Timarhane e-Dergi

Page 1


Tımarhane Sanat Kültür ve Edebiyat e-Dergisi Editörler: Bahattin Ceyhan Adil Öztürk Eray Usta Yayın Ekibi: İbrahim Halil Koçuşağı Furkan Meriç Berkay Bulut Eray Usta Görsel Tasarım: Bars Elsa Kapak Çizimi: Berk Öztürk http://berkozturk.deviantart.com/ www.facebook.com/TimarhaneDergi İletişim ve eser göndermek için: thane.editor@gmail.com


İçindekiler 6-8: Mehmet Berk Yaltırık - Anormaller: Tarihin Üvey Çocukları: 9-10: Berk Payat - Varlık 13-15: Kutlu Altay Kocaova - Hayatın Gücü 17-18: Caner Berker - Ne Haliniz Varsa Görün 19: İnan Köse - Düşünmek Hevesi 21: Şeyda Elif Güven - Yeni Bir İtiraf 22-24: Melodi Şule Devekaya - Kendinizi Keşif Yolculuğu 25: Aziz Duman - Zümrüdüanka’nın Melodraması 26-30: Bahattin Ceyhan - Saygın Ersin Söyleşisi 32-33: Şevket Önder - Destiny Note 34: Mustafa Köker - Gittin 35-36: Bahattin Ceyhan - Kıyamet Yılı Rock Alametleri 36: Eray Usta - Illuminati 37-41: Gökcan Şahin - Gözünden Yıldız Akan Kız 42: Nuray Tekin - Işıktan Fırtına 44-46: İshak Saka - Sabaha Kaldı 47-49: Kutlu Altay Kocaova - Elveda 50-53: Nebula Awards Adayları 54-59: Edebiyat - Sanat Haberleri


Editör Konuşuyor... İkinci sayıyı da çuvallamadan tamamlamayı başarabildik nihayet. Dolu dolu bir sayı oldu. Çokça öykü barındırmakta bu sefer ki ve eminim hepsini okuyacaksınız. Aslında bu sayı için son anda görebildiğim Nebula Ödülü adayı öykülerden birinin çevirisini de yayınlayacaktık ama ne yazık ki küçük bir aksilik sonucu bunu rafa kaldırmak zorunda kaldık. Haziran sayısını çıkarabilirsek eğer, artık ödül alan öykülerden birini çevirtmek için çaba harcayacağız. Biliyorum, ‘önsözler’ ve ‘editör yazıları’ pek okunmaz ama geleneğe uyalım diye yazıyoruz yine de bu yazılardan… Bu yüzden bu seferkini biraz daha kısa tutacağım. Bu sayıda beş tane öykü yer almakta. Kutlu Altay Kocaova “Elveda” ve “Hayatın Gücü” isimli iki öyküsüyle, Gökcan Şahin “Gözünden Yıldız Akan Kız”, Şevket Önder “Destiny Note” adlı öyküsüyle ve İshak Saka “Sabaha Kaldı” isimli, bu sayının konusu olan ‘Normallik-Anormallik’ temalı öyküsüyle yer almakta. Caner Berker’in ‘Kendimi Affediyorum’ köşesinde “Ne Haliniz Varsa Görün” isimli denemesi, Berk Payat’ın ‘Cebirsel Düşler’inde “Varlık” adını taşıyan, Melodi Şule Devekaya’nın “Kendinizi Keşif Yolculuğu” isimli yazısı, Şeyda Elif Güven’in “Yeni Bir İtiraf”ı ve Mehmet Berk Yaltırık’ın “Anormaller-Tarihin Üvey Çocukları” isimli yazısı yine bu sayıda beğenilerinize sunulmuş durumda. Şiirleriyle bu sayıya katkı sağlayan isimler ve eserleriyse şu şekilde; Mustafa Köker “Gittin”, İnan Köse “Düşünmek Hevesi”, Nuray Tekin “Işıktan Fırtına” ve Aziz Muhammed Duman “Zümrüdüanka’nın Melodraması” Ve bu sayıdaki söyleşi, Saygın Ersin… Fantastik Edebiyat tutkunlarının yakından tanıdığı Saygın Ersin’le, kurucu editörlerimizden Bahattin Ceyhan’ın gerçekleştirdiği söyleşide fantastik edebiyatın ülkemizdeki konumundan yayınevi editörlerine, Saygın Ersin kaleminden çıkacak olan yeni kitaplara dair bir sürü şey bulabileceğiniz bir söyleşi oldu. 2. sayıyı da kazasız belasız atlattığımıza göre 3. Sayıda da sıkıntı yaşamayacağımızı umarak sizlerden gelecek olan türlü edebi sanatsal yazılara, şiirlere ve öykülere kapımız sonuna kadar açık. Unutmayın; çalışmalarınızı ‘word dosyası’ olarak thane.editor@gmail.com adresine göndermeniz yeterli. Unutmadan, Nisan ayı için seçilen konu ise KADIN… Kadın temalı öykü, şiir, deneme, makale ve her türlü yazınsal - kültürel eserlerinizi bekliyoruz... Nisan’da görüşmek üzere…


www.facebook.com/TimarhaneDergi

‘tan genç bir şairin ilk kitabı...

Adını silsem kalbimden, izi kalırdı Karalasam üstünü, kirlenirdi düşlerim. Ne zaman sürmesem seni tenime Ters giderdi hep işlerim. Batıl bir inanç belki aslı olmayan benimkisi Sen tek tanrısı aşk dininin, Şuan desem de “Sana inanmamak ne cüret” Biliyorsun sen de, yanacağım elbet. Ayrılığı ağzıma almaya korkarken Dilime sürdün sen, Ne yapabilirdim gitmekten başka? Alın yazımız silinmesin diye mi, Hiç alın teri dökmedin bu aşka Tuğberk Sev

Tüm düşlerin O’na çıktığı gecelerde susmak bile bazen kelimeleri kifayetsiz bırakırken,her sözü O’na ithaf etmek, korkusuz bir sevda şövalyesinin değil acemi bir aşığın işidir. Kim ne derse desin aşk, onu az bilenin elinde güzeldir. Ancak o acemi aşık elinde zar zor tuttuğu aşkın bedelini, sevda şövalyesine arkasına döndüğü an soğuk bir hançerle öder. Damarlarında bir gezgin edasıyla dolaşıp geçtiği her yere iz bırakan ihanet, kalbe ulaştığında, o acemi aşık ilk aşk deneyimini kazanıp duygusuz bir şövalyeye dönüşür. İşte ben bu şövalyelerin düşlerine ayna tutuyorum. Şair: Tuğberk Sev İsmi: Sözüm O’na Yayınevi: Cinius Yayınları Yayın Yılı: 2012 Fiyatı: 11 TL İnternet Fiyatı: 7,15 TL


www.facebook.com/TimarhaneDergi

6

Anormaller kimdir? Neden “tarih”in üvey çocuklarıdır? Kendileriyle sürekli çatıSON GULYABANİNİN YERİ şan bu insanlar, ne aileleriyle, ne çevreleriyMehmet Berk Yaltırık le ne de toplumla uyuşabilirler. Daimi bir “Anormaller: Tarihin Üvey çatışmanın içindedirler. Beşikten mezara, Çocukları” kendilerine uydurulan kalıpları, biçilen giysileri, verilen vazifeleri reddederler. Aksi olanı www.songulyabanininyeri.blogspot.com yapmaktan hoşlandıkları ya da aykırı olmanın, marjinalliğin hazzından değildir yaptıkları. Onların çoktan kendilerince belirlenmiş rotaları vardır. Uzak kıtalardan memleketine dönmeye çalışan orta çağ kaşifleri gibidirler. Anormaller, hayal gücü normal bir insana göre daha geniş ve daha farklı işleyenlerdir. Normal bir insan da hayal kurabilir. Ama bunun pek hayal olduğu söylenemez ve bir hayalpereste göre sıradanın da altında sayılır. Yani dev gökdelenlere bakıp ileride bir gün yüksek pozisyonlara gelmeyi düşünen biriyle, sokakta geçerken gördüğü terk edilmiş bir eve bakarak onun üzerine perili, hayaletli hikayeler, efsaneler hayal eden birini kıyaslayamazsınız. Biri düşünür, hayal etmez. Öteki hayal eder, hayal kurar. O bakımdan anormalin tanımını yerinde yapmak lazım. O Amerikan filmlerindeki nerd ve geek tiplemelerini bile buna dahil edemezsiniz. Çünkü onlar hayalleri olsa bile bunlara dokunmak isteyenlerdir, anormaller, hayalperestler ise “dokunmayı hayal edenler”dir. Mesela The Big Bang Theory’nin bir bölümünde Sheldon isimli karakter kendi çalışmalarıyla vakti zamanında bir mitolojik varlık yapmak istediğini söyler, farkı burada görebilirsiniz. Dokunmak istemekle dokunmayı hayal etmek ayrımı arasında ortaya çıkar anormallik. Doğu Yücel, daha önce hikayelerinde değindiği ve “Hayalet Kitap” romanında değindiği anormallikhayalperestlik ilişkisini, bunların hayal kuramayanlarla, normallerle olan çekişmesini yan öğe olarak kullanırken son romanı “Varolmayanlar”da bunu ana tema haline getirir. Romanın başkarakteri olan kallavi bir hayalperest hayatı boyunca ailesinden öğretmenlerine, arkadaşlarından sevgililerine çeşitli şekillerde karşısına engel çıkaran, Doğu Yücel - Hayalet Kitap hayal kuramayan, sıradan ve makineleşmiş bir yaşamı kendisine dayatanlarla önce onlara boyun eğerek sonra onları tanıyıp onlara karşı mücadele ederek hayalperestlerin, anormallerin safına geçer. Romanda anormallikhayalperestlik ve bunların dışlanması üzerine hayatınızdan sayısız örneği kitabın


www.facebook.com/TimarhaneDergi

7

sayfalarında bulabilirsiniz.

İşte tam da bu nedenle anormaller “tarihin üvey çocukları”dır. Elimizde olsa bize daha iyi romanlar yazabilme, filmler çekebilme ya da hayal ürünleri toplayabilme olanağı veren imkanlar, çeşitli şekillerde anormallerin elinden alınır ya da zor bir şekilde elde etmeleri sağlanır. Hayal gücünden yoksun, robotları kıskandırır derecede mekanik ve ruhsuz yaşayanlarda her türlü olanağa sahiptir, ona her şey vaciptir, her iyi şeyi hak etmiştir. Hayal kuramazlar, ama yüksek bütçeli filmler iyi tanıtılmış romanlar yapabilirler, yaptırabilirler. Gerçek hayalperestlerin fikirleri proje raflarınDoğu Yücel - Varolmayanlar da çürümeye yüz tutar. Bu şuna benziyor. Kıyı bölgelerinde yüksek duvarlı, saray yavrusu villalar yaptırıp onların içinde saltanat sürdüğünü sanarak denizin ve kumsalın tadını çıkaramayan, yaşamasını bilemeyen insanlarla, güç bela bir hafta koparıp geldiği tatilde bir seneye yetecek anı ve anlatı biriktirebilen sıradan bir yaşantısı olan insanların aykırılığına. Anormaller topluma uymadıkları için aile, toplum, çevre triosunda dışlanmışlardır ve artık “aforoz” bir halde hayatlarını sürdürmeye başlarlar. Toplum anormali daha baştan dışlamıştır. Gençlik çağlarında gücü kuvveti yetemeyen adama çelimsiz ve çarpılmış gözüyle bakar çevre, karın kası yerine beynini geliştiren çocuk onların gözünde delidir. Eve kapanıp kendini geliştirmeye adayan ya da sadece hayaller kuran adama işe yaramaz gözüyle bakılır. Korkutmakla, tembellik suçlamasıyla onu yola getiremeyince son çare olarak onu dışlamaya, adam yerine koymamaya başlarlar. Psikolojiyle olmadı kız arkadaşlarla onun normalleştirilmesi çalışılır. Tarihin üvey çocukları dedik, bunların hiçbir işi rast gitmez ya, çevreden değil en sevdiği kişiden destek beklerken en sevdiği kişinin kendisine sırt çevirip toplumun normal addettiği kişilere yöneldiğini görür. Bu kişi ister vefasız olsun, isterse insanların kalplerini hiçe sayan bir bencil olsun sonuçta toplum onları normal olarak onayladığından, senin yerine onu tercih etmeleri normal karşılanır. Zaten bu da ayrı bir sistemdir. “Kızlara rezil olursun” ya da “Evde kalırsın bak” korkutmasıyla normalleştirmeye çalışıyor. Zamanında bunları “Antihümanist Manifesto” başlıklı yazımda belirtmiştim. Oradan bir alıntı yaparak “tarihin üvey çocukları” ile ilgili saptamalarımı bitirmek istiyorum:


www.facebook.com/TimarhaneDergi

8

“Amacımız hala aynı. Güçlü toplum. Tıpkı her toplum gibi halk arasında güçlü

kuvvetli kimselere değer verilirken çelimsizlere cin çarpmış lanetlenmiş gözüyle bakılır. Karın kası yerine beynini çalıştıran çocuğa deli gözüyle bakılır. Zira her çocuk gibi koşup oynamak ve kızlarla doktorculuk oynamak yerine eve kapanıp kendini geliştiren çocuk normal değildir. Toplum onu korkutur düzeltemezse dışlar. Sonunda ezilmenin etkisiyle başarı kazandıkça hırslanır, küçük dağları ben yarattım psikolojisine girer şayet ‘kankası’ varsa ona bile rakibi gözüyle bakar ÖSS sınavı sebebiyle. İşte insanlıktan çıkmış bu ruhî ucubeye toplum kucak açar. Sadece kazanmaya endekslendiğimiz ve sürekli zaferlerle övündüğümüzden dolayı kayıplarımızı ve sebeplerini de inceleyemeyip tekrar sendeleriz ya bu ayrı bir konu. Çelimsizi, zayıfı yani çıkarcı olmayan ve mutlaka kazanmayı amaçlamayan normal olmadığından psikologa götürülür. Analiz etmeyen, düşünmeyen koyun kitleleri amaçlayan iktidarlar için, psikologlar o sistemin kaleleridir! Zira onların çelimsizi normalleştirmesi demek, koyunlaştırması demektir. Okulunuzdaki rehberlik hocasına o dövdüğünüz çocuğa neler tavsiye ettiğini sorun. Size “kızlarla arkadaşlık kur” önerisinden bahsedecektir. Sistem kitle üzerinde hakimiyet kurabilmek için kadınları kullanır. Naziler de yapmıştı bunu. Şimdi hala yapılıyor. Marjinal ve herkesten farklı birey, “kızlara rezil olma ve yalnızlıktan ötürü delilikle suçlanıp toplumun dışına itilme” korkusuyla, ergenliğin verdiği güdülerle de kitleden farksız hale getirilmeye çalışılır. Dünyanın bir ucundaki futbol takımlarının oyuncularını ezbere bilen, cep telefonu marka ve teknolojisini adım adım takip eden, arabalardan “tanrıların arabaları” gibi bahseden, karşı cinsten yani üremekten başka şeye kafayı takmayan, kendince çıkarları için hayvan gibi vuruşan, güçsüzü ezen genç, toplum, sistem ve yönetimden oluşma triumvira için ideal insan tipidir. Neden sokakta öpüşenleri ayırırlarda kavga edenlere karışmazlar sanıyorsunuz.” Mehmet Berk Yaltırık - Edirne

• “Antihümanist Manifesto ve Hümanizmin Gerçek Yüzü” adlı yazının devamı için bakınız: http://songulyabanininyeri.blogspot.com/2012/03/antihumanist-manifestove-humanizmin.html


www.facebook.com/TimarhaneDergi

CEBİRSEL DÜŞLER Berk Payat “Varlık”

www.berkpayat.wordpress.com

9

Bir "tek hücreli yaşam formu"nda kendini bulmaktır var olmak. Aklı ve fikri üretimde olan, ya çoğalmak ya da ölmek amaç olan bir yaşam formunda... İşte bu yüzden var olmaya doğru anarşist bir bakış fırlatırım. Üretmek cesaret işidir ve cesaret de umutsuzluğa rağmen ileriye gidebilmektir, Rollo May'in dediği gibi. İnsanlar kaçtıkları her köşe başında kendilerini bulurlar aslında, varlık kor-

kuların içinde gizlidir. •• Bu gün o deniz kenarında düşünürken fark ettim, "farkındalık" tüm ruhani buhranın sol yanında kalır. Kelimeler var olmadan insanlar da var olamaz. Kalp ve beyin iş birliği içinde çalışırken, kelimelerden ve dinlediklerinden bir şeyler ummuyorsa aslında yok olmuş demektir. Ve bir sevgilinin kollarının ortasında yatmasıdır "var" olduğunu hissetmek. Elini öpmesidir ona dokunduğun. Renksiz bir geceyi dünyanın en çılgın renkleriyle tanıştırmasıdır. Aniden görünen beyaz bir kapıdır. Sobadan yanan halıları ters çevrilmiş ve bir daha kimsenin gelmeyeceğini uman bir yazlıktır. Pencereden suretini görmektir, o hiç beğenmediğin. Kırmızının içinde mavinin var olduğunu anlamaktır var olmak ve hapşıran bir dokuz görmektir. Avuçlarının içindeki hayat çizgisine bir an da olsa inanıp yaşadığın için nefes almaktır. Yaşamak için değil, yaşadığın için nefes almak önce acı verir insana ama sonra sana sürekli hatırlatır yaşadığını. Bu yüzden acılardan saklanır aslında insanlar. Boş olduklarını anlayınca bir anda hayata tutunmak için çabalarlar. Kelimelerini bir sarrafa satmışlardır çoktan, belki de hiç var olmamış kelimelerini belki de. Bu yüzden yazarlar çıkar dünyaya, var olmamış kelimeleri kullanarak var olmamış insanları Geppetto Usta edasıyla" kukla insanlar"a hayat vermek için. Bu yüzden tanrıya benzetilir yazarlar ve bu egoyla yazmaya devam eder yazanlar. Varlık yeni şeyler var etmek içindir, bunun büyüsüne kapılmış her insan bir kanser hastası gibidir. Her yerini kaplar bir şeyler oluşturmak, her zerresinde hisseder yazdığı kelimelerin onun yaratıları olduğunu. Var olmak için üretmek lazım, üretmek için cesaret lazım, cesaret için kaybetmek lazım, kaybetmek için bulmak lazım, bulmak için aramak lazım, aramak için var olmak lazım. ••


www.facebook.com/TimarhaneDergi

10

•• Bu derginin amacına aykırı köşesine hoşgeldiniz! Yokluk kumpanyasının sinekli varlık oyununda bulunmaktasınız. Keyfini çıkarmayınız! •• Günlük tutmak hiç bir işe yaramaz efendim. Günlük ancak seni tutarsa bir yazarsın. Lestat işte bu yüzden günlüğünü aramamıştı, bir gün insanların karşısına kendi kimliğinden utanmadan ve bunu bir büyüklükle söyleyeceği günü bildiği için o günlüğü kaybettiği zamanı hatırlamamıştı. Uyku her şeyin ilacı, o da uyudu.

