Gelişim Dergisi 2020 - Sayı 20

Page 1

DÜRTÜSELLİK ÇAĞINDA

YATIŞTIRABİLEN ANNE BABA Röportaj:

İlişki Başarısının Temel Belirleyicisi: Reddedilme Duyarlılığı Prof.Dr. Dilek Şirvanlı Özen

Konuk Yazar:

Çocuklarda ve Ergenlerde Yeme Bozuklukları: Önleme ve Etkin Müdahale Yöntemleri Psikolog Dr. Feyza Bayraktar

Kimlik Arayışı


02 08

30 16

38

İçindekiler 01 Editörden - Hülya Seferoğlu 02 Dürtüsellik Çağında Yatıştırabilen Anne Baba - Danışman Psikolog Merve Aysun Ceylan 08 Kimlik Arayışı - Psikolog Demet Uysal 12 Mutlu Olalım Yeter mi? - Psikolog Gonca Baştuğ 16 İlişki Başarısının Temel Belirleyicisi: Reddedilme Duyarlılığı Prof. Dr. Dilek Şirvanlı ile röportaj: Müge Köseoğlu / Tuğçe Erguvan Eryılmaz 24 Çocuklarda Ve Ergenlerde Yeme Bozuklukları: Önleme ve Etkin Müdahale Yöntemleri Konuk Yazar: Psikolog Dr. Feyza Bayraktar 30 Günümüz Çocukları Nereye Koşuyor? - Psikolog Meltem Erdinç Cingöz 34 Alkol Bağımlılığının Aile ve Çocuk Yaşamına Etkileri - Uzman Klinik Psikolog Begüm Mutlu Erbil 38 Çocukta İzinsiz Alma Davranışı - Psikolojik Danışman Yelda Aslan 42 Bizden Haberler


Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Sahibi Mehmet Güneş Terakki Vakfı Okulları Genel Müdürü Yayın Direktörü Demet Uysal Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi Koordinatörü Editör Hülya Seferoğlu Psikolojik Danışman Yayın Kurulu Funda Tezer Uzman Psikolojik Danışman Neşe Eşer Uzman Psikolojik Danışman Müge Kösoğlu Uzman Psikolojik Danışman Tuğçe Erguvan Eryılmaz Uzman Psikolojik Danışman Tasarım ve Uygulama Redaksiyon Dilek Özçelengir Türk Dili ve Edebiyatı Bölüm Başkanı Katkıda Bulunanlar Bora Gönenç Terakki Vakfı Yönetim Kurulu Başkan Vekili Banu Akbaşlı Kurumsal İletişim Koordinatörü Baskı

ÖREN MATBAA / 0 (212) 544 65 98 Yayın Türü Süreli (yılda 2 kez) Sayı 20 / Ücretsizdir Dergideki tüm yazılar Terakki Vakfı Okulları Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi uzmanları tarafından hazırlanmıştır. Gelişim, Terakki Vakfı Okulları tarafından T.C yasalarına uygun olarak yayınlanmaktadır. Gelişim’in ismi ve yayın hakkı Terakki Vakfı Okulları’na aittir. Gelişim’de yayınlanan yazı, fotoğraf, karikatür ve illüstrasyonların her hakkı saklıdır. Kaynak gösterilmeden kullanılamaz.

gelisimdergisi@terakki.org.tr

Editörden Değerli Okurlar; Tüm Dünya genelinde olduğu gibi ülkemizde de yaşanan, bizi hem fiziksel hem psikolojik olarak etkileyen bir zaman dilimi içerisindeyiz. Bu dönemde hepimiz olaylarla daha kolay baş edebilmek için bazı savunma mekanizmaları ile ruh sağlığımızı korumaya çalışırken kimi zaman da kendimizi belli sorularla karşı karşıya buluyoruz. “Ne olacak?” “Ne zaman bitecek bu süreç?” “Bittiği zaman bizi neler bekliyor?” Belki de ihtiyacımız, zor zamanların da geçici olduğunu, yaşadığımız kaygı ve endişelerin bu gibi durumların eşlikçisi olduğunu tekrar hatırlamak. Umut etmenin ise bizleri hep ayakta tuttuğunu her gün ve her gün kendimize hatırlamak. Bizler de sizlere bu süreç içerisindeyken küçük bir nefeslik molayla gündemin dışından farklı konuların yer aldığı Gelişim Dergimizle tekrar merhaba demek istedik. Önce kişinin kendini kabul etmesi ile başlıyor her şey ve kendini kabul ettikçe başkalarını da kabul edebiliyor insan. Çocuk büyürken ve kendi hayatını kurarken ilk deneyimlerinin “kabul görme” üzerine olması bu nedenle büyük önem taşıyor. Çocukluk döneminde bakım veren kişiyle ilgili deneyimlenen ilgi, sıcaklık, şefkat ve güven ileriki yaşlarda kişilerin ilişkilerindeki davranışlarını olumlu anlamda etkiliyor. Tüm bu düşüncelerden yola çıkarak 20. sayımızda Sayın Prof. Dr. Dilek Şirvanlı ile “İlişki Başarısının Temel Belirleyicisi: Reddedilme Duyarlılığı” konusu üzerine bir röportaj yaptık. Sayın Şirvanlı, reddedilme duyarlılığı kavramını bize detaylı olarak açıklarken kabul görmeye olan ihtiyaç ve reddedilmekten kaçınmanın insanoğlunun anlamlı ve olumlu bir yaşam geçirmesi açısından kilit nokta olarak görüldüğünü ifade etti. Ayrıca Şirvanlı, reddedilme duyarlılığının oluşmasındaki temel etkenler üzerinde de dururken sizlerin merakla okuyacağınızı düşündüğümüz birçok alt konuyu da masaya yatırdı. Sayın Psikolog Dr. Feyza Bayraktar ise sizler için “Çocuklarda ve Ergenlerde Yeme Bozuklukları: Önleme ve Etkin Müdahale Yöntemleri” konusunu kaleme aldı. Sayın Bayraktar, yeme bozukluklarının çocuklarda, ergenlerde ve yetişkinlerde yaygın olarak görülen bir psikolojik problem olduğunu belirtti. Ayrıca yeme bozukluğunun tohumlarının çocukluk çağında atılmaya başlandığını, çoğunlukla bunun birçok çeşidi olup kendi içinde şekil değiştirebildiğini ve farklı yaş gruplarında kendisini farklı şekillerde gösterdiği üzerinde de durdu. Bunun yanı sıra Bayraktar, yeme bozukluklarının nedenleri, belirtileri ve çözüm yolları ile ilgili sizlere yol göstereceğini düşündüğümüz önemli noktalara değindi. Sevgili okurlar, sizlere yine ilginizi çekeceğinizi düşündüğümüz birçok konuya yer vermeye çalıştık. Bu yazıları “Dürtüsellik Çağında Yatıştırabilen Anne Baba”, “Kimlik Arayışı”, “Mutlu Olalım Yeter mi?”, “Günümüz Çocukları Nereye Koşuyor?”, “Alkol Bağımlılığının Aile ve Çocuk Yaşamına Etkileri”, “İzinsiz Alma Davranışı” başlıkları altında okuyabilirsiniz. Gelişim dergisi ekibi adına yazılarımızla her zaman yanınızda olduğumuzu sizlere tekrar hatırlatırken sağlıklı günlerde görüşmek dileği ile diyoruz. Sevgiyle kalın,

Hülya Seferoğlu Psikolojik Danışman

01


02


Yazan: Danışman Psikolog Merve Aysun Ceylan

Dürtüsellik Çağında

YATIŞTIRABİLEN ANNE BABA Çocuk büyürken birbirinden farklı ilişkiler, kurallar ve dinamiklerle karşılaşır. Çocuk, kimi deneyimleri anlamlandırmak ve olumlu bir duyguya çevirebilmek için anne babanın ruhsal dünyasının yardımına ihtiyaç duyar. Aile kavramı, çocuğun hayata katılması ile başlar. Talat Parman, “Yuvayı dişi kuş değil, yavru kuş kurar.” diyerek bu duruma işaret eder. Bir bebeği hayal etmek, ona ruhsal ve fiziksel olarak hazırlanmak, yaşantıyı ona göre düzenlemek anne babalığın başlangıç noktası sayılabilir. Anne baba olmak rolleri üzerine önceden hazırlanmak her zaman da kolay değildir. Yeni bir bebeğin gelişiyle birlikte çiftler –öncesinde başka bir çocuğa sahip olmaları durumunda bile- o bebeğin anne babası olarak yeni bir rolü deneyimlemeye başlarlar. Bu önemli yaşam olayı ile, anne babalar için birden çok duygu ruhsallıkta belirgin hale gelir. Kimi zaman yeterli olmaya yönelik endişeler, kimi zaman onu tehlikeli dış dünyadan korumak/kollamak konularının öne çıktığı kaygılar ve korkular, kimi zaman da gelişimine tanık olmanın verdiği coşkuyla heyecan…

Günümüzde hem geleneksel hem de modern aile yapılanmalarından söz etmek mümkündür. Çocuğun nasıl bir aile yapılanması içinde bulunduğu, ailelerin rollerini ve katılım biçimlerini etkiler. Bir çocuğun büyümesine tanıklık ederken ebeveynlik rolü (biyolojik anne/baba olmak ya da koruyucu ebeveynlik gibi) ve katılımı (birlikte ya da ayrı yaşamak, yasal süreçle ilgili katılım hakkı olmak/olmamak gibi) hem özelde aile içi dinamiklerini hem de sosyal çevre içinde farklı ihtiyaçların oluşmasını gerektirebilir. Yaşadıkça öğrenilen, keşfedilen ve geliştirilen anne babalık rolü, kişileri kendi aile yaşantılarıyla ilgili o güne dek farkına varmadıkları birtakım duygu ve yaşantılarla bağlantı kurmaya zorlayabilir. Anne babalar, kendi çocukluklarında kaygılarının nasıl dindirildiği, başarılarının

nasıl takdir edildiği, sevinçlerinin nasıl paylaşıldığı ve hatalarının nasıl ele alındığı gibi konuları çocuklarıyla kurdukları ilişkiye taşıyabilirler. Kişi, anne ya da baba olduğunda kendi geçmiş yaşantılarına dönerek, kendi anne babasını daha iyi anlar hale gelebilir. Anne babası ile ilişkilerinde o güne dek dile getirilememiş, çözülmeden ve yeterince kapsanmadan bırakılmış/biriktirilmiş öfke duygusunu da kendi anne babalık deneyimine katabilir. Kimi zaman da kişi, anne babasını aşırı idealize etmesi nedeniyle kendisinde iyi bir anne ya da baba olmaya dair ruhsal gücü bulamayabilir. Çocuğuna onlar kadar iyi olamayacağına, onlar gibi iyi bakamayacağına dair korku yaşayabilir. Bu durumu, kendi ebeveyn rolünü “büyük ebeveynlere” devretme ve bu devredişi takip eden suçluluk duygusu izleyebilir.

03


Kimi zaman da anne babalar özgün bir yapı sunarlar. Kendi bakım gördüğü ailenin dinamiklerinden farklı, başka değerler üzerine inşa ettikleri ve ilişkilenme biçimi farklılaşmış ev yaşantıları geliştirirler. Aynı sebeplerden sevecen anne baba olmak, tutarlı olmak, kuralcı olmak, arkadaş ebeveyn olmak gibi konular her ailenin dinamiğinde farklı anlamlar ve değerlere karşılık gelebilir. Anne babalık rolünde çocuğun kendi özellik ve ihtiyaçlarıyla getirdiklerinin dışında, anne babanın kendi gerçekliği ve ruhsallığından ortaya koyduğu birtakım özellikler olduğunu fark etmek de bu açıdan kıymetlidir. Aile içinde çocuğun tepkileri, düşünceleri, büyük oranda ötekilerin çocuğu görme ve düşünme şekline bağlıdır. Her çocuk, gelişimi açısından olumlu bir kaynaktan beslenme ihtiyacındadır. Çocuğun nasıl bir ebeveyn kaynağından yararlanacağı konusu özel olarak anne ve babanın kontrolündedir. Hayatının ilk anından itibaren bebeğe olumlu bir ortam yaratmak, çocuğa farklılıkları ile var olabileceği olanaklar sağlamak olumlu bir kaynağın sunabileceği özelliklerdir.

Karmaşadan Çözülmeye Gitmek… Toplumsallığın ilk alanı ailedir. Anne baba çocuğunun bakımıyla uğraşırken ona kendi dünya görüşleri, deneyimleri ve düşünceleriyle birlikte kendi duygularını da sunar. Burada hem olumlu, hem de negatif duygulanımların buluşabileceği, tehdit edici duygu/durumunun hafifletileceği bir alandan söz etmek mümkündür. Bu olumlu ya da olumsuz deneyimlere müdahale, anne ve babaların çocuklarını gözlemleme ve dinleme yetenekleriyle oldukça ilişkilidir. Böylelikle, anne babalar çocuklarıyla ilgili mutluluk veren deneyimleri karşıladıkları gibi rahatsız edici, bazen de garip ve kaotik olanı da kapsama kabiliyetlerini geliştirmek durumunda kalırlar. Çocuk büyürken birbirinden farklı ilişkiler, kurallar ve dinamiklerle karşılaşır. Çocuk, kimi deneyimleri anlamlandırmak ve olumlu bir duyguya çevirebilmek için anne babanın ruhsal dünyasının yardımına ihtiyaç duyar. Hızla gelişen teknoloji, yoğun çalışma saatleri, çocukların okul dışı yaşantılarında da belli hobiler ediniyor olması gibi pek çok etken nedeniyle ev içi paylaşımlar oldukça sınırlanmaktadır. Birlikte geçirilen

04

sürenin kısalması, anne ve babaların çocuklarına vermek istedikleri mesaj, katmak istedikleri değer ve göstermek istedikleri ilgi konusunda daha titiz ve bir anlamda kaygılı hissetmelerine neden olabilir. Çocuğun, canlı ve sürekli değişen deneyimleri anne babaları bu hıza uyum sağlamaya, bunu kusursuz yapma girişimine yöneltebilir. Anne babaların bu kusursuz olma girişimi sonucu ortaya çıkabilecek stres, birtakım tetiklenmeleri de beraberinde getirebilir. Bu durumda, çocuğun duygusunu anlamak ve saygıyla yaklaşmak oldukça zorlayıcı olabilir.

Okuldan Eve Taşınanlar… Okul çağı çocuğu, okul gününü ardında bırakıp eve geldiğinde, tüm gün yaşadıklarını uygun bir alan bulup aktarma ihtiyacında olabilir. Kimi zaman aktarmak istedikleri kendi içinde var olan öfkeyi ve bu dürtünün açığa çıkarılmasını gerektirebileceği bir konu olduğunda anne babasının bunu taşıyamayacağından endişe duyabilir. Bu nedenle çocuk kendi korktuğu bu içsel dürtüleri dışsallaştırarak bir başkası üzerinden anlatabilir. Bazen de çocuklar okulda onu oyunlarına dâhil etmeyen arkadaşlar, hiçbir zaman başarılı olamadığını düşündüğü bir ders ya da etkinlik gibi örnekler üzerinden içindeki gerilim ve kaygıların yatıştırılmasını bekler. Anne babalar çocuklarının bu ihtiyacını görmekte zorlanabilirler. Bu nedenle olayın içeriğine odaklanmak, kurgu olanları ve gerçek olanları ayırt etmeye girişmek, çocuk dışındaki kişileri de devreye sokarak yaşananları detaylı dinlemeye çalışmak aslında ana konudan uzaklaşmaya sebep olabilir. Çocuklar çoğu zaman anlattıkları durumların doğru ya da yanlış olmasından çok, hangi ihtiyaçlarla bu konuyu paylaştıklarının anlaşılmasını beklerler. Anne baba olarak kendi dinamiklerini fark edebilme ve zorluklar karşısında kendini telkin ederek sakin kalabilme, çocuğun asıl ihtiyacını görebilme ve bunu doyurabilme konusunda kişilere yardımcı olacaktır. Dirençli bir kişilik yapılanması olan, evdeki dinamiklerle okuldaki dinamikleri ayırmaya çabalayan bazı çocuklar, ev dışı yaşantılarını anne babalarla paylaşmak konusunda temkinli olabilir. Çocukların yaşadıkları olayları anlatması kadar anlatmamasının da bir değeri ve anlamı vardır. Bireyselleşme sürecindeki çocukların kendilerine dair özel bir alan inşa etmeye çalışmaları, ilişkilerini kendi düzenleyebilmelerine dair gücü anne babadan almak istememeleri, kimi zaman da aşırı kaygılı

tepkilerden çekinmeleri bu tür bir duruma sebep olabilir. Anne babaların eşlik edemedikleri, doğrudan bilgi alamadıkları evin dışında kalan yaşantıya dair olaylar ve durumlar, çocuk tarafından sansürlenerek ya da kimi zaman abartılarak da getirilebilir. Yaşadıklarının kendi ruhsallığında nasıl bir duyguyu açığa çıkardığı üzerine birlikte düşünmek, sorularla yönlendirmeden onun izin verdiği ve verebildiği kadar bilgiyle eşlik edebilmek önemlidir.

Ağlamanın Anlamı Anne babaların baş etmekte zorlandığı başka bir durum da çocuğun ağlama tepkileridir. Ağlamak sıklıkla mutsuzluk, öfke, kaybetmek gibi olumsuz deneyimlerin ardından görülen bir tepkidir. Bazen çocuğun ağlaması anne baba için öylesine kaygı yaratan bir duruma dönüşür ki, hemen müdahale ederek onu yatıştırmak, kendi iç dünyaları ve bedenlerinde de açığa çıkan bu gerilimi yok etmek isterler. Ancak ağlamanın bir ifade biçimi olduğunu fark etmek, kişinin ve çocuğunun olayları ele alış tarzını ve duygulanım biçimini etkiler. Çocuğun tüm duygularına saygı ile yaklaşmak, ağlayarak ya da söze dökerek kendisini yatıştırma yollarını keşfetmesine olanak tanımak gerekir. Anne baba, çocuğu ile ilgili neyi hemen ortadan kaldırmak/hemen değiştirmek istiyorsa, orada kendi iç dünyasına temas eden bir zorlanma olabileceğini hatırlamalıdır. En çok zorlanılan yer, en kolay tetiklen yerdir. Burası, yatışmanın ve yatıştırabilmenin de en zor olduğu alandır. Anne baba olmak uzun ve değişimlerle dolu bir hayat yolculuğunda sürekli olarak çocuğu kapsamakla ilgili bir roldür. Çocuğa şefkat verirken anne babanın kendisine dair de ihtiyaç duyduğu şefkati fark etmesi ve kendi duygularını anlaması, kendi kapsanma ihtiyacını da kabul etmesi kıymetlidir. Anne babalar zaman zaman bu işlevi çok önemli görmeyebilir ancak kendilerinde anlamlandıramadıkları ve üzerine çalışamadıkları bir duyguyu çocuklarında fark etmeleri oldukça güçtür. Kendisi üzerine düşünmekte zorlanan ve ihtiyaçlarını fark edemeyen anne babalar oldukça büyük bir iyi niyetle harekete geçseler de, çocuğun yatışmasından çok taşırılması sonucuna gidebilirler. Anne babanın ruhsal alanının kaygılı olması ya da çocuğa yansıtmalarındaki bu tür süreçler, çocuğun kendilik yaşantısını etkileyebilir. Çocuk kendi gelişimsel olanaklarını yakalayamayabilir ve düşünce kapasitesini geliştirmekte zorlanabilir. Bu durum, bireyselleşme sürecini de olumsuz etkileyebilir.


