Sosyalist Dayanışma Dergisi Ekim 2014 29. Sayı

Page 1

Ankara’nın Bölge Stratejisi Akp, 12 Yıl ve Eğitim 1 Mayıs Mahallesinden Qamışlo’ya

Fiyatı: 2 TL

www.sodap.org

EKİM 2014 YIL: 4 SAYI 29

SINIRLARI AŞALIM ÖN YARGILARI YIKALIM BİRLEŞİK MÜCADELEDE BULUŞALIM!

Mehmet Ayvalıtaş Parkı Kuruluş Çalışmasından Bir Festivale Dair Notlar Bu Ateş Hepimizi Yakmadan “Safları Sıklaştıralım Çocuklar” Torba Yasadan Ev İşçilerinin Payına Düşenler... Van ve Ötesi Van İşkur İşçileri Ankara’da “1 Mayıs Halk Meclisi Filizi” Çalışırken Ölmek, Hastalanmak, İstemiyoruz Ayrılma Referandumları İnşaat Dediğin Büyük Olacak! İşsizlik ve Sigortası “Siz Yapamazsanız Biz Yaparız” ‘’ Mehmet Ayvalıtaş Dersliği’’ Avrupa Savaşına Doğru 43. Ölüm Yıldönümünde Hikmet Kıvılcımlı


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

CEHENNEMİN KAPILARI AÇILIRKEN NE KADAR HAZIRSINIZ? AKP’nin tezkeresi ile cehennemin kapıları hepimizin için açılıyor! Erdoğan giderek bütünüyle bir kendini kaybetmişliğin ve şuursuzluğun somutlaşması haline dönüşüyor. Gezi’den beri kazandığı hiçbir seçim başarısı onu sakinleştiremiyor. Çünkü artık tek yapabileceğinin sonunu biraz daha geciktirebilmek olduğunu biliyor. Zaman kazanmak için ise Ortadoğu’nun kaynayan kazanına dalmaktan çekinmiyor. Erdoğan’ın bölgedeki esas hedefinin Rojava olduğunu çok iyi biliyoruz. Rojava’nın varlığı PKK ile yürütülen müzakerelerin temel güvencesiydi. Türkiye’nin IŞİD eliyle Rojava’yı ezme planı başarısızlık yaşıyor. 300 kişiyle Musul’u ele geçiren IŞİD YPG’ye bir türlü diş geçiremiyor. Silah dezavantajına rağmen Rojava canını dişine takmış direniyor. Erdoğan Esad’ın çok kısa zamanda düşeceğini hesaplamış olduğu için Rojava’daki kanton yönetimlerinin istikrar kazanabileceğini öngörmemişti. Dolayısıyla Türk Devleti’nin geleneksel refleksi ile Kürtlerin nefes alabileceği tüm alanları boğmak için saldırmayı planlıyor. Diğer yandan Esad rejimini devirmeye dönük bir hamle gerçekleştirmek istiyor. Bugünkü güçler dengesi içerisinde Rusya’nın iradesine karşı böylesi bir işe kalkışması birçok açıdan bir intihar gibi görünüyor. Fakat artık dünyada o kadar açık bir kıyamet havası yaşanıyor ki bütün güçler savaş alanında var olabildikleri oranda dünya siyasetinde var olabileceklerini görüyorlar. Müslüman Kardeşler momenti tamamen kapanmasına rağmen Erdoğan ve çevresi kendilerinin merkezinde olduğu bir Ortadoğu federasyonu ile yatıp kalkıyorlar. Burada finans kapitalin ve Anadolu sermayesinin birikim sıçraması yapabilmek için yağmadan başka bir yol bilmemesinin yarattığı bir sonucu görüyoruz. Kentlerin dağını taşını inşaat ile dolduran, üretim ve rekabet gücü anlamında kabuk değiştiremeyen sermayenin bütün renkleri Erdoğan’ın trenine binmeye hazır görünüyor. Erdoğan tüm ülkeyi büyük bir istikrarsızlığa sürükleyecek böylesi bir yola girerken IŞİD çetelerinin üniversitelere çıkartma yapması rastlantı olmasa gerek. IŞİD kendince bir zemin yaratmaya çalışıyor. Erdoğan’ın yarattığı “dindar nesil” de IŞİD’in militan devşirebileceği bir sosyal zemin sunuyor. Muhakkak ki ülkenin destabilize olacağı koşullarda hilafeti kaldırıldığı yere taşımaya çalışacaklardır.

Sosyalist Dayanışma Aylık Yerel Süreli Siyasi Dergi Yıl: 4, Sayı: 29 Ekim 2014 Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Sezgin Kartal Adres: Piyalepaşa Mah. Can Sk. No: 8/B Beyoğlu İstanbul İletişim: 0535 922 82 68 infosodap@gmail.com www.sodap.org Basım Yeri: Yön Matbaacılık Adres: Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. B Blok 1. Kat No: 366 Topkapı- İST Tel: 0212 544 66 34

2

Aleviler “zorunlu din dersi hayır” dedikçe Erdoğan “zorunlu kimya dersine neden karşı çıkmıyorsunuz?” diye soruyor. Kürtler kendilerine anadillerinde eğitim görebilecekleri kurumlar yarattıkça Erdoğan kapılarına asma kilit vuruyor. İş cinayetlerinin sorumlularının soruşturulmasına bile müsaade edilmiyor. “HSYK seçimleri istediğimiz gibi sonuçlanmazsa gayrı meşru ilan ederiz” açıklaması yapılabiliyor. Zamlar başta elektrik ve doğalgaz olmak üzere dalga dalga geliyor. Ekonomi ciddi arıza sinyalleri veriyor. Panik ve dehşet içerisinde yıktıkları rejimin eski sahipleri ile kol kola girebilmenin manevraları yapılıyor. Böylesi bir süreçte söyleyecek sözümüzün olabilmesi için çelik gibi bir örgütlenmeye ihtiyacımız olduğu açık. Sıradan bir yaklaşımla bu cinnet koşullarında ayakta kalamayız. Ortadoğulaşan bir ülkede ayakta kalmanın yolunu Kürt halkı gösteriyor. Yaşama sıradan, saklanmacı ve liberal tüm yaklaşımların makyajının aktığı daha da akacağı günlerden geçiyoruz. Bu dönemin en büyük tehlikesi “idare etmeci yaklaşım”ın yeterli olabileceğini düşünmektir. Mücadelenin sorumluluğunu üstlenemeyen herkimse bu süreçte, cehennemi ortamda kavrulacaktır. Çok güçlü bir direniş örgütüne dönüşemeden, yaşamının tüm sorumluluğunu üstlenemeden bu günlerde ayakta kalınamaz. Bir kaosun içine doğru gidiyoruz. Kaos devrimci güçlerin yeterli altyapıya sahip olan kesimleri için bir avantaj, yeterli konsantrasyona sahip olamayanları için ise yıkım anlamına gelir. Halklarımızın ortak mücadelesinin inşası noktasında yakaladığımız seviyenin ileri taşınması, güncel görevlere büyük bir yoğunlaşma, kendi gerçekliğinin çok ötesinde tüm politik süreci kavramaya dönük bir yöneliş, bulunulan tüm alanlarda iktidarlaşma perspektifi bu süreçte kazandırabilecek esas yaklaşımlardır. Direnenler kazanacak. Kobani’nin ışıl ışıl parlayan gerçeği bunun en güncel ispatıdır.


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

ANKARA’NIN BÖLGE STRATEJİSİ Eğer Kobanê bir Stalingrad olursa, bu destansı direnişle Hitlerin dağılmaya başlaması gibi Kobanê destanı da AKP iktidarı için dağılışın miladı olur.

R

ehineler konusu çözümlendikten sonra Erdoğan’ın New York’ta yaptığı ilk açıklamalar kafalarda biraz bulantı yarattı. “IŞİD’e karşı operasyonun askeri dâhil her yönden destekleneceğini” söyleyen Erdoğan’ın gerçek amacı çok geçmeden belli oldu. Ankara’nın desteğinin “güvenli bölge” kurulması olduğu iyice açığa çıktı. Başbakanın, yardımcısı Y. Akdoğan’ın peş peşe yaptığı açıklamalardan ortaya çıkan Ankara, Rojava, hatta Irak Kürt Federe Bölgesinin de bir bölümünü kapsayan “güvenli bölge” peşinde olduklarıdır. Bu stratejinin hedefinin IŞİD değil, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesi olduğu en açık cümlelerle ilan edilmiştir.

Ankara, IŞİD’i bir biçimde destekliyor; ABD’nin Kobanê çevresindeki IŞİD güçlerine etkin müdahalesini kısmen engelliyor; tüm bunların sonucunda bölgenin boşalmasını keyifle izliyor. Üstelik bol bol insani nutuklar atarak. Aklı sıra böylece “güvenli bölge”nin zeminini oluşturduğunu düşünüyor. IŞİD üzerinden özellikle Rojava bölgesine müdahale planları yapıyor. Elbette bu noktada durmayıp, bu fırsatı değerlendirerek Şam yönetimine muhalif olan güçleri desteklemek ve eğitmek için bir askeri alan planlıyor.

Sanki Ankara’nın bu planlarının gerçekleşme olasılığını güçlendirmek için, son günlerde IŞİD’in havan mermileri Suruç’a düşmeye başladı. Hemen ardından Devlet 40 tankını sınıra konuşlandırdı. Ankara’nın bu adımları karşısında Kürt halkı Kobanê’de sağlam bir direniş gösteriyor. Bunun kadar önemli olan Kobanê direnişine Türkiye halklarının gittikçe artan desteğidir. Halklar sınırı fiilen ortadan kaldırdı. Büyük bir öfke ve direniş birleşerek güçleniyor. Bu gerçek karşısında telaşlanan hükümet, koşarak Mardin’e gitti. Y.Akdoğan büyük bir ikiyüzlülükle “Suriyeli Kürtler bizim dostumuzdur” demek zorunda kaldı. Fakat öte yandan, Kandil’i aşağılayan ifadelerle nerede durduğunu, yani iktidarın gerçek pozisyonunu bir kez daha ortaya koydu. Bütün bu olan biten arasında Barzani Ankara’da görüşmeler yaptı. Aynı anda basına ABD’nin Erbil’de üs kurmak için Kürt Federe yönetimiyle görüşmeler yürüttüğü haberi düştü. Ankara, kara harekâtı yapma gücüne sahip olduğu için elinde bir koz tuttuğuna inanıyor. Koalisyon içinde kendi koşulları-

nı bu yolla dayatma şansına sahip olduğunu düşünüyor. Ancak Esad iktidarının ömrü konusunda yanıldığı gibi yine yanılıyor. Kobanê direnişi kendi boyutundan öteye bir anlam kazanmıştır. Direnişin kaybedilmesi Ankara’nın “güvenli bölge” adımının yolunu açacaksa, bu noktadan sonra direniş tüm Kürdistan’a yayılacaktır. Ayrıca böyle bir gelişme karşısında şimdiye kadar sessiz duran Rusya da devreye girebilir. Ankara, büyük bir iştahla “güvenli bölge” rüyası görmektedir. Bu yolda IŞİD’le “paralel” adımlar atmaya devam ederse sonunda isyanı tüm Kürdistan’a yaymanın fitilini ateşlemiş olur. “Güvenli bölge” Ankara için bir müddet sonra cehenneme dönüşür. Eğer Kobanê bir Stalingrad olursa, bu destansı direnişle Hitlerin dağılmaya başlaması gibi Kobanê destanı da AKP iktidarı için dağılışın miladı olur. AKP’nin alın yazısı belli oluyor. Batış biraz zamana mı yayılacaktır? Yoksa çok daha keskin ve yıkıcı mı olacaktır? Sorun burada!

Mehmet YILMAZER

Kobani direnişi kendi boyutundan öteye bir anlam kazanmıştır. Direnişin kaybedilmesi Ankara’nın “güvenli bölge” adımının yolunu açacaksa, bu noktadan sonra direniş tüm Kürdistan’a yayılacaktır. Ayrıca böyle bir gelişme karşısında şimdiye kadar sessiz duran Rusya da devreye girebilir. Ankara, büyük bir iştahla “güvenli bölge” rüyası görmektedir. Bu yolda IŞİD’le “paralel” adımlar atmaya devam ederse sonunda isyanı tüm Kürdistan’a yaymanın fitilini ateşlemiş olur.

3


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

Bir Çöküş Hikâyesi:

AKP, 12 YIL VE EĞİTİM

M.BÜYÜKARABACAK

10 yaşındaki çocukların başlarını kapatabilecek olması bambaşka zorlama ilişkilerini tetikleyecektir. Burada kadınların reşit olma durumu medeni kanuna göre değil de İslami kurallara uygun olarak ergenlik yaşı ile belirlenmiş olmaktadır. Dolayısıyla üniversiteye kadınların başörtülü gitmesinden farklı bir durum söz konusudur.

A

KP’nin 12 yıllık iktidarının en büyük tahribat yarattığı alanların başında eğitim geliyor. 12 yıllık AKP iktidarının sonunda eğitim sistemi giderek bir sorunlar yumağı haline geliyor. Yaklaşık 17 milyon öğrenciye sahip bir ülkede bu durumun aslında tüm toplumu etkileyecek korkunç sonuçları olacaktır. Erdoğan’ın yapmış olduğu “ dindar nesil istiyoruz” açıklaması sonrasında eğitim kurumları dindar nesil yetiştirme işlevine göre şekilleniyor. 4+4+4 Yasası sonrasında tüm okulların imam hatipleştirilmesi tüm hızıyla ilerliyor. Tüm şehirlerde okul dönüşümleri hem öğrencileri hem de öğretmenleri mağdur eden bir biçimde gerçekleştiriliyor. İl ve ilçe milli eğitim müdürleri ilçelerinde daha fazla sayıda imam hatip lisesi açmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Örneğin Beykoz’da var olan imam hatip okullarına ek olarak 11 tane okulda imam hatip sınıfı açıldı. Yaşananları protesto eden öğrenci, öğretmen ve velilere ilçe milli eğitim müdürü “Şimdi İmam Hatip isteyen velileri de sizin karşınıza mı çıkaralım?” diyerek Erdoğan’ın “evde zor tutulan %50’sini” hatırlattı. Kadıköy Göztepe’de Yeşilbahar Ortaokulu’nun imam hatip ortaokuluna dönüştürülmesi sonrasında mahalleli ve Eğitim Sen’in ortak mücadelesi sonrasında geri adım atıldı. Okul hala 5. Sınıf kaydı gerçekleştirmediği için tereddütler devam etse de İmam Hatip uygulamasının kaldırıldığına dair resmi yazı okula ulaştı. Kararın geri alınmasında velilerin ve Eğitim Sen’in kararlı mücadele çizgisi belirleyici oldu.