Rollo May

•• Sahip olduğum ajandadaki doğum günüm olan tarihe yazıyorum şu anda. Evet, ben bir antikayım, hala ara sıra deftere yazıyorum. •• Bir kış gecesi kâbusundan esintiler sunarım size. Uykuyu bulma yolları mıdır bu bilinmez ama kustuklarımı geri yutamıyorum. Penceren ışık vuruyor ve ben bir portakal ağacına vuruluyorum. Düşlerim var benim, düşler alır, düşler satarım. İşim gücüm bu olması lazım ama var olmak için ellerimi bağlayıp çalışmam gerekir. Bu yüzden nefes almayı kendimi yokluktan öte bir hak olarak görmekteyim. Var olmak için yazdıklarım bitişe ulaşırken, hepinize yokluklar içinde bir ara kaybolmayı tavsiye ederim. Soğuk içiniz. Berk Payat


www.facebook.com/TimarhaneDergi

11

TIMARHANE KİTAPLIĞI

Adı: Yitik Öyküler Kitabı Yazar: M. İhsan Tatari Yayınevi: Bu Yayınevi Yayın Tarihi: 2012 Türü: Öykü Fiyatı: 8 TL İnternet Fiyatı: 5,99 TL

Konuşan bir kılıç, geçmişe özlem duyan yaşlı bir adam, kedilerden nefret eden bir şişman hırsız, nükleer felaket sonrası bir İstanbul… Tüm bunların hepsinin tek bir ortak noktası var, o da hepsinin Yitik Öyküler Kitabı’nın sayfaları arasında can bulması. Yitik Öyküler Kitabı’nı en basit tabirle bir fantastik öykü derlemesi olarak tanımlayabiliriz. Benim bakış açımdan bakacak olursak “uzun olmasını ümit ettiğim bir serüvenin ilk adımı” dememiz gerekir kendisine. Çünkü gerçekten de öyle. Çok değil sadece üç yıl önce başladım adına yazarlık denen bu hayal gücü dokumacılığına. Bu kısa süre içinde de pek çok hikâye ve deneme yazdım. Yitik Öyküler Kitabı da bu hikâyelerin bir kısmını, başarılı bulunanları içeriyor bünyesinde. Fantastik kelimesi öykülerin türünü tam olarak karşılamıyor aslında. Özellikle de bu sözcük sizin için sadece elfleri ve cüceleri ifade ediyorsa… Gerçeküstü demek daha doğru olur sanırım. Çünkü hikâyelerin bir kısmı günümüzde, bir kısmı gelecekte, bir kısmı antik Mısır’da, bir kısmıysa tamamen farklı boyutlarda geçiyor. Kâh emekli bir şövalyenin peşinde ince esprilerle dolu bir maceraya katılıyoruz, kâh iki üniversite öğrencisinin eşliğinde günü kurtarıyoruz. Veya gelecekte yaşayan, ya da yaşamaya gayret eden, yaşlı bir adamın mektup yazma sevdasının trajikomik olaylarına tanık ediyor, oradan çıkıp tamamen yabancı bir boyuta hapsolmuş Azmi Dağdelen isimli inatçı adamın arayış macerasına konu oluyoruz. Kısacası her biri birbirinden farklı bir serüveni anlatan kimi zaman ciddi kimi zaman ise okuyucuyu güldürmeyi amaçlayan dokuz farklı macera var içerisinde. Sözün özü, bir solukta okunacak ve her biri bambaşka evrenlere açılan harika dokuz öykü okumayı isterseniz, Yitik öyküler Kitabı tam size göre.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

12

YİTİK ÖYKÜLER KİTABI’NDAN BİR ÖRNEK: Bakmasını bilen biri için kitapta cadılar ve cadalozlar hakkında istemeyeceğiniz kadar bilgi mevcuttu. Ne yerler, ne içerler, süpürgelerini nereden sipariş ettirirler, korkutucu bir kahkaha için nerede şan dersleri alırlar… ve tabii ki şövalye için en önemli kısım, nasıl yok edilirler. Fakat bakmasını bilmeyen biriyseniz muhtemelen cadılar için 1001 saç modeli gibi alakasız bir konu okursunuz, tıpkı şu anda şövalyenin yaptığı gibi… “Hey, bu modeli sevdim!” diye ciyakladı kılıç, toka olarak minik hançerlerin kullanıldığı bir saç modeline bakarlarken. “Ben hiç sevmedim. Asa ile yeterince tehlikeliler zaten. Bir de tutup fırlatacağı bıçaklara ihtiyacımız yok.” dedi şövalye huysuzca. “İyi canım, kızma. Yorum yapıp neşeni yerine getireyim dedim. Hem neden saç modellerine bakıyoruz ki? Ben onu nasıl yok edeceğimizi aradığımızı sanıyordum, nasıl baloya davet edeceğimizi değil.” “Çeneni kapar mısın sen?” diye çıkıştı şövalye dişlerini gıcırdatarak. “İyi de çenem yok ki” dedi kılıç muzip muzip. “Off… Neden her şövalye gibi normal bir kılıcım yok ki? Ya da neden diyarlardaki onca sihirli kılıç arasında tek meziyeti çok konuşmak olan bir kılıç buldum ki?” “Evet ya, kitaba sorsana… Ben de neden onca cesur ve zeki şövalye arasında tek meziyeti şikâyet etmek olan bir şövalyeye rast geldiğimi merak ediyordum.” Şövalye sinirinden kıpkırmızı olmuş bir yüzle kılıca döndü, bir an duraksadı sonra hem kılıç hem de şövalye kahkahalarla gülmeye başladı. Şövalye o anda, ne kadar kızarsa kızsın aslında içten içe kılıçtan hoşlanmaya başladığını fark etti. “Özür dilerim. Bak, kurtarılmayı bekleyen çocuklar var ve her geçen saniye benim aleyhime. Çocuklar ve ebeveynleri bana güveniyorlar. Bu yüzden biraz asabiyim, başarısız olmamam lazım.” “Önemli değil canım, böyle durumlarda benim de kabzamın tasının attığı çok olmuştur.” dedi kılıç. “Ama daha önce çocuklardan bahsetmemiştin. Onları kurtaracağız ha? Bak bu hoşuma gitti işte. Ben de seni hazine peşinde koşan diğer savaşçılardan biri sanmıştım. Eh haydi. Şu cadıyı alt etmenin bir yolunu bulalım. Beni kitaba yaklaştır.” “Neden?” diye sordu şövalye merakla. Bir taraftan da denileni yapıp kılıcı kitapla karşı karşıya gelecek şekilde hizaladı. Kılıç yüksek sesle “Başa çıkılması gereken bir cadı var, yol göster bana ey kadim kitap!” diye bağırdı. Kitabın sayfaları yine hızla dönmeye başladı. Sizin de çoktan anlamış olduğunuz gibi kitap, kütüphanedeki tüm kitapların içeriğini gösteren bir araçtı. Doğru soruyu sorduğunuzda doğru içeriği karşınıza getiriyordu. “Yani bunca zamandır nasıl çalıştığını biliyor muydun?” diye uludu şövalye. “E hiç sormadın ki… Ayrıca seni izlemek oldukça eğlenceliydi.” diyerek kıkırdadı kılıç. Şövalye yüksek homurtular eşliğinde kitabı aldı ve incelemeye başladı. - Cesur ve Geveze adlı öyküden alıntıdır.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

ÖYKÜ Kutlu Altay Kocaova “Hayatın Gücü”

13

Sokağın köşesini döndüğünde, hayatının en önemli sınavını geçmişti. Eve dönmeyecekti bir daha, kararlıydı. Hiç kimseyi istemiyordu, hayatında. Hayata isyan etmesine yol açan, herkesi ve her şeyi silmişti aklından.

Ailesi ile sorunları vardı. Ne annesi ile anlaşabiliyor, ne de üvey babasıyla. Aslında babasıyla da pek anlaştığı söylenemezdi. Ama yine de annesi ile babası boşandıktan sonra, babası bir daha evlenmediğinden, babasına daha büyük bir yakınlık duyuyordu. Ama mahkeme, kendisini annesine verdiğinden, annesinde kalıyordu. Tam iki yıl böyle geçti. Hafta içi, annesinin yanında; hafta sonu, babasının… Ama artık on sekiz yaşını geçti. Geleceğine yönelik kimsenin kararlarını dinlemesi gerekmiyor. En azından o, öyle düşünüyor. Zaten annesinin yanında kaldığında ne oluyordu ki? Üvey babası, kendisini yönetmek istiyor; hatta bu yüzden annesiyle de tartışıyor, en sonunda kendisi, üvey babası ile tartışma, hatta kavga etmek zorunda kalıyordu. Hafta sonları, hem kendisi için, hem de üvey babası için tam anlamı ile bir kurtuluştu. Çünkü tartışma ve kavga yoktu. Zaten babası, pek ev işlerinden anlamaz, bu yüzden de pek karışmazdı kendisine. Kendi hâlinde bir adamdı, sessizdi. Kimse ile sorunu olmayan insanlardandı.

-

Bir gece babasına bir soru sordu Baba, annemle niye boşandınız? Oğlum, karşındaki insan, sadece güce değer verirse; ona gücünü göstermezsen, sana değer vermez. Annem, sadece güce mi değer veriyordu? Evet. O zaman, sende gücünü gösterseydin. O kadar gücüm yoktu. Peki, şimdi? Sadece kendim için ve senin için yaşayacak kadar.

Babası ile bu konuşması, onu çok etkilemişti. Güçlü olmalıydı. Kendi kendine böyle söylüyordu. Ama kimseye değerde vermemeliydi. Kendi kendine yine böyle söylüyordu.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

14

Artık sokaktan çıkmış, caddeye ulaşmıştı. Nereye gidecekti, ne yapacaktı? Bir planı yoktu. Öyle bir acelesi de yoktu aslında. Nasılsa önünde uzun zaman vardı. Hemen bankaya gitmeye karar verdi. Annesinin kendisi için biriktirdiği paraları çekecekti. Banka defterini yanına almıştı. Aslında çok fazla bir para yoktu bankada. Sadece arada sırada bankaya atılan paralar vardı. Deftere bir daha göz attı. Tam olarak 843,50 TL yazıyordu. Hepsini çekecekti. Tek bir kuruş bile bırakmayacaktı. Zaten ihtiyacı vardı. Caddeden bankaya doğru giden yola saptı. Kafasında tek bir düşünce vardı. Güç. Babasının yaşadıklarından dolayı güçlü olmak istiyordu ve babası gibi olmak istemiyordu. Babasını seviyordu ama bu sevgide, hayranlık yoktu. Sadece şefkat vardı. Bir evlâdın, babasına şefkati… Bankaya geldi. Sıra numarası alıp, sıranın kendisine gelmesini bekledi. Bu arada iki kişi içeri girdi. Birinin kıyafeti oldukça şıktı. Zengin olduğu, her hâlinden belliydi. Bankanın özel güvenliği, ona saygı gösteriyor. Bütün çalışanlar, el pençe divan duruyor, hatta müşteriler bile yarı çekingen bir saygı duyuyorlardı. Diğeri de yoksul olduğu belli olan, zaten bankaya girer girmez, emekli maaşını çekmek için geldiğini söyleyen yaşlı bir amcaydı. Bekle amca, dedi özel güvenlik, yaşlı adama, beyefendi girsin önce. Özel güvenliğin bu tutumu, dikkatini çekmişti. İçindeki başkaldırının etkisi ile zengin olan adama omuz attı. Adam şaşırdı, özel güvenlikte öyle. Genç, özür dilemedi, hiçbir şey söylemedi. Böyle yaparak, diğer insanların yalakalık yaparak yükselttikleri duvarı yıkıyordu. Bu arada yaşlı amcaya yardım edip, yerine oturttu. Parasını çekmişti. Çıkarken birçok kişi arkasından ters ters bakıyordu. Aslında onların kızgınlığı, zengine atılan omuza değil, yalakalıklarına atılan omuzaydı. Ama tabii ki, onların bunu bilmesi imkânsızdı. Aklında babasının sözü vardı. “Karşındaki insan, sadece güce değer verirse; ona gücünü göstermezsen, sana değer vermez”. Sürekli babasının bu sözünü düşünüyordu. Bu düşüncelerle kendisinin bir otelin kapısında buldu. Ucuz bir oteldi ve genç için bu, tercih sebebi idi. Resepsiyona girdi, kimliğini uzattı ve boş odalardan birinin anahtarını aldı. Babasına bir mektup yazmaya karar verdi. Çantasından bir kâğıt ve bir kalem çıkardı.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

15

“Baba, Bu benden aldığın son haber olacak, büyük ihtimâlle. Mektuba bu şekilde giriş yaptım diye üzülme. Aslında bu üzülme sözü saçmalık ama ne yapayım, üzülmeni hiç istemiyorum. Dün gece çok düşündüm baba. Biliyorsun, dün 18 yaşıma girdim. Yani bugün itibariyle özgürüm. Annemin yanında kalmam için hiçbir neden yok. Tercihimi yaptım. Kalbim seni istiyor ama beynim, ikinizi de reddediyor. Baba, Seninle kalırsam, biliyorum ki, annem seni rahat bırakmayacak. Senin son hayat gücünü de tüketecek. Bu yüzden de; Elveda!” Kutlu Altay Kocaova


www.facebook.com/TimarhaneDergi

16

TIMARHANE KİTAPLIĞI

İsmi: Bu Bahar Aynı Bahara Çıkar Yazar: Ahmet Şefoğlu Yayınevi: Sokak Kitapları Yayınları Türü: Roman Yayın Tarihi: Mart 2012 Fiyatı: 12 TL

Tanıtım Bülteni: ‘Bu Bahar Aynı Bahara Çıkar’ geçmişte yaşananların geleceğe yansımasını gösteren bir dönem romanıdır. Hatta bugünün romanı da diyebiliriz. Geçmişte yaşananların kalıcı etkileri, bireysel ve toplumsal sonuçları ortaya konmaktadır. ‘Bu Bahar Aynı Bahara Çıkar’ hala sona ermemiş hatta hiçbir zaman sona ermeyecek olan kısır döngü içerisinde debelenen bir dönemi anlatmaktadır. İsmet’in geçmişiyle yeniden karşılaşması buna en güzel örnektir. Geçmişin günümüze yansıttığı ağır psikolojik travmanın anlatıldığı, solun bugünde içinde bulunduğu vahim durumun anlatıldığı ‘Bu Bahar Aynı Bahara Çıkar’ iyi bir başlangıç olabilir.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

17

Mutlu değilim! Sanırım bu, 21. Yüzyıl insanlığının en büyük problemi. Herkes mutlu olmak için deliler gibi çırpınıyor ama “Ne Haliniz Varsa Görün” kimse mutlu değil. Mutlu olmak için bazen bir bakış, bazen de bir kahkaha yetiyor. Bazen biraz para bazen de yeni bir cep telefonu… Birazcık adrenalin, www.yolgecenhani.wordpress.com birazcık akşamdan kalmanın baş ağrısı… Çağımızın en büyük hastalığı mutsuzluk, vebadan daha sinsi, daha tehlikeli! Hayatın haksızlıklarla dolu olmasının bir kanıtı varsa o da kimi insanların gerçek mutluluğu bulmuş gibi gözükmesi değil midir? Şimdi burada gerçek mutluluk şudur, şudur demeyeceğim; gerçek mutluluğun ne olduğunu bilsem size söyler miyim hiç? Susardım ki beni kıskanasınız, çatlatırdım hepinizi. Kendinizden nefret ettirirdim, gözünüze gözünüze sokardım mutluluğumu. Ama… Garibanlar trenindeyiz işte! KENDİMİ AFFEDİYORUM Caner Berker

Mutluluk çok garip, çok kırılgan bizim için. Bizim için diyorum çünkü gerçekten mutlu olan şanslı piçleri ayırmak istiyorum. Onlar bu yazıyı okumasın, istedikleri gibi davranmakta serbestler; eter ki her şey yolundaymış gibi davranmasınlar. İnsan olmak çok kolaymış gibi sırıtıp dikilmesinler burada. Sonunda biz bize kaldığımıza sevindim. Mutluluk nedense gelip geçici, bir anlık... Almak için yanıp tutuştuğunuz bir şey oldu mu? Yeni bir gitar, son model bir bilgisayar, güzel bir araba vesaire… Aldıktan sonra ne hissettiniz? Ya da bu soruyu şöyle sormam daha uygun; aldıktan sonra hissettiğiniz duygular ne kadar devam etti? Bir gün? İki gün? Bundan bahsediyorum işte! Neden böyle oluyor? Neden hep en başa dönüyoruz? Bu o kadar ilginç bir durum ki almak için yanıp tutuştuğumuz şeyin eksikliği sırasında hissettiklerimiz, arzumuza kavutluktan sonra hissettiklerimizden daha heyecan verici, daha doyurucu. Çok saçma değil mi? Birkaç dik kafalı çıkıp da ‘mutluluğu maddiyatta aramak yanlıştır,’ demesin. Bu arkadaşlara hangi yılda yaşadığımızı hatırlatmak isterim, lütfen pencereden kafanızı uzatıp bir dışarı bakın. Temiz hava ve gerçeğin görüntüsü iyi gelmiştir umarım. Güzel bir söz vardır; “Kimse yalnız kalmak istemez çünkü kendisi tanıdığı en sıkıcı insandır.” Can sıkıntımı geçirmek için sizi bir ürün gibi kullanmamı sağlayan herkese teşekkür ederim!


