Sosyalist Dayanışma Dergisi Eylül-Ekim 2013 22. Sayı

Page 1

10 Eylül’ün Verdiği Görev:

İsyanın Temposunu Yakalayabilmek

3. Cumhuriyet için Mücadele Halklarımızın Birlikte Kurtuluş Pusulasıdır! Fiyatı: 1,5 TL

www.sodap.org

EYLÜL/EKİM 2013 YIL: 3 SAYI 22

Yaklaşan Siyasal Kriz Kimyasal Saldırıyla Hararetlenen Suriye Gündemi “Uzayan Süreçte Yeni Bir Sayfa mı Açılıyor?” Çekilme Durdu Barış Süreci Devam Ediyor mu? Cami-Cemevi Projesine Neden Karşıyız Mehmet Yoldaşın Anısı Ya Rojava Ya Barbarlık Yalancının Mumu Fed’in Kararına Kadar mı Yanacak? Kolombiya’da Barış Süreci ve Halk Ayaklanmaları

GEZİ RUHU

3. CUMHURİYETİ ÇAĞIRIYOR!

Ne İslam Kardeşliği Ne de Arap Milliyetçiliği Akp’nin Elinde Eğitim Sorunlar Yumağı Çarşı Bilic: Tencere Kapak


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

Dİ HDK YEREL SEÇİMLER STARTINI VER ü Cezayir Gün l Eylü 9 i, gres Kon kların Demokratik

Hal Yerel Seçimleri için Lokantası Toplantı Salonu’nda 2014 ede BDP ile katılastart verdi, seçimlere Batı’da HDP, bölg cağını duyurdu. K yürütme kuruHDP ve BDP eş başkanlarının, HD lerinin katıldığı bir lu üyelerinin ve bileşenlerin temsilci n HDK, “Halkların toplantı ile seçim stratejisini açıklaya başlattığımız seDemokratik Kongresi olarak, aylar önce dırdık ve bugün yerel çim stratejisi tartışmalarını sonuçlan z. HDK olarak, bileseçim çalışmalarının startını veriyoru ışmalar sonucunda, şenlerimizle birlikte yürüttüğümüz tart rinde, kazanma idTürkiye’deki tüm yerel yönetim birimle diasıyla seçimlere girme kararı aldık. P ile giriyoruz. Yerel seçimlere, bölgede BDP, batıda HD geçireceğimiz ortak HDP ve BDP, politik iddiamızı hayata eği başarı, toplam adreslerimizdir. Her iki partinin elde edec aktır” dedi. başarımız ve ortak kazanımlarımız olac kazanma seçeikte “Şimdi ortak mücadele ve birl hem iktidar hem de neğini büyütme zamanıdır... Bizler, a savundukları merbazı muhalefet partilerinin sıkı sıkıy isyanı olan ve Gezi kezi vesayetçi yönetime karşı yerelin ortak sesi ve kürsüDirenişi’nde buluşan bu dinamiklerin a çıkan tam da açığ sü olacağız. Çünkü Gezi Direnişi’yle n yönetim anlayıHDK’nin demokratik, yerel ve yerinde ak istemiyor. ‘Kendişıdır. Yerel, artık merkezin tebası olm ’ talebini yükseltiyor.” mizi de kentimizi de biz yöneteceğiz si güçlerine: “Gelin denilen açıklamada bütün demokra başaralım. Hep ikte hep birlikte mücadele edelim. Birl çağrısı yapıldı. beraber yönetelim ve değiştirelim...”

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 3, Sayı: 22 Eylül 2013 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 sodap74@yahoo.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

İsyan Ruhu Yeniden Sokakları Sarıyor Dergimizin bu sayısı, Gezi İsyanı’nın beklenen ikinci dalgasının ilk kıpırtılarının hissedildiği özel bir dönemde denk geldi. ODTÜ’de başlayan hareketlenme Tuzlaçayır’da ivmelendi ve Antakya’da Ahmet Atakan’ın katledilmesinin ardından 10 Eylül’de zirve noktasına ulaştı. Parklara çekilen Gezi ruhunun yeniden sokaklara döndüğünün ilk işaretleri bunlar. AKP hükümeti, her kıpırdanmaya vahşice saldırarak, ikinci bir isyan dalgasının önüne geçmeye çalışıyor. Ancak halkı sindirmeye dönük atılan her adım 10 Eylül gecesi olduğu gibi isyan ateşini daha fazla körüklemekten başka bir işe yaramıyor. Tayyip Erdoğan, Gezi’nin bir milat olduğunu ve artık hiç bir şeyin eskisi gibi yürümeyeceğini anlamaktan aciz. Bu yüzden ezberindeki klasik baskı yöntemlerine başvurarak Gezi ruhunu sönümlendirebileceğini sanıyor. Ancak halk artık eski halk değil. Devlet terörü karşısında sinmek yerine direnişi seçiyor. Üstelik bu sefer AKP’nin işi çok daha zor. Haziran ayında isyana daha zayıf bir şekilde katılan Kürt Hareketi, şimdi çözüm sürecinin tıkanmasıyla çok daha güçlü bir katılım göstermeye hazırlanıyor. Öte yandan Türk Lirası’nın hızlı değer kaybı ekonomide ciddi krizlerin yaklaştığına işaret ediyor. Ve dış politikada hükümet tümüyle çuvallamış durumda. 2011 seçimlerinde gücünün zirvesine çıkan AKP, bu zirveden hızlı bir şekilde aşağı doğru kaymaya başladı. Erdoğan’ın dinmek bilmeyen asabiyeti bu düşüşün tam bir çöküşe dönüşmesinden duyduğu korkudan kaynaklanıyor. İktidar cephesinde durum böyle. Peki ya isyan cephesi ne durumda? Gezi İsyanı’nın yarattığı büyük dönüşüm ve politik kazanımlar defalarca vurgulandı. Ancak artık isyana methiyeler dizmenin ötesine geçmemiz gerekiyor. Zaafların dikkatli bir analizine ve ileriye doğru bir adım daha atmamızı sağlayacak teorik-pratik önerilere ihtiyacımız var. Forumlar biçiminde devam eden hareketin öncelikle programatik bir ufka ve kalıcı örgütsel mekanizmalara sahip olması gerekiyor. Bu sayıda ortaya attığımız 3. Cumhuriyet tartışması, Gezi İsyanı’na sunulan bir program önerisi olarak değerlendirilmeli. Sayfalarımızda yer verdiğimiz Rojava örneği ise, önerilen bu programın bizce ete kemiğe bürünmüş halidir. Bu yüzden Gezi ve Rojava arasında kurulacak bağın çok öğretici olacağına inanıyoruz. Yeni bir ülke, yeni bir toplum kurma yolunda isyan ateşini körüklemeye devam.


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

10 EYLÜL’ÜN VERDİĞİ GÖREV:

İSYANIN TEMPOSUNU YAKALAYABİLMEK

A

rtık farklı bir gerçeklik içinde yaşıyoruz. ODTÜ, Tuzluçayır, Cami-Cemevi meselesi derken Gezi’nin küçük bir prototipi olarak 10 Eylül gecesi yaşandı. Türkiye’nin dört bir yanında on binlerce insan sokaklara çıktı. İstanbul, Ankara, İzmir büyükşehirlerin çeşitli merkezlerinde isyan sabahlara kadar barikatlar başında sürdürüldü. Taksim bütün kuşatmaya rağmen saatlerce zorlandı. Kadıköy direnişin yeni merkezlerinden biris olarak ortaya çıktı. Sarıgazi ve Gazi mahallesi aralıksız her gece sokaklarda. Artık devlet aygıtlarının korku araçları halk ve direniş nezdinde sıradanlaşmaya başladı. Polis kimi taktik açılımlar gerçekleştirmeye çalışıyor ama moral üstünlük yeniden direniş güçlerine geçti. Antakya ise Türkiye’nin Suriye politikasının biriktirdiği öfkenin patlama noktası olarak direnişe neredeyse öncülük ediyor. 10 Eylül’ün en güncel sloganlarından biri de “Diren Armutlu Taksim seninle” idi. Ahmet Atakan’ın gül yüzü Türkiye halklarının öfkesini bir kez daha patlattı. 10 Eylül, direnişin ülkenin kaçınılmaz bir gerçeği olduğunu kesin olarak ortaya koydu. İsyan zamanımızın bir parçası olmaya devam edecek ve tüm gerçekliği belirleyecek. Sokak toplumun geleceğine sahip çıkma istek ve iradesinin tezahürü olarak belirleyici bir rol oynuyor. Polisin tüm zorbalıklarına rağmen direnişin muazzam bir enerjisi var. Bu enerji birçok açıdan dönüştürücü bir rol oynayacağa benziyor. Sokağın temposu

AKP iktidarından önce Türkiye halklarının mücadele öznelerini yeniden şekillendirecek gibi görünüyor. 2000’lerin ilk on yılı AB sarhoşluğu ve AKP’nin yarattığı sahte umutlarla, ulusalcılığın yarattığı reaksiyoner saçmalıklarla büyük oranda kaybedildi. Devrimci hareketin siyasi özneleri de bu ruh halini dönüştürecek hamleler gerçekleştiremedi. Davranış ve bilinçlerde löseleşme, faaliyeti rutine bağlama, ani tempo artışlarına gereğince yanıt verememe gibi zaaflar genel anlamda yaygınlaştı. Kürt hareketinin yükselttiği mücadele ve 1 Mayıs’ta Taksim çabaları bu rutinleşmeyi zorladı ama genel yapıdaki moral kaybı aşılamadı. Düşük tempo ve kitlelerden kopuk kalma kadrosal anlamda hem nicel hem de nitel daralmalara yol açtı. Hareketin genel taktiksel yetenekleri büyük oranda zayıfladı. Şimdi isyan öncelikle bu yapıları zorluyor. Rutine bağlanmış faaliyet, isyanın ruhunu kavrayamıyor ve onun ihtiyaç duyduğu karşılığı veremiyor. Tıkanmış taktiksel bilinç örgütlenmenin ihtiyaç duyduğu ön açıcı yetenekleri sergileyemiyor. İsyanın yüksek enerjisinin seviyesine yükselememe bu yapıları ciddi anlamda zorluyor. İsyan rutinlerin düşük tempolu tekrarına dayalı sonuçsuz politik faaliyeti ciddi anlamda yürütülemez hale getiriyor. Bu zorlama karşısında eksiklikleri en belirgin biçimde ortaya çıkan yapı KESK gibi görünüyor. Bir dönemin toplumsal hareketi sürükleme yeteneği gösteren kamu çalışanları hareketi, bugün nere-

deyse tam anlamıyla tribünlere çıkma ve isyanın seyircisi olma ruh haline bürünüyor. KESK’in neredeyse hiçbir toplantısında direniş rüzgârlarının esamesi okunmuyor. Bu durum KESK’i ciddi krizlere sürükleyebilir. Fakat bu zorlamanın sadece KESK için geçerli olduğunu düşünmek yersiz. İsyan var olan tüm siyasi yapılar için, 2000’lerin ilk on yılında yaşanan kireçlenmelerden kurtulmayı sağlayacak bol oksijeni sağlıyor. İsyanın temposunu yakalama, aşma ve giderek etkileme kapasitesi kazanma yolunda zaaflarını aşamayan siyasi yapılar için ise sıkıntılı durumlar ortaya çıkabilir. Ama tam tersine isyanın temel bileşenlerinden biri haline gelen ve isyanın ruh haline uygun olarak yeniden yapılanan siyasi özneler ileriye doğru devasa adımlar atabilirler. Dolayısıyla isyanın belirlediği dönem, var olan siyasi özneler için hem büyük tehditlerle hem de büyük olanaklarla yüklü. Sürece böylesi bir farkındalık içinde yaklaşmak doğru tepkileri üretebilmek için bir zorunluluk olarak görülmelidir. İlk başarılması gereken rutin faaliyet tarzından kopuşmaktır. Bütün duyargalar gelişebilecek ani sıçramaları hissedebilme ve bunlara katılabilme yönünde açık tutulmalıdır. Kitle hareketinin enerjisi politik birikimle bütünleşebilirse muazzam dönüştürücü sonuçlar ortaya çıkabilir. Fakat kimi yapılar, çevreler ve kadrolar içinden geçilen momentin nasıl olanaklarla dolu olduğunun farkında değil gibi

davranabiliyorlar. Rutin faaliyetin kendisi isyanla bütünleşme adımlarının atılmamasının gerekçesi olarak ifade ediliyor. Ortaya çıkabilecek gelişmeler sıradan kavranıyor. Çok söylendi ama Gezi öncesi ve sonrası arasında bir tempo farkı yaratamamış olmak her seviyede önemli bir zaafın işareti olarak okunmak durumundadır. Böyle bir bilinçle, böylesi fırtınalı mücadele günlerinde ayakta kalabilme olanağı yoktur. Artık Türkiye devrimci hareketinde hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. İsyanın büyük enerjisi, içinde devinebileceği yapıları muhakkak yaratacak. Bu enerjiyi taşıyamayacak olanlar elenecek, bu enerjinin yarattığı gerilime uyum sağlayabilenler ise devrime doğru sıçrayacak. 10 Eylül’ün önümüze koyduğu denklem bu kadar açıktır. Yeni 10 Eylül geceleri yaşamaya devam edeceğiz. Kürt hareketinin direnişe omuz verme tavrı ete kemiğe bürünürse çok önemli bir eşik aşılmış olacak. Türkiye tarihinde iki halkın isyanının birleştirilmesi ile ilgili ilk kez bu kadar büyük bir olanak ortaya çıkıyor. Bu temas gelişirse isyanın enerjisi birkaç kat daha yükselir. Bu fırsatın tarihi momentini hissedememek, yüreğin tüm sıcaklığının kaybedilmiş olduğu anlamına gelecektir. Hepimiz büyüyen isyana ne kadar hazır olduğumuzu, rutinimizi aşma yeteneğimizi ne kadar geliştirebileceğimizi tartmak ve gerekli adımları atmak noktasında acele etmeliyiz.

3


n Demokrasi Dayanışma Direniş Doğrudan

Demokrasi 3. Cumh

Doğrudan Demokrasi 3. Cum Cumhuriyet Direniş Dayanışma Direniş Doğrudan Demokrasi 3. C

iş Dayanışma Direniş Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

M. Mert SİNAN

1. Cumhuriyet bir ulus devlet inşa projesi idi. Kemalizm, bir yerli burjuvazi ile onun kanını iliğini kurutacağı bir Türk milleti yaratma projesinin adıdır. Bunun ötesindeki romantik tanımların, anti-emperyalizm üzerinden kurulan efsanelerin gerçeklerle bağlantısı bulunmamaktadır. En temel olarak bir milliyetçilik projesi olması Kemalizm’i Kürtlerle kanlı bıçaklı hale getirmiştir. Son derece zengin bir etnik çeşitliliğe sahip olunan bir ülkede bir ulus yaratma projesinin büyük sosyal sorunları yaratmaması düşünülemezdi.

4

AKP

iktidarı “2. Cumhuriyettir” diyebilir miyiz? Özellikle 12 Eylül 2010’da gerçekleşen referandum sonrasında devlet kurumlarındaki direniş kırılarak AKP’nin bürokrasiye bütünüyle hakim olması sonrasında ortaya çıkan sonuç, bu soruya “evet” cevabı verebilmemizi kolaylaştırıyor. Altan Kardeşler’in meşhur ettiği “2.Cumhuriyet” kavramı AKP eliyle hayata geçirildi. Askeri vesayet büyük oranda ortadan kalktı. Fakat ortada en sıkı “yetmez ama evet” çinin bile gönül rahatlığı ile sahiplenebileceği bir durum yok. Referandum sürecinde Anayasa değişikliğine en “teorik” katkıları sunan Birikim dergisi artık “Otoriterleşme” dosyaları yayınlıyor. “Otantik burjuvazi” den de demokrasi beklemenin sahici bir zemini olmadığı çok çabuk ortaya çıktı. Erdoğan’ın ustalık döneminin tanımlanması için kullanılan terimler, en hafifi “otoriterleşme”den “AKP faşizmi”ne kadar uzanıyor. Altan Kardeşler bile ortaya çıkan sonuçtan çok memnun değiller Erdoğan’ın başladığını Gülen’in bitireceğini düşünerek çoktan yüzlerini Pensilvanya’ya dönmüş durumdalar.