Okul Dönüşümlerine Karşı Mücadelede Açığa Çıkan Enerji

Okul dönüşümlerinin yarattığı bir diğer mağduriyet Fikirtepe’de bulunan Kaptan Hasan Paşa İlkokulu’nun taşınması ile orta-

4

ya çıktı. Okulun taşınma sebebi, binasının Kız İmam Hatip Lisesi tarafından işgal edilmesi. Belki de ilk kez yaşanan bir biçimde bir okul taşındığı okulun binasına tamamen el koydu. Dolayısıyla Kaptan Hasan Paşa’nın 6-9 yaş arasındaki öğrencileri mahallenin dışındaki bir okula belediye otobüsleri ile taşınıyorlar. Belediye otobüslerinde herhangi bir güvenlik önlemi yok. 14 sınıfı olan okul yeni gittiği yerde 11 sınıfa sıkıştırılınca bazı sınıflar kapandı, öğretmenlerin bir kısmı norm fazlası durumuna düştü. Durumdan şikâyet eden öğretmenleri, okula gelen İlçe Milli Eğitim Müdürü bilfiil tehdit etti. Yaşananları protesto etmek için ilçe milli eğitim binası önüne toplanan veliler ise çevik kuvvet eliyle uzaklaştırıldı.

Eğitimde Şeri Hukuk Standartları

Dindar nesil yetiştirme projesinin bir parçası olarak kızların etek giymesini yasaklamaya dönük bir takım adımlar atılıyor. Bazı okullarda “veliler istiyor” diyerek fiili uygulama gerçekleşiyor, bazı okullarda ise okulda referandumlar yapılıyor. Çocukların giydiği eteğin rahatsızlık yaratması ise aslında devlete hâkim olan patolojik durumun yalın bir işareti olarak okunabilir. Bu patolojik bakış açısına sahip olan devlet, 10 yaşından itibaren kız öğrencilerin başlarını kapatabilmesi ile ilgili bir yasal düzenleme de gerçekleştirdi. Bilindiği gibi bizler üniversitelerdeki başörtüsü yasaklarına itiraz ettik, kendi kararlarını verebilecek insanların nasıl giyindiğine devletin karar vermesinin saçmalığını hep eleştirdik. Fakat 10 yaşındaki çocukların başlarını kapatabilecek olması bambaşka zorlama ilişkilerini tetikleyecektir. Burada kadınların reşit olma durumu medeni kanuna göre değil de İslami kurallara uygun olarak ergenlik yaşı ile belirlenmiş olmaktadır. Dolayısıy-

la üniversiteye kadınların başörtülü gitmesinden farklı bir durum söz konusudur. Özellikle mahalle baskısının yüksek olduğu yerlerde çoğu kişi gerçekte istemediği halde çocuklarının başını kapatmak zorunda kalacaklardır. Başını kapatmayan çocuklar ise çok küçük yaşta mobbing benzeri baskılara maruz kalacaklardır. Dini gereklerin yerine getirilmesi bir özgürlük olarak lanse ediliyor ancak dinin aynı zamanda bir baskı aygıtı olduğu, erkek egemen sermaye rejiminin bir ideolojik aygıtı olarak da davrandığı gözlerden kaçmaktadır. Küçük çocukların böylesi bir dini/politik çekişmenin içine çekilmesi ülke içindeki yanlış eksenli bölünmeyi (dinci/laik) derinleştirecek, gettolaşmayı ise arttıracaktır, farklı inançlardan insanların bir arada yaşamaları daha da zorlaşacaktır. Liselere mescit kurulması zorunluluğu da benzer bir saflaşmanın zorlanması anlamına gelecektir. Yatılı okullarda mescit bir ihtiyaç olarak kabul edilebilir. Fakat 10 dk.lık teneffüslerden oluşan müsait zamanlarda namaz kılmanın neredeyse imkansız olduğu, İslam’da kaza gibi bir kurumun olduğu düşünüldüğünde liselerde mescit zorlamasının bir tür hegemonya çabasını yansıttığı tespit edilebilir. AKP okullara başörtüsü ve mescitlerle tam anlamıyla damgasını vurmaya çalışmaktadır. Bütün bunlara karşı geleneksel laik-dinci gerilimine düşmeden bir politik hat geliştirilmesinin yollarının bulunması gerekiyor. AKP’nin istediği biçimde verilen tepkilerin AKP örgütlülüğünü desteklediği açıktır.1 Ancak böylesi bir zorluktan dolayı dinin bir hegemonya ve zorbalık rejimi inşasında oynadığı rolü de görmezden gelemeyiz. Dinin bir baskı aracı olarak kullanılması yolunda çok mesafe kat edildiği açıktır. Okullarda tamamen serbest kıyafet uygulamasına geçilmesi savunulabilir. AKP bunu birkaç


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

sene önce dini kıyafetleri meşrulaştırmak için hayata geçirmek istemişti. Fakat politik dengeler itibariyle dinselleşmeyi çok daha rahat başarabilecek bir duruma geldikten sonra serbest kıyafet uygulamasından vazgeçtiler. Böylesi bir momentte yeniden bir “tipimden sana ne “ kampanyası örgütlenmesi anlamlı olabilir.

Alevilerin Ve Kürtlerin Talepleri Görmezden Gelinemez

Eğitimde Sünnici hegemonyayı geliştirmek için ardı ardına adımlar atan AKP için Alevilerin ve Kürtlerin talepleri ise duyulmazdır. Kürtler kendi anadilde eğitim veren okullarını inşa ettiklerinde yoğun bir baskı ile karşılaştılar. Atanan öğretmenler arasında seçmeli Kürtçe dersi için sadece 7 öğretmenin atanması bir tür hakarettir. Anadilde eğitim artık tüpten çıkmış macundur, Kürt halkının en doğal ve asgari talebidir. Bu talep karşılanmadan barışa bir milim yaklaşılabilme şansı yoktur. Alevilerin zorunlu din dersinden muafiyet istemleri ise uluslararası hukuk tarafından desteklenmekle birlikte AKP için kabul edilemez bulunmaktadır. Davutoğlu din dersleri ile Marksizm’i öğrenmesini kıyaslayarak sanal medyayı salladı ama AKP’nin halkın geniş kesimlerinin sorunlarına nasıl ciddiyetsiz bir biçimde yaklaştığını da ortaya koymuş oldu. Türkiye’de verilen din eğitimi bir genel kültür dersi değil bir Sünnilik propagandasıdır. Bu inanca sahip olmayan insanların bu derse mecbur bırakılması ise bir eziyettir, asimilasyon arzusunun dışavurumudur. Aleviler her biçimde din dersini fiilen almamanın yollarını bulmalıdırlar. Bu mücadele artık talep etmekten öteye geçerek fiilen dersi almayarak gerçekleştirilmelidir. Özellikle liselerde alevi öğrenciler bu dersi fiilen boykot

etmelidir. Böylesi bir boykot etkin bir biçimde gerçekleştirilmeden sonuç alınamayacaktır.

Teog Yerleştirmeleri Tam Bir Skandala Dönüştü

8. sınıfların girdiği TEOG sınavı sonrasında gerçekleşen yerleştirmeler de tam bir skandala dönüşmüştür. Gayrimüslimlerin bile imam hatiplere yerleştirildiği sınav sonucunda tercih yapmayan öğrencilerin 40 bini zorla imam hatip liselerine yerleştirilmiştir. Anadolu liseleri nakillerinde şeffaflık ortadan kalkmıştır, taban puan uygulaması da ortadan kalktığı için her türlü usulsüzlüğe açık bir durum yaşanmaktadır. Okulların başlamasından haftalar geçmesine rağmen öğrenciler sürekli okul değiştirdiği için dersler etkili bir biçimde başlayamamaktadır. Milli Eğitim 3 aylık yaz tatilinde öğrencilerin başlayacağı okulları tespit edebilecek yeterlilikte bir çalışma yapamamaktadır. Hazırlanan kitapların okulların bir kısmında bulunan akıllı tahtalara uygun bir biçimde hazırlanmaması da büyük bir verimsizliğe yol açmaktadır. Bu sene öğrencilerin özel okullara yönlendirilmesi konusunda büyük bir hamle daha yapılmıştır. Öğrencilerini özel okullara gönderen velilere 3500 lira devlet katkısı sunulmuştur. Toplam desteğin 800 milyon lira olduğu tahmin edilmektedir. Devlet okullarında yaşanan kargaşa da çoğu veliyi özel okulları tercih etmeye yönlendirmektedir. Oysa birkaçı dışında çoğu özel okulda öğrencinin zihinsel ve duygusal gelişimine hiçbir katkı sunmayan, sadece göz boyamaya dönük bir eğitim uygulanmaktadır. Özel okullar içinde belki de en yaygın olan doğa koleji örneğin yıllarca okuttuğu öğrencilere yabancı dil öğretememektedir. Son torba yasa ile kanunlaşan bir uygulamaya göre ise stajyer öğretmenlere mülakat sınavı uy-

gulaması başlatılacaktır. Böylece siyaseten uygun olmadığı düşünülen öğretmen adaylarının ayrıştırılması kolaylaşacaktır.

Eğitimin İçeriğini de Mücadele Konusu Yapmalıyız

AKP’nin 12 yıllık iktidarı sonrasında öğrencilere en temel yetenekleri kazandırmayan bir eğitim sistemi ile karşıyayız. Yabancı dil öğretemeyen, matematik, fen bilimleri ve okuduğunu anlama gibi konularda yetersiz bir sonuç ile karşı karşıyayız. Bunun en açık delili uluslar arası PISA sınavlarında 40 basamaktan bir türlü yukarı çıkılamamasıdır. Öğrenci topluluğu ülke ve halk gerçekleri konusunda hâlâ kandırılmaya çalışılmaktadır. Coğrafyamızda yaşayan halklar eğitim sisteminde perdelenmektedir. Kadın sorunun bu kadar yakıcı yaşanmasının bir sebebi de eğitim sistemindeki cinsiyetçi içeriktir. Meslek liselerinde bile eğitim ile üretim kopuktur. Toplumların kendilerini nasıl ürettikleri ile ilgili bir altyapı oluşturulamamaktadır. Eğitimi sadece dinselleşme üzerinden değil de aynı zamanda içeriği açısından da masaya yatırmalıyız. Toplumsal muhalefetin bu alanda yaratacağı birikim dışında bir olumlu dönüşüm itkisi mümkün değildir. Bir mahallede siyaset yapmak isteyenlerin en yoğun çelişkiye ulaşabileceği alanlardan birisi de okullar. 12 yıllık AKP’nin bir çöküş yarattığı en önemli alanlardan eğitimde mücadeleyi çok yönlü bir biçimde geliştirmek için bir an önce yola çıkmalıyız.

Türkiye’de verilen din eğitimi bir genel kültür dersi değil bir Sünnilik propagandasıdır. Bu inanca sahip olmayan insanların bu derse mecbur bırakılması ise bir eziyettir, asimilasyon arzusunun dışavurumudur. Aleviler her biçimde din dersini fiilen almamanın yollarını bulmalıdırlar.

Örneğin geçtiğimiz günlerde Ötekilerin Postası’nda açılan bir hashtag’de #kurbancinayettir yazıyordu, yine halkevleri sözcüsünün de #başörtüsünehayır sloganını kullandığını gördük. “gericiler, yobazlar” ifadeleri artık anlamlı bir içerik ifade etme şansını kaybetmiş kavramlardır. Bütün zorluklarına rağmen dindar insanlarla da konuşabilmeyi başaracak bir söylem geliştirmeliyiz. Bizler herhangi bir inancı diğerinden daha üstün görmüyoruz, ancak birisinin diğerlerinden daha önemli, kıymetli ve geçerli görülmesi ile ilgili bir derdimiz var.

1

5


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

1 Mayıs Mahallesinden Qamışlo’ya “Leyleğin Geciken Adımı”nda Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı karakter, filmin bir yerinde yanındaki çocuğa şu uçurtma hikâyesini anlatır: “Dünya güneşe çok yakınlaşıp da yanmaya başlayacağı zaman gezegenimizdeki insanların gitmeleri gerekecek. Ve tarihe ‘Büyük Göç’ diye geçecek olan bu olay böylece başlayacak. İnsanlar olabilecek her şekilde evlerini terk edecekler. Hep beraber Büyük Sahra’da toplanacaklar. Orada bir çocuk uçurtma uçuracak. Gökyüzünde, çok yükseklerde… Ve yaşlısı genci bütün insanlar ipin ucuna yapışacaklar. Ve bütün insanlık uzaya yükselecek. Başka bir gezegen arayacaklar. Kimisi bir bitkiyi kucaklayacak, kimisi bir gülfidanını. Bir avuç tohumu, yeni doğmuş bir yavru hayvanı. Kimileri de insanlar tarafından yazılmış şiir kitapları taşıyacaklar. Çok uzun bir yolculuk olacak.” Küçük çocuk sorar: “Peki, yolculuk nasıl sona erecek?”