www.facebook.com/TimarhaneDergi

18

Konuya dönecek olursak, bir başka açıdan baktığımızda da şu an her kimsek, bu bizim mutluluk peşindeki maceramızın bir sonucudur. Örneğin sen okuyucu; bir sapık olabilirsin, belki çok arsız birisin, belki çok gevezesin, belki iğrenç bir herifsin, belki küfürbaz, belki depresif bir aptalsın, belki mazlum, belki de şerefsizsin. Her ne isen bu senin mutlu olduğunu gösterir. Farkında olmasan da bu durumdan keyif alıyorsun. Gizli gizli… Çünkü eğer şu an olduğun şeyden memnun olmasaydın başka bir şey olurdun. Tıpkı şu an olduğun şey olabildiğin gibi… Siz, oradaki depresif dostlarım! Haftada kaç kere depresyona giriyorsunuz? Kaç saatiniz berbat geçiyor? Yaşamak acı mı veriyor? İnsan olmak zor mu? Şimdi derin bir nefes alın ve kalbinizin sağ alt köşesindeki duygu merkezini dinleyin. Orada ne var? Boşluk gibi boktan bir şeyler mi hissediyorsunuz? Bu arada söylemeden geçmek istemiyorum, spiritüalizmde ruhumuz kalbimizin sağ alt köşesindedir. Azıcık dikkat ederseniz duygu merkezinin orada olduğunu anlayabilirsiniz. ‘Hadi lan’ diyenlere ben iki kere ‘hadi lan!’ diyorum. Size mutlu olmanın birkaç yolunu söylemeyi çok isterdim ama görünüşe bakılırsa tüm insanlık kandırılmış. Bize buranın eğlenceli bir yer olduğu söylenmişti. Ölünce paramı geri isteyeceğim. Bir gün bir peygamber gelecek, tüm dünya insanları Taksim’den canlı yayın yapacak olan peygamberi dinlemek için televizyon karşısına geçecek. Reklamlardan sonra yayın başlayacak. Peygamber, mutluluğun sırrını söylemek için derin bir nefes alacak. Herkes kulak kesilecek, çıt çıkmayacak. Sonra da o sözler tüm insanların aklına kazınacak. Peygamberin ağzından sadece bir cümle çıkacak; “Ne haliniz varsa görün!” işte o gün geldiğinde mutlu olacağız. Ah, bir insana laf anlatmaktan daha zor bir şey yok. Bir anda bıkkınlık bastı, daha fazla yazmak istemiyorum. Geriye dönüp de yazım hatalarını da düzeltecek kadar iyi yürekli hissetmiyorum bugün. Zaten kendi yazdığım yazıyı neden bir daha okuyayım ki? Güzel görünmek için mi? Peh Kim bir avatara âşık olur ki? Caner Berker www.yolgecenhani.wordpress.com


www.facebook.com/TimarhaneDergi

ŞİİR İnan Köse “Düşünmek Hevesi”

düşünmek lazım düşünmek falanca düşte düşünmek gökyüzünden düşer gibi düşene kadar keyif sonrası sonrası mı kimin umurunda gitmek lazım gitmek geniş ağızlı bir gemiyle köpük köpük denizleri yara yara karların dolduğu diyara gitmek gerek gitmek gelmemecesine sevmek lazım sevmek kırmızı dudaklı bir kadını yalnayak, saçları ak yaşamak bu yaşamak sıcak bir köy gecesinde ensemizden aşağı dolarcasına koşuşturan rüzgar gibi sevmek yazmak lazım yazmak ama öyle her yere değil pespembe, narin bir pamuk şekere mesela çocuk gülümsemesine koşma hevesine özgürlüğün nefesine yazmak gerek büyük büyük çocuklaşmaktır yaşamak sonra bir de okumak lazım bulutlara, güneşe, ağacın dallarına, yeşile, sarıya türlü türlü maviye boyanmış resim defterlerini, ödev karalamalarını koca bir adamın anılarını gözyaşlarıyla bezeyerek okumak lazım sırası gelince de susmak ölüm gibi yani

19


www.facebook.com/TimarhaneDergi

20

TIMARHANE SİNEMASI Filmin Adı: The Awakening “Öbür Dünyadan Yönetmen: Nick Murphy Oyuncular: Rebecca Hall, Dominic West, Imelda Staunton, John Shrapnel, Diana Kent, Richard Durden Gösterim Tarihi: 6 Nisan 2012

İngiltere, 1921. I. Dünya Savaşı'nın yaşattığı acılar ve kayıplarla oldukça çok yara almış bir ülke. Travmatik acıların ortasında herkes doğaüstü güçlere inanma eğilimindeyken, Florence Cathcart adında sahtekarlıkları, asparagasları çözme ve 'hayaletleri yakalama' konusunda uzman bir kadın, bir şikayet üzerine taşrada yatılı bir okula gelir. Kendisine iletilen bilgilere göre okulda birden çok hayalet gezmekte, öğrencilere ve hademelere görünmektedir. Florence başta bunun rastladığı diğer vak'alar gibi bir oyunu olduğuna ve kendi yöntemleriylşe gerçeği ortaya çıkartacağına inanır. Fakat bildiği ve inandığı her şey, görünmeyen varlıkların kendilerini hissettirmesiyle alt üst olacaktır... Televizyon dizilerinin yazarı, yapımcısı ve yönetmeni olarak tanınan Nick Murphy ilk uzun metrajlı sinema filminin başrollerini Rebecca Hall, Dominic West paylaşıyor. Filmin senaryosunu Stephen Volk ile beraber kaleme alan Nick Murphy'nin Occupation drama dizisi ile bir de BAFTA ödülü bulunuyor...


www.facebook.com/TimarhaneDergi

DENEME Şeyda Elif Güven “Yeni Bir İtiraf”

21

Şu uğrunda aşk sözleri yazdığım, bir türlü unutamadığım dediğim, aşkına aşık olduğum insan vardı ya, hani şu yazılarımın ilham kaynağı işte aylar sonra onu gördüm. Aylar sonra sevdiğiniz kişiyi görmek nasıl bir duygudur? Şimdi bu sorunun cevabını arıyorum kendi içimde. Hislerimde yanılmamışım. Ben gerçekten ona değil onun için büyüttüğüm aşkıma âşıkmışım. O’nu gördüm. Ve kalbim eskisi gibi hızla atmadı. Yada heyecandan durmadı. Heyecanlanmadım bile.

Bu duruma şimdi üzülmeli miyim sevinmeli miyim? Şimdi acı verdi bu his bana… Hiç bir şey hissedememek… Ne kötü… Şimdi bir aşk var yüreğimde. İçimde büyüttüğüm, yine içimde yaşatmaya çalıştığım. Sen olmadan… Sensiz bir aşk yaşıyorum anlayacağın. Telefonda sesini duydum. Yine hiç bir şey yoktu. Ne bir heyecan, ne de başka bir şey. Gayet normal konuştuk ve kapattık. Tüm bu olanlardan sonra bir kez daha anladım sana değil de aşkıma âşık olduğumu. Bir önceki yazıyı onayladığım anlamına geliyor demektir bu. Değişen ne var peki hayatımda diye soruyorum kendime. Hala aşk şarkılarını dinlerken sen varsın aklımda daha doğrusu sana olan aşkım. Demiştim ya o suret ön plana çıkan, o aşk sen değilsin yani bu hislerin sahibi. Aşkım… Yeni bir şarkı dolandı dilime içinde aşk olan; “ikimizde aşık bir tek farkla benimki senden biraz fazla” Bir de ”Sen son aşkım olarak kalacaksın, yaşadığım en büyük aşk olacaksın.” Ne de güzel söylemiş sanatçı Ferhat Göçer şarkısında. “Hayırdır aşık mı oldun” diyenler var. Bilmiyorlar ki o aşk hep vardı. Bir de yeni bir yarış var etrafımdakilerde. ”O’na duyduğun aşkın bir benzerini en azından bana duysan olmaz mı” diyorlar. Öyle şey olur mu? Bir başkasına duyduğun aşktan yine bir başkasına duymak aynı aşkı… Evet, aşkı ondan çıkarın bir başkasına yükleyin diyorum ama bu anlamda demiyorum. Aşk o kişiye yüklediğimiz anlamsa neden aynı anlamı kendimize yükletmek isteriz ki? O zaman bizim diğerlerinden ne farkımız kalır? Sana olan aşkımdan dolayı benle olmak istiyorlar. Ben ise sadece gülüyorum. Ne kıymetliymiş diyorum. Evet o aşk çok kıymetli. Herkesin bu kadar çok istediği kadar var diyorum bazen kendi kendime. Ben sana değil sana olan aşkıma aşığım. İstenilen de buysa kimseye verecek bir aşk yok bende… NOT: İşte kelimelerin kifayetsiz kaldığı bir an daha. Aşk için söylenecek o kadar çok şey varken değil mi? Bu bir kaç cümle umarım anlatmıştır içimde ki sesin söylediklerini.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

RUHUMUN MELODİSİ Melodi Şule Devekaya “Kendinizi Keşif Yolculuğu”

22

Kuantum fizikçiler evrendeki tüm parçaların birbiriyle bağlı ve etkileşim halinde olduklarını keşfettiler. Bu bilimin tüm olanın bir ve birbiriyle bağlı olduğunu görmesi anlamında eşsiz güzellikte bir adımdı. Bilim kuantum fiziğiyle birlikte katı ve tek boyutlu bakış açısının ötesine; evreni, varoluşu tek ve katı bir pencereden izlemenin ötesine genişlemeye başladı.

Evrende var olan her şey ve bedenimiz atomlardan oluşuyor. Ve atomlar boşluk içinde dönen elektronlar ve protonlardan… Aslında zihnin sınırlamalarının ötesinde sonsuz bir boşluk içindeyiz diyebiliriz. Ancak kuantum fizikçilerin gözlemleri bu boşluğun anladığımız anlamıyla boş olmadığını gösterdi. Kuantum fizikçiler atomaltı parçacıkları gözlemlemeye başladıklarında, içinde çok sayıda potansiyeli barındıran saf bir enerji alanına ulaştılar. Bu alandaki saf enerji fizik kanunlarından ve maddeden farklı hareket ediyordu. Bu enerjinin kaynağı bilinmiyordu, hep varolmuş ve hep varolacak, sonsuz ve ebedi olan saf enerji kaynağı… Zaman ve fiziksel bir form içinde her bir parça ayrı olarak algılansa da, bunun bir algıdan ibaret olduğunu, parçaların birbiriyle etkileşim içinde olduklarını ve bağlı olduğunu kuantum fiziği dünyaya sundu. Bu kişisel olarak bizler için ne anlama geliyor? Her parça birbiriyle ilişkilidir… Her insan bir diğeriyle bağlıdır… Düşüncelerimiz bir titreşim taşır. Düşünceler yaşama doğduğumuz andan itibaren yüklenmiş olduğumuz inanç kalıplarımızdır. Ve inanç kalıplarımız yaşamı nasıl algıladığımızı belirler. Örneğin yaşamın zor olduğu inanç kalıbını taşıyan bir kişinin düşünceleri bunu yansıtır. Bu düşüncelerini gün içinde kelimelere dökerek ifade eder. Düşüncelerin titreşimi kelimelerle ifade edildikçe güçlenir, ne kadar çok sıklıkta kelimeler yaşamın zor olduğu inancı etrafında dönerse o oranda bu inanç kalıbı güçlenecektir. Ve bu inanç bir titreşim, bir frekans, bir kod taşımaktadır. Ve ALAN denilen bu saf enerjiye bu kişi tarafından adeta bir radyo istasyonundan yayılan sinyaller gibi gönderilecektir. Fizik kanunlarından ve maddeden farklı hareket eden enerji kaynağı olan bu BOŞLUK/ALAN kişinin bu inancını ona geri yansıtacaktır. Ve kuantum fizikçilerinin de gözlemleri neticesi ortaya koydukları gibi bu alan çok sayıda potansiyeli içermektedir. Yaşamın zor olduğu inancını sürekli ALAN’a yayınlayan bu kişiye ALAN’dan birçok deneyimde yaşamın zorlu olduğu inancının yansıması geri dönecektir. Zorlu ve çatışma halinde ilişkiler (iş, eş, aile, arkadaş ilişkileri), zorlu yaşam


www.facebook.com/TimarhaneDergi

23

koşulları, tatmin etmeyen ücretlerle çalışılan iş ortamları, yaşamın günlük rutininde devam eden süreçlerin kolay yollardan yürümesi yerine sürekli karşılaşılan zorluklar, bu iş oldu noktalarında tıkanan enerjiler vb. örnekleri her birimiz kendi hayatımızdan çoğaltabiliriz. Bizler bilsek de bilmesek de, farkında olsak da olmasak da, her birimiz bu alandaki saf enerjiyi kullanırız. Ve bu alandaki enerjiyi kullanmadığımız bir an bile yoktur. Tüm düşüncelerimiz, bu alana yayılmakta ve bizlere deneyimler olarak geri dönmektedir. Ve bizler sanki yaşamın karşısında bir yaprak gibi savrulduğumuzu sanırız. Değiştirme ya da yenilenme gücü olmaksızın yaşamlarımızı tatsız ve keyifsiz bir şekilde belki de sürmek zorundayız sanırız. Ve birde bilinçaltımızdan yansıyanlar vardır, bilinçli halimizle olan biteni takip etmekte zorlandığımızı hissederken, bilinçaltına hiç ulaşamayacağımızı sanırız. Ve bu alan bize neye inanıyorsak onu yansıtır! Yaşamım dediğimiz şeye bir bakalım, peki ya kuantum mekaniğinin bize sunduğu doğruysa, öyleyse şöyle bir sonuç çıkıyor ortaya… Ben yaşamı nasıl algılıyorsam, bunu bir radyo istasyonu gibi yayıyorum, yaymış olduğum bu titreşimler ebedi ve ezeli olan bu saf enerji alanına ulaşıyor ve bana yaşam deneyimleri olarak geri dönüyor. Öyleyse çevremde var olan herkes aslında yaşamı nasıl algılıyorsam bana onu yansıtıyorlar. Bu durumda ben yaşamı algılayış şeklimi değiştirmek suretiyle yaşamımı değiştirebilir miyim? Bu sorunun cevabı evettir… İnsanlık olarak bizler, bilincimizin genişlemesi neticesinde varoluşun çok boyutluluğuna açılırken, bu bilinci kucaklamalı ve yaşamımız üzerindeki sorumluluğumuzu almalıyız. Belki siz çevrenizdeki kişiler, olaylar… Tarafından kurban olduğunuzu düşünüyor ve kendinizi başkalarının yaşamını yaşayan, kendisi için hiç var olmamış bir kurban hissediyorsunuz. Ve onlar değişmedikçe yaşamınızın da asla değişmeyeceğini düşünüyorsunuz. Görmemiz gereken dış dünya ve iç dünyamız olarak algıladıklarımızın bir olduğudur. Ve bu noktada başlangıç noktası daima sizsinizdir. Siz değişirseniz dünya değişir, siz değişmezseniz, her şey olduğu gibi kalır… Artık yaşamınızı bu haliyle yaşamaktan bıktıysanız, ilişki çatışmalarından bıktıysanız, parasal sıkıntılardan bıktıysanız, tutkularınızı hayata geçirememekten bıktıysanız, yaşamla ilgili inançlarınıza bakarak başlayabilirsiniz. Bir kez yarattığınız etkilerin ve size geri dönüşümlerinin farkına vardığınızda ve yarattığınız her etkinin sorumluluğunu aldığınızda, saf enerji alanını bilinçli kullanmayı öğrenmeye başlarsınız. Şimdiye kadar hayatınızın gözleri bağlı araba kullanmak gibi olduğunu düşünün. Araba kullanmanın heyecanını yaşıyorsunuz, gitmek istediğiniz yere, ee biraz zor da olsa, (arabayı sağa sola çarpa çarpa) yine bir şekilde varıyorsunuz (belki vardığınız noktada o kadar yara almış oluyorsunuz ki bunu neden istediğinizi sorgular haldesiniz ) Yarattığınız etkiyi bilmek ve bilinçli farkındalıkla saf alanı kullanmak ise gözleri açık araba kullanmak gibidir. Nereye gittiğinizi görürsünüz! Bu çok önemlidir, nereye gittiğinizi görmek… Bu farkındalıktır… Farkındalık yaşamı görmenizi sağlar, yaşamın güzelliklerini görmenizi ve deneyimleyebilmenizi, bilinçli seçimlerle yaşamınızı sürdürebilmenizi…


www.facebook.com/TimarhaneDergi

24

Ve basittir, algılarınızı değiştirirsiniz, yaşamınız değişir… Şimdiye kadar gerçeklik olarak sıkı sıkı tutunduğunuz şeylerin kendi algılarınızdan ibaret oluşturduğunuz bir dünya olduğunu fark ettiğinizde, avuçlarınızı açmaya başlarsınız. Sıkı sıkıya korkularla, duygusal bağımlılıklarla tutunduğunuz tüm o şeyleri bırakmaya başlarsınız. Yaşamınız olarak algıladığınız gerçekliği sürdürebilmek için sarf ettiğiniz tüm kontrol çabalarını bırakmaya başlarsınız. Seçimlerin yaşamınızdaki önemini görür, her gün geliştirdiğiniz içsel farkındalığınızla kendinize yeni dünyanızı yaratırsınız. Ve bu sefer nasıl olmasını seçiyorsanız öyle bir dünya… Ve tüm bunlar basitçe şunu ifade eder; içinizdeki dünya ve dışınızdaki dünya bir’dir… Dünyanızdan size yansıyan ne varsa, içsel dünyanızın size geri dönüşümleridir. Ve bu mucizedir! İçsel dünyanızın fiziksel gerçekliğiniz olarak size döndüğü bilincini kucakladığınızda, artık dış dünyanızda yer alanları değiştirmeye çalışmaktan vazgeçersiniz. Dış koşulları yaratan sizsinizdir, ve eğer bu dış koşullardan artık hoşnut değilseniz, iç dünyanıza bakışınızı çevirir, algılarınızı değiştirir, ve bunun yaşamınızı nasıl mucizevi bir şekilde değiştirdiğini görmeye başlarsınız. Yaşamınızda mucizevî bir şekilde değişim yaratacak hiçbir varlık yoktur. Eğer elinde sihirli değneğiyle gelecek ve bir dokunuşuyla yaşamınızı dilediğiniz koşullara çevirecek bir insan, bir varlık, bir üstad, bir guru, ya da adı her neyse, o mucizevî şeyi bekliyorsanız, sonsuza kadar beklemek zorunda kalabilirsiniz. Yaşamınızdaki mucizeyi ancak siz yaratabilirsiniz, SİZ… Sihirli değnek şimdiye kadar kullanmadığınız içsel gücünüzdür ve o üstad da SİZSİNİZ… Geriye kalan her şey ve herkes içsel gücünüzü kucaklamaya giden yolunuzda size hizmet eder. Kendinizi keşif yolculuğunuzun keyifli olması dileğiyle Melodi Şule Devekaya


www.facebook.com/TimarhaneDergi

ŞİİR Aziz Duman “Zümrüdüanka’nın Melodraması”