05


06


Çocuğa Dair Yaratıcı Bir Alan Oluşturabilmek… Anne babalar çocuğun benlik gelişimi konusunda yardımcıdırlar. Çocuk benliğini anne ve babası tarafından “görülerek” ve “teşvik edilerek” oluşturabilir. Deneyimlerinin fark edilmesi, takdir edilmesi, düzenlenmesi kendi benliğiyle ilgili içselleştirebileceği doğru ve sağlam kaynakları fark etmesine yardımcı olur. Bu bir şekilde gerçekleştirilemediğinde, çocuk sıradan deneyimlerinin fark edilmediğini hisseder ve ihtiyaç duyduğu yardımın sağlanacağına dair güven duymak konusunda zorlanmalar yaşayabilir. Böyle bir zorlanma yaşayan çocuklar, erken çocukluk döneminde kendilerini tanımak, güçlü ve uyumlu bir benlik geliştirmek yerine, belirli duyguların kötü ve yasak olduğunu öğrenirler. Bu durum da, duygusal yakınlık kurabilmeleri için sınırlı bir kapasiteye sahip olmalarına neden olabilir. Çocuklar hem akranları, hem de yetişkinlerle kurdukları ilişkilerde duygular konusunda oldukça açık bir meraka sahiptirler. Anne babaları ve diğer tüm ilişkide oldukları insanların bir konu hakkında “ne söyledikleri” ile “aslında ne düşündükleri” arasındaki olası farklılıkları hissederler. Bu sebeple özellikle sorunlar ve güçlükleri konuşurken, sözlü iletilen mesajlardan çok beden dili, yüz ifadesi ve göz temasından topladıkları bilgilere güvenirler. Anne babanın kapsayıcı bir tutumla gerçekleştirdiği bazı müdahaleleri bile, çocuğun getirdiği konu akılda tutulamadığında, anne babanın başka meşguliyetler taşıdıkları bir ana denk geldiğinde, kendi kaygılarını da arttıran tanıdık deneyimleri çağrıştırdığında, kendisinde bir öfke açığa çıkardığında çocuk için yatıştırıcı olmaktan çok uzağa düşebilir. Anne babaların çocuklarına dair hayal ve beklentileri, sadece kendi duygu ve düşüncelerinden değil aynı zamanda çocukları ile kurdukları iletişim ve ilişkiden de etkilenir. Bu ilişkide çocuk, anne babasıyla birlikte özdeşleşir. Özdeşleşme, bireyin anne babanın yaşantılarına ve duygularına katılması süreci ve bu yolla kendi kimliğini tanıması ve tanımlaması süreci olarak da tarif edilir. Bu sekteye uğradığında, fark edilemediğinde anne babanın çocuğuna dair yaratıcı ve kapsayıcı süreçlerinde tıkanmalara sebep olabilir. Bu özdeşleşme içinde aynı za-

manda, gelişmekte ve büyümekte olan çocuğa özerklik duygusu için alan verebilmek ve anne babanın ruhsallığından ayrılarak kendi ruhsal alanına geçiş yapabilmesini sağlamak ihtiyacı hissedilir. Anne babanın çocuğu farklı bir birey olarak tanıması, kabul etmesi ve hayatın içindeki herhangi türden bir deneyimi karşılarken güçlü, sağduyulu ve kırılganlık göstermeksizin durabilmesi, karmaşıklıktan çözülmeye giden süreçte yadsınamaz bir öneme sahiptir.

Duyguların Düzenleyicisi… Çocuklar, duygularını anlamlandırma, ifade etme ve düzenleme konusunda ilişkilerden beslenirler. Erken dönemlerden itibaren anne baba çocuğun hayatındaki ilk müdahalecidir. Çocuğa eşlik eden, gözlem ve katılımlarıyla sürece dâhil olan anne baba, çocuk için duygu ve uyarımların düzenleyicisidir ve aynı zamanda bir rol modeldir. Üstelik yalnızca anne baba ve çocuk ilişki dinamiğinde değil, kişilerin diğer bireylerle, annenin babayla, babanın anneyle ilişkilerini ve gerilimlerini düzenleme/yatıştırma/dönüştürme kapasiteleri çocuk için başlangıç noktasıdır. Çocuğun hayal kırıklıkları, öfke, kaybetme duygusu, hayattaki zorluklarla nasıl baş ettiği gibi konularda anne baba düzenleyicidir. Çocuk büyüdükçe anne babanın ruhsallığından izler taşıyarak özgün yanıtlar üretir ve güçlükler karşısındaki doğal tepkilerine bakarak öğrenmesini sürdürür. Limbik düzenleme, bir anne babanın çocuğunun duygusal beyni ile uyumlu hale gelmesi durumudur. Bu, tüm yaşam deneyimleri için koruyucudur. Yaşam boyu karşılaşılabilecek tetiklenmeler karşısında kişinin psikolojik durumunu koruması, ruhsal sistemini ve duygusal tepkilerini kontrol edebilmesi kendini düzenlemeyi öğrenmesiyle ilişkilidir.

Kendini Düzenleme Becerisi ve Kendilik Anne babanın çocuğunun yaşadığı deneyimler karşısında kendisinde oluşan tetiklenme anlarını fark etmesi ve kendi ruhsallığının izlerini sürmesi önemlidir. Çocuğun ruhsal dünyası ile bağlantıda olan anne babanın, olumlu ve düzenli bir duygu durumunu sürekli olarak yansıtması önem taşır. Çocuğun yaşam boyu kendine güven duyabilmesi anne ba-

bayla paylaşımlarından hareketle oluşur. Çocuğun yaşadığı güçlükler onda kaygı, öfke, stres yaratabilir. Anne babaların konuyu sakin ve yatıştırıcı bir şekilde ele alması çocuğun kendi gelişim sürecinde ilerleyebilmesi açısından önemlidir. Yaşanan durum ne kadar zorlayıcı olursa olsun anne babaların empatik ve dönüştürücü ifadeler kurabilmeleri, çocukların baş etme becerilerini kullanmada gelişim göstermelerine destek sağlayacaktır. Anne ve babalar çocuklarına yaşaması, büyümesi ve benliğini güçlendirmesi için ruhsal ve gelişimsel bir alan sunarlar. Çocuklar da bu sunulan alanda var olmak isterler. Anne babalar, çocuğa "kendine dair olanı" aynalama rolüne sahiplerdir. Bu da anne baba çocuk üçgeninde yeşerten ve pozitif hareket kazandıran bir bağlanma oluşmasını destekler. Unutulmamalıdır ki bu bağlanma biçimi, zorlu yaşantılara dair bir içsel güç oluşturmaya olanak sağlar ve çocuğun kendini kabulünün, kendi donanımlarına güven duyabilmesinin önünü açar. Böylece, kendilik duyumu gelişir. KAYNAKÇA • Arnoux, D.J. (Mart 2007). İletilebilen Ruhsal Yaşama Dair. Psikanaliz Yazıları, Psikanaliz ve Aile. (E. Abrevaya, Çev.) İstanbul: Bağlam Yayınları. • Cori, L. J. Var’olan Annenin Yok’luğu. (E. Akay, Çev.) Okuyan-Us Yayınları. • Eiguer, A. (Mart 2007). Ergenin Ailesi ve Ataları. Psikanaliz Yazıları, Psikanaliz ve Aile. (B. Alsancak Sönmez, B. Kolbay, Çev.) İstanbul: Bağlam Yayınları. • Meshulam, B. (Mart 2007). Çocuk, Korkuları ve Ailesi. Psikanaliz Yazıları, Psikanaliz ve Aile. İstanbul: Bağlam Yayınları. • Parman, T. (Mart 2007). Merhaba Bebek, Merhaba Aile. Psikanaliz Yazıları, Psikanaliz ve Aile. İstanbul: Bağlam Yayınları. • Solter, Aletha J. Bilinçli Bebek. (A. Cebenoyan, Çev.) Doğan Kitap. • Tükel, R. Bebek ve Anne Arasındaki Mekânda Öznenin Yaratılması: Winnicott’un Çalışmalarına Bir Bakış. Psikanaliz Yazıları, Donald W. Winnicott. İstanbul: Bağlam Yayınları.

07


Yazan: Psikolog Demet Uysal

KİMLİK ARAYIŞI Kim olduğunu tarif edebilen bireyler, dengeli bir ruh hali sergileyebilir ve çevreleri ile ilişkilerinde tutarlı tepkiler gösterebilirler. Birey dengeli bir ruhsallık içinde olduğunda iyi ve kötü yanlarıyla bir bütün olduğunu kabul edebilir.

08


Toplumsal bir varlık olan insanoğlu, bulunduğu çevre ile etkileşim içinde gelişir. Yaşamını etkileşim içinde sürdürürken çeşitli özellikler kazanır ve “Ben kimim?” sorusunun cevaplarını da bulmaya başlar. Tüm yaşamı boyunca karşısındaki kişinin bakışlarında değerli ve önemli biri olup olmadığının araştırmasını yapar. Karşısındaki kişiden gelen sözlü ya da sözsüz mesajlar, kendisini iyi veya kötü biri gibi hissetmesine neden olabilir. İçinde bulunulan gelişim dönemi de bu ilişkilerin birey üzerindeki etkisinin kalıcılığını etkiler. Örneğin anne kucağındaki bebek, annenin bakışları ve yüzündeki ifadesiyle kendisi hakkında bir fikre sahip olur. Bebeğin bu ilişki içinde “değerli ve önemli” hissetmesi, ben kimim sorusunun belki de ilk cevapları olacaktır. Oluşan hislerle kendisi ve dış dünyayla ilgili ilk tasarımlarını oluşturmaya başlayacak ve yaşamı süresince etkisini sürdürecektir.

onların özelliklerini sergilemeye başlayabilirler. Ancak bu süreç gerçek bir özdeşleşme ile sonuçlanamaz. Bu kişilerin belirli bir kimlikleri veya kişilikleri yok gibidir. Diğerleri ile özdeşim kursalar bile bunu içselleştiremedikleri için sahte kimlikler oluşturup taklit etmekle kalabilirler. Ruhsal yapıları zayıftır, hep onay almak için uğraştıkları için iyi biri olarak tanımlansalar da telkine yatkın oldukları için suistimal edilmeye de açıktırlar. Yeni ortamlarda diğerlerinin davranışlarını kopyalayarak onay almaya, çatışmalardan kaçarak ruhsal dengelerini korumaya çalışabilir, grubun onayladığı kimlikleri taklit edebilirler. Aslında kimlik arayışı sırasında modellemeler, taklitler doğaldır. Ancak her yeni ortamda taklit ederek bir kimlik sergilemek, bir çeşit sahte kimlikler oluşturmak, kim olmak istediğine dair bir cevap verememek, ruhsal dengeyi kurmayı zorlaştırabilecektir. (Şahin,2018, s. 20)

Özellikle bebeklik ve çocukluk dönemlerinde gelen dış dünyaya dair uyaranlar, sorgulanmadan içselleştirilir. Çocuklar yakın çevresinden gelen mesajları olduğu gibi içine alıp gözlemlediği davranışları modellemeye başlar. Taklit ettiği davranışlarıyla diğerlerinden onay alırsa, o davranışları sürdürerek kabul görmeye çalışır ve kim olduğuna dair kendi tasarımları da oluşmaya başlar. Birey bu dönemlerde kendi özelliklerini fark etmesi için desteklenirse, ergenlikle birlikte kendi varlığını ötekinden gelen mesajlarla değerlendirmek yerine kim olduğuna dair tasarımını da yapmaya istekli olur. Anne babasından ayrışmak, bağımsızlaşmak ve farklı bir kimlik oluşturabilmek için adımlar atılabilir. Ergenlikle ailesinden ayrışmaya başlayan birey özdeşleşeceği yeni modeller bulmaya yönelir. Arkadaş çevresi ile ilişkileri önem kazanır. Çocukluk ile yetişkinlik dönemi arasında bir köprü olacak ergenlik döneminde, bu çabalarıyla kim olduğunu araştırma süreci de hızlanır.

Aile kendi hayat görüşünü, yargılarını bireye aktarmasının yanı sıra dâhil olduğu toplumsal (dil, din, meslek, etnik gibi) üst yapıların değerlerini de aktarır. Ortak değerler, aidiyet duygusu oluşturarak sosyal bağları güçlendirebilir. Birey, ailesi ve ailesinin taşıdığı üst toplumsal ortak kimliklerden etkilenerek, kim olduğuna dair yanıtlar oluşturmaya başlar. Çocuk, çeşitli ilişkiler içinde ne gibi davranışlar sergileyebileceği hakkında bir repertuvar oluşturur ve bu davranışları kullanarak ilişkileri sürdürmeye çalışabilir. Toplumsal bir varlık olan insanoğlu için sosyal bağların ruh sağlığını koruyucu işlevi vardır. Grup içinde kullanılan ortak semboller, idealler, ritüeller, topluluğun üyeleri arasındaki bağların devamlılığını sağlar. Bu bağlar grubun içindekileri birbirine yaklaştırırken diğerlerinden de uzaklaştırabilir. Ergenlik döneminde farklı gruplara dâhil olmak, grubun isteklerini sorgulamadan yerine getirmek, ailesinden ayrışma çabalarının bir parçası olacaktır. Ancak dâhil olduğu grubun ortak kimliğindeki değerler riskli davranışlar sergilemesine de neden olabilir.

Kim olduğunu tarif edebilen bireyler, dengeli bir ruh hali sergileyebilir ve çevreleri ile ilişkilerinde tutarlı tepkiler gösterebilirler. Birey dengeli bir ruhsallık içinde olduğunda, iyi ve kötü yanlarıyla bir bütün olduğunu kabul edebilir. Kim olduğunu tanımlamakta zorlanan birey ise, karşılaştığı zorluklar sonucunda ruhsal olarak dağılma potansiyelini taşıyabilir. Bu dağılma ihtimalinin ruhsal dengenin bozulmasına ve kişilik bozukluklarına neden olması da olasıdır. Hatta bazı bireyler, hissettikleri değersizlik duygusunu “beğendikleri kişilerin hareketlerini, konuşma tarzını taklit ederek” yenmeye çalışabilirler. Kendilerini sakinleştirecek, taklit edebilecekleri yeni kişileri seçerek,

Ergenin kimlik arayışında kendisini riskli durumlara sokmaması bebeklik ve çocukluk dönemlerindeki gelişimine bağlıdır. Bireyin kişilik oluşumu desteklenmediğinde, sorgulamadan ortak kimliklerin etkisinde davranması veya sahte kimlikler oluşturarak yaşamını sürdürmeye çalışması olasıdır. Birey, toplumun içinde değerli hissederek “Ben kimim?” sorusunu sorabilirse kimliğini keşfedebilmesi mümkün olabilecektir. Kimlik keşfi ergenlik, yetişkinlik, yaşlılık dönemlerinde ruhsal bütünlük açısından önemli bir süreçtir.

Kimlik Arayışı Sürecine Kişilik Oluşumunun Etkisi Birçok deneyim ile edinilen kimlik parçalarının bütünleşerek uyumlu tek bir kimlik olarak çalışabilmesi ya da bütünlüklü olarak algılanacak kimliğin keşfi süreci uzun bir yolculuktur. Kimliğin keşfi ve kişilik oluşumu birbirini etkiler. Erikson (2014), Psikososyal Gelişim Kuramı’nda kişiliğin ve kimliğin oluşum sürecini ele almıştır. Bu kurama göre bireyin olgunlaşma sürecinde kültür ve toplum önemli bir yer oynar ve kişilik gelişimi tüm yaşam boyunca sürer. Gelişimin her evresinde, bireyin toplumla uyum sağlama süreci yaşanırken kişiliğinin önemli özellikleri oluşmaktadır. Erikson kuramında, doğumdan yaşlılık sürecine kadar kişiliğin farklı özelliklerinin oluştuğu sekiz evreden bahsetmektedir. Her evrenin başarıyla tamamlanması sağlıklı bir kişiliğin oluşmasına yardımcı olur. Yaşamı boyunca ilişkilerini sürdürürken kullanacağı, temel değerlerin kazanılması bu evrelerde gerçekleşir. Bu temel değerler, bireyin gelecekte karşılaşacağı sorunları çözmede kullanacağı kişilik özelliklerini oluşturacaktır. Her dönemde kazanacağı temel değerler, içinde bulunduğu çevre ile ilişkiler ile belirlenir. Bu dönem içinde; güven veya güvensizlik, girişkenlik veya suçluluk gibi iki zıt özellikten biri kurulan ilişkinin niteliği doğrultusunda kişiliğinin parçası haline gelebilir. İlk yaşta temel güvenin kazanılması gerçekleşmektedir. Karşısına çıkan sorun durumlarında umutlu olmasını sağlayacaktır. Güven ilişkisi kuramayan bebek için umut yerine, korku ve şüphe duygusu ön planda olacak, güvensizlik kişiliğinin temel değerlerinden biri olabilecektir. İkinci yaş özerkliğin kazanıldığı, bağımsızlaşmanın olduğu dönemdir. Bu dönemde ailenin cesaretlendirmesi ve başarısızlıktan koruması önemlidir. Birey bu evrede özerklik kazanması için desteklenmezse utanç kişiliğinin oluşmasında baskın özellik haline gelebilecektir. 3-5 yaş arasında girişkenliğin teşvik edilmesi çocuğun kendine güvenini artırır ve çocuk, amaç oluşturabilmek için yüreklendirilmiş olur. Engellenmesi durumunda ise kendi amaçlarını oluşturmak yerine takip etmeyi tercih etmeye başlayabilir, suçluluk ve yetersizlik hissi kişilik oluşumunda baskın olan değer haline gelebilir.

09


6-12 yaş aralığındaki okul çağında, yetenekleri oluştukça başarılı hissedip cesaretlenmesi mümkün olacaktır. Yetenekli hissetmediği zaman değersizlik hisleri kişiliğinde temel özellik haline gelebilir. 12-18 yaş arasında ergenlik dönemi çocukluktan yetişkinliğe geçişi anlatır ve daha bağımsız bir dönem olmaktadır. Genç, kariyeri ve ilişkileri açısından geleceğine bakmaya başlayabilir. Bir gruba ait olmak ve ayrı bir kimlik oluşturma bu dönemde çok önemlidir ve genç başarısız olduğunda rol karmaşasına neden olur. İsyan ve mutsuzluk duygusu yaşamaya başlayabilir. Yetişkinlik döneminde tutkuyla savunacağı, kendisini tutarlı olarak ve devamlılık içinde adayacağı bağlar kurabilmesi, ergenlik dönemindeki kimlik mücadelesinin sonucuna bağlı olduğu ifade edilmektedir. 18-40 yaş arası genç yetişkinlik dönemidir. Bir işte devamlılık göstererek çalışabilmek, bir aile kurabilmek, bir projede yer alarak sürdürebilmek için bireyin kendini o ilişkiye adaması gerektiği belirtilir. Uzun süreli ilişkiler kurulabilmesi önem kazanır. Bu bağlılıkla mümkün olur, gerçekleşememesi durumunda yakınlıktan kaçınma kişiliğinin bir özelliği olarak gözlemlenir. 40 yaş sonrası yetişkinlik sürecinin en belirgin özelliği üretkenlik olarak tanımlanmaktadır. Bu gerçekleşmezse verimsizlik hissi ortaya çıkar. Sevgi ile tarif edilen yakın ilişkilerin kurulduğu yetişkinlik döneminde, başkalarını düşünmek, onların refahı için çalışmak isteği, çevredekileri önemseme ön plana çıkar. Gerçekleşmediği zaman duraklama ve verimsiz hissetme yaşanabilir. Yaşlılık döneminde edinilen tecrübe ve birikimler ile bilgelik duygusu yaşanması beklenmektedir. Ölümü korkmadan kabul edebilmek bu dönemin kazanılması beklenen belirgin özelliğidir. Ancak benlik bütünlüğü oluşmadığında umutsuzluk ve memnuniyetsizlik kişilik özellikleri olarak belirginleşebilir. Psikososyal gelişim kuramında kişiliğin oluşum sürecinde kazanılacak özellikler, bireyin toplumla etkileşimi içinde ele alınmaktadır. Aile, okul, toplumsal örgütler bireyin ihtiyaçlarını karşılayarak bu olgunlaşma sürecine ve yeterliliklerin kazanılmasına eşlik etmekte ve destek vermektedir. Bireyin hazır olduğu zamanda, çevresinin sunacağı olanaklar gelişimini sağlıklı bir şekilde tamamlanmasına katkıda bulunacaktır. Erikson (2014, s:115) “Özetleyecek olursak, kimlik oluşturma süreci, evrimleşmekte olan bir yapı olarak ortaya çıkar. Bu yapı adım adım doğuştan getirilen özellikleri, özel libidinal gereksi-

10

nimleri, önemsenen yetenekleri, işe yarayan savunmaları, başarılı yüceltmeleri ve tutarlı rolleri adım adım bütünleştirir ve birbiriyle kaynaştırır. Tüm bunlar ancak bireysel potansiyellerin, teknolojik dünya görüşlerinin veya dini veya politik ideolojilerin birbirine eş zamanlı uyum sağlamasıyla ortaya çıkabilir.” demektedir. Her gelişim döneminde bir kimlik oluştuğundan bahseder ve bu oluşan kimliklerin bir sonraki dönemde edinilecek kimlikleri de etkileyeceğini belirtilmektedir. Sağlıklı bir ruhsal gelişim için temel kişilik özelliklerinin gelişmesinin ve ergenlik sürecinde kim olduğuna dair cevabı oluşturma deneyimlerinin öneminin altını çizmiştir. .