1. Cumhuriyet NeydiNeden Tutunamadı

1. Cumhuriyet bir ulus devlet inşa projesi idi. Kemalizm, bir yerli burjuvazi ile onun kanını iliğini kurutacağı bir Türk milleti yaratma projesinin adıdır. Bunun ötesindeki romantik tanımların, anti-emperyalizm üzerinden kurulan efsanelerin gerçeklerle bağlantısı bulunmamaktadır. En temel olarak bir milliyetçilik projesi olması Kemalizm’i Kürtlerle kanlı bıçaklı hale getirmiştir. Son derece zengin bir etnik çeşitliliğe sahip olunan bir ülkede bir ulus yaratma projesinin büyük sosyal sorunları yaratmaması düşünülemezdi. Bugün hala çözülemeyen Kürt sorunu, bu ulus yaratma projesinin bir bakiyesidir. Kemalizm bir milliyetçi proje olarak İslam’ın yerine Türk milliyetçiliğini monte etmeye çalışmıştır. Batı kapitalizmiyle bütünleşme telaşı, Sovyetler’den duyulan korku kendisini Doğu’ya doğru

3. CUMHURİYET İ HALKLARIMIZ KURTULUŞ PU çeken İslam’ın yerine Batıcı bir milliyetçiliği ön plana çıkarmıştır. Bu kaygıların sonucu ortaya çıkan laiklik ise bir özgürlük yaratmaktan öte yeni gerilimlere yol açmıştır. Dinin siyasal alanın dışına çekilmesi demokrasinin kurumsallaşması açısından önemlidir, ancak halkın iradesini güçlendirmeyen hiçbir gelişmeye de demokrasi yaftası vurmamak gerekmektedir. Bu açıdan da Kemalist laiklik başlı başına bir demokratikleşme koşulu olarak okunamaz. Zaten Kemalizm’in milliyetçiliği dinin yerine monte etme radikalizmi sürdürülebilir bir proje olmamıştır. 1950’lerle birlikte milliyetçilik ve dinin bir tür sentezi giderek resmi ideoloji derekesine çıkmaya başlamıştır. Toplumdan yeterince destek bulamayan din karşıtı milliyetçilik, dinin de milliyetçiliğe eklemlenmesiyle doruğuna 12 Eylül’ün Türk-İslam senteziyle ulaşan yeni bir yoruma yol açmıştır. Burada Sünnilik ağır ağır da olsa rejim içinde kendisine bir alan açmış, tarikatların siyasi nüfuzu artmıştır. Bu durum da Alevilerin rejimden git gide uzaklaşmasına yola açmıştır. Yapılan kimi araştırmalar ilk çok partili seçimlerde Alevilerin genellikle Demokrat Parti’yi desteklediğini göstermektedir. Çünkü Alevilik aslında yaşadığı en büyük katliamları başta Dersim olmak üzere tek parti döneminde yaşamıştır. Fakat Türkiye sağının Sünnilik ile giderek hemhal olması Aleviliği laikliğin daha katı yorumuna yakın CHP’nin yanına itmiştir. 1960’larda halk hareketlerinin güçlenmesi muazzam bir kardeşleşme olanağı yaratmaktaydı. Ezilenler “devrimcilik” üst kimliği altında büyük bir demokratikleşmenin önünü açabilecek bir sınıf dinamiği ek-

seninde buluşarak düzeni tehdit ettiler. Ancak bu büyük direniş 12 Eylül 1980 darbesi ile ezildi. Kurulan rejim solun yok edilmesi, marjinalize edilmesi için dinin ve milliyetçiliğin güçlendirilmesi projesine dayanıyordu. Solun geriletilmesi ve sürekli bir siyasi basınç altında tutulması siyasal İslam’ın olgunlaşmasının en önemli zemini olmuştur.

Siyasal İslam ve 2. Cumhuriyet

AKP’nin iktidar olması sonrasında çok uzun süre savunmada kalan ve aşamalı bir taktik izleyen Siyasal İslam, 12 Eylül 2010, 2. Cumhuriyetin kuruluşunu resmileştirdi. Giderek zaten etkinliğini kaybeden, 28 Şubat sürecinde kısa bir dönüş yaşayan köktenci Kemalizm, 2.Cumhuriyetçi dönüşüme meşruiyet desteği temin etmek için daha da şeytanlaştırıldı. Yeni iktidar Türkiye tarihini yeniden yazmaya soyundu. “Darbecilerin sürekli mağdur ettiği dindar kitleler” teması bu tarihin özü olarak kurgulandı. Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Savaşı tarafından ikame edildi. Rejimin kurucu babaları M. Kemal ve İnönü “iki ayyaş” derekesine çekildi, yeni kurucu babalar efsanesi ise Bilboardları süsleyen Menderes-Özal-Erdoğan kolajları (bizdeki Marx-Engels-Lenin kolajlarından uyarlanma gibi duruyor) ile yeniden yapılandırıldı. Davutoğlu’nun deyimiyle Osmanlı yıkılmasından sonra açılan “100 yıllık parantez” kapanıyordu. Liberalizm bu süreci bir “normalleşme” olarak algıladı, “devlet ve millet aynı değerlerde yeniden kucaklaşıyordu”. Burada değerden kastedilen ise Sünni İslam idi. 1. Cumhuriyet özellikle ilk doğuşunda nasıl ki radikal bir


umhuriyet Direniş

Dayanışma Direniş Doğrudan Demokrasi 3

umhuriyet Direniş Dayanışma Direniş Doğrudan Demokrasi 3.

Cu

Cumhuriyet Dayanışma Direniş 3. Cumhuriyet Diren Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

T İÇİN MÜCADELE IZIN BİRLİKTE PUSULASIDIR! Türk Milliyetçiliği olarak kuruldu ise 2. Cumhuriyet de giderek bir Sünni İslamcılık çizgisine oturdu. Oysa 1. Cumhuriyetin “herkesin Türk olduğu” algısı ne kadar kurmaca ise 2. Cumhuriyetin “%99’u Müslüman toplum” kurgusu da o kadar safsatadır. Milliyetçilik ve Siyasal İslam bu anlamda bir madalyonun iki yarısını oluşturmaktadır. Bunlar muazzam çeşitlilik barındıran bir topluma deli gömleği giydirme projeleri olarak okunmalıdır. Türkiye toplumu eğer bir arada yaşamaya devam edecekse sadece Türklük ya da sadece Sünni İslam kalıbına yeni baştan dökülemez. Böylesi çabalar toplumda büyük reaksiyonlar yaratır. Bu tarz yukarıdan aşağıya kültürel dayatmalar içeren toplumsal mühendislik projeleri ile bu ülke yönetilemez. Aslında Gezi Direnişi de 2. Cumhuriyetin dayattığı bu deli gömleğine bir büyük isyan olarak okunabilir. Toplum yukarıdan aşağıya bir kalıba dökülmeye itiraz etmektedir. Gezi İsyanı’nı destekleyen gruplar içindeki en büyük gerilimlerden başta geleni 1. Cumhuriyet’e dönmeyi özleyenlerle 3. Cumhuriyeti hayal edenler arasındaki çelişkidir. 3. Cumhuriyet, Kemalist milliyetçilik ile Erdoğancı siyasal İslamcılık çizgilerinin bu ülke için birer kıyamet senaryosu olduğunu görenlerin çizgisidir. Kemalizm Kürtleri, Siyasal İslamcılık ise Alevileri kendisine eklemleyemez. Bu konuda atılan asimilasyon adımlarının hiçbir şansı bulunmamaktadır. Gülen’in Erdoğan’ın hilafına suret-i haktan görünmek için hayata geçirmeye kalktığı Cami-Cemevi projesi Alevi toplumunda büyük bir infiali tetiklemiştir. 2. Cumhuriyet’in gerçekleştirdiği

yasal düzenlemeler ve özellikle Suriye politikası Alevileri tedirgin etmekte, tepki üretmeye zorlamaktadır. Çünkü Suriye’deki savaşın da ortaya koyduğu gibi Siyasal İslamcılık için Alevilik kabul edilebilir değildir. Bu koşullarda 2. Cumhuriyet’in büyük sosyal krizlere de yol açacağı açıktır. Eğer bu sürecin sonunda milliyetsiz ve dini referanslardan uzaklaşmış bir devlet anlamına gelen 3. Cumhuriyetin inşasına dönük çabalar güçlenmezse yaşanan çelişkiler adım adım kangrenleşmeye doğru gitmektedir. 3. Cumhuriyet, tüm etnik yapıların, inançların, cinsiyetlerin özgürlüğünün garantisi olacak bir rejim olmak zorundadır. 3. Cumhuriyet tüm farklı kültürleri “insanın ezilmesi ve sömürülmesi”ne karşı olma ekseninde bir arada yaşamaya ikna eden bir siyasal yapıdır. Bu anlamda Ortadoğu’da yaşanan katliamlar, Avrupa’da kriz sonrası yükselen ırkçılık (Norveç’te yüzlerce kişiyi öldüren Brevik’in ırkçı partisi koalisyon ortağı olabildi) Rosa’nın “Ya Barbarlık ya da Sosyalizm” ikilemini bir kez daha anlamlandırmaktadır. Halkların, kültürlerin boğazlaştığı bir hayata karşı çıkmak bütün kültürlerin kendisini dışlanmış hissetmeden yaşayabilecekleri bir ülke için mücadele etmek ile mümkündür. Erdoğan’ın seçim stratejisi çok tehlikeli bir biçimde daha keskin İslamcı söylemlere dayanacak gibi görünüyor. Suriye’de en azından şimdilik bir emperyalist müdahale ihtimalinin zayıflamış olması bile Erdoğan’ın hızını kesemiyor. Bunun karşısında 1. Cumhuriyetçiliğin Aydınlık ve Sözcü gibi yayın organları Kürt düşmanlığı ile kendi zeminlerini inşa etmeye çalışıyorlar. BDP’nin

Haziran’da yaşadığı kafa karışıklığını “AKP ile ittifak”” olarak sunmaya çalışanlar, bugün de isyanlara BDP’nin katılmasına karşı çıkıyorlar. Bir konsere Kürtçe söyleyen bir grubun katılması meselesi bile bir siyasi tartışmaya dönüşüyor. Egemenler halklar arasındaki bu çelişkileri kullanarak bizleri, emekçileri, ezilenleri kendi sömürü politikalarının arkasına dizmeye çalışıyorlar. İşin kötüsü kimi sosyalistlerin de bu kültürel ayrımları kullanarak sınıfı bölme çabalarına bir biçimde destek olmaya çalışmasıdır. Bu tarz hatalar günün hassas politik dengeleri içinde görmezden gelinirse ileride daha büyük zararlara yol açabilir. 3. Cumhuriyet cemevi görmezden gelinen Alevi’yi de, herhangi bir sebeple baskı altında kalan Sünni’yi de görür. Halkın Türk Bayrağı ile isyan etmesine saygı gösterdiği gibi, Kürt çocukların anadilinde eğitimini sonuna kadar, her platformda savunur. Kültürel ayrımların politikanın konusu olmaktan çıkması devletin kendisini bütün bu kimliklerin ötesinde kurması ile mümkündür. 3. Cumhuriyet bu anlamda dinsiz ve milletsiz bir devlet tasavvur eder. Ancak bu devlet, tüm inançların ve değerlerin özgürlüğünü güvence altına alma yükümlülüğünü de üstlenir. 3. Cumhuriyet için mücadele etmeliyiz. Dinler arasındaki ayrımcılığa, kentsel talana, paralı eğitim ve sağlığa, iş cinayetlerine, uzun çalışma sürelerine, tüketim toplumunun kölesi olmaya karşı mücadele edenlerin ve halkların kardeşliğini tereddüt etmeden sahiplenenlerin, farklı kültür, etnik köken ve inançtan emekçilerin birliğini en büyük politik hedef olarak görenlerin hedefi yeni bir ülkenin kurulmasıdır. AKP’nin zorbalığına karşı sokaklara akan öfke 1. Cumhuriyetçiliğin imkânsız tahkimine değil gerçek bir adalet, özgürlük ve eşitlik imkânı anlamına gelen 3. Cumhuriyet kavgasına omuz vermelidir.

12 Eylül 2010, 2. Cumhuriyetin kuruluşunu resmileştirdi. Giderek zaten etkinliğini kaybeden, 28 Şubat sürecinde kısa bir dönüş yaşayan köktenci Kemalizm, 2. Cumhuriyetçi dönüşüme meşruiyet desteği temin etmek için daha da şeytanlaştırıldı. Yeni iktidar Türkiye tarihini yeniden yazmaya soyundu. “Darbecilerin sürekli mağdur ettiği dindar kitleler” teması bu tarihin özü olarak kurgulandı. Kurtuluş Savaşı, Çanakkale Savaşı tarafından ikame edildi. Rejimin kurucu babaları M. Kemal ve İnönü “iki ayyaş” derekesine çekildi, yeni kurucu babalar efsanesi ise Bilboardları süsleyen Menderes-ÖzalErdoğan kolajları (bizdeki Marx-EngelsLenin kolajlarından uyarlanma gibi duruyor) ile yeniden yapılandırıldı.

5


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

YAKLAŞAN SİYASAL KRİZ Mehmet YILMAZER

Yakın geleceğe sadece mevcut siyasal partilerin dizilişinden hareketle bakarsak, buradan bir çözüm çıkmaz. Aslında siyasal krizi okumak için partilerden öteye tıkanan siyasal sorunların niteliğine bakmak gerekiyor. İç politikada tıkanan sorunları iki temel konuya indirgemek hatalı olmaz: Anayasa ve Kürt sorunu. Aslında bunlar da tek bir demokrasi başlığı altında toplanabilir.

6

İ

ktidar son zamanlarda politika yapmanın yeni bir yolunu buldu. Başbakan, gündemde yer alması gereken önemli konuları örtmek için bölgedeki olayları iç politik gündeme bol ajitasyon ve hatta göz yaşı ile taşıyor. Politika tam bir çorbaya döndü. Mısır’daki askeri darbe ve en son buram buram provokasyon kokan Suriye’de kimyasal silah kullanılması olayı Erdoğan’ın iç politika konuşmalarının neredeyse tamamını işgal ediyor. Böyle yaparak iktidar neleri örtmeye çalışıyor? Haziran’dan beri ilk gündem Gezi isyanıydı. Onun temposu düşünce yerini Barış süreci almalıydı. Bu arada karara bağlanan Ergenekon davası yeni tartışmalara yol açmak üzereyken Mısır’daki darbenin katliama dönüşmesi ile iktidar bütün gücüyle iç politikaya bu konuyu taşıdı. Erdoğan’ın derdi elbette bir prensip savaşı vermek değildir. Tam tersine AKP iktidarı burjuva pragmatizmiyle İslam takiyesinin çeşitli versiyonlarını kullanmakta son derece “usta” hale gelmiştir. Zaten iktidar bu yıllara “ustalık dönemi” dememiş miydi? Erdoğan teskereyi meclisten geçiremese de Irak’ın işgalini savunmuştu. Libya’da önce NATO’nun müdahalesine itiraz etmiş, sonra desteklemek zorunda kalmıştı. Sudan’da “diktatörü” baş tacı etmişti. Mısır’daki askeri darbeden sonra “darbeye karşı mısın değil misin?” sorusunu iç politikanın ilk sırasına taşımış, bunun üzerine bol bol konuşmuştur. Burada Erdoğan’ın prensip savaşı verdiğine inanmak büyük bir saflık olur. AKP iktidarı iç ve dış politikada sıkıştıkça çaresiz çırpınışlarla bunları örtmeye çalışıyor. Örtmeye çalıştığı başlıca üç önemli sorun var. İlki, Gezi isyanı, iktidarın karizmasını ve kendi iç dengelerini iyice bozdu. Erdoğan hala Mısır ve Suriye üzerinden Gezi isyanına cevap vermeye çalışıyor. Gezi isyanının “faiz lobisinin” “sivil darbe girişimi” olduğuna güçlü bir şekilde inanan iktidar, bunu Mısır olay-

ları ile destekleme yolunu seçiyor. “Bugün Mısır’a müdahale edenler yarın bize de edebilir” diyerek, “darbe” korkusunu sürekli diri tutmak için çırpınıyor. AKP iktidarı ilk iki döneminde, politikanın baş sorunu askeri vesayetle mücadele ederek demokrasi umutları yaratmıştı. Gezi isyanı ile politikaları köklü bir eleştiriye uğrayan AKP, şimdi bizzat kendisi korku üzerine politika üretme yolunu seçmiştir. Mısır üzerinden politika yürütürken derdi demokrasi değildir. “Sandığa karşı darbe olmaz” vurgusunu öne çıkartmak için çırpınıyor. Tahrir meydanını darbecilikle suçlarken, Adeviye meydanını sandığın temsilcisi olarak yüceltiyor. Gezi isyanını da darbeci zihniyetle ilişkilendirip, meydanlara Adeviye yanlılarını çağırıyor. Öte yandan maçlarda bile fişleme yolunu seçerek, sürekli tehditler savuruyor. AKP, Gezi isyanı sonrası iktidarını her gün daha fazla korku ve tehdide dayandırıyor. Ortada örtülmek istene bir gerçek var. Mısır, Müslüman Kardeşler iktidarı ile demokrasi yolunda yürüyemedi. Şimdi tüm Mısır bunun bedelini ödüyor. Türkiye, AKP iktidarı ile demokrasi yolunda yürüyebilecek mi? Bu konuda beklentiler hızla çöküyor. Hele Gezi isyanına iktidarın tepkisi bu yolun AKP ile yürünemeyeceğinin önemli bir kanıtı oldu. Erdoğan bu gerçeklik ortaya çıktıkça, Mısır üzerinden “sandığa karşı darbe olmaz” nutukları atmak zorunda kalıyor. Geçmişte demokrasiyi “zamanı gelince inilecek bir tramvay” olarak gören Erdoğan’ın demokrasi ile arasının iyi olmadığı biliniyordu. Bunu 2011 seçimleri sonrası açıkça ortaya koymaya başladı. Mursi’ye kendini bu kadar yakın hissetmesinin en önemli nedeni budur. “İleri demokrasi” artık geride kalmış bir söylemdir, gelecek için ihale ve rant dağıtımından başka bir ufku kalmayan AKP, Gezi isyanı ile en

zayıf noktasından vurulmuştur. Bu gerçekliği Suriye ve Mısır üzerinden örtmek mümkün değildir. Ancak iktidarın manevra alanı daraldığı için böyle yollara başvurmaktan başka çaresi kalmamıştır. Örtülmek istenen ikinci önemli konu Barış sürecidir. İktidar bu konuda bilinçli olarak susuyor. Açıklanması beklenen “demokrasi paketi”nde Kürt Halkını tatmin edecek bir şey bulunmadığı için konuyu sürekli arka planda tutmayı tercih ediyor. Ayrıca Erdoğan, çekilmenin tamamlanmadığını ileri sürerek oyalama taktiğinin yeniden gündemde olduğunu açığa vuruyor. Daha da ötesi MİT’e atıfta bulunup medyada PKK’nin kimyasal silahlara sahip olduğu iddia edile-

rek, oyunbozanlığın hangi noktalara kadar gidebileceğinin ipuçlarını veriyor. Suriye’de Esad’ın katliamları üzerine öfkeli ve acıklı konuşan AKP yetkilileri, Rojava’da El Nusra’nın Kürt Halkına uyguladığı katliam ile ilgili tek kelime açıklama yapmıyor. Tersine Davutoğlu, “El Nusra dostumuzdur” açıklamasını yapmaktan çekinmedi. Barış süreci çok kırılgan olduğu için, bu konuyu Suriye ve Mısır olayları ile örtmeye çalışan iktidar, aynı zamanda yanlış bilgilendirmelerle, ipe un sermenin yollarını arıyor. Örtülen diğer konu, Ergenekon kararları ile iktidar cemaat gerginliğinin bir kez daha ortalığa dökül-