Zümrüdü Anka’nın Melodraması Çökünce üzerine güneşın ışıltısı kıskanırsın; Sen buraya ait değilsin, Geceyle verdiğin uğraştan bellidir. Senin yuvan evrenin en ucun da… Evren bitmiyor ki Zümrüdüanka! Sen her zaman fazla geleceksin. Kanadına küsme sakın, Daha yıldızlara misafirliğe gideceksin, Kuyruklu olanına selamımı ileteceksin. Eğer senden bir eş daha olsaydı Zümrüdüanka; O zaman savaşacaktın, Ben ise sana dünyamdan gene küfredecektim. Gene de bir düşün, Tanrı küsmesin sana, Dünya seni bekler. Aziz Duman

25


www.facebook.com/TimarhaneDergi

26

Edebiyata nasıl başladınız? SÖYLEŞİ Bahattin Ceyhan

Biraz ani oldu. Aslında yazmaya başlamadan önce yerli bir fantastik romana dair düşünceler vardı kafamda. Daha doğrusu, “Saygın Ersin” fantastik edebiyat için en uygun coğrafyanın Anadolu olduğunu düşünüyordum ve fantastik eserlerin olmamasını bir eksiklik olarak görüyordum. Bir fikirdi, bir misyondu başlangıçta. Uzun süre Anadolu masalları ve söylenceleri üzerine çalıştım. Sonra bir gün oturup yazmaya başladım. İlginç bir deneyimdi, çünkü yazıp yazamayacağımı bile bilmiyordum. Ama bunu fazla kafama takmadım. Sadece yazmaya başladım. İlk romanım böyle çıktı. Sadece fantastik edebiyat adına işleyen onca siteler varken, FRP oyunları almış başını gitmişken; neden hala fantastik edebiyat olması gereken yerde değil. Ya da sizce iyi bir yerde mi? Hep aynı cevabı verdim, yine aynı cevabı vereceğim: Tam da olması gerektiği yerde. Çünkü yeryüzünde bazı şeyler, sadece olması gerektiği için olmaz. Yapılırsa olur. Evet; çok daha iyi daha yoğun olması gerekir ama şu ya da bu nedenlerden dolayı olmamıştır. Sanat temelinde bir toplumsal – kültürel birikim meselesidir. Eğer geçmişten gelen bir birikim yoksa öyle kendi başına hop diye, bir anda ortaya çıkmaz. Ben ve arkadaşlarım eserler ortaya koyduk, bir birikim yarattık. Bu birikim zaman içerisinde kaçınılmaz olarak büyüyecek ve gelişecektir. Fantastik edebiyat denildiğinde akla orklar elfler gelirken siz kendinize has üslubunuzla bunu kırdınız. Buna bağlı olarak belli bir hayran kitlesi edindiniz. Böyle farklı bir tarzı ortaya koymak, hali hazırda bulunan temalar üzerine kurgu yapmadan fantastik yazılar yazmak oldukça zor olmalı... Zülfikar'ın Hükmü'nü ne kadar sürede yazdınız? Kendimi beslemem ve kurgunun temelini oturtmam bir yıldan fazla sürdü. İşin yazma kısmı ise çok daha kolaydı. Yanlış hatırlamıyorsam dört ay gibi bir sürede romanı tamamladım. Saygın Ersin - Yedi Kartal Efsanesi 1 Zülfikar’ın Hükmü


www.facebook.com/TimarhaneDergi

27

Yanlış bilmiyorsam Zülfikar'ın Hükmü çok bir reklamla tanıtılmadı. Sizce kitabınızın duyulmuşluğunda internetin ne kadar etkisi vardı? İnternetin oldukça etkisi vardı tabii ki. Fakat bu etkiye benim katkım çok azdı. Zira, okurların da takdir edeceği gibi, berbat bir sosyal medya kullanıcısıyım. Bu yönüm çok zayıf. Fakat kitabın internet üzerinden ağızdan ağıza yayılışını izlemek benim için çok heyecan vericiydi. Net olarak Zülfikar'ın Hükmü ne kadar sattı, bunu bizimle paylaşır mısınız? Saygın Ersin

Toplamda beş bin ila altı bin arasında satmıştır diye düşünüyorum. Ama benim için çok daha önemli olan bir nokta var. Günümüzde tüm sanat ürünleri çok çabuk tüketilir ve hemen unutulur hale geldi. Fakat Zülfikar'ın Hükmü 2005 yılında basıldı ve hala biliniyor, okunuyor. Kitabı yeni keşfeden okurlarla tanışıyorum her gün. Kaç sattığı gerçekten hiç umurumda olmadı ve hala da değil. Benim için önemli olan, gurur verici olan kitabın 'tükenmemesi', raflarda olmasa da zihinlerde ve dillerde varlığını sürdürüyor olması. Pek çok insan gibi bende; benzeri pek bulunmayan Yedi Kartal Efsanesi serisini 3 kitapta bırakmamanız düşüncesinde olanlardanım. Elbette ki siz seriyi üç kitapta bırakmak isterseniz saygı duyacağız. Bir umut var mı, seri devam edebilir mi? Seri devam edecek tabii ki. Devam etmek zorunda. Yediler'i herkes bıraksa da ben bırakamam. Açıkça söylemek gerekirse Erbain fırtınası çıkana kadar, taklitlerinizi okumuştum. Ve o Türk Fantazyası tadını tam olarak alamamıştım. Ama sizin kitaplarınız bu tadı tam olarak sunuyor bize. Serinin ilk iki kitabı daha önce başka bir yayınevi ile piyasaya sürülmüştü, ikinci kitabın basımı neden bu kadar gecikti? Ateş ve Bedel için daha bekleyecek miyiz? Dürüst olmak gerekirse, Erbain Fırtınası'nın bu kadar gecikmesinde sorumluluğun çoğu bende. Hayat gaileleri, araya giren bir takım başka yaşamsal işler neden oldu bu gecikmeye. Fakat Ateş ve Bedel'de durum farklı. Çok zor bir kitap oldu benim için. Küçük bir ipucu vereyim: Yeni bir dil yaratmak haliyle insanın baya vaktini alıyor.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

28

Ben mi yanlış okudum yoksa gerçekten yayınevinde bile mi kitaplarınız tükendi? Evet, korkarım öyle. Ama Erbain Fırtınası'yla birlikte, Zülfikar'ın Hükmü de yeniden kitapevlerine dağıtılacak. Türk yazarlarına yeterli değeri vermeyen yayınevlerini suçlamak bizim kolayımıza geliyor, siz bu engeli aşmak için neler yaptınız. Çok basit bir cevap vereceğim: Disiplinli çalıştım ve ortaya iyi, tutarlı ve okunabilir bir roman çıkarttım. Röportaj öncesi yaptığım araştırmada size ve edebiyatınıza dair en ufak bir kötü söze rastlamadım. Size kitaplarınız hakkında hiç olumsuz eleştiri geldi mi? Ben de fazla rastlamadım ve inanın bunun eksikliğini çekiyorum. Olumsuz bir eleştirisi olan varsa lütfen bana ulaşsın. Ateş ve Bedel ne zamana çıkar bize bir tarih verebilir misiniz? Bence en geç bu yaz çıkmaması için hiçbir neden yok. İnternette aktiflik gösteren nadir yazarlardan bir tanesi sizsiniz. Bazı yazarlar bunun imajlarına zarar vereceğini düşünür. Sizin bu konudaki düşünceleriniz, internette bulunmanız size ne gibi etkileri Saygın Ersin - Erbain Fırtınası oluyor? Benim hiçbir zaman imaj kaygım olmadı. Eco'nun bir lafını çok severim: Yazar, yazdıktan sonra ölmelidir. Ben insanların beni değil, metinlerimi okumalarını isterim. İnternet üzerinden aldığım yorumlar, geri beslemeler bana her şeyden önce büyük bir moral kaynağı oluyor. Yazma isteğim artıyor. Okurlara karşı olan sorumluluk duygumu pekiştiriyor. Arada tatsız şeyler de oluyor ama bu hiç önemli değil.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

29

(Emekli Polisler Lokali okumadığım bir kitap ama araştırmama göre polisiye öykülerin olduğu bir kitap.) Bu kitap nasıl ortaya çıktı. Romanları ile ünlenen bir yazar olarak öykü kitabı çıkarmak için cesarete ihtiyaç duydunuz mu? Emekli Polisler Lokali tam bir deli işiydi. Çok sevdiğim editör arkadaşım Erdal Doğan, o yıllarda bir gazetenin hafta sonu ekini çıkartıyordu. Benden her hafta bir polisiye öykü yazmamı istedi. Ben de kabul ettim ve uykusuz geceler başladı. Her hafta bir kurgu yapmam ve bu kurguyu bir gazete sayfasında, yani yaklaşık yedi bilgisayar sayfasında anlatmam ve finali bağlamam gerekiyordu. Öyle günler oldu ki, Erdal bana “yüz elli karakter fazlamız var diyordu” ben de cümleleri kısaltmaya çalışıyordum. Hatta tüm 'fakat'ları 'ama'ya çevirdiğim bile oldu. Ekonomik yazmayı, basit kurgunun ne demek olduğunu bu sayede öğrendim. Çok farklı da bir iş çıkmış oldu ortaya. Derin imparatorluk oldukça etkileyici bir kitaptı. Metal fırtına sonrası kendine yer edinen politik kurgu türü Kurtlar vadisi ve Metal Fırtına ile mi içimizde yer edindi? Yoksa zaten bu tür öyküleri yaşayan ve üreten bir Türkiye mi vardı? Bu tür öyküleri bilinçaltında sürekli kurgulayan bir Türkiye vardı ve özellikle Metal Fırtına, insanların bu noktasına çok güzel temas etti. Herkesin en büyük korkusuna, paranoyasına dokundu. Ben Metal Fırtına'yı basılmadan önce okumuştum. İstiklal Caddesi'ne bombaların düştüğü sahneyi okuyunca, romanın ortalığı ayağa kaldıracağını anlamıştım. Derin imparatorluk Orkun Uçar ile beraber yazdınız. Kurguyu kim kime götürdü? Fikri ve temel kurguyu Orkun bana getirdi. Cümlesi bile insanı heyecanlandırmaya yetiyordu. Yakın bir geçmişte 12 yaşındaki Eren Demir kitabını okuyucuyla buluşturdu. Bu gün bitmiş kitabını bastıramayan pek çok yazar var, yayınevinde daha okunmadan incelenmeden reddediliyor mu gerçekten kitaplar ve projeler?

Saygın Ersin - Emekli Polisler Lokali

Maalesef hala bazı editörlere yeni bir yazarın romanını okutmak deveye hendek atlatmaktan daha zor… Ama onlara da hak vermiyor değilim. Birincisi çok yoğun çalışıyorlar, ikincisi çıkarlarını gözetmek zorunda oldukları bir ticari kuruluş var. Riski en aza indirmek istiyorlar. Yazar arkadaşlarara da bu konuda şöyle bir önerim var.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

30

Lütfen metinlerinizi tekrar tekrar, mümkün olduğu kadar tarafsız bir gözle gözden geçirin. Size yöneltilen eleştirilere kulak verin. Şunu unutmayın, yayınevine götürdüğünüz kötü bir metin sadece sizi değil, sizden sonra yayınevine roman verecek olan yazar arkadaşlarınızı da olumsuz etkileyecektir. Ateş ve Bedel den başka önümüzdeki süreçte yayına yakın kitap var mı? Evet var. Hem de çok yakında. Ama bunu biraz daha kendime saklamak istiyorum. Dergimizin ilk sayısını incelediyseniz görüşleriniz? İyi tasarım, iyi içerik... Gerçekten son zamanlarda gördüğüm en iyi işlerden birisi. Hatta kapağa ve sayfa dokularına baktıkça bende dokunma isteği oluşturuyor. Umarım bir gün raflarda da görebilirim.

Orkun Uçar - Saygın Ersin - Derin İmparatorluk


www.facebook.com/TimarhaneDergi

31

TIMARHANE KİTAPLIĞI

İsmi: Yaşlı Adamın Savaşı Yazar: John Scalzi Yayınevi: İthaki Yayınları Türü: Roman Yayın Tarihi: Mart 2012 Sayfa Sayısı:304 Fiyatı: 19 TL İnternet Fiyatı: 13,99 TL

John Perry önce karısının mezarını ziyaret etti. Sonra da askere yazıldı. İyi haber, insanların nihayet yıldızlara ulaşmış olmaları. Kötü haberse uzayda yaşamaya uygun gezegenlerin nadir bulunması -tabii bir de bu gezegenler için bizimle savaşmaya hazır uzaylı ırkların olması. Biz de o yüzden savaşıyoruz. Dünya’dan çok uzaktaki bu acımasız, kanlı, sonu gelmez savaş onlarca yıldır devam ediyor. Dünya izbe bir gezegen. Kaynaklarımızın çoğu Koloni Savunma Güçleri’nin elinde ve herkes emeklilik yaşına geldiğiniz zaman onlara katılabileceğinizi biliyor. KSG genç insanlar değil; onlarca yıllık bilgi ve beceri birikimi taşıyan insanlar istiyor. Bir daha dönmemek üzere Dünya’dan götürüleceksiniz. Askerde iki sene savaşacaksınız. Ve hayatta kalırsanız binbir güçlükle kazanılmış gezegenlerin birinde kendinize ait bir yuvaya kavuşacaksınız. John Perry bu anlaşmayı kabul ediyor. Nelerle karşılaşacağını bildiğini sanıyor. Fakat evden pek çok ışık yılı ötedeki gerçek savaş, onun hayal edebileceğinden çok ama çok daha zor -ve kendisinin zamanla neye dönüşeceği daha bile garip. “YAŞLI ADAMIN SAVAŞI akıllıca yazılmış ve baştan sona keyif veren harika bir roman.” THE CLEVELAND PLAIN DEALER “Olağanüstü… John Scalzi önce iyi, sonra çok iyi, sonra yine çok iyi yazıyor.” THE SAN DIEGO UNION-TRIBUNE


www.facebook.com/TimarhaneDergi

32

Yerin göğün adeta birbirine karıştığı o günde ölüm meleği gezintiye çıkmıştı. Elindeki deftere ölecek kişilerin isimlerini not ediyordu. O sırada kızgın iki bulut arasından çıkıp kendine gelen şimşekten “Destiny Note” kaçmaya çalıştı. Şimşekten kaçmak üzere verdiği tepki defterin elinden düşmesine neden oldu. Defteri yeryüzüne kadar takip etti ancak yakalayamadı. O sırada yoldan geçen Okiu karanlık bir cismin iki adım önüne düşüşüne şahit oldu. İlk etapta ürkmesine rağmen bastıramadığı merak duygusu onu defteri almaya zorladı. Yağmur sağanak halde yağmaya devam ediyordu. Defteri eğilip yerden aldı. Köşe başındaki durağa kadar hiç durmadan koştu. Durağa sığındı. Deftere göz atmaya fırsat bulamadan otobüs geldi. Kapılar açılınca derin derin ohladı. Hemencecik otobüse bindi. Durak kalabalıktı. Onunsa ayakta eve kadar yolculuk etmeye hiç mi hiç niyeti yoktu. Cam kenarı boş olan koltuğun birine kuruluverdi. ÖYKÜ Şevket Önder

Defteri düzeltti ve üzerindeki yazıyı okudu. ‘’Destiny Note’’(kader defteri) yazılıydı. İlk sayfasını açtı. Bomboştu tek bir harf dahi yazılı değildi. Kullanma kılavuzu vardı üstelik defterin kapağının iç yüzünde. Kullanım kılavuzu şu maddelerden oluşturulmuştu: - Deftere ismini yazdığınız kişi ölümü tadacaktır. - Deftere ismini yazdığınız kişinin ölmesi için onun yüzünü ve gerçek ismini bilmek mecburiyetindesiniz. - Deftere ismini yazdığınız kişinin ölümün nerede, ne zaman ve nasıl olacağını yazmanız gerekmektedir. Aksi takdirde adı yazılan kişi 6 saniye sonra kalp krizi geçirip ölecektir. - Defteri sizden geri almak üzere gelecek olan ölüm meleğiyle anlaşabilirseniz defter siz teslim edinceye kadar sizde kalacaktır. Not: Siz defteri kullanmaya başladıkça kullanım talimatları değişecektir… Okiu gülümsedi. ‘’Gerçektende güzel tasarım’’ dedi kendi kendine. O defteri incelerken otobüs de evinin yakınlarındaki durağa gelmişti. Otobüs durunca fark etti durumu. Hemen atladı aşağıya. Evlerini durağın birkaç adım ilerisinden rahatlıkla görebiliyordu. Oradan eve doğru yürüyordu. İçinde değişik hisler uyanmaya başladı. Sanki kendine yöneltilmiş bir çift göz onu takip ediyordu. Okiu adım attıkça arkasından gelen gölgeler olduğunu fark etti. Takip ediliyordu bundan emindi. Gecenin bu saatinde kendini soymak isteyeceklerini düşündü eve de yaklaşmıştı. Koşsa onlar kendini yakalamadan eve girebilirdi. Kendine güveniyordu bu konuda. Gölgeler karanlığın içinden kendine doğru iyiden iyiye yaklaştı. Okiu koşmak için hamle yaptığı sırada sevgilisinin sesini işitti. ‘’ Okiu benim Lisa, korkmana gerek yok.’’ Korkmak kelimesi gururuna dokunduğu için durumdan hemen sıyrılmak isteyen Okiu sevgilisine dönerek: ‘’ Korkmak mı? Güldürüyorsun beni.’’ dedi. Durumun mahiyetini sezen Lisa, Okiu’nun üzerine gitmekten vazgeçti. Yanına sokuldu elinden tuttu. Yağmur altında eve kadar yürüdüler. Evleri dip dibeydi.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