Kimlik Arayışı Sürecine Ailenin Etkisi Bebeklikten itibaren değişen dönemlerde anne babanın çocuğa destekleyerek eşlik edebilmesi önemlidir. İlk bebeklik ve çocukluk döneminde çocuğun kabul gördüğünü hissedeceği ortamı sunabilmek, çocuğu anlamak, onun dünyayı anlamasına katkıda bulunmak için çaba göstermek gerekmektedir. Kendi özelliklerini keşfederken onu tehlikeli olabilecek durumlardan korumak anne babanın öncelikli görevlerinden olmaktadır. Aile ile ilişkiler açısından ele aldığımızda çocukluk dönemi içinde her yaşta farklılaşan ihtiyaçları için farklılaşan desteklere ihtiyaç duyacaktır. Bununla birlikte bebeklik ve çocukluk dönemlerinin sonraki dönemlerden önemli bir farkı vardır ve anne babanın yönlendirmelerinin daha kolay kabul edildiğini söylemek mümkündür. Her yaşta birey, kendisini çevreleyen yapının ve kuralların koruyuculuğuna ihtiyaç duyar. Bu ortam şefkatli ve kapsayıcı olabilirse, bireyi korur ve kendini olduğu gibi ifade etmesine izin verir. Özellikle bebeklik ve çocukluk döneminde koruyucu sistem, şefkatli olmaz ve isteklerini söylemesine izin vermezse, onaylanmak için “Sahte bir ben.” oluşturabilir. Sahte benlik oluşturan bireyler için ergenlik döneminde kimlik arayışı zorlu bir sürece dönüşebilir. Ailesinden ayrılma sürecinde kurduğu ilişkilerde karşısındaki kişinin veya grubun özelliklerini taklit ederek sahte kimlikler oluşturarak varlığını sürdürmeye çalışabilirler. Çocuk için anne babasının şefkati, onayı, deneyimlerini anlamlandırması için destekleri sonucunda sahte benlik oluşturmasına gerek kalmaz. Kapsayıcı aile ortamında olumsuz duygular işlenebilir, kabul edebilir,

dönüştürülebilir. Bu ortamda yetişen bireyler de yaşamlarında bu davranışları modelleyebilirler. Kendilerini değerlendirirken, olumsuz duygularıyla başa çıkabilecek güce sahip olur, kendi iyi kötü yanlarını bir bütün olarak kabul edebilirler. Ergenlik döneminde, fikirlerini çevresi ile tartışabilmek, yargılanmadan görüş bildirebilmek önem kazanır. Bu bir anlamda ergen kendiyle ilgili bazı tanımlamalar yaparak farklı rolleri denemeye çalışmaktadır. Bu denemeler keşif amaçlıdır ve genellikle kısa sürede yerlerini yeni rollere bırakır. Anne babalar, fikirleri sürekli değişen çocuklarındaki bu tutarsız durumdan endişelenebilirler. Bir gün çok istekli olarak planlarından bahsederken ertesi gün bu fikrinden vazgeçtiğine tanıklık etmek olasıdır. Çünkü ergen kendi fikirlerini henüz denemekte, neler yapacağı hakkında araştırmalar yapmaktadır. Bütün bu rol denemeleri kimlik keşfi sürecinde yol gösterici deneyimler kazandırmaktadır. Ön ergenlik ve ergenlik dönemlerinde bireyin değişken ruh hali sergilemesi doğaldır. Duygu durumunda ani dalgalanmalar, fikir değiştirmeler bu süreçte ebeveyni oldukça zorlar. Bu dönemle birlikte çocukluk dönemindeki “güvenli alanındaki alıştığı konumundan çıkmak” kolay bir süreç değildir. Bağımsız bir kimlik oluşması için ergenlik döneminde anne babayla çatışmanın göze alınmasına, istekleri söyleyebilecek kadar onlara güven duyulmasına ihtiyaç vardır. Ergenin ailesine güvenmeden çatışması kolay değildir. Anne babasının yıkılmayacağına, onlara gerçekten zarar veremeyeceğine inanırsa düşüncelerini kolaylıkla getirebilir, çatışmayı göze alabilir. Eğer anne babasının çok kırılgan bir yapıda olduğunu düşünüyorsa farklılaşmasını sağlayacak fikirlerini ortama getirmemeyi tercih edebilir. Kim olduğuna dair soruları erteleyebilir. Bir anlamda da kabul görebilmek için çocukluk dönemine sıkışıp kalabilir. Eğer anne babasının çok öfkeli olduklarını düşünüyorsa, fikirlerini onlarla paylaşarak henüz çok kırılgan olan kendi benlik tasarımına yönelik gelebilecek eleştirileri göze alamayabilir. O zaman da uyumlu biri olmayı tercih edebilir. Ya da kendisini ailesine açmamayı tercih ederek aile dışında özdeşleştiği kişilere, gruplara yönelip orada kabul görebileceği sosyal ilişkiler aramayı tercih edebilir. Ergenlik dönemi, çocuğa ve anne babaya birçok karmaşık duyguyu bir arada yaşatır. Cesaret gerektirir. O zamana kadar edinilen sınırlı deneyimlerle de olsa, bu durum ailesinin kendisine sunduğu güvenli alanı terk etmesini gerektirir. Bu terk ediş, bir yandan da kendine


yeni bir alan oluşturması için bir fırsat sağlar. Anne ve babasından nasıl farklılaştığını gösterebilmesi, kendine ait başarıları ispat edebilmesiyle olanaklı olabilir.

Ergenliğin ilerleyen yıllarında sakinleşme ve duyguların sözel olarak ifade edilebildiği gözlemlenmeye başlar. Duygularının kontrolünü sağlayabilen, kendine ait fikirler oluşturmaya başlayan birey, nasıl birine dönüşeceği ile ilgili kararlarını da deneye yanıla vermeye başlayacaktır. Böylece kendi istek ve hayallerini ifade edebilir ve “Ben kimim?” sorusuna cevaplar oluşturabilir. Bu cevaplar bir bakıma anne babasının onun büyümesiyle ilişkili arzularına, beklentilerine bir cevaptır. Bu cevaplarla çocukluk döneminde alıştığı konforlu dünyadan ayrışması, farklı bir kimlik geliştirmesi, yeni roller alabilmesi de mümkün olabilecektir. Anne babasından ayrışmaya çalışan birey için, ergenlik dönemi, hem kendini hem de diğerlerini eksikleri ile beraber keşfedip sahiplenebilme zamanıdır. Ergenlik dönemi ile birlikte çocuklukta koruyucusu, kahramanı olan ebeveynlerini değersizleştirir. Çünkü anne babasını değersizleştirmezse onlardan ayrışması da mümkün olmayacaktır. Anne babanın hayran olunan yönleri birer birer silikleşir. Onların yerine özdeşleşeceği yeni kişiler ve arkadaşları ön plana geçer. Böylece, anne babasından ayrılmasının kendisinde yaratmış olduğu kaygı ile de baş edebilir. Değersizleştirme ayrışmanın sağlıklı bir şekilde gerçekleşmesi ve sağlıklı bir ruhsallığa ulaşabilmek için başvurulan önemli bir araçtır. Ancak bu sürecin devamında bağımsızlaşabilmesi için kendi eksiğini ve arzusunu fark edip kabullenebilmesi de beklenir. Unutulmamalıdır ki çocukluk döneminde kazanılan beceriler, bu zorlukları aşmak için dayanak oluşturur. Bebeklik ve çocukluk döneminde ruhsallığın inşa edildiği yakın çevre, bireyin kendi yaşamına hazır olması için onu yüreklendirebilir. Özgürleşmeye izin veren çevre, kimlik arayışındaki birey için destekleyicidir. Bağımsızlaşmayı teşvik eden ilişkilerde karşılıklı diyalog ile sorunlar ele alınabilir. Bireyin güçlenmesine ve kimlik arayışında cevaplar bulmasına, bu cevaplarını toplumun içinde cesurca paylaşabilmesine katkıda bulunur.

KAYNAKÇA • Erikson, E. H. (2014). İnsanın Sekiz Evresi. İstanbul: Okuyan Us. • Şahin, D (2018, Eylül-Ekim). Kimlik ve Kişilik Bozuklukları. Psikeart, 59, 20-23.

11


Yazan: Psikolog Gonca Baştuğ

MUTLU OLALIM YETER Mİ? Dış dünyanın kişi üzerindeki baskısı arttıkça, insanlar içsel mutluluklarını sorgulamaya başlayabilirler. Mutlu muyum ben? Gelecekte nasıl mutlu olabilirim? Mutlu olduğu düşünülerek başkalarına ait instagram, facebook, snapchat gibi sosyal medya hesaplarına bakılır ve kesintisiz mutluluk içeren paylaşımları görülür. 12


Gözümüzün gördüğü, kulağımızın duyduğu her yerde; ilan panolarında, reklamlarda, dizilerde “Mutluluk!” sözcüğü ile karşılaşırız. Reklam spotlarında, “Böyle mutlu olursunuz!” kıvılcımları yanar ve söner. Broşürler daha fazla mutluluk vaat ederken, gezi düzenleyen turizm firmaları da mutlu olma garantisi verir. “Direksiyonu mutluluğa kırmanın yolları.” başlığını atan gazeteler, dergiler bir süre sonra farklı başlıklar da atar; “Niçin daha mutlu değiliz?”, “Nasıl daha fazla mutlu oluruz?”, “Mutluluğun 10 yolu…” Bunların yanında, son yıllarda “Çocuğumuz yeter ki mutlu olsun!” anlamına gelen cümlelerle daha çok karşılaşır olduk. Bu da, ister istemez akla önemli bir soruyu getiriyor; “Hayattaki esas mesele mutluluk mudur?” Tıpkı madalyonun iki yüzü gibi, hayatta da her şey iki yüze sahiptir. Herkes mutlu olmak ister ama acı da vardır. İnsanlar her zaman sadece sevinç duyamaz. Bedendeki mutluluk hormonları,dışarıdan alınan uyarıcılar ve ilaçlar da duyguları değiştiremez. İnsan hayatında başarısız, mutsuz ve hüzünlü olmak da vardır. Olumlunun da olumsuzun da tek boyutluluğu, hayatın çok boyutluluğunun hakkını veremez. Yaşamak, hayatın her iki yönüyle de bir arada olabilmeyi gerektirir. Sadece olumlu olanla, hoş ve haz dolu olanla değil, olumsuz olanla, nahoş ve acı verici olanla da baş edebilmeyi gerektirir. Kimse bir ötekini; acıyı / mutsuzluğu istemez ama onu devre dışı bırakmak da mümkün değildir.

"

Eğer bir şey dileseydim Birazcık mutlu olmayı isterdim sadece Çünkü çok mutlu olsaydım eğer Hüzünlü zamanlarımı özlerdim

"

(Friedrich Hollaender’in Marlene Dietrich’e söylediği bir şarkıdan) Sürekli mutlu olma ihtiyacı, mutsuz olmaya pek alan bırakmayabilir. Karamsarlığın can sıkıcı bir durum olduğu doğrudur ancak, sürekli bir iyimserlik de her zaman gerçekçi değildir. Yalnızca mutlu olmaları gerektiğine inandıkları için ne kadar çok insan mutsuz oluyordur kim bilir?

Mutluluk Vaadinin Bedelleri Kendini sorgulama

Dış dünyanın kişi üzerindeki baskısı arttıkça, insanlar içsel mutluluklarını sorgulamaya başlayabilirler. Mutlu muyum ben? Gelecekte nasıl mutlu olabilirim? Mutlu olduğu düşünülerek başkalarına ait instagram, facebook, snapchat gibi sosyal medya hesaplarına bakılır ve kesintisiz mutluluk içeren paylaşımları görülür. Kişileri mutsuz ya da doğal halleriyle görebilmek mümkün müdür? Çoğu kişi böyle bir dünya içeresinde var olmaya çabalarken, yaratılan mutluluk dolu dünya herkesi nasıl ve ne derece etkilemektedir? Oysa, insanların sürekli mutlu oldukları fikrine dayandırılan bir yaşam kişi üzerinde bir baskı yaratabilir. Mutluluğun kendisi ödev haline geldiğinde, hayata yeni bir norm (kurallar bütünü) verebilir. Sanki mutlu olmak zorunludur, yoksa hayat yaşamaya değmez, diye düşünmeye başlanabilir. Mutsuzluk yaşamakta olan insanlar kendini suçlamaya bile başlayabilir. Mutluluk veren bir hayatın gerçekleri ile başa çıkılamadığına göre kişinin kendisinde bir eksiklik mi vardır? Böylece kendisini suçlayabilir, başarısız bulabilir, değersiz hissedebilir. Bazen mutlu olabilmeyi kişinin kendisinden başka herkesin başarmış olduğunu bile düşünebilir.

Zorluklarla baş edememe…

Birçok kurum mutlu ve sağlıklı bireyler yetiştirme vizyonu ile yola çıkar. Son yıllarda bu vizyona eşlik eden, anne babalardan benzeri cümleler de sıklıkla duyulmaktadır. Yaşamın olağan akışındaki sonuçlardan biri olan mutluluk ve onun ifadesi, artık, ailelerin bir amacı haline gelmiş görünmektedir. Aileler, yapılan görüşmelerde, sosyal ortamlarda ve okul ortamında “Çocuğumuz mutlu olsun yeter.” “O mutlu olsun diye tüm çabamız.” cümlelerini sıklıkla dile getirmektedirler. Kelimeler değişse de ana temanın özü aynıdır; “Yeter ki mutlu olsun!” Anne-babalar çocuklarının yaşamda kendilerini ifade etmelerini, iyi ilişkiler içinde olmalarını, başarılı olmalarını, problem çözme becerilerinin gelişmiş olmasını beklerler, bunu amaçlarlar. Fakat çocuklarını mutlu etmek, onu her tür mutsuzluktan korumak niyetiyle, en ufak bir problemi onların adına çözmeye çalışırlarsa bu amaçlarından uzaklaşmaya başlarlar. Çünkü çocuklar da ailelerin bu niyetleriyle paralel olarak daima

mutluluğu arar, sıkılmaya, üzüntüye, engellenmeye tahammül etmekte zorlanabilirler. Saatler süren eğlence, bilgisayar oyunları, sosyal medya hesaplarını tekrar tekrar turlamak, gizlice takip etmek, bazen riskli olabilecek durumlar içine girmek gibi durumlar bu duygulardan kaçmaya çare olurken çocuğun fazlasıyla bel bağladığı araçlar hâline gelebilir. Dolayısıyla çocuk ve ergene sınır koymak, yeniden yapılandırmak ve rehberlik etmek tam da bu noktada anne ve babanın sorumluluğundadır. Aksi takdirde çocuk / ergen, pusulasız bir gemide ve denizin tam ortasında mutlu olmak uğruna mutsuzluğa sürüklenebilir. Söz konusu ister çocuk, ister ergen, ister yetişkin olsun, “keyfi yerinde olmak” tek hedef olduğunda, her aksaklık büyük bir probleme dönüşebilir. O zaman, en küçük bir düzensizlik bile büyük bir olumsuzluk olarak görünebilir. Olumlu bakış açısını koruyabilme çabası insanı çok zorlayabilir. Bazen, derin acılar yaşayan insanın, bu acıdan kaçınarak kendisini uzaklaştırmayı denediği görülür. Bu şekilde, korunduklarını ve çocuklarını da koruduklarını düşünürler. Acıyı görmezden gelmek gerçekte acıyı derinleştirebilir. Yaşamın gerçekleri, genellikle bastırılan şeyin yoğunluğunun arttığını göstermektedir. Ailevi acıları konuşmamak, çok nadir olarak onları iyileştirmek için etkili bir strateji olabilir. Bu yaklaşım acıyı başka bir zamanda, genelde sonraki nesillerin korkularında ve anormalliklerinde kendini göstererek tekrar edebilir. Duyguların nasıl düzenleneceği, nasıl yönetileceği bilinmediğinde patoloji ortaya çıkabilir.

Mutsuzluğu Dönüştürmek…

Mutluluk önemlidir ama anlam daha önemlidir. Kişinin hayatındaki meydan okuma yolu, mutlu olmak olmamalıdır. Biraz bilgi ve denemeyle, sınırlı bir süreliğine de olsa herkes bunu başarabilir. Mutsuzlukla baş etmek, onu sindirmek, kabul etmek ve ona dayanmak çok daha zordur. Asıl mesele, böyle bir hayattan kaçmaya çalışmamaktır. Kendini hayata açmak, temkinli olup kendini hayatın belirsizliklerine bırakmak kişinin olgunlaşmasını sağlayan bir durumdur. Gerçek, hayatın içinde olabilmektir. Bazen talihsiz yaşantılar yeni bakış açılarına olanak sağlayabilir. Hayata faydası dokunabilecek bir şeyi denemenin fırsatını sunabilir. Asıl yaşam becerisi, sıkıntılı ve mutsuzluk içeren herhangi bir şeyi kabullenebilmektir. En yoğun mutluluk anları acının dindiği anlar değil midir? Hayata yeni bir yön vermeye teşvik

13


etmez mi? Ben ne yaptım? Neyi yanlış yapmış olabilirim? Kendine sürekli yeni yön tayin etmek, acı olmadan da mümkündür ama çoğu kişi bunu yapamayabilir. Bilindiği gibi bazı sanatçılar ve bilim insanları eserlerini her zaman mutluluktan yaratmamış, keşiflerini hoşnutluktan yapmamıştır. Galileo ve Einstein gibi kâşifler düşünmeseler, Madam Curie gibi araştırmacılar hayatlarını riske etmeselerdi ne olurdu? Kendisine ve sanatına bakarken hiçbir gerginliği olmasa, Vincent Van Gogh fırçasını tuvale öyle şiddetle vurur muydu? Eşsiz eserleri ortaya çıkar mıydı?

Dönüşümü gerçekleştirebilmek

Gündelik hayatımızda, mutsuzlukla, onu reddetmeden, yok saymadan baş etmek, mutsuzlukla temas ederek onu dönüştürmek için nasıl yollar izlenebilir diye düşünüldüğünde önceliği duyulara vermek gerekir. Anlam, duyusal tecrübelerle gelişir. Beş duyu olan görme, işitme, koklama, tat alma, dokunma, altıncı duyu olarak hareket

duyusu ve yedinci bir duyu olarak da iç duyu, “içgüdü” ona aracılık eder. Hüzne / mutsuzluğa en iyi gelecek şeylerden biri müzik dinlemek veya bizzat müzik yapmaktır. Müzik titreşimleri bedeni, ruhu ve zihni topyekûn tek bir akustik duruma dönüştürmeye elverir. Böylece hüzün verici duygu ve düşüncelere temas etmeyi sağlar, dopamin salgılanır. Her tür spor ve hareket de insanı enerjik hissettirir. Yürüyüş umutsuzluktan kurtulmayı sağlayan bir etki yaratır, endorphin salgılanır. Dans etmenin ritmik hareketi hüzünlü / mutsuz ruha kendini ifade etme imkânı verirken, bir yandan da belki başka bir ruha yakınlaşma fırsatı sunar. Bütün mutsuzlukların ortasında, lezzetli bir yemek yemek her zaman biraz anlam bulmayı sağlar. Tirozin ve triptofan içeren yiyecekler serotonin ve dopamin salgılarını artırır. Dokunma tecrübesi de yatıştırıcıdır. Buna rağmen pek az başvurulur ve izin verilir dokunulmaya. En zor anlarda sıcak, samimi ve şefkatli bir dokunuşun, sarılmanın sakinleştirici, yatıştırıcı bir etkisi vardır. Ardından çalışma, üretme ve sosyal ilişkiler gelir. Kendisiyle ve mutsuzlukla beraber yaşayabilmenin güçlü bir tarafı, insanın çalışmasıdır. İlişkiler, bağlantılar kurmayı sağladığında ve zevkle yapıldığında anlamlı görünen çalışmanın, ücretli çalışma ile örtüşmesi gerekmez. Hobiler, ilgi duyulan gönüllü çalışmalar, sosyal sorumluluk projeleri bunlardandır. İçinde hüzün de barındırsa, insan kalpten bağlandığı bir işi yapıyorsa oradan mutluluk çıkartabilir. Zıt duyguların konumlandığı bağlanmalar da çok önemlidir. Mutsuz / hüzünlü insan, duygularını paylaşabileceği, yalnızlık halinde yanında olduğunu ona hissettirecek arkadaşlara ihtiyaç duyar. Yaşadığımız kültürde en zor anlarda “Çay koy geliyorum.”, “Hadi bir kahve içelim mi?” teklifleri sıklıkla başvurulan, kişiye iyi gelen geleneklerden, alışkanlıklardandır. Birbirlerine aidiyet hisseden dostlar, ilişkiler mutsuz zamanların / durumların acısını hafifletir. Çatışmaları katlanır kılan bir anlam katar. Samimi bir sohbetin, konuşmanın yardımı olur, insana ruhsal bir anlam kazandırır.

14

Doğa ile ilgili her temas ve her tecrübe insana kuvvet veren bir duyusal anlam aktarımı sağlar. Doğada her şey her şeyle bağlantılıdır. Bir bahçeye bakmak, balkondaki veya pencere önündeki bir bitki ile meşgul olmak insana ruhsal dinginlik verir.

