, günceyi kamusal alanda okuyan izleyiciler ve bütün bu süreci gören diğer izleyiciler ve duvarlar. Bu işi de kamusal alanla ilgili iş üreten sanatçıların süreciyle ilgili bir öz eleştiri kabul etmek lazım sanırım. Halil Altındere'nin Tahribad-ı İsyan'ı, tam anlamıyla yerelin yereli iken, hatırlanabilir ve eğlenceli bir iş olmasıyla reklam estetiği görselini görüyor; bienalin insani, taşkın çocuk tarafı bu iş. İster istemez New Museum'un en son trienalindeki Hassan Khan odasını düşünüyorum, ezgileri bütün kata yayılan. Bu videonun kahraman anti-kahramanlarının sanat işinde araçsallaştırılmasıyla hala barışamadığımdan Altındere ile Khan'ın kültürel müdahalesi ayrışıyor ister istemez. Belki altı ay sonra Tahribad-ı İsyan ile ilişkimin değişecek olmasının bilinciyle şimdilik bu düşüncemi bir rafa kaldırıyorum. Sulukule Platformu'nun zaman çizelgesiyle aynı bienali paylaşmış olmasını doğru buluyor, belki Sulukule Platformu'nun varlığı sayesinde rahatlıyorum.

EKİM 2013 - XXI 40

13. İSTANBUL BİENALİ

yaşar adanalı, burak arıkan, özgül şen, zeyno üstün, özlem zıngıl ve anonim katılımcılar, mülksüzleştirme ağları, 2013

önemli olanın erişim olup olmadığı ve izleyici dolaşımının serbestliğinin serginin algısıyla ilişkisi üzerine düşündürüyor. Kamusal alandan çekilmiş olmak demek, birçok yerin “halka” açık olmuş olduğunu farz ediyor. Diğer bir deyişle, kamusal olup olmadığı tartışılan, kamusal olmadığı anlaşılmaya başlamış olan alanlardan çekilmek aslında zaten bize verilmiş olan kamusal alan tanımının içinde kalmış olmak değil midir? Kamusal alanın sosyal medyada, sokaklarda, evlerde, kısacası bir aradalığın, yan yanalığın olduğu, konuşmaların gerek spontane gerek uzun soluklu bir şekilde her yerde gerçekleştiği “alan”larda esnetildiğinde, bienalin sıradan bir kamusal alan tanımı ile kurgulanmış olmasını kısıtlayıcı buluyorum. Kamusallığın alan değil de bir anlayış üzerinden geliştiğini anladığımız, fark ettiğimiz, yeniden farkına vardığımız şu günlerde kamusal alan gerçekten de belediyeden izin gereken bölgeler mi? Yoksa daha elle tutulamayan bir şey mi? Alan kavgası, iç içe geçmişliklerin ön planda olduğu şu günlerde, daha soyut bir bağlamda olmalıydı. Belki de gerek benim gerek İstanbul'un zihnindeki bu kavram karmaşası, bienalden aklımda sadece birkaç şeyin kalmasına neden oluyor. Hito Steyerl'ın sunum performansı, bir sanatçının araştırma sürecini kamusallaştırarak, kişiselden kurumsala giden o çetrefilli yolu izleyiciyle birlikte yürüyerek, yabancı bir sanatçının bazen dışarıdan içeriyle ilgili gözlem yaptığında hassasiyetlerini de başarılı bir şekilde yerelleştirebileceğini gösteriyor. Jorge Mendez Blake, Kafka'nın Kale'sini tam anlamıyla yapıtaşı olarak kullanarak, bu bienalin edebiyatla olan ilişkisini birebir kullanıyor; görsel sanatların farklı

Şener Özmen'in Megafon'u gerek sergideki en güçlü katlardan biri olan Rum Okulu'nun çatı katında olmasıyla gerekse kendi kulağına bas bas bağıran adamın görselinin zihnime kazınmasıyla bu yazının sonunu getirmeme neden oluyor. Bu bienalin ahenksizlik üzerine kurulmuş estetiği -ki bunun bilinçli bir seçim olduğunu düşünüyorum- ile içeriğin dünyanın farklı yerlerindeki şehir süreçlerini, tarihsellikleri, anlayışları, yaklaşımları bu “özel” mekanlara koyarak acaba “kamusal”dan beklentilerinin de sadece siyasileştirilmiş -doğal ya da yapay olarak- işler üzerinden olmasını değerlendirmeye çalışıyorum. Bu noktada da Lutz Bacher'ın amatör bir astronomi kitabından çıkararak sadece çerçevelediği sayfaların bienalin farklı yerleri ve işleri arasındaki bağı kurmadaki rolünü düşünüyorum. Ve bienalin aralarına serpiştirilmiş bu kabul edilmiş, sakin amatörlük sanırım benim nefes almamı sağlayan birkaç andan biri idi. Ve kamusalın da aynen bu amatör astronomi kitabındaki kadar basit, şiirsel, öznel, politik-siz olabileceğini hatırlayarak bir dahaki sefere, diyorum.

küratör: Fulya Erdemci danışma kurulu: Carolyn Christov-Bakargiev, Melih Fereli, Hou Hanru, Jack Persekian küratöryel ekip araştırma küratörleri: Yael Messer, Rieke Vos küratöryel işbirlikçiler: Danae Mossman, Javier Villa, Adnan Yıldız film programı eş küratörleri: Yael Messer, Gilad Reich film programı asistan küratörü: Ece Üçoluk kamusal program eş küratörü: Dr. Andrea Phillips sosyal medya küratörü: Övül Durmuşoğlu sanat yazarlığı atölyesi eş küratörleri: Dr. Andrea Phillips, Nermin Saybaşılı sanat yazarlığı atölyesi asistanı: Gülce Maşrabacı direktör: Bige Örer sergi yöneticisi ve küratöryel asistan: Kevser Güler sergi teknik koordinatörü ve mimari tasarım uygulama: Duygu Doğan proje koordinatörü: Demet Yıldız editör: Liz Erçevik Amado grafik tasarım: Ruben Pater, LAVA design, Amsterdam grafik tasarım asistanları: Özge Güven, Andrea Maciuc, Bruno Landowski



PEYZAJ - ÇEVRE DÜZENLEMESİ - ANKARA EKİM 2013 - XXI 42

fotoğraflar: Studio BEMS

Bitkisel ve Mekansal Materyal PEYZAJ TASARIMI VE UYGULAMA DANIŞMANLIĞINI STUDIO BEMS’İN GERÇEKLEŞTİRDİĞİ TÜRK TELEKOM AHLATLIBEL SOSYAL TESİSLERİ ANKARA'NIN İKLİMİNE UYGUN PEYZAJ ÇÖZÜMLERİNİ, MEKANIN KULLANIM GEREKSİNİMLERİYLE BİR ARADA ELE ALIYOR.

TÜRK TELEKOM AHLATLIBEL SOSYAL TESISLERI

studıo bems

Beste Sabır: Proje nasıl başladı? Ana tasarım yaklaşımınızdan ve bu paralelde yaptığınız etaplamadan bahsedebilir misiniz? Studıo Bems: Eski tesisin kullanım hakkının yeniden alınmasıyla, yeni bir çevre düzenlemesi ihtiyacı doğmasının ardından sert zeminler ve bitkisel peyzajda iyileştirmeler yaptık. Alanın potansiyelini ortaya çıkarmak ve kullanım verimini artırmak, fiziksel çevrenin yenilenmesi ile mümkün oldu. Tesisin mevcut yoğun bitkisel dokusunu oluşturan ağaçların tamamını koruduk. Sert zeminler ile aksları destekleyecek ve alana boyut katacak yeni bitki türleri ekledik. Alandaki aydınlatma tasarımını yeniden ele aldık. Koşu yoluna özel, direk tipi aydınlatmalar ekledik, bitki havuzları için ise LED tercih ettik. Sosyal tesisin peyzaj tasarımını üç alt başlık

paralelinde ele aldık. Ankara manzarasına hakim olan alanda mevcut bulunan ancak kullanılmayan süs havuzlarının olduğu alanı bitki havuzlarına dönüştürerek paslanmaz su küreleri yerleştirdik, havuzlar ahşap malzeme ile kaplandı. Kullanıcıların ihtiyacı doğrultusunda bir koşu ve yürüyüş parkuru tasarladık, bu alanlara kondisyon aletleri ekledik. Hafta sonu yoğun olarak kullanılan tesisin restoran teras bölümünün bitkisel peyzajını, özel türler kullanarak estetik açıdan daha kaliteli hale getirmeyi amaçladık. Çocuk oyun alanı zemini ve oyuncaklarını yenileyip değiştirdik, kullandığımız modern malzemeler alana yenilik kattı. bs: Tasarım öncesi mevcut alan ne durumdaydı? sb: Tesisin geleceğinin belli olmaması nedeniyle bakımsız haldeydi. Yönetim, tesisi 49 yıllığına tekrar devralınca yenileme konusu gündeme geldi. Çoğu projede olduğu gibi süre ve bütçe konusu sınırlıydı. En uygun ve ekonomik çözümü sunmamız gerekiyordu. O yüzden mevcut yapısal ve bitkisel hale oldukça sadık kaldık. Mevcut durumu nasıl daha modern ve estetik hale getirebiliriz diye düşündük.