TÜLAY YILDIZ

Sara Kaya ile tanışıyoruz. Öncesindeki merakımı gidermek için soruyorum: “DBP İlçe başkanısınız sanırım?”Kaya yüzünden eksik olmayan bir tebessüm ve mütevazılıkla “hayır belediye başkanıyım” dediğinde şaşırmamak elde değildi. Protokollerde görünen, makamına çıkmak üniversite sınavını geçmekten zor olan belediye başkanlarına alışık olduğumuzdan Sara Kaya bizi şaşırtmıştı. Şaşkınlığımız, birlikte yürümeye başlayıp zaman geçirdikçe daha fazla arttı. Günlerdir 2-3 saatlik uykuyu dahi belediye binasında masaların üzerinde geçiren bir belediye başkanı ve çalışanları vardı karşımızda. 6

I

ŞİD çetelerinin Şengal’i işgal etmesiyle ortaya çıkan görüntüler, -boyalı medyanın vermediği- sosyal medyadan öğrendiklerimizle en hızlı şekilde harekete geçmemizi sağladı. Tarihte olduğu gibi zulme uğrayan halklar yine yüzünü dağlara dönmüştü. Aç, susuz ve yorgun… “Leyleğin Geciken Adımı”ndaki çocuğun sorduğu gibi, Ortadoğu’daki halkların yolculukları nasıl sona erecek? Dayanışmaevleri Derneği olarak 1 Mayıs mahallesinde “Ortadoğu’da Emperyalist Barbarlık Kaybedecek Halkların Dayanışması Kazanacak” şiarıyla başlattığımız dayanışmanın elzemliği daha geniş bir zeminde yürütmemize vesile oldu. HDP aktivistleri olan Serpil Kirpikçi ve Sakine Çoban’nın büyük emekleri sonucunda köy dernekleri, mahalle esnafı ve mahalle halkının da katıldığı dayanışma seferberlik halinde yürütüldü. Haftalar, günler, geceler boyu sürdü… İlk olarak gelecek olan yardımları toplayabileceğimiz bir depoya ihtiyacımız vardı. Hızla etrafımızda kim varsa sorduk soruşturduk ve sonunda Pir Sultan Cem Evi’nin daha önce bayramlarda kurbanlıkları koyduğu depoyu kullanabileceğimizi söylediler. Süpürge, hortum, çamaşır suyu ve dayanışmayla işe koyulduk. Ardından esnaf ve köy derneklerine ziyaretleri başlattık. Konuşmalarımızda sık sık “bir an önce bir kamyon da olsa göndermeliyiz” dedik ve kolları sıva-

dık. Tek tek bütün esnafın kapılarını çaldık “Mehmet abi yarın geleceğiz, kolini hazırla”, “Deniz abla yarın geliyoruz, hazır mısın?”. Ertesi gün bütün esnafa tek tek giderek hazırlanan kolileri aldık. Kolileri alan arkadaşlarımız, elleri dolu çıktıkları her esnaftan gülümseyerek geliyorlardı. Aracımız doldukça hepimizin içine dayanışmanın tohumları yeniden, yeniden ekiliyordu. Depomuz dolmaya başlamıştı. Gündüzleri esnafları geziyorduk, geceleri depoya gelen giysi ve gıdaları tasnif ediyorduk. Dayanışmanın elzemliği, ne açlık hissi ne de yorgunluk bırakmıştı bizde. İşlere koyulmuşuz, koliler bantlanıyor, kadın kıyafetleri ayrı, erkeklerinki ayrı. Saatte bakmak kimsenin aklına gelmiyor. Kimse de sormuyor zaten. Tam biri saati soracakken bir de bakıyoruz Sakine Abla elinde kekle geliyor. “Abla, ne ara yaptın bunu? Birlikteydik bütün gün esnaf gezdik” diyoruz. “Sabah çıkmadan yaptım ” diyor. Depomuz dolmuştu her şey hazırdı. İşin büyük bir kısmı bitmişti, hızla araç ayarlayıp göndermeliydik. HDP koordinasyondan araç ayarlandığı bilgisi geldi, bizim mahalleye bir kamyon göndereceklerini ilettiler. Çalışmaya başladığımız zaman kendi aramızda konuşurken “biz de mutlaka heyet oluşturup gitmeliyiz acil ihtiyaçlar neler, yapabileceğimiz daha neler olabilir, yerinde görmeliyiz” demiştik. Karar verdik kamyonda yer olursa üç kadın gideceğiz. Kamyon geldi yükleme yapıldı. Arkadaş-

larımız tedirgin nasıl gideceksiniz kamyonla! Kararlıydık ve çıktık yola. İlk olmayacak bir yolculuğa çıkmanın bezginliğiyle dünyadan bi haber çevirdi kontağı şoför arkadaş. Kamyon hareketlendiğinde ardımızdan dökülen suyla yola koyulduk. Mahallenin dışına doğru ilerledikçe dükkânları bir bir geçiyor, sırtımızdakilerle bir dilim ekmek bir yudum su olmak için ilerliyorduk Şengal’li kardeşlerimize. Araçta bulunan arkadaşlarla göz göze geldiğimizde gözlerdeki parıltı uzun süre konuşmamızı engelliyordu. Her şey kamyonun ilerlemesiyle azalan uzaklığı anlatmaya yetiyordu. Günler, geceler yoğun bir çalışmanın ardından halkın önemli desteği sırtımızdayken bütün mahalleli kamyonumuzdaydı sanki. Dayanışmaya katkıda bulunan herkes gözümüzün önünden geçiyordu. Biz düşlere dalıp gitmişken otuz iki saat sürecek yolculuğumuzda sessizliği bozan şoför oldu. “Hewal siz neden gidiyorsunuz, ne oldu” dediğinde hemen cevap veremedik. Hemen yanı başımızda yüzbinlerce insanın yaşadığı zulümden habersiz birini görmek şaşırtıyordu bizi. Serpil teyzemiz şaşkınlığımızda yetişti şoförün sorusunu cevaplamak için. Önce Dayanışmaevleri’nin bildirisini verdi ve başladı anlatmaya. Ne oldu ne bitti, IŞİD nedir, neler yapıyor, Ezidilerin başına gelenler neyin nesidir bir bir anlattı. Serpil teyzenin anlattıkları şoförün ne kadar aklına yattı bilemiyoruz ama “Allah razı olsun


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

sizden” diyerek direksiyona sıkı sıkıya sarıldı. Uzun yolculuğun en keyif veren anlarından biri dinlenme tesislerinde geçirilen zamandır. Bizim dinlenmek için konakladığımız yerler kamyonculara özel dinlenme “tesisi”ydi. Dört bir yanın erkek olmasına aldırış etmeden restoran bölümünde demir sandalyemizi çekip oturduk. Gecenin bir yarısı erkeklerden başka neredeyse müşterisi olmayan bir tesiste dikkat çekiyorduk. Bu vakit orada olmamızın bir anlamı vardı ve bu sadece halkın yardımlarını Şengal’deki kardeşlerimize ulaştırmak değildi. Onların çığlığını yüzüne baktığımız herkese anlatmaktı aynı zamanda. Her tesis bizim için Şengal’in anlatıldığı yer olmuştu. Bir an önce yolculuğu sonlandırmak istiyorduk. Tel örgülerin öte yanında susuzluktan çatlayan toprağa bir yudum su olmayı düşlüyorduk. Gözlerimiz kamyonun hız ibresine baktıkça daha hızlı gitmemesine hayıflanıyorduk içten içe. Sincar dağlarının eteklerinde taşları yastık yapanları düşünüyorduk, derme çatma kurulan kamplar geçiyordu zihnimizden. Hızlanmalıydık! Nusaybin’e yaklaştıkça heyecanımız artıyordu. Arada kamyonun aynasından gerimizdeki diğer iki kamyonun ilerleyişini görmenin hazzıyla giriş yaptık ilçeye. Hayatımızda ilk kez geldiğimiz yeri incelerken, bizleri almaya gelecek DBP heyetini beklemeye koyulduk. İlk kez karşılaşılacak kişiler hakkında herkes gibi biz de fikirler yürütmeye başladık sessizce. Gelecek kişiler DBP ilçe başkanları olmalı. Belediye eş başkanları gelecek değil ya… Sonunda bizleri almaya geldiler. Sara Kaya ile tanışıyoruz. Öncesindeki merakımı gidermek için soruyorum: “DBP İlçe başkanısınız sanırım?”Kaya yüzünden eksik olmayan bir tebessüm ve mütevazılıkla “hayır belediye başkanıyım” dediğinde şaşırmamak elde değildi. Protokollerde görünen, makamına çıkmak üni-

versite sınavını geçmekten zor olan belediye başkanlarına alışık olduğumuzdan Sara Kaya bizi şaşırtmıştı. Şaşkınlığımız, birlikte yürümeye başlayıp zaman geçirdikçe daha fazla arttı. Günlerdir 2-3 saatlik uykuyu dahi belediye binasında masaların üzerinde geçiren bir belediye başkanı ve çalışanları vardı karşımızda. Nasıl yani, belediye 17.00’dan sonra da mı açık? Hem de yirmi dört saat? Durumları söylediklerinin gerçekliğini gözler önüne seriyordu. Gittiğimiz gece Roboski’de bulunan 300 Ezidi aileyi getirmenin hazırlıklarını yapıyorlardı. Onlar her anın çalışmakla geçtiği enerji dolu bir yaşamın içinde durmadan koşturuyorlardı.ına gittiğimizde bulunduğumuz yeri anlamaya çalışırken, alışkanlıklarımız da tersyüz oluyordu. Kimseden izin almadan girdiğimiz belediye binasında herkes bir yerlere koşuşturuyordu. Bazıları başını masanın üzerine koymuş nöbetleşe uyuyorlardı. Onlar için uyku, bizim semtler arası yaptığımız yolculukta kestirdiğimiz kadar. Kimin ne iş yaptığını kestirmek o kadar kolay değil. Belediye başkanı Sara Kaya dâhil herkes her işi yapıyor. Çalışanlar kendi aralarında para toplayıp araba alacak kadar belediyeyi sahipleniyorlar. Qamışlo ile Nusaybin’i ayıran tel örgüler belediyenin çatısından baktığımızda ne kadar da anlamsız görünüyorlardı. Hemen az ilerimizde hısım akrabalarından ayrı düşürülenlerle yan yana baktık öte yanımızdakilere. Binlerce kilometre yolu aşıp geldiğimiz şu toprakların burjuva devletlerce çizilmiş sınırını aşamıyorduk. Oysa akrabaları bir el uzatımı ıraklıkta! Yardım malzemelerini teslim etmemiz için çok değerli yasal prosedürlerini(!) tamamlamak zorundaydık. Sabahın dokuzundan akşamın dördüne kadar bekledik. İşlemler bir an önce bitsin, sınırı geçelim diye düşünürken Konya’dan gelen iki tır şoförü karşıya geçemeyeceklerini söylediklerinde aşılması gereken bir sorunla daha karşı karşıyaydık. Şoförlerin kaygıları vardı ve bu

doğal olarak korkuya neden oluyordu onlarda. İşlemler bitene kadar şoförler de zor bela ikna olmuştu. Yasal prosedürlerin bitmesiyle araçlarımıza binme vakti gelmişti. Gümrükten yavaş yavaş geçerken inanılmaz bir duygu seline kapılıyor insan. Hep basında takip ettiğimiz, hikâyelerini okuduğumuz, türkülerini çok sevmemize rağmen bir türlü tam söyleyemediğimiz Rojava’lılar tel örgülerin hemen arkasındaydı. Yaklaştıkça gözlerimiz ışıldıyor,

zımına ara vermişti. Şimdi yüz yıllık Ortadoğu haritası yeniden şekillenirken, yok sayıldıkları, görülmedikleri, yoksulluk içinde yaşadıkları topraklarda Rojava gerçekliğiyle tarih bu kez ezilen halklar için yazılıyordu. Başta T.C devleti olmak üzere işbirlikçi devletlerin ve emperyalistlerin korkulu rüyası Rojava ayakta ve ezilen halkların umudu olmaya devam ediyor. Rojava’da bulunan bütün meclislerde %40 kadın %40 erkek olduğunu, %20

ne yapacağımızı kestiremiyorduk. Birazdan Rojava topraklarına ayak basacaktık.

’yi de seçim yaparak kattıklarını aktarıyor RAP temsilcisi. ‘Kadın Evi’ kurduklarını, burada kadınlara dair her türlü sorunu birlikte çözdüklerini söylediler. Kamplara gelen Ezidi kadınların YPJ’ye girdiklerini aktarmaları hepimizi heyecanlandırdı. Rojava’da yaşananlar bizlere ve dünya halklarına şunu söylüyor; bulunduğumuz her yerde özgür alanlarımızı oluşturmaktan başka şansımız yok.

Tel örgülerin öte yanına geçtiğimizde bizleri (Rêxistina Rojava a Alîkariyê û Pêşxistinê – RAP) Rojava İnsani Yardım Toplama Derneği Eş Başkanı Hember Hesen ve yöneticilerinin de olduğu heyet karşıladı. Heyet Cizre kantonuna bağlı olduklarını bilgisini verirken, biz yaklaşık bir saatlik zaman dilimine sıkışacak görüşmeyi daha nasıl verimli kılarızın derdindeydik. Bizimle görüşen heyetin görevi, gelen yardımların kamplara ve kantonlara ulaşımını sağlamak. Üç yıla yakındır gözümüzün, kulağımızın olduğu yerdir Rojava… “Kadın Devrimi” diyorlardı ilmek ilmek kurmaya çalıştıkları devrime. RAP yöneticilerinin içinde kadın arkadaşlar da vardı. Tel örgüler açıldığında kollarımız kavuştu, yoldaşça kucaklaştık. Bir yandan savaş devam ederken bir yandan da oradaki yaşamı örgütlemeye ve kurmaya çalışıyorlardı. Tarih uzun zamandır ezilenlerin devrimle taçlanan mücadelelerinin ya-

Yazının başında küçük çocuk sormuştu ya “Peki, yolculuk nasıl sona erecek?”. Dünya halklarının, emekçilerin, işçilerin, kadınların, gençlerin yolculukları elbette ki Rojava olmaktan geçecektir. Yolculuğun sonu Rojavalaştığımızda, özgür, eşit yarınları birlikte kurduğumuzda sonlanacaktır. Halkların ve emekçilerin başka kurtuluşu yoktur. Biji Berxwedana Rojava

7


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

Okmeydanı Mehmet Kuruluş Çalışmasından Röportaj

Bizde ilk olarak bunları devrimci yöntemlerle uzaklaştırma fikri oluştu. Sonra yaptığımız toplantılarda halkı bu sürece katmamız gerektiğini düşündük. Çünkü ancak bu şekilde olduğunda meselenin kalıcı bir şekilde çözüleceğini düşündük. Halka toplantı çağrısı yaptık. Toplantıda parkın temizlenmesi ve ışıklandırma için talepte bulunmak üzere muhtarla görüşme kararı çıktı. Esnaflarla birlikte muhtarla görüştük ama bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine parkı sahiplenmek ve temizlemek için parkta geceli gündüzlü nöbet tutma kararı aldık

8

Parkın geçmişi ve yeşillendirme projesinin yürütümü ile ilgili Okmeydanı Dayanışmaevi’nden O. Korkmaz ve Mehmet Kural’la görüştük.