Son Söz... Hayat doğarken bir ayrılma ile başlar, sonlanırken başka bir ayrılmayla biter. Hayat insanoğluna, üstüne düşününce ona anlam kazandıran bağlantılardan birisinin de zıtlık olduğu fikrini anlatır. Belki de hastalıksız sağlığın, acısız hazzın, ölümsüz yaşamın tasavvur edilemeyeceğini bilmek, anlamak ve kabul etmek mutluluğa giden yolun önemli bir mihenk taşıdır. KAYNAKÇA • Özpetek, F. (2014). İstanbul kırmızısı (1. Baskı). İstanbul: Can Yayınları. • Rijo, D. (2019, Kasım). Çocuk ve ergenler için şefkat odaklı terapi. 5. Uluslararası Kognitif ve Davranış Terapileri (KDTD) Kongresi ve 1. Çocuk ve Ergen KDT Kongresi, İstanbul. • Ronen, T. (2019, Kasım). Pozitif psikoloji tekniklerinin KDT’ ye entegrasyonu. 5. Uluslararası Kognitif ve Davranış Terapileri (KDTD) Kongresi ve 1. Çocuk ve Ergen KDT Kongresi, İstanbul. • Schmid, W. (2019). Mutsuz olmak bir yüreklendirme (10. Baskı). (T. Bora, Çev.) İstanbul: İletişim Yayınları. • Sharon, Y. (2019, Kasım). Çocuklarda emosyon düzenleme becerilerini geliştirmek. 5. Uluslararası Kognitif ve Davranış Terapileri (KDTD)Kongresi ve 1. Çocuk ve Ergen KDT Kongresi, İstanbul • Wolynn, M. (2016). Seninle başlamadı,(1. Baskı). (M. Madenoğlu, Çev.) İstanbul: Sola Yayınları. • İnternet alıntısı, Ekim 2019, https:// lyricstranslate.com/en/wenn-ich-mirwas-w%C3%BCnschen-d%C3%BCrftee%C4%9Fer-bir-%C5%9Fey-dileseydim. html


15


Hazırlayanlar: Uzman Psikolojik Danışman Müge Köseoğlu Uzman Psikolojik Danışman Tuğçe Erguvan Eryılmaz

Röportaj: Prof. Dr. DİLEK ŞİRVANLI ÖZEN

İLİŞKİ BAŞARISININ TEMEL BELİRLEYİCİSİ:

REDDEDİLME DUYARLILIĞI İnsanoğlu sosyal bir varlıktır ve doğası gereği topluluklar içinde yaşamaktadır. İçinde yaşadığı topluma ait olma ve ondan kabul görme, kişiyi gerek psikolojik gerekse fizyolojik açıdan koruyucu özelliklerken, toplum tarafından dışlanma ve reddedilme kişi üzerinde olumsuz sonuçlara neden olmaktadır.

16


Kişiler arası ilişkilerde yaşanan problemler, kişinin yaşamdan aldığı zevki ve tatmini belirleyen önemli unsurlardan biridir. İlişki içerisinde olduğumuz bireylerden gelen mesajları algılama biçimimiz, aslında ilişkilerimizin de temelini oluşturabilmektedir. Reddedilme duyarlılığı, ilişkilerde reddedilmeyi kaygıyla beklemek ve reddedilmeye karşı aşırı duyarlılık göstermek olarak tanımlanmaktadır. Bu duyarlılığın kişinin sosyal ve psikolojik uyumunu etkileyen önemli bir faktör olduğu ile ilgili yapılan çalışmalarda önemli araştırmaları olan Sayın Prof. Dr. Dilek Şirvanlı Özen ile “Reddedilme Duyarlılığı” konusunu ele aldık. Sayın Şirvanlı, bizlere bu duyarlılığın oluşumundaki temel etmenleri, ailevi faktörleri ve dikkat edilmesi gereken önemli noktaları aktardı. Keyifle okuyacağınız bir röportaj olması dileğiyle…

Reddedilme duyarlılığı kavramını açıklayabilir misiniz? Reddedilme duyarlılığı, reddedilmeyi kaygıyla bekleme, algılamaya hazır olma ve reddedilmeye karşı aşırı tepki gösterme olarak tanımlanmakta ve bu duyarlılık, bireyin kişiler arası ilişkilerindeki sosyal ve psikolojik uyumunu etkileyen önemli bir olgu olarak görülmektedir.

Kabul görme veya reddedilme kavramları ruh sağlığımız açısından nasıl bir öneme sahiptir? İnsanoğlu sosyal bir varlıktır ve doğası gereği topluluklar içinde yaşamaktadır. İçinde yaşadığı topluma ait olma ve ondan kabul görme, kişiyi gerek psikolojik gerekse fizyolojik açıdan koruyucu özelliklerken toplum tarafından dışlanma ve reddedilme kişi üzerinde olumsuz sonuçlara neden olmaktadır. Dolayısıyla kabul görmeye olan ihtiyaç ve reddedilmekten kaçınma, insanoğlunun anlamlı ve olumlu bir yaşam geçirmesi açısından kilit nokta olarak görülmektedir.

Reddedilme duyarlılığının oluşmasında temel etkenler nelerdir?

Reddedilme duyarlılığına eşlik eden diğer duygu durumları nelerdir?

Kabul veya reddi belirleyen temel etken, kişinin çevresinden gelen mesajları nasıl algılayıp nasıl anlamlandırdığı ve nasıl tepki verdiğidir. Mesajları anlamlandırma/tepki verme süreci ise, kişinin ilk sosyal ilişki deneyimlerine, o dönemde neyi nasıl yaşadığına bağlı olarak değişim göstermektedir. Yaşanan ilk deneyimler, kabul edilme yönünde olduğunda, kişinin sonraki sosyal yaşantısı bundan olumlu etkilenirken reddedilme yönünde olduğunda, olumsuz etkilenmektedir. Özellikle, bekleme ve sabretmeyi küçük yaşlarda öğrenmiş olma, karşıdan gelen mesajları olumsuz algılamayı engelleyen önemli bir etkendir diye düşünüyorum. Her an, her istediği yapılmış çocuklar beklemek durumunda kaldıklarında veya alışkın olduklarından farklı bir mesaj aldıklarında reddedildiklerine ilişkin bir algı geliştirebiliyorlar.

Kaygı, üzüntü, yalnızlık, depresyon ya da öfke, nefret, saldırganlık, intikam duyguları eşlik edebilir.

Reddedilme duyarlılığı yeni ortamlara uyum sürecinde nasıl işliyor? Bu kaygı ve beklenti tüm ortamlara genellenmekte, kişi girdiği her ortamda var olan her ilişkisinde reddedilmeyi kaygıyla beklemektedir.

Kişi için reddedilme duyarlılığı yüksek diyebilmek için en önemli belirtiler/ tutumlar nelerdir? Kaygı, özgüven gibi durumlardan nasıl ayırmak gerekir? Reddedilme duyarlılığı dinamiğinin en önemli parçası, kaygılı reddedilme beklentisidir. Hem reddedilmeyi bekleme hem de bunun olacağı konusunda yüksek kaygıya sahip olma, yüksek reddedilme duyarlılığı olarak tanımlanırken kabul edilmeyi bekleme ve reddedilme olasılığıyla ilgili çok da kaygı hissetmeme, düşük reddedilme duyarlılığı olarak tanımlanmaktadır. Kaygılı reddedilme beklentisinin oluşmasındaki en önemli kaynaksa ebeveynler tarafından reddedilme olarak görülmektedir. Kaygıya neden olan deneyimler, aile içi şiddet ve düşmanca tutumlara maruz kalma, fiziksel ve/veya duygusal ihmal ve/veya istismar edilme, sıkı disiplin uygulamaları ve ebeveynler tarafından koşullu sevilmedir.

17


18


Çalışmalarınızda bahsettiğiniz Reddedilme Duyarlılığı Modeli’ni açıklayabilir misiniz? Modelde yer alan temel dinamik, kişilerin kabul edilme veya reddedilmeye ilişkin geçmiş deneyimlerinin, onların belirli bilişsel-duygusal çerçeveler geliştirmesine neden olduğuna vurgu yapmaktadır. Sonrasında kabul veya redde ilişkin ipuçlarının var olduğu sosyal ortamlarda, bu yapı aktive olmakta; ardından birey, reddedilmeyi engellemek veya kabul edilmeyi sağlayabilmek için bazı baş etme stratejileri ve davranışlar sergilemektedir. Reddedilme duyarlılığında ise, daha önce de söz ettiğimiz gibi, ebeveynlerin çeşitli tutum ve davranış biçimleri ile çocuğa reddedildiğine ilişkin duygusal mesaj taşınmakta, bu kaygılı bekleme, sonrasında var olabilecek olası herhangi bir durumsal tetikleyici ile (Örneğin romantik eşin soğuk ve mesafeli olması.) diğer insanlardan gelen davranışları ret olarak bekleme ve algılamayı beraberinde getirmektedir. Sonrasında algılanan reddedilme, yoğun negatif reaksiyonların ortaya çıkmasına, son olarak ise ortaya çıkan bu düşmanca ve saldırganca tepkiler, gerçek bir reddedilmeye neden olmaktadır.

Bağlanma ve reddedilme duyarlılığı ilişkisinden bahsedebilir misiniz? Reddedilme duyarlılığı modeli, teorik olarak bağlanma kuramı ile paralellik göstermektedir. Bağlanma kuramına göre, çocukluk döneminde bakım veren kişiyle ilgili deneyimlenen yetersiz ilgi, sıcaklık, şefkat ve güven, ileriki yaşlarda kişilerin ilişkilerindeki davranışlarını olumsuz anlamda etkilemektedir. Kişilerin, deneyimledikleri olumsuz yaşantılarla ilgili olumsuz benlik modeli ve ilişki modeli geliştirdikleri ve yaşadıkları her yeni ilişki-

de bu aşina oldukları örüntüyü yaratmaya çalıştıkları belirtilmektedir. Benzer şekilde reddedilme duyarlılığı modeli de, içsel çalışma modelleri ile paralellik göstermekte; bilişsel ve duygusal süreçlerin spesifik bir sosyal ortam ya da kişiler arası ilişkilerde davranışı nasıl şekillendirdiğini ortaya koymaktadır. Çocukların reddedilme tecrübelerine dayanarak oluşturdukları bilişsel-duygusal şemalar ile beklentilerinde ve algılarında yanılgıya neden olan kodlama stratejileri geliştirmekte; bu yüzden de ileriki yaşlarında olayları veya ilişkileri negatif algılamaya eğilimli hale geldikleri, belirsiz işaretleri kendi üstlerine alındıkları ve reddedileceklerini beklemeye başladıkları görülmektedir. Dolayısıyla kaygılı reddedilme beklentisi kişileri reddedilmeye karşı aşırı tedbirli hale getirmekte ve bunun sonucunda da, kişiler arası ilişkilerinde en ufak bir reddedilme işareti ile karşı karşıya kaldıklarında, bunu maksatlı bir reddedilme olarak algılamakta ve reddedilme duyguları ortaya çıkmaktadır.

Reddedilme duyarlılığının gelişmesinde ebeveyn faktörünün etkisi nasıl oluşur? Bu konuda ebeveynlere önerileriniz neler olabilir? Kişilik gelişiminde olduğu gibi reddedilme duyarlılığının gelişmesinde de ilk 5 yılın gerçekten çok önemli olduğunu düşünüyorum. Her bir yılı birbirinden değerli ilk 5 yılımız var ve orada kurulan temelin ne kadar sağlıklı olduğu, ne kadar olumlu olduğu kişinin tüm yaşamını etkiliyor. Reddedilme duyarlılığı, bağlanma örüntülerimize çok benzer. İlk bir yıl içerisindeki o “Güvenli mi güvensiz mi bağlandık?” işi, sonraki bütün ilişkilerimizi nasıl etkiliyorsa; burada da ilk sosyal deneyimlerimizde reddedilmeyi algılayıp algılamamış olmak sonraki yetişkin ilişkilerimizin dinamiğinde de rol oynuyor. Çocukluk döneminde yaşanan reddedilme tecrübelerinin reddedilme duyarlılığının oluşumuna etkisi düşünüldüğünde, bağlanma örüntülerinin yanı sıra, ebeveynlik tutumlarının da önemli bir faktör olduğu dikkat çekmektedir diyebiliriz. Yapılan çalışmalar, ebeveynlerini otoriter olarak algılayan kişilerin reddedilme duyarlılığı skorlarının, ebeveynlerini demokratik, ilgisiz ve koruyucu olarak algı-

19


layan kişilerin skorlarından daha yüksek olduğunu bildirmektedir. Ebeveynlerinden baskı, hoş görülmeme, kabul görmeme ve reddedilme gibi olumsuz durumlar algılamış kişilerin, reddedilme duyarlılığı geliştirdikleri, yapılan araştırmaların bulgularında görülmektedir. Bağlanmanın dışında, çocuğumuza “bekleyebilmeyi öğretmek” çocuklardaki reddedilme algısının oluşmamasına, bu da sonrasında reddedilmeye karşı duyarlılık geliştirilmemesine neden olmaktadır. Öte yandan bekleyemeyen yani hazzı ertelemeyi öğrenememiş çocuk için her bir belirsiz ya da geciken onay, reddedilme olarak algılanmakta; bu da çocuğun reddedilmeye karşı duyarlılık geliştirmesini beraberinde getirebilmektedir. Reddedilme konusundaki hassasiyeti engelleme ve kırma konusunda özellikle annelere ve ilkokuldaki sınıf öğretmenlerine büyük iş düşüyor diye düşünüyorum. Çocuktan gelen sinyalleri almaya açık ve duyarlı olmak çok önemli. Bir arkadaş ilişkisinde reddedildiğini düşünen bir çocuğa doğru zamanda müdahale edip bu ilişkiyi onarmasına destek olmak, onun gelecekte reddedilme duyarlığı geliştirmiş bir yetişkin olmasını engellemede büyük rol oynar.

Reddedilme duyarlılığı oluşumunu engelleyen dinamiklerden bahsedebilir misiniz? İlk deneyimlerimizin “kabul görme” üzerine olması çok önemli. Şunu hiç bir zaman unutmamalıyız ki, yaşamımızın ilk yılları sonraki tüm yaşamımızın temelini oluşturmakta. Bu temel ne kadar sağlıklı ne kadar nitelikli ne kadar sağlam olursa sonraki yaşantımız da o kadar anlamlı ve olumlu olur.

Reddedilme duyarlılığı yüksek olan kişiler, reddedilecek ilişkileri seçme yönünde eğilim gösterirler mi? Şema Terapideki, terk edilme şemasına denk gelen özellikler taşıdığını düşünüyor musunuz?

Hangi ilişkilerde reddedilme duyarlılığı daha fazla ön plana çıkar? Bu ilişkilerde bireyler nasıl davranışlar gösterir?

Reddedilme duyarlılığı yüksek kişiler her koşulda ret algılıyorlar zaten. Ama evet “ceplerindeki şemayı” destekleyen ilişkilere daha yatkın oldukları da söylenebilir.

Aslında reddedilme duyarlılığı yüksek olan kişiler, genel olarak tüm kişiler arası ilişkilerinde problem yaşamaktadırlar. Ancak özellikle samimiyet ve yakınlığın önemli olduğu ve hissedilen yoğun duygulardan dolayı reddedilme tehditlerine karşı daha hassas olunan romantik ilişkilerde, reddedilme duyarlılığının çok daha büyük sorunlara neden olduğu görülmektedir. Reddedilme duyarlılığı yüksek olan kişiler, ilişki yaşadıkları kişilerin duyarsız ve/veya belirsiz davranışlarını maksatlı bir reddedilme olarak algılamakta ve reddedilme ve/ veya reddedilme tehdidine karşı, duygularını içe veya dışa yöneltmektedirler. Kişiler, romantik ilişkilerinde duygularını içe ve dışa yönelttiğinden, depresyon, yalnızlık, öfke, kıskançlık, düşmanlık ve saldırganlık gibi duygularla başa çıkmak zorunda kaldıklarından dolayı, kendilerini ilişkileri hakkında güvensiz ve mutsuz hissetmektedirler.

Reddedilme duyarlılığı ilk ilişki ile gelişen bir durumdur. İlk deneyimimizde yaşadığımız ki bu genellikle anne olmakta, reddedilme üzerine geliştirdiğimiz bir şemamız var. Sonrasında, yaşamımız içerisinde herhangi bir tetikleyici durum olduğunda, cebimizden o şemayı çıkarıp o an yaşadığımız ilişkimizle eşleştirmeye çalışıyoruz. Aslında o şema bizim ilişkilerimize yönelik bir ilk örnek. Örneğin, eşiniz size o gün soğuk davrandı, umursamaz bir tavırla bir cevap verdi. Hemen cebinizden 1-1,5 yaşında oluşturduğunuz şemayı çıkarıyorsunuz ve “İşte bak gördün mü beni hiç sevmiyor, ilgilenmiyor. Benimle birlikte olmak istemiyor.” şeklindeki düşünceler zihninizi kaplıyor. Dolayısıyla çok normal algılanabilecek bir davranış biçimi, devasa bir problem haline gelip, tepki örüntüsünü, kendinizin istenmediği haline getirip ortalığı birbirine katabiliyorsunuz. Dola-

20

yısıyla, reddedilme duyarlılığı tüm ilişkilerimizde problem yaratmakla birlikte, yakın ilişkilerimizde özellikle eş ya da sevgili ilişkisinde daha ciddi problemlere neden olabilmektedir.

İlk sosyal deneyimleri olumlu olmayan kişilerin, duyarlılık konusunda farkındalık geliştirmeleri için hangi konuda ve nasıl daha fazla çaba harcamaları gerekir? Reddedilme duyarlılığı yüksek olan kişilerin, sosyal ilişkilerinde yaşadıkları olası reddedilme deneyimlerine iki şekilde tepki verdikleri görülmektedir. Bunlardan kaygılı reddedilme duyarlılığına sahip olanlar, reddedilmelerinin nedeni olarak kendilerini görmekte, ilişkilerden kaçma davranışı gösterip duygularını içe yöneltmekte ve bunun sonucunda da sosyal geri çekilme, yalnızlık, depresyon gibi durumlar yaşayabilmektedirler. Bu kişilerin, reddedilmekten kaçınmak için kendilerini sosyal ilişkilerden geri çekmeleri, yeni sosyal ortamlara kabul edilmelerine engel olmakta; bu da reddedilmeye karşı aşırı hassasiyetlerini sürdürmelerine neden olmaktadır. Bir diğer grubu oluşturan öfkeli reddedilme duyarlılığına sahip olan kişiler ise, reddedilmelerinin nedeni olarak karşısındakileri görmekte, ilişkilerinde savaşma davranışı göstererek, duygularını dışa yöneltmekte ve sonuç olarak fiziksel ve sözel saldırganlık, öfke, intikam ve düşmanca davranışlar sergilemektedirler. Bu kişiler, bulundukları sosyal ortamlarda gösterdikleri davranışların sonucunda, etraflarındaki diğerleri tarafından kabul görmemekte ve gereğinden fazla reddedilme davranışları ile karşılaşabilmektedirler. Tabi ki farkındalık çok önemli. Tabi kişi önce ilişiklerinde bir olumsuzluk olduğunu kabul ederse bir düzelmeden bahsedebiliriz. Her iki durumda da kişinin farkındalığının olması, kendisini bu tür davranış biçimlerinden alıkoyabilir. Bu çok kolay bir şey değildir. Ancak reddedilme duyarlılığı sonuçta bilişsel-duygusal bir süreçtir. Dolayısıyla bilişin değişebilmesi, duygu ve davranışın da olumlu yönde değişmesini beraberinde getirecektir.


21


22


En ufak bir şeyi, istenmediğine dair bir işaret olarak görme potansiyeli, karşıdaki kişiye tavırlı davranmaya yol açıyor. Bir süre sonra o kadar olumsuz davranıyor ki karşı taraf gerçekten reddetmeye başlıyor. Arkadaşınız sizi aradı ve siz onu aramadınız diyelim. Her seferinde söyleniyor, o kadar olumsuz şeyler söylüyor, “Beni unuttun, ne biçim adamsın.” diyor. Bir süre sonra görüşmeyeyim daha iyi demeye başlıyorsunuz. Hakikaten kendi kendini doğrulayan kehanet haline geliyor. Dolayısıyla bunu kırmamız gerekiyor. Burada en önemli şey de beklemeyi bilmemiz. En önemli kısım hazzı ertelemek.