PEYZAJ - ÇEVRE DÜZENLEMESİ - ANKARA 43 XXI - EKİM 2013

karşı sayfada Sosyal tesis ve peyzaj ilişkisi bu sayfada en üstte solda ve sağda: Alan boyunca ilerleyen yay yolu ve bitkilendirilen bölümler üstte solda: Küre ve peyzaj ilişkisi üstte: Eklenen gözlem mekanları ve kentsel mobilyalar solda: Bitkilendirilen alanlar, malzeme ve bitkisel çeşitlilik arka sayfada üstte: Yaya yolu, kentsel mobilyalar ve bitkilendirilen alanlardan bir kare solda: Alanın proje öncesine ait bir kare sağda: Düzenleme sonrası yaya yolu ve çevre ilişkisi


proje adı: Türk Telekom Ahlatlıbel Sosyal Tesisleri işveren: Türk Telekom proje yeri: Ahlatlıbel, Ankara mimari tasarım: Studio BEMS; Barış Ekmekçi, Münire Sağat proje tarihi: 2012-2013 proje alanı: 40.000 m2

EKİM 2013 - XXI 44

PEYZAJ - ÇEVRE DÜZENLEMESİ - ANKARA

münire sağat Karadeniz Teknik Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü'nden 2005 yılında mezun oldu. 20052010 yılları arasında Hilmi Güner Mimarlık ve Artı Tasarım, Vista Kentsel Tasarım, Ilgın Peyzaj firmalarında çalıştığı süre boyunca iş yaşamında ve peyzaj mimarlığı alanında birçok deneyim edindi. Sonraki yıllarda bu firmalarla çalışmalarına freelance olarak devam etti. Ulusal-uluslararası çeşitli proje yarışmalarına katıldı ve ödüller aldı. Meslek hayatını kurucu ortağı olduğu Studio BEMS'te sürdürüyor.

bs: Müdahale kararlarını nasıl belirlediniz? sb: Müdahale kararlarını yönetim ile birlikte belirledik. Biz mevcut durumdaki sorunları belirledik ve bunlara uygun alternatif çözümler ürettik. Özellikle artık kullanılmayan atıl haldeki süs havuzları alanın en sorunlu bölgesini oluşturuyordu. Tesisin merkezindeki görüntü kirliliğini önlemek adına mevcut havuz şeklini koruyarak, ahşap kaplama ile bitki havuzları oluşturduk. Bitki havuzları, eski andezit ve seramik kaplamalar yerine daha sıcak bir malzeme olan ahşap ile kaplandı, armatürler ve şerit LED aydınlatmalarla gece etkisi güçlendirildi. Ortada kalan yuvarlak havuzun derinliğinden faydalanarak merkezine, beyaz dere çakılı içerisinde paslanmaz su küreleri eklendi. bs: Çevre düzenleme projesinin kapsamından (bitkilendirme, aydınlatma, oturma elemanları, görsel elemanlar vb) bahsedebilir misiniz? sb: Çevre düzenleme projesinin kapsamında yapısal ve bitkisel tasarım, donatı elemanları, aydınlatmalar yeniden ele alındı. Mevcut bitkiler budama ile daha estetik hale getirildi. Çim alanlar yeniden

düzenlendi. Manzaraya hakim bölgelere seyir terasları eklendi. Böylece Ankara manzarasına hakim kısımlarda seyir/dinlenme olanağı yaratıldı. Proje tasarımının yanı sıra uygulama danışmanlığı da proje kapsamımız içerisindeydi. bs: Tasarım aşamasında mevcut bina ile ilişki kurulmaya çalışıldı mı yoksa peyzaj sadece kendi içerisinde mi düşünüldü? Tasarımda referans alınan öğeler nelerdi? sb: Alanın sosyal tesis olması nedeniyle zaten peyzajın bağımsız düşünülmesi pek söz konusu değildi. Mevcut sosyal tesis binasına ek olarak VIP Lounge binası yapıldı. Mevcut binaları ve sonradan eklenen yapıyı elbette referans aldık ancak asıl referansımız manzara, topoğrafya ve iklim verileriydi. bs: Kullanılan malzeme ve bitki seçimi açısından yer ile nasıl bir ilişki kuruldu? Konum, iklim gibi etkenlerin tasarım üzerindeki etkisi neler oldu? sb: Ankara'nın iklimi kullanılan materyal açısından zorlayıcı bir etken. Tesisin bulunduğu Ahlatlıbel ise

barış ekmekçi Ankara Üniversitesi Peyzaj Mimarlığı bölümünden 2003 yılında mezun oldu. 2003-2007 yılları arasında, Vista Kentsel Tasarım ofisinde çalışırken, Yol Ağaçlamalarına İlişkin Planlama, Tasarım Ve Yönetim Modelinin Geliştirilmesi konulu master çalışmasını tamamladı. Çalışmalarına yurtdışında, Dubai'de Palm Deira Nakheel Sales Office, Nadalshiba SPA; Libya’da Al’Aqaylah Master Plan, Benghazi Kids Plaza gibi çeşitli projelerde koordinatör olarak devam etti. Meslek hayatını kurucu ortağı olduğu Studio BEMS'te sürdürüyor.

iklim açısından daha da sert bir bölgeydi. O yüzden iklim koşullarına dayanıklı yapısal ve bitkisel materyal kullandık, soğuğa ve rüzgara dayanıklı türler seçtik. Yaprak döken ve herdem yeşil bitki oranını iyi ayarlamaya çalıştık, böylelikle alanın dört mevsim kullanılabilir bir yer olmasını sağlamaya çalıştık. bs: Tasarım sürecinde işverenin ne gibi talepleri oldu? sb: Yönetimin bizden öncelikli talepleri mevcut süs havuzlarına bir çözüm üretmemiz, koşu parkuru ve kondisyon aletleri, mevcut sosyal tesis binasının terasının daha estetik hale getirilmesi oldu. Alanın kalan kısmıyla ilgili çözümleri bize bıraktılar. Eğimli inen arazideki kademeli yapılmış mevcut süs havuzlarını yıkmaktansa dönüştürmeyi daha hızlı ve ekonomik bir çözüm olarak sunduk. Koşu parkurunu alandaki topoğrafyaya ve mevcut bitkisel dokuya en uygun şekilde çözmeye çalıştık. Tesis binasının yoğun olarak kullanılan, manzaraya hakim olan teras kısmını bitkisel ve yapısal olarak revize ettik.



Deneyselleşme Mekanları TOBB EKONOMİ VE TEKNOLOJİ ÜNİVERSİTESİ KAMPÜSÜ'NDE BULUNAN TEKNOLOJİ MERKEZİ, İÇERİSİNDE BARINDIRDIĞI 82 ADET LABORATUVAR VE SU TRİBÜNÜ İLE ÖĞRENCİLERE DENEYSEL ÇALIŞMA, TEST, ANALİZ VE ARAŞTIRMA YAPMA OLANAĞI SAĞLIYOR.

EKİM 2013 - XXI 46

YAPI – TEKNOLOJİ MERKEZİ – ANKARA

fotoğraflar: Fethi Mağara

TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Kampüsü gelişim planlamasının dördüncü aşamasında tasarlanan Teknoloji Merkezi, içerisinde Mühendislik Laboratuvarları, Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi stüdyolarını barındırıyor. Makine, Endüstri, Bilgisayar, Elektrik ve Elektronik, Biyomedikal, Malzeme Bilimi ve Nanoteknoloji Mühendisliği bölümleri için; büyüklükleri 64 ile 200 m2 arasında değişen toplam 82 adet laboratuvar, Güzel Sanatlar Tasarım ve Mimarlık Fakültesi için ise on iki adet stüdyo ve bir de tasarım/maket atölyesi tasarlanmış. Merkez, ilerde gelişime açık olacak şekilde, koridor sonlarına bırakılmış olan rezerv bölümlerinden köprü ile diğer fakülte birimlerine bağlanacak şekilde konumlanıyor. TOBB EKONOMI VE TEKNOLOJI ÜNIVERSITESI TEKNOLOJI MERKEZI

a tasarım mimarlık

İlk etap yapıları için tasarlanan avlu, yapıda sürdürülen bir mekan düzeni olarak ele alınıyor.

Teraslar ve test merkezinin şeffaf cepheleriyle çevrelenen avlu, sürdürülen bir mekan düzeni oluşturuyor, yapının hemen her yerinden algılanabiliyor. Öğrenciler tarafından etkin bir şekilde kullanılması hedeflenen avlu-iç bahçe cephesinin şeffaflığı, mekanların birbirleri ile görsel ilişkilerini güçlendiriyor. Zemin katta koridor ve girişe yakın tasarlanan amfi ile kantinden iç bahçeye ulaşım sağlanıyor. Dünyanın en büyük su tribün merkezi olan TOBB ETÜ Hidro, yapının bodrum katında konumlanıyor, 600 m2‘lik taban alana yayılıyor. Bodrum katta yer almasına rağmen, 12 m2’lik yüksekliğinin avantajıyla iç bahçe ve cepheden gün ışığı alabiliyor. Yapıdan dilatasyonla ayrılmış, prefabrik döşemelerle üzeri kapatılan 7 metre derinlikteki betonarme kutuda ise, test merkezi için gerekli düzeneğin döşeme altındaki kısmı ve su deposu yer alıyor. Bodrum katta, araç girişine olanak sağlayacak genişliğe sahip koridorlar bulunuyor. Ayrıca dışarıdan servis alacak şekilde tasarlanan, her kata ulaşan yük asansörü ve dolaşıma elverişli koridorlar


bu sayfada solda ve altta solda: İç avludan bir kare altta ortada: Ulaşımı sağlayan köprüler altta: İç mekan ve avlu ilişkisi en altta: Teraslar ve test merkezinin şeffaf cepheleriyle çevrelenen avlu