33

Önce Okiu ayrılıp eve girdi. İki adım sonrada Lisa evine girdi. Okiu eve girince annesini kendini enfes yemekler hazırlamış beklerken buldu. Üzerini değişmek üzere odaya çıktı. Odasında yabancı bir koku duydu. Kardeşi ya da annesininkine benzemiyordu. Pencereye baktı kapalıydı. Annesi ve kardeşi de aşağıda olduğuna göre odasına kim girmiş olabilirdi ki? Duvardaki beyaz boya renk değiştirdi. Simsiyah oldu. Okiu gözlerine inanamaz, şaşkın şaşkın beklerken ölüm meleği çıkageldi. Simsiyahtı her yanı. Kocaman gözleri vardı. Uzunca kanatlarının kanat açıklığı yaklaşık bir buçuk metre idi. Dişleri sivri ve çok keskin gözüküyordu. Efsunlu sesiyle: ‘’Merhaba Okiu ben…’’ o daha cümlesini tamamlamadan Okiu devreye girdi.’’ Sen s-s-sen-n-n ölüm meleği olmalısın ama bu nasıl olur!’’ Ölüm meleği o kocaman ağzını konuşmak üzere araladı. Yüzü güler şekildeydi ama her haliyle ürkütücüydü. ‘’Evet, Okiu ben ölüm meleği Zing. Beni gördüğüne şaşırdın değil mi. Şaşırma; çünkü elinde tuttuğun defter kader defteri ve o deftere dokunan herkes beni görebilir’’ dedi. Okiu gözleri fal taşı gibi açılmış halde ölüm meleğine bakarken annesi daldı odaya. ‘’Dakikalardır sana sesleniyorum neden aşağı gelip yemeğini yemiyorsun’’ dedi. Okiu hala ölüm meleğini süzmekle meşguldü. Annesini fark etmemişti. Yanına gelip kolundan tuttu. Okiu annesinin temasıyla sıçradı. O sıçrayınca annesi de korktu. Endişeye bulanmış kızgın sesiyle, “Nereye bakıyorsun sen öyle’’ dedi. “H-i-i-ç! Hadi yemeğe inelim anne’’ dedi. Okiu karmaşıklığa boğulan sesiyle… Ertesi Sabah Okul vaktinin geldiğini haber veren alarm sesiyle uyandı. Kıyafetlerini giyip kahvaltıya indi. Birkaç lokma atıştırıp evden çıktı. Ölüm meleğiyle birlikte… Gece boyu sohbet etmişlerdi ta ki Okiu uykuya yenik düşene kadar. Birlikte metroya binip okula kadar gittiler. Ölüm meleği sürekli Okiu’ya sorular soruyordu ancak Okiu dikkat çekmemek için kuytu köşeler bulana kadar ona cevap vermiyordu. Okula en yakın durağa gelince metrodan indi. Gözlerinin önünde o sırada gerçekleşen soyguna hiçbir müdahalede bulunamadı. Sadece kadının yanına koştu. “İyi misiniz bayan bir şeyiniz yok ya ?” dedi. Kadın “Teşekkürler evladım iyiyim’’ dedi. Okiu’nun gözlerine bakarak konuşmaya devam etti. O serseri kapı komşumun oğlu annesi hasta onu bir başına bırakıp öylece gitti. Şimdide hırsızlık yapıyor. Birkaç kez de evimi soymuştu.’’ Okiu hemen ismini sordu. Defteri kötüleri bu dünyadan silmek için başlatacağı devrimde bu ilk adım için gayet iyi olacaktı. Kadının dudaklarından çırpınarak çıktı adı. Sanki onu şikayet ettirmek istemiyordu. “Yanaki Okozari” dedi. Okiu deftere Yanaki Okozari yazdı. Ölüp ölmediğini çok merak ediyordu. Bunu anlamak için metronun merdivenlerinden yukarı çıktı lakin onu göremedi. Okula doğru yürümeye devam etti. Ölüm meleği sırıtarak “Hala istediğini alamamış gibi görünüyorsun’’ dedi. “Onun öldüğünü görmeden asla” dedi Okiu. Okulun önüne vardığında öğrencilerin çoğunluğunu kavga eder vaziyette buldu. Onlara doğru yaklaştı. Durumun kavga olmadığını yanlarına vardığında anladı. Biri ölmüştü ve herkes onun başına toplanmıştı. Kim olduğunu görmek için kalabalığı yarıp içeri kadar sokuldu. Gördüğü manzara karşısında dehşete kapıldı. Ölen adam az önce metroda kadının çantasını çalan şahıstı. Dehşete kapıldı. Etrafına çaktırmadan sinsi sinsi güldü. Artık o da bir ölüm meleğiydi.

Şevket Önder


www.facebook.com/TimarhaneDergi

34

ŞİİR Mustafa Köker “Gittin”

Mustafa Köker

Gittin.. Gelmelerinde gizli gidişlerin varmış aslında fark edememişim.. Uçsuz bucaksız sandığımız bu yol aslında dar bi sokaktan başka bir şey değilmiş.. Yan yana gelmeden, elinin sıcaklığı yüreğime işlemeden, gözlerinin kahveliğinde boğulmadan gittin. Ne çabuk yoruldun oysa ki.. Ben senin avucunun içindeki yollarda kayboldum. Kader çizgileri derlermiş haklılarmış. Benim kaderim ellerinde çiziliymiş. Sen en çıkmaz yolummuşsun meğer.. Ben seni bulmaya çalıştıkça kaybetmişim.. Umarsız bir hastalık gibi yayılırken yüreğime, Seni bir giz gibi susuşlarımda saklamışım... Kelimeler yardım etmediğinde derdimi anlatmaya, boğazımdan bir düğüm çıkarmışım.. Sonra susamadım hiç.. Sensizlikle konuştum, Ona dokundum. Yağmurlu günlerin ıslaklığını sensiz yaşadım.. Hani haberin olursa diye göz yaşlarımdan, sensiz aciz olduğumu görme diye hep yağmurlarda ağladım.. Aslında gözyaşlarımın yanağımda yaptığı yolu gör istedim.. O yoldan bir gün sen geç istedim, bir gün uyandığında sol yanın yansın istedim.. Kilitler vurdum gel deyişlerime. Paslı kaldım sensizlik sağanağından. Anlatamadım kimselere sen gitmeyenimdin. Bana Benden çok yakın bildiğimdin. Oysa sen gittin. Yokluğuna gebe geceler her güneş batışında sensizlik doğurdu. Ben Sensizlikten eksildim. Yok oldum günden güne.. Herkesi sığdırdığın kalbine bir benlik yer açamadın sadece.. Sen gittin.. Ben yokluğumu varlığına armağan ettim.. Giderken bastığın topraklara gelişler ektim.. Tek mevsim yaşadım ayrılığı; Hep yağmurlu Hep Sonbahar.. Sessiz cinnetler biriktirip yokluğunun yarattığı kaosla savaştım. Bir gün aralayacağını bilseydim kapımı; Bu savaşın kahramanı ben çıkardım.. Ama sen Ama sen gittin.. Sen önümüze çıkan ilk yol ayrımında terk ettin.. Sen gidince bu şehirden; Dar geldi bu dünya, Misafir saydım kendime kendimi. Geç oldu artık.. Bende kendimde çok duramadım.. Gittim.. Gittin.. Gittim..

Mustafa Köker


www.facebook.com/TimarhaneDergi

35

MARSTAN GELEN MESAJ Bahattin Ceyhan

Kıyamet yılının üçüncü ayındayız. Ama hayat hala normal gidiyor. Yeni yıla henüz girmişken Yüksek Sadakat “Renk Körü”nü çıkardı. “Kıyamet Yılı Kanımca çokta iyi bir albüm değil. Ama yine de Rock Alametleri” iyi tepkiler alan bir albüm. Sanat bir yana; şarkılar pek bir sönük geldi bana. Belki ilerleyen zamanda ısınırım bu şarkılara. “Katil Maktûl” oldukça iyi bir albümdü, albüm piyasaya çıkar çıkmaz şarkıları dillere dolanmaya başlamıştı. Şimdi bunu göremiyorum. Elbette pop müzik yapmıyorlar onlar ama insanlara dinletmek için sanat yapıyorlar. Kolpa; özlemle bekleniyordu albümleri: Cover’larla ün yaptılar, çabuk sönerler diye çok söylenmişti onlara. Sonra “Son Nefesim” tek başına bu eleştirileri yıktı. Ama tek şarkı dinleyiciyi kısa süre idare edecekti. Onlar çoktan hazırlıklarına başlamışlardı yeni albümün. Ocak ayında dinleyici ile buluşan yeni albüm ve yeni şarkılar dolu dolu bir Kolpa albümü. Albümde Son Nefesim şarkısının akustik versiyonu da var. Çıkış parçaları albümün isim parçası, “Yatağın Soğuk Tarafı” oldukça güzel bir şarkı. Lakin benim albümde daha çok sevdiğim iki şarkı var “Düş Yakamdan” ve “Beni Aşka İnandır”. Bir de “Düğüm” var ki… Yalnızlığın şarkılarını yorumlayan bir grup Kolpa. Gökçe de yeni albüm çıkardı bu yıl. O şarkıların da Balkan müziğini, etnik ve pop rock, samimiyeti, çılgınlığı, belki biraz R&B ve hatta 70 lerin müziğini tattıran şekerleme gibi bir müzik sunuyor. “Böğürtlenli Reçel” ve “Beş Kuruş Yok” tan sonra şimdi Kaktüs çiçeği bu sıfatlara sahip olarak çıktı. Dinlenmeyi hak eden bir albüm. Çıkış parçası “Ne Yapardım” da sanki biraz hiciv havası seziyorum… Bir ilkokul çocuğunun ağzından çıkmış gibi “Oh Olsun”. Karşılama orkestrası gibi “Sorma Neden”, üstüne Hayko Cepkin tadı var bu şarkıda. Albümdeki tek cover “Kıskanırım Seni Ben”; aşk dolu, bağırası geliyor insanın… Teoman “Konserler” albümünü çıkardı. Bu albüm onun müziğe dönüş ışığı mıdır, onun ardından prim yapmaya çalışan müzik şirketinin işi midir bilmiyorum. Yorum yapmıyorum. Albüm iş yapar, bariz… Çok öncesinde küçük bir hayran kitlesi olan ve bir dizi ile ünlenen Pinhani; resmi internet sitelerinde dinleyiciye sundukları üç Singledan sonra yeni albümlerini piyasaya sürdüler. Albüm uzun yol şarkıları tadında. Bütün şarkılar “Günaydın sevgilim” kadar sakin. Ünlendikleri şarkı Hele Bir Gel tadında hiç şarkı yok albümde. Feridun Düzağaç tribute albümünde bulunan “Çok Aşık” şarkıları da albümde yer almakta. Eski şarkıların çokluğu albümün güzelliğini bozmuyor, şarkılar birbirini tamamlıyor.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

36

Can Bonomo Eurovizyon’a seçildiğinde Türkçe bir şarkı yapmasını dilemiştim. Ama “Love Me Back” güzel şarkı doğrusu. Kültürümüzü yansıtması gerekiyorsa yansıtıyor. Bonomo’nun tadını sunması gerekiyorsa sunuyor. Dereceyi sonuna kadar hak ediyor. Ama müzikten çok siyasetin konuştuğu yarışmada yine de derece alacağına inandığım bir şarkı. Bu yetenek onda var! Bu yıl bir albüm de Manga çıkarsa hiç fena olmayacak. Sanırsam çıkaracak, Rezalet çıkarasım var… Bahattin Ceyhan

ŞİİR Eray Usta İlluminati

İllüminati tüm oyunları bitiğinde perdeler kapanıp ortadan kaybolur. Sen hala izlediğin oyunun içindesindir. Büyülenmişsindir. Gülümserler "sadece bir oyundu ki.." Zaman zaman izlediğin oyunun büyüsünden kurtalamayıp çocuklaşarak kendini o oyunun kahramanlarından biri zannedersin. Ya bir senarist yada bir baş rol oyuncusu olarak karşımıza çıkarlar. İllümünati hayatımızın her alanında..... Onlar televizyonlarda, sinemalarda, sembollerde, kitaplarda, şiirlerde... Atom zerrecekleri gibi yaşamımıza dağılmışlardır. Yüzeysel görünmezler araştırmalar sonucu onlarla bütünleştiğinde mevcudiyetlerinin farkına varırsın. Verdikleri mesajlar her birey için farklı farklıdır. Onların içinden kendine ait olanı seçersin. İllüminatinin dünya ile ilişkisi, ruhun bedenle olan ilişkisine benzer. Sahip oldukları ruhaniyet manevi Dünya'yı yönetecek kadar güçlüdür. Maddesel gerçeklerle ruhun ispatı mümkün olmadığı gibi, onların ispatıda mümkün değildir. Her ne kadar ruhun varlığı ispat edilemesede var olmaması söz konusu olamaz. Ruh bedeni yönetir, bedende gerçek dünyada yaşamını sürdürür. Eray Usta


www.facebook.com/TimarhaneDergi

ÖYKÜ Gökcan Şahin “Gözünden Yıldız Akan Kız”

37

Yüzyıllardır aynı işi yapıyormuşçasına rahat tavırlarla yan flütünü üfleyen metro müzisyenine yine para vermemiştik. Arkamızdan sitem eden melodilere aldırmadan, ‘Hızlı Adımlar Korosu’nun iki ferdi halinde yürümeye devam ettik.

Akşamlardan cumartesiydi. Uzun zamandır görüşmeye fırsat bulamadığım Onur’la gerçekleştirdiğimiz Taksim buluşmasından evlerimize dönüyorduk. Mecidiyeköy metro istasyonundan metrobüs durağına yollanmaktaydık. Orada güzergâhlarımız, birbirine zıt iki yöne ayrılacaktı. Üç saatlik yoğun sohbetin yarattığı zihinsel yorgunluktan ve belki de konuları tüketmiş olduğumuzdan ikimiz de sessizdik. Yalnızca çok işimiz varmış gibi acele ediyorduk. Bir yandan da otuzlu yaşlarında sağlıklı iki erkek olarak, karşıdan gelen dişilerin çiftleşmek için uygun olup olmadığını içten içe tartarak doğal görevimizi yerine getiriyorduk. www.gokcansahin.blogspot.com

Aralarından birine ikimizin birden gözü takıldı. Ama benim gözüme daha çok takılan, Onur’un gözünün ona takılması oldu. Bu öyle bir takılmaydı ki, adam az kalsın sendeleyip düşecekti. Adımları aksadı, yavaşladı, kaşları çatıldı, gözleri büyüdü. Kızın görüş alanımıza girip yanımızdan geçmesi arasındaki birkaç saniyede Onur Onur’luktan çıktı. Anlamamış gibi sordum, “Ne oldu abi? İyi misin?” Cevabı benim soruma ait değildi, “Resmen oydu yahu!” Yürümeye devam ediyorduk, ama o birkaç kez arkasına baktıktan sonra ancak normal ritmine dönebilmişti. “O kızı tanıyor musun?” diye sordum. Başını salladı. “Ee, ne oldu o zaman? Aranızda bir mevzu mu vardı? Hiçbir şey anlamadım,” dedim. Başının güzergâhı dikeyden yataya döndü. “Yok, o şekilde tanımıyorum. Çok tuhaf abi.” “Tuhaf olan ne lan, söylesene,” dedim sabırsızca. Metro tünelinin sonuna gelmiştik. Merdivenlerden açık alana çıkmak üzereydik. “Nereden bilinçaltıma girmiş acaba?” diye mırıldandı. Yine soruyla cevap birbirini tutmuyordu. “Bilinçaltına mı girmiş?” Onur aniden varlığımı fark edip sorduğum tüm soruları aynı anda idrak etti. “Bu kızı rüyamda gördüm. Hem de birkaç kez.” İngilizce kursu reklamı yapan iki genç, merdivenlerin çıkışında önümüzü kesmeye çalıştı. Onlara karşı kullanılabilecek en önemli silahımızı kullandık: Umursamama. Ellerindeki broşürleri geri çekip diğer avlara yöneldiler. “Rüyanda gördüğün kız karşına mı çıktı senin az önce?” “Aynen öyle.”