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

mesidir. Başbakan’ın Genelkurmay Başkanı ve Karargâhı, terörist olmaktan müebbet hapse çarptırıldı. Bu konuda cemaat ve AKP arasında yatışmayan bir gerilim olduğu biliniyor; konu alevlenmeden Mısır’da askeri darbenin katliamı gündeme oturdu. Başbakan bu konu üzerine hemen atladı ve gerilim yeniden kendi kanallarında birikime terk edildi. Sonuç olarak, AKP iktidarı iç ve dış politikada tıkanmıştır. Dış politikada “komşularla sıfır sorun”dan “değerli yalnızlık” aşamasına gelindi. Erdoğan önüne geleni azarlıyor. Ancak artık sözleri Davos’ta yaptığı çıkış kadar ciddiye alınmıyor. Hatta öyle çıkışlar yapıyor ki, uluslar arası basında alay konusu oluyor. AKP iktidarı komşularla sıfır sorun politikasından bölgede “sıfır etki” konumuna düştüğünü gördükçe iyice hırçınlaşıyor. Fakat artık konu öylesine saçma noktalara geldi ki, Mısır

konusunda tüm dünyayı azarlayan Erdoğan, Suudi Arabistan ve Körfez emirliklerini bu konuda es geçerken hiç de prensip savaşı vermeyip, cari açığın kapatılmasının peşinde olduğunu kanıtlamış oluyor. AKP iktidarının “ustalık dönemi” onun itibar ve güç kaybettiği bir döneme dönüşüyor. İktidarını “daha fazla güvenlik” parolasıyla sürdürmeye hazırlanan AKP’nin önünde hala iki büyük siyasal konu: Kürt Sorunu ve yeni Anayasa, bütün karmaşıklığıyla durmaktadır. Gezi isyanını sadece devlet zoruyla bastırmaya; Kürt sorununu ise oylamayla geçiştirmeye niyetli olan AKP, kendi elleriyle politik ortamdaki gerilimi yükseltiyor. Kendi tabanını sağlamlaştırmak

için uygun görünen bu taktik tüm ülkedeki güçler dizilişi göz önüne alınırsa siyasal bir krizin zeminini hazırlamaktadır. Böyle krize doğru gidiş günlerinde eski politik tabloda derin devlet provokasyonları artar, ortam askeri bir darbe için olgunlaştırılırdı. Yakın gelecekte böyle bir olasılık görünmüyor. Belki de, cumhuriyet tarihinde ilk kez, bir siyasal kriz askeri vesayetin mekanizmaları devreye girmeden çözümlenecektir. Çözümden kastımız, krizin sonuçlanması veya yeni bir aşamaya tırmanması, askeri vesayet yolundan değil, mevcut siyasal dengelerin içinden yürünerek yaşanacaktır. Bugüne kadar geçerli olan ezberlerin olaylara yaklaşımda artık hiçbir yararı yoktur. Tersine siyasal bir körlük yaratır. Düzenin siyasal güç dengeleri noktasından yakın geleceğe bakarsak, iktidarı yerinden edecek güçlü bir siyasal alternatif henüz görünmüyor. Zaten siyasal krizin altında da bu gerçeklik yatıyor. Güçlü bir siyasal alternatif olması durumunda sorun en yakın seçim döneminde bir sonuca ulaşırdı. Yakın geleceğe sadece mevcut siyasal partilerin dizilişinden hareketle bakarsak, buradan bir çözüm çıkmaz. Aslında siyasal krizi okumak için partilerden öteye tıkanan siyasal sorunların niteliğine bakmak gerekiyor. İç politikada tıkanan sorunları iki temel konuya indirgemek hatalı olmaz: Anayasa ve Kürt sorunu. Aslında bunlar da tek bir demokrasi başlığı altında toplanabilir. Cumhuriyetin yeniden yapılanması burjuva seviyede olsun demokratikleşme yönünde mi olacaktır? Yoksa bugüne kadar geldiği gibi “devletin bekası” uğruna keyfilik ve korku politikalarının sadece biçimi mi değiştirilecektir? İkinci yolda hızla adımlarla yürünüyor. Cumhuriyetin krizi eski egemenlik tarzının artık yürümeyişinden kaynaklanıyor. Yeniden bir yapılanma gerçekleşecekse, egemenlik tarzının yenilenmesi gerekir. AKP, askeri vesayeti gerileterek bu yolda adım atmış göründü. Ancak bunun sadece biçimde kaldığı çok geçmeden anlaşıldı. Kemalist askeri vesayet döneminde egemenlik için ne yapıldıysa, şimdi siyasal İslam’ın ideolojik zemininde aynı şeyler yapılmaktadır. Tıkanma bu

noktadadır. “Devletin bekası”nı en yüksekte tutan, keyfilik ve korkuya dayalı egemenlik tarzı, siyasal İslam ve cemaatlerin eliyle mi; yoksa koşullar nedeniyle biraz değişime uğramış Kemalist, ulusalcı korkularla mı yürütülecektir? Yaklaşan siyasal krizin temelinde cumhuriyet kadar eski bu denklem yatmaktadır. Kürt özgürlük mücadelesi tek başına bu denklemi işlevsiz hale getiremedi. Bunda şaşılacak bir durum yoktur. Kürt özgürlük mücadelesi cumhuriyetin önemli tabularını hedef aldığı için, eski egemenlik tarzı şovenizm zemininde defalarca yeniden üretildi. Ancak hiçbir sorun çözümlenmediği için her yeniden üretim egemenlik tarzında ve devlette çürüme getirdi. AKP’nin askeri vesayeti geriletmesinin de eski egemenlik tarzında bir yenilenme anlamına gelmediği ortaya çıkınca Gezi isyanının patlaması ile cumhuriyetin korku ve keyfiyete dayalı egemenlik denklemi büyük bir darbe yedi. Şimdi bir yanda eski egemenlik tarzını özünde hala savunan düzen partileri, öte yanda Gezi isyanının ve Kürt özgürlük hareketinin eski egemenlik sisteminde yol açtığı kısmi çöküşün ortaya çıkardığı siyasal enerjinin yarattığı gerilim ile siyasal bir krizin içine doğru yol alınıyor. Bu tablodan hareketle yaklaşan siyasal krizde neler yaşanacağına dair somut öngörülerde bulunmak için henüz erkendir. Ancak cumhuriyetin ana partileri eski egemenlik tarzının dökülen noktalarını onarmaktan öteye bir adım atmaya cesaret edemezlerse, Kürt özgürlük hareketinin ve Gezi isyanının egemenlik sisteminde yarattığı kısmi çökme kaçınılmaz bir şekilde büyüyecektir. Bu büyüyüşün yolu bugüne kadar hep askeri darbelerle kesildi. Şimdi halkların biriken öfkesinin yolunu kesme rolünü AKP iktidarı üstlenmektedir. Bu durum siyasal ortamda hem yeni kaçınılmaz kırılmalar yaratacak; hem de Halkların birleşik mücadelesi için büyük imkânlar ortaya çıkaracaktır. Egemenlik sistemindeki çökmeyi büyütmek için güçlü ve yaratıcı bir mücadele tarihin tekrarını engelleyebilir.

Şimdi bir yanda eski egemenlik tarzını özünde hala savunan düzen partileri, öte yanda Gezi isyanının ve Kürt özgürlük hareketinin eski egemenlik sisteminde yol açtığı kısmi çöküşün ortaya çıkardığı siyasal enerjinin yarattığı gerilim ile siyasal bir krizin içine doğru yol alınıyor. Bu tablodan hareketle yaklaşan siyasal krizde neler yaşanacağına dair somut öngörülerde bulunmak için henüz erkendir.

7


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

KİMYASAL SALDIRIYLA HARARETLENEN SURİYE GÜNDEMİ

“UZAYAN SÜREÇTE YENİ B

Salih İNCESOY

Yola çıkılan strateji planı dağılmış durumda. Dolayısıyla batılı emperyalistleri (ABD, Fransa, Almanya, İngiltere) yan yana getiren bu eksenin boşa düşmesi, son yaşanan olayda her birinin ayrı telden çalması gibi bir sonuç yarattı. Bu durumda ne olacak? Yeni bir stratejik eksen mi oluşturulacak? Güçler, kendi bildikleri yoldan ayrı ayrı mı yürüyecek?

“S

uriye’ye askeri müdahale” konusunun gündem oluşundan bu yana yaklaşık iki buçuk yıl geçti. Batı emperyalizminin strateji planının nihai hedefi Esad’ı koltuğundan indirmek ve kendi bölgesel hesaplarında Suriye’nin direncini kırmaktı. Esad hala koltuğunda. Hatta değil Esad’ı devirmek, Suriye’deki güçler dengesinde kırılma yaratacak kayda değer bir sonuç dahi alınamadı. Süreç uzadıkça, bu gündem ilk zamanlardaki hararetini yitirdi. Bir süre sonra askeri müdahale konusu kimse tarafından dillendirilmez oldu. Ta ki 21 Ağustos’ta “kimyasal saldırı” olayı meydana gelene kadar... Başkent Şam’ın Doğu Guta bölgesinde gerçekleşen sal-

işaretleri bu gelişmeyle ilgili yoğun tartışmalara neden oldu. Bu korkunç saldırıyı gerçekten Esad’a bağlı güçler mi gerçekleştirmişti?

dırı, sürecin temposunu arttırdı. “Askeri müdahale” konusu hızla gündemin ön sıralarına fırladı.

lik de BM heyetinin burnunun dibinde, adeta onların gözlerine sokarcasına bir saldırı. Buram buram provokasyon kokuyor. Bu provokasyonun, askeri müdahale konusunu gündeme taşımaktan çıkarı olan Esad karşıtı güçlerce yapılmış olması en mantıklı olasılık.

Kimyasal Saldırıyı Esad mı Gerçekleştirdi?

1.300 kişinin üzerinde can kaybının meydana geldiği olay sırasında Birleşmiş Milletler (BM) heyeti Şam yakınlarında kimyasal silah araştırması yapıyordu. Yani saldırı heyetin burnunun dibinde gerçekleşti. İşbirlikçi iç muhalefet ve batılı emperyalistler saldırının sorumlusu olarak Esad’ı işaret etti. Fakat ortalığa saçılan soru

8

Bu soruya yaşanan olayların sonuçları açısından bakarsak Esad’ın böyle bir işe kalkışacağı pek akla yatkın görünmüyor. Bilindiği gibi diplomatik çözüm yollarının arandığı Cenevre Konferansı’nın ikincisinin toplanması yine gündemde. Askeri müdahale seçeneğinin giderek gündem dışı kaldığı bir noktada, askeri müdahaleyi yeniden gündeme taşıyacak bir adım Esad tarafından atılabilir mi? Elinin bu kadar güçlendiği bir aşamada Esad bunu neden yapsın? Üste-

Esad’ı Devirme Hedefli Strateji Planı Dağıldı

Hatırlayacağımız gibi planın eş zamanlı işleyecek iki boyutu vardı. Birincisi, dış destekleri kesilerek Esad yalnızlaştırılacak. İkincisi, Esad’ın devrilmesine

zemin hazırlayacak ve Esad’ın ardından inisiyatifi alacak işbirlikçi iç muhalefet yaratılacak. Onca zaman geçti, her iki konuda da bir arpa boyu yol alınamadı. Esad’ın yanında yer alan Rusya ve Çin hala kararlı duruşlarını sürdürüyor. Her iki ülke tarafından da son olayda aynı kararlı tavır bir kez daha ortaya kondu. Rus savaş gemileri yine Suriye açıklarına demirledi. Suriye Ulusal Konseyi’yle (SUK) başlayan, Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu’yla (SMDK) günümüze kadar taşınan işbirlikçi iç muhalefet yaratma konusunda yaşanansa tam bir hüsran. Mev-

cut güçler dengesinde bu güçlere dayanarak bir askeri müdahaleye soyunmayı batılı emperyalistlerin aklı kesmiyor. Kısacası, yola çıkılan strateji planı dağılmış durumda. Dolayısıyla batılı emperyalistleri (ABD, Fransa, Almanya, İngiltere) yan yana getiren bu eksenin boşa düşmesi, son yaşanan olayda her birinin ayrı telden çalması gibi bir sonuç yarattı. Bu durumda ne olacak? Yeni bir stratejik eksen mi oluşturulacak? Güçler, kendi bildikleri yoldan ayrı ayrı mı yürüyecek?


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

BİR SAYFA MI AÇILIYOR?” Askeri Müdahale Seçeneği Devreye Girecek mi?

Ortaya koyduğumuz tabloda, askeri müdahale için istenen zeminin oluşmadığı çok açık görülüyor. İngiltere Parlamentosu askeri müdahale önergesini reddetti. Almanya Dışişleri Bakanı, askeri müdahale halinde Almanya’nın asker göndermeyeceğini açıkladı. Son olarak Obama, nihai kararı Kongre’ye havale etti. Hal böyleyken neden bu konu gündemin orta yerine bomba gibi düştü? İşte kimyasal saldırıyla ilgili provokasyon değerlendirmesi burada anlam kazanıyor. Az önce söylediğimiz gibi, birileri askeri müdahale seçeneğini yeniden gündeme getirmek istiyor. O birileri, askeri müdahale konusunda kararsızlık sergileyen bu ülkelerin devletleri değil gibi görünüyor. Peki, bütün bu gelişmelere karşın Kongre Obama’ya onay verirse ABD, BM kararını beklemeden davranabilir mi? Bu güne kadar güçler dengesini

okuyarak askeri müdahaleden uzak duran ABD’nin şimdi bu adımı atması zor görünüyor. Fakat eli kolu bağlı bekleyip adım atmadığı durumda da dünyanın jandarmasının epeyce bir karizması çizilecek. Yani aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık... Bu durumda olsa olsa sınırlı bir müdahale olabilir ki, böylesi bir müdahale de Esad’ı koltuğundan edemez. Zaten ABD de konuyu “caydırıcı olmak” yaklaşımı üzerinden gündeme taşıyor. Esad’ı devirmek amacıyla yola çıkanlar, gelinen aşamada onu caydırmakla yetinmek istiyor. Bu seviyede bir müdahalenin bu gün için caydırıcı olabilmesi de tartışmalı bir konu...

Türkiye’nin Durumu: “Oyunda Yok!..”

Ortadoğu’da “oyun kurucu güç” olma hevesiyle yolan çıkan Neo Osmanlıcıların vardığı hazin durak. Yeni süreçte adları bile anılmıyor. Askeri müdahale konusunda onca yırtınmalara karşın seslerini işiten yok. Hata üzerine hata. Tutarsızlık üzerine tutarsızlık.

“Komşularla sıfır sorun” diyenler, Esad’ın da Libya lideri Kaddafi gibi hızla devrileceğini düşünüp beş dakikada Esad’la kanlı bıçaklı oldular. Libya’dan söz etmişken; Libya müdahalesi sürecinde Erdoğan’ın o trajik çark edişi de hafızalarımızda... Ya Mısır konusunda Batı’ya onca kafa tutuştan sonra aynı Batı’yı yana yakıla Suriye’ye müdahaleye çağırmalar... Neo Osmanlıcılara bu tutarsızlığın bedeli kesildi. “Her türlü koalisyona varız” diye emperyalistlerin peşinde ne kadar dolanıp dursa da, sonuç olarak Rojava’ya saldırttığı çeteleriyle birlikte Türkiye oyun dışı kaldı.

Kongre Obama’ya onay verirse ABD, BM kararını beklemeden davranabilir mi? Bu güne kadar güçler dengesini okuyarak askeri müdahaleden uzak duran ABD’nin şimdi bu adımı atması zor görünüyor. Fakat eli kolu bağlı bekleyip adım atmadığı durumda da dünyanın jandarmasının epeyce bir karizması çizilecek. Yani aşağı tükürse sakal, yukarı tükürse bıyık... Bu durumda olsa olsa sınırlı bir müdahale olabilir ki, böylesi bir müdahale de Esad’ı koltuğundan edemez.