YAPI – TEKNOLOJİ MERKEZİ – ANKARA

karşı sayfada Yapının dış cephesi

47 XXI - EKİM 2013

sayesinde tüm laboratuvarlara ulaşım sağlanabiliyor. Mimaride kullanılan yapısal çizgiler, iç mekan düzenlemelerinde de devam ediyor. Malzemenin sadeliğinin korunduğu yapı genelinde, dolaşım hollerinde ve mobilyalardaki renk kullanımlarında TOBB ETÜ'nün kurumsal renkleri olan kırmızı, mavi ve sarı tercih edilerek her kat ayrı bir renk ile düzenleniyor.

proje adı: TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Teknoloji Merkezi proje yeri: Söğütözü, Ankara mimari tasarım: A Tasarım Mimarlık, Ali Osman Öztürk mimari tasarım ekibi: Ali Osman Öztürk, Filiz Cingi, Harun Karabulut, Nil Ece İnce, Hatice Baştabak Kantar, Ceyda Er Çelik, Ersin Candan, Yasemin Rençber Ünal, Aslı Altıntaş işveren: TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi proje tarihi: 2010 inşaat tarihi: 2012 - 2013 yüklenici: Tür-sum İnşaat proje inşaat alanı: 23 000 m2 statik proje: Yüksek Proje mekanik proje: Okutan Mühendislik elektrik proje: Akay Mühendislik peyzaj proje: On Tasarım


YAPI – TEKNOLOJİ MERKEZİ – ANKARA EKİM 2013 - XXI 48

bu sayfada en üstteki sırada: Kurumsal renklerin tercih edildiği koridorlardan kareler üstte: Derslikler üstte sağda: Giriş mekanı sağda: Laboratuvarlar


YAPI - KONUT - İZMİR

2. kat planı

kesitler

vaziyet planı

ali osman öztürk ODTÜ Mimarlık Bölümü’nü bitirdikten sonra aynı bölümde yüksek lisansını tamamladı. 1987-1993 yılları arasında ODTÜ Mimarlık Bölümü tasarım stüdyosunda araştırma görevlisi olarak, 1998 yılında Gazi Üniversitesi’nde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak görev aldı. 1997 yılında A Tasarım Mimarlık ofisini kuran mimarın projeleri arasında; Türk Telekom Genel Müdürlüğü, Tepe Prime, Panora, Antares, Viaport, TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi, Congressium, Metroport ve Armada yer alıyor.

49 XXI - EKİM 2013

zemin kat planı


YAPI - KONUT - İSTANBUL EKİM 2013 - XXI 50

fotoğraflar: Cemal Emden

Endüstriyel Kurgu CİHANGİR'İN DAR SOKAKLARINDAN BİRİNDE KONUMLANAN NOXX APARTMANI, CM MIMARLIK TARAFINDAN BÖLGENİN NADİR KALAN YÜZYIL BAŞI YAPI KARAKTERİNE ATIF NİTELİĞİNDE ELE ALINARAK TASARLANMIŞ.

NOXX

cm mimarlık

NoXX Apartmanı, bulunduğu konumda konvansiyonel yöntemlerle betonarme inşaat yapmanın güçlüğü, inşaatın kısa sürede tamamlanma zorunluluğu gibi nedenlerle, bölgenin nadir kalan yüzyıl başı çelik içeren karma yapı inşa karakterine de bir atıf niteliğinde çelik konstrüksiyon olarak inşa edildi. Yapının toprak altında kalan kısmını betonarme, diğer katlar ise çelik konstrüksiyon altyapı ile katmanlı halde kurduk. Çelik strüktürle kompozit formatta tasarlanan yapı, sıva ve cidar kaplama malzemesi kullanılmayarak hem içerden hem de dışarıdan “bir” okunur kıldık. İki yan cephesi itibariyle bitişik nizam imara sahip yapının bir cephesi açıkta kalmakta ve parselasyon sorunları nedeniyle de yapısalaşamayacak gibi

görünüyor. Dolayısıyla herhangi bir açıtın yapılamayacağı bu cephede çelik konstrüksiyon ile çift cidar tuğla yanak duvar olarak kurguladık. Cephede yer yer taşma yapacak şekilde döşenen tuğlalar, günün değişik saatlerinde yarattığı farklı uzunluklardaki çizgisel gölgelerle yüzeyde yeknesaklığı önleyen unsurlar oldu. Zaman içerisinde kuşlar tarafından tünek alanı olarak da kullanılmaya başlandı. Sokağa bakan ön cephe ve bahçeye bakan arka cephe ışıktan en yüksek seviyede yararlanmak için geniş açıklıkların bırakıldığı dar, adım balkonlarına açılan yaşam alanlarının konumlandırdığımız bölümler. Yer döşemelerinde özellikle akustik izolasyon malzemeleriyle katmanlı olarak kullanılan kontrplak, aynı zamanda bir zemin bitiş malzemesi. İç mekanlarda metal kapılar ve merdivenleri projeye özel olarak imal ettik, mutfak dolapları ve sabit mobilyaları kontrplak ve metal aksamlarla kurduk. Asansör, ölçeği


gereği yerine özel olarak tasarlanıp imal edilerek uygulandı. Yapıda alüminyum doğramalar haricinde neredeyse hiçbir al-tak endüstriyel ürün kullanılmazken, tüm yapısal unsurlar yerine özel olarak tasarlanıp, detaylandırılarak imal edildi. Bölgedeki yaşam tarzına ve ihtiyaçlarına uygun olarak, ikisi çatı dubleksi, biri bahçe dubleksi olmak üzere, büyüklükleri 60 - 70 m2 arasında değişen yedi stüdyo daireden oluşan NoXX Apartmanı, iki yanal duvarın taşıyıcı kurgusu ile çekirdek dışında ara taşıyıcı içermeyen, açık planın esnekliğine ve zaman içerisinde tek bağımsız bölümün yek bir mekana dönüşebilme ihtimaline de imkan tanıyan bir plan şemasına sahip. Cihangir bölgesinde çıkmaz bir sokakta konvansiyonel inşaat şartlarının güç olması ve bölgenin nadir kalan yüzyıl başı yapı karakterine bir atıf niteliğinde çelik konstrüksiyon strüktür ile kompozit formatta tasarlanan apartmanın iç mekanı da dahil olmak üzere tamamı endüstriyel bir kurgu dahilinde ele alındı.

51 XXI - EKİM 2013

bu sayfada solda: Yapının cephe oranları ve malzeme çeşitliliği. altta solda ve altta: Esnek plan şemalı stüdyo dairelerin iç mekanından bir kare. en altta: Apartmanda bulunan yedi stüdyo daireden birinin iç mekanından bir kare.

YAPI - KONUT - İSTANBUL

karşı sayfada Çelik yapısal detayların dış cepheden algılanışı.


1 Salon 2 Mutfak 3 Tuvalet 4 Depo 5 Mekanik

cem sorguç 1986 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Mimarlık Fakültesi MimarlıkBölümü'nde başladığı mimarlık eğitimini 1992 yılında tamamladı. 1987-1992 yılları arasında yarı zamanlı, 1992-2000 arası ise tam zamanlı olarak proje ve şantiye mimarlığı yaptı. 2000 yılından beri kurucusu olduğu CM Mimarlık bünyesinde mimarlık yapıyor. Mimarlar Odası ve İstanbul Serbest Mimarlar Dermeği (İSMD) üyesi.

bodrum kat planı

proje adı: NoXX proje yeri: Beyoğlu, İstanbul mimari tasarım: CM Mimarlık; Cem Sorguç mimari tasarım ekibi: Sezin Ergene, Elvan Çakıt, Tolga Yağlı, Amina Rezoug, Deniz Gezgin taşıyıcı sistem danışmanı: Oğuz Cem Çelik statik proje: Özcihan, Akgül Mühendislik Müşavirlik elektrik proje: Tasarım Proje mekanik proje: Neva Proje işveren: Prospera Gayrimenkul proje tarihi: 2011 proje inşaat tarihi: 2012 - 2013 proje arsa alanı: 128 m2 proje toplam inşaat alanı: 733 m2

YAPI - KONUT - İSTANBUL

engelli erişimine uygunluk: Uygun

zemin kat planı

EKİM 2013 - XXI 52

1 Salon, 2 Mutfak, 3 Yatak Odası, 4 Banyo, 5 Ebeveyn Yatak Odası

kesit

2. kat planı



İkiliği Teklik İçinde Eritmek EVREN AYSEV DENEÇ TARAFINDAN TASARLANAN SEKİZ EV; NEREDEYSE BANLİYÖ HİSSİ VEREN BİR KENTSEL DOKU İÇİNDE, BU DOKUYLA UYUMLU AMA ÖZGÜN BİR YAPI DIZISI ÜRETMEYİ HEDEFLİYOR.

EKİM 2013 - XXI 54

YAPI – KONUT - ANKARA

fotoğraflar: Sahir Uğur Eren

Proje paralelinde; Ankara’nın önemli gelişme akslarından Eskişehir Yolu üzerinde bulunan köklü konut alanlarından Koru Sitesi’nde, aynı sokak üzerinde bulunan dört parselde sekiz tane ikiz, müstakil evin tasarımı ve inşaatın kontrollüğünü gerçekleştirdik. Site, adının çağrıştırdığı “kapalı site” mantığının aksine, zaman içinde farklı mimari yaklaşımlarla üretilen yapılarla çeşitlenmiş, çeper duvarlarıyla çerçevelenmemiş, yeşil alanları ve altyapısı oturmuş, sakin, tutarlı bir konut dokusuna sahip bir mahalle. Mahallenin, projelerin yer aldığı bölümü ise tamamen müstakil veya ikiz, bahçeli evlerden oluşuyor.