www.facebook.com/TimarhaneDergi

38

“Gidip sorsaydın ya, niye giriyormuş rüyalarına?” “Hemen geyiğe bağlama lan.” “Tamam, lan tamam. Kız da güzeldi ama ha.” Aslında ‘güzel’ lafı onun yanında çok cılız bir ifade kalırdı. Sadece güzel değildi, orijinaldi, cesurdu, başka bir âlemden gelmişti. Görünüşü daha ilk andan aklıma kazınmıştı. Dikkat çeken ilk özelliği yüzünün sağ tarafındaki yıldız dövmeleriydi. Gözünün sağ ucundan başlayıp elmacık kemiğinin altına doğru inen iki sıra halinde minik yıldızlar kara bir ışık yayıyordu sanki. Omuzlarına inen düz, siyaha çok yakın lacivert saçları dövmelerin üzerine hafif bir gölge düşürüyor ama kapatmıyordu. Çenesinin sağ kısmında ve sol yanağında çizgi şeklinde izler vardı. Yaza iziydi muhtemelen. Bıçakla çizilmiş gibi ince ve düzgündüler. Mavi gözleri desenli gibiydi. Uzaktan bile tuhaflıkları belli oluyordu. Açık mavi irisinde belli belirsiz ışık çakmaları, hafif titreşimler ve sürekli bir devinim görünüyordu. Korkutucu ama çekiciydi. Üzerinde siyah kumaştan, en az kendisi kadar tuhaf bir giysi vardı. Fantastik bir romandan fırlamış yaratık avcısı ya da başka bir gezegenin savaşçı amazonu gibi dik, sert bir yürüyüş tutturmuştu. Ayakkabıları topuklu değildi, makyaj yapmamıştı ve en tuhafı çantası yoktu. Bu dünyadan olması imkânsızdı. “Dört kere gördüm ben bu kızı rüyamda. Hatta deftere not ettim. Yüzündeki dövmesi olsun, gözlerinin tuhaf rengi olsun, giysileri olsun aynen betimledim. Akşam face’den fotoğrafını bile gönderirim defterin istersen,” dedi Onur. “Tamam lan, inanıyorum sana.” Ani bir hareketle cep telefonunu çıkardı. “18.27,” dedi. Biz göreli beş dakika geçmiş olsa 18.22.” “Saat kaçta gördüğünü mü hesaplıyorsun?” “Evet. Yarın gene gelirim bu saatlerde ben.” “Off, o kadar mı taktın sen bu kızı kafaya?” “Taktım tabii. Bu işi çözmezsem kafayı yerim. Gerçi bir de cesaret meselesi var. Yarın yine görsem bile durdurup ne diyeceğim ki?” “Ciddi ciddi yarın gelecek misin buraya?” Tereddüt etmedi: “Geleceğim dedim ya. Dört kere rüyamda gördüm diyorum sana.” “Rüyanda gördün de nasıl gördün? Sevişiyor muydunuz, ne yapıyordunuz?” Ayıp bir şey söylemişim gibi baktı. “Yok be, normal fantastik rüyalar işte. Maceralar oluyor, bu kız bir yerde karşıma çıkıyor, öyle şeyler.” “İyi karakter mi oluyor, kötü karakter mi?” “Hımm, onu tam bilmiyorum ama gördüğüm an takılıp kalıyorum. Birinden kaçıyorsam kaçmayı bırakıyorum mesela.” Metrobüs istasyonunun turnikelerine varmıştık. İstanbul Kart’larımızı okutup istasyona çıkan merdivenlere yöneldik. “Şu, kadınların rüyalarına giren adam hikâyesini biliyor musun sen?” diye sordum merdivenlerden sıkış tıkış tırmanırken. Hayatımız merdiven tırmanmakla geçiyordu resmen. “Kadınların rüyalarına giren adam mı? Yoo,” dedi merakla.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

39

“İnternette okudum ben de. Şöyle bir olay: Kadının biri psikiyatra gidiyor, rüyasında sürekli bir adam gördüğünü söylüyor. Bu adam, kadına hayatıyla ilgili öğütler veriyormuş işte rüyasında. Sonra adamın robot resmini çiziyorlar kadının tarifine göre. Ortaya kalın kaşlı, yuvarlak kafalı, saçları yanlara taranmış bir tip çıkıyor. Ya kesin görmüşsündür internette resimlerini.” “Yok abi, bilmiyorum valla. Ee?” “Sonra aynı psikiyatrın başka bir hastası tesadüfen bu resmi görüyor. Diyor bu adamı tanıyor musunuz, rüyalarımda görüyorum bu adamı.” “Oha, işe bak,” dedi az önce kendi başına gelen şeyi unutmuş gibi. “Sonra bu psikiyatr resmi başka hastalarına gösteriyor, doktor arkadaşlarına gönderip onlara da kendi hastalarına sormalarını söylüyor. Yayılıyor böyle. Ve çok tuhaf bir biçimde, başka kadınların da aynı adamı rüyalarında gördüğü ortaya çıkıyor.” “Ne oldu sonra? Çözüldü mü olay?” “Bilmiyorum valla. Araştırmadım bir daha. Gerçi doğru mu değil mi ona da güven olmaz. İnternet ortamı sonuçta...” Metrobüs istasyonunda iki tarafımızdan gri araçlar geçip giderken biz ayakta dikilmiş hâlâ konuşuyorduk. Yorulmuştum ve eve gitmek istiyordum ama konuyu da nasıl kapatacağımı bilmiyordum. “Abi benim şu durum doğruysa -ki kafayı yemediysem doğru- o da doğrudur bence. Kıyamet alametleri midir nedir? Az kaldı zaten 21 Aralık’a.” “Yok be, ne alakası var?” dedim. “Neyse, dağılalım istersen artık. Face’den falan haberleşiriz, neler olduğunu anlatırsın sonra.” “Oldu, görüşürüz,” dedi. Tokalaştık, öpüştük ve ayrıldık. Metrobüse biner binmez suratımda, engelleyemediğim bir sırıtış peyda oldu. ••• Uyku ile uyanıklılık, canlılık ile cansızlık, yaşam ile ölüm, var oluş ile hiçlik arasında, hepsini kapsayan, hepsini kabul eden bir zaman-mekândayım. Zihnimin en ücra, en dokunulmamış, en kilitli noktalarına erişmeye çalışıyorum. Beni dışarıda tutmaya çalışan gerçekliğin zarını tüm gücümle geriyorum. Birazdan o zardan, tıpkı tülbentten sızan su gibi sızacağım ve görünmeyeni görecek, bilinmeyene ulaşacağım. Bu bir ibadet; ama yaratıcıya yapılan değil. Bu bir inanç veya din değil. Yaratıcı yok, tanrı yok, o sadece gerçekliğin zarını sıkılaştıran, insanları dışarıda tutmaya yarayan ve yine insanların yarattığı bir fikir. Percy Shelley der ki: “Eğer sonsuz iyiliğe sahipse, neden ondan korkmamız gereksin? Eğer sonsuz bilgeliğe sahipse, neden geleceğimizle ilgili şüphelerimiz var? Eğer her şeyi biliyorsa, neden ihtiyaçlarımız konusunda onu uyarıyor ve dualarımızla onu yoruyoruz? Eğer her yerdeyse, neden onun için tapınaklar inşa ediyoruz? Eğer adilse, neden onun zaaflarla doldurduğu varlıkları cezalandıracağından korkuyoruz? Eğer kavranamazsa, kendimizi neden onunla meşgul ediyoruz?”


www.facebook.com/TimarhaneDergi

40

Ben olmayan bir tanrıya dua etmiyorum, ben kendi içimde var olanı dışarı yansıtmayı öğreniyorum. Bir Ziu-Dran olarak, sıkıcı gündelik dünyamıza başka bir âlemin kapılarını açıyorum. Ölümün eşiğindeyken beni geri getiren Odnizan’ın açtığı yolda, hiçbir kurala bağlı olmadan, sadece kendi istediğim gibi yaşıyorum. ••• Saçlarımın okşanmasıyla kendime geldim. Televizyonun karşısındaki tekli koltukta oturuyordum. Ayağımı pufa uzatmıştım. Uzun süre açık kalan televizyon, bekleme özelliğini kullanıp kendini kapatmıştı. Saat gecenin ikisiydi. Uyuşmuş bacaklarımı yere indirirken “hoş geldin,” dedim hâlâ saçlarımda dolaşan ellerin sahibine. “Yoruldun mu bugün?” dedi. Mavi gözleri ve yıldız dövmesi, karşıdaki vitrinin camında bile belli oluyordu. “Biraz,” dedim. Yalandı. Ziu meditasyonu sırasında uyuyakalabildiğime göre epey yorulmuştum. Zarif adımlarla sağ tarafımdaki ikili koltuğa oturdu. Yaslandı, bacak bacak üstüne attı. “Bu gece de gireyim mi rüyasına?” diye sordu. Sesinde neşe ve muziplik tınıları vardı. “Gir gir. Yoğun saldırıya başlayalım. Yarın da aynı saatte aynı yerde seni bekliyor olacak.” “Tamam, orada olurum.” Dolayısıyla ben de oralarda olmak zorundaydım. Sıradan insanlara görünebilmesi için etrafında bir Ziu-Dran’ın olması gerekiyordu. “Bu kez onu fark ettiğini göster,” dedim. “Hatta ne yap biliyor musun? Bu gece rüyasında göz kırp, ya da o tarz bir işaret yap. Yarın da aynısını metroda yap. Sonra da ortadan kaybol. Peşinden gelse de bulamasın, kafayı yesin.” “Tamam, o iş kolay. Sonra ne olacak peki?” “Dozunu iyice arttırırız. Nasıl olsa Facebook’tan bana her şeyi anlatır. Bana çektirdiği kadar acı çektiğini anladığımda bitiririz.” “Neden kendini bu kadar yoruyorsun ki?” diye fısıldadı kulağıma. “İstediğin zaman gidip canını alırım.” Alırdı, biliyordum. Öldürmesini istediğim herkesi öldürürdü. Benimle ilgili tek bir iz bırakmaz, pişmanlık hissetmez, tereddüt bile etmezdi. Odnizan bana, tarihte birçok Ziu-Dran’ın bu yöntemle ardında binlerce leş bıraktığını anlatmıştı. Sıradan bir insanın gördüğü an korkudan ruhunu teslim edeceği çirkinlikteki Odnizan, bana görünmeye başladığından beri çok şey anlatmış, adeta beni baştan yaratmıştı. Gözlerinden yıldız akan kız da onun bana verdiği bir hediyeydi. Odnizan gibi kız da bir An-Ziu’ydu -diğer bir deyişle bir Ziu diyarı yaratığı- ama Odnizan’ın tersine dayanılmaz bir güzelliğe sahipti.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

41

Ama hayır. Ben o diğer Ziu-Dran’lar kadar kötü karakterli değilim. Zaten bir insanı canından etmek onu cezalandırmak anlamına gelmez. Onu sevme gafletine düşmüş masum insanları cezalandırmak olur bu. Onur’u neden cezalandırmak istediğime gelince… Ortaokulda sınıf arkadaşım ve komşumdu Onur. Annemle onun annesi de yakın arkadaş olduklarından sürekli etrafımdaydı. Bana yaptığı kötülük tek bir olaydan kaynaklı değil, uzun vadede kişiliğimi etkileyecek derecede psikolojimi etkileyen davranışlarıydı. Beni hor görmesi, insanların yanında alay edip aşağılaması, durmadan iftira atması, tehdit etmesi, kopya istediğinde vermezsem okul çıkışında dövmesi ve bunu anneme söylersem daha kötü dövmesi gibi... Kendime güvenimin yavaş yavaş yok olmasına sebep olmuş, tabiri caizse çocukluğumun da hayatımın da içine etmişti. Üstelik yaptıklarının beni nasıl etkilediğini hiçbir zaman fark etmemişti. İlerleyen yıllarda nadiren internet üzerinden konuşmak dışında bir ilişkimiz olmadı. Ziu gücünü elde ettiğim zaman sırf intikam için yakınlaştım ve nihayet bugünkü buluşmayı ayarladım. “Ha, bu arada,” dedim gözlerine bakarken çarpılmaktan korktuğum kıza, “bugün Çou’nun lafı geçti.” “Aa, siz mi andınız onu? Kulaklarım çınladı diyordu akşam.” “Kadınların rüyalarına girmesi olayını anlattım. Biraz daha korksun bizimki diye. Hâlâ devam ediyor muydu o?” “Etmez mi! Bir yandan beslenirken diğer yandan kadınların dertlerini dinleyip öğütler veriyormuş güya.” “Rüyalardan beslenen An-Ziu’ların bu kadar obur olmaması lazım ama,” dedim esprili bir ciddiyetle. “Biz de öyle diyoruz. Dinlemiyor ki. Her neyse, ben işe koyulayım artık,” diyerek ayaklandı. Yanıma geldi, lacivert ojeli sivri tırnaklarıyla yanağımı okşadı. Arkamdaki duvardan geçip ortadan kayboldu. İsmim Pir Eren Çağıl. Otuz dört yaşında bir Ziu-Dran’ım. Bir yaratıcının varlığına inanmıyorum; ama bir tanrı olma yolunda ilk adımlarımı atıyorum. Odnizan’ı son gördüğümde bana şöyle demişti: “Önce bu dünyayla olan hesaplarını kapat. Ne borcun olsun, ne alacağın. Terazin dengeyi bulduğunda geri geleceğim.” İlk alacağımı kapatmak üzereyim Odnizan. Geldiğinde sana soracağım çok soru var. Örneğin, bir insan bir An-Ziu’ya âşık olursa ne olur? SON Gökcan Şahin www.gokcansahin.blogspot.com


www.facebook.com/TimarhaneDergi

ŞİİR Nuray Tekin

içinde ışık dokuyan örümcek

“Işıktan Fırtına”

ışıktan küre!

I.

düştüm hızla gözpınarlarımdan içine

beyaz sedef yaprak

gözlerime üşüştü tüm evren

pırıltısı göz ucuyla

ışıktan fırtına!

Ne kadar parlak!

geçiştik genişleyen boyutta

belleğin kara delikleri(nde) kaybolan evrenlerim

beyaz sedef koza

II. beyaz sedef yaprak üzerinde salınan ışıktan küre doğrudan baktığın anda yok olur sabitlenerek bakışına beyaz sedef yaprak üzerinde ışıktan küre görünmez boyutların dalgasında salınır göz ucuyla

dokunduğum yerde varlığım küçük izdüşümüm içinde yokluk ışıktan boşluk! sedef kanatlarımı açtım yükseldim birlikte kanat çırptık beyaz sedef an ışıklı kanatlarına aldı gördüm kendimi onun kollarına attım ağladım ışıktan bir bulutta var’dım

42


www.facebook.com/TimarhaneDergi

43

TIMARHANE KİTAPLIĞI

İsmi: Bahçe Partisi Yazar: Katherine Mansfield Yayınevi: Can Yayınları Önsipariş: 06.03.2012 Türü: Öykü Fiyatı: 17 TL İnternet Fiyatı: 14,45 TL

Tanıtım Bülteni: Öykünün bir edebiyat türü olarak gelişmesine büyük katkısı olan Katherine Mansfield, Yeni Zelanda’da başlayıp İngiltere’de ve Fransa’da devam eden kısacık yaşamına çok önemli eserler sığdırmayı bilmiştir. Şiirsel öğelerle süslü, farklı bir düzyazı üslubu geliştiren yazarın, psikolojik çatışmalar üzerinde odaklanan incelikli işlenmiş öykülerinin örtülü anlatımı ve gözlem derinliği Anton Çehov’un etkilerini yansıtır. Bahçe Partisi, Mansfield’in yeteneğinin doruğa ulaştığı eseridir. Kitapta yer alan on beş öykü, XX. Yüzyıl başlarken dünyanın, kişilerin ve toplumun nasıl değiştiğine tanıklık eden yapıtlardır. Her biri farklı değer taşıyan öyküleri arasındaki “Ölü Albayın Kızları”, düş kırıklığının usta anlatımıyla edebiyat tarihine geçmiştir.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

44

Bazen sığmıyorum şu şehre. Üstüme üstüme geliyor sanki… Gözlerimde ağır bir acı hissediyorum, yanıyor gözlerim gözkapaklarımı her sefeÖYKÜ rinde açıp kapayınca. Öyle yorgunum ki kaldıraİshak Saka mam biri bir şey dese… Zaten olabildiğince tekdüze geçmiş dersim, sırtımdaki çantayı dahi zor“Sabaha Kaldı” sunuyorum taşımaya. Ne çok şikâyet eder oldum www.ishaksaka.blogspot.com her şeyden, çoğu kez kendimden bile nefret edecek durumdayım. Ne acizim… Tramvay durağı daha önce bu kadar çileli görünmemişti gözlerime. Onca sıkıntı, stres yetmemiş gibi bir güzel yağmur da atıştırıyor ki al buyur buradan yak. Bir ceset gibi yığılmışım tramvay durağındaki banka. Bir damla düşüyor burnumun ucuna, daha eve kadar yürüyeceğim mesafe geliyor gözlerimin önüne. Bir damla daha düşüyor parmağımın ucuna, ellerimin üşüdüğünün farkına varıyorum. Gelmek bilmedi şu tramvay da… O gelmeyedursun tekrar şehir geliyor aklıma. Üzerime yürüdüğünü sanıyorum. Aklımı mı yedim ben? Hava kararıyor, soğuk cabası... Tramvayın gelmemesi bir yandan… Her şeyden de o kadar şikâyetçiyim ki, dokunsan bin patlarım dokunanın yüzüne. - Daha kaç dakika var? diye soruyor karşımdaki genç, güvenlik görevlisine. - Beş dakikaya gelir, diye cevaplıyor o da. Bakmaya mecalim olsa çıkarıp bakacağım saatime de ona dahi bakmak gelmiyor içimden. Umut ediyorum, umarım erken gelir. Eee boşuna dememişler umut fakirin ekmeği diye. Derken bir damla daha düşüyor yanağıma, artık daha da eminim beklentimden, umarım gerçekten beş dakikadan da erken gelir. Bir damla daha düşüyor, bir damla daha, bir damla daha. Keşke şu arkamdaki arabaların korna sesleri de olmasaydı… Yavaş yavaş ayağa kalktıklarını görüyorum yan banktaki kişilerin. Karşımdaki yolcular da yerdeki geçilmesi yasak sarı çizginin yanında sıra ile doluşmaya başladılar. Demek ki geliyor tramvay. Güvenlik görevlisi düdük çalıyor uzağa duyurmak istercesine: - Sarı çizgiyi geçme güzel kardeşim! Gerçekten biraz sonra da gelip karşımda duruyor tramvay. İçi de kalabalık, üstüne bu duraktakiler de eklenince tam oluyor. Zor zekât bir yer tuttuktan sonra, kondüktör kapatıp kapıları bir sonraki durağın anonsunu yapıyor. - Bir sonraki istasyon tıp fakültesi… Orta sıralarda ayakta yer buldum. Gözlerim cama takıldı, buğulanmış. Buğulanmasına rağmen cama vuran yağmur damlalarını görüyorum. Çiseliyor, umarım gökten boşalırcasına yağmaz. Eve nasıl giderim yoksa? Gülümsüyorum kendi kendime. Yaptığım şeylere bakın Allah aşkına. Bir yandan şikâyetçiyim ama bir yandan da hep ümitkâr. Çok da normal bir günümde değilim besbelli. Bilmiyorum, zaten kafam çok karışık. Kendime de tahammül edemiyorum. Ne garip biri oldum bugün ben yahu.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