9


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

ÇEKİLME DURDU-BARIŞ SÜRECİ DEVAM EDİYOR MU? Mehmet YILMAZER

Barış süreci durmadı, ancak bugüne kadar geldiği biçimiyle de gitmeyecektir. Bu satranç oyununda yeni hamleler yapılacaktır. Hükümet çok geciktirmeden “demokrasi paketini” açıklayacak ve bir “adım” atacaktır. Erdoğan bu paketle Kürt Halkı içinde çatlaklar yaratmak için tüm gayretini gösterecektir. Kürt liberallere ve Kürt muhafazakârlara farklı yönlerden hitap ederek, iktidar ve cemaat bu süreçte bütün gücüyle seferber olarak, Kürt Özgürlük Hareketinin sabır sınırlarını sonuna kadar zorlayacaktır.

10

KCK

, gerillanın çekilişini durdurduğunu açıkladı. Hükümetin oyalamaları karşısında aslında şaşırtıcı olmayan bir karar. hükümet bugüne kadar tavırlarıyla ipe un sereceğini açığa vurmuştu. Sözü edilen “demokrasi paketi”nde Kürt Halkının önemli hiçbir talebinin karşılanmayacağı belli oldu. Barış sürecinin ilk aşamasında hükümetin taktik tavrı yeterince açığa çıkmıştır. PKK ile pazarlık ediyor görünümü vermeden ve hiç bir önemli talebi karşılamadan seçim süreçlerini kazasız belasız atlatmaktır. KCK’nın açıklamasından sonra Erdoğan’ın danışmanlarından Yalçın Akdoğan’ın yaptığı açıklamalar da bunu doğruluyor. “Kandil sürece bu işin başından beri karşıydı. İmralı’dan gelen açıklama sonrası karşı olmayı bıraktı. Kandil taktik açıklamalarla hükümeti farklı bir yere çekmek istiyor olabilir. Süreç normal seyrinde devam ediyor. PKK’nın çekilme oranlarıyla ilgili yaptığı açıklamalar yanlıştır. Hükümetin posta koymasını bekleyenler yanılıyor. Hükümet hangi adımı atacak buna yine hükümet karar verir.” “Hükümetin posta koymasını bekleyenler yanılıyor” ifadesi pek çok şeyi anlatıyor. Kandil hangi açıklamayı yaparsa yapsın AKP ve Erdoğan kızıp öfkelenmeyecektir. İktidar barış sürecinde oyalama taktiğini uygulamaya devam edecektir. Aynı zamanda Erdoğan harıl harıl seçim için anketler yaptırıp açıklıyor. Hala güçlü olduğunu kanıtlamak için çırpınıyor. Akdoğan’ın sözüne inanırsak “süreç normal seyrinde devam ediyor”. Bu açıklamalara inanmak için AKP’yi tanımıyor

olmak gerekir. İlk açılım günlerinden beri AKP Kürt sorununda sözünü tutmamakta sabıkalıdır. KCK açıklamasından sonra süreç nasıl akacaktır? “Normal” akmayacağı yeterince açıktır. Hükümetin barış sürecindeki tavrı aslında baştan beri belliydi. Ortalıkta “verilmiş bir söz yok”tu. “Silahlar susarsa demokratik mücadele ortamı gelişecek” ve bu ortamda Kürt Halkı talepleri doğrultusunda mücadele edecektir. AKP, Kürt sorununda önemli tavizler vererek seçimlere gidemeyeceğini biliyor. O nedenle bu süreci en az zararla atlatma çabasındadır. Seçimlere giderken “terörü sınır dışı” ettiği yolunda en yüksek perdeden propaganda yapacak, ancak Kürt Halkının en doğal haklarını bile oyalamalarla geçiştirecektir. KCK’ nın açıklamasıyla bu sürecin böyle devam edemeyeceği anlaşıldı. Tabloya daha geniş açıdan baktığımızda AKP için koşullar gün geçtikçe zorlaşıyor. İktidar bölgede “değerli yalnızlık” aşamasına geldi, yani manevra alanı gittikçe daralmaktadır. Kürt sorunuyla ilgili olaya bakıldığında Suriye sorunu bir yanıyla Rojava sorununa dönüşmüştür. AKP’nin hükmü hiçbir yerde geçmiyor. 2012 yazında hükümet tüm askeri gücüyle yüklenmesine rağmen aldığı yenilgiden sonra İmralı’nın yolunu tutmuştur. Bunun yanına şimdi bir de Rojava’daki yenilgi eklenmiştir. Öte yandan Kürt Halkı ulusal konferansına hazırlanıyor. Erteleme olsa da artık bu yola çıkılmıştır. Tüm bu tablo ortasında AKP iktidarı Kürt Halkının taleplerini karşılamada hem korkaklaşıyor hem de cimrileşiyor. Kürt sorununda hemen tüm kırmızıçizgileri silinmiş bir iktidarın seçim sürecinde büyük zorluklar yaşa-

yacağı biliyor. Barış süreci durmadı, ancak bugüne kadar geldiği biçimiyle de gitmeyecektir. Bu satranç oyununda yeni hamleler yapılacaktır. Hükümet çok geciktirmeden “demokrasi paketini” açıklayacak ve bir “adım” atacaktır. Bundan sonra süreç yeni bir aşamaya gelecektir. AKP, “demokrasi paketi” ile Kürt Halkının taleplerini karşılamayacağının ipuçlarını verdi. Aslında Erdoğan bu paketle Kürt Halkı içinde çatlaklar yaratmak için tüm gayretini gösterecektir. Kürt liberallere ve Kürt muhafazakârlara farklı yönlerden hitap ederek, iktidar ve cemaat bu süreçte bütün gücüyle seferber olarak, Kürt Özgürlük Hareketinin sabır sınırlarını sonuna kadar zorlayacaktır. Barış sürecini iktidar ve Kürt Özgürlük Hareketi arasında bir bilek güreşi olarak sadece bu kulvarda tutmak yapılabilecek en önemli hatalardan birisi olur. Hükümet bu süreçte oyalamadan provokasyona kadar her taktiği harekete geçirmeye hazırdır. “Yenilgi” ve “taviz” görüntüsü vermemek için her yolu deneyecektir. O nedenle barış sürecini Gezi isyanının yarattığı ittifak imkânları ile güçlendirmek ve yaygınlaştırmak onun alın yazısında belirleyici bir rol oynayacaktır. Rojava’dan İstanbul’a kadar geniş bir ittifak hattını örmek, barış sürecini AKP’nin inisiyatifinden mümkün olduğu kadar çıkartmak, onun başarısı için gereklidir.


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

Cemaat Elini Alevilikten Çek

Cami-Cemevi Projesine Neden Karşıyız

F

etullah Gülen Cemaati ve Cem Vakfı tarafından Alevilerin yoğunlukta olduğu Ankara’nın Tuzluçayır mahallesinde inşaatına başlanan cami-cemevi projesi, Alevilerin büyük tepkisine yol açtı. Gülen Cemaati tarafından finanse edilen ve AKP hükümeti tarafından desteklenen proje, mezhep gerilimine son verecek bir toplumsal barış projesi olarak lanse ediliyor. Oysa Tuzluçayır’da startı verilen ve devamı geleceği söylenen bu projenin, tıpkı AKP hükümetinin başlamadan biten Alevi açılımında olduğu gibi, Aleviliği Sünni İslam perspektifinden yeniden yapılandırma girişimi olduğu açık bir şekilde görülüyor. Proje her bakımdan ciddi bir sorgulamayı hak ediyor. Öncelikle, cami ve cemevini yan yana yapma girişimi, Türkiye’deki Alevi sorununun, Sünni ve Aleviler arasındaki ilişkilerden kaynaklandığını ima ederek meselenin gerçek mahiyetini gizliyor. Alevilik sorunu, devletin gerçek anlamda laik ve demokratik olmamasından kaynaklanıyor. Kuruluşundan bugüne Türkiye Cumhuriyeti devleti, Alevi inancını meşru bir inanç olarak görmemekte, sistematik olarak dışlamakta, yok etmeye çalışmakta ve yok edemediği yerde onu biçimlendirmeye çalışmaktadır. Hala sürmekte olan bu politikalara karşı Alevilerin devletten somut talepleri vardır ve gerçek bir demokratik açılım ancak bu taleplerin karşılanması ile gerçekleşebilir. Yoksa yüz tane daha cami-cemevi yapılması, sorunun çözümüne en ufak bir katkı sunmaz. Bu tarz kozmetik düzenlemeler göz boyamaktan ve sinsice Aleviliği biçimlendirmekten başka bir sonuç doğurmayacaktır. Projenin asıl mimarı Gülen Cemaati, cemevlerinin cami ile eşit statüde bir ibadethane olarak görülmesi konusunda ne diyor? Ale-

vilerin başlıca talebi olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılması konusunda ne diyor? Zorunlu din derslerinin kaldırılması konusunda ne diyor? Asıl konuşulması gereken bunlarken, cami-cemevi projesini ortaya atmak, meseleyi inanç grupları arasındaki bir sorun olarak göstermekte ve gerçek sorunun üzerini örtmektedir. Ayrıca proje neden Alevilerin yoğunlukta olduğu bir mahallede uygulanmaktadır. Cami-cemevi projesiyle Tuzluçayırlılar hiç ihtiyaç duymadıkları halde bir camiye daha kavuşmuş oluyorlar. Böyle bir projeye başlamadan önce bölgede yaşayan insanların fikrini almak gerekmez mi? Nitekim projenin halk tarafından onaylanmadığı yapılan kuvvetli protestolarla ortaya çıktı. Fetullah Gülen- İzzettin Doğan ortaklığının tepeden inme inanç mühendisliği, Alevilerin tarihsel bilincine çarptı. Cemaat’in “Alevi açılımının” gerçek mahiyetini, projeyi finanse eden iş adamlarının yaptığı açıklamalardan görmek mümkün. Projeyi finanse eden iş adamlarından Bayram Tarcan “Bizim ayrımız gayrımız yok. Dinimiz bir. Allah’ımız bir. Küçük farklılıklarımızı büyütmeyelim. Ortak noktalarımız daha fazla. Cami-Cemevi Kültür Merkezi bizim aslında ne kadar çok ortak yanımız olduğunu iki kesime de gösterecek” diyor. 15 Eylül tarihli Zaman gazetesinde yer alan aynı haberde projenin bir diğer finansmanı olan marketler zinciri sahibi Şaban Başdurak ise şunları söylemiş: “Yıllardır bu toplumda çıkarılmak istenen kavgayı engellemeye yönelik en somut adım. Proje kardeşliğimizin çimentosu olacak. Bazıları, cemevini caminin alternatifi olarak görüyor. Oysa cami cemevinin, cemevi de caminin alternatifi değildir.” Proje konusundaki en

yetkili ağızların dile getirdiği bu sözler şunu gösteriyor. Birincisi, cami-cemevi projesinde eşit statüde iki ibadethane söz konusu değildir, cemevi camiyi tamamlayan bir unsur olarak görülmektedir. Birisi ibadethane, diğeri kültür merkezidir. Bu yüzden de birbirinin alternatifi olarak görülmüyorlar. Oysa Alevilerin talebi, tam da cemevinin caminin alternatifi olduğunun kabul edilmesidir. Cemevini camiyi tamamlayan bir unsur olarak görmek, Aleviliği Sünnilik içinde eritme çabasından başka bir şey değildir. İkinci olarak proje, Alevilikle Sünniliğin birbirine ne kadar da çok benzediğini ortaya çıkaracakmış. Bu benzeşmenin Aleviliğin Sünniliğe yaklaştırılması olduğunu söylemeye bile gerek yok. Yani Aleviliğin kabul görmesi Sünniliğe benzediği oranda mümkün olacak. Farklılıkları yüzünden ezilen bir topluma “aslında hepimiz aynıyız” demek tipik bir asimilasyoncu söylemdir. Alevilerin bugün ihtiyaç duyduğu şey, Sünnilerle ortak olan yanlarını keşfetmek değil, farklılıklarını özgürce yaşayabilmektir. Sonuç olarak cami-cemevi projesi, Gülen cemaatinin İzettin Doğan’ın işbirliği ile Aleviliği Sünnileştirme ve Aleviler içersinde kendisine taban yaratma girişimden başka bir şey değildir. Proje, bir barış projesi değil, “dört dörtlük” bir asimilasyon projesidir. Ve Aleviler tarafından da doğru olarak böyle anlaşılmış ve gerekli tepki gösterilmiştir. Mesele bundan ibarettir.

Muzaffer KAYA

Cami-cemevi projesinde eşit statüde iki ibadethane söz konusu değildir, cemevi camiyi tamamlayan bir unsur olarak görülmektedir. Birisi ibadethane, diğeri kültür merkezidir. Bu yüzden de birbirinin alternatifi olarak görülmüyorlar. Oysa Alevilerin talebi, tam da cemevinin caminin alternatifi olduğunun kabul edilmesidir.

11


MEHMET YOLDA

“Üzgün olmaktansa öfkeli

31

Mayıs Cuma günü başlayan isyan günlerinin ardından, hafızalarımıza; bazı fotoğraflar, sloganlar, hikâyeler ve isimler kazındı. Mehmet Ayvalıtaş da o isimlerdendi. 20 yaşındaydı. Mütevazı ailesiyle İstanbul’un emekçi semtlerinden 1 Mayıs mahallesinde yaşıyordu. Erken kalkıp tıklım tıkış otobüslerle işe giden, günü öldürüp akşam mahalleye geldiğinde arkadaşlarıyla, ailesiyle sokağında, semtinde kendi halinde yaşayan bir gençti Mehmet. Aile bütçesine katkı sağlamak için hem çalıştı, hem okumaya devam etti. Ancak ikisi bir arada yürümedi. Ekonomik açmazların sıkıştırdığı birçok genç gibi okul hayatını sonlandırarak çalışmaya başladı. Kısa lise öğrenim hayatında Liseli Direnişçi Gençlik(LDG)’le tanışan ve eylemlerine katılan Mehmet; çevresinde

haksızlığa karşı dik duruşuyla, sözünü esirgemeyişiyle, alçak gönüllülüğü ve samimiyetiyle bilinen bir yoldaştı. İktidarın emekçi-devrimci mahallere olan “kindar” yaklaşımı bu semtlerde yaşayan hemen herkesin içinde öfke birikmesine neden oluyor. İktidara göre Mehmet ötekilerdendi. Ötekilerin öfkesi birikti… Birikti… Ve sokağa taştı... Tüm iktidarlar boyunca Gazi Direnişinde, Sivas Katliamında iktidarların hedefi olan 1 Mayıs Mahallesi, Gezi Direnişi’nde binlerle sokağa çıkıp, direnişini haykırdı. Mehmet 1 Haziran gecesi direnişi ateşleyenlerdendi. Sosyal medya üzerinden paylaştığı en son iletide Gezi Parkı eylemlerini kast ederek; “ siz haklı kuzu gibi uyuyor sandınız bak neredeyse 48 saat...” diyordu. Direnişi haykırırken mızrak ucu olan Mehmet yoldaş, en ön safta sokaklara taşmışken bir aracın çarpmasıyla hayatını kaybetti… Devam eden direnişlerde iktidarın kibri-kini ve oluşturduğu faşizm atmosferi nedeniyle, Mehmet’in ardından Abdullah Cömert, Ali İsmail Korkmaz, Medeni Yıldırım, Ethem Sarısülük ve en son kaybettiğimiz can Ahmet Atakan aramızdan ayrıldı. Mehmet yoldaş, Pir Sultan geleneğinden gelen bir öğretinin öğrencisiydi. 1 Mayıs mahallesinde birçok eyleme-yürüyüşe

aktif katıldı. Onu Liseli Direnişçi Gençlik kortejinde hep en ön safta, pankartı taşırken gördük. Hayatı bütün mütevazılığı ve kararlılığıyla kucaklayan bu genç devrimci, pankartını, isyanını da aynı kararlılıkla taşıdı eylem alanlarına… 2012 1 Mayıs’ında “İtaatkâr, değil isyankâr olacağız. Geleceğimiz için İsyandayız!” diyerek girdiği alanı 2013 1 Mayıs’ında yasaklayan hükümetin faşizan uygulamalarına karşı “Taksim, 1 Mayıs alanıdır!” diyen Mehmet yoldaş saatlerce Taksim’e çıkmayı çalışmıştı. Ardından Haziran’ın isyan günleri geldi. Gezi Parkı’nda başlayan eylemler büyük bir direnişe dönüştü. Önce tüm İstanbul’u, ardından tüm ülkeyi sardı. Ama Direniş’in ilk kötü haberi de geldi. Mehmet yoldaş bir haziran günü aramızdan ayrıldı. Biliyorduk haziranda ölmek zordu. Mehmet’in gidişi de öyle oldu. Sosyal medya üzerinden birkaç gün önce MFÖ’den “Hep yaşın 19” parçasını paylaşıp ve altına düştüğü notta şöyle diyordu; “Bu parça beni anlatıyor”. Evet, Mehmet yoldaş senin yaşın hep genç, hep 19, hep 20… Kelimelerin boğazımızda düğümlendiği anda 68 kuşağının önemli figürlerinden Ulrike Meinhouf’un sözü kulağımızda çınlıyor. “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı tercih ederim.” Yumruklarımızı artık daha sıkı kapatıyoruz. 1 Mayıs mahallesinin ruhunu çoğumuz bilir. Kuruluşundan günümüze