ANKARA ESKIŞEHIR YOLUNDA SEKIZ EV

evren aysev deneç

Bulunduğu sokağın neredeyse bir cephesini tümüyle oluşturan Sekiz Ev’in, kendi başlarına mimari ürünler olmaktan öte, sokağın karakterini belirleyen

varoluşları, tasarım sürecini üst/kentsel ölçeğe taşıyan bir veriydi. Öte yandan, mahallenin Türk kentlerinde eşine ender rastlanan az katlı, müstakil konut karakteri, iç - dış, ev - bahçe, yeşil - sert zemin ilişkileri bağlamında enteresan açılımlar yakalama şansını vermekteydi. Tasarım sürecinde en kafa kurcalayan nokta ise doğası itibariyle tuhaf/çelişik bir yapı tipolojisi olan “ikiz ev” meselesiydi. “İkiz ev”e, tamamen ayrı hayatları olmasına rağmen aynı bedene hapsedilmiş ya da beden bedene yapışmış “siyam ikizleri” demek daha doğru olur; genelde de yapım aşamasında ve yapının ömrü boyunca bu tekliğe hapsedilmiş/bastırılmış ikilik giderek yapının simetrik cephelerinin farklı renklere boyanması vs. - su yüzüne çıkar ve inşai bir şizofreniye dönüşür. Bir yandan ikiz evlerin ayrı hayatlarının mahremiyetini koruyabilmek, öte yandan da yapıları mimari bir bütünlük içinde ele alarak ikiliği teklik içinde eritebilmek tasarım sürecinde önemli bir hedefti. Yapıların büyüklük ve konumlanışına göre temelde iki farklı tip ortaya çıktı ve bu tipler sonra kendi


YAPI – KONUT - ANKARA 55 XXI - EKİM 2013

içlerinde çeşitli derecelerde farklılaştı. Bu iki tip, sokağın iki ucunu tutan 750 m2'lik büyük, köşe parsellerdeki yapılar ve 550 m2'lik daha küçük, ara parsellerde yer alan yapılar olarak tanımlanabilir. Köşe parsellere yapılan ikiz evler, kütlesel kompozisyonlarında ciddi benzerlik taşımalarına rağmen plan organizasyonlarında farklılaştılar. Bu fark, girişlerin alındığı cephelerin ve yapıların kota oturuş biçimlerinin farklılaşmasından kaynaklandı. Ara parsellerde inşa edilen ikiz evler ise, aynı tipin tekrar edilmesiyle ortaya çıktı. Yapıların farklı kotlarındaki yaşam alanlarının farklı derecelerde/karakterlerde dış mekanlara açılması (ön, arka, yan bahçeler, balkon, teras, çatı bahçesi…), güney ışığına ve kuzey batı yönündeki Ankara manzarasına açılan geniş cam yüzeyler aracılığıyla yeşilin ve ışığın yapının içine alınması, özellikle zemin kotunda bölücü duvarların minimize edilerek yapının içinde kesintisiz görsel akışın sağlanması, tasarım kurgusunun ana hatlarını oluşturdu. Zemin ve zemin altı katlardaki salonlardan ve mutfaktan farklı kotlardaki bahçelere,

birinci katta yer alan yatak odalarından balkonlara ve çatı katından ise terasa/kış bahçesine açılım verilerek her kottan dışarıya çıkış sağlandı. Böylelikle bahçe, ışık, yeşil ve kent peyzajı, iç mekan kurgusunun en önemli bileşeni haline geldi. Bu denli şeffaf ve geçirgen bir kurguda ikiz evin gerektirdiği mahremiyetin sağlanabilmesi ise çok kritik bir tasarım problemiydi. Özellikle dış mekanların kullanımında önemli olan bu mesele, servis hacimlerinin parselin ortasına bir set gibi konumlandırılması ve yaşam alanlarının serbest hacimler olarak bu yüksek ve uzun servis bandına eklemlenmesi ile çözüldü. Islak hacimleri ve dolaşımı kapsayan servis bandı, çevresinde salkımlanan yaşam hacimlerini organize eden bir omurga görevi gördü. Yapıların gerek dış kütlelerinin, gerekse iç cephelerinin kompozisyonunda da ışık yine başrolü oynadı. Geniş cam açıklıklar, keskin Ankara ışığını en iyi yansıtacak beyaz yüzeyler ve kütlesel farklılaşmaları okutabilmek için kullanılan toprak

rengi, yapıların sade ama kişilikli kütlesel kompozisyonlarının ana hatlarını oluşturdu. Dış mekanların sert zeminlerinde ise Ankara taşı kullanıldı. Tasarım kadar keyifli ve heyecanlı geçen inşaat süreci, başından sonuna kadar tamamen işverenle birlikte götürüldü. Sürecin sağlıklı ilerlemesinde işverenin yapıcı ve olumlu yaklaşımının büyük etkisi olduğunu da belirtmek gerekir. Malzeme seçimleri ve detaylarda dayanıklılık, basitlik ve ekonomi en önemli faktörler oldu. Tasarım, inşaat sürecinde de devam etti. İşverenin isteği doğrultusunda bazı dış hacimler (girişler ve teraslar) cam yüzeylerle kapatılarak kışın da kullanılabilecek hale getirildi. Ankara’nın iklimsel şartları göz önüne alındığında, işlevsel anlamda mantıksız olmayan bu eklemeler, yapı kompozisyonuna fazla zarar vermemesi için olabildiğince hafif ve şeffaf tasarlandı. Öte yandan, bahçe kotunda konumlanmış olan ve yapıların kompozisyonunda önemli yer tutan kapalı garaj kütleleri, belediyenin değişen imar kısıtlarına takılarak kaldırılmak zorunda kaldı.


EKİM 2013 - XXI 56

YAPI – KONUT - ANKARA

evren aysev deneç 1991’de T.E.D. Ankara Koleji’nden mezun oldu. ODTÜ Mimarlık Bölümü’nden 1996 yılında lisans derecesini aldı.New York Columbia University Advanced Architectural Design (İleri Mimari Tasarım) Yüksek Lisans Programı’nı 1998 yılında tamamladı. 2013 yılında İTÜ'de doktora çalışmalarını tamamadı. 2000 yılına kadar New York’ta çeşitli mimari bürolarda proje mimarı olarak çalıştı. 2006 yılından beri Açıkofis Mimarlık’ın kurucu ortağı olarak mimari pratiğine devam ediyor. 2011 yılından beri de Kadir Has Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü’nde proje dersleri veriyor.

giriş sayfasında Dış cepheden bir kare önceki sayfada Yapıların çevreyle ve birbirleriyle olan konumsal ve oransal ilişkileri bu sayfada en üstte: Sitenin genelindeki açık alan ve yapı ilişkisi üstte: Yapının çevre ile ilişkisi sağda üstte: Bahçe ve yapı ilişkisi sağda: İç mekandan bir kare

proje adı: Ankara Eskişehir Yolunda Sekiz Ev mimari tasarım: Evren Aysev Deneç işveren: Uzay Basın Yayın San.ve Neşe Çağatay proje tasarım tarihi: 2008 - 2009 inşaat bitim tarihi: 2011 arsa alanı: 2600 m2 toplam inşaat alanı: 3200 m2



İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL EKİM 2013 - XXI 58

fotoğraflar: Büşra Yeltekin

Dinamik Perspektifler CT HUKUK BÜROSU'NDAKİ ORANLI PRİZMATİK HACİMLER VE DOĞRUSAL OLMAYAN YÜZEYLER ARASINDAKI GERİLİMLE SICAK MALZEMELER ARASINDAKİ KARŞITLIK, KULLANICININ MESLEĞİNDE ESAS OLAN DEĞERLERİ MEKANSALLAŞTIRIYOR. Tekdüze bir taşıyıcı ızgara sistem ile oluşturulmuş olan bir ofis binasında yer alan CT Hukuk Bürosu’nun tasarımı; mekanda var olan bu katı monotonluğa karşıt, içeride tekdüzelik ve tekrarsızlık arasında bir diyalog yaratıyor. Koridor, avukat ve müvekkillerinin arasında bir geçiş alanı olarak tanımlanırken bu ince uzun mekan, ofisleri servis mekanından ayırıyor ve yönetim odasıyla sonlanıyor. Malzeme ve renkler, yüzeyleri işlevlerine göre ayırt ediyor: Koyu gri bölgeler, servis işlevlerini gruplarken, ahşap yüzeyler depolama mekanlarını kaplıyor. Tavandaki çizgisel aydınlatma elemanı, ziyaretçileri işlevsel bir hiyerarşiyle yerleştirilmiş mekanlar arasında yönlendiriyor.