Bu park eskiden nasıldı? Park, 1960’dan 2010’a kadar Park ve Bahçeler Müdürlüğüne bağlıydı. Parkta ağaçların sulanması için su vanası vardı. Dostlar kıraathanesinin sahibi Hasan Köse parkı suluyordu. İnsanlar kadın erkek, yaşlı çocuk parkta vakit geçirip nefes alabiliyordu. 2010’da vanadaki suyu kestiler. Bu yüzden yeşil alan kurudu. Biz Okmeydanı Dayanışmaevi olarak parkı kendi imkanlarımızla suladık, parka sahip çıkmaya çalıştık. Ama park genel olarak bakımsız kaldı. Işıklandırma sorunu da vardı. Ağustos 2011’de neden bu parkta nöbet tutuldu? Uyuşturucu çeteleri parkın bu durumundan faydalanarak burada satış yapmaya başladılar. 2011 yılında parkın etrafında oturan aileler ve esnaflar Dayanışmaevine başvurarak parkta yaşanan sıkıntıları dile getirdiler. Bizden parkın temizlenmesini istediler. Çünkü Okmeydanı devrimci geleneği olan ve bu tip unsurların devrimcilerden çekindiği bir mahalle. Biz de ilk olarak bunları devrimci yöntemlerle uzaklaştırma fikri oluştu. Sonra yaptığımız toplantılarda halkı bu sürece katmamız gerektiğini düşündük. Çünkü ancak bu şekilde olduğunda meselenin kalıcı bir şekilde çözüleceğini düşündük. Halka toplantı çağrısı yaptık. Toplantıda parkın temizlenmesi ve ışıklandırma için talepte bulunmak üzere muhtarla görüşme kararı çıktı. Esnaflarla birlikte muhtarla görüştük ama bir sonuç alınamadı. Bunun üzerine parkı sahiplenmek ve temizlemek için parkta geceli gündüzlü nöbet tutma kararı aldık ve “Halkın Nöbet Çadırı”nı kurduk. Çadırımızda her akşam film gös-

terimi yaptık. Cumartesi ve Pazar günü halk toplantıları yapıldı. Bu toplantılar parkın durumu, nasıl düzenleneceği, uyuşturucu ve yozlaşma gündemli yapıldı. Bu arada parkın yanındaki internet cafenin uyuşturucu satışına göz yumduğu tespit edildi. Meselenin çözümü için mahalle halkının ve esnafın katılımıyla halk mahkemesi kuruldu. İnternet cafe sahibi halk mahkemesine çağrıldı. Mahkeme uyarı amaçlı olarak internet cafeye 1 hafta kapatma cezası verdi. Aslında bizim önerimiz cafenin tamamen kapatılması yönlü idi ama halk mahkemesi böyle karar verdi. Bu arada uyuşturucu çetelerinin durumu neydi? Bizler halkla parkta nöbet tutarken her akşam Direnişçi Gençlik öncülüğünde bölgede asayiş sağlandı. Uyuşturucu çetelerine karşı yönelimler gerçekleşti. Direnişçi Gençliğin yönelimleri sonucunda uyuşturucu çetesinin başındaki Şerif denen kişi Halkın Nöbet Çadırına teslim olmak zorunda kaldı. Yaklaşık 200 kişiniz önünde özür diledi, bir daha bu tarz işler yapmayacağını söyledi. Bu şahsa halk tarafından 2 ay mahalleye girmeme cezası verildi. 4 gün süren çadır eyleminin başarıyla sonuçlanmasının ardından bir halk yürüyüşüyle bu süreç tamamlandı. Sonra park nasıl betonlaştırıldı? Bu deneyimden sonra belediye parkı yeniliyoruz diye düzenlemeye başladı, dozerleri getirdi. Biz de halkla birlikte dozerlerin önüne geçtik, ne oluyor diye sorduk. Onlar da burayı park yapacağız dediler, önümüze projeyi koydular. Projede parkın etrafı ağaçlarla

MEHMET KURAL:

Çok uzun süredir Okmeydanı’nda Piyalepaşa mahallesinde yaşıyorum. Bu mahallenin ortasında büyük bir park var. Dikilitaş parkı. Geçmişte çok fazla hayvan da bu parkta yaşama imkanı buluyordu. Büyük ağaçlar vardı. Yeşil alan olarak insanlara iyi hizmet veren bir parktı. Belediyenin buraya cami yapma projesine karşı buranın halkı 1970’lerde parklarının yıkılmasına müsaade etmediler. Geceli gündüzlü nöbetler tutuldu. Ve park yıkılmadan az aşağıya cami yapılmasını sağladılar. Mahallenin ilerici devrimci demokrat insanları yaşam alanlarına sahip çıktılar. Burada itiraz cami yapılmasına değildi. Parkın yıkılmasınaydı ve parklarını yıktırmadılar. Cami de az ilerdeki


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

ehmet Ay valıtaş Parkı alışmasından örülü, iki kapılı görünüyordu, daha çok yeşil alan görünüyordu. Biz projeye ikna olduk, dozerlerin önünden çekildik. Ancak belediye gösterdiği projeyi uygulamadı, halkı kandırdı. Yeşil alanı yok etti, parkı bir beton yığınına çevirdi. Parkı bir meydana dönüştürdü. Parka “Mehmet Ayvalıtaş Parkı” ismi verilmesi fikri nasıl gelişti? 2013’te Gezi’de ağaçlara sahip çıkan gençler yaşamlarına sahip çıktılar; kentin talanına, yaşamlarına faşizanca müdahaleye karşı isyan ettiler ve yaşamlarını yitirdiler. O süreç insanların çevreyle kurduğu ilişkide bir bilinçlenme yarattı. Gezi’den aldığımız ruh ve bilinçle bu parka Mehmet Ayvalıtaş’ın ismini vererek tekrar yeşillendirme kararı aldık. boş alana yapıldı. Zamanla “düzenleme” adı altında ağaçları yavaş yavaş kaldırdılar. Yerine çalılar ektiler. Kadınların, erkeklerin geç saatlere kadar oturduğu, sohbetler yapılan, oyunlar oynanan park zamanla bu özelliğini kaybetti. Geldiğimiz noktada tüm yeşil alan betona çevrildi. Meydan adı verildi. Bu arada mahalle halkı olarak dönüşüme müdahale edemedik. Ne yapılmak istendiğini tam anlayamadan bu hale geldi ve meydanlaştırıldı. Bu beton ve demir yığını aşırı bir ısı yayıyor ve oturulmuyor. Kadınlar, çocuklar için gelinecek bir yer olmaktan çıktı. Uzun süredir böyle idi. Tüm bunlardan duyduğumuz

rahatsızlık Dayanışmaevleri üyeleri olarak bizleri “ne yapabiliriz” diye düşünmeye sevk etti ve toplantılar yaparak burayı tekrar nasıl yaşanılabilir bir park haline getirebiliriz diye konuştuk. İsmi ile başladık. Yeşiline ve insanlığına sahip çıkan gezi direnişi ruhunun insanların hafızalarından silinmemesi için, gezi direnişinde şehit olan bir yoldaşımız olan Mehmet Ayvalıtaş’ın ismini buraya vermeyi uygun bulduk. Geziyi unutturmamak için bu aynı zamanda bir görevdi bizim için. Bu kararla yola çıktık. Şimdi parkın tekrar yaşanılan bir yer olması için “betondan arındırılması” çalışması başlattık. Fidan siparişlerimizi bekliyoruz. Dikeceğimiz her fidana gezide şehit olan diğer bir arkadaşımı-

Bu süreci nasıl örgütlediniz, neler yaptınız? Bu süreci mahalle halkıyla birlikte örgütledik. Parkın etrafındaki esnaflarla görüştük. Çakmakköy Derneğiyle görüştük. Desteklerini aldık. Fidanlıklardan fidanlar alıp parkı tekrar yeşillendirdik. Parkın yeniden düzenlenmesi projesi kapsamında insanların rahatça oturacağı çardaklar yapılacak. Mahalle muhtarıyla bu konuda görüşüldü, söz alındı. Onlar yapmasa da biz halkla birlikte yapacağız. Parkın kullanımı ile ilgili bir sorun da bu haliyle parka kadınların girmeyi tercih etmemeleri. Çünkü parkın üst tarafında kahvehaneler var. Çardakları parkın alt kısmına yaparak kadınların da rahatça parktan faydalanmalarını sağlamayı planlıyoruz. zın adını işleyeceğiz. Ve insanların gölgesinde dinlenebileceği çardaklar kuracağız. Tabi bu projenin hayata geçirilebilmesi ve kalıcılaşması için halkımızla birlikte dayanışarak çalışmak istiyoruz. Belediyenin bir desteğini beklemiyoruz. Onlar halkın yaşam alanını daraltmaktan başka bir işe yaramıyorlar. Gölge etmesinler başka bir şey istemiyoruz. Asıl olarak halkımızın maddi manevi desteğini istiyoruz. Tüm Okmeydanı’nı dayanışma içinde yeşiline sahip çıkmaya davet ediyoruz. Şimdiden destek olan tüm dostlarımıza teşekkür ediyoruz.

Bu süreci mahalle halkıyla birlikte örgütledik. Parkın etrafındaki esnaflarla görüştük. Çakmakköy Derneğiyle görüştük. Desteklerini aldık. Fidanlıklardan fidanlar alıp parkı tekrar yeşillendirdik. Parkın yeniden düzenlenmesi projesi kapsamında insanların rahatça oturacağı çardaklar yapılacak. Mahalle muhtarıyla bu konuda görüşüldü, söz alındı. Onlar yapmasa da biz halkla birlikte yapacağız

9


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

Bir Festivale Dair Notlar

A Konser sırasında birçok güzel fotoğrafa şahit olduk. Havaya kalkan küçük yumruklar, büyük halay halkaları, insanların gözündeki inanç... Birçok kişi konser sırasında ve sonrasında tebrik etti ve “güzel şeyler yapıyorsunuz arkadaşlar” dedi.

10

ylar var daha festivale. Nasıl yapsak, neler yapsak, kimleri çağırsak... Sorular bol, öneriler bol... Üç gün mü olsun, iki gün mü? Mahallede bu iş tutmaz, biz bu işi tek gün yapalım öncekiler gibi. Yoldaş, hayır niye ön yargılı oluyoruz, festival dedik, yine iki gün olsun. Tutar, tutmaz, tutar, tutmaz... Tuttu. Nasrettin Hoca’nın yüzü güldü. Zordu elbette tüm bu etkinlikleri organize etmek. Sonucun ne olacağını bilmeden tonlarca emek koyuyorsun ortaya. İki gün için iki ay çalışmak ve bu çalışmayı yaparken başka faaliyetleri de kotarmak akıl karı değildi. Biz de sistemin tabiriyle pek de akıllı insanlar sayılmazdık zaten. Berkin Elvan Kütüphanesi’nin kuruluş sürecinde yaşadığımız o güzel duyguları ve heyecanı yaşamaya başlamıştık yine. O vakit arşivlenmeyen o anıların hafızadan silinmeye başlaması bu konser sürecine ders oldu. Muhtemeldir, her sorunun devrimden sonra çözüleceğine, o zamana kadar safları sıklaştırıp sürekli bir cephe pozisyonunda durmamız gerektiğine inanlar var. Oysa alternatif iktidarlar kur-

mak için ilk önce öncülüğünü ve dönüştürücü gücünü halka göstermek zorundasın. Sanırım mahalle için Berkin Elvan Kütüphanesi böylesi bir güven duygusunu ve samimiyeti oluşturmuş ve festivalin bu başarısına da ön ayak olmuştu. Mahalleliyi ve sanatçıları da işin içine katarak bir çağrı videosunu çektik. Herkes kendince neden festival alanında olacağını dile getirdi. Emek sömürüsü için, dayanışma için, kadın ve LGBT cinayetlerine dur demek için, uyuşturucuya ve çeteleşmeye geçit vermemek için, Ortadoğu’daki katliamlara dur demek için orada olacağımızı söylediğimiz videoyu sanal alemde ve mahallede sinevizyon gösterimi ile yayınladık.