Özsaygı ve reddedilme duyarlılığı ilişkisi göz önünde bulundurulduğunda, aile içinde özgüveni desteklenmeyen bir çocuğun iç kaynakları güçlü ise özgüven kendiliğinden oluşur mu? Bu konuda neler söylemek istersiniz? Reddedilme duyarlılığı yüksek kişiler, kendilerini gerçekleştiren kehanet şeklinde bir döngüye mi girmektedirler? Aynen öyle oluyor. Aslında reddedilme duyarlılığı dinamiği, benliği, diğer insanlardan ve/veya gruplardan gelebilecek olası redlerden koruma amacına yönelik, savunucu motivasyonal bir sistemdir. Ancak bu sistem, minimum ya da belirsiz reddedilme ipuçlarına karşı otomatik olarak aktive olduğunda, savunma fonksiyonunu yitirmekte, belirsiz uyarıcı durumunda bile kişi aşırı ve olumsuz tepkiler vermekte; bu da bir süre sonra kişinin gerçekten reddedilmesine neden olmaktadır. Yani reddedilme, kendi kendini doğrulayan kehanet şeklinde gerçekleşmektedir.

Araştırmacılara göre, reddedilme duyarlılığı yüksek olan kişiler, etkili öz düzenleme yöntemleri ile kendilerini istenmeyen tepkisel davranışlar göstermekten alıkoyabilmektedirler. Bu bağlamda, öz düzenlemenin en önemli göstergesi de, çocukluktaki hazzı ertelemekten geçmektedir. Dolayısıyla araştırmacılar yaptıkları çalışmada, yüksek reddedilme duyarlılığına sahip ama hazzı erteleme kapasitesine sahip olan kişilerin daha kontrollü bir şekilde davrandıklarını ve bunun sonucunda da hem sosyal ilişkilerinin hem de kendilik kavramlarının daha olumlu olduğunu bildirmektedir. Çocuk doğduktan sonra hayata bir hamur olarak geldiğini düşünüyorum. Biz o hamuru törpüleyebiliyoruz sadece. Hamurun yapısı, profili belli. Yani mizaç çok önemli. Mizaç da anne ve babadan geliyor, genetik bir durum söz konusu. Bu gelen yapıyı biz de çevre olarak şekillendiriyoruz. Dolayısıyla, çok özgüvenli bir anne ve baba bir araya gelecek ve özgüvenli bir çocuk

hayata getirecekler diyebilmek çok mümkün değil. Oldukça düşük bir olasılık. Bir çocuğun özgüveni ailesi tarafından desteklenmemişse, özgüvenini geliştirmesi için yetişkin olmayı ve durumun farkına varmayı beklemesi gerekir. Ancak o zaman bir uzman desteğiyle, tedavi desteğiyle içinde genetik olarak var olan özgüven duygusunu ortaya çıkartabilir. Yine de çevrenin, özellikle ebeveynlerin desteklemediği çocuklarda özgüven gelişimi maalesef kısıtlı oluyor diyebiliriz.

Prof. Dr. Dilek Şirvanlı Özen ODTÜ Psikoloji Bölümü mezunu olan Prof. Dr. Dilek Şirvanlı Özen, lisansüstü eğitimine Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümünde devam etmiştir. Doktora derecesini gelişim psikolojisi alanında tamamlamış ve sonrasında öğretim üyesi olarak Hacettepe Üniversitesi, Haliç Üniversitesi, Okan Üniversitesi ve Işık Üniversitesinde görev almıştır. Araştırma alanları; toplumsal cinsiyetin gelişimi, eşler arası çatışma ve boşanmanın çocuklar üzerindeki etkileri, bağlanma, ebeveynlik tutumları ve etkileri, okulda zorbalık gibi sosyal gelişim temelli konulardır. Araştırmacı kimliğinin yanı sıra idari görevlerde de bulunan Özen, üniversitede çeşitli kurul ve komisyonlarda üyelik, bölüm başkanlığı ve dekanlık görevlerinde bulunmuştur. Kendisi hala İstanbul Atlas Üniversitesi Psikoloji Bölümü öğretim üyesi; ayrıca rektör yardımcısı ve İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Dekan Vekili olarak görev yapmaktadır.

23


Konuk Yazar: Psikolog Dr. Feyza Bayraktar

ÇOCUKLARDA VE ERGENLERDE YEME BOZUKLUKLARI:

ÖNLEME VE ETKİN MÜDAHALE YÖNTEMLERİ

Yemek seçen çocuklar, kendi belirledikleri birkaç besin dışındaki besinleri tüketmeyi reddederler. Tüketmeyi seçtikleri besinler çoğunlukla karbonhidrat, yağ, şeker oranı yüksek besinlerdir. Yemek seçen çocuklar, sadece belli besinleri tükettikleri için akranlarına kıyasla bedensel gelişimleri daha yavaş seyredebilir. 24


Yeme bozuklukları çocuklarda, ergenlerde ve yetişkinlerde yaygın olarak görülen psikolojik bir problemdir. Yeme bozuklukları, çocukluk çağında tohumlarını atmaya başlar ve çoğunlukla ergenlik veya erken yetişkinlik döneminde ortaya çıkar. Yeme bozukluğunun birçok çeşidi olup kendi içinde şekil değiştirebildiği gibi farklı yaş gruplarında kendisini farklı şekillerde gösterebilir. Yeme bozuklukları, her ne kadar yemek ve/veya kilo ile ilgili bir problemmiş gibi gözükse bile görünenden çok daha komplikedir. Yeme bozukluğunun ortaya çıkmasında genetik, psikolojik, sosyal birçok etken rol oynar. Önlem alınmadığı veya tedavi için erken müdahale edilmediği zaman ömür boyu sürebilecek, kişinin hayatını fiziksel, psikolojik ve sosyal olarak olumsuz yönde etkileyen kronik bir hastalığa dönüşebilir.

Çocuklarda Yeme Bozuklukları Çocuklarda görülen yeme bozukluklarında, çocuk dile getiremediği duygu ve düşüncelerini yeme davranışı ile göstermeye çalışır. Bu sebeple de ebeveynlerin odağını çocuğun yeme davranışından çok yeme davranışı ile ne anlatmaya çalıştığına odaklamaları, çözüme giden yolda çok daha yardımcı olacaktır. Çocuklarda, özellikle 5-10 yaş aralığında, yaygın olarak yemek seçme ve duygu duruma bağlı yemek yemeyi reddetme veya fazla yeme, en yaygın görülen yeme bozuklukları arasında sayılabilir.

Yemek Seçme Yemek seçme davranışı, çocuklarda yaygın olarak görülür. Genellikle fiziksel, psikolojik ve sosyal herhangi bir olumsuz etki yaratmadan, ergenlikle birlikte kendiliğinden ortadan kaybolsa bile bazı çocuklarda yemek seçme davranışı, fizyolojik, psikolojik ve sosyal gelişimi olumsuz yönde etkiler. Bu sebeple de ebeveynlerin yemek seçen çocuklarının yemek seçme davranışını daha iyi anlaması ve gerekli önlemleri alması oldukça önemlidir. Yemek seçen çocuklar, kendi belirledikleri birkaç besin dışındaki besinleri tüketmeyi reddederler. Tü-

ketmeyi seçtikleri besinler çoğunlukla karbonhidrat, yağ, şeker oranı yüksek besinlerdir. Yemek seçen çocuklar, sadece belli besinleri tükettikleri için akranlarına kıyasla bedensel gelişimleri daha yavaş seyredebilir; bu sebeple de hekim kontrolleri aksatılmamalıdır. Aynı zamanda yemek seçme, çocukların sosyalleşmesini de olumsuz yönde etkileyebilir. Çocuklar, yemek seçtikleri için yemek olan sosyal ortamlardan olabildiğince kaçınırlar. Sonuç olarak, yemek seçme davranışı çocukların sadece bedensel gelişimlerini değil, aynı zamanda sosyal gelişimlerini de olumsuz yönde etkileyebilir. Çocuklarda yemek seçmenin temel sebepleri arasında, özellikle aşırı korumacı/kontrolcü ebeveynlere karşı çocuğun kendi sınırlarını belirleme ihtiyacı ile belli yiyecekleri yiyip belli yiyecekleri yemeyerek ailesine kendisinin kontrol edilemeyeceği mesajını vermek istemesi sayılabilir. Bunun yanı sıra, ebeveynlerinden yeterince ilgi, sevgi göremediğini düşünen çocuk, yemek seçme davranışı ile ebeveynlerin ilgisini çekmeye çalışabilir. Dolayısıyla, ebeveynlerin ilgisiz tutum ve davranışları da çocuklarda yemek seçme davranışına sebep olabilir. Anne ve babalar, çocuklarının ne yiyip ne yemediğine odaklandıkça yani odağı yemekte tuttukları sürece, çocuk kelimelerle ifade edemediği düşünce ve duygularını yeme davranışı ile ifade etmeye devam eder ve bozuk yeme davranışı daha kronik hale gelir. Bu sebeple de özellikle yemek seçen çocukların anne ve babaları, odaklarını çocuklarının ne yiyip ne yemediğinden çekip yeme davranışı ile ne anlatmaya çalıştıklarına yöneltmeleri, hem çocuğun duygusal gelişimi açısından hem de bozuk yeme davranışının ortadan kalkması açısından çok daha etkili olur.

Duygu Duruma Bağlı Az Yeme ya da Fazla Yeme Çocukların da yetişkinler gibi yeme tutum ve davranışları strese maruz kaldıkları zaman değişebilir. Yalnız, çocuklar gelişme döneminde oldukları için çocuklarda görülen yeme davranışındaki değişiklerin sağlığa olan etkileri yetişkinlere kıyasla daha ciddi olabilir. Bu sebeple de hekim kontrollerinin aksatılmaması gerekir. Çocuklarda da zaman zaman normalde yediğinden daha az miktarda yemek yeme ya da normalde yediğinden daha fazla miktarda yemek yeme görülebilir. Eğer bu durum bedensel, duygusal ve sosyal gelişimi olumsuz yönde etkilemeye başlarsa mutlaka psikolojik destek alınması gerekir. Yetiş-

kinlerde olduğu gibi çocuklarda da ifade edilemeyen, sağlıklı şekilde yönetilemeyen duygular bozuk yeme davranışı şeklinde kendisini gösterebilir ve bu durum önlem alınmazsa kronik bir problem haline gelebilir. Örneğin, çocuk okulda arkadaşları ile bir problem yaşıyor ve yaşadığı problemi, duygularını dile getirmekte zorlandığı için bu süreci yönetmek adına yemek yemeyi reddetme, olabildiğince az besin tüketme ya da normalde yediğinden fazla besin tüketmeyi bir araç olarak kullanıyor olabilir. Yine, yemek seçme davranışında olduğu gibi yemek yemeyi reddetme, kısıtlı beslenme ya da normalde olduğundan daha fazla yemek yeme özellikle aşırı korumacı ve kontrolcü ebeveynlere karşı çocuğun kontrolün kendisinde olduğuna dair verdiği bir mesaj da olabilir. Anne ve babasından yeterince ilgi görmediğini hisseden çocuklar da anne ve babalarının ilgisini çekmek için çok az yeme ya da çok fazla yeme yöntemini seçebilirler. Bu sebeple de anne ve babanın çok az yemek yiyen çocuğuna “ye” demesi ya da fazla yiyen çocuğuna “yeme” demesi, kontrolcü bir yaklaşım olacağı için problemin daha da kronik hale gelmesine sebep olabilir. Ayrıca o güne kadar ilgi görmediğini düşünen çocuk, yeme davranışı üzerinden ilgi gördüğünü anladığı noktada yeme davranışını değiştirmeyerek anne ve babasının ilgisini üzerinde tutmaya yönelecektir. Bu sebeple, anne ve babanın odaklarını yemekten çekip çocuğun hangi stres faktörü ile yemek yeme davranışını değiştirdiğini anlamaya çalışmaları, sürecin olumlu yönde gelişmesi açısından yardımcı olacaktır. Bu süreçte psikolojik destek almak çocuğun gelişiminin olumsuz yönde etkilenmesi açısından da oldukça önemlidir.

Ergenlik Döneminde Görülen Yeme Bozuklukları Yeme bozuklukları ergenlik döneminde en yaygın görülen psikolojik problemlerden biridir. Ergenlikle birlikte bedensel değişimlerin ortaya çıkması, beden şekli ve kilonun özetle dış görünüşün önem kazanmaya başlaması, karşı cins tarafından beğenilmek isteme, akran gruplarına dâhil olma-popüler olma isteği beden şekline yüklenen anlamın bu dönemde daha da artmasına sebep olur. Çocukluk ve yetişkinlik dönemi arasında yer alan ergenlik dönemi, kişiliğin gelişmekte olduğu, ergenin kendisini tanımlayacak özelliklerinin net olmadığı, özellikle akranlar tarafından onaylanmanın oldukça önemli olduğu bir dönemdir. Bu sebeple de birçok ergen için dış görünüş, kendisini somut olarak tanımlayabileceği yani çevre tarafından onaylanıp kabul görmesi için

25


net bir araç olarak algılanır. Ergenlik dönemi, beden şekli ve kiloya yüklenen anlamın en fazla olduğu dönemdir desek yanlış olmaz. Bu dönemde ergen, akranları tarafından değer görmek, kabul edilmek için belli bir beden şekli ve kiloya sahip olması gerektiği düşüncesine sıkı sıkıya bağlanabilir. Bu dönemde ergenin kilosuna özen göstermesi doğaldır. Yalnız, sıkı diyetlere başvurma, aşırı egzersiz yapma gibi tutum ve davranışlar yeme bozukluğu belirtileri olabileceği için anne ve babaların zamanında müdahale etmek adına oldukça dikkatli olmaları gerekir. Özellikle çocukluk çağında fazla kilosu olup akranları tarafından kilosu ile dalga geçilen ergen için kabul görmek ve onaylanmak için genellikle beden şekli ve kilo birçok akranına göre daha fazla önem taşır. Dolayısıyla, çocukluk çağında fazla kilosu olup akran zorbalığına maruz kalmış ergenlerde yeme bozukluğu görülme oranı çok daha fazladır. Bu sebeple de çocukluk döneminde fazla kilosu yüzünden akran zorbalığına, çocuğun kilosuna dair çevrenin eleştirisel tutum ve davranışlarına maruz kalmış ergen anne ve babalarının, çocuklarında yeme bozukluklarının ortaya çıkma ihtimalinin daha yüksek olduğunun bilincinde olmaları oldukça önemlidir.

Ergenlik Döneminde Yaygın Olarak Görülen Yeme Bozuklukları: Anoreksiya Nervoza: Kişinin yaş, boy ve cinsiyetine göre normal kilosunda veya normal kilosunun altında olmasına rağmen sıkı diyetler ve/veya aşırı egzersiz yaparak kilo vermeye çalışması, hızlı kilo kaybı, kilo almaktan korkma, yemek yemeye başladığı an kontrolü kaybedeceği düşüncesi ile yemek yemeyi kısıtlama şeklinde belirtilerle kendisini gösterir. Genellikle erken ergenlik döneminde ortaya çıkar ve erken müdahale edilmezse hayati risk yaratan birçok sağlık problemine yol açabilir. Anoreksiya Nervoza olan ergenler arasında kilo kaybını saklamak için bol kıyafetler giymek oldukça yaygındır. Bulimiya Nervoza: Kısa bir zaman dilimi içinde (yarım saat ila 2 saat gibi), kişinin normalde yediği yiyecek miktarının çok daha fazlasını yiyip sonrasında yediği yiyeceklerden aldığı kalorilerden kurtulmak amacıyla, yediklerini kusma, laksatif veya diuretik ilaç kullanma, aşırı egzersiz yapma gibi yollara başvurması şeklinde kendisini gösterir. Bulimiya Nervozada, Anoreksiya Nervozada olduğu gibi belirgin bir kilo kaybı gözükmez. Sindirim ağızda başladığı için alınan kalorilerin yüzde 60’ı

26

ve daha fazlası, kusma, laksatif veya diuretik ilaç kullanımı, aşırı egzersize rağmen vücutta kalır. Belirgin bir kilo kaybı olmadığı için de dışarıdan anlaşılması oldukça güçtür. Kısa zaman içinde gerçekleştirilen yeme-kusma atakları gizli yapıldığı için Bulimiya Nervoza çevreden senelerce gizlenebilir. Yediklerinden kilo almamak için başlayan kusma, zamanla bağımlılık yaratıp bir rahatlama aracına dönüştüğü için kusmayı bırakmak oldukça güç hale gelir. Yeme-kusma atakları haftada birden günde yedi sekize kadar yükselebilir. Laksatif kullanımı, bağırsak hareketlerini bozduğu için kullanılan laksatif sayısı gün geçtikçe artar. Bir tane ile başlayan laksatif kullanımı zamanla günde 80-90 adet laksatif kullanımına kadar çıkabilir. Bulimiya Nervozada görülen en belirgin özellikler, banyoda fazla zaman geçirme, kusmadan kaynaklanan gözlerde kızarıklık, tükürük bezlerinde şişme olarak sayılabilir. Bulimiya Nervoza daha çok 14-15 yaşlarında, yani orta ergenlik döneminde başlar. Erken müdahale edilmezse, hayati risk taşıyan sağlık problemlerine sebep olabilir. Tıkınırcasına Yeme Bozukluğu: Ergenler arasında oldukça yaygın görülür. Daha çok geç ergenlik döneminde başlayan tıkınırcasına yeme bozukluğunun en belirgin belirtileri, kısa bir zaman dilimi içinde fiziksel olarak tok olunmasına rağmen normalde yenilen yiyeceğin çok daha fazlasını, kontrolden çıkmış bir şekilde yemek ve sonrasında pişmanlık ve suçluluk hissetmektir. Tıkınırcasına Yeme Bozukluğunun Bulimiya Nervozadan farkı yeme atakları sonrasında kişinin kilo almamak için telafi edici herhangi bir davranışa ( kusmak, laksatif-diuretik kullanmak, aşırı egzersiz yapmak) başvurmamasıdır. Yeme atakları haftada bir görülebileceği gibi günde birkaç kaç kez de görülebilir. Yeme atakları, genellikle evde kimse yokken ya da gizli bir şekilde yapıldığı için çevre tarafından uzun süre anlaşılmayabilir. Hızlı kilo artışı tıkınırcasına yeme bozukluğunun belirtileri arasında sayılabilir. Yalnız, yeme ataklarının sayısı az ise hızlı kilo artışı da gözlemlenmeyebilir. Yeme Bozuklukları, Anoreksiya Nervoza ile başlayıp Bulimiya Nervozaya ya da Tıkınırcasına Yeme Bozukluğuna dönüşebilir. Özetle, yeme bozuklukları kendi içinde şekil değiştirdiği için yeme bozuklukları belirtileri de dönem dönem farklılık gösterebilir. Tüm yeme bozuklukları hayati risk taşıyan sağlık problemlerine sebep olabilir. Bu sebeple de hiçbir yeme bozukluğu hafife alınmamalı ve zamanında destek alınmalıdır.

Yeme Bozukluklarının Belirtileri ve Sonuçları Yemek olan ortamlarda gerilme, sosyalleşmekten kaçınma, yemek, kilo ve beden şekli ile ilgili konulara olan ilginin olağandan daha fazla olması, konsantrasyon problemleri, sık sık tartılma ya da hiç tartılmama, sık sık aynaya bakma ya da aynaya bakmaktan kaçınma, “Kendimi şişman hissediyorum.” ifadesinin kullanılması, sıkı diyetler yapma, gizli yeme, sindirim sistemi problemleri, saç dökülmesi, cilt problemleri, adet düzensizliği, dolaşım sistemi problemleri, uyku problemleri ve tabii sonu ölümle sonuçlanabilecek olan tıbbi komplikasyonlar yeme bozukluklarında yaygın olarak görülür.

Yeme Bozukluklarının Sebepleri Yeme bozukluklarının genetik, psikolojik ve sosyal birçok sebebi olabilir. Öncelikle, ailede yeme bozukluğu, bağımlılık, kaygı bozuklukları, depresyon gibi psikiyatrik bozukluk öyküsü olan kişilerde yeme bozukluğuna yatkınlık daha fazladır. Yapısal özellikler de yeme bozukluklarının oluşmasına yatkınlığı artırır. Mükemmeliyetçi, kontrolcü kişilik yapısı yeme bozukluklarına yakalanma olasılığını artırır. Ani hayat değişimleri (okul değiştirme, taşınma, ebeveynlerin ayrılması, yakın bir kişinin hastalığı ya da kaybı) yeme bozukluklarını tetikleyici etkenler arasında sayılabilir. Duyguların sağlıklı şekilde ifade edilmemesi, stres yönetme becerilerinin sağlıklı şekilde gelişmemesi de yeme bozukluğunun ortaya çıkmasında rol oynar. Medyadan ve sosyal medyadan ideal beden şekline dair gelen mesajlar, çevre tarafından ideal beden şekli ve kiloya ulaşmaya dair hissettirilen baskı, kilo ve beden şekline dair yapılan yorumlar ve eleştiriler yeme bozukluklarının ortaya çıkmasında ve devam etmesinde etkilidir.