CT HUKUK BÜROSU

salon archıtects

Çalışma alanlarındaki aydınlatma elemanları özellikle mekanın tektonik diliyle uyumlu olarak tasarlanmış. Mekandaki dikdörtgen metal levhanın katlanmasıyla

ortografik yüzey, kurgulanmış bir düzensiz forma bürünüyor. Tüm formlar, belli noktalardan bakıldığında anlamlanmaktan öte, her noktadan dinamik perspektifler oluşturuyor; bu da mekanı iki boyutlu algıdan; deneyimlenen bir hale dönüştürüyor. Monoton bir ızgara sistemin içinde yer alan CT Hukuk Bürosu, hukukun içkin, doğrusal olmayan, tarafsız ve buna karşın keskin olan tektoniğini ortaya koyuyor. Oranlı prizmatik hacimler ve doğrusal olmayan yüzeyler arasındaki gerilim ile soğuk ve sıcak malzemeler arasındaki karşıtlık; kullanıcının mesleğinde esas olan değerleri mekansallaştırıyor.

proje adı: CT Hukuk Bürosu proje yeri: İstanbul, Türkiye işveren: CTHB mimari tasarım: Salon Architects; Melike Altınışık, Alper Derinboğaz tasarım ekibi: Samim Magriso, Gül Ertekin, Ayda Ağaoğlu proje tarihi: Mart 2013 proje alanı: 250 m2 proje uygulama: Yeditepe Aral Yapı


İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL 59 XXI - EKİM 2013

karşı sayfada Lobiden bir kare bu sayfada en üstte solda: Ofis mekanından bir kare. en üstte sağda: Koridor üstte: Karşılama alanı üstte sağda: Proje özelinde tasarlanan aydınlatma elemanı solda: Koridor


alper derinboğaz İTÜ Mimarlık Bölümü'nden 2005 yılında mezun oldu ve Fullbright Bursu kazandı. Bilgi Üniversitesi’nde ve ardından UCLA'da yüksek lisans eğitimini tamamladı. Mimarlık ve kentsel tasarım çalışmalarıyla UCLA Graduate Ödülü'nü aldı. Los Angeles ve İstanbul’da çeşitli ofislerde görev yaptı, ulusal/uluslararası yarışmalarda birçok ödül aldı, aynı zamanda yeni teknolojileri ve deneysel yaklaşımları tasarıma dahil eden projeleri hayata geçirdi. 2011 yılında Arkitera Genç Mimar Özel Ödülü'nü aldı. Çalışmalarına 2009 yılında ilk halini ortaya koyduğu Salon Architects’in kurucu ortağı olarak devam ediyor, Bilgi Üniversitesi'nde atölye yürütücülüğü yapıyor ve “Media Architecture” seminerleri veriyor.

melike altınışık İTÜ Mimarlık Bölümü'nden 2003 yılında bölüm 1.'si olarak mezun oldu. Yüksek lisans çalışmalarını 2004-2006 yılları arasında AA School of Architecture'da Mimarlık ve Kentsel Tasarım üzerine yaptı. Feidad Tasarım Başarı Ödülü ve İsviçre Sanat Ödülü gibi birçok ödül aldı. 2006 yılında Zaha Hadid Architects mimarlık ofisine İstanbul Kartal-Pendik Master Planı tasarımı için katıldı. ZHA’da 2006-2012, yılları arasında görev aldı. 2012 yılından bu yana, mimarlık pratiğindeki çalışmalarına Salon Architects’in kurucu ortağı olarak devam ediyor ve İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde atölye yürütücüsü olarak görev yapıyor.

İÇ MEKAN - OFİS - İSTANBUL

perspektif illüstrasyonu

EKİM 2013 - XXI 60

kesitler

kat planı

diyagram



Sokağa Açılan KARAKÖY’DE KONUMLANAN BURGER LAB, BÖLGENİN TARİHİ DOKUSUNDAN VE SEMTIN ESKI YAŞANTISINDAN ESİNLENEN MİNİMALİST BİR KONSEPT ORTAYA KOYUYOR.

EKİM 2013 - XXI 62

İÇ MEKAN - RESTORAN - İSTANBUL

fotoğraflar: Mehmet Ateş

BURGER LAB KARAKÖY

derindereozler archıtecture

Karaköy geçmişiyle çok zengin bir yer. Cenevizliler’den, Osmanlı'ya, Levantenler’den Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar uzanan farklı tarih dilimlerine ait simgesel binalarla dolu. Burger Lab Karaköy, farklı yerlerde devam edecek ve her biri aynı konseptin değişik açılımları olacak Burger Lab zincirinin ilk halkası. Her restoran bu konsepti yansıtırken aynı zamanda bulunduğu konuma bağlı olarak kendi karakterine sahip bir mekan olacak. Konsepti oluştururken hedefimiz; insanların uzun zaman vakit geçirebileceği samimi bir mekan yaratmak oldu. Ziyaretçilerin daha önce bulunmadıkları bir ortam olsun istedik. Yemek severlerin her seferinde ayrı bir detayı keşfederek oturdukları her köşede ayrı bir deneyimle karşılaştığı bir mekan ortaya çıkarmayı amaçladık. Bunun için Karaköy’ün tarihinden esinlenen endüstriyel detaylar ve sunulan etin kalitesini vurgulayan kasaplığın

tarihine yaptığımız göndermeler konsepti tamamladı. Sade bir şekilde beyaza boyanmış tuğla cepheyi Karaköy'ün havasına zarar vermeden ön plana çıkacak şekilde tasarladık. Katlanarak açılan doğramalar sayesinde iç ve dış mekan arasındaki sınır ortadan kalkarak restoran sokağın bir parçası haline geliyor. Aydınlatma da mekanı şekillendiren en önemli unsurlardan biri oldu. Genelde aydınlatmanın direkt olmamasına çok dikkat ettik. Bu yüzden, sarkıt lambalarda gözü rahatsız etmeyen, standart ampulden çok daha sıcak ışık veren Edison tipi flamanlı ampulleri kendi tasarladığımız armatürler içinde kullandık. İç mekanda standartlarının altında olan tavan yüksekliğinin mekanı etkilememesi için tavan yükseklikleri ve renkleri ile oynadık. Aydınlatma elemanlarını kendimiz tasarlayıp değişik şekillerde tavana yerleştirdik. Ek olarak, Karaköy'ün liman havasını yansıtan gemi lambaları kulandık. Zeminde bütünlüğü sağlamak için kesintisiz ve tek bir malzeme kullandık. Bu beton görünümlü malzemeyi özellikle işlenmemiş endüstriyel duruşu nedeniyle


bu sayfada solda: Farklı renk ve özellikteki sandalyelerle çevrelenen ahşap masalar ve iç mekan ilişkisi solda altta: Duvardan akıyormuş gibi görünen mekanla bütünleşmiş metal bank altta: Mekandaki esprili birkaç detaydan biri: Kara tahta en altta solda: İç mekandan bir kare en altta sağda: Ahşap zeminlere yerleştirilen ışık bantları

seçtik. İç mekanda, farklı renk ve özellikteki sandalyelerle çevrelenen, tablaları da sıcak renkte farklı ahşaplardan üretilmiş olan masaların dışında uzun rahat oturma sağlayabilmek için dış mekan mobilyalarını anımsatan ve duvardan akıyormuş gibi görünen mekanla bütünleşmiş metal bankı tasarladık. Bu köşeye bahçe/dış mekan etkisi vermek için arkasına beyaz tuğla duvarı ekledik. Tuğlanın üzerine yaptığımız Burger Lab logosu, bankın duvardan akan bölümü üzerinde yer alan konsept kutucukları bu duvarda üç boyutu bir etki yaratarak mekana derinlik katıyor. Ahşabı kullanırken farklı renklerde ve tonlardaki ağaçları yan yana kullandık, aralarına yerleştirdiğimiz ışık bantları ve metal detaylarla mekana zenginlik katmayı amaçladık. Mekan içerisinde esprili birkaç detay da gizli. Örneğin; restoran tuvaletinin kapısı kara tahta şeklinde tasarlandı, bu duvara söyleyemediğiniz şeyleri not olarak bırakabiliyorsunuz. Diğer detayları ise sizlerin keşfetmenizi tercih ediyoruz.

63 XXI - EKİM 2013

arka sayfada Mekanın içinden detaylar

İÇ MEKAN - RESTORAN - İSTANBUL

karşı sayfada Mekanın cephesinin sokakla kurduğu ilişki


EKİM 2013 - XXI 64

İÇ MEKAN - RESTORAN - İSTANBUL

proje adı: Burger Lab Karaköy mimari tasarım: Derindereozler Architecture proje yeri: Karaköy, İstanbul proje alanı: 48 m2 proje inşaat tarihi: Şubat - Mart 2013

sinem derindere MSGSÜ Mimarlık Bölümü’nden mezun olduktan sonra eğitimine Parson School of Design'da devam etti. New York'ta Philip Johnson ofisinde başlayan kariyerine uluslararası tasarım ofislerinde devam etti. 2012 yılından beri kurucu ortağı olduğu Derindereozler Architecture'da çalışmalarına devam ediyor.

kat planı

gürçağ özler ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden mezun olduktan sonra Türkiye'de ve yurt dışında bir çok projede kreatif ve tasarım yöneticisi olarak çalıştı. 2012 yılından beri kurucu ortağı olduğu Derindereozler Architecture'da çalışmalarına devam ediyor, aynı zamanda İTÜ Endüstri Tasarımı Bölümü'nde misafir öğretim görevlisi olarak ders veriyor.

görünüş

kesitler



MIA PERLA

CONNECT

Kale Cam Mozaik, Mia Perla serisinde bulunan kırmızı, altın, gümüş, mürdüm renklerinde ve çeşitli boyutlardaki mozaik modellerini tüketicilerin beğenisine sunuyor. Duvar yüzeyleri, sütun kaplamaları, banyo ve mutfak uygulamaları gibi farklı alanlarda kullanılabilen Kale Cam Mozaik ürünleri, dış etkenlere karşı dayanıklılığıyla renk ve parlaklığını yitirmiyor ve kolay temizlenebilmesiyle nemli mekanlarda hijyen sağlıyor. Geniş ürün gamıyla estetik çözümler sunarken modüler uygulama olanağı ve seramik ile sağladığı uyumla tasarımcı ve profesyonellerin yaratıcılıklarına hitap ediyor. Mia Perla serisi 2,3x2,3 cm, 2,3x4,8 cm, 4,8x4,8 cm ve çeşitli mozaik boyutlarıyla tüketici ve profesyonellerin beğenisine sunuluyor.