Birinci Gün

“Gezi’den Lice’ye, Lice’den Soma’ya, Halkların İktidarını Kurmaya” şiarıyla gerçekleştirdiğimiz festivalin başladığı gün ilk etkinlik peyzaj atölyesi oldu. Kütüphanenin yanında çöp yuvasına dönmüş, taş yığınlarının ve park halinde araçların olduğu küçük araziyi çöplerden arındırdık, mahalleden geçen bir kepçeyi durdurup toprağı kazdık. Ağaçlarımızı diktik, her birine o yürekli Gezi çocukların isimlerini verdik. Kasvetten arınsın diye patika yolumuzu gökkuşağına daldırdık. Ardından begonya, kasımpatı... Atölye çalışmasından resimleri anlık olarak sosyal medyaya at ı yordu k . Fotoğrafları gören bazı arkadaşlar içecek ve yiyecek

getirdiler. Eşini ve çocuğunu alıp, bizimle toprağa girişenler, çok güzel oluyor diyerek bizi şaşırtan ‘huysuz’ amcalar, küçücük elleriyle illa bir şey yapmak istediği için bize çakıl taşı taşıyan ufaklıklar vardı. Ve sonunda bambaşka bir alan yarattık o çöplerin yığıldığı araziden. İlk günün bir diğer etkinliği ise uyuşturucu paneliydi. Biz uyuşturucuyu dert edip bu festivalin konusu haline getirirken festivalin tanıtım afişlerini asan arkadaşlara uyuşturucu çeteleri saldırdı. Aslında yaşanan bu olay dert edindiğimiz konunun ciddiyetini ve aciliyetini de ortaya koyuyordu. Bu saldırıyı kınamak için düzenlenen yürüyüşte halk özellikle festival programında olan uyuşturucu paneline davet edildi. Uyuşturucu paneli sırasında aileler ve gençler merak ettikleri her şeyi panelist Dr. Burhan Çağlar Usta’ya sorarken bir yandan da uyuşturucu sorununa dair bir çok politik çözümleme dinlediler. İlk günün son etkinliği ise açık hava sinemasıydı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesinin Trabzon’a armağan ettiği itfaiye aracını almak için Diyarbakır’a giden bir Rize’li Koşman’ın başına gelenleri ve Diyarbakır’lı Asya’ya âşık oluşunu anlatan ‘Yangın Var’ filmi diyalogları ve çekimleriyle epey ilgi çekti. Belki de ilk kez açık havada film izleyenler, çocukların perdenin arkasına geçip bir şey var mı diye bakmaları görülmeye değer bir manzaraydı.

“Koşman: Siz ne güzel çıkıyorsunuz dağa, benim nefesim kesildi. Asya: Evet, biraz öyleyizdir. Ama inmesini daha iyi biliriz” Günün sonunda tam derneği kapatırken yorgun ve aç olduğumuzu düşünerek bir tencere sıcak çorba ve böreklerle yanımıza gelen mahalleli bir ablanın yaptığı güzellik ise hepimizin yorgun-


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

luğunu ve stresini almıştı adeta. İkinci güne motive bir şekilde evlerimize dağıldık.

İkinci Gün

Ve konser akşamı... Katılım beklediğimizden yüksek; sirkülasyon ile beş bini bulacak bir kitle... Emekçiler, kadınlar, gençler... Kısacası toplumun ezilen, baskı altına alınmak istenen tüm kesimleri selamlandı. Tüm devrim şehitleri adına saygı duruşunda duruldu. Can Yücel’in dizeleriyle başladı sunum; “Meydan ya Taksim ya Beyazıt Meydanı Herkes orda sen de ordasın Herif bizden söz ediyor bu ülkenin çocuklarından Yürüyelim arkadaşlar diyor yürüyelim Özgürlüğe mutluluğa doğru”

Nazım Hikmet’in dizeleriyle devam ediyoruz; “Daha gün o gün değil, derlenip dürülmesin bayraklar. Dinleyin, duyduğunuz çakalların ulumasıdır. Safları sıklaştırın çocuklar, Bu kavga faşizme karşı, bu kavga hürriyet kavgasıdır. “

Konser Gülcan Koç ile başladı. Tüm mahalleli oradaydı. Konser sonrası “o niye yoktu” sorusunu birbirimize sormadık çünkü gerçekten herkes oradaydı. Gülcihan Koç sonrası Hakan Yeşilyurt sahneye çıktı ve o kalabalık kitleye Gündoğdu marşını söyletti. Yediden yetmişe herkesin yumrukları havada, eşlik ettiler söylenen türkülere ve marşlara. Mert Büyükkarabacak çıktı sonra sahneye. O coşkulu hitap tarzıyla “Yeni Türkiye” yalanına vurgu yaparak halkları dayanışmaya ve mücadeleye çağırdı. Grup Yankı’yı uzun zaman sonra tüm ekibiyle sahnede gördüğümüz için de ayrıcalıklı bir akşamdı. Berkin Elvan için besteledikleri şarkıyı söylerlerken sahnede devleşen, marşlarla ve halaylarla halkı coşturan Grup Yankı’yı o gece herkes çok sevdi. Ve İlkay, o duruşu ve duru sesiyle yine büyüledi. “Aze” adlı türküsünü ufak bir tarz değişikliğiyle söylerken, ekibinin solo performansları büyük beğeni topladı. İlkay Akkaya da sahnede Ortadoğu’da zulüm gören Kürtler’e, Ezidiler’e, Türkmenler’e ve tüm kadim halklara selamlar gön-

derdi ve “Sınırın içinde değil deyip bu savaşı umursamazsak, yarın sınırımızın içinde de bu savaş ile burun buruna geliriz” diyerek uyardı. Konser sırasında birçok güzel fotoğrafa şahit olduk. Havaya kalkan küçük yumruklar, büyük halay halkaları, insanların gözündeki inanç... Birçok kişi konser sırasında ve sonrasında tebrik etti ve “güzel şeyler yapıyorsunuz arkadaşlar” dedi. Çayırova için bu konserde yakalanan her fotoğrafın hem duygusal hem de politik olarak tarihi önemi var. Mahalledeki değişimi ve politikleşmeyi, en önemlisi de buna inanan bir kitlenin varlığını tekrar görmüş olduk.

Ve konser ile ilgili belki de en güzel yorum bir yerel gazeteden geldi: “Halk Kendi Konserinde”

11


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

BU ATEŞ HEPİMİZİ YAKMADAN “SAFLARI SIKLAŞTIRALIM ÇOCUKLAR” AKP

İnsanlar sokağa çıkıyor, kardeşlerinin göz göre göre katledilmelerine seyirci kalmayacaklarını göstermek istiyorlar. 2 günde 26 kişiyi öldürüyorsun. “Bunlar Kobani için eylem yapmıyorlar, algı operasyonu var” vs. gibi saçmalıyorsun. Herkesi kendin gibi riyakar ve ikiyüzlü sanıyorsun. İnsanların kardeşleri için ölümü göze alabileceğini aklın almıyor. Kürtler yine büyük bir vakar içinde “Barış Süreci’ne sahip çıkalım, sakin olalım” diyor, ama Kasımpaşalı havalarından asla vazgeçmiyorsun.

12

’nin Ortadoğu ile ilgili kurduğu emperyal hayallerin ülkeyi bir uçurumun kıyısına getirdiği açıktır. Erdoğan’ın ülkeyi bir tek adam diktası ile yönetmek, tüm direnen güçleri ezmek, tüm kamusal kaynakları çılgınca bir inşaat furyası aracılığı ile zengin yaratmaya ayırmak yönünde yaptığı tercihler dikişleri her yerden patlayan bir hal aldı. Ortadoğu’da IŞİD diye selefi-faşist bir yapı ortaya çıkmış, tüm zorbalığı ile binlerce insanı katlediyor, yüz binlerce kişiyi göç ettiriyor, bütün coğrafyada büyük acılara yol açıyor. Sen hala aymazca bu örgütü kullanarak kendince bir takım hedeflere ulaşmaya çalışıyorsun. Bölge halklarının büyük kinini kazanan bir örgütle işbirliği yapan ülke olarak ipliğin pazara çıkıyor. Bu çete Kobani’ye dayanıyor. Büyük bir ısrarla inanılmaz bir direniş gösteren kenti düşürmeye çalışıyor. Neredeyse elindeki tüm lojistiği kenti ele geçirmek için buraya taşıyor. Tanklara karşı tüfeklerle kardeş halk bir direniş destanı yazıyor. 3 tarafı IŞİD ile sarılı komşun sıkıntı içinde “alacağım silahların bana ulaştırılmasını sağlayacak bir koridor açın” bana diyor. “Tamam, düşmenize izin vermeyeceğiz” diyorsun, “insansızlaşan bölgeden yol açacağız” diyorsun, sonra oradan IŞİD çetelerine yol veriyorsun. “Kobani düşsün de YPG’nin burnu sürtülsün, bana muhtaç olsunlar” diye kirli bir oyun oynuyorsun. Sonra insanlar sokağa çıkıyor, kardeşlerinin göz göre göre katledilmelerine seyirci kalmayacaklarını göstermek istiyorlar. 2 günde 26 kişiyi öldürüyorsun. “Bunlar Kobani için eylem yapmıyorlar, algı operasyonu var” vs. gibi saçmalıyorsun. Herkesi kendin gibi riyakar ve ikiyüzlü sanıyorsun. İnsanların kardeşleri için ölümü göze alabileceğini aklın almıyor. Kürtler yine büyük bir vakar içinde “Barış

Süreci’ne sahip çıkalım, sakin olalım” diyor, ama Kasımpaşalı havalarından asla vazgeçmiyorsun. Aleviler “zorunlu din dersine hayır” dedikçe bütün okulları imam hatip yapıyorsun. Başörtüsünü 10 yaşındaki çocukların arasına sokuyorsun. Okullarını IŞİD’e karşı savunmaya çalışan hocaları, öğrencileri yerlerde sürüklüyorsun. Polisin yakaladığı genci faşistlere teslim edip, işkence ettiriyor. Genelkurmay’ın “bayrak yaktılar” diyor, valin yalanlıyor. Gezi’de kentine, parkına, yaşamına sahip çıkan onurlu gençleri aşağılıyorsun, “kamu malını yaktılar” diye ortalığı birbirine katıyorsun, kamusal alanları kirli pazarlıklarla AVM’lere, sermayeye peşkeş çekiyorsun. 301 işçi aynı anda ölüyor, 1860 İngiltere’sinden bahsediyorsun. IŞİD diyene Esad diyorsun. İnşaat mühendisini Sağlık Bakanlığı’na müsteşar yapıyorsun. “Kobani ha düştü ha düşecek, yarın Efrin olur, Cezire olur” diyorsun, yangına körükle gidiyorsun. Yeni Türkiye bir cinnet yumağı halinde. Erdoğan’ın sermayenin gözü dönmüşlüğü kendi iktidarı ve karı dışında hiçbir şey düşünmeyişleri, emekçiye, halklara zerre kadar kıymet vermemeleri ülkeyi bir uçurumun eşiğine getirdi. Toplumun bir çok kesimine giderek daha fazla bir iç savaş gerilimi hakim olmaya başlıyor. Sokaklarda yürüyen insanlara Erdoğan’ın pek övündüğü “evlerde zor tutulan %50’si” hunharca saldırıyor. Zamanında hususi yasayla “yanlışlıkla” salınıveren Hizbullah’çılar sokaklarda. Sokaklarda faşist çeteler cirit atıyor. Erdoğan’ın toplumun direncini kırmak için iti köpeği, uğursuzu sokaklara salmasının ne kadar korkunç sonuçları olabileceğinin çok küçük bir provasını yaşadık 6 Ekim’den bu yana. Bu küçük provada onlarca insanımızı kaybettik. AKP’nin şuursuz siyaseti, devletin geleneksel refleksleri, sermayenin aç gözlülüğü, emperyalizmin kirli hesapları bir araya geldiğinde çok

ciddi tehlike çanlarının çalmasına yol açıyor. Bu süreçte örgütlü olmanın, birbirine sahip çıkmanın, sokakları faşist çetelere ve devletin zorbalığına teslim etmemenin olağanüstü önemi vardır. 1990’lara sürüklenme seçeneği masadadır. AKP’nin atmamak için kırk takla attığı adımlar bir yandan da kendi mezarını kazıyor. Bu mezarın içine AKP ile birlikte sürüklenmemek için halkla bütünleşme, özgücümüzü etkin bir biçimde örgütleme görevi ile karşı karşıyayız. “Ya Kobani’yi özgürleştireceğiz ya da hep beraber uçuruma yuvarlanacağız” tutunulacak en güncel gerçektir. Kobani’ye gerekli mühimmatın taşınmasını sağlayacak bir koridorun açılması talebini yükseltmek en güncel görevdir. Halklarımız arasında barışın bozulmasını, Kürdü Türkle, Aleviyi Sünni’yle karşı karşıya getirmek isteyen kim varsa bilin ki derin devletin maşasıdır. AKP’nin ve halklarımızın başına çorap örmeye kalkan tüm güçlerin karşısında durabilecek tek güç halklarımızın birleşik mücadelesidir. Saflar belirginleşmektedir. Bir tarafta Türkün, Kürdün, Alevinin, kadının özgürce yaşaması için mücadele edenler, karşısında AKP ve sokaklara saldığı faşist çeteleri. Bir tarafta üç kuruşa çalışmanın, sömürünün, kamusal alanların yağmalanmasının ve iş cinayetlerinin sona ermesini isteyenler bir tarafta ise tarih boyunca mal, mülk, iktidar dışında bir derdi olmayan açgözlüler sürüsü. Bir tarafta yoksullar, ezilenler, işçiler, işsizler karşısında bıraksak canımızı bile alacak patronlar. Bugün hayatının sorumluluğunu politik olarak da almayanların çok daha büyük bir bedel ödeyeceği bir dönemdeyiz. Tüm ezilenleri sorumluluğunun bilincine varmaya, hiç kimse için değil ama önce kendisi için insanca bir yaşam için örgütlenmeye ve siyaset yapmaya davet ediyoruz.


Ev İşçileri Kölelik Yasasına Karşı!

Torba Yasadan Ev İşçilerinin Payına Düşenler...