AŞIN ANISI

keli olmayı tercih ederim” Ulrike Meinhouf devrimci bir duruşa sahip olan mahallede yaşayan gençler sosyal ve politik olaylara karşı duyarlı ve ilgilidirler. Mehmet de böyle bir atmosferde yetişti. Panzerlere, maskeli robocoplara yabancı olmayan mahalleli halkının bir evladı olan Mehmet, yozlaşmaya, çürümeye, uyuşturucuya ve çetelere karşı devrimci duruşu göstermek için de arşınladı mahalleyi sokak sokak... Mahallesinin her köşesinde bir anısı olan Mehmet, anılarıyla unutulmayacak. Pazarcılıkla geçimi sağlayan bir aileden gelen Mehmet küçük yaştan itibaren tezgâh açar, babsıyla birlikte pazarcılık yapardı. AVM’ydi, büyük marketlerdi derken çıkmaz sokağa giren pazarcılık sonunda bitmiş, bir restoranda komi olarak işe başlamıştı. Kasım ayında askere gidecekti. Askere gidince, ailesine yük olmak istemediğinden çoğu zaman mesailere kalarak geç saatlere kadar çalıştığı oluyordu. Askerlik, kimine vatan, millet, Sakarya hamasi bir duyguysa da, Mehmet gibi hayatı tırnaklarıyla kazananlara bir o kadar yüktü. Çevresindekilerin Mehmet hakkında söyledikleri daima dayanışmacı karakteri ağır basan, ailesine ve arkadaşlarına karşı fedakâr, dost canlısı biri olduğuydu. Son birkaç aydır çalıştığı iş yerinde de devrimci duruşundan ödün vermeyen Mehmet, Gezi direnişi başlar başlamaz direnişe katılmak için patronuyla tartışmalar yaşamış, izin alamayınca

kendi kararıyla işten erken çıkıp gezi direnişine katılmıştı. Tıpkı “Yasaklı” 1 Mayıs günlerinde de yaptığı gibi… İktidarın birinci derecede sorumlu olduğu bu katliamlar devam ettikçe ve failleri bulunmadıkça öfkemiz daha da bilenecek. Savcının olay yerine dahi gelmemesi, polisin tutanaklardaki lakaytlığı “adil” yargı pespayeliğinin göstergesi. Tiranlığının kibrinde boğulacak olan iktidar, bu yaptığı açık zulmün hesabını fazlasıyla verecek. Mehmet şimdi bütün gezi şehitleri gibi, çapulcuların, Alevilerin, Kürtlerin, emekçilerin, yoksulların ve tanımadığı milyonlarca insanın kardeşi oldu. İsmi gezi direnişiyle sloganlarımıza, barikatlarımıza kazındı. Eylül ayında direnişimiz devam ederken, sokaklarda barikatlar kurulurken Mehmet’in o hafif mahcup fotoğrafı hatırımıza geliyor. Direngenliğimiz artıyor, hüznümüzü bastırıp öfkemizi kuşanırken Mehmet’in anısı sokaklarda yaşıyor. Şimdi Mehmet isyanda yaşıyor. Unutulmayacak isyan günlerinin en hızlısı oydu. Şimdi belleklerden silinmeyecek sloganların, barikatların, direnişlerin yanında Medeni’nin, Ali’nin, Mehmet’in, Abdullah’ın, Ethem’in, Ahmet’in isimleri yankılanıyor ve her sloganın başı, her barikatın sonu Gezi Direnişinde şehit düşen yoldaşlara çıkıyor.

MEHMET AYVALITAŞ YOLDAŞ ÖLÜMSÜZDÜR! GEZİ ŞEHİTLERİ ÖLÜMSÜZDÜR!


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

Ya Rojava Ya Barbarlık Fikret KIZILTAN

Rojava’da, Suriye’nin diğer bölgelerinden ve isyan dalgalarının çarptığı diğer ülkelerden farklı olarak rejimden boşalan alanlarda yerel halkın, etnik, dinsel ve cinsiyetçi ayrımcılıkları bertaraf ederek öz-örgütlenmeler oluşturmak yoluyla demokratik bir iktidar modeli inşa ettiğine şahit oluyoruz.

A

rap coğrafyasında iki yıldır sürmekte olan büyük halk hareketlerinin yol açtığı siyasi kaos tüm şiddetiyle devam ediyor. Temelinde ekmek, özgürlük ve toplumsal adalet taleplerinin olduğu isyan dalgaları, ne yazık ki henüz hiç bir ülkede, bu ideallerin gerçeklemesi yönünde kalıcı bir kazanım elde edilmesini sağlayamadı. İsyanlar, Libya’da ve Suriye’de emperyalist müdahalenin aracına dönüştü, Mısır’da askeri darbeyle sonuçlandı, Tunus’ta henüz laik diktatörün İslamcı diktatörle yer değiştirmesinden öte bir sonuç doğurmadı, Suudi Arabistan, Ürdün ve Bahreyn’de kontrol altına alındı ve çoğu ülkede dinselmezhepsel şiddetin tırmanmasına neden oldu. Mısır’da Mübarek’in devrilmesinin ardından iktidara gelen Müslüman Kardeşler, geniş halk kesimlerinin özlemlerine yanıt vermek yerine, devlet aygıtına hızla nüfuz etmeye yönelince, halkın çoğunluğunun gözünde meşruiyetini yitirdi.

Mursi hükümetinin, milyonlarca Mısırlının sokaklarda haykırdığı taleplere kulaklarını tıkaması yüzünden ortaya çıkan siyasi krizden eski rejimin başlıca temsilcisi olan ordu faydalandı ve yönetime el koydu. Mısır halkının çoğunluğunu karşısına almış olan Müslüman Kardeşler’in umutsuz direnişi, büyük bir katliamla sonuçlandı. Mübarek sonrası dönemde askeri rejime karşı ayaklanan gençlik örgütleri ve solcular katledildiğinde sesiz kalan ve orduyla uzlaşan Müslüman Kardeşler’in kendisi şimdi ordunun insafsız şiddetine maruz kalıyor. Suriye’de ise Baas rejimine karşı başlayan isyan, kısa sürede küresel ve bölgesel güçlerin müdahalesiyle rayından saptı ve Suriye toprakları dünyadaki güç bloklarının vekâleten savaştığı bir sahne haline geldi. İslamcı çetelerin de önemli bir yer tutmaya başladığı ve mezhepsel gerilimlerin keskinleştiği bu yıkıcı savaş, k i m yasal silahların kullanılmasıyla

daha da trajik bir hal aldı. ABD’nin şimdilik ertelenmiş görünen olası askeri müdahalesi durumu çok daha kötüleştirecektir. İsyanın başlangıç kıvılcımın çakıldığı Tunus’ta da durum oldukça karışık. İktidara gelen İslamcı Ennahda Partisi, isyanın ideallerine ihanet ederek kendi iktidar tekelini kurmaya yönelmiş durumda. İki muhalif liderin suikast sonucu hayatını kaybettiği bu süreçte, Ennahda iktidarına karşı protestolar devam ediyor. Libya, Yemen ve Bahreyn’de de farklı biçimlerde siyasi kaos ve şiddet olayları devam ediyor. İsyanların yarattığı derin siyasi kriz, hala çok farklı siyasi sonuçlar doğurabilecek bir potansiyel taşıyor olsa da, durum şimdilik oldukça umutsuz görünüyor. Diktatörler devrilirken ya da mevcut rejimler zayıflarken oluşan siyasi boşluğun demokratik halk iktidarı ile doldurulmadığı, yani bizzat isyanlara katılan insanların kendi kaderlerini ellerine alabilecekleri demokratik kurumların yaratılamadığı durumda, meydan, eski rejimi başka biçimlerde restore etmeye çalışan güçlere, etnik ve mezhepsel temelde gelişen hareketlere ve silahlı çetelere kalıyor. Ancak bu karanlık tablonun içerisinde çok küçük bir bölgede, Kürtlerin Rojava olarak adlandırdığı güney-batı Kürdistan’da bambaşka bir süreç gelişiyor. Suriye-Türkiye sınırı boyunca dar bir şerit halinde uzanan bu topraklar üzerinde bir toplumsal devrim gerçekleşiyor. Görebildiğimiz kadarıyla, “Arap Baharı”nın şimdilik verdiği en değerli meyve, Rojava Devrimi olmuştur. Rojava’da, Suriye’nin diğer bölgelerinden ve isyan dalgalarının çarptığı diğer ülkelerden farklı olarak rejimden boşalan

14


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

alanlarda yerel halkın, etnik, dinsel ve cinsiyetçi ayrımcılıkları bertaraf ederek öz-örgütlenmeler oluşturmak yoluyla demokratik bir iktidar modeli inşa ettiğine şahit oluyoruz. İç savaş koşullarında inşa edilen bu demokratik yönetim modeli, Rojava’yı, 2011 isyanlarının bir toplumsal devrime dönüştüğü yegâne örnek olarak karşımıza çıkarıyor. Rojava’daki gelişmelerin diğer bölgelerden farklı olmasının başlıca nedeni, bu bölgede bugün PYD’nin temsil ettiği mücadele geleneğinin (Öcalan çizgisi) yıllardır sürdürdüğü teorik ve pratik hazırlıklardır. Arap Baharı Suriye’yi vurduğunda, yeni bir siyasal ve toplumsal düzen kurma yolunda düşünsel ve örgütsel hazırlığı olan tek kesim, PYD’nin örgütlediği, etnik milliyetçilikle arasına kalın bir çizgi çekmiş olan Kürt ulusal hareketiydi. Bu hazırlık sayesinde Rojavalı Kürtler, oluşan iktidar boşluğunu hızla alternatif halk örgütlenmeleriyle doldurmayı başardılar. Başta güvenlik ve adalet hizmetleri olmak üzere, eğitim, sağlık, gıda temini, alt yapı, vb. alanlarda hızla özyönetim organlarının oluşmasına öncülük ettiler. Bu organlarda Kürtler dışında Arap, Asuri, Ezidi ve Hristiyan kesimlerin de temsil edilmesine özen gösterdiler. Halk meclislerine dayalı bu demokratik yönetim tarzının bir özelliği de, kadınların, inşa edilen tüm bu kurumlarda (güvenlik dahil olmak üzere) aktif rol almış olmasıdır. PYD öncülüğündeki Kürt hareketi, Baas rejimine karşı mücadele ederken, emperyalist güçlerin yönlendirmelerine de set çekerek bağımsız siyasi duruşunu korumasını bildi. Arap Baharı’nın yarattığı kaos içerinde özgürlükçü, halkçı ve bağımsız bir siyasi çizginin nasıl savunulabileceğini gösterdi. Dörde bölünmüş Kürdistan’ın en küçük parçası olan Rojava’da, son bir yılda hayata geçirilenler, hem Kürdistan’ın tüm parçaları üzerinde etki yaptı (Türkiye’deki barış sürecini tetikledi ve Ulusal Kürt konferansının toplanmasında belirleyici faktör oldu) hem de Ortadoğu çapında etkileri olabi-

lecek bir devr i m c i - h a l kç ı yönetim tarzını ete kemiğe büründürdü. Rojava halkı, ortaya koyduğu toplumsal demokrasi pratiğiyle aslında tüm Ortadoğu için örnek teşkil edebilecek bir demokratik yönetim modeli inşa ediyor. Küresel ve bölgesel emperyalist güçlere, otoriter Baas rejimine, etnik milliyet- çiliğe ve dinsel bağnazlığa karşı geliştirilen bu halk demokrasisi örneği, Ortadoğu halklarını kanlı savaşların cehenneminden kurtaracak bir yola işaret ediyor. Eğer inşa edilmekte olan bu yol, petrol şeyhlerinin ve AKP hükümetinin silahlandırdığı çeteler ya da Baas rejimi tarafından tarumar edilirse geriye kalan sadece barbarlık olacak. Roza Lüxemburg, 1. Dünya Savaşı yıllarında, toplumsal devrimin tek alternatifinin barbarlık olduğunu söylemişti bilgece. 20. Yüzyıl tarihi bu tespiti defalarca doğruladı. “Ya sosyalizm ya barbarlık” şiarını Arap Baharı’na uyarlayacak olursak; ya Rojava’da olduğu gibi bir arada yaşam ve toplumsal dayanışma deneyimi geliştirilecek, ya da etnik-mezhepsel-cinsiyetçi-sömürgeci ve işbirlikçi şiddetin kıskacında, Ortadoğu halkları kurbanlık koyun gibi kesilecek. Rojava halkı bu satırların yazıldığı anda, bölgesel güçlerin oyuncağı silahlı çetelere ve Baas rejimine karşı Devrim’i büyük bir kahramanlıkla savunmaya devam ediyor. Aslında Rojavalılar, sadece kendi anayurtlarını savunmakla kalmıyorlar, bunu yaparken hem yüz yıldır bölge devletlerinin zulmü altında yaşayan bütün Kürt ulusunun ve diğer azınlıkların haklarını, hem de Suriye’nin ve tüm Ortadoğu’nun demokratik geleceğini savunuyorlar.

her taraftan kuşatılmış olan Rojava’yla dayanışmak ve dayanışmanın ötesine geçerek Devrim’i savunmak görevi ile karşı karşıyayız. Rojava’yı savunmak her şeyden önce kendi geleceğimizi, vahşete karşı insanlığın geleceğini savunmaktır.

Rojava halkı, ortaya koyduğu toplumsal demokrasi pratiğiyle aslında tüm Ortadoğu için örnek teşkil edebilecek bir demokratik yönetim modeli inşa ediyor. Küresel ve bölgesel emperyalist güçlere, otoriter Baas rejimine, etnik milliyetçiliğe ve dinsel bağnazlığa karşı geliştirilen bu halk demokrasisi örneği, Ortadoğu halklarını kanlı savaşların cehenneminden kurtaracak bir yola işaret ediyor. Eğer inşa edilmekte olan bu yol, petrol şeyhlerinin ve AKP hükümetinin silahlandırdığı çeteler ya da Baas rejimi tarafından tarumar edilirse geriye kalan sadece barbarlık olacak.

Bugün Türkiye’li sosyalistler, demokratlar, devrimciler olarak,

15


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

YALANCININ MUMU FED’İN KARARINA KADAR MI YANACAK? 2008

’de başlayan ekonomik krizin girdiği yeni evre, Türkiye ekonomisi için alarm zillerinin daha güçlü çalmasına yol açıyor. ABD merkez bankası FED’in neredeyse sıfır faizle piyasaya sürdüğü trilyonlarca doların aktığı çevre ekonomilerdeki suni para bolluğu döneminin sonuna yaklaştığımıza dair işaretler artıyor. ABD kendi ekonomisinin kimi temel göstergeler açısından düzelme sinyalleri verdiğini söyleyerek, artık piyasalara arz edilen döviz miktarının sınırlanmasına karar vermiş görünüyor. 2014 sonuna kadar piyasalara dolar sunumunun azalacağı düşünülüyor. ABD bol paranın tüketimi körükleyeceğini, böylece de üretimin artacağını varsayan kısmen Keynesçi bir ekonomi politikasını uygulamayı amaçlamaktaydı. Ancak finansallaşan küresel piyasalar, bu kaynağın büyük bir kısmını finansal getirinin görece yüksek olduğu bizimki gibi ülkelere taşıdı. Böylece Türkiye’de döviz fiyatları çok uzun süre istikarlı bir çizgide ilerledi. Hatta dövizin değerlenmemesi Türk parasını görece değerli kıldığı için, Türkiye’de ara malı üretimine dayanan sanayi bundan büyük bir darbe yedi. Üretim büyük oranda ithal ara mal girdisi ile sürdürülür hale geldi. İthalat, ihracata oranla çok daha