Yeme Bozuklukları Tedavisi Yeme bozukluğu her ne kadar yemek ve kilo ile ilgili gözükse bile psikolojik bir problemdir. Yeme bozuklukları üzerinden zaman geçtikçe daha da kronikleşir ve tedavi süreci uzadığı gibi bu süreç daha zor hale gelir. Bu sebeple de ailelerin çocuklarında yeme bozukluğu olduğunu fark ettikleri noktada, çocuklarının psikolojik destek alması için gerekli müdahaleyi yapması oldukça kritiktir.


27


28


Yeme bozukluğu tedavisinde, yeme bozukluğunun sebep olabileceği tıbbi komplikasyonlar olabileceği için psikolojik desteğin yanında hekim desteği de oldukça kritiktir. Süreç içinde gerekli görüldüğü noktada beslenme uzmanı desteği de alınabilir.

Yeme Bozukluklarının Önlenmesi İçin Anne ve Babalar Neler Yapabilir? Anne ve babaların çocuklarının duygu ve düşüncelerini rahatça ifade edebilecekleri bir ortam sağlamaları yeme bozukluklarının önlenmesinde oldukça önemlidir. Duygu ve düşüncelerin yargılanacağı, kabul görmeyeceği düşüncesi sonucunda ifade edilemeyen her duygu ve düşünce yeme bozukluğu davranışı aracılığı ile ifade edilmeye çalışılır. Anne ve babaların kendi duygu ve düşüncelerini sağlıklı bir şekilde paylaşarak çocuklarına rol model olmaları çocuklarının kendi duygu ve düşüncelerini sağlıklı şekilde ifade etmelerini öğrenmeleri açısından da oldukça önemlidir. Stresi sağlıklı şekilde yönetmeyi öğrenmek yeme bozukluklarının önlenmesinde oldukça etkilidir. Bu sebeple de çocukların kendilerini rahatlatabilecekleri hobiler edinmesi stresi sağlıklı şekilde yönetmelerini öğrenmelerine yardımcı olur. Anne ve babanın kontrolcü veya aşırı korumacı tutum ve davranışlarını esnetmeleri, çocuklarının birer birey olduğunu kabul etmeleri, onların kararlarını, isteklerini, kapasitelerini göz ardı etmediklerini hissettirmeleri de yeme bozukluğu davranışının ebeveynlerin kontrolcü tutum ve davranışlarına karşı sağlıksız bir sınır koyma yöntemi olarak ortaya çıkmasını engeller. Anne ve babaların çocuklarını beden şekilleri ve kiloları ile ilgili eleştirmemeleri, çocuklarının beslenmelerini kontrol etmeye çalışmak yerine kendi yeme tutum ve davranışları ile onlara rol model olmaları da yeme bozukluklarının önlenmesinde oldukça etkilidir. Anne ve babanın çocuğuna karşı eleştirisel tutumdan uzak, çocuğu için yüksek hedefler belirlemeden; özetle çocuk tarafından “Ben ancak matematik sınavından şu notu alırsam değerliyim.” “Ben ancak şu kiloda olursam değerliyim.” şeklinde algılanabilecek söylem ve tutumlardan uzak durmaları, çocuğa kendisini olduğu gibi tüm özellikleri ile değerli olduğunu, sevildiğini hissettirmesi yeme bozukluklarının önlenmesinde çok önemlidir.

Psikolog Dr. Feyza Bayraktar Feyza Bayraktar, Boğaziçi Üniversitesi Rehberlik ve Psikolojik Danışmanlık Bölümü’nden onur derecesi ile mezun oldu. Daha sonra, New York Üniversitesinde Uygulamalı Psikoloji Bölümünde yüksek lisansını yaptı. Yüksek lisansı sırasında, özellikle Kadın Ruh Sağlığı ve Yeme Bozuklukları alanlarında araştırma görevlisi olarak çalıştı. Yüksek lisans eğitimi sırasında, Chicago Üniversitesinden, yeme bozuklukları ve obezite psikolojisi üzerinde çalışması için kendisine araştırma asistanlığı teklifi geldi. Kendisi, New York Üniversitesinde yüksek lisans eğitimini yüksek onur derecesi ile tamamladıktan sonra, New York’da, özellikle kadın ruh sağlığı ve yeme bozuklukları alanında birçok klinikte psikolojik danışmanlık hizmeti verdi. New York Üniversitesinde yüksek lisansını yaparken, kendisi, Princeton Üniversitesi Sağlık Merkezinin klinik eğitim programına kabul edilerek, doktora eğitimine başlamadan, bu klinik eğitimi almaya hak kazanan ilk kişi oldu. Klinik eğitimi sırasında, özellikle yeme bozuklukları alanına yoğunlaşarak, bu alanda klinik intern olarak çalışmaya başladı ve doktora eğitimini tamamladı. Boston Üniversitesinde düzenlenen yeme bozuklukları ve kilo kontrolü tedavisinde bilişsel davranışçı terapiler eğitimini; Londra’da, Ulusal Yeme Bozuklukları Derneğinin yeme bozuklukları tedavisi eğitimini de tamamladıktan sonra duygu yönetme becerileri ile ilgilenmeye başladı. Duygu yönetme becerileri üzerine birçok uluslararası eğitime katıldı. Feyza Bayraktar, kadın ruh sağlığı, beden imajı, yeme bozuklukları ve obezite psikolojisi ile ilgili ulusal ve uluslararası birçok çalışmada yer aldı. Özellikle bu alanlarda, yurtiçi ve yurtdışı kongrelere konuşmacı olarak davet edilip eğitimler vermektedir. Kendisi, aynı zamanda Boğaziçi Üniversitesinde yarı zamanlı öğretim görevlisi olarak görev yapmaktadır. Yayın ve basın organlarında zaman zaman yer alan Feyza Bayraktar, 2014-2015 yayın döneminde, 24TV’de, psikolojik problemleri ele alan “Ne Yapmalı?” adlı bir program yapmıştır. Kendisi, 2011- 2016 yılları arasında faaliyet gösteren Yeme Bozuklukları Destek Derneğinin kurucusu olup bu süre içinde derneğin başkanlığını yapmıştır. Kendisinin, 1994 yılında, 14 yaşındayken yayınlanan; “Karanlıkta Doğan Güneş” adlı bir romanı ve 2011 senesinde Doğan Kitap' dan yayınlanan "Yemek ya da Yememek" adlı bir kitabı vardır.

29


Yazan: Psikolog Meltem Erdinç Cingöz

GÜNÜMÜZ ÇOCUKLARI NEREYE KOŞUYOR? Sadece aileleri istiyor diye istemediği bir şeyi yapmak zorunda bırakılan her insanın hissedebileceği gibi, çocuklar da üzerinde baskı hissedebilir. “Hepsinde başarılı olmalıyım ki ailemin takdirini kazanabileyim.” düşüncesi oluşabilir.

30


Günümüzde, yoğun çalışma temposuna sahip olmakla birlikte özellikle okul çağında çocukları olan anne babalar, zamana karşı amansız bir yarış halinde olabilmektedir. Yorgun ve bitkin geçirilen bir gün ve ardından eve gidildiğinde çocuklarına ödev veya araştırma yapma gibi konularda destek olmaya çalışmak kişinin kendisine özel zaman ayıramamasını da beraberinde getirebilmektedir. Anne ve baba olarak gün içerisinde yaşanılan yorgunluğun arkasından sadece yalnız kalmak ya da bir hobiyle uğraşarak rahatlamak istenirken bütün gününü okulda geçiren çocuklarsa, akşam olduğunda ebeveynlerinden kendisiyle özel olarak ilgilenmesini (oyun, ödev, araştırma gibi konularda) bekler. Tüm bunlar; sosyal ve özel yaşam, stres yaşamadan birbiriyle nasıl dengeli olabilir sorusunu akla getirmektedir. Bazı anne babaların bu ikilemden çıkabilmek adına kendilerinin olmadığı zamanlarda çocuklarına eşlik edecek uzman kişiler bularak planlama yapabildikleri görülebilmektedir. Yoğun bir iş temposu nedeniyle çocuğunun gelişimini eksiksiz bir şekilde tamamlamak, kaliteli zaman geçirmesini sağlamak adına kendisinin yanında olamadığı zamanlarda üçüncü kişilerle özel ders ve kurs planlamalarıyla boş zamanlarını doldurmayı doğru bulan ebeveynler olabilmektedir. Ayrıca zaman kısıtlaması sorunu olmayan fakat “mükemmel anne baba” olma hayaliyle çocuğunun en az bir sporu profesyonel olarak yapmasını, bir yabancı dili çok iyi konuşabilir olmasını, bir müzik aletini iyi çalabilmesini isteyen kişilerin sayısı da az değildir. Çocuk sahibi olmak; sorumluluğu da beraberinde getirirken aynı zamanda bazen insandaki narsisistik yönü de ortaya çıkarabilen bir durum olabilmektedir. Buna bağlı olarak “Benim çocuğum.” fikri, zaman zaman çocuğunu ve kendini mükemmel görmek isteme eğilimini oluşturabilmektedir. Anne babalar için mükemmel olabilmek çok fazla zaman harcamayı, sürekli araştırmayı, çocuğun yerine düşünmeyi, hep daha iyi bakım vermeyi, her ihtiyacını anında karşılamayı, isteklerini hemen gerçekleştirmeyi beraberinde getirir. Bu süreç anne ve babaların çocuklarını becerilerinin ve ilgilerinin olmadığı birçok aktiviteye yöneltmesine de neden olabilmektedir. Çocuğun ne istediği, hangi alanlarda becerisi ve yeteneği olduğu düşünülmeden yönlendirilen aktiviteler anne babaların kendi yapmak istedikleri fakat gerçekleştiremedikleri deneyimlere de dönüşebilmektedir. Belki de kimi anne babalar tüm bunlar aracılığıyla “kahraman çocuklar” yetiştirebilmeyi amaçlamaktadırlar. Bazı aileler ise, çocuklarındaki yeteneklerin neler olduğunu keşfetme konusunda aceleci davranıp birçok

uzmana giderek onların hangi alanda yetenekli olduğunu araştırarak bir an önce yönlendirmenin peşine düşebilmektedir. Aldıkları yönlendirmeler sonucunda da çocuğun isteğini gözetmeksizin etkinlikten etkinliğe koşturabilmektedir. Bu noktada kendisinin yapamadığı, yapıp da çok keyif aldığı veya başarılı olduğu aktivitelere çocuklarını yönlendiren ailelerin sayısı da az değildir. Bu aileler başarılı olmanın özel yeteneklere sahip olmak ve diğerlerini geride bırakabilmekle yani “kahraman çocuk” olabilmekle mümkün olabileceğine inanabilmektedir. Yetenek ancak, o konudaki merak ve kendiliğinden gelen çalışma isteği ile birlikte anlam ifade eder. Hiç ilgilenmediği halde çocukluğundan beri bir müzik aleti çalması konusunda zorlanmış olan çocuklar, bu konuda yetenekleri açıkça görülse bile kendi tercihlerine bırakıldığı ilk anda yıllarca emek verdikleri çalışmaları bırakabilmektedirler. Unutulmamalıdır ki çocukların hayal ettikleri yolda ilerleyebilmeleri her şeyi yapmaktan değil, yaptıkları işi, severek ve isteyerek gerçekleştirebilmelerinden geçer. Bu nedenle, aktivite seçim ve değerlendirmelerinde, niceliksel ölçümlerden uzaklaşıp niteliğe odaklanmak daha yararlı olacaktır. Tüketim toplumu olma yolunda hızla ilerlenen son yıllarda ticari amaçlarla kurulmuş özendirici, iddialı vaatlerde bulunan kulüplerin, özel oyun ve etkinlik merkezlerinin, spor okullarının ve sanat atölyelerinin de aileleri cezbetmek için reklam yarışı yaptıkları görülmektedir. Aileler de kendilerinin en hassas noktası olan çocuklarını, “Benim çocuğum eksiklik yaşamasın.” düşüncesiyle bu reklamların cazibesine kapılabilmektedir.

Çocuklar Ne İstiyor? Aileler tüm bu uğraşılar içerisindeyken çocuklar ne hisseder, gerçekte ne isterler? Yapılandırılmış yoğun bir programa dâhil olan bir çocuğun, çevresinin kendisinden beklentileri hakkında duygusu nedir? Sadece aileleri istiyor diye istemediği bir şeyi yapmak zorunda bırakılan her insanın hissedebileceği gibi, çocuklar da üzerinde baskı hissedebilir. “Hepsinde başarılı olmalıyım ki ailemin takdirini kazanabileyim.” düşüncesi oluşabilir. Burada titizlikle ayrılması gereken nokta, çocuğun yaptığı aktiviteye ne kadar gönüllü olduğudur. Kendi tercihini ve isteğini yaşayan çocuk böyle bir baskı hissetmeyecektir. Hayatının ileri dönemleri için de kendisini başarıya götürecek bir kazanım elde edebilecektir. Fakat ailesinin tercih ettiği aktivitelere giden bir çocuk için, ebeveynlerin farkında olmadan verdikleri mesajlar açıktır: “Senin yerine başkaları karar verebilir, senin

seçim ve değiştirme şansın yoktur.” Çocuğun hazır hissetmediği, zorunlu olarak deneyimlenen sosyal hayat, ileriki dönemlerde görülebilecek olumsuz bir etki yaratabilmektedir. Çocuklarının gelişimi için yoğun etkinlik programı yapan ailelerin bu yoğun çabaları neticesinde kendi stresleri de artabilir, etraflarına karşı tahammülleri azalabilir; dolayısı ile çocuklarından da beklentileri yükselebilir. Bunun bir sonucu olarak da “Ben senin için bu kadar yorulup bu etkinlikleri planlıyorum. Sen gitmeyi nasıl istemezsin?” cümleleri sık kullanılıp tartışma yaratacak bir noktaya gelinebilir. Piyano, keman, gitar, futbol, aikido, drama, jimnastik, voleybol, basketbol, yüzme, yabancı dil dersleri, satranç kursları veya diğer derslerden alınan tamamlayıcı özel dersler… Pek çok çocuğun daha ilkokulu bitirmeden bu aktivitelerin pek çoğunu deneyimlediği, birçoğundan sıkıldığı için bıraktığı, sıkılıp bıraktığı etkinliğin yerini hemen başka bir etkinliğin aldığı görülebilmektedir. Böylece belki de heves ve heyecanla başlayan pek çok iş yarım kalmış olabilmektedir. Çoğu çocuk, sıkılıp bıraktığı bir etkinliğin yerine yeni bir şeyin mutlaka geleceğini bilir. Buradaki etkinin hayatın diğer alanlarına da yansıyabileceği unutulmamalıdır. Zorlanmayla başa çıkamama, her şeyden çabuk sıkılma, sahip olunan bir şeye ait duyulabilecek mutluluğun değerinin görülememesi gibi etkileri olabilir. Ailelerin yoğun temposuna ayak uydurmada zorlanıp direnen çocukların yanında sırf ailesini memnun etmek için etkinliklere devam etmeyi, pasif bir katılımla sürdüren çocuklar da olabilmektedir. Bu çocukların da hayatın başka alanlarında başkalarına hayır demekte zorlanabilen, kendi istek ve ihtiyaçlarını yeterince ifade edemeyebilen çocuklar olabildikleri görülebilmektedir.

Çocuklara Boş Zaman Bırakmanın Önemi Çocukların bir zamanlar serbest oyunlar oynayarak geçirdikleri okul sonrası saatleri ve yaz günleri, bugün daha çok yetişkinlerin onlar için organize ettikleri aktivitelerle geçebilmektedir. Böyle olunca, çocukların tek başlarına oyunlar oynaması, yaratıcı aktiviteler oluşturmaları eskisine göre daha azalmaktadır. Yalnız kaldıklarında kendi başlarına nasıl zaman geçireceklerini bilemeyip belki de tabletlerin gücüne sığınabilmektedirler. Hayatta hep başkalarının kendileri için bir şeyleri organize etme beklentisi içerisinde olabilmektedirler.

31


32


Oyun oynamak, çocuklar için yemek yemek ve uyumak gibi doğal bir gereksinimdir. Her gün öğrendiklerini oyunlarla özümserler. Çocuğun tüm yaşamı oynamak, keşfetmek, dokunmak, hissetmek, tatmak ve koklamaktır. Bütün bunları da kendi serbest ortamlarında deneyimlemek isterler. Bu nedenle bir yetişkin tarafından kurgulanmamış, hedefi ve amacı olmayan serbest oyun zamanlarına sahip olan çocuklar, iletişim kurmayı, yaratıcı bir şekilde düşünmeyi, duygularını fark etme ve yansıtmayı, sorun çözme becerilerini ve hayal kırıklıkları ile baş edebilmeyi, sosyal etkileşim becerilerini geliştirmeyi öğrenirler, eğlenirler. Okul dışı zamanlarında düzenli olarak serbest oyun deneyimi yaşayan çocukların, sözel ve zihinsel becerileri, hafızaları, fiziksel gelişimleri de güçlenir. Biliyoruz ki çocuklara fırsat, yer ve zaman verildiğinde yeni fikirler üretebilirler ve bir şeyler icat edebilirler. Bunun yanı sıra arada sıkılmak aslında çocukların kendi ilgi alanlarını ve becerilerini keşfetmeleri için de bir fırsat yaratır. Bu nedenle özellikle okul öncesi dönemde, çocuğu bazen kendisiyle baş başa bırakmak faydalıdır. Her sıkıldığında ya da boş kaldığında sürekli seçenekler sunulan çocuk kendini sadece bazı uyaranlar aracılığıyla harekete geçirebilme alışkanlığı geliştirebilir. Bu tür uyaranların olmadığı durumlarda da zorluk yaşayabilir. Tabii her çocuğun yaş dönemine göre kendi kendine geçirebileceği zaman süresinin farklı olduğunu da unutmamak gerekir. Anne babaların yapacağı en önemli şey çocuklarını kendi kendilerine zaman geçirip oynayabilmeye teşvik etmeleri, bunun için onlara zaman ve fırsat tanımaları olacaktır. Çocukları sürekli bir aktivite ile oyalamak, sürekli mutlu etmeye, önlerine çıkan olumsuzlukları engellemeye çalışmak, olası hayal kırıklıklarını, mutsuzluk hissini deneyimlemesini durdurmaya çalışmak aslında onun kişisel gelişimini etkileyerek duygusal anlamda dayanıksızlığını arttırabilir. Mükemmel olmaya çabalayan anne babalar çocuklarını mutsuz görmeye dayanamadıkça çocuklar da mutsuzluğu ya da sıkılmayı içinden çıkılmaz bir his gibi algılayabilir ve duygusal anlamda ileriki yaşlarda çok daha kırılgan olabilir. Çocuğun kendini birey olarak güçlü hissedebilmesi için ebeveynden aldığı destekle olumsuz duyguları deneyimlemeye ve o duygunun içinden çıkabilmeye ihtiyacı vardır. Hiçbir amaca hizmet etmiyor gibi görünse de çocuklar için oyun, enerjilerini boşaltabilmek, kendilerini ifade edebilmek, zorluklarla baş edebilmek, yeni öğrendiği ya da yaşadığı olayları kabullenebilmek, ilişki kurabil-

mek, yetilerini fark edebilmek veya bunlardan birkaçını birden yapabilmek için bir araçtır. Çocukların gelişim ihtiyaçlarını iyi anlamak önemlidir. Bir çocuğa verilebilecek en değerli şey onun ayrı bir birey olduğunu kabul ederek sevgiyi hissettirmek ve güven duygusunu verebilmektir. Çocuklar, onlarla ortak noktada buluşulduğunda, bireysel ve gerçek ihtiyaçlarına odaklanıldığında kendilerini daha anlaşılmış hissederler. Unutulmamalıdır ki çocukları hayata hazırlamak ve mutlu etmek için onların her istediğini gerçekleştirmek, sürekli yapılandırılmış ortamlarda farklı eğitim/ kurs/ çalışmalara götürmek yerine kendi tercih haklarını kullanarak bireysel gelişimlerine katkıda bulunacak imkânlar sağlamak daha geliştirici olacaktır.