Simon Connect, Cima 500 ve K45 ürünleriyle sorunsuz veri ve ses bağlantılarında güçlü kombinasyonlar yaratıyor. Connect serisi, halojen kullanılmayan ürünleriyle yangın esnasında alevin yayılmasını ve zehirli gaz çıkışını engelliyor. Seri içerisinde önerilen tüm prizler çocuk korumasına sahip ve farklı uygulama noktalarına özgü renk alternatifleri ve LED'li prizlerle her ayrıntı için farklı çözümler sunuyor. Cima 500 döşeme üstü çözümleriyle yerden mini kolonlar veya tavandan kolonlar çalışma ortamlarına ergonomi ve estetik kazandırırken K45 masa üstü bloklar ya otomatik ya da manuel asansörlü seçenekler sahip. Simon Connect K45 ürünleri dış mekan uygulamaları için de çözümler sunuyor.

www.kale.com.tr

www.simon.com.tr

EKİM 2013 - XXI 66

YENİ - ÜRÜN

PLATINO Parlak lake dokusuyla mutfaklara ışıltılı ve estetik bir görünüm kazandıran Vanucci Platino, desenlerindeki özel el işçiliği ile dikkat çekiyor. Çeşitli renk alternatifleri de bulunan ürün, yenilikçi ve işlevsel özellikleriyle kullanım kolaylığı sağlıyor. Dolap kapaklarında parlak lake üzerinde el işçiliği kullanılarak tasarlanmış, biribirini takip eden desenlerin yer aldığı Platino akrilik,

granit, mermer gibi farklı tezgah çeşitleriyle de uyum sağlıyor. Vanucci mutfaklar, tek bir dokunuşla açıp kapama sistemine sahip elektrikli dokun-aç mekanizmasıyla dolap ve çekmece kullanımına kolaylık getiriyor. Platino serisi parlak grafit, parlak koyu kahve, parlak siyah ve parlak fildişi de dahil olmak üzere geniş renk seçenekleriyle sunuluyor. www.vanucci-tr.com

POLIFORM DOLAP ÜNİTELERİ Türkiye distribütörlüğünü İtaldeko'nun yaptığı Poliform markasının konfor, ergonomi ve işlevselliği ön planda tutan gardırop, açık giyinme sistemleri ve hareketli mobilyaları farklı ihtiyaçlara yanıt veren tasarımlar sunuyor. Düzenli ve pratik dolap üniteleri, geniş depolama çözümleri kullanıcıların yaşam alanlarını genişletiyor. İtaldeko mimari ekibinin kişiye ve mekana özel olarak tasarladığı giyinme odaları, özel üretim askılık ve

çekmeceler, deri kaplı çekmece içleri, aydınlatma sistemleri ve modüler aksesuarlarla da bu düzenli yaşam destekleniyor. Poliform gardıroplarda doğru aydınlatma kullanımı, raf ve askı sistemleri kadar önem taşıyor. Gardırop ve giyinme odaları hareket edebilen çekmece üniteleri, kutular ve ek depolama üniteleriyle tamamlanıyor. www.italdeko.com



PURELINE Miele PureLine ankastre cihazlar eşit yükseklikte bir kullanım alanına sahip olması sayesinde üst üste veya yan yana hizalanabiliyor ve uyumlu bir görünüm oluşturuyor. Yeni nesil tüm cihazlar ortak bir mantık temeline dayanan kumandalarla donatıldı. Tüm kumanda konseptleri yüksek parlaklık, uzun ömür, yüksek çözünürlük ve ayrıntıya verilen değeri yansıtan ekran teknolojisini

BETONART

www.kalekim.com.tr

EKİM 2013 - XXI 68

YENİ - ÜRÜN

Türkiye'de ilk kez Kale tarafından geliştirilen brüt beton görünümlü sıva Betonart, kullanıma hazır olarak kova ambalajlarda satışa sunuluyor. İç ve dış cephelerde kullanıma uygun olan ürün kara sıva, beton, çimento levha gibi mineral yüzeylerin yanı sıra alçı sıva, alçıpan, sabitlenmiş kontrplak ve eski boyalı yüzeylere uygulanabiliyor. Başka

hiç bir katkı malzemesine ihtiyaç duyulmadan mala ile kolayca uygulanarak desen verilen dekoratif, hazır renkli bir sıva olan Betonart nefes alan, alkali ve suya dayanıklı yapısıyla uzun bir kullanım ömrüne sahip. Çimento içermediği için uygulama sırasında ve sonrasında tozuma gibi bir problem oluşturmuyor.

BDS 7773 Harman Kardon yeni ev sinema sistemi serisine beyaz tercih edecekler ve son teknolojileri bir arada bulmak isteyenler için BDS 7773’ü ekledi. BDS 7773; 5.1 kanal digital amplifikatör özellikli, entegre blu-ray disk alıcılı, bluetooth ve air play bağlantı özelliklerine sahip, 3D HDMI teknolojili ev sinema sistemi. Sistem, tüm ses kaynaklarından alınan film ve

müzikleri yeniden daha güçlü şekilde üretiyor. Resim, müzik ve videolar ön panelde bulunan USB girişi ile görüntülenebiliyor. Akıllı telefon ve tablet bilgisayarlarla uyumlu olan ürün, HDMI audio return ile desteklenen televizyonlardan kabloya ihtiyaç duymadan ses alabiliyor, programlanabilir kumandası ise tüm sistemi kolayca kontrol edebiliyor. www.akusta.com

KIRIGAMINE SERİSİ Mitsubishi Electric'in sunduğu yeni Kirigamine serisi klimalar, "Sezonsal Verimlilik" kriterlerine göre hem ısıtmada hem de soğutmada A+++ enerji sınıfında yer alıyor. Mitsubishi Electric MSZ-FH serisi 3D i-see sensör, bulunduğu ortamı tarayarak harcadığı enerjiyi odada bulunanlara göre ayarlıyor. Serideki Plasma Quad

barındırıyor. Sensor tuş grubu tüm kumanda konseptlerinin merkezi unsurunu oluşturuyor. PureLine Çelik serisinde arka plan oluşturan siyah cam ile çelik tutamak bir bütünlük sağlıyor. Siyah serisinde cam, ön cepheyi belirliyor. PureLine Beyaz minimalizm ve klasiği birleştiriken, Kahverengi serisi klasik bir temayı modern bir bakış açısıyla yorumluyor. www.miele.com.tr

filtre sistemi, güçlü bir perdeye benzeyen elektriksel alanı kullanarak hava girişi boyunca bakteri ve virüsleri nötralize ediyor. Kullanıcı sağlığı ve konforu için pek çok özellikle donatılan Kirigamine serisi klimalar doğal rüzgar esintisi hissi veren natural flow ve hava akımı yönlendirme sistemlerine sahip. www.klimaplus.com.tr



ALPOLIC/FR ALÜMİNYUM KOMPOZİT PANELLER Mitsubishi Grubu tarafından üretilen ALPOLIC/fr alüminyum kompozit paneller, Buyaka Alışveriş Merkezi'nin cephesine hareketlilik kazandırıyor.

EKİM 2013 - XXI 70

YENİ - ÜRÜN

Mitsubishi Grubu'nun yüksek teknolojiyle ürettiği alev almayan özel mineral dolgulu ALPOLIC kompozit levhalar, uzun yıllardır tüm dünyada

ve Türkiye'de modern yapılarda tercih ediliyor. ALPOLIC/fr alüminyum kompozit panellerin kaplama, renk ve doku farklarıyla oluşturulan yüzlerce seçeneği bulunuyor. Paneller, özel mineral dolgulu yapısıyla yüksek yangın dayanımı, gelişmiş kaplama teknolojisiyle pürüzsüz bir yüzey sağlıyor. Sertlik ve sağlamlık özellikleriyle

esneklik ve işlenebilirlik avantajını bir arada sunarak tasarım özgürlüğüne olanak tanıyor. Son olarak İstanbul Ümraniye Tepeüstü’nde kapılarını açan Buyaka Alışveriş Merkezi'nin dış cephesinde ALPOLIC/fr Prismatic serisi tercih edildi. 17.000 m2 Prismatic Saphire Gloss %80 renkli ALPOLIC/fr alüminyum kompozit levha kullanılan

Buyaka AVM, konumlandığı bölgeye yeni bir kimlik kazandırdı. ALPOLIC/fr Prismatic serisi tüm panellerin dokusu, bakış açısı ile güneş ışınlarının geliş açısına göre cephenin rengini değiştirerek Buyaka AVM projesinde de olduğu gibi uygulandığı yapılara hareketlilik katıyor. www.alpolic.com



BTM'DEN BİTKİ KÖKLERİNE DAYANIKLI ÖRTÜ

BTM Elastobit PE4 Botanik SBS katkılı elastomer bitümlü örtü Almanya’da onaylanmış kuruluş olan Weihenstephan-Triesdorf Üniversitesinde iki yıl süren testler sonucunda TS EN 13948 standardına uygunluk belgesi alarak CE işaretini

kullanmaya hak kazandı. TS EN 13948 standardına uygunluk belgesi alan Türkiye’deki ilk ve tek bitki köklerine dayanıklı su yalıtım örtüsü olma özelliğini taşıyan ürünün kullanıldığı bahçe çatı detaylarında ayrıca bir kök tutucuya gerek bulunmadığı için hem malzemeden hem de işçilikten tasarruf ediliyor. www.btm.co

VİTRA, 2013 KARO KOLEKSİYONUNU TANITTI

EKİM 2013 - XXI 72

FİRMA HABERLERİ

Vitra, farklı tarzda kadınlardan esinlenerek hazırladığı Güzellik, Gizem ve Masumiyet Çağı koleksiyonlarının yeni serilerini yapı sektörüyle buluşturdu. “3 Kadın 3 Çağ” temasıyla hazırlanan karo koleksiyonlarından Güzellik Çağı;

güzellik ve zerafetin, ince zevklerin ve sofistike bir yaşamın izdüşümünü yansıtıyor. Gizem Çağı; sıra dışı ve iddialı bir estetik anlayışını yansıtırken, Masumiyet Çağı karoları tarzını yaşadığı mekanlara yansıtmak isteyen kadınların zevklerini 14 ayrı seri aracılığıyla duvarlara taşıyor. www.vitra.com.tr