16

büyük bir hızla artmaya başladı. İhracatın ithalatı karşılama oranı %50’ler seviyesine yaklaştı. İhraç edilen ürünlerin de neredeyse %60’ı ithal edilen mallardan oluşur hale geldi. Yani 1960’ların montaj sanayisi söylemi büyük oranda günümüzde de geçerlilik kazanan bir yaklaşım haline geldi. Türkiye’de üretim büyük oranda ithal girdilere bağımlı durumda. Aynı zamanda yükselen döviz fiyatları enerji giderlerini daha da arttırıyor. Petrol ve doğalgaza bağımlı enerji yapısında herhangi bir dönüşüm söz konusu değil. Geleneksel anlamda ihracatçı sektörlerde de ithal ara ürüne bağımlılık arttıkça Türkiye’nin geleneksel meselesi, cari açık yeniden daha fazla baş ağrıtacak bir sorun olmaya başlıyor. Çünkü cari açık aslında sürdürülebilir bir durum. Yani ülkeye para girişi devam ettiği müddetçe çok büyük bir sorun yok. Kapitalizmin krizi koşullarında da dünya piyasalarında spekülasyon ve kısa vadeli sermaye hareketleri için hareket halinde çok büyük fonlar mevcut. Bu paraları bir biçimde ülkeye çekebildiğiniz sürece sıkıntı yaşanmıyor. Fakat temel parametrelerle ilgili önemli değişiklikler yaşandığında açığı bir zaaf boyutunda olan ülkeler sürece uyum sağlayamıyorlar. Türkiye için de alarm zilleri bundan dolayı çalıyor. Küresel piyasalardan son birkaç yıldır olduğu kadar rahat bir biçimde para bulmak mümkün olmayacak. Kısa vadeli sermayenin önemli bir kısmı merkez ülkelere dönecek. Türkiye cari açığını döndürmekte zorlanacak. The Economist dergisi 7 Eylül sayısında bu konuyla ilgili özel bir haber yapmış. Düşük faizli doların piyasalardan çekilmesi karşısında risk altında

kalacak ülkeleri sıralamış. Sermaye-donma endeksi adı verilen bir bileşik parametre aracılığıyla ülkeler risklilik seviyelerine göre sıralanmışlar. Risk altındaki ülkeler 0-20 arasında puanlanmışlar. Var olan ülkeler arasında en yüksek puan 18 ile Türkiye’ninki. Bu Türkiye’nin söz konusu hareketler karşısında en riskli ülke olduğunu gösteriyor. 15 üzerinde puanı olan tek ülke Türkiye. İkinci sıradaki Kolombiya’nın risk puanı 13. Diğer riskli ülkeler Arjantin, Brezilya, Venezüella, Güney Afrika ve Ukrayna olarak belirlenmiş. Döviz rezervleri çok güçlü olan Rusya ve Çin açısından hiçbir risk öngörülmüyor. Türkiye’yi sıralamada en üste çıkaran veri ise Merkez Bankası rezervlerinin kısa vadeli borç ödemelerini karşılayamayacak seviyede olması. Borçlar (sadece kısa vadeli olanlar) rezervlerin %150’si seviyesine ulaşmış durumda. Cari açık milli gelirin %6’sı seviyesindeki çok anormal bir rakam gerçekten. IMF’ye borçlarını ödemekle böbürlenen hükümet nedense 2009 yılından bu yana muazzam bir hızla artan dövize dayalı şirket borçlarından bahsetmiyor. Özellikle AKP’den ihale alacağına güvenen ve doların yükselmesine müsaade edilmeyeceğine dair içeriden sızan bilgilerle de teşvik edilen inşaat şirketleri büyük dış borçlanmalar gerçekleştirmiş vaziyette. Bu şirketlerin batması inşaat sektörünün de büyük sarsıntı yaşaması anlamına gelecek. Bu boyutlardaki bir kriz riski kentsel rantlar üzerindeki çatışmayı da körükleyecektir. Kentleri neredeyse yaşayanlar için bir cehenneme çeviren Kentsel Dönüşüm uygulamaları daha yüksek kar hırsıyla merkezin daha büyük oranda insansızlaştırılması sonucunu doğurabilecektir. Erdoğan’ın kentsel projeler hakkında büyük toplumsal kabarışlar tetikleyecek bir direnç sergilemesinde, böy-

lesi bir ekonomik tablo da etkide bulunmaktadır. İnşaat sektörü şu anda tarımın tek başına birbuçuk katı kadar milli gelir üreten, istihdam üretiminde de çok önemli rolü olan bir alan. Burada yaşanacak bir krizin çok önemli sosyal maliyetleri olacaktır. Bu sosyal maliyetlerin ise Erdoğan’a ve AKP’ye siyasi maliyet yaratacağı açıktır. Türkiye sermayesi talancı geleneğinden asla vazgeçmiyor, ekonominin yeniden üretimi ile ilgili yapısal sorunların üstesinden gelemiyor. Bünyede var olan zaaflarla birlikte yaşamaya alışmaya çalışıyor. Ancak dünya piyasalarında yaprak kıpırdaması, bu zaaflardan dolayı Türkiye’ye dev Tsunami dalgaları olarak yansıyabiliyor. 1980’leri ucuz işgücü sömürüsü ile geçiren sermaye 1990’larda yüksek iç borçlanma faizleri ile toplumu soydu. Belediyecilikten gelen AKP döneminde ise kentsel rantlar ve inşaat hiçbir dönemde olmadığı kadar büyütüldü. Hane halkları Türkiye tarihinde görülmedik düzeyde bankalara borçlandırıldı. Bu borçlandırma ile inşaat sektörünün aşırı arzına talep yaratılmaya çalışıldı. Bu borçlandırmalar sayesinde bankalar hiç olmadığı kadar hayatlarımıza dahil oldu. Böylece 2000’li yıllarda milli gelir içinde payını en hızlı arttıran sektör bankalar olabildi. Sermaye kazandı, halk borçlandı ve geleceğini ipotek etti, Ağaoğlu lüks arabalarına yenilerini kattı, ancak Türkiye’nin ekonomik altyapısında bir üretkenlik sıçraması yaratmasını sağlayacak yatırımlar gerçekleşmedi. Türkiye finans kapitali ve sözüm ona hasmı Anadolu burjuvazisi yağmacılık konusunda birbirlerinin ellerine söz dökemezler. Yaklaşan kriz dinamikleri, 2013-2014’te Türkiye’nin toplumsal mücadeleler tarihinde çok ayrıksı bir sayfa açılabilmesine olanak sağlayacak seviyede.


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

DİRENİŞTEKİ İŞÇİLER ANLATIYOR! Feniş Fabrikasını İşgal Eden ve Haklarını Arayan İşçilerle Konuştuk!

Adım Aynur Çiftçi. 18 yıldır Gebze’de Feniş alüminyum fabrikasında çalışıyorum. Patronumuz Sedat Aloğlu 415 işçiyi bir gecede tazminatsız ve 3 aylık alacaklarımız içeride olduğu halde işten çıkardı. İflas bildirmiyor, iflas ertelemede bulunuyor, geçici bir durum olduğunu söylüyor ama haklarımızı da vermiyor. Bizim haklarımızı versin. S.Dayanışma: Çok eski ve köklü bir firma olduğunu biliyoruz. Evet, 60 yıllık bir fabrika. Üretime ara vermenin gerekçesi olarak ne söylüyor? Hammadde veren firma ile ilgili bir sıkıntı olduğu söyleniyordu. O arada bizi işten çıkardı. Sizler de buna karşı örgütlendiniz? Sendikamız vardı zaten. Fakat direnişi bizim oluşturduğumuz 35 kişilik bir işçi komite-

daşlar ne düşünüyor? Herkesin farklı fikirleri var, bunlara da saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. En azından sizin fikrinizi öğrenebilir miyiz? Ben ağaçlar kesilmesin diyorum. Ağaçların tarafındayım ama direnişe gittiğimiz zaman da sağı solu kırıp dökmeyelim diyorum. Fırsatınız olsa kamuoyuna nasıl seslenmek istersiniz? Bu kamuoyu dediğiniz şey nasıl bir şeydir ki sürekli olarak Sedat Aloğlu ve onun gibilerin düğünlerini, nikâhlarını verir de işten atılan işçilerin işgal ettiği fabrikalardan bahsetmezler. Kamuoyunun ilgisini çekebilmek için çatılara çıkıp soyunmamız mı lazım? Medyanın bizi görmesi için ne yapmamız lazım? Biz kararlıyız, böyle giderse gerekirse fabrikayı bile yakarız.

r i Satıyo

Kozava

tiklerin ndi Üret e K i r e il İşç

Şu anda kaç kişi direnişe devam ediyor? 12-14 civarında. Toplam 94 kişi isten atılmıştı. Direnişe 30 kişi olarak başladık. Fakat bu tarz direnişlerde eksilmeler oluyor biliyorsunuz. Makine Mühendisleri Odası gibi dost kurumlardan destek alıyor musunuz? Evet, onlarla da bağlar kurduk.

Patronun Terkettiği Fabrika’da Üretime Geçen Kazova İşçileri ile Konuştuk!

İşyerinde işlerin tümünü organize edebiliyor musunuz? Makinelerin tamirini vs. gerçekleştirebiliyor musunuz? Tam anlamıyla hâkim değiliz ama destek alıyoruz. Patron zaten makinelerin önemli bir kısmını kaçırdı. 5-6 makine var elimizde, onlar da sadece dokuma makinesi. 3 tanesi tamir edildi. Şu anda sadece bir tanesi çalışıyor. 3 makine çalışmaya başlayınca günlük 200-250 parça üretim yapabileceğiz.

İşgal Fabrikaları daha ziyade Latin Amerika ülkelerinde

Dağıtımı nasıl gerçekleştirebiliyorsunuz? Şu anda Dayanışma ile devam ediyoruz. Ürettiklerimizi forumlarda satıyoruz. Kurumsallaşmayı başardıktan sonra o konuda da yeni adımlar atacağız.

iler

Şu anda 15 Eylül’de İstanbul Forumları tarafından düzenlenen ForumFest’deyiz. Gezi Direnişi ile ilgili siz ve işçi arka-

Röportaj

işgal eylemleri, kazak yapmak, makine tamiri… Biraz daha farklı bir aşamaya geçtik şimdi. Kurumsallaşmaya çalışıyoruz. Kooperatif kurma girişimlerimiz var. O açıdan bir ilk olabiliriz.

Direnişin sonuna kadar yanındayız. Başarılar diliyoruz.

en İşç de Diren n ü n Ö eniş Gebze F sinin kararları ile yürütüyoruz. İşçiler kendi istediklerini söylüyorlar. Sendika temsilcisi bizim kararlarımıza göre tavır alıyor. Sendika biz ne dersek kabul ediyor. Sedat Aloğlu’na hakkımızı yedirmeyeceğiz.

duyduğumuz bir deneyimdi. Türkiye’de ilk kez siz böyle bir direnişte üretim deneyimi gerçekleştiriyorsunuz galiba? Hayır, ilk değil. Örnekleri var. Çorum’da, Fiskobirlik’te böyle girişimler oldu ancak uzun soluklu olamadılar. Ama biz kurumsallaşmayı gerçekleştirmek için adımlar attık. Uzun süredir yürüyüşler yaptık, çadır,

Adım Bülent Ünal. Direnişteyiz. Patronun geride bıraktığı makinalar ile üretim yapıyoruz burada da kendi ürünlerimizi satıyoruz.

Direnişiniz de başarılar diliyoruz.

17


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

Kolombiya’da Barış Süreci ve Halk Ayaklanmaları Ayşe TANSEVER

Taraflar masaya geçtiğimiz kasım ayında oturdular ve Mayıs 2013 sonlarında kısmi bir anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Bu 6 aylık sürede 5 maddeden bir tanesinde ortak bir noktaya varıldı. Anlaşmaya varılan ilk madde, tarım reformu ve kırsal alanların geliştirilmesi. Böylece FARC’ın 50 yıllık mücadelesi bir meyve vermiş oluyor. Bilindiği gibi grup 1962’lerde toprak reformu isteğiyle silahları eline almıştı.

18

K

olombiya’da iki süreç birlikte yaşanıyor. Bir yanda devlet ile FARC temsilcileri Küba’nın başkenti Havana’da masaya oturmuş barış görüşmeleri yapıyorlar. Diğer yanda Kolombiya’da köylü ayaklanmaları yaşanıyor. Bu iki olgunun birbiriyle bağlı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 50 yıldır süren gerilla hareketi için bu son barış görüşmelerinin en ciddi ve en verimli bir şekilde sürdüğü söyleniyor. Taraflar masaya geçtiğimiz kasım ayında oturdular ve Mayıs 2013 sonlarında kısmi bir anlaşmaya vardıklarını açıkladılar. Bu 6 aylık sürede 5 maddeden bir tanesinde ortak bir noktaya varıldı. Belki uzun bir süreç ama sonucun olumlu olacağından herkes umutlu olduğunu söylüyor. Bu barış görüşmelerinin diğerlerinden önemli bir farkı var. Taraflar bu süreç içinde ateş kes ilan etmediler. Sürekli olarak şiddetli çatışmalar yaşanıyor. Son günlerde örneğin 14 asker öldürülürken bir kuzeydoğu eyaletinde FARC’ın orta düzey bir komutanı vuruldu. Anlaşmaya varılan ilk madde, tarım reformu ve kırsal alanların geliştirilmesi. Böylece FARC’ın 50 yıllık mücadelesi bir meyve vermiş oluyor. Bilindiği gibi grup 1962’lerde toprak reformu isteğiyle silahları eline almıştı. Böylece eğer devlet verdiği sözü tutarsa kırdaki toprak reformu gerçekleşecektir. Topraklarından çeşitli gerekçelerle atılan köylüler topraklarına dönecek ya da toprak sahibi olacaktır. Ayrıca devlet kırlara daha çok yatırım yapacaktır. Kolombiya dünyada iç göçün en yüksek olduğu ülkedir. 50 yıllık savaş milyonları Venezüella, Ekvator vs. gibi komşu ülkelere püskürtmüştür. Böylece 4,5 milyon insan ve yenileri belirli bir hak arama yoluna girecektir.

Bundan sonraki süreçte de uyuşturucu ticareti, zarar gören halkların hakları, silahlı çatışmanın son bulması ve de FARC üyelerinin politik mücadeleye katılımı konuları ele alınacaktır. Ayrıca son açıklamalarda barış görüşmelerine ülkenin ikinci gerilla gurubu ELN’nin de katılacağı açıkladı. Bütün bunlar Kolombiya barış sürecinin yolunda ilerlediği işaretlerini veriyor.

İkinci Süreç: Sosyal Patlamalar

Bu ortamda kırdaki sosyal huzursuzluk da devam ediyor. İlk maddede anlaşmanın sağlandığının açıklanmasının hemen ardından 19 Haziran da Catatumbo kasabasında 14.000 yerli köylü kendilerine toprak alanı verilmesi kararlaştırılalı yıllar olmasına rağmen bunun gerçekleşmediği öfkesi ile sokaklara döküldüler. Ama güvenlik kuvvetlerinin saldırısı ile çatışmalar çıktı. Protestoculardan 4 kişi öldü, 50 yaralı var. 10 polis de yaralandı. Kırsal alandaki protestolar durmadı, yer yer şiddetini arttırıp yaygınlaşarak sürdü. 19 Ağustos günü binlerce kır işçisi, maden çalışanları, kamyoncular sokaklara döküldüler ve polisle çatışmaya başladılar. Binlerle ana yola barikatlar kuruldu. Köylüler sütlerini, portakallarını, patateslerini sokaklara döktüler. Bunların para etmediğini devlete anlatmaya çalıştılar. Kentlere giden yollar kapandı. Kırdan kente taşımacılık durdu. Hayat durdu. Daha sonra kentlerden kır ayaklanmasına destek geldi. Öğretmenler, sağlık personeli, doktorlar ve öğrenciler sokaklara çıktılar. Kimilerine göre 300 bin insan yolları kapattı. Polis ile çatışmalar başladı. Başkent Bogota’da polis yetmez oldu. Hükümet ordudan yardım istedi. 50 bin asker başkent sokaklarında

denetime başladı. Kolombiya’nın insan hakları çiğneme rekoru kıran polisi protestoculara çok sert davrandı. İşkence etti. Gaz kullandı. Keyfi tutuklamalar yaptı. Cinsel tacizde bulundu. Zaten Kolombiya AFL-CİO dayanışma merkezine göre dünyada sendikacılara, eylem yapanlara karşı en ölümcül davranan ülkedir. Sonuçta 5 kişi öldü ve yüzlerce insan yaralandı. Ama olaylar dinmedi. Ağustos sonunda hala devam ediyordu. İktidar ilk önce kırda gelişen protestoları yok saymaya çalıştı. Basın sansürlerdi. Hatta Batı basını bile haber değeri bulmadı. Ama sonunda olaylar saklanamaz hale gelince Juan Manuel Santos iktidarı, olayların arkasında FARC’ın olduğunu açıklayarak halkı bölmeye çalıştı. Ama


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

başaramadı. Kimse evlerine dönmedi. Olayların patlamasından bir hafta sonra köylüleri ciddiye almak zorunda kaldı. Hükümet istifa etti. 5 Bakan değişikliği ile yeniden kuruldu. Santos köylülerin talebini yerine getireceğini açıkladı.

Talepler

Kırsal alandaki son patlamaların talepleri genel olarak yeni liberal politik uygulamalara denk düşer. Ancak en göze batan ABD, AB, Kanada ve Temmuz ayında İsrail ile imzalanan Serbest Ticaret Anlaşmasıdır (STA). En son bölümü Mayıs 2012 yılında yürürlüğe giren anlaşma Kolombiya kırlarını iflas ettirmiştir. O nedenle köylüler bu anlaşmanın iptalini, yeniden görüşülmesini istiyorlar. Bu anlaşma köylüleri iflas ettirmiş, hiçbir üründe ithal mallar ile rekabet edemez hale getirmiştir. Kendi karnını doyurabilen Kolombiya, dışarıdan 24 milyar dolarlık tarım ürünü almak zorunda kalmıştır. Ayrıca en ünlü ürünleri kahve de şimdi tehlike altında, kahve ekimi de verimliliğini kaybetmiştir. Tarım gir-

dileri, benzininden, tohumuna, gübresine pahalılaşmış, entelektüel mülkiyet diye tohumları bile her yıl Çok Uluslu Şirketlerden almak zorunda bırakılmışlardır. Kırlarda bu talana, topraksızlığa bir de madencilik eklenmiştir. Devlet tarım yapılması yerine maden çıkartılmasına daha fazla önem vermeye başlamış, böylece hem yabancı maden sahipleri hem de yerli politikacılar ceplerini doldurmaya başlamışlardır. Madencilikle kalkınma diye bir olgu geliştirilerek küçük çaplı çıkarım yerine büyük şirketler yeğlenmiş, yerli halkın yararlanmasına engel olunmuştur. Kısacası halklar ABD ile imzalanan STA’nın iptalini ve yeniden görüşülmesini istiyorlar. Tarımsal üretime finansal ve politik destek; topraksız küçük köylünün, yerli halkların ve Afrika’dan gelenlerin toprak hakkının tanınması; küçük çaplı madenciliğin yapılmasına izin verilmesi; yerli toplumlara politik hak garantisi; kırsal alanlara eğitim, sağlık, konut desteği ve alt yapı alanlarına sosyal yatırımlar talep ediyorlar. Bu talepler özünde yeni liberal politikalarla özelleştirme, eğitimden, sağlığa birçok sosyal harcamanın kısılmasına karşı biriken öfkenin dışa vuruşundan başka bir şey değildir.