KAYNAKÇA • Artukmaç, Y., Aydın, H. (2017), Teo’nun can sıkıntısı kitabı. (5. Baskı). Ankara: Bilgi Yayınevi Çocuk Kitaplığı. • Barber, V. (2011), Oyunlarla çocukların duygusal dünyasını geliştirmek. (1. Baskı). (Aksay, E., Çev) İstanbul: Sistem Yayıncılık • Ferland, F. (2015), İşi başından aşkın anne babalar için hayat rehberi. (1. Baskı) (Evirgen. Ş., Çev) İstanbul: Yapı Kredi Yayınları • Hurley, K. (2015), Mükemmel çocuk mu? Mutlu çocuk mu?, (1. Baskı) (Çetin. A. E., Çev) İstanbul: Beyaz Balina Yayınevi • İnternet Alıntısı, Ekim 2019, https:// bengisemercienstitusu.com/oyunlatedavi-olur-mu/ • İnternet Alıntısı, Ekim 2019, https:// dbe.com.tr/cocukvegenc/tr/news/ annelik-hirsi-cocugum-en-iyi-olmali/ • İnternet Alıntısı, Ekim 2019, https:// www.dbe.com.tr/cocukvegenc/tr/news/ hayal-gucunun-gelisim-surecleri • İnternet Alıntısı, Ekim 2019, https:// www.dbe.com.tr/cocukvegenc/tr/news/ mukemmel-anneligi-aramak/

33


Yazan: Uzman Klinik Psikolog Begüm Mutlu Erbil

ALKOL BAĞIMLILIĞININ AİLE VE ÇOCUK YAŞAMINA ETKİLERİ Genellikle alkol kullanan kişiler alkol problemi yaşamadıklarını ve aile bireylerinin bunu kimseyle paylaşmamaları gerektiğini söylerler. Ailelerin yapması gereken en önemli şey alkol sorunu yaşandığını açıkça kabul etmektir. 34


Birçok ailede zaman içinde çeşitli konularda pek çok problem yaşanabilir. Her aile bireyinin kendi iç dünyası, duygusal ihtiyacı, durumlarla baş etme biçimi birbirinden farklı ve özneldir. Bağımlılık, bir maddenin ruhsal, fiziksel ya da sosyal sorunlara yol açmasına rağmen, alımına devam edilmesi, bırakma isteğine karşılık bırakılamaması ve maddeyi alma isteğinin durdurulamamasıdır. Bağımlılık kronik bir beyin hastalığıdır çünkü bağımlılık hipertansiyon, şeker hastalığı gibi uzun süreli tedavi gerektirir ve tedaviyi bırakmak tekrarlara neden olabilir. Bu nedenle hayat boyu bağımlılık yapıcı maddelerden uzak durmak, mutlaka tedavi ve destek almak gereklidir. Herkes bağımlı olabilir. Bağımlılık sürecine etki eden çok sayıda faktör vardır. Kişinin genetik yapısı, cinsiyeti, var olan ruhsal hastalıkları, dürtüsellik ve yenilik arama gibi kişilik özellikleri, yaşadığı çevre, kaotik ev ortamı, ailede ebeveynlerin madde kullanımı olması, uygun ebeveyn denetiminin eksikliği, çocukluk çağında olumsuz yaşantılar, arkadaşların etkisi, maddeyi erken yaşta kullanmaya başlamak, maddenin kendisine bağlı özellikler bağımlılığın gelişimini etkiler. Madde kullanmaya başladıktan ne kadar süre sonra bağımlılık gelişeceğini söyleyebilmek için birçok etkenin değerlendirilmesi gerekir. Bunlar; maddenin cinsi, özellikleri, kullanan kişinin fiziksel ve ruhsal yapısı gibi etkenlerdir. Bu nedenle kimin ne zaman bağımlı olacağını önceden bilmek mümkün değildir. Bununla birlikte bazı maddeler tek kullanımla dahi bağımlılığa yol açabilmektedir. Bir kereden bir şey olmaz diyerek, madde alımının kontrol edilebileceği, başkaları bağımlı olsa da kişinin kendisinin bağımlı olmayacağı düşüncesi, kendi iradeleri ile bu durumu kontrol altında tutabilecekleri gibi inanışlar bireyin bağımlılık riskini arttırır. Bazı maddeler tek kullanımla dahi bağımlılığa yol açabilmektedir. Bazı geçiş dönemleri bağımlılık açısından risklidir. İlkokuldan ortaokula geçiş, ergenlik dönemi (En riskli dönemlerden biridir.), üniversite veya iş için aileden uzaklaşma (Sigaraya, alkol ve uyuşturucu maddeye başlama riski yüksektir.), aile içi huzursuzluk, parçalanma gibi dönemler, ailede yaşanan kriz dönemleri, ebeveyn ayrılığı veya kaybı, aile fertlerinden birinin ciddi sağlık sorunu yaşaması, travma sonrası dönemler dikkat edilmesi gereken dönemlerdir.

Alkol Bağımlılığı Nedir? Alkol, alışkanlık yapabilecek maddelerden yalnızca biridir. Yeşilay’ın verilerine göre dünyada alkol kullanan 2 milyar kişinin 76 milyon kadarı alkol bağımlısıdır. Yılda 1 milyon 800 bin kişi bu nedenle hayatını kaybetmektedir. Ülkemizde ilk tüketim yaşı 11’e kadar inmiştir. İlk kullanım yaşı düştükçe ileriki yaşlarda bağımlı olma riski artmaktadır. Çok miktarda ve sıklıkla alkol tüketmek, aynı etkiyi yakalayabilmek için tüketim oranını sürekli arttırmak, yoksunluk hissetmek, planlanan miktardan ve süreden daha fazla alkol tüketimi, sosyal etkinliklerden uzaklaşma, alkolü bırakmaya yönelik başarısız girişimler, bedensel, ruhsal ve toplumsal sağlığının bozulmasına rağmen alkol almak isteme durumu alkol bağımlılığı olarak tanımlanabilir. Alkol kullanımının çeşitli sebepleri vardır. Psikolojik ya da fiziksel bir acıyı (yaşanan bir kayıp, ayrılık, bedensel hastalıklar gibi) dindirmek, kaygı ve endişe yaratan durumlarla baş etmek, maddi

veya evlilikte yaşanan sorunları çözmeye çalışmak gibi çok çeşitli nedenler alkol kullanımına yol açabilir. Alkolün bireyin kontrolünden çıkarak bağımlılık haline dönüştüğü durumlarda kişilerin sosyal hayatı, aile ve iş yaşantısı olumsuz yönde etkilenir. Yakın çevreyle iletişimin bozulması, daha fazla risk alma, işe geç kalma, düşük performans ile çalışma, sorumluluklarını takip etmede zorluk görülebilir. Alkol kullanımına bağlı olarak kişilerde birtakım karakteristik değişiklikler de ortaya çıkabilir. Bunlar çeşitli duygu dalgalanmaları, tutarsız ruh hali, öfke, savunmacı ve tartışmacı tutum, içe kapanıklık ya da mutluluk, aşırı sosyallik olarak sıralanabilir. Tüm bu davranış değişikliklerine, günlük hayattaki aksamalara rağmen alkol bağımlısı kişilerin bağımlı olduklarını kabul etmeleri oldukça zordur. Kontrolün kendilerinde olduğunu istedikleri zaman içmeyebileceklerini, herkesin içtiğini, bunun bir problem olmadığını ifade edebilirler.

35


Alkol Bağımlısı Ebeveyni Olan Çocuklar Bu Durumu Nasıl Deneyimler, Ne Hisseder? Maalesef birçok çocuk alkol bağımlısı ebeveynleri tarafından psikolojik ya da fiziksel şiddete maruz kalmaktadır. Anne baba arasındaki tartışmalar gibi yaşadıkları olumsuz olaylarla, ebeveynlerin alkol aldıkları zamanlardaki söylemleriyle ve bunların neden olduğu yoğun hislerle baş edebilmek henüz yeterli ruhsal olgunluğa ulaşmamış çocuklar için oldukça zorlayıcı olmaktadır. Özellikle yetişkinin desteğine ihtiyacın yoğun olduğu (Sevilme, anlaşılma, sakinleştirilme, arkadaş ilişkilerinde yaşanan sorunları konuşabilme, güvenlik önlemleri alma, bakım, beslenme, sorumluluk takibinde destek, sakinleştirilme gibi.), duygusal iniş çıkışların yaşandığı ergenlik dönemi başta olmak üzere, birçok durumda yetişkin gibi davranmak durumunda ve ebeveynin sorumluluklarını takip etmek zorunda kalmaktadırlar. Alkolün neden olduğu karışık ve güvende hissettirmeyen ortam, ebeveynin sonraki davranışını tahmin edememe gibi durumlar çeşitli duygu ve davranış biçimlerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Yetişkinlerin sıkıntılarıyla uğraşırken, büyüme evrelerinin gerektirdiği bir takım duygusal ihtiyaçlar yaşanılanlardan dolayı yeterince karşılanamadığından, çocukların ileriki yıllarda sağlıklı ve güvenilir ilişkiler kurmaları zorlaşabilmektedir. Her çocuğun olaylar karşısında vereceği tepkiler ve hisleri kendi karakteristik özelliklerine ve deneyimledikleri duruma göre farklılık gösterir. Ebeveynlerine duydukları sevginin yanı sıra, aşırı sinirlilik, kızgınlık, üzüntü, endişe, korku, yalnızlık, kırgınlık, suçluluk, umutsuzluk, bıkkınlık, karamsarlık, korunmasızlık, hayal kırıklığı, sevilmeme, güvensizlik, duygusal yalıtım, hissizlik, depresyon gibi duygular ortaya çıkabilir. Bazı çocuklar ise içten içe çok üzüldükleri halde sorunu umursamıyormuş gibi görünerek içinde bulundukları durumun neden olduğu acıyı inkâr edebilirler. Ortaya konulmayan düşünceler bedenlerinde çeşitli ağrılarla ve belirtilerle (Migren, zona, ürtiker, uçuk gibi çok çeşitli deri hastalıkları…) ortaya çıkabilir. Çocuklarda dikkat dağınıklığı ve aşırı hareket-

36

lilik, okul başarısında düşüş, kaygı bozukluğu, panik atak, çeşitli davranış bozuklukları, öfke kontrolünde zorlanma, hali izlenebilir. Uykusuzluk, kendine zarar verme, farklı bağımlılıklar geliştirme, ilaç kullanma, iştahsızlık, yeme bozuklukları gibi fiziksel belirtilerde tüm bu duygulara eşlik edebilir. Ayrıca çeşitli takıntılar (temizlik, tikler gibi) tüm bu kaygılarla baş etmek için ortaya çıkabilir. Kendilerini acımasızca yargılama ve eleştirme sürekli onay ve teyit bekleme, diğer insanlardan farklı olduğunu hissetme, duruş olarak kendini kurban olarak konumlandırma gözlemlenebilir. Bazıları ebeveyniyle sıklıkla tartışabilir, diğerleri ebeveynlerinden uzak durarak, iletişimi kesebilir, duygularını kendilerine saklayabilir. Yaşadıkları sorunu çevrelerinden sır gibi saklayabilir, evde vakit geçirmek yerine bir an önce okula dönmek isterken, mevcut durumdan utandığı için arkadaşlarını eve yaklaştırmak istemeyebilir. Küçük çocuklarda alt ıslatma, korku, karın ağrısı, ayrılık kaygıları, gece kâbusları, tırnak yeme, saç koparma, öfke krizleri, nedensiz ağlamalar ve rutinin dışında nedensiz huzursuzluk görülebilir. Hangi sorun yaşanırsa yaşansın öncelikle içinde bulunulan durumu kabul etmek, bununla ilgili duygularını ifade etmesini sağlamak durumla baş etmeye çalışmanın en önemli basamaklarıdır. İmkânlar el veriyorsa mutlaka psikolojik destek almak gerekir.

Alkol İçen Kişinin Çevresindekiler Nasıl Düşünmeli ve Hangi Davranışları Sergilemelidir? Genellikle alkol kullanan kişiler alkol problemi yaşamadıklarını ve aile bireylerinin bunu kimseyle paylaşmamaları gerektiğini söylerler. Ailelerin yapması gereken en önemli şey alkol sorunu yaşandığını açıkça kabul etmektir. Aileler, kanser, astım, şeker hastalığı gibi konularda çocuklarla rahatça konuşabilirken, konu alkolizm olduğunda konuşmak biraz zor olabilmektedir. Tıpkı diğer hastalıklar gibi sorunun nedeni, neler yapılabileceği çocuklarla paylaşılırsa, bu du-

rum çocuklar için sakladıkları, sakındıkları, utandıkları bir konu olmaktan çıkarak baş edilebilir bir noktaya gelmektedir. Çocuklara alkol bağımlılığın bir hastalık olduğu, özellikle yaşanan bu durumdan dolayı kendilerinin hiçbir suçu ve sorumluluğu olmadığı, onların bu durumu düzeltmek için bir şey yapamayacağını, kendileri için yardımı hak ettiklerini, yalnız olmadıkları, yardım edebilecek yerler ve kişiler olduğu açıklaması yapılmalıdır. Bunlara ek olarak çocuklara yaşlarına uygun alkolizmi anlatan kitaplar verilebilir. Alkol tüketen kişiler, içki içmelerinin nedeni olarak çevrelerindeki kişileri suçlama eğiliminde olabilirler. Eş ya da çocuklar bu söylemleri kişisel almamalı onlar olsa da olmasa da kişinin alkol tüketeceğini ve çevresindekileri suçlayarak alkol kullanımına haklı bir neden arayacaklarını bilmelidirler. Genel olarak aile bireyleri kişiden alkolü bırakmaya yönelik söz vermesini isterler. Konuşulup uzlaşmaya varıldıktan sonra davranış değişikliği göremeyen aileler ya da bireyler durumu “Beni sevseydi, sözünü tutardı.” şeklinde düşünebilir. Ancak bağımlı bir kişi beynindeki kimyasal değişikliklerden dolayı verdiği sözleri tutmakta zorlanır. Birçok kişi, alkol bağımlısı kişinin yaşadığı sıkıntılar dindiğinde alkolü bırakacağını ve bu problemin geçici olduğunu düşünebilir. Ancak alkol bağımlılığının tedavi edilmeden düzelemeyecek bir hastalık olduğu akılda tutulmalıdır. Aileler kişiye bir sağlık personeli ya da ruh sağlığı uzmanı gibi davranmamalıdır. Mutlaka dışarıdan bir uzman desteği almalıdırlar. Ailedeki kişiler durumdan kendileri de gerekiyorsa yardıma başvurmalı ya da aynı sorundan mağdur olan ailelerin başvurduğu grup çalışmalarına katılmalıdırlar. Grup paylaşımlarında benzer sorunu yaşayan insanları görmek, duymak ve paylaşmak kişilerde duygusal boşalım sağlamakta ve rahatlatıcı etkisi olmaktadır. Alkol alan kişinin durumu kabullenip yardım talep etmesi için bir takım basit sonuçları deneyimlemesi gerekmektedir. Örneğin kişi alkol alıp salonda yerde uyuyakaldıysa, aileler kişiyi kaldırıp yatağa götürmemelidir. Alkol alan kişi uyandığında kendisini orada bulmalı ve durumu deneyimlemelidir. Ya da uyuyakaldığında iş yerine geç kalma sürecinin uyandırdığı kaygı hissini yaşamalıdır. Alkol alan kişi sürekli korunduğu, kollandığı ve hataları örtüldüğü takdirde davranış değişikliği yapmayacaktır.


Alkol alan kişilerin kalp kıran ve olumsuz yorumlarını kabul etmemek, özellikle çocukları bu söylemlerden korumak gerekir. Çocukların psikolojisini korumak adına bu olumsuzlukların yaşadığı ortamdan uzak tutmak ve negatif etkilere maruz kalmalarını önlemek gerekir. Bazı çocuklar olumsuz durumlarla baş etmek için “güvenmeme, konuşmama ve hissetmeme” nosyonuna başvurabilir. Bir problem yaşandığında hiçbir çözüm bulunamıyor olsa bile yalnızca sorunu dillendirmek bile rahatlatmaya yardımcı olur. Çocuklar, büyükanne, büyükbaba, teyze, amca, dayı, hala, komşu, öğretmen, psikolojik danışman ve gibi farklı yetişkinlerle de diyalog kurmalı, kendilerini ifade etmeleri sağlanmalıdır. Kısa soh-

betler, günün nasıl geçtiğini konuşmak, sorunları nasıl çözdüklerini aktarmaları, çocukların düşüncelerini açmalarına yardımcı olacaktır. Çocuklar herhangi bir sorun yaşadıklarında, bu sorunu alkol dışında sağlıklı bir şekilde çözmenin yollarını farklı insanları model alarak öğrenmelidir. Çevredeki insanların sorunlarla nasıl baş ettiği öğretilmelidir. Bu beceriler bir kitapta ya da bir filmdeki kahramanların yaşadıkları üzerinden de tartışılabilir. Böylece sorun çözme biçimleri daha yapıcı bir hale dönüşür. Çocukların kendi duygularını farkına varması ve bunlar hakkında düşünmeleri gerekir. Öfkeli ya da küskün hissettiklerinde, ne hissettiklerini tanımlamak veya yazmak duygusal boşalıma yardımcı olacaktır. Durumun nasıl hissettirdiği üzerine düşünmek, sorunu yok saymayı ve hiçbir

şey yokmuş davranmamayı engelleyecektir. Bağımlı bir ebeveynin olduğu bir aile yapısı içerisinde sağlığı yerinde olan ebeveyn, çocuklar için önemli ve iyileştirici bir figürdür. Çünkü çocuklar doğaları gereği duygusal olarak bir yetişkine yaslanma ihtiyacı içindedirler. Yaşanılan olumsuz duyguların, bir yetişkin eşliğinde ele alınıyor olması, duyguların kapsamlı olarak konuşulabilmesi çocukların çeşitli durumlarla baş etmesini kolaylaştırmaktadır. Bağımlı olmayan ebeveyn hayal kırıklığına uğramış, korkmuş olabilir ama çocukla sağlıklı bir ilişkisinin olması oldukça toparlayıcı bir unsurdur. Ancak ebeveyn kendini yeterince güçlü hissetmiyorsa, okul psikolojik danışmanından ya da bu konuda uzmanlaşmış bir kişiden destek alınmalıdır. KAYNAKÇA • İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// alo191uyusturucu.saglik.gov.tr/ • İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// kidshealth.org/en/teens/copingalcoholic.html • İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// www.pbinstitute.com/blog/personalityof-an-alcoholic/ • İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// www.rchsd.org/health-articles/copingwith-an-alcoholic-parent/ • İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// www.verywellmind.com/common-traitsof-adult-children-of-alcoholics-66557 İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// www.verywellmind.com/things-to-stopif-you-love-an-alcoholic-67300 • İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// www.yesilay.org.tr/tr/bagimlilik/alkolbagimliligi • İnternet alıntısı, Eylül 2019, Sidhu J, Dutta E, Naphade NM, Shetty JV. The impact of parental alcohol dependence on the development and behavior outcome of children in a tertiary care hospital. Med J DY Patil Univ [serial online] 2016 [cited 2019 Sep 2];9:17-22. Available from: http://www.mjdrdypu. org/text.asp?2016/9/1/17/172418 • İnternet alıntısı, Eylül 2019, https:// www.thefix.com/how-help-childrenalcoholics

37


Yazan: Psikolojik Danışman Yelda Arslan

ÇOCUKTA İZİNSİZ ALMA DAVRANIŞI Yaşamın her anı, kişiye mutluluk getirmeyebilir. İnsan, kimi zaman üzüntü, öfke, hayal kırıklığı, sıkılma, yalnızlık gibi duygularla baş etmek durumunda kalır. Sorun durumlarında etkili çözüm önerileri getiremeyen, dürtülerini kontrol etmekte zorlanan, akranlarla iletişim kurmakta ve sürdürmekte sorun yaşayan, özgüven konusunda destek ihtiyacı duyan ve güven alanını inşa etmede zorlanan çocuklarda izinsiz alma davranışı daha sık gözlemlenir.

38


İnsanın, hayatı boyunca sahip olmayı arzu ettiği pek çok şey olur. Çocuklukta, marketteki bir şekere sahip olmak çok önemliyken; yaş ilerledikçe istekler, yeni bir telefon, son model bir otomobil, bahçeli bir ev, kazanılacak bir ödül ya da sadece bir kişinin atanabileceği bir pozisyon gibi dönüşüme uğrar. Hayal edileni elde etmek az ya da çok bir emek ister. Kimi zaman o hedefe ulaşılır, kimi zamansa hayal kırıklığı yaşanıp bu zorlayıcı duyguyla baş etmeye çalışılır. Kişinin diyete başladığı gün kendisine en sevdiği tatlının ikram edilmesi gibi, anlık karşı konulması güç istekler de vardır. Peki, bu istekleri gerçekleştirmeye çalışırken ne oluyor da bazıları hazzını erteleyebiliyor, hayal kırıklığıyla baş edebiliyorken bazıları da dürtü kontrolünde zorlanabiliyor? Yaş dönemi açısından ele alınacak olursa bir anaokulu çağı çocuğunun arkadaşının oyuncak arabasını alıp evine götürmek istemesi, bir ilkokul çağı çocuğunun sınıf arkadaşının süslü kalemini alıp gizlice çantasına koyması ya da bir ön ergenin annesinin cüzdanından bir miktar parayı izinsiz alıp kendine bir şeyler alması… “İzinsiz alma davranışı” olarak ifade edilebilecek bu örnekler, aynı şekilde değerlendirilebilir mi? 3 yaşındaki çocuğun arkadaşının oyuncağını almasıyla 40 yaşındaki bir yetişkinin mağazadan bir şalı gizlice çantasına koymasına aynı açıdan mı bakmak gerekir?

sırasında bilgiyi öğrenişinin nasıl şekillendiğine adamıştır. (Akay, 2016). Piaget’ nin çocuğun zihinsel gelişimine dair açıklamaları 4 dönemi içermektedir. Duyu Hareket Dönemi (0-2 Yaş) Bu dönem çocuğun merakla dünyayı keşfetmeye çalıştığı ve refleksif davranışlar sergilediği bir dönemdir. Bir anlamda çocuk, hoşuna giden bir şeyi alır ve bunun herhangi olumsuz bir anlamı yoktur. İşlem Öncesi Dönem (3-6 Yaş) Bu dönem çocukları benmerkezcidirler. Henüz kendilerinin algıları dışında bir bakış açısı olduğunu anlayamazlar. Çocuk kendisini evrenin merkezinde görür (Kol, 2011). Dolayısıyla, 3 yaşındaki bir çocuğun başkasına ait olan beğendiği bir oyuncağı alması olasıdır. Yapılması gerekense, böyle bir davranış olduğunda başkasına ait bir oyuncağı izinsiz alıp evine götüremeyeceği hakkında konuşmaktır.