INTERFACE, NET EFFECT’İ YAPI SEKTÖRÜNE TANITTI Ünlü tasarımcı David Oakey tarafından okyanustan ilham alınarak tasarlanan Interface’in yeni karo halı serisi Net Effect, Rahmi Koç Müzesi’nde düzenlenen davette tanıtıldı. Interface Türkiye Ülke Müdürü Murat Güney yaptığı konuşmada Interface’in en önem verdiği iki temel konunun tasarım ve çevre olduğuna dikkat çekerek Net Effect’i bunların buluştuğu ortak nokta

olarak tanımladı. Atık balık ağları kullanılarak %100 geri dönüşümlü naylondan üretilen Net Effect ile eş zamanlı olarak gelişen Net-Works programı; atık balık ağlarının toplatılarak hem toplayıcılara maddi kazanç hem de okyanus ve denizlerin temizlenmesine katkı sağlayan bir proje. www.interfaceturkey.com

SOLARWALL TÜRKİYE'DE

Yes Enerji tarafından temsil edilen Solarwall, güneş enerjisi ile ısıtma, havalandırma ve soğutma sistemi, merkezi Kanada, Toronto'da bulunan Conserval Engineering kuruluşunun patentli markası olarak 1984 yılından bugüne 35'ten fazla ülkede kullanılıyor.

Ticari ve endüstriyel yapılarda enerji tüketiminin düşürülmesi istenen alanlarda pek çok işlevi karşılayacak şekilde projelendirilebiliyor. Solarwall, yeşil bina sertifikasyon sistemi LEED sisteminde enerji ve atmosfer, iç mekan kalitesi, malzemeler ve kaynaklar kategorilerinde 10+ puan kazandırıyor. www.yesenerji.com

UNILEVER VE RÖNESANS İNŞAAT ASPEN'İ TERCİH ETTİ

Aspen, Konya'daki Unilever Algida Fabrikası İdari Binası ve Ankara'daki Rönesans İnşaat Genel Merkezi projelerinde tavan ve duvar sistemleriyle yer aldı. Rönesans İnşaat Genel Merkezi'nde Targa yükseltilmiş

döşeme ve Tarkett Karo PVC zemin kaplama uygulayan Aspen, 2012 yılı içerisinde bu projeyi tamamladı. Unilever Algida Fabrikası İdari Binası'nda ise Aspen'in Sinova bölme duvar sistemi, Integra Opencell, Integra Baffle ve Integra Tile ürünleri kullanıldı. www.aspen.com.tr

DURASTYLE, ICONIC ÖDÜLLERİ'NDE EN İYİLER ARASINDA DuraStyle'ın banyo yelpazesi, katıldığı ilk uluslararası yarışmada mimari ve tasarımın etkileşimi sayesinde Iconic Ödülü'nü kazandı. Alman Tasarım Konseyi tarafından düzenlenen disiplinlerarası yarışmanın jürisi mimarlık, iç mimarlık, tasarım ve marka iletişimi konularında tanınmış uzmanlardan oluşuyor. Duravit CEO'su Frank

Richter “DuraStyle ile hem evlerin hem de proje sektörünün gereksinimlerini karşılayan tam teşekküllü bir banyo serisi geliştirmeyi başardık. Bu konseptin bu kadar işinin ehli bir jüriyi ikna etmesinden oldukça memnunuz.” diye konuştu. www.duravit.com.tr



UYGULAMA – OFİS MOBİLYASI – İZMİR EKİM 2013 - XXI 74

İhtiyaçlara Bütüncül Yanıt İZMİR BAYRAKLI TOWER'DA FAALİYET GÖSTEREN STRÖER, OFİS MOBİLYALARINDA BÜROTİME ÜRÜNLERİNİ TERCİH ETTİ. Çalışmalarına Kavuklar ailesinin İzmir'e kazandırdığı Bayraklı Tower'da devam edecek olan Ströer yeni ofisinin mobilyalarında Bürotime ürünlerini tercih etti. Çalışma hayatının ve ortamının kalitesini artıracak, günlük yaşamda önemli bir zaman diliminin geçtiği ofislerde Bürotime ürünlerinin tercih edilmesinde, farklı bireylerin farklı ihtiyaçlarına bütünlük içerisinde cevap veren ürün gamı etkili oldu. Ofis mobilyalarında “işi kolaylaştıran” Bürotime, bireyselleştirilmiş ve ferah çalışma alanları sunuyor. Rahatlık için düşünülmüş ergonomik detaylar kullanım yerine göre şekillenebiliyor.

Tüm tasarımlarında, belirlenen ihtiyacı tam olarak karşılamaya özen gösteren Bürotime’ın çözüm odaklı her tasarımı kendine has bir estetiği de beraberinde getiriyor. Bürotime, bugüne kadar süregelmiş çözümlere farklı bakış açılarıyla yaklaşarak ortaya kullanışlı, özgün ve şık ürünler çıkarıyor. Ströer firmasının yeni ofisindeki yönetici odasında Bürotime'ın Cross masa ve Chicago koltuğu kullanıldı. Yönetici odaları için tasarlanmış olan Cross, yalınlık ve işlevselliği bir araya getiriyor. Ürünün asimetrik olarak düşünülen ayakları, sunduğu farklı görünümün yanı sıra işlevselleğiyle de ön plana çıkıyor. Üst bölümü masanın dışına taşan yatay ayağın içerisindeki elektrifikasyon çözümleri ve data girişleri kullanıcıların işini kolaylaştırarak düzenli bir ofis

görünümü sunuyor. Üst düzey yöneticiler için tasarlanmış olan Chicago koltuk ise hakiki deri kaplamaya sahip. Sırt desteği, başlık, oturak, yükseklik ve arkalık ayarlarıyla kullanıcıya tam konfor sunarken ayarlar kollarda bulunan panelden yapılıyor. Çalışma mekanlarında tercih edilen Stripe operasyonel seri, çalışan sayısı ve yerleşim alanının şekli ne olursa olsun projeye en uygun çözümü sunarak farklı kombinasyonlara imkan veriyor. Stripe serisini tamamlayan Madrid çalışma koltuğunun döşemesiz (plastik), yarım döşemeli ve tam döşemeli olmak üzere üç tip sırt seçeneği bulunuyor. Projenin bekleme alanlarında oturma grubu olarak kullanılan Bürotime Hills kanepe tekli, ikili ve üçlü seçenekleriyle tüm ofislere rahatça uyum sağlıyor.



UYGULAMA – OFİS MOBİLYASI – İZMİR EKİM 2013 - XXI 76

giriş sayfasında Yönetici odası bu sayfada en üstte solda ve sağda: Toplantı odası ortada solda: Yönetici odası ortada sağda: Çalışma alanı üstte ve sağda: Çalışma alanı



PHILIPS

EKİM 2013 - XXI 78

REFERANS PROJE - AYDINLATMA

Sürdürülebilirliği işlerinin ayrılmaz bir parçası olarak kabul etmiş bir şirket olarak Philips, dünya çapında enerji verimli aydınlatma çözümlerine geçiş girişimlerine öncülük ederken, ürünlerinin ekolojik ayak izini de mümkün olduğunca azaltıyor. Geçen yıl globalde gerçekleştirdiği 11,3 milyar Euro'luk yeşil ürün satışının toplam satışlardaki oranının %45'e ulaşması, Philips'in 2015 EcoVision sürdürülebilirlik performansı hedeflerine oldukça yaklaştığını gösteriyor. Aynı yıl Philips Türkiye'de yeşil ürün satışlarının toplam satışlardaki oranı, global Philips ortalamasının da üzerine çıkarak %52 olarak gerçekleşti.

boğaziçi köprüsü

Philips geliştirdiği çevreci ürünler, enerji tasarrufu sağlama, daha az ambalaj kullanımı, daha az tehlikeli madde içerme, kullanılmış maddeleri yeniden işleyip kullanılır hale getirme ve ömür boyu güvenilirlik gibi özelliklerin en az bir veya birkaçında kayda değer etki yaratacak çevreci bir avantaj sunuyor. Philips Türkiye'nin, Enerji Bakanlığı tarafından geliştirilen sokak lambalarının LED’e dönüşümü projesine yönelik Ankara İnönü Bulvarı’nda yer alan Protokol Yolu’nda gerçekleştirdiği pilot uygulama, sağladığı %40’lık tasarruf ile bu farkı gözler önüne seriyor. www.philips.com.tr • Adana Kalesi • Ankara Gençlik Parkı • Ankara Protokol Yolu • Ankara Tren Garı • Bursa Saat Kulesi • Bursa Ulu Cami • Gaziantep Kalesi • İstanbul Boğaz Köprüleri • İzmir Asansör • İzmir Ekonomi Üniversitesi • İzmir Saat Kulesi • İzmir Tarihi Hava Gazı Fabrikası • Kuleli Askeri Lisesi • Philips Türkiye Ofisi

bursa emir sultan cami

izmir asansör



PROLUX Teknik ve dekoratif aydınlatma çözümleri sunan Prolux, aydınlatma sektöründeki 36 yıllık tecrübe ve birikimiyle tasarım ve üretim odaklı bir firma olarak çalışmayı sürdürüyor. Aydınlatma armatürü tasarımı ve üretiminin yanı sıra bünyesinde bulunan mimar ve aydınlatma tasarımcılarıyla aydınlatma projeleri hazırlıyor, mimarlığın dördüncü boyutu olan aydınlatmayı farklı bir bakış açısıyla ele alıyor. Geniş ürün yelpazesi ve ihtiyaca yönelik özel üretimleriyle iç ve dış mekan aydınlatmasında ürün kalitesini önceliği olarak belirleyen firma, proje bazında yaptığı çalışmalarda mimari tasarım süreciyle birlikte yürütülen, mimariyle bütünleşik aydınlatma çözümleri üretiyor.