E

v işçilerinin bir süredir gündemlerinde torba yasa tasarısı vardı. Torba yasa AKP’nin memleketin canına ilmek ilmek dokuduğu neoliberal politikalarının son halkasıdır. Torba yasa tasarısı geçtiğimiz hafta mecliste onaylandı ve jet hızıyla cumhurbaşkanı tarafından onaylandı. Peki, şimdi ev işçileri ve tüm emekçiler nelerle karşılaşacak? Bu tasarı özlüce söylenecek olursa emekçiler için kölelik koşullarının devamı ve taşeronlaşmanın güvence altına alınması anlamına gelmektedir. SOMA faciasından sonra Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik ‘’Taşeronluk köleliktir’’ diye buyursa da, emekçilerin önüne kiralık işçi büroları ve özel istihdam aracılığıyla kim tarafından sömürüldüğünü dahi bilemediği lanetli bir yol açıldı. Ev işçileri açısından, temizlik şirketleri kadın emeğini hoyratça, çeşitli biçim ve isimlerde zaten çoktandır kullanıyorlar. Ev işverenleri, ev işçisiyle daha başından hiç muhatap olmadan temizlik şirketleriyle görüşüyor. Temizlik şirketleri de ‘’İşçinin sigortası ve sağlığından biz sorumluyuz’’ türünden pazarlama anlayışıyla ev işverenin sorumluluğunu da sözüm ona kendi üzerine alıyormuş gibi göstererek sömürünün en görünmez biçimine imza atmış oluyorlar. Peki ya burjuva medyasının ev işçilerinin “kötü talihini” de-

ğiştirecekmiş gibi gösterdiği bu torba yasa gerçekte ne anlama geliyor? Ev işçileri için ne gibi önermelerde bulunuyor, neler getiriyor? Torba yasa, ev işçileri için 10 günden az - 10 günden fazla çalışma diye bir ayrımla karşımıza çıkıyor ve 10 günden az çalışanlar için ayrı bir düzenlemeden bahsediliyor. Bu haliyle işçi ne emeklilik hakkından faydalanabilecek ne de sağlık hakkından faydalanabilecektir. On günden az çalışan işçi sayılmıyor. Mevcut haliyle bakıldığında ise ev işçileri büyük çoğunlukla bir işverene bağlı olarak zaten 10 günden az çalışıyorlar. Yine başka bir işverene bağlı olarak yine 10 günden az çalışıyor. 10 günden az ya da çok çalışıyor demek işçilere köleliği reva görmektir. İşçi bir gün bile çalışsa işçidir ve sigortası yapılmak zorundadır. İkinci olarak torba yasaya göre ‘’Ev hizmetlerinde işçiyi 10 günden az çalıştıranlar işveren sayılmayacaktır’’ deniyor. Bu maddeyle birlikte de ev işçilerinin işçi kabul edilmediğini bir kez daha ilan etmiş oluyorlar. İşverenin ve devletin hiçbir bedel ödememesi ve bütün yükün işçinin sırtına yüklenmesi de bir diğer konu. Yasada bununla ilgili olarak 10 günden az çalışan için kupon sistemine geçileceği söyleniyor. Uygulanma yöntemi ise şöyle; işveren ücreti kuponla ödeyecek, sadece meslek hastalığı ve iş kazaları için %2 prim işçiden kesinti yapılacak.

Bu durum işçi ücretinin düşmesine neden olacaktır. İş kazaları ve meslek hastalıkları ile ilgili hiç bir düzenleme içermediği için bunların sayıları da artarak devam edecektir. Torbada geçmişe dönük hakların talep edilmesi ile ilgili de bir düzenlemede bulunmuyor. İşçi olduklarını hizmet tespit davaları açarak kanıtlamaya çalışan ev işçileri, mevzuatta bununla ilgili eksik bulunduğundan dolayı da ayrıca hak gaspına uğruyorlar. Kısaca torba yasa ev işçilerine bir yenilik, bir hayır, bir iyilik getirmediği gibi mevcut pozisyonlarının daha da gerilemesine sebep olacaktır. Bunun için ev işçileri ve ev işçilerinin sendikası ‘’İmece’’ bu tasarıya karşı mücadele başlatmış ve çeşitli eylemler yapmıştı. İmeceli kadınlar öncelikle tasarının, ev işçilerini kapsayan maddelerine ilişkin bir açıklama yayınlayarak itirazlarını dile getirdiler. Ardından da SGK önünde bir eylem gerçekleştirdiler. Bu süreçte torba yasaya karşı mücadelelerinde ev işçilerini kırkı aşkın sayıda kadın örgütü de destekleyerek kadın dayanışmasının güzel örneğini gösterdiler. Şimdi de derhal; Anayasa’ya, İş yasasına, 5510 sayılı Genel Sağlık Sigortası yasasına özden aykırı olan bu yasa maddelerinin iptali için çalışma başlatılacaktır. Bu kölelik koşulları ve bu gasp kabul edilemez. Erkek egemenliğine dayanan bu kapitalist düzende görünmeyen kadın emeğine ev işçiliği

açısından baktığımızda, ev işleri zaten kadınların doğal görevi olarak görülmekte ve gösterilmektedir. Dolayısıyla torba yasada da ev işçilerini görmemek erkek yasa yapıcılarının kuralları açısından en doğal olandır. Ölüm koşullarında, güvencesiz, çalışmak bu torba yasayla güvence altına alınmaktadır. Bu süreç içerisinde ev işçileri yasanın ev işçilerinin talepleri doğrultusunda düzenlenmesi için azami çaba göstermişlerdir. Ancak görmeyen gözler, duymayan kulaklar ev işçilerine köleliği reva görmüşlerdir. Torba yasayı ne olursa olsun yürürlüğe koyanlara inat ev işçileri için mücadele yeni başlıyor diyelim. Bu yazı vesilesiyle ben de tekrar ev işçilerinin ve ev işçilerinin sendikası İmece’nin taleplerini paylaşıyorum. Ev işçileri işçi statüsünde sayılsın. ILO C 189 imzalansın. Ev işçilerinin sigortalanması kolaylaştırılsın. Ücretli ücretsiz tüm ev işçilerine yıpranma payı ve emeklilik hakkı tanınsın. Özel istihdam büroları, kiralık işçi büroları kapatılsın, sendikal örgütlenmenin önü açılsın... Ev işi iş, ev işçisi işçidir! Yaşasın kadın dayanışması!


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

VAN ve ÖTESİ Mehmet AKYOL

Bölgede ‘terörle mücadele için’ daha önce köy koruculuğu sistemini getiren devlet, bu sefer aynı mantıkla TYÇP gibi şatafatlı isimlerle kendi çözüm süreci mantığına uygun yeni girişimlerde bulunuyor. Köy koruculuğu yirmi senesini devirmeden iflas etti. Bu yeni projelerin içyüzü ise daha üç yıl geçmeden ortaya çıktı. Bölge halkı artık ağzına sürülen bir parmak balla susturulacak zamanı çoktan geride bıraktı.

H

aziran ayında işlerine son verilen 7286 işçi, üç ay boyunca oturma eylemi yaptıktan sonra artık ümitleri tükenince 10 Eylül’de Van’dan Ankara’ya doğru yürüyüşe geçtiler. Daha şehrin çıkışında polisle karşı karşıya gelen işçilerden bir grup kendilerini destekleyen sivil toplum örgütlerinin yardımı ile arabalara binip polis engelini aştılar.

Yürüyüşün gerekçesini Van KESK temsilcisi şu sözlerle açıklıyor, ‘Depremden sonra AKP iktidarının politikaları sonucu, ekonomisi çökme noktasına getirilen kentte, yoksulluğun, işsizliğin insan yaşamını esir aldığı bir süreçte, yaklaşık üç yıldır çalıştırılan ve her dönemde verilen sözlerle oyalanan İŞKUR mağdurları adeta açlıkla terbiye edilmek isteniyorlar.’ Oysa şehrin sorunları deprem sonrası daha da ağırlaşmış. Yaklaşık bir haftalık yürüyüş sırasında her büyük şehrin girişinde ve çıkışında benzer olaylar yaşandı. Ancak kendilerinin deyimi ile 70.000 kişinin ekmek kapısı olarak gördükleri işlerini kaybetmemek için Ankara’ya vardılar. Önümüzdeki bayram günlerine kadar Ankara’da Bakanlıktan Meclise kadar gidebilecekleri her kapıyı çalmak istiyorlar. 2011 depreminden sonra Toplum Yararına Çalışma Projesi (TYÇP) kapsamında çeşit-

li kamu kuruluşlarında çalışmak üzere işe alınan bu işçilere önce altı ayla sınırlı bir süre için iş verilmiş. Depremin kanayan yarası durmayınca çalışma süreleri dokuz aya çıkarılmış. Süre bitince yeniden işe alınmışlar. Her seferinde kendilerine geçici işçilikten kadroluya geçecekleri konusunda sözler verilmiş. AKP’li Van milletvekilleri, Çalışma Bakanı ve hatta Başbakan’la görüşerek çalışma sürelerinin devam etmelerini sağlamışlar. Önce genel sonra yerel seçim derken Haziran 2014’ te verilen tüm sözler buhar olup uçmuş. TYÇP aslında hükümetin ‘terörle’ mücadele programının bir parçası. İşsizlerin sayısını azaltınca ‘teröre’ son vereceğini düşünen hükümet 2011 yılında bu projeyi hayata geçirmeye başladı. Yaklaşık 50.000 kişinin geçici olarak kamu kurumlarında çalıştırılmasını öngören proje ‘ağırlıklı olarak Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesinde Toplumsal huzura ve aile huzuruna katkı sağlama’ amaçlı olarak açıklandı. 23 ilde İŞKUR aracılığı ile işe başlayanlara ise sürekli olarak geçici olan bu işin bir süre sonra kalıcı hale getirileceği sözü verilmekteydi. Ancak söz bir türlü tutulamayınca hoşnutsuzluk da artmaya başladı. Örneğin bu yılın Mayıs ayında Şanlıurfa’da dokuz ay resmi kurumlarda çalıştıktan sonra işlerine son verilen 300 işçi, kentin ana caddesini trafiğe kapatarak olayı protesto ettiler. Bölgede ‘terörle mücadele için’ daha önce köy koruculuğu sistemini getiren devlet, bu sefer aynı mantıkla TYÇP gibi şatafatlı isimlerle kendi çözüm süreci mantığına uygun yeni girişimlerde bulunuyor. Köy koruculuğu yirmi senesini devirmeden iflas etti. Bu yeni projelerin içyüzü ise daha üç yıl geçmeden ortaya çıktı. Böl-

14

ge halkı artık ağzına sürülen bir parmak balla susturulacak zamanı çoktan geride bıraktı. Aylardır bölgede süren tartışmalar bu tür sorunların nasıl çözüleceğini göstermiştir. ‘Öncelikle kendi demokratik sistemini inşa görevi vardır; artık Kürt halkı kendini yönetmeli ve halk olarak kimseden bir şey beklemeden gerekli olan şeyleri kendisi yapmalıdır.’ (M. Karayılan) Örneğin ‘Van genelinde 1359 civarında okul bulunuyor. Bu okullarda on binlerce öğrencinin hijyenik olmayan koşularda sağlıkları tehlikeye atılmakta. Oysa enerjisi yerinde olup çalışmak isteyen binlerce işsiz insanlarımız sadece buralarda görevlendirilerek hem işsizlik sorunu hem de temizlik ve sağlık sorunları giderilir. “Bekleme, yap!” şiarı ile neden yeni bir örnek oluşturulmasın ki? TYÇP’nin diğer acıklı bir yanı ise bu kapsamda çalışan işçilerin ücretlerinin işsizlik sigortası fonundan ödenmesi. Milyonlarca işçinin aylığından kesilen işsizlik sigortası primlerini işsizlere vermemek için her gün yeni bir uygulama başlatan İŞKUR, iş hükümetin ‘projelerine’ gelince kesenin ağzını sonuna kadar açmakta. 2013 yılında işsizlere ödenen işsizlik ödenekleri 1.276.981 TL iken eğitim giderleri 1.123.169 TL olmuş. Bu eğitim giderlerinin neredeyse tamamı ise TYÇP kapsamında işe alınanlara ödenen ücretler. Bugüne kadar bunu İŞKUR yaptı, sırada çalışanlar var.


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

İŞ-KUR bünyesinde çalışan 7286 işçinin 13 Haziran’da işten çıkarılmasının ardından...

Van İşkur İşçileri Ankara’da

Depremin Van halkı ve emekçileri üzerinde nasıl bir etkisi oldu? 2011 yılında Van’da bir afet yaşandı ve yaşanan afette bulunduğumuz yeri ciddi anlamda boşaltma ihtiyacı hissettik. Ancak insan gücüne ihtiyaç duyulduğu için, çalışanlar her zaman olduğu gibi nasıl geçmişten bugüne kadar işçi emekçiler bulundukları gemiyi terk etmediyse biz de terk etmedik ve sahip çıktık. Bu İşkur işi işçilere depremden sonra verilen bir seçim vaadi miydi? Depremden sonra İşkur Toplum Yararına Çalışma Projesi adı altında bir proje ortaya çıktı. Bu proje 6 aylık bir projeydi. 4 bin kişi gibi bir sayıyla başlandı. 2012 ve 2013’te 7286 rakamına ulaştık. Ama bu projede 6 ay çalışan 24 ay çalışamaz gibi bir kanun vardı. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, ilk başta 6 ayı 8’e sonra 9’a çıkardı. Bizim de böylece taleplerimiz arttı. Daha sonra bakanlık bu işin kalıcı olması için çalışmalar yaptığını söyledi. Ama bir sonuç alamadık. İşten atıldıktan sonraki süreç

nasıl işledi? Belediye seçimlerinden önce eski Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Van’a geldiği zaman kendisiyle görüştük ve bizzat bu konuyu kendisine ilettik. Kendisi de bu konuda her şeyin yapılacağını, bizim mağdur edilmeyeceğimizi söyledi ve vekillerimizin takip etmesini söyleyerek Van’dan ayrıldı. Kendisiyle bu görüşme olduktan sonra Ankara’ya gelip Çalışma Bakanı’yla görüştük. Ondan sonraki süreç gelişirken cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Erdoğan tekrar Van’a geldi. Seçimler bittikten sonra Ankara’da bir kutlama yapıldı. Tabii biz de dedik ki burada bir mağduriyet var. ‘Bu mağduriyet çözülmeden bu kutlamanın yapılması doğru değil. Çünkü insanlar halen mağdur ve Van’da yaşanan depremden dolayı enkaz altında kalan insanlar var. İnsanlar enkazdan çıkarılmadıkça bu kutlamanın yapılması doğru değil’ dedik. Bir de kendisiyle Cumhurbaşkanı sıfatıyla görüşme fırsatımız oldu. Orada da kendisi, bu konu hakkında gerekli talimatı verdiğini, sonucu hep beraber bekleyip göreceğimizi söyledi; ne yazık ki 13 Haziranda vekillerimizin bizi işten atmalarından sonraki süreçte

ciddi anlamda ellerinden geleni yapacaklarını söyledi. O anlattığım bütün görüşmelerden sonra gözünüz aydın çok mutlu olduk işiniz tamamdır müjde verin diyerek bizi heveslendirdi. Biz de Van’a gittik ve bir toplantı gerçekleştirdik. Toplantıda arkadaşlarımıza görüşmelerin olumlu geçtiğine dair müjde verdik. Tabii kendileri de bu müjdeyi aldıktan sonra ailelerine söylediler. Bu sevinç ne yazık ki çok sürmedi ve görüşmelerden bir şey çıkmadı. Ardından Van’da çok ciddi eylemlerimiz oldu. Polisin orantısız gücüne karşı geldik. Yürüyüş yaptığımız sırada toplu bir gözaltı yaşandı, 110 kişi gözaltına alındı. Onların bu tavrı ciddi anlamda haklı olduğumuzu ispat etmiş oldu. Ardından Ankara’ya gelip kendi göbeğimizi kendimiz kesmenin kararını aldık. Ankara’ya yürüme kararı aldık. Yüzlerce km yolu yayan yürüdük. Kamyonların, tırların arkalarından geldik. Tabiri caizse bazen topallayarak bazen emekleyerek buraya kadar geldik. Her ne kadar bizi yaraladılarsa da bizim irademizi hiçbir şekilde zedeleyemediler. Gördüğünüz gibi direnişimizin 10. günü ve biz Ankara’dayız, mücadelemiz devam ediyor.