45

Bu düşüncelere dalmışken tramvay bir diğer durakta durdu. Kondüktör yine kapıyı kapatıp anonsunu yapıyordu ki arkamdan gelen sesle beraber diğer durağın adını duyamadım bile. Arkamı dönmeden kızıyorum. “Ne diye bağırırlar ki öyle toplum araçlarında.” Aynı ses bir daha yükseliyor arkadan. Karşımdaki koltukta oturanlar gülümsüyor. Bir daha aynı kişiden farklı bir söz, ardından da basıyor kahkahayı sözü söyleyen kişi. Karşı koltuktakiler bu sefer o kahkahanın ardından basıyorlar kahkahayı. Belki bu son derken bir daha aynı ses yükseliyor arkadan ve bir daha gülüyor koltuktakiler. Kafam allak bullak… Tam da hır çıkaracağım ki, seyrelmiş yolcuların arasından sesin sahibini görüyorum. Ayağında eski ayakkabılar, siyah şalvarlı, çizgili gömleği, otuz yaşlarında ve alt çenesinden bir dişi eksik bir erkek. Cam buğulandıkça koluyla siliyor ve artık tastamam kararmış etrafa bakıyor. Derken bir diğer durakta daha duruyor tramvay. Onun ne yolcularla derdi var ne de bir başkasıyla. Yolcular beni biraz daha sıkıştırıyor oladursun o yine aynı yüksek sesle bir şeyler söylüyor, ardından da basıyor kahkahayı. Karşı koltuktakiler de öylesine gülümsüyor kendi aralarında. Bir damla daha değiyor cama, adam kollarıyla siliyor buğulanan camı, altımdaki rayları hissettiriyor tekerlekler. Dikkatlice kulak verildiğinde adamın Gaziantep ağzıyla bir şeyler mırıldandığını anlıyorum. Zar zor karşısında da bir kadının oturduğunu görüyorum. Kadın yüzünü kapatmış, yolcuların gülmelerinden hayli utanıyordu. Adama ancak dikkatli bakan bir kişi anlayabilirdi, onun zihinsel engelli olduğunu. Ne söylediğini merak eden bir dikkatle verdim dikkatimi adama. Sanki en başından beri her şeyden şikâyetçi olan ben değilmişim gibi. Bütün uğultulardan sinir oluyordum ama yine de merak ediyordum adamın dediğini. Kollarıyla bir kez daha sildi camı, dikkatlice bir yere baktı ve Gaziantep ağzıyla bağırdı baktığı yere: “Sabaha kaldı.” Derken her zaman yaptığı gibi bir bastırdı arkasından da kahkahayı. Her zamanki gibi koltuktakiler de bastı kahkahayı. Gözlerimdeki ciddiyete baktı koltuktakilerden biri. Sanki bir suç işledikten sonra yakalanan çocuklar gibiydi yüzü. Benimse gözlerim adamın gözlerinde o kadar ciddi. Bir durak sonra karşısındaki kadın alıp indirdi adamı tramvaydan. Kadın yüzünü yolculardan saklamaya çalışıyor, adamsa başı dik kahkahayla gidiyor kadının elinden tutmuş. O an ne ses kaldı kulaklarımda ne de ben eski şikâyetçi tavırlarımdaydım. Dizlerimde beni daha fazla taşıyamayacağını sandığım bir his duydum. Bir damla daha değdi cama, kapanırken kapı. Kondüktör bir sonraki durağın adını okudu tekrar. Düşündüm ki biz insanlara kılıf takmaya hazırız. Kendi halimize bakmadan başkasına da gülmeye hazırız. En ufak bir şey dokunursa bize hazırız yaygara koparmaya. İnsanlara bulmuşuz birer kılıf, iş ya gülüp eğlenelim.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

46

Aklımda bir kez daha yankılandı adamın sözü; “Sabaha kaldı.”. Evet haklıydı. Hem de sonuna kadar. Hangi işimizi sabaha bırakmadık ki. İşin olup olmadığına bakmaz olup, el ne der sözüne döndürmedik mi biz bu işi? Sabaha kalaydı işler, güçler, umutlar, aşklar vs. yeter ki el diline düşmeyeydik. Kahkaha ile gülerlerdi farkındaydık, işte bu yüzden kendimizi hep yarına erteledik de el sözünü erteleyemedik. Sabaha kaldık her daim. Adam karanlığa bakıp demişti bunu. Karanlık ne peki? Bilmiyorum. İnsanı en çok güçsüz düşüren şeydir belki de… En kusursuz cinayetler dahi karanlıkta işlenebilir. Oysa karanlık gördüğümüzde hep sabahları düşündük. Hep sabaha kalan bir şeyler vardı. İnsanları da deli ise anormal, akıllı ise normal diye sınıflandırıp durduk kendimize bakmadan. Deli “Sabaha kaldı” diye gülüp geçerken bir şeye, biz delidir deyip adama güldük. Soruyorum da bazen kendime acaba hangisi daha akıllıydı tramvaydakilerin? Normal diye kendimizi de koymaya cüret ettiğimiz koltuktakiler mi, yoksa anormal olarak nitelendirdiğimiz arkamdaki deli mi? Şu gün dahi onu düşünür dururum. Bir kış mevsiminde Gaziantep ağzı ile kendince bir şey söyleyip kahkaha atan mı daha normal, yoksa onu anormal durumuna düşüren bizler mi? Kim bilir belki bir gün cevabını bulacağım…

İshak Saka www.ishaksaka.blogspot.com


www.facebook.com/TimarhaneDergi

ÖYKÜ Kutlu Altay Kocaova “Elveda”

47

İşte düşüyorum… İnsanlar bana bakıyor. İlk defa bu kadar çok insan, beni izliyor. Demek ki yaşadığım hayat, boş bir hayatmış ve hiçbir anlamı yokmuş. Hayatıma ilgi göstermeyenler, ölümüme ilgi gösteriyor. Ne tuhaf? Ölürken, hayatın gözlerinin önünden film şeridi gibi geçer, derlerdi de inanmazdım. Doğruymuş. Otuz yıl, koskoca otuz yıl şu köprü ile deniz arasına sığdı. Otuz yılda yaşadıklarımı, birkaç saniyede izleme imkânı buldum. Ne güzel!

••• Çocukluğum, gençliğim, askerliğim… Sevgililerim, evliliğim ve çocuğum… Hepsi, işte gözümün önünde… Nasıl bir hayat yaşamışım, insanlardan uzak duran, korkan bir hayat… Çocukluğumda korkak bir çocuktum. Neredeyse mahalledeki bütün çocukların dövdüğü ve oyunlarına almadığı bir çocuktum. Gençliğe girişimle berâber biraz toparlamaya başladım. Artık eskisi gibi insanların içine girmeye çalışmıyordum. Hatta insanlar benden uzak kaldığı dönemlerde, bundan sevinç bile duyuyordum. Bir gün, okuldan geldiğimde doğrudan odama girdim ve tam iki gün boyunca çıkmadım. Karanlık bir odada sadece müzik dinledim. Annem çıkmamı istedi, babam da... Hatta bir miktar kızdı bile. Ama çıkmadım. Annem ise arada yemek getirdi. Ona bile isteksiz dokundum. Hani açlıktan bayılacağımı bilmesem ona da dokunmazdım. İki gün sonra odamdan çıktığımda dünya bir tuhaf geldi. Cuma günü, ikindi vakti odama kapanmıştım. İşte şimdi, pazar günü ikindi vakti idi. Hemen annem geldi yanıma. “Oğlum”, dedi, “ne oldu. Niye böylesin?” “Yok, anne,” dedim, “Bir şeyim yok.” Başka hiçbir şey söylemedim. Sadece oturdum ve ağladım. Üstelik niye ve neye ağladığımı bilmeden… Sonra lise bitti. Üniversite sınavlarına girdim. Kimse benden bir şey beklemiyordu. Hatta sınava girişimi bile gereksiz görüyorlardı. Bana söylemeseler bile ailemin de, bu konuda diğer inşanlar gibi düşündüğünü anlıyordum. Ama sonuçlar açıklandığında kimsenin beklemediği oldu. İyi bir bölüm kazanacağına kesin gözüyle bakılanlar açıkta kaldı. Ben ise istediğim yere girdim. Bu sefer de, yapay sevinç gösterileri başladı. Bu dönemde, “Zaten belliydi, sen zekisin.” gibi klasik sözleri duymak, benim için çok sıradanlaşmıştı. Ama bu sözlerin hiçbirine bir değer vermedim. Üniversiteye başladım ve bu sefer, girdiğim bölüm küçümsenmeye başladı. Birkaç ay evvel, benim ne kadar zeki olduğumu söyleyenler, bu sefer, “Ancak oraya girebilirdi.” gibi laflar etmeye başladı. Aslında bu, gerçek düşünceleriydi, şaşırmıyordum, kızmıyordum da.


www.facebook.com/TimarhaneDergi

48

Üniversitede birçok arkadaşım oldu. Gerçi bunlara arkadaşlık denilebilir miydi, bilmiyorum. Ama bana benzeyen çok insan vardı ve anlaşabiliyorduk. Okulun dışında pek bir araya gelmiyor ama uzaktan uzağa, sözsüz bir arkadaşlık yaşıyorduk. Artık üniversitede bitmek üzereydi ve bu sefer, okul sonrasına dair düşünceler, insanların dilindeydi. Babamla anneme, sürekli olarak “Sizin oğlan, mezun olunca ne iş yapacak?” diye sorular geliyor, onlarında beyinlerinde kargaşa yaratıyorlardı. Bir gün, babam bana sordu. “Oğlum, gelen geçen seni soruyor. Şunun şurasında mezun olmana birkaç ay var. Ne iş yapacaksın? Tamam, bu bölüme girdin. Okumana bir şey demedik ama işsiz mi kalacaksın?” Babam, benimle, daha önce bu kadar ilgilenmemişti. Çocukluğumda, gençliğimde geleceğime dair bir şey konuşmamıştı, meselâ. Bu konuları hep anneme bırakmıştı. Annem ise ne yapsın, kadıncağız, bana gücü yettiğince anlatmaya çalışmış, o da ötesini okula, öğretmenlerime bırakmıştı. “Babam,” dedim, “Benim, mesleğim var. Ben sanat tarihçisiyim. Merak etme, ben başımın çaresine bakarım.” Bu konu, benim babamla yaptığımız, ciddi ve önemli son konuşmaydı. Bundan sonra ne çalışmaya başlamamda, ne de evliliğimde, beni karşısına oturtup konuşmadı. O son birkaç ayın geçmesiyle berâber, okul bitti ve ben, gerçek dünyayı tanıdım ve babama attığım havanın boş olduğunu anladım. Tamam, ben sanat tarihçisiydim ama… İşte, o amanın devamı gelmiyordu. Sonradan bir arkadaşım, bana bir turizm acentesini ayarladı ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde rehberlik yapmaya başladım. Neyse ki, İngilizcem vardı da, sanat tarihi bilgimle beraber aranılan bir rehber olmuştum. Bir miktar para biriktirdikten sonra askere gittim ve nasıl geçtiğini ve ne yaptığımı anlamadan, altı ayda, kısa dönem olarak askerliğimi tamamladım. Teslim olduğumda bana ne iş yaptığımı sormuşlar, ben de “Sanat tarihçisiyim.” demiştim ve beni, yazıcı yapmışlardı.

Sonra teskere almış ve eve dönmüştüm. Bu dönemde çocukluğuma dair tanıdığım birçok kişinin evlendiğini, çocuğunu olduğunu ve çok değiştiğini öğrendim. Eve geldiğimde annem, bunların hepsini tek tek bana anlatmıştı. Aslında bunun anlamı, “Oğlum, bak, herkes evlendi. Sen de evlen.” demekti. Ama ben, bu işi, kendim başarabilecek biri değildim. Daha henüz bir sevgilim bile olmamıştı. Kızlarla oturup, konuşamazdım bile. “Kısmet, anne,” dedim, “Kısmet.”


www.facebook.com/TimarhaneDergi

49

Sonra tekrar işe geri döndüm. Bu dönemde ise çok insanla tanıştım. Bu arada sevgililerim de olmaya başladı. Bu hayatı sevmiştim. İlk defa, herkes gibi olmaya başlamıştım. Sevmiştim sevmesine de bu hayat bir türlü bana uymuyordu. Sonrasında yıllar geçti. Babamı kaybettim ve ilk defa biriyle evlenmeyi düşündüm. Bu fikrimi anneme açtığımda, annemin hiç bu kadar mutlu olduğunu görmemiştim. Annemin ilk defa bu kadar mutlu olmasına, ilk defa ben de sevindim. Anneme haber verdikten sonra birkaç ay içerisinde ise hemen nişan ve evlilik geldi. İki yıl sonra ise çocuk. Annem, torunu olduğu için; eşim ise anne olduğu için çok mutluydu. Ben ise hâlâ eksiktim. Ama eksikliğimin ne olduğunu hâlâ bulamıyordum. Bende neyin eksik olduğunu ise eşim anlamış ve beni terk etmişti. Oğlumu da alıp, annesinin yanına gitmişti. Benim ise gidecek bir yerim yoktu. Annemi de kaybetmiştim. Eşime sordum, “Eksik olan ne?” “Sensin.” dedi ve telefonu kapattı. Bir daha da görmedim zaten. ••• Denizin bu kadar sert ve güzel olduğunu bilmezdim. Uzaktan mavi ve yumuşak ama kalbinin bu kadar taştan olduğunu hiç bilmezdim. İşte, birkaç saniye geçti ve denizle buluştum. Denizle buluşur, buluşmaz ise yükseldim ve köprüye geri döndüm. Ama o da ne, bana benzeyen bir görüntü denizin içinde kayboluyor ve uzaklaşıyor. İnsanlar ağlıyor, bağırıyor. Özellikle kadınlar… İyi de bu insanlar, beni tanımıyor ki. Belki kötü biriyim, nereden biliyorlar? Tanınmayan her insan iyidir. Çünkü bizi üzen her şey, yakınlarımızdan gelir. Yükselmeye devam ediyorum. Köprü de küçülmeye başladı. Artık İstanbul bile küçük. Türkiye de küçük, dünya da küçük… Her şey küçük! O vakit, küçükleri düşünmeye gerek yok. Elveda… SON Kutlu Altay Kocaova


www.facebook.com/TimarhaneDergi

50

HABER Nebula Adayları Açıklandı

Nebula Ödülü, Amerikan Bilim Kurgu ve Fantezi Yazarları (SFWA) tarafından önceki yıl boyunca Amerika’da yayınlanmış en iyi bilim kurgu fantezi yapıtına verilen ödüldür. Şeffaf bir blok içine gömülmüş spiral nebula şeklindeki ödülle birlikte para verilmez. Nebula, roman, kısa roman, kısa öykü ve kısa hikaye olmak üzere dört farklı kategoride verilir. 1973 yılından 1977’te ve tekrar 1999’dan 2008’e kadar senaryo dalında da ödül verildi ancak 2009 yılında bu, Bradbury Ödülü olarak değiştirildi. İlk Nebula Ödülü 1965 yılında, Frank Herbert’in Dune isimli romanına verilmiştir. Ödül kazanan bazı önemli yazarlar şunlardır: Isaac Asimov (üç kez), Connie Willis (altı kez), Joe Haldeman (altı kez), Harlan Ellison (dört kez), Ursula K. Le Guin (altı kez), Arthur C. Clarke (üç kez), Neil Gaiman… 2011 yılında yayımlanan eserlerin ödüllendirildiği SWFA Nebula Adayları açıklandı. Ödüller, 17-20 Mayıs 2012 tarihinde Nebula Ödülleri haftasında verilecek. İşte adaylar; ROMAN: •Among Others, Jo Walton (Tor) •Embassytown, China Miéville (Macmillan UK; Del Rey; Subterranean Press) •Firebird, Jack McDevitt (Ace Books) •God’s War, Kameron Hurley (Night Shade Books) •Mechanique: A Tale of the Circus Tresaulti, Genevieve Valentine (Prime Books) •The Kingdom of Gods, N.K. Jemisin (Orbit US; Orbit UK)


www.facebook.com/TimarhaneDergi

51

KISA ROMAN: 2011)

•“Kiss Me Twice,” Mary Robinette Kowal (Asimov’s Science Fiction, June

•“Silently and Very Fast,” Catherynne M. Valente (WSFA

Press; Clarkesworld Magazine, October 2011) •“The Ice Owl,” Carolyn Ives Gilman

(The Magazine of Fantasy and Science Fiction, November/December 2011) •“The Man Who Bridged the Mist,” Kij Johnson (Asimov’s Science Fiction,

October/November 2011)

•“The Man Who Ended History: A Documentary,” Ken Liu

(Panverse Three, Panverse Publishing)

•“With Unclean Hands,” Adam-Troy Castro (Analog Science Fiction and Fact,

November 2011)

ROMANCIK: •“Fields of Gold,” Rachel Swirsky (Eclipse 4, Night Shade Books) •“Ray of Light,” Brad R. Torgersen (Analog Science Fiction and Fact,

December 2011)

•“Sauerkraut Station,” Ferrett Steinmetz (Giganotosaurus, November 2011) •“Six Months, Three Days,” Charlie Jane Anders (Tor.com, June 2011) •“The Migratory Pattern of Dancers,” Katherine Sparrow (Giganotosaurus, July 2011) •“The Old Equations,” Jake Kerr (Lightspeed Magazine, July 2011) •“What We Found,” Geoff Ryman

(The Magazine of Fantasy and Science Fiction, September/October 2011)


www.facebook.com/TimarhaneDergi

52

KISA ÖYKÜ: 2011)

•“Her Husband’s Hands,” Adam-Troy Castro (Lightspeed Magazine, October

•“Mama, We are Zhenya, Your Son,” Tom Crosshill (Lightspeed Magazine,

April 2011)

•“Movement,” Nancy Fulda (Asimov’s Science Fiction, March 2011) •“Shipbirth,” Aliette de Bodard (Asimov’s Science Fiction, February 2011)

2011)

•“The Axiom of Choice,” David W. Goldman (New Haven Review, Winter

•“The Cartographer Wasps and the Anarchist Bees,” E. Lily Yu

(Clarkesworld Magazine, April 2011)