kale showroom

mıss sıxty

EKİM 2013 - XXI 80

REFERANS PROJE - AYDINLATMA

www.prolux.com.tr • Acıbadem Hastanesi, İstanbul • Arçelik, Tüm Mağazalar • Beko, Tüm Mağazalar • Doğuş Oto, İstanbul • Emaar İnşaat, İstanbul • Gap, Tüm Mağazalar • Garanti Bankası, Tüm Şubeler • Kale, Tüm Mağazalar • Koton, Tüm Mağazalar • Lacoste, Tüm Mağazalar • Memorial Sağlık Grubu, İstanbul • Mövenpick Hotel, İzmir • Radisson Hotel, İzmir • The Savoy Hotel, Kıbrıs • Yeşil İnşaat, İstanbul

koton

bodrum acıbadem hastanesi

sanatorıum sanat galerisi

bryela evleri



TEPTA AYDINLATMA Tepta Aydınlatma 1991’den beri mimar, elektrik mühendisi ve nihai kullanıcılara ışık hizmeti sunuyor. Bu hizmet aydınlatma projesi ve ürün seçimi ile başlıyor, projenin gerçekleşmesi, denetimi ve daha sonra da aydınlatma ürünlerinin bakımı olarak devam ediyor.

REFERANS PROJE - AYDINLATMA

Aydınlatma tüm dünyadaki gelişmesine paralel olarak, son on yılda Türkiye’de de önemli gelişmeler kaydeden bir sektör ve bu değişim hızla gelişen teknoloji ile birlikte devam ediyor. Işık tavanda sallanan bir ampul ya da güzel görünümlü bir nesnenin içine hapis olmaktan kurtulup, kendi adına iş görmeye başlamış, mekanın dördüncü boyutu, mimari tasarımın “olmazsa olmaz” öğesi haline gelmiştir. Tepta’nın aydınlatma ürünlerinin alanı, sergilenen küçük bir mücevherin aydınlatılmasından bir mağazanın aydınlatılmasına; tüm bir konuttan bir ofisin arzulanan estetik kavram vurgulanarak aydınlatılmasına kadar; bina dış cephesi ve oldukça sübjektif bir aydınlatma olan ve demo ile isteğe uygunluğu gerçekleştirilen bahçe aydınlatması gibi çeşitli iç ve dış mekan aydınlatmalarını kapsıyor.

mardan palace, antalya

kanyon, istanbul

mugam evi, azerbaycan

tiran cıtypark alışveriş merkezi, arnavutluk

İşte böylesine geniş bir ürün ve hizmet yelpazesini Tepta, alanında önde gelen 30’dan fazla Avrupa menşeli şirketin Türkiye temsilcisi olarak gerçekleştiriyor. 30.000’den fazla ürün çeşidine sahip olan şirketin 1.Levent’teki dört katlı showroomunda bu yelpazenin çarpıcı örnekleri sergileniyor. www.tepta.com

EKİM 2013 - XXI 82

trablus uluslararası kongre merkezi, libya

• Astana Kütüphanesi, Kazakistan • Haydar Aliyev Parkı, Azerbaycan • Hilton Bomonti, İstanbul • İri Vergiler Parkı, Azerbaycan • Kiev Radisson Blu, Ukrayna • Mardan Palace, Antalya • Mugam Evi Kültür Merkezi, Azerbaycan • Selimiye Camii, Edirne • Semkir Otel, Azerbaycan • Soshi Sheraton, Rusya • Tarabya Cumhurbaşkanlığı Köşkü, İstanbul • Tiran Citypark Alışveriş Merkezi, Arnavutluk • Trablus Uluslararası Kongre Merkezi, Libya iri vergiler parkı, azerbaycan



EKİM 2013 AJANDASI 1 Ekim

“Kent Nedir?” Konferansı

Bilkent Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, Ankara

www.arch.bilkent.edu.tr

Yıldız Teknik Üniversitesi Yedikule Kampüsü, Fatih, İstanbul

www.istyam2013.yildiz.edu.tr

Marina Bay Sands Oteli, Singapur

www.worldarchitecturefestival.com

Yapı Endüstri Merkezi, Fulya, İstanbul

www.yem.net

İTÜ Mimarlık Fakültesi, Taşkışla, İstanbul

www.mim.itu.edu.tr

Yapı Endüstri Merkezi, Fulya, İstanbul

www.btm.co

www.ozyegin.edu.tr

mimarlık öğrencileriyle paylaşıyor.

Özyeğin Üniversitesi Çekmeköy Kampüsü, Reşat Aytaç Oditoryumu, İstanbul

Sempozyumda tartışılacak ve ortaya çıkacak çözüm önerilerinin

Dedeman Oteli, Ankara

www.hkmo.org.tr

1888, Alsancak, İzmir

www.pechakucha.org

Atatürk Bulvarı, Çankaya, Ankara

www.spo.org.tr

Çankaya, Ankara

www.md1927.org.tr

Konferansa konuşmacı olarak Glasgow Üniversitesi'nden Ronan Paddison katılıyor.

1 - 5 Ekim

İSTYAM 2013 Tarihi Yarımada Sempozyumu

İSTYAM, bu sempozyumla çözüm ortaklarıyla iş birliği içinde olup Tarihi Yarımada'nın sorunlarını farklı disiplinlerle birlikte çözmeyi hedefliyor.

2 - 4 Ekim

WAF Dünya Mimarlık Festivali

Bu sene altıncısı düzenlenecek olan festivalde mimarlar, tasarımcılar ve şehir plancıları, projelerini konunun uzmanı uluslararası dinleyicilere sunuyor.

3 - 4 Ekim

“Gezi”den Sonra Taksim

İstanbul Buluşmaları kapsamında yer alan etkinliğe konuşmacı olarak plancı ve mimarların yanı sıra kentle ilgili çeşitli alanlarda çalışan uzmanlar da katılıyor.

4 - 6 Ekim

Dünya Konut Günü 2013 Çalıştayı

Çalıştay, tüm dünyadan mimarlık öğrencilerini geçici olarak İstanbul'da yaşayanlara bir “barınak” tasarlamak üzere bir araya getiriyor.

5 Ekim

Yeni Nesil Bahçe Çatılar Semineri

BTM ve Optigreen işbirliğiyle düzenlenen seminerde, yeşil çatı sektöründe gelişen pazar ve ihtiyaçlara yönelik çözümler aktarılıyor.

7 Ekim

7 - 8 Ekim

Türk Mimarların Yurtdışı Deneyimi

I. Uluslararası Kentsel Dönüşüm Sempozyumu: Mülkiyet

Suha Özkan'ın yöneteceği etkinlikte Han Tümertekin, Murat Tabanlıoğlu ve Enis Öncüoğlu deneyimlerini genç mimar ve

ilgililerle paylaşılarak Türkiye'deki kentsel dönüşüm uygulamalarının yaygınlaştırılması sürecine katkı sağlaması bekleniyor.

9 Ekim

PechaKucha Night İzmir vol.3

Etkinlikte, endüstri ürünleri tasarımı, grafik tasarımı, mimarlık,

AJANDA

yaratıcı gastronomi, çağdaş sanat, yaratıcı girişimcilik ve dijital sanatlar gibi alanlardan konuşmacılar kendi hikayelerini anlatıyor.

11 Ekim (son başvuru)

“Kent(d)imize Ne Yaptık?” Fotoğraf Yarışması

Şehir ve Bölge Planlama bölümü öğrencilerinin katılımına açık olan yarışma, kent sorunlarını gözler önüne sermek ve kentlerin

EKİM 2013 - XXI 84

geleceğiyle ilgili kaygılara yanıt aramayı hedefliyor.

15 Ekim

22 Ekim - 1 Kasım

“İşgalin Mimarisi” Fotoğraf Yarışması

Mimarlar Derneği 1927 tarafından düzenlenen fotoğraf

Kurgusal Anlatımlar Sergisi

Sergi, Yıldız Teknik Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi

yarışması bu yıl “İşgalin Mimarisi” konusuna odaklanıyor.

araştırma görevlilerinin çalışmalarından oluşuyor.

… - 20 Kasım

2 Aralık (son teslim)

Koleksiyon/İzmir SMD Mimarları Ağırlıyor: Demirce Mimarlık

Koleksiyon/İzmir SMD Mimarları Ağırlıyor etkinliğinin

İzmir Kalkınma Ajansı Hizmet Binası Mimari Proje Yarışması

Yarışma, İZKA'nın mekansal ihtiyaçlarına uygun, İzmir için

onuncusuna Demirce Mimarlık/Alpay Demirci ve Burçin

Yüksel Sabancı Sanat Merkezi, www.sts.yildiz.edu.tr Beşiktaş, İstanbul Koleksiyon İzmir Merkezi, İzmir

www.izmir-smd.org.tr

İzmir Kalkınma Ajansı Genel Sekreterliği, Gümrük, İzmir

www.izka.org.tr

Demirci mimari proje sergisi misafir oluyor.

kentsel önemi olan yapılaşmış çevreye mimari katkılar yapabilecek bir bina elde etmeyi amaçlıyor.




Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.