Sizin yapmakta olduğunuz bu direniş tam olarak neyi anlatıyor? Talepleriniz nelerdir? Bir kalıcı çözüm resmi olarak gazetelerde yayınlanmadığı müddetçe gitmeyeceğiz. Bu insanlar bulunduğu bölgede devletin yanlış politikalarından dolayı dağa da çıkabilirler. Bu insanların bunu yapmayıp 2.000 km yürüyerek buraya gelmeleri çözüm konusundaki samimiyetlerinin göstergesidir. Bu, devlet için bir şanstır. Bu, devletin oradaki halka ayrımcılık, ırkçılık yapmadığını, doğu bölgesi olduğu için bu insanları dışlamadığını ispat edebilmesi için bir fırsattır. Biz buraya geldik ancak burada çözüm günlerdir gecikiyor. Ama yine söylüyoruz; dimdik ayaktayız almadan gidemeyiz artık. Bu durum sizin sosyal yaşamınızı ve ailenizi nasıl etkiledi? Şu an içimizde 50’ye yakın boşanan insan var ve hükümetin yaptığı bu yaklaşımından dolayı 4 aydır ev kirasını ödeyemeyen arkadaşlarımız var. Şu an aileleriyle birlikte ev sahipleri tarafından kapı önüne konulmuşlar. Halen Van’da ciddi bir dram yaşanıyor, bir insanlık dramı yaşanıyor.

15


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

K SODAP Kobanê Heyeti

Mürşitpınar sınır kapısında indiğimizde bu sefer sınıra sıfır noktasında olduğumuzu gördük ve ayaklarımız yerden kesilmiş, sınır tellerine doğru adeta uçuyordu. Hızla tel örgülere yaklaşıyorduk.

obanê belki düne kadar adını bilmediğimiz, son gelişmeler olmasa varlığını bir ömür boyu öğrenmeyeceğimiz bir yerdi. Ama sınır nöbetçileri olarak gördük ki Kobanê biziz biz ise Kobanê. Kobanê sadece emperyalist ülkelerin bölge hesaplarına kafa tutan Rojava devriminin 3 kantonundan biri olarak hayatımıza girmiyor, aynı zamanda Türkiye’de bir süredir zorlanan siyasi çözüm sürecinin de kaderi Kobanê kuşatmasının berhava edilmesine bağlı. Biz sınıra gittiğimizde faşist IŞİD çetelerinin üç koldan kuşattığı Kobanê 8 gündür direniyordu. Dünya egemen güçleri ve Türkiye 21.Yy’ın en önemli halk iktidarını, sadece bölge halklarına değil dünya halklarına büyük bir umut olacak olacak olan Rojava devrimini yok etmek için IŞİD çeteleri ile iş birliği içinde. İşte böyle bir momentte Batı’dan savaşa dur demek için, Kobanê’ye el vermek için Türkiyeli devrimciler, sosyalistler, emek örgütleri, dernekler, bireyler HDP öncülüğünde yaklaşık 1000 kişi yola koyulduk. Suruç’ta İstanbul dışındaki başka illerden gelen kafileler birleşecek ve Kobanê kantonunun kuzey sını-

SINIRLAR PAS rını boydan boya tutmak üzere sınır nöbetimize başlayacaktık. Bizden beklenen buydu. Toplam 20 araçla İstanbul’dan yola çıkarken Kadıköy’de bizi uğurlamaya gelenlerle vedalaşamadan devlet güçlerince önümüz kesildi. Kararlılığımız sonucu yolu açmak zorunda kalsalar da İstanbul’dan Suruç’a birçok kez konvoyumuzu durdurarak, cezalar keserek, arama yaparak bizi yavaşlatmaya çalıştılar ve taciz etmeyi sürdürdüler.26 saatte Suruç’a varmayı başardık. Suruç’a vardığımızda her avluda, her bahçede, hemen her yerde savaştan kaçıp Suruç’a sığınan binlerce insan gördük. Kadın, çocuk perişan bir halde yaşam mücadelesi veriyorlar. Suruç Belediyesi tüm bu insanlara kucak açmış en temel ihtiyaçlarını karşılamak için adeta çırpınıyor. Konvoyumuz hiç durmadan sınırdaki Behte Köyüne yöneldi. Burada sınıra 500 metre mesafede araçlarımızdan indik.

Önümüzde üstünde hiçbir bitki örtüsü olmayan göz alabildiğine tarlalar uzanıyor, tam karşımızda ise Kobanê duruyordu. Üç bölgeden otobüslerle gelen İstanbul’a sınır nöbeti için bu alan verilmişti. Kobanê ile Türkiye sınırı boyunca bütün noktalar illerden gelenler arasında paylaştırılmıştı. Kobanê’nin kuzeyi Türkiyeli emekçilere, devrimcilere, yurtseverlere emanetti. SODAP heyeti olarak 3. Bölgede sınır nöbetine dâhil olduk. Bölgeler yan yana bir ay çizecek şekilde konumlandı. 3. bölge olarak bize düşen kısım boyunca 6 gruba bölündük. Bu gruplar kendilerine ilçe adlarına göre “kanton” adını verdi. Böylece 6 kanton oluşturduk. Her bir kanton lojistik, nöbet ekibi, güvenlik gibi ekipleri kendi içinde oluşturdu, bir de tüm ekiplerin sorumluluğunu almak üzere merkezi koordinasyon ekibi belirlendi. Çadır, örtü vb. hemen hiçbir malzeme getirmemişti çoğu kişi. Yüzlerimiz Kobanê’ye dönük bir şekilde toprağın üstüne oturmaya başladık. Nöbet eylemimiz başlamıştı. Kobanêye yakın mesafelerindeki köyler top atışlarıyla dövülüyordu. Her top atışında canımız yanıyor, öfkemiz büyüyordu. Karşılık veren YPG’nin silah seslerini duyuyorduk. Akşam hava karardığında faşist IŞİD çetelerinin bulunduğu yönde sesler kesildi. YPG gece çatışmayı yükseltiyordu. Gece sık sık YPG’nin silah seslerine sınır nöbetçilerinin sloganları karışıyordu.” Biji berxwedana YPJ, biji berxwedana YPG” 3. Bölgenin kantonları kendi içinde oldukça disiplinli organize oldular. Özellikle güvenlikçiler ve nöbetçiler görevlerine fazlasıyla uyum sağladılar. Yerel unsurlarla birlikte oluşturulan güvenlik ekibi yanımızdaki yoldan geçen araçları kontrol

16


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

SPAS OLUNCA ediyor, köylüler dışında kimsenin geçmesine izin vermiyordu. Nöbetçiler ise araziden geçişleri kontrol ediyordu. Gece boyunca dört kez sınırdan hayvan geçirmek isteyen Suriyeliler geri çevrilmişti. Bu gece sınırdan geçiş olmayacak diyordu nöbetçiler. “Bu sınırdan IŞİD çetelerinin geçişini kontrol edebilmemiz için önemli…” Bir ara askeri bir panzerin nöbet noktamıza çok yaklaştığını fark ettik. Asker sınırdan içeri girmiş olan koyun sürüsünü panzerin önüne katıp sınıra doğru sürmeye çalışıyordu. Sürünün sahibi olan kişi nöbetçilerimizden koyunları askere vermemeleri için yardım istiyordu. Bizimkiler koyunları askerden kurtarmak için ellerinde taş askeri araca doğru seğirtmeye başlamıştı ki, son anda merkezi koordinasyon tarafından durduruldular. Bu arada koyunları toplayıp oradan uzaklaşmakta olan araçtan “sınıra yaklaşmayın vur emri var” anonsu duyuluyordu. Birkaç arkadaş “jandarmaya halkımızın koyununu vermeyelim” diyor, merkezi koordinasyondan arkadaşlar ise onlara sınır nöbetini tehlikeye attıklarını söylüyordu. Bizden istenen sınırdan geçişleri engellemekti. Amacımız faşist IŞİD çetelerini engellemekti. Bu uyarılar üzerine sınır nöbetçileri “halkımızın koyunlarını askere teslim etmemeliydik” hayıflanmaları arasında isteksiz de olsa yerlerine çekiliyordu. Gece uzundu ve neredeyse 4 kez sınırdan bir şeyler geçirmek isteyenler nöbetçilerimizin denetimine takıldı. Öyle ki bir ara bir kantonumuz işi abarttı; “hırsızları yakaladık, sınırdan başkasının koyunlarını geçiriyorlarmış, hırsızlığa izin vermeyiz…” diyerek merkezi koordinasyona adalet sağlama çağrısı yaptılar... Bunun gibi pek çok olayla renkli geçen gece nöbeti nihayet son-

landı. Gecenin sert soğuğu ile baş etmeye çalıştığımızdan güneşin doğuşu hepimizi ayrıca sevindirdi. Sabah Kobanê köyleri yine top atışları ile dövülmeye başlandığında Suruç Belediyesinin ikramı olan ekmek, peynir, zeytin ve sudan oluşan kahvaltımızı yapıyorduk. Savaş hepimizi alt üst ediyordu. Gruplar sınıra daha çok yaklaşarak savaşı daha yakından görmeye gidiyor, görevliler onları sınırdan uzak durmaya çağırıyordu. Çünkü sınırda sık sık “yaklaşmayın vur emri var” uyarısı yapılıyordu. Bazılarımız yakınımızdaki diğer köyü ve çevreyi dolaşmaya çıktı. Kısa bir süre sonra “hemen toplanıyoruz, Mürşitpınar sınır kapısında bize ihtiyaç varmış oraya gidiyoruz” haberi geldi. Otobüslere giderken bu nöbetin gece nöbetimizden daha farklı olabileceği söylendi ve “orada hepimiz çok sağlam durmalıyız“ dendi. Aceleyle otobüslerimize atlarken herkes kendini daha sert bir mücadeleye hazırlıyordu. Halk yerden taş toplamaya başlamıştı. Malum tarlada taş bulmak mümkün değildi.

Hepimiz artık Kobanêdeydik. İki tarafı mayınlı bir yolda koşarak devrimimize doğru ilerliyorduk. Uzun kortejimizde flamalar dalgalanıyor adeta Taksim’de rutin bir eylemde, kortejdeymişçesine sıradan bir durum bu olağanüstü anda bize eşlik ediyordu. İlk kez Mayıs 2011’de Şırnak’ta öldürülen gerillaların cenazelerini almak için yüzlerce insan korku duvarını aşmış, kurşunlar havada uçuşurken sınırı yıkarak geçip gitmişti. Halk gerillaların cansız bedenlerini bulundukları yerden almıştı. Şimdi bir kez daha sınırı binlerce insan adeta paspas etmişti. Özgürlüğe koşan bu insanlar Kobanêde muazzam bir devrimi yaşatmak için gencecik hayatlarını adamış olan gerillalarla kucaklaşıyor, öpüp bağrına basıyordu. Olağanüstü duygusal bir atmosfer içinde şehrin içine doğru yürüdükçe kadınlar, çocuklar, yaşlı ve genç bütün herkes büyük bir mutlulukla, coşkuyla, duygu seliyle sarılıp sarmalanıyordu. Hıçkırarak ağlayanlar, birbirine sarılıp çığlık atarak sevinç gözyaşlarına boğulanlar, slogan atanlar, gerillayla kucaklaşanlar her yerde büyük bir coşku seli şeklinde binler Kobanê’nin içine ilerliyordu. Ve bir noktada Kobanêliler zincir yaparak kitle güvenliği için daha ileri gidilmesine engel oldular.

Binlerce kişi adeta tek vücut olmuş anlamsız bir sınırı yok etme iştahıyla tellere doğru uçarcasına ilerliyorduk. Birkaç dakika içinde sınır denilen ucube engel, binlerin ayakları altında bir paspas gibi ezilip yok oldu. Hepimiz artık Kobanedeydik. İki tarafı mayınlı bir yolda koşarak devrimimize doğru ilerliyorduk. Uzun kortejimizde flamalar dalgalanıyor adeta Taksim’de rutin bir eylemde, kortejdeymişçesine sıradan bir durum bu olağanüstü anda bize eşlik ediyordu.

Mürşitpınar sınır kapısında indiğimizde bu sefer sınıra sıfır noktasında olduğumuzu gördük ve ayaklarımız yerden kesilmiş, sınır tellerine doğru adeta uçuyordu. Hızla tel örgülere yaklaşıyorduk. Sınırda iki askeri araç dışında başka bir önlem alınmamıştı. Bir ara bir genç elinde YPG bayrağı ile panzerin tepesine çıktı. Öte taraftan puşili gençler kitleye acele etmelerini söylerken bir yandan da ellerindeki taşları yere atmalarını istiyordu. Binlerce kişi adeta tek vücut olmuş anlamsız bir sınırı yok etme iştahıyla tellere doğru uçarcasına ilerliyorduk. Birkaç dakika içinde sınır denilen ucube engel, binlerin ayakları altında bir paspas gibi ezilip yok oldu.