•“The Paper Menagerie,” Ken Liu

(The Magazine of Fantasy and Science Fiction, March/April 2011)

RAY BRADBURY ÖDÜLÜ: •“Attack the Block”, Joe Cornish (writer/director) (Optimum Releasing;

Screen Gems)

•“Captain America: The First Avenger”, Christopher Markus, Stephen

McFeely (writers), Joe Johnston (director) (Paramount)

•“Doctor Who: “The Doctor’s Wife,” Neil Gaiman (writer), Richard Clark

(director) (BBC Wales)

•“Hugo”, John Logan (writer), Martin Scorsese (director) (Paramount) •“Midnight in Paris”, Woody Allen (writer/director) (Sony) •“Source Code”, Ben Ripley (writer), Duncan Jones (director) (Summit) •“The Adjustment Bureau”, George Nolfi (writer/director) (Universal)


www.facebook.com/TimarhaneDergi

53

ANDRE NORTON ÖDÜLÜ: •Akata Witch, Nnedi Okorafor (Viking Juvenile) •Chime, Franny Billingsley (Dial Books; Bloomsbury) •Daughter of Smoke and Bone, Laini Taylor (Little, Brown Books for Young

Readers; Hodder & Stoughton)

•Everybody Sees the Ants, A.S. King (Little, Brown Books for Young

Readers)

•The Boy at the End of the World, Greg van Eekhout (Bloomsbury Children’s

Books)

•The Freedom Maze, Delia Sherman (Big Mouth House) •The Girl of Fire and Thorns, Rae Carson (Greenwillow Books) •Ultraviolet, R.J. Anderson (Orchard Books; Carolrhoda Lab)


www.facebook.com/TimarhaneDergi

54

EDEBİYAT DÜNYASINDAN HABERLER Şair Adnan Yücel’in Ölümünün 10. Yılı Dolayısıyla Şiir ve Öykü Yarışması Düzenleniyor. Şair Adnan Yücel’in ölümünün 10. yılı vesilesiyle 8-9-10 Haziran 2012 tarihlerinde Edebiyat ve Sanat Festivali kapsamında şiir ve öykü yarışması düzenlenecektir. 22 Temmuz 2002 tarihinde yitirdiğimiz şiirimizin önemli temsilcilerinden Adnan Yücel’i ve yapıtlarını genç kuşaklara aktarmayı ve tanıtmayı amaçladığımız yarışma için öykülerinizi ve şiirlerinizi bekliyoruz. Katılım Koşulları ŞİİR KİTABI DALINDA Daha önce kitabı yayınlanmış şairler, yayınlanmış bir şiir kitabıyla ya da kitap bütünlüğü içeren şiir dosyasıyla. Kitap yayınlamamış şairler 5 şiirle katılabilirler. ÖYKÜ DALINDA Kitap yayınlamamış yazarlar 3 öyküyle katılabilirler. - Yarışmaya gönderilen yapıtlar, son başvuru tarihine kadar, hiçbir yerde yayınlanmamış olmalıdır. - Yarışmaya gönderilecek yapıtlar; 20 Nisan 2012 tarihi akşamına kadar, mutlaka dijital ortamda, disket/CD ile Yapı Sanatevi'ne teslim edilmeli/posta ile gönderilmelidir. -Başvuruda bulunanlar, adlarını, adreslerini, kısa özgeçmişlerini ve telefon numaralarını, gönderilen yapıtlarda açıkça belirtmelidirler. Kimliği yazılı olmayan metinler yarışma dışı tutulur. -Seçici Kurul'un değerlendirme sonuçları, 12 Mayıs 2012 günü açıklanacaktır. -Yarışma, her yıl öteki sanat dallarını kapsayacak biçimde dönüşümlü olarak yapılacaktır. ÖDÜLLER - Her dalda kazanan üç şair ve yazara plaketin yanı sıra Adnan Yücel Kitap Seti armağan edilecektir. -Şiir ve öykü dalında dereceye giren on şiir ve öykü bir arada tek kitap halinde yayınlanacaktır. Kitapta ürünü olan şair ve yazarlara 10’ar adet telif olarak verilecektir. Ödül töreni, 8 / 9 / 10 Haziran 2012 tarihleri arasında düzenlenecek olan Adnan Yücel Edebiyat ve Sanat Festivali etkinlikleri sırasında yapılacaktır. SEÇİCİ KURUL Şiir Dalında; Gülsüm Cengiz, Cezmi Ersöz, Mehmet Özer, Sennur Sezer, Ali Öztürk Öykü Dalında; Adnan Özyalçıner, Adil Okay, Zafer Doruk, Serhan Yıldız

İstiklal Cad. Rumeli İşhanı C Blok Kat 3/26 Beyoğlu/İstanbul Tel: 0212 244 77 72 e-mail: info@yapisanatevi.org


www.facebook.com/TimarhaneDergi

55

EDEBİYAT DÜNYASINDAN HABERLER 2. ULUSLARARASI BAHTİYAR VAHAPZADE ŞİİR ETKİNLİĞİ: Türk Dünyasının usta kalemi ve büyük şair Bahtiyar Vahapzade’nin vefatının 3. yılı anısına gerçekleştirilen Türkiye-Azerbaycan ortak şiir ödülü tüm dünya şairlerine kapılarını açıyor. YARIŞMANIN AMACI: Fırsat eşitliği sağlayarak daha önce kendini gösterememiş olan şairlerimizin toplum içinde hak ettiği yere ulaşmasına vesile olmak. Dünya şiir sanatına yeni eserler ve şairler kazandırmak Türkçenin uluslar arası alanda kullanılırlığını ve etkinliğini artırmak Başvuru Tarihleri: 1 Şubat—23 Mart Sonuçlar; 15 Nisan 2012 tarihinde açıklanacaktır. BAHTİYAR VAHAPZADE ŞİİR ÖDÜLÜ JÜRİ ÜYELERİ: Elmira Cerkezova Nüzhet Ümerov İlhami Emin Tahire Agasiyeva Lidia Cheriliuc TOPLAM ÖDÜL TUTARI: 7000 TL 1. Eser: 3000 TL 2. Eser: 2000 TL 3. Eser: 1000 TL 3 Adet Mansiyon Ödülü ESER GÖNDERİM ADRESLERİ; editor@istanbulsiirakademisi.com istanbulsiirakademisi@hotmail.com


www.facebook.com/TimarhaneDergi

56

EDEBİYAT DÜNYASINDAN HABERLER 2012 RAŞİT KARA ŞİİR YARIŞMASI İçerik: Raşit Kara Şiir Yarışması; şair, yazar, çevre dostu Raşit Kara’yı yaşatmak, onun misyonunu gelecek kuşaklara taşımak adına, geleneksel hale getirilen ve ülke genelini kapsayan bir yarışmadır. Düzenleyen: Kar Dergisi ve Raşit Kara ailesi adına kızı Avukat Türkan Kara (Girişimi başlatan ailesi, ileride kurulacak dernek, vakıf ya da benzeri tüzel oluşumlara bu yetkiyi devredebilir.) Yarışma Şartları: 1-Yarışma 18 yaşını aşmış tüm şairlerimize açıktır. Konu serbesttir. 2-Yarışmada Birincilik, İkincilik ve Üçüncülük ödülleri verilecektir. (Jüri gerek görürse bir kişiye de Özendirme ödülü verebilir.) 3-Şairler, en fazla 2 (iki) şiirle yarışmaya katılacaktır. Şiirler, A4 kâğıdına 12 punto ile (Times New Roman karakterinde) bilgisayarda yazılarak gönderilecektir. 4-Şiirlerde, daha önce ödül almamış ve hiçbir yerde yayımlanmamış olması koşulu aranacaktır. 5-Ödüller 21 Temmuz 2012 saat 16.00’da, Kınalıada’da yapılacak Raşit Kara Anma etkinliğinde verilecektir. 6-Birincilik ödülüne 1000 TL+plaket, İkincilik ödülüne 750 TL+plaket, Üçüncülük ödülüne 500 TL+plaket verilecektir. 7-Şiirlerde rumuz kullanılacaktır. Yarışmacılar tek zarf hazırlayacaktır. Her şiir 5 (beş) adet çoğaltılarak gönderilecektir. Katılımcı, özgeçmiş ve iletişim bilgilerini ayrı bir mektup zarfına koyarak zarfın ağzını kapatacak, zarfın üzerine şiirlerinde kullanmış olduğu rumuzu yazarak büyük zarfın içine koyacaktır. 8-Başvurular en geç 10 Haziran 2012 tarihine kadar, Türkan Kara, E 5 Yanyol, Teknik Yapı, Uprise Elite Residence, Kat: 19, D: 167 Soğanlık, Kartal/İSTANBUL adresine elden, kargo ya da posta yoluyla ulaştıracaktır. (Postadaki gecikme ve ulaşımsızlık sorumluluğu katılımcıya aittir) Seçici Kurul Üyeleri: Ahmet Saraçoğlu (Şair), Niyazi Yaşar (Kar Dergisi Genel Yayın Yönetmeni, yazar), İsmail Biçer (şair, yazar), Gülderen Canyırt (şair), Türkan Kara (Raşit Kara ailesi adına kızı– Avukat) İletişim: Ahmet Saraçoğlu: ahmets1956@Hotmail.com 0535 768 90 21, 0216 290 11 44, 0216 290 11 45


www.facebook.com/TimarhaneDergi

57

SANATDÜNYASINDAN HABERLER MÜLKİYE KAMU ÇALIŞMA TOPLULUĞU MÜLKİYELİ GÖZÜNDEN ŞİDDET FOTOĞRAF YARIŞMASI Farklı insanlar, farklı yaşamlar… Etrafımızda ne çok dünya var değil mi? Tüm bu dünyalarsa hep aşk üzerine kurulmuş. Peki aşk ve şiddet nasıl aynı anda yürüyorlar? Peki ya biz ne tür şiddetlere maruz kalıyoruz? Dev dalgalar gökdelenleri aştığında kalbimizi titreten korku, farklı beyinlerin birbirine olan düşmanlığı, güçlünün güçsüze zulmü, doğaya ve hayvanlara karşı duyulan nefret hangi şiddetin ürünü? Erkeğin kadına olan güç göstergesi hangi ezilmişliğin, hangi önyargıların gün ışığına çıkması? Biz bunların farkında mıyız peki? Şiddete tanıklık eden çocukların %85’inin potansiyel şiddet uygulayıcıları olduğunu biliyor musunuz? Eğer çevrenize kayıtsız kalmak istemiyorsanız, fotoğraflarınızla değişime destek verin, bir farkındalık da siz yaratın. Konu: “Şiddet'' Yarışma Katılım Şartları (Şartname): •Yarışma, Mülkiyeli öğrenci veya mezun tüm amatör/profesyonel fotoğrafçılara açıktır. •Yarışmaya her fotoğrafçı 3 fotoğrafla katılmak zorundadır. Fotoğrafçı 3 fotoğrafı üzerinden ödüllendirilecektir. Sergilemeler tek fotoğraflar olarak seçilecektir. •Fotoğraflar 40x50 Fotoğraf kartına, kısa kenarı en az 30 cm. olacak şekilde yerleştirilip basılacaktır. Fotoğraflar aynı ölçülerde CD veya DVD olarak da hazırlanacaktır. •Siyah-beyaz ya da renkli olabilir. Her türlü fotoğraf tekniği serbesttir. •Yarışmaya katılan eserlerin herhangi bir yarışmada ödül almamış olması gerekmektedir. •Fotoğraflara verilen ad ve sıra numarası katılım formundaki ile aynı olmalıdır. •Fotoğraf baskıları ve CD (veya DVD) katılım formu ile birlikte başvuru adresine gönderilecektir. sadece rumuz yazılmalıdır. •Baskı ve CD/DVD’ler postada zarar görmeyecek şekilde paketlenerek yollanmalıdır. Postada meydana gelen gecikme, kayıp ve hasarlardan düzenleyen kurumlar sorumlu olmayacaktır. •Baskılarda arka-sağ alt köşeye rumuz, fotoğraf adı ve sıra no; CD/DVD üzerine


www.facebook.com/TimarhaneDergi

58

•Yarışmaya gönderilen Baskı ve CD/DVD’ler isteyene ödemeli kargo ile iade edilecektir. Yarışma bitiminden sonra iadesi istenmeyen CD’ler ve fotoğraf kayıtları TFSF Temsilcisi gözetiminde imha edilecektir. •Düzenleyen kurumlar sanatçının adını geçirerek yayın ve duyurularında fotoğrafları kullanabilir. •Gönderilen fotoğrafların tamamı yarışmacı tarafından çekilmiş olmalıdır. Başkasına ait görüntülerin olduğu gibi veya kısmen kullanılması durumunda ortaya çıkabilecek telif hakkı ihlallerinin tüm hukuki sorumluluğu katılımcıya aittir. •Yarışmaya gönderilen fotoğraflarda görünebilecek insanların, fotoğrafının çekilmesine ve bir yarışmaya gönderilmesine, fotoğrafın internette ve basılı yayın organlarında yayınlanmasına izin verdikleri kabul edilir. Söz konusu kullanımlardan dolayı ortaya çıkabilecek anlaşmazlıkların tüm sorumluluğu yarışmacıya aittir. •Katılım formunu imzalayarak bu yarışmaya katılanlar, tüm katılım koşullarını kabul etmiş sayılacaktır. Yarışma Takvimi: Son Katılım Tarihi: 29 Mart 2012 Seçici Kurul Toplantısı: 30 Mart 2012'de toplanılacaktır. Yer: AFSAD Halka Açık Jüri Sonuç Bildirim Tarihi: Seçici Kurul Açık toplantı yapacağından aynı gün açıklanır. Sergi ve Ödül Töreni Tarihi: Nisan ayı içerisinde yapılacaktır. Ayrıca duyurulacaktır. Ödüller: AFSAD Özel Ödülü, Mülkiyeliler Birliği Özel Ödülü, Uçan Süpürge Özel Ödülü Satınalma: 50 TL. (En fazla 20 fotoğraf) Seçici Kurul: 1-Dr. Pınar Ecevitoğlu 2-Aydın Çetinbostanoğlu( Mülkiyeli Sanatçı) 3-Can Gazialem (AFSAD) 4-Halime Güner (Uçan Süpürge Koordinatörü) 5-Gülser Günaydın (AFSAD) 6-Mustafa Ertekin (AFSAD Bşk.) Yarışma Sekretaryası: 1) AFSAD Bestekar Sok. No: 28/21 Kavaklıdere – ANKARA Tel: 0312 417 21 15 2) miray162@hotmail.com Tel: 0539 566 22 32


www.facebook.com/TimarhaneDergi

59

EDEBİYAT DÜNYASINDAN HABERLER BALIKESİR ÜNİVERSİTESİ GELENEKSEL ŞİİR VE ÖYKÜ YARIŞMASI AMAÇ: Balıkesir Üniversitesi tarafından üniversite gençliğinin edebiyat alanındaki çalışmalarını desteklemek, edebiyatımıza yeni isimler ve eserler kazandırmak amacıyla şiir ve öykü yarışması düzenlenmiştir. YARIŞMAYA KATILMA ŞARTLARI: 1. Yarışmaya Türkiye ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki kamuya ait ve özel üniversitelerde okuyan öğrenciler (Yüksek lisans ve doktora öğrencileri hariç) katılabilecektir. 2. Yarışmaya katılmak için, şiir dalında üç, hikaye dalında üç eser gönderilmelidir. Adaylar sadece bir türde yarışmaya katılabilir. 3. Yarışmada konu ve sayfa sınırlandırması yoktur. 4. Katılımcılar gönderdikleri eserlerine kendi isimlerini yazacaklar; takma isim veya rumuz kullanmayacaklardır. (Takma isim veya rumuz kullananlar değerlendirme dışı tutulacaktır.) 5. Yarışmalara katılacak eserlerin daha önce hiçbir yarışmada derece almamış olmaları gerekmektedir. Ayrıca Balıkesir Üniversitesi Şiir ve Öykü Yarışmasına daha önce katılıp derece alan kişiler de başvuruda bulunamazlar. KATILIM ŞEKLİ: Şiir ve Öykü yarışmasına katılım aşağıda adresi verilen web sitesi üzerinden olacaktır. Yarışmacılar eserlerini bu ortama yazacaklar ve adlarını, soyadlarını, T.C. numaralarını, telefon numaralarını, hangi üniversitede öğrenci olduklarını, bölümlerini, kısa özgeçmişlerini ve bir fotoğrafını ekleyeceklerdir. Son başvuru tarihi 16 Nisan 2012’dir. Başvurular: sks.yarisma@balikesir.edu.tr adresine mail atılacaktır. Seçici Kurul Üyeler; Prof Dr. Ali Duymaz, Doç. Dr. Mehmet Narlı, Doç. Dr. Salim Çonoğlu, Doç. Dr. Ertan Örgen, Yrd. Doç. Dr. Ayşe Büyükyıldırım Jüri üyeleri değerlendirme sonuçlarını 01.05.2012 tarihine kadar BAÜ SağlıkKültür ve Spor Dairesi Başkanlığına bildireceklerdir. ÖDÜLLER VE ÖDÜL TÖRENİ: 1. Yarışmada şiir ve öykü dallarında ayrı ayrı olmak üzere 3 eser, Birinci, Birinci Mansiyon ve 2. Mansiyon olarak değerlendirilecek; Birincilere 1000’er Birinci Mansiyonlara 750’şer, 2. Mansiyonlara 500’er TL para ödülü verilecek ve dereceye giren her yarışmacıya plaket sunulacaktır. 2. Ödüller Balıkesir Üniversitesi Rektörlüğü Sağlık Kültür ve Spor Dairesi tarafından 11 Mayıs 2012 tarihinde düzenlenecek olan törenle verilecektir. 3. Balıkesir Üniversite yarışmaya katılan eserleri telif ücreti ödemeksizin yayınlayabilecektir. Eserlerin iadesi yapılmamaktadır.


İnsanlarda bir takım ince, yüksek ve asil duygular vardır ki insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve asil duyguları en çok duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen, şairdir. Mustafa Kemal Atatürk


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.