Somut İşlemler Dönemi (7-11 Yaş) Bilişsel olarak çocuk gelişim gösterse de, hala soyut kavramları anlamlandırabilecek beceriye sahip değildir. Bunun yanında, 7 yaşındaki bir çocuğun artık mülkiyet kavramı ile ilgili fikri vardır. Ancak o da, yanlış olduğunu bile bile, dürtüsünü kontrol etmekte zorlanabileceğinden, sırf çok beğendiği için bir eşyayı izinsiz alabilir. Bu durumda, çocuğun davranışının nedeni üzerine düşünmek, onunla davranışı hakkında konuşmak, hatasını telafi etmesi için yol gösterirken suçlayıcı olmamak önemlidir. Soyut İşlemler Dönemi (12 Yaş Üzeri) Çocuk bu dönemde, kendi düşüncelerinin ve söylediklerinin en doğru olduğunu, herkesin dikkatinin kendi üzerinde olduğunu ve kimseye yaranamadığını düşünür (Kol, 2011). Soyut düşünebilmenin başladığı bu dönemde, otoriteye karşı gelme ve akran grubunda kabul görme ihtiyaçları ön plandadır. O nedenle, sergilenen her tür olumsuz davranış anne baba için önemli bir mesajdır, doğru okumak gerekir.

Tüm bu noktalardan bakıldığında süreci gelişimsel yani yaş dönemi özellikleri göz önünde bulundurularak değerlendirmek önemlidir. Her insanda “doğru ya da yanlış”, “iyi ya da kötü”, “yapılması hoş karşılanabilen ya da hiçbir şekilde kabul edilmeyen” davranışların neler olduğuna ilişkin yargılar bulunmaktadır. Bu yargılar, içinde yaşanılan toplumun bireylerden uymasını beklediği kurallarla aile ortamında işlenen değerler sistemi içinde şekillenir. Bunun yanı sıra gelişimsel basamaklarına bakıldığında her yaş döneminde davranış basamakları açısından beklendik ve ortaya çıkabilecek süreçleri vardır.

İzinsiz Alma Davranışında Gelişim Dönemi Özelliklerinin Etkisi Gelişim dönemi özellikleri denince akla gelen ilk isim, İsviçreli bir gelişim psikoloğu olan Jean Piaget’ dir. Tüm yaşamını çocukların gelişim

39


İzinsiz Alma Davranışının Olası Nedenleri Bir eksikliği tamamlama çabası: Anne baba olarak ilk üzerinde durulması gereken, çocuğun nasıl bir ihtiyaçla, neye doyum sağlamak için o nesneye sahip olmaktan kendini alamıyor olduğudur. Aile içi iletişimde mi sorun var? İlgi eksikliği mi söz konusu? Yetişkinin dikkatini mi çekmeye çalışıyor? Kendisini güçlü hissettiği herhangi bir alan mı yok? Akran ilişkilerinde sorun yaşıyor da, izinsiz alarak bir açıdan arkadaş mı kazanmaya çalışıyor? Sırf bir gruba dâhil olmak için onlarla aynı davranışı mı sergiliyor? Bir şeyi çok istiyor, ancak alım gücü mü yok? Kardeş doğumu sonrası anne babasının kendisini artık sevmediğini düşünerek ilgi mi çekmeye çalışıyor? Sorular çoğaltılabilir… Bu durumda çocuğun duygusu ve ihtiyacı doğru tespit edilmeli, yoksunluk duyduğu alan sevgiyle kapsanarak üzerinde çalışılmalıdır.

Anne Babalar Nelere Dikkat Etmeli, Konuyu Nasıl Ele Almalıdır? Hangi yaşta olursa olsun, izinsiz alma davranışı anne babalar için endişe uyandırıcıdır. Genelde verilen ilk tepkiler de ayıplama, korkutma ve cezalandırma yönünde olabilmektedir. Oysa ilk yapılması gereken çocuğa küçük yaştan itibaren mülkiyet kavramının öğretilmesidir. Benim ve benim olmayan kavramını oturtmak için; onun eşyalarını kullanırken izin almaya, çocuk anne babanın bir eşyasını izinsiz aldığında bu davranışın uygun olmadığı ile ilgili konuşmaya, odasına girerken kapısını çalmaya ve ilkokul çağından itibaren harçlık vermeye özen gösterilmelidir.

Sosyal beceri eksikliği: Yaşamın her anı, kişiye mutluluk getirmeyebilir. İnsan, kimi zaman üzüntü, öfke, hayal kırıklığı, sıkılma, yalnızlık gibi duygularla baş etmek durumunda kalır. Sorun durumlarında etkili çözüm önerileri getiremeyen, dürtülerini kontrol etmekte zorlanan, akranlarla iletişim kurmakta ve sürdürmekte sorun yaşayan, özgüven konusunda destek ihtiyacı duyan ve güven alanını inşa etmede zorlanan çocuklarda izinsiz alma davranışı daha sık gözlemlenir. Bu nedenle doğduğu andan itibaren, çocuğun duygusu fark edilip aynalanarak duygu, düşünce ve isteklerini ifade edebilmesine imkân tanınarak, akranları ile sık bir araya getirilerek, dürtü kontrolü ve sorun çözme becerileri desteklenerek sosyal duygusal becerilerine yatırım yapılmalıdır.

Günlük yaşam akışı içinde çok da önemli görülmeyen, çocuğun oda kapısının çalınarak içeri girilmesi davranışı, çocuğa bir birey olarak görüldüğünü ve ona ait bir alana izni olmadan girilmeyecek kadar saygı duyulduğunu hissettirir. Düzenli harçlık verilmesi ve parasının kontrolünü kendisinin sağlaması bir çocuk için güçtür ancak iyi hissettirir. Bu gücü doğru kullanabilmesi için de anne babalar olarak parasını doğru yönetme konusunda model olunmalıdır. Çocuk, doğru ve doğru olmayan davranış kalıplarını önce ailede öğrenir, ev ortamından dışarı çıktığında da bu kalıplar üzerine yeni davranış modellerini yaşamına dâhil etmeye devam eder. O nedenle hangi davranış doğrudur? Hangisi değildir? Hatalı davranış sergilendiğinde karşıdaki kişi ne hisseder? Yanlış davranıldığında kişinin kendisi ne hisseder? gibi konular çocuk doğduğu andan itibaren ilmek ilmek işlenmelidir.

Yetişkinin yanlış tutumları: Anne babaların, çocuklarına küçük yaştan itibaren mülkiyet kavramının zeminini oluşturacak söylemlerde bulunmaması, çocuğun kendisine ait olan ve olmayan nesneleri ayırt etmesini güçleştirir. Dolayısıyla başkasının sınırına girmekte de bir sakınca görmeyebilir. Aşırı kontrolcü anne baba tutumlarının da “Otoriteye karşı gelme” dürtüsüyle çocukta izinsiz alma gibi davranış sorunlarına neden olabileceği gözlemlenebilmektedir. Yanlış anne baba tutumlarına verilebilecek diğer örnekler de, olayın “Çocuktur yapar.” diyerek önemsenmemesi, “Benim çocuğum öyle şeyler yapmaz.” diyerek üstünün kapatılması ya da aşırı tepki vererek çocuğun cezalandırılmasıdır.

Çocuk eğitiminde bir önemli konu da “Dürüstlük” değeridir. Bir çocuğun doğruyu söylemekten kaçınmasının temel nedeni doğruyu söylerse karşılaşacağı tepkiden duyduğu endişedir. Bunun yanında hata toleransı düşük, mükemmeliyetçi, beklentisi yüksek olan ya da çocuğun vereceği tepkiyle nasıl baş edebileceğini bilemediği için, çocuğuna dürüst davranmakta zorlanan anne babaların çocuklarının yalan söylemeye daha yatkın oldukları görülebilmektedir. Oysaki çocuklar, ne yaparlarsa yapsınlar aile içinde dürüstlüğün kabul gördüğünü hissetmelidir. Zaten yaşamın getirdiği doğal yaptırımlar vardır. Çocuk hatalı davranışı telafi etmek için de elbette çaba sarf etmelidir ancak dürüst davrandığı için de mutlaka takdir edilmelidir.

40

Çocuğa hakları kadar, sorumluluklarının da olduğu hissettirilmelidir. “Özgürlük” diye tanımlanan alan sınırsız değildir, kişinin özgürlüğü, başkasının özgürlük alanına temas ettiği noktaya kadardır. Çocuk, kendi sınırının nerede bittiği ile ilgili farkındalık kazanmalıdır. Başkasına ait bir eşyayı eve getirdiğinde, yaşı kaç olursa olsun, mutlaka üzerine konuşulmalıdır. Bunun yanlış bir davranış olduğu, herkesin bazen hatalı davranışlar sergileyebileceği, arkadaşının o eşyası kaybolduğunda ne hissetmiş olabileceği, mutlaka özür dileyerek geri vermesi gerektiği anlatılmalıdır. Özellikle okul öncesi dönemde büyük tepkiler verilmemeli, cezalandırma yönteminden kaçınılmalıdır. Bu süreçte, çocuk kitapları ve çizgi filmler de kaynak olarak kullanılabilir. Son söz olarak, çocuklar baş etmesi güç bir durumla karşılaştıklarında nasıl davranacakları ile ilgili aldıkları referans noktası anne babalarıdır. Sakin kalarak, dengeli ve tutarlı davranışlar sergileyerek iyi birer model olmak, küçük yaştan itibaren bazı davranış kalıplarını öğretmek, sorun durumunda yol gösterici, destekleyici bir tutum sergileyerek doğru davranışları hatırlatmak, konu masumane bir izinsiz almanın ötesinde ise ve aile içi önlemler yetersiz kalıyorsa da bir uzman desteği almak gereklidir. KAYNAKÇA • Ekim 2019, https://ailedenokula.com/ cocuk-gelisimine-dair-1--piaget • Ekim 2019, https://dergipark.org.tr/tr/ download/article-file/115636 • Ekim 2019, http://tiny.cc/6aybpz • Ekim 2019, https://www. hopkinsmedicine.org/health/conditionsand-diseases/lying-and-stealing


41


BİZDEN HABERLER Önleyici Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Servisi Çalışmaları Pandemi Döneminde Online Çalışmalarımız Olağanüstü dönemlerde yeni yollar bulunur. Pandemi ile, Terakki Vakfı Okulları olarak öğrencilerimizle sanal dünyanın içinde temas etmenin yollarını buluyoruz. Psikolojik Danışma ve Rehberlik Servisi olarak bizler de sınıflarla buluşarak, bireysel görüşmelerimizle hem öğrencilerimizle

42

hem sizlerle buluşmak için yeni alanlar açıyoruz. Sınıf ve branş öğretmenlerimizle işbirliğimiz, rutin görüşmelerimize de devam ediyoruz. Bunun yanı sıra bu süreçte yaşanabilecek durumlara yönelik, bilgilendirici yazılar hazırlayıp paylaşıyoruz. Öğrencilerimizin ihtiyaçlarını hep birlikte iletişim

ve işbirliği içinde çözmek için her zaman yanınızda olduğumuzu tekrar hatırlatarak pandemi süreciyle tükenmeden baş etmenin çok önemli olduğunu düşünüyor ve bu konuda hazırladığımız yazıyı sizlerle paylaşmak istiyoruz


Anne Babalar İçin Pandemi Dönemi ve Tükenmeden Baş Edebilmek Tüm dünya ve ülkemiz olağanüstü bir dönemden geçiyor. Yaşanan korona virüs (COVİD-19) salgını nedeniyle bir yandan ailemizin sağlığı ve güvenliği için endişe duyarken bir yandan da bu durumun sosyal ve ekonomik yaşantımızda yarattığı değişikliklere uyum sağlamaya çalışıyoruz. Bu uyum sürecinin olumsuz etkileri kişinin kendi yaşam koşullarına göre farklılık gösteriyor. Bu noktada herkes kendi başa çıkma becerilerini harekete geçirmeye çalışıyor. Ancak bu sürecin kişinin üzerinde yarattığı yoğun duygusal durumlarla tükenmeden baş edilebilmesi için bazı farkındalıklar yaşaması önem kazanıyor. Psikiyatrist Kubler Ross, zorlu durumlarla baş etme sürecinde insanların bazı evrelerden geçebildiğini belirtir ve bu aşamaları beş basamakta özetler. Önce kişi içinde bulunulan durumu inkâr etmeyle başlayan süreç daha sonra “Neden bu benim başıma geldi?” vs. sorularının eşlik ettiği yoğun bir öfke duygusuyla devam eder. Sonrasında ise, bir süre yaşadığı olayların olmamasını sağlayacak koşulları tartışır. Bu süreç “Keşke şunu yapsaydım bu başıma gelmezdi.” “Şu konuda alınan önlemler artırılsaydı daha kolay önlenirdi.” gibi düşünceler ile sorular yöneltilen bir dönemdir. Daha sonra yaşanan süreçle baş edemeyecek kadar güçsüz hissedip içe döner. En sonunda da durumu kabullenir. Herkes bu aşamaları farklı biçimlerde yaşayabilir ancak aşamaları bilmek bazen yönetmeyi de kolaylaştırabilir. Kişinin iç dünyasında yaşanan karmaşaların üstesinden gelebilmek için kullandığı bu yollar bir çeşit kendini iyileştirme, durumu anlamlandırma mücadelesinin basamakları olarak düşünülebilir. Hem doğal hem de insan kaynaklı afetler sırasında ve sonrasında insanların davranışlarını ve baş edebilme yollarını gözlemleyen Prof. Lahad ve ekibi, insanların altı farklı başa çıkma yöntemi kullandıklarını da gözlemlemişlerdir. Prof. Lahad gözlemleri sonucu oluşturduğu modelinde; başa çıkmayı yaşam zorluklarını yönetmek için devam eden bir çaba olarak tanımlar. Her insanın stresli durumlarda harekete geçirilebilecek iç güçlere veya başa çıkma kaynaklarına sahip olduğunu ifade eder.

İnancına yaslanmak: Zorluklarla baş edebilmek için bazı kişiler inançlarına yaslanırlar. “Dini inançlar, bilime inanç, mesleki profesyonellerin yapacaklarına olan inanç.” ile sorun durumunun geçeceği konusunda umutlarını canlı tutabilirler. Duygularını ifade etme: Duygularını ifade ederek kendisini rahatlatan ve sorun durumuyla baş etmeye çalışan birçok birey vardır. Konu üzerine konuşmayı, hislerini sürekli anlatarak kendilerindeki baş edebilme gücünü bulmaya çalıştıkları gözlemlenebilir. Sosyal ilişkilerden güç almak: Bazı bireyler de sosyal ilişkileri sürdürerek, diğer insanlarla etkileşimde olarak yaşadıkları sorun durumlarıyla baş edebilirler. Diğerleri ile iletişimde olabilmek, duygu ve düşüncelerini paylaşabilmek, birlikte bir etkinlik yapabilmek onları rahatlatabilir. Hayal gücü ile rahatlamak: Hayal gücünü kullanarak sorun durumlarıyla baş eden birçok birey vardır. Bu kişiler sanatsal etkinlikleri yürüterek, yazarak, müzikle ilgilenerek, resim yaparak baş edebilmek için gereken enerjiyi bulabilirler. Bilgiye yaslanmak: Yaşadığı sorun durumu ile baş edebilmek için bilişsel süreçleri devreye sokan bireyler; bilgiye, araştırmaya ihtiyaç hissedebilirler. Bu nedenle korona virüs ile ilgili bilimsel, somut ve gerçekçi bilgiler edinmek ve riskten korunma yöntemlerini öğrenmek onlar için rahatlatıcı olabilir. Fiziksel olarak aktif olmak: Bir sorun durumunda fiziksel süreçleri devreye sokan bireyler ise spor yapabilir, sürekli ev içinde hareket edebilir, temizlik yapabilir, aile üyelerinin ihtiyaçlarını gidermek için çaba sarf edebilirler. Her insan yukarıda bahsettiğimiz bu altı yoldan sadece birini kullanmaz. Duruma göre bazen her birini de kullanabilir. Bazılarını daha çok tercih edebilir. Böylesi farklılıklar yaşanması durumunda ne yapmak gerekir? Bilgi almaya önem verdiğinizi ve fiziksel olarak aktif olduğunuzda baş edebildiğinizi fark ettiyseniz, gün içinde bu ihtiyaçlarınızı karşılayabileceğiniz zamanlar yaratabilirsiniz. Diğer aile bireylerinin baş edebilme yolları hakkında gözlemler yapabilirsiniz. Kullandıkları yöntemleri fark ederseniz, sizin önerdiğiniz yollara neden dirençli olduklarını böylece daha kolay anlamlandırabilirsiniz.

Farklı baş edebilme yöntemlerini deneyerek sizin üzerinizdeki etkisini değerlendirebilirsiniz çünkü baş etme yöntemleri zaman içinde öğrenilerek de geliştirilebilir. Farklı yöntemlere sahip olmak aile içinde yeni yollar keşfetmek için fırsatlar sunarken, bu yolların farkına varmak herkesin birbirini anlamasını ve bu süreçte yaşadıklarına da saygı duymasını kolaylaştıracaktır. Özellikle salgın gibi olağanüstü durumlarda kişilerin verdiği tepkilerin yoğunluğu yaşadıkları süreçte maruz kaldıklarına, önceki deneyimlerine, sosyal destek alabilme olanaklarına, fiziksel sağlıklarına vb. değişkenlere göre farklılıklar gösterebilir. Her insan yaşamdaki zorluklar ile başa çıkmaya yardımcı olacak güçlü yönlere ve yeteneklere sahiptir. Bununla birlikte, bazı insanlar, bir kriz durumda kolayca incinir ve fazladan yardıma ihtiyaç duyabilir. Özellikle belli yaşlardaki bireyler (Çocuklar ve yaşlılar gibi) daha fazla desteğe gereksinim duyabilirler. Anne babalar olarak sizlerin çevrenize yardım edebilmeniz için önce kendinize dikkat etmeniz gerekir. Etkinlik yapmak, birlikte kaliteli zaman geçirmek, ödevini beraber yapmak için sürekli çocukların yanında olmaya çalışmak, kendinize ayıracağınız zamanlardan vazgeçmek baş edebilme gücünüzü tüketmenize neden olabilir. Çocuklar ve ergenler belirsiz olan durumdan etkilendiklerini söze dökebilmekte yetişkinler kadar beceri sahibi olamazlar. Dışarıdan gelen tüm bilgiyi öğütemeden içlerine alırlar. Bu süreçte bu bilgiyi öğütmesi, sindirmesi için anne babasının sakinliğine, anlam bulmasına katkıda bulunacak açıklamalarına ihtiyaç duyarlar. Kişinin kendine özen göstermesi ve başa çıkma gayreti çocukların bu süreci ruh sağlıkları açısından dengeli bir şekilde geçirebilmeleri için yeterli desteği oluşturur. Kendini tüketmeden başa çıkabilme gücü harekete geçirilebilirse çocukların süreci anlamlandırması da sağlanabilir. O zaman bu can sıkıcı koşullar, çocukların hayatları boyunca sorun durumlarında baş edebilmeleri için kullanacakları kalıcı beceriler kazandırabilmek adına önemli bir fırsata dönüşebilir. KAYNAKÇA • https://www.ekrfoundation.org/5stages-of-grief/change-curve/ • https://www.thetraumatherapistproject. com/podcast/mooli-lahad-phd/

43



İYİ DÜŞÜNÜN.


Terakki, 1877’den beri değişmeyen ilke ve değerleriyle mutlu, uygar ve aydınlık nesiller yetiştirir.


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.