17


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

Can güvenliğimiz için orada çok kalmamız da istenmiyordu. Bir saat gibi kısa bir süre içinde geri dönmemizi istediler. Kobanê halkı yol kenarına dizilmiş; zafer işaretleri, slogan ve alkışlarla kitleye eşlik ediyordu. Çocuklar yaşlarından çok daha büyük insanmış gibi davranıyordu. Kitle coşkuyla gerillaları kucaklıyor ve resim çektiriyordu. Gerillalar kendilerinden emin ve mutlu görünüyordu. Hepsi büyük bir olgunlukla boyunlarına sarılan insanlarla kucaklaşıyor, resim çektirme isteklerine cevap veriyordu. Cip üstünde bir grup gerilla kitlenin içinden aracıyla ilerliyordu. YPG komutanı aynı zamanda Kobanê kaymakamı Kendal, araçta İstanbul’dan HDP temsilcileri ile birlikte halkı selamladı. Ve İstanbul heyetinden bir arkadaş sınırların anlamsızlığı üstüne kısa bir konuşma yaptı... Kobanê gerillaları bu davetsiz misafirliği ne kadar büyük bir olgunlukla karşıladılar. Oysa o anda çok ciddi bir savaş hemen orada, yanı başımızda dişe diş bir mücadele ile sürmekteydi. Üç tarafı tamamen faşist IŞİD çeteleri ile kuşatılmış olan Kobanê’nin güvenliğini sağlamak hiç de kolay değildi. Gerçekten o anda yaşadıklarımızı idrak etmekte zorlanıyorduk. Her şey çok hızlı olmuştu. Bize artık gitmemiz gerektiği söylendiğinde gerillalarla kucaklaşmaya devam ederek dönüş yolunda ilerlemeye başladık. Ve tekrar sınır denilen o anlamsız noktaya geldiğimizde devlet güçlerinin o noktaya büyük bir yığınak yaptığını gördük. Geçmemize izin vermiyorlardı. Halkın basıp geçme çabası havaya doğru sıkılan uyarı ateşleriyle engellendi. Ve geri gitmemizi söylediler. Halk bu saçma isteği anlamak istemiyordu. O nedenle çoğu insan bulunduğumuz noktayı terk etmemekte ısrarcı oldu. İki tarafı mayınlı olan arazide birkaç metrelik dar hatta 3-4bin kişi sıralandık. Gaz bombası atmaları durumunda bir facia ile karşılaşmamak için kitleye yanlara doğru kaçmamalar gerektiğini hatırlatıyorduk. Bu arada görüşmeler yapıldı ve resmi ka-

18

pıdan girişimizin istendiği söylendi. Kitle bu geçiş noktasını terk etmek istemiyordu. Bir sınır kapısına yönlendirilmek saçma geliyordu. Herkes girdiği gibi çıkmak istiyordu. Kafalarımızda da gerçek hayatta da sınırlar bir kere kalkmıştı. Hep öyle kalmalıydı. Ancak çok geçmeden devlet güçleri iki tarafı mayınlı arazide bekleyen kitlenin içine gaz atmaya başladı. Görevli arkadaşlar kitleyi geri çekti. Tren yoluna kadar geri çekilirken Suruç tarafında bize destek için gelen kitle de polisin saldırısına uğradı. Bunun üzerine aramızdan bir grup genç çatışmaya tele doğru koştu. Askerler bu kez tren yolunda bekleyen kitleye kadar uzun bir menzilde gaz bombası atmayı sürdürdüler. HDP’den görevli arkadaşlar resmi geçiş için yönlendirildiğimiz kapıya yürünmesi konusunda halkı ikna etmeye çalıştı. Çoğu kişi itiraz ede ede resmi geçiş yerinin yolunu tuttu. Yaklaşık 4 kilometre yürünürken Kobanêli halk sloganlarla, zafer işaretleriyle bizi uğurladı. İki yanımızda gerillalar eskortluk yaparken kitle gerillalarla kucaklaşa kucaklaşa ilerledi. Demir bir kapının önüne geldiğimizde 2 yaralının kamyonetle sınır kapısından içeri götürüldüğünü gördük. Suruç’a hastaneye yetiştiriliyordu. Türk askeri Kobene’yi silahla taramış sivil halktan bir kişi ölmüş iki kişi ise yaralanmış. Bu götürülenler o iki gençmiş. Daha sonra öğrendik ki onlar da yaşamını yitirmiş. Bu manzaraya rağmen Mürşitpınar sınır kapısının önüne yayıldık, araç geçişlerini engeller konumda beklemeye başlamıştık. Kitle merak ve şaşkınlıkla sınır kapısındaki hareketliliği izliyorduk. Ambulansla, araçlarla yaralılar getirildiği, yardım malzemelerinin içeri alındığı bu kapının önünü tıkamadan bir türlü duramadık. Sanki durumun vahametini, ciddiyetini yeterince kavrayamıyorduk. Yol açılmalıydı. Ancak görevlilerin yolu açın çağrılarına rağmen yol bir türlü açılamıyordu. Sonunda

araç geçişleri için yol açılabildik. Bekliyorduk. Bir süre sonra kitlenin bu kapıdan alınmayacağı, yaklaşık 10 km ötedeki Yumurtalık diye başka bir noktaya gidilmesi söylendi. Herkes öfkeye kapılmıştı. Aç ve yorgun kitle yola koyulduk. Bitmek bilmeyen yol boyunca halkın sevgi gösterileri devam ediyordu. Fakat kitlenin üstüne sessizlik çökmüştü. Bir yerde çocuklardan oluşan büyük bir grup bitkin bir şekilde yürüyen kitleyi coşturana kadar slogan atmaya devam etti. Aramızda barış anneleri, yaşlılar vardı. Uzun yol boyunca yine gerillalar bize eskortluk ediyor, yaşlıları ve yürüyemeyecek haldekileri yoldan geçen araçlara bindiriyorlardı. Yumurtalık dedikleri yer çok enteresan bir yerdi. Aslında ortada sınır kapısı falan da görünmüyordu. Çok sayıda aracın, büyükbaş, küçükbaş hayvanların bulunduğu bu yerde yükleriyle birlikte yoksul bölge halkı Türkiye’ye geçiş için bekliyordu. Etraf dikenli tellerle kaplıydı ve karşıda Türk ordusunun tankları namlularını Kobanêye çevirmiş halde bütün soğukluğuyla duruyordu. Biz oraya vardığımızda panzer ve çevik kuvvet de getirilmişti. Hayvanların ve araçların arasında kitle birikmeye başladıkça iyice kalabalıklaştık. Sıkış sıkış beklemeye başladığımızda herkes öfke doluydu. “Buraya gelmemeliydik ”diyordu birçoğu. İlk girdiğimiz noktayı zorlayarak geçip gitmeliydik diyorlardı. Küfürler uçuşuyor, yumruklar sıkılıyordu. Nerden giriş yapacağımızı araştırırken Kobanêlilerden öğrendik ki sınır telleri kaldırılarak Rojova’dan hayvanları ve araçları ile geçmek isteyenler kimlik göstererek geçiriliyormuş. Ancak biz davetsiz misafirler yüzünden sınırda bekleyenler şimdilik kabul edilmiyordu, biz geçmeden onlar geçemeyecekti. Sınır nöbeti için Suruç’a gelip sınırı yıkıp geçenler Yumurtalık denilen bu yerdeki anlamsız bekleyişten dolayı oldukça sinirliydi ve beklemek istemiyordu. Bir an önce geçip gitmek istiyordu. Devlet ise sınırı paspas etmiş bu

kitlenin kafasında sınırı tekrar çizmek istercesine işi yavaştan alıyor yokuşa sürüyordu. Yaklaşık 15 km yürüyen kitle aç susuz ve yorgunluktan bitap düşmüştü. Bir an önce sınırı aşıp araçlarına ulaşmak istiyordu. 20’şerli gruplar halinde geçişler başladığında kapı önündeki huzursuzluk da patlak verdi. İsyan havasından çekinen devlet güçleri hemen kitleye sayısız gaz bombası ile müdahale etti. Hayvanlar, karşı tarafa geçişi bekleyen çocuklar, kadınlar, yaşlılar da dâhil olmak üzere bizimle beraber herkes yoğun gaza maruz kalarak ezilme tehlikesi geçirdi. Yaralananlar, fenalaşanlar oldu. Yeni doğmuş bir buzağı da dünyaya gelir gelmez TC’nin gazına maruz kaldı. Hayvanlar neye uğradığını şaşırarak oraya buraya kendilerini attı. Ortalık yatıştığında, gazlı hava bir nebze uzaklaştığında tekrar toparlandık ve kapıya yöneldik. Uzun bir bekleyişin ardından otobüslerimizdeki koltuklarımıza oturduğumuzda son 14 saatte yaşadıklarımızı idrak etmeye çalışıyor, mutluluktan ağzımız kulaklarımızda yaşadıklarımızın muhasebesini yapıyorduk. 2011’de Şırnak’ta öldürülen gerillaların cenazelerini almak için yüzlerce insan korku duvarını aşmış, halk kurşunlar havada uçuşurken sınırı “yıkıp geçmişti.” 2014’de halk ikinci kez sınırı yıkıp geçti. Anlamsız sınırlar bir kez daha paspas edildi. Üstelik bu kez sınırı paspas edenlerin büyük bir çoğunluğu Batıdan gelenlerdi. Giderek keskinleşen saflara karşı Türkiyeli devrimciler, sosyalistler, emek örgütleri, yurtseverler, sivil toplum örgütleri, dernekler egemen güçlere karşı ortak mücadele yolunda önemli bir adımı daha böyle attılar. Zira sınırlar paspas olunca halklara birleşmek düşer.


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

“1 mayıs halk meclisi filizi” 13 Temmuz tarihinde binlerce kişi uyuşturucuya ve çetelere karşı yürüyüş yaptı. Yürüyüşte yozlaşma, uyuşturucu ve çeteleşmeye karşı mücadelenin örgütlü yürütülmesi için 1 Mayıs Mahallesi Halk Meclisi’nin oluşturulduğu duyuruldu. Öncelikle sizleri tanıyalım...

- Serpil Kirpikçi, 15 senedir mahallede oturuyorum. Önceden de siyasi faaliyetlerim vardı. Buraya taşınınca hemen mahalle derneğine girdim. - Bayram Çoban, 2003’ten beri burada oturuyorum, marangozum. - Sakine Çoban, çocukluğum bu mahallede geçti. 10 sene Kayışdağı’nda oturdum. Tekrar yerleştim mahalleye. - Mustafa Kartal, yaklaşık 35 yıldır mahallede oturuyorum. Esnafım. Geçmişten beri kurulan mahalledeki meclislerde de yer aldım. Mahalle bu tür çalışmalara yabancı değil. S. Dayanışma: Özellikle geziden sonra bir forum mantığı oluştu. İlk halk meclisi deneyi daha canlı, daha gürbüz olarak1 Mayıs Mahallesi’nde oluşturulmaya çalışılıyor. Halk meclisi deyince ne canlanıyor. Serpil: Halk Meclisi isteği aslında hem örgütlenmenin bir aşaması hem de demokratik temsiliyetin bir alt biçimi olarak görülüyor, böyle olmalı. Daha iyi, temsiliyeti daha altta, bireye kadar giden temsiliyet için bir fırsattır sadece. S. Dayanışma: Gezi’de doğrudan demokrasi, katılımcı demokrasi diye dillendirilen, orada daha fazla gündemimize gelen bir şeyi tarif ediyorsunuz sanırım. Serpil: Aslında bunlar yıllarca konuşuldu. Mesela benim kurucu olduğum Sosyalist Birlik Partisi döneminde bunlar çokça konuşuldu. Mustafa: Aslında sol, bu terime ve bu çalışma pratiğine yabancı değil. Bir şey yeniden

keşfedilmiyor aslında. Sol siyasal hareketin tarihine bakıldığında sık sık görülüyor bu tür çalışmalar. Zaman zaman ivmesi artsa zaman zaman düşse de halk gerektiğinde inisiyatif alıp kendi sorunlarının başkaları tarafından çözülmeyeceğini anladığında, sorularının kendisi tarafından çözümüne yönelik bir örgütlülük içerisine girebiliyor rahatlıkla. Belki merdivenin birinci basamağı. Piramide çıkan merdivenin en alt basamağı olduğundan anlamlı ve önemli. Sadece siyasetle uğraşan insanların değil bütün halkın, işinden evine gidip gelen, kahvede oyun oynayan insanların, kadınların sahiplenmesi biraz da bunu farklı kılıyor. S. Dayanışma: Çok güzel bir noktaya değindiniz; kadınların sahip çıkması. Şöyle bir şey oluyor İstanbul’un yoksul mahallerinde; sokaklar genç erkeklerin tekelinde biraz. Siz halk meclisi oluştururken sokağa indiğinizde hem kadınların hem çocukların hem gençlerin yer aldığı bir ortam oluşturdunuz. Çocukların, kadınların geldiği bir halk meclisini siz biraz uyguladınız, bu nasıl gerçekleşti? Mustafa: Demokrasi anlayışımızın bir gereği, kadınların olmadığı bir meclisin ne kadar temsil gücünün olduğu soru işaretidir.

Onun için böyle bir şeye ihtiyaç vardı ve kadınların da bu halk meclisinin içinde olması gerekiyordu. Ama daha tam olarak çocukları dâhil edemedik, belki bir iki tane dahil etik ama çok yetersiz. S. Dayanışma: Siz bir şey söylemek ister misiniz? Çünkü başarılması zor bir şey. Genellikle sokaklar hem tenhalaştırılıyor hem de kriminalize ediliyor ama halk sokağa indiğinde tepki verdiğinde daha farklı şeyler oluyor. erpil: Şimdi 1 Mayıs Mahallesi halk meclisi oluşturulmaya çalışılıyor henüz. Yani bu süreç daha çok başında. Nasıl başında