Sonuç

FARC ile masada yapılan anlaşmanın birinci maddesi özünde toprak reformudur ve kırlara daha çok yatırım yapılmasıdır. Ancak şimdi sokaklara çıkan halkların taleplerine bakıldığında FARC’a verilenden çok fazla ve daha kapsamlı talepler görüyoruz. FARC’ın talepleri halkının gerisinde kalmıştır. Halkın talepleri, örneğin STA ile merkez ülkeleri karşılarına alıyor, onların dayatmasına karşı çıkıyorlar. Tohum gübre sorunlarında Çok Uluslu Şirketlerin dayatmasına hayır diyorlar. “Santos hükümeti verdiği sözü yerine getirip bu talepleri karşılayacak mıdır?” diye sorulabilir. Olayların arkasında FARC’ın olduğu suçlamasına karşı Havana’da masada oturan lider bu soruya artık halkların çevre ülkelerde olanlardan etkilendiğini kendilerinin bu ayaklanmaları ör-

gütl e mediklerini açıkladı. Peki, o zaman Kol ombi ya’daki son olayları nasıl yorumlamak gerekiyor? Avrupa’sından Afrika’sına, Asya’sına kadar artık halklar başka bir yapılanma sürecine girdiler. İkti- darların kendileri aleyhine verdiği kararlara ses çıkarmayı öğreniyorlar. Taleplerini yüksek sesle sokaklara dökülerek, gerektiğinde polisle çatışarak duyurmaya başladılar. Öfkelerini artık içlerine gömmüyorlar, dile getiriyorlar. Kaderlerini kendi ellerine almak istiyorlar. Hele Kolombiya gibi 21.yy sosyalizmi yolunda olan Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi ülkelere komşu bir ülke halkının bu yola çıkması kaçınılmazdır. Komşu ülke iktidarlarının halklarına neler verdiklerini görüyorlar. Diğer yandan Brezilya, Arjantin gibi ülkeler ise şimdiye kadar akla gelmeyecek şekilde ABD’ye baş kaldırabiliyorlar ve 21.yy sosyalizmi yolundaki komşularına destek veriyorlar. Artık Latin Amerika’da başka bir süreç başlamıştır. Bundan halklar da öğreniyorlar. Oysa Kolombiya bu ülkelerin ortasında bir ada gibi kaldı. Latin Amerika’nın İsrail’i gibi ABD’nin polisliğini yapmayı inatla sürdürüyor. Artık Kolombiyalıların buna bir dur deme zamanının geldiği ortadadır. Son protestolar ülkede böyle bir yola çıkıldığının haberini veriyor gibi. Ayrıca bunların ışığında barış görüşmelerine daha olumlu bakılabilir. Artık Kolombiya’nın yeni bir döneme girdiğini söylemek mümkündür.

Kısacası halklar ABD ile imzalanan STA’nın iptalini ve yeniden görüşülmesini istiyorlar. Tarımsal üretime finansal ve politik destek; topraksız küçük köylünün, yerli halkların ve Afrika’dan gelenlerin toprak hakkının tanınması; küçük çaplı madenciliğin yapılmasına izin verilmesi; yerli toplumlara politik hak garantisi; kırsal alanlara eğitim, sağlık, konut desteği ve alt yapı alanlarına sosyal yatırımlar talep ediyorlar.

19


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

G

eçtiğimiz Temmuz ayında Ordu Mısır’da Mursi’yi iktidardan aldı ve yerine Genel Kurmay Başkanı General Sisi geçti. Bunun bir darbe olup olmadığı dünya kamuoyunda bir süre tartışıldı. AKP darbe olduğunda çok ısrar etti, hatta büyükelçisini geri çağırdı. Ama çoğu ülke bu konuda yuvarlak laflar ettiler ve olayın üstünü örtmeye çalıştılar. Diyelim ki Mursi ABD yanlısı idi ve Sisi değildi o zaman eminiz ki ABD ve Batı avaz avaz bağırır ve Sisi’nin anasından emdiği sütü burnundan getirirdi. Ya da Mursi Batı yanlısı olmasa Sisi’nin darbe yapmasına bir gerekçe bulunur ve halkın istemediği bir diktatör alaşağı edildi diye Sisi alkışlanırdı. Pek şimdi ne oldu? Garip bir şeyler oldu. Mursi’nin gidişine biraz gözyaşı döküldü. Mısır ordusuna yapılan yardım kesilmedi ama bir show gibi ortak askeri tatbikat iptal edildi. Sonra duyuldu ki zaten bu tatbikatı iptal etmek için ABD bahaneler arıyormuş çünkü hiçbir tarafa yararı olmayan, yapmış olmak için yapılan bir askeri tatbikat imiş. ABD ve Batı’nın hem Mursi ile arası iyi olduğu hem de Sisi’nin gelişini alkışladığı için böyle yumuşak bir geçiş yapıldı. Mursi ne dış ne iç politikada Mübarek’ten büyük fark yaratmadı. Belki İran ve Çin’e yaklaşarak ekonomik sorunlarına destek aradı, ama sonra gitti Suriye’de muhalefeti destekleyerek İran karşısında bir çizgiye oturdu. İsrail ile de ilişkileri hiç yokuşa sürmedi. İç politikada da Mübarek döneminin liberal ekonomik politikalarını yürüttü, işçi sınıfına aynı şekilde saldırdı. Mübarek dönemi memurları yerine kendi adamlarını yerleştirdi ve kendi İslam milyonerlerini ekonominin köşe başlarına oturttu. Batı’nın bu politikalarla alıp vermediği yoktu. Mursi ile tek sorun, ülkedeki

20

NE İSLAM KARDEŞLİĞİ NE DE ARAP MİLLİYETÇİLİĞİ devrim arayışına bir çözüm getirememesiydi. Tahrir meydanını dolduran devrimci güçler şimdi Mursi’yi karşılarında Mübarek olarak görüyorlardı. Müslüman Kardeşler (MK) örgütü, demokrasiyi ve özgürlüğü, Batı’dan gelme özellikler olarak görüp şeriat düzeni istediğinden Mursi, anayasayı içindeki İslami maddeler nedeniyle dayatmayla geçirdi. Sonuçta Mübarek karşıtı devrimci grupların MK dışında hiç biri Mursi’yi istemiyordu. Tahrir yeniden dolmaya hazırlanıyor ve bu kez bitmemiş Ocak Devrimi’nin tamamlanma olasılığı Batı’yı korkutuyordu. Mısır’ı kaybetmek Orta Doğu stratejisi açısından çok önemli bir gerileme olacaktı. Mursi taraftarları ile karşıtları arasındaki zıtlık her geçen gün artıyor, halkın ve işçi sınıfının taleplerinin hiç biri karşılanmıyor, ekonomi zor günler yaşıyordu. 2013 yılının ilk çeyreğinde 2400 sosyal protesto olduğu devlet resmi kurumlarınca açıklandı. Mursi halkı arkasına alamıyordu. Nisan başlarında adlarına Tamarrud yani İsyan diyen 5 kişi bir imza kampanyası başlattılar. Mursi’ye 3 Temmuz’a kadar istifa etmesi için süre verip, istifa etmez ise ülkede yoğun protesto eylemleri başlayacağını duyurdular. Bu kampanyaya 22 milyon imza topladılar. Kampanyaya Tahrir Meydanına çıkan ve destekleyen örgütler de katıldılar. MK tek başına kaldı ama Mursi’nin gideceği yoktu. Sonuçta verilen sürenin dolmasına bir gün kala 2 Temmuz günü Ordu iktidarı aldı. Mursi’yi tutukladı. MK üyeleri, teker teker cezaevine yollandılar. Yetmedi onların oturma eylemine bile panzerlerle saldırılıp yüzlercesi katledildi. Ordu, muhalefete karşı silahı eline aldı. Hatta MK’yı bir sivil halk örgütü olarak yasakladı. Böylece onların örgütlenme aracı olan sosyal yardımlaşma mekanizmasına darbe vurulmuş

olacaktı. MK taraftarları sokaklara döküldüler ve olayı protesto ettiler. Bunun önümüzdeki günlerde devam etmesi beklenebilir. Sisi iktidarının baş muhaliflerinin önümüzdeki günlerde daha büyük protestolara gitmesi, Mısır’ın karışması olasıdır. Ama 22 milyon imza toplayan Tamarrud grubu ve diğer destekçiler Sisi’nin Mursi’yi alaşağı etmesinden çok memnundular. Mursi karşıtları bu darbenin destekçisi oldular. Sisi posterleri bir zamanların milliyetçisi Nasır ile bir arada asılıyor. Ülkesini 1952 yılında İngiliz işgaline karşı koruyan Nasır milliyetçiliği şimdi Sisi’nin parolası oldu. Bilindiği gibi Nasır, Suriye Baas partisi ile birlikte, bölgedeki milliyetçiliği Arap milliyetçiliği seviyesine taşımak istemişti. Suriye ile kardeş olunmuştu. Aynı şekilde şimdi Sisi de Suriye’de Esad rejiminin destekçisi olmuş, muhalefeti karşısına almıştır. Yani ABD tarafından desteklenen, Batı yandaşı Ordu şimdi hem Mısır’da devrim isteyen grupları arkasına almıştır hem de Suriye’de ABD karşıtı bir çizgide durmaktadır. Bu duruş iç politika ile alakalı olarak işlerine geliyor çünkü Sisi, Nasır döneminin Arap milliyetçiliği ile Mursi’nin İslam kardeşliği ile yapamadığını şimdilik yapmış ve devrimci halk ve örgütlenmelerini arkasına almış gibi görülmektedir. Ama bu ne kadar böyle sürecektir? Ne kadar sürebilir? Sisi’nin maskesi ne zaman düşecektir? Sisi’nin birden ABD saflarını bırakması ve halk cephesine geçmesi düşünülemez. Maske düşmesinin yakın olduğunu öngörmek yanlış olmayacaktır. 22 milyon imza toplayan Tamarrud grubu şimdi yeni bir kampanya hazırlığı içindedir. “ABD yardımlarını reddedelim.” “Suriye’yi bombalayan ve bombalamaya yardım eden gemiler

Süveyş kanalından geçirilmesinler!” Sisi daha koltuğuna oturup alkışlanmasının ardından bir ay geçmeden ABD yardımlarına hayır deme baskısı ile karşı karşıyadır. ABD destekçisi Sisi bu kampanyanın talebine nasıl destek verecektir? Ya da Süveyş Kanalını ABD gemilerine kapatması mümkün müdür? Tahmin yürütmek gerekirse, Mısır ordusu MK örgütlenmesinin zayıflatılmasından sonra devrimci örgütlenmelerin peşine düşecektir. Sonuçta Sisi, çok kısa sürede gerçek yüzünü halklara göstermek zorunda kalacaktır. Devrimci güçlerin zaten Ordu’nun arkasında olması en baştan şaşırtıcı olmuştu. Mursi alınana kadar böyle bir destek verilmiş olması muhtemeldir. Ama artık Arap Milliyetçiliğinin Sisi ile alakası olamayacağı, Nasır’ın İngilizleri attığı gibi Sisi’nin de ABD ve Batı’yı atamayacağı, atmayacağı ortadadır. Zaten küreselleşen dünyada yeniden diriltilmek istenen Arap milliyetçiliğinin bir geleceği ve anlamı yoktur. Mısır devrimci halkları İslam kardeşliği altında birleşmediler. Şimdi Arap Milliyetçiliği ile bu yapılmak isteniyor. Ancak bu yolun da geleceği yoktur. Sisi’nin Nasır gibi rol oynaması mümkün değildir, o nedenle ABD’nin ona verdiği destek devam edecektir. Şimdilik Batı’nın da başka alternatifi yok gibidir. Batı’nın artık her yerde ayağı ipe dolanıyor. Suriye’de kurtulmaya çabaladığı ipler Mısır’da da dolanmış durumda. Bu alternatifsizliğin dayatması olmalı.


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

AKP’NİN ELİNDE EĞİTİM SORUNLAR YUMAĞI AKP

eğitimi kaosa sürükleme konusunda ne kadar kararlı olduğunu bir kez daha sergiliyor. Geçen sene büyük bir dönüşüm edasıyla başlatılan 4+4+4’te işler şimdiden sarpa sarmış durumda. Bugün itibariyle (6 Eylül) tam 574 bin ilköğretim mezunu herhangi bir liseye kaydolmamış durumda. Okula başlama yaşında rapor alma zorunluluğu üç ay ötelenerek yeni bir düzenleme yapıldı. Liselerde kılık kıyafet meselesi yine belirsiz. Ortaokul sonrası girilen SBS sınavı bir iken 36 oldu. Kapatılacağı söylenen dershaneler ayakta. Anadolu liselerine ek kontenjanlara kayıtlar geciktirilerek özel okulların öğrenci kaydetme olanakları geliştiriliyor. Mahallelerde gerçekleştirilen okul dönüşümleri sonrasında veliler birçok yerde ayakta. Halkın belli bir kesimi çocuklarının İmam Hatip liselerine zorla kaydedileceği tedirginliğine sahip. Üniversitelerin karma yurtları kız ve erkek yurtları olarak ayrıştırılıyor. Milli Eğitim, kızlarla erkekler aynı merdivenden indiği için uykusu kaçan hasta kafalı milli eğitim müdürlerine emanet. Zorunlu seçmeli haline getirilen dersler birçok liseyi imam hatipleştirmiş durumda. Türkiye 15 milyondan fazla öğrenciye sahip bir ülke olmasına rağmen eğitim sistemi konusunda taşları bir türlü yerine oturtabilmiş durumda değil. AKP’nin eğitimden iki temel beklentisi var: 1) Piyasalaşma: Daha fazla öğrenciyi özel okulların havuzuna katarak bu alanı sermaye için daha kârlı bir alan haline getirmek. Sermaye özel okullar sayesinde hem kendi ihtiyaç duyduğu yönetici kadroları şekillendiriyor hem de sermayeye değerlenecek bir alan yaratıyor. Tabii İslami sermaye de bu alanda özel bir yoğunlaşma içerisinde. Devlet teşviklerinin en etkin biçimde kullanılabileceği alanlardan biri de eğitim. Cemaatler genç kadrolarının önemli bir kısmını bu alandan devşiriyor. 2) Muhafazakârlaşma: AKP

özellikle son birkaç yıldır hızlandırdığı muhafazakârlaştırma politikasının en önemli ayağından biri olarak okulları görüyor. Din kamusal okulların şekillenmesinde giderek daha fazla ağırlık kazanıyor. Erdoğan’ın dindar nesil yetiştirme arzusu en fazla okullar aracılığı ile geliştirilmeye çalışılıyor. Geçtiğimiz günlerde Bakan Erdoğan Bayraktar’ın “Biz Müslüman ülkeyiz. Bizden yaratıcı beyinler yetişmez. Biz ara eleman ülkesiyiz” demeci curcuna içerisinde unutuldu ancak topluma bakışları açısından çok fazla ipucu barındırmaktaydı. Batılılardan duymaya alıştığımız Oryantalist, Doğu’yu neredeyse aşağı ırk olarak görmeye yatkın bir anlayışın ürünü olan bu açıklama, aslında topluma büyük bir hakaret olarak değerlendirilmeliydi. Bu aynı zamanda ülkeye inşaat sektörü gözünden bakan bir burjuvazinin ufkunun ne kadar dar olduğunun da bir işareti olarak okunmalıdır. Türkiye’de eğitim sistemi gençlerin yaratıcılığını geliştirmediği gibi tam tersine öldürüyor. Ezbere dayanan eğitim sistemi, “kitaptaki bilgiyi deftere yazdırmaya” dayalı öğretim teknikleri, “eğitim”i “öğretim”den önde tutma yaklaşımları hep garipliğin sebebidir. Bütünüyle özgüvensiz, kendisini cemaatlere ya da sermayeye kayıtsız şartsız teslim edecek, üretici bir vasıf kazanamamış “birey”ler yetiştiren bir eğitim sistemimiz var. Genel olarak eğitimin ticarileştirilmesi ile ilgili tepki göstermekten eğitimin niteliği ile ilgili mücadeleleri yükseltmeye zaman bulamamamız bu gerçekleri değiştirmiyor. Kamusal eğitimin niteliği giderek azalmaktadır. Bunun da en temelde iki sebebi bulunmaktadır. Birincisi yukarıda bahsedilen Bakan’ın söyleminin ortaya koyduğu anlayıştır. “Bu ülkeden yaratıcı insan çıkmaz”. Yani çok yönlü düşünebilen, kafa emeği ile kol emeği arasındaki ayrımı kendi pratiği ile ortadan kaldırabilen, üretken, va-

sıflı bireyler yetiştiremeyiz. Kamusal eğitim insanların yaratıcılığını geliştirmek yerine öncelikli olarak onları itaatkâr yapmalıdır. İkincisi nitelikli kamusal eğitim özel okulların dükkânı kapatması anlamına gelecektir. Dolayısıyla kamusal eğitim bazı konuları kesinlikle becerememelidir. Örneğin yabancı dil öğretimi. Bu konu Türkiye’deki eğitim rezaletinin en açık ifadesidir. 12 sene, hatta üniversiteyi de katarsak 16 sene sistem içinde tutulan öğrencilere en azından bir yabancı dil, kullanılabilecek kadarlık haliyle nasıl öğretilemez? Bunu başarmak ne kadar zor olabilir? Fakat kamusal okullar çok iyi dil öğretirse özel okullara neden gidilecektir? Benzer bir durum güvenlik meselesi ile ilgili olarak da düşünülebilir. Birçok kamu okulu o kadar kalabalıktır ki okullar da ister istemez bir güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. Tüm kamu okulları sonuna kadar güvenli olsa özel okullara yılda 30 bin lirayı kim verecektir? Bizler insanların özgüvenlerinin kırılmadığı, özgür düşünebildikleri ve yaşayabildikleri, yaratıcı düşünme yeteneklerini sonuna kadar geliştirebildikleri, toplumda yaşanan adaletsizlikleri çözümleyebildikleri, ülkelerinde yaşanan toplumsal acılardan haberdar oldukları bir eğitim sistemi istiyoruz. Yabancı dil öğretemeyen bu eğitim sistemi bir halkın anadilinin neden temel bir hak olduğunu da öğretememektedir. Çarpım tablosunu bilemeden 8 sene okuyan öğrencilerin ülkesinde okullarda 6-7 Eylül’den bahsedilmesi hala yasaktır. Dolayısıyla artık sadece sınavlara ya da paralı eğitime odaklanan bir eğitim sistemi eleştirisinden artık tüm eğitim sistemini sorgulayan ve aşmaya çalışan bir mücadeleye adım atmamız gerekiyor.

Bakan Erdoğan Bayraktar’ın “Biz Müslüman ülkeyiz. Bizden yaratıcı beyinler yetişmez. Biz ara eleman ülkesiyiz” demeci AKP’nin topluma bakışı açısından çok fazla ipucu barındırmaktaydı. Batılılardan duymaya alıştığımız Oryantalist, Doğu’yu neredeyse aşağı ırk olarak görmeye yatkın bir anlayışın ürünü olan bu açıklama, aslında topluma büyük bir hakaret olarak değerlendirilmeliydi. Bu aynı zamanda

21


Sosyalist Dayanışma / Eylül/Ekim 2013

SOSYALİST DAYANIŞMAYI NASIL OKU(t)MALIYIZ?

Y

eni bir devrimler çağına giriyoruz. Kapitalizmin karabasanı karanlığını sürdürmekte zorlanıyor. Dünyanın dört bir yanında halklar geleceklerine el koymak için mücadeleye atılıyor. Haziran ayından bu yana Türkiye’de de bu ruh hali giderek gelişiyor. Sosyal hareketin geliştiği, kitlelerin giderek politikleştiği bir dönemde propaganda, kendini anlatabilme ve öncü taktikler geliştirebilme, bir devrimci özne açısından hayati önem taşımaktadır. Yığınların siyaset meydanına çıktığı bir dönem bir devrimci öznenin tarihi rolünü oynamasının koşullarını yaratmaktadır. Sorun devrimci öznenin harekete geçen halk güçleriyle kenetlenebilmesidir. Bu kenetlenebilme ise devrimci öznenin kendisini doğru anlatabilmesi ile mümkündür. Politikleşen halk her gün farklı bir olay, gündem ve tartışma tarafından aktifleştirilmektedir. Bu gündemlerle ilgili dakik söz üretemeyen bir devrimci öznenin hele de günümüzün sosyal medya yaygınlığı koşullarında etkin bir rol oynayabilmesi mümkün değildir. Düzenin hegemonyasını yıkabilmek giderek daha büyük halk yığınlarını ezilenlerin kendi kurtuluş projesine kazanmaktan geçmektedir. Bu yüzden ezilenlerin kurtuluş projesini sürekli değişen yeni koşullara göre güncelleyerek halka götürmek, onunla tartışmak, zihinsel bir dönüşüm yaratmak ve bu zihinsel dönüşümü eylemli bir itiraza dönüştürmek devrimci öznenin en başta gelen görevidir. Propaganda, örgütlenmenin ve kadrolaşmanın anasıdır. Etkin bir propaganda mekanizması olmayan bir devrimci öznenin kabuğunu kırma şansı çok azdır. Günümüz en genel anlamda bilgi çağı olarak isimlendirilmektedir. Düzen iktidarını büyük oranda zihinlere hükmederek yürüt-

22

mektedir. Düzenin zihinlerdeki iktidarını kırmak ve ezilen bireyi kolektif öznenin etkin bir parçası yapmak için propaganda aracılığıyla bilinçleri kazanmak zorundayız. Bunun büyük bir maharet gerektirdiği açıktır. Sosyalist Dayanışma, ülkemizde yayınlanan sosyalist yayınlardan birisidir. Sosyalist Dayanışma tüm eksikliklerine rağmen sosyalist yayınlar içinde birkaç özelliği ile öne çıkmaktadır: 1- Gerçekçidir. Sosyalist Dayanışma, yayın çizgisini var olan gerçekliğin dönüştürülmesi üzerine kurduğundan aşırı bir ajitasyon seviyesinde gerçekliği alt üst eden, zaman zaman absürtlük seviyesine varan bir yayın anlayışından uzaktır. Gerçekleri anlamaya ve bunların dönüşümü için var olan görevleri açığa çıkarmaya dönük yazılar içermektedir. Yazılarda uygulanabilir taktik açılımlar yapılmaya çalışılmaktadır. Yürütülen ajitasyon ise devrimci özneye değil daha ziyade halkın mücadelesine ve devrime yöneliktir. 2- Sosyalist hareketin tümünü sahiplenir. Sosyalist Dayanışma, bir devrimci öznenin kendisini diğer tüm öznelerin rakibi gibi anlatmaya çalıştığı bir anlayışa sahip değildir. Genel olarak devrimci hareketin ve mücadelenin genelini sahiplenir. Bu anlamıyla devrimci dayanışmayı öz değerlerinden birisi olarak benimser. Yürütülen polemiklerde dahi bir karşısındakini anlama ve dönüştürmeye çalışma gayreti hâkimdir. Boş rekabetçiliğin sola verdiği zararın farkındadır. Devrimci öznenin çoğulluğunu veri olarak kabul eder. 3- Taktik odaklıdır. Yazıların ortak amacı düzenin dönemsel taktiklerini deşifre etmek ve ezilenlere yürünebilecek yollarla ilgili önerilerde bulunmaktır. Amaç okurların düzenin ideolojik hegemonyasından koparılma-

sına araç olmaktır. Amaç ezilen bireyi düzenin denetiminden kurtarmaya hizmet edecek söylemleri üretebilmektir. 4- Yazıların temel hedef kitlesi solla, devrimcilikle bir seviyede bağı olan unsurlardır. Devrimci öznenin kendi kadroları, sempatizanlarıdır. Aylık bir yayın olmak, haber veren bir organ olabilme olasılığını ortadan kaldırıyor. Günümüzün hızlı haber akışı günlerinde bir haber gün içinde eskimektedir. Bu açıdan aylık bir yayının haberlerle dolu olması beklenemez. Sosyalist Dayanışmanın başarısı içeriğiyle devrimci kadroların propaganda zenginliğini ve ikna gücünü arttırabilmesi ile mümkün olacaktır. Bu durum gerçekleşmiyorsa Sosyalist Dayanışma boşa giden bir emek olarak algılanmalıdır. Bu açıdan Sosyalist Dayanışma ile devrimci öznenin kadroları arasındaki bağ çok önemlidir. Propaganda öznenin örgütlenmesi ve kadrolaşması için hayati önem taşıyorsa o zaman temel propaganda aracının en etkin bir biçimde kullanılması bu amacın gerçekleşebilmesinin ön koşuludur. Sosyalist Dayanışma öncelikle devrimci öznenin kadrolarını zenginleştirme ve taktik bilinçlerini geliştirme rolünü oynamalıdır. Aksi takdirde anlamsız bir söz haline dönüşecektir. Yayının biçimiyle ilgili eksiklikler var mıdır? Muhakkak ki vardır. Her açıdan çok daha nitelikli bir yayınımızın olması hepimizi mutlu ederdi. Fakat var olan kimi eksiklikler yayının güçlü yayınlarının görülmesine engel değildir. Yayın bizim sözümüzdür. Bu sözü özümsemek ve propaganda aracı haline getirmek ise devrimci öznenin örgütlenme çalışmasının çok önemli bir ayağıdır. Siyasette koşullar çok büyük bir hızla değişmektedir. Bu değişimin hızına ulaşacak

bir propaganda ve örgütlenme mekanizması yaratabilmek için yayını devrimci öznenin sözü kılma noktasında birkaç adım daha ileri adımlar atmak zorundayız. Yayın en güncel konularda açılımlar içeren ve taktikler öneren yazılar içermiyorsa çok sert eleştirilmelidir. Çünkü propaganda faaliyeti boşluk tanımaz. Kadrolaşma son kertede bir fikre ve hayata ikna meselesidir. Bu iknanın gerçekleşebilmesi ise ancak güçlü bir propaganda ile mümkündür. Propagandamızın boşluğa söylenmiş bir söz olmaktan kurtarılması özne ile yayın arasındaki bağların güçlenmesi ile mümkündür. Eğer yayın kadroların gündelik bilincinin sıçratılması noktasında bir rol oynayamıyorsa ortada mutlaka kurulması gereken yeni bağlar var demektir. Kadroların yayın ile bağının güçlenmesi yayının da çok daha dakik yanıtlar üretmesini gerektirecektir. Aksi takdirde rutine bağlanan bir ilişki biçimi iki tarafı da zayıflatacaktır. Dolayısıyla yayının güçlü yanlarının farkında olan ve bunların propagandada bilinçli bir biçimde kullanılmasını mümkün kılan bir bilince ihtiyacımız var. Her şeyin başında bu hızlı sürece girerken propaganda faaliyetinin gücünü üçe, beşe katlamamızı gerektiren bir durum var. Devrimci öznenin çağlayan bir halk hareketi ile konuşan dili propaganda aracıdır. Dilimizi geliştirmeden ve çok daha etkin kılmadan devrimci öznenin tarihsel rolünü oynayabilme şansı da olmayacaktır. Sosyalist Dayanışmayı okuyalım, okutalım, tartıştıralım, Yayını bir örgütlenme aracı haline dönüştürelim, eksiklikler üzerine kafa yoralım, daha güçlü bir Sosyalist Dayanışma için hep birlikte kolları sıvayalım!


Eylül/Ekim 2013 / Sosyalist Dayanışma

ÇARŞI BİLİC: TENCERE KAPAK

F

utbol sosyolojisinden çok anladığımı söyleyemem. Hatta hiç de anlamam. Küçükken fanatik bir Beşiktaş taraftarıydım. Babamın üniversite öğrenciliğinden kalma kömürlü bir el radyosu vardı. 3 tane kocaman pille çalışan. Kömür kırık, bantlayarak çalışabiliyor. TV’lerde maç yayını yok. Tek seçenek radyo. Tüm maçlar aynı saatte başlar, gol olan stada hızla dönülür. Her gece bir büyüğün maçı diye bir olay yok. Yani futbol bu kadar ticarileşmemiş. Beşiktaş’ın kaybettiği maçlardan sonra zırıl zırıl ağladığım da çok olmuştur. Lisede bir sene Beşiktaş’ın hiçbir maçını kaçırmadım. Açık tribünden stada girer, hendek gibi bir yere atlar, aşağıdaki açık kapıdan geçer, kapalı tribüne tırmanırdık. Bir keresinde bir Galatasaray maçıydı, TSYD Kupası, mahalleden 5 kişi gitmişiz, Kapalı’ya tırmandığımızda -ki ben en son çıkmıştım- bir polis karşıladı. Bütün arkadaşlar topu bana atmış, ben de “abi kitap düşmüştü onu almaya indik “demiştim elimdeki Sami Selçuk’un Cumhuriyet yayınlarından çıkan bir kitabını gösterip. Polis “iyi” demişti, geçmiştik. Birkaç kere de yakalanıp staddan atılmıştık. Eskiden maçlarda acayip kavgalar çıkardı, büyük maçlara geceden gidilirdi. Abilerden dinlediğimiz hikayelerle lisede epey hava atmıştım. Lise’de ameliyat olacağım bir gün Beşiktaş-Dinamo Zagreb maçı vardı. Devlet hastanesinde, allem ettik kalem ettik odaya TV ayarladık, ama ameliyata girmem gecikiyor, maçı kaçıracağım. Ameliyathaneye daldım, ilk gördüğüm beyaz önlüklüye “Ben ne zaman ameliyat olacağım? Maça yetişemeyeceğim” diye diklenince karşımdakinin yüzündeki tebessümü ve “otur şurada da alalım seni” demesini ve narkozdan

ayılır ayılmaz başlayan maçı da unutmam. Ferdinand’a rağmen 0-0 bitmişti. Sonra solcu olunca futbol olayından koptuk, ya da en azından muhabbetini daha az yapar olduk. Yine de iki Beşiktaşlı denk gelirse şöyle hafiften bir sohbet dönerdi. Ama maçlara gitmez oldum. Belki yine de giderdim ama tam ‘topyekûn savaş’ dönemi bütün maçlarda sürekli İstiklal Marşı okunuyor, ırkçı sloganlar atılıyordu, ondan da gitmedim. Ama Beşiktaş tribünlerinde bu sloganların atılmadığına inandım hep. Fener tribünlerinden Atom Karınca Rıza ile sözümona dalga geçtiği maçta Koray’ın son dakikada attığı golle -Pancu’nun kaleye geçtiği maç- kazandığımızda sevinçten yerlerde yuvarlandığımı söyleyebilirim. Ama tabii Beşiktaş olayını artık daha bir gönül rahatlığıyla konuşabilmemiz Gezi Sonrasında oldu. İnsanların kendilerini koca bir dayanışma çölünde taraftarlık zincirinde ne kadar güçlü hissettiklerinin açık ispatı oldu. Çarşı açık ara Gezi’nin en popüler grubu oldu. Hakedilmemiş bir şan olduğu söylenemez, POMA’sı, Davulcu Vedat’ı ile anlaşılır yani. Ama Beşiktaşlı olmanın bir güzelliği de yenilmek ve başarısızlık ile ilgili bir olgunluk hali. Beşiktaşlılık kazanılan kupalarla övünmekten ziyade kaybedilenlerle dalga geçilip gülünen bir kültüre tekabül ediliyor. Biz mesela Beşiktaş’ın son 3 dakikada 3 gol yiyip elendiği Romanya deplasmanı hikayeleri ile büyüdük. Bir de yenen her golden sonra koşarak santraya top taşıma detayının eklenmesi adettendi. Beşiktaş da Çarşı da devasa popüler kültür çarkının dişlileri… Buralardan ne kadar ne olur bilmiyorum ama Beşiktaş’ın başına gelen yeni bir teknik adam,

işin ilginçlik boyutunu daha da arttırmaya başladı. Slaven Bilic, gerçekten enteresan bir adam. Bana birçok açıdan Fatih Terim’in antitezi gibi gelirdi, Beşiktaş’a gelmesi hoş bir iş oldu. Irkçı taraftarlara posta koyan bir adam, gitar çalıyor, hukuk okumuş ve sosyalist olduğunu söylüyor. “Takım olarak oynuyoruz. Zaten buradaki felsefe, güç halkındır. Oyunculara bunu anlatmaya çalışıyorum. Takımda zenginler ve fakirler yok, sınıflar yok. Sınıfları ortadan kaldırarak, gücü halka vermeye çalışıyoruz. O bakımdan sosyalist bir takım yaratıyorum diyebilirim.” Antep maçından sona kendisine sorulan bir soruya böyle cevap verdi. Çarşı’nın Gezi direnişinde oynadığı rolden sonra böyle bir lafın edilmesi güzel oldu. Boş bir laf değil. Sağda solda Bilic’in aldığı maaş üzerinden sosyalizm üzerine konuşmasının anlamsızlığı ile ilgili yorumlar yapılıyor. Manasız. Gücün halka verilmesi için koşul sınıfların ortadan kaldırılması. Burada bir özgürleşme ideolojisi olarak Marksizm açısından anlamlı bir değerlendirme var. İki cümleyle anlat bakalım sosyalizm nedir diye birisi sorsa bu cevap kullanılabilir. O kadar güçlü bir ifade yani. Yıllarca Polat Alemdar, Fatih Terim gibi kompleks kumkuması tiplerin sahte karizması yüzünden popüler kültür koca bir ergen nüfusu kırdı geçirdi. Kulağında küpesi, rock grubunda gitar çalıp beste yapan, paylaşımdan ve sosyalizmden bahseden, alkol yasağı döneminde hakkında “Moskova’dan alkolizm sorunu yüzünden gönderildi” dedikoduları yapılan bir adamı İsyan günlerinde sevebileceğimiz bayağı bir birikim var gibi geldi bana…

“Takım olarak oynuyoruz. Zaten buradaki felsefe, güç halkındır. Oyunculara bunu anlatmaya çalışıyorum. Takımda zenginler ve fakirler yok, sınıflar yok. Sınıfları ortadan kaldırarak, gücü halka vermeye çalışıyoruz. O bakımdan sosyalist bir takım yaratıyorum diyebilirim.”

23


Antakya Halkının Yiğit Evladı Ahmet Atakan Ölümsüzlük Kervanına Katıldı. İsmi Özgürlük, Kardeşlik ve Eşitlik Çığlığı Olarak Yaşayacak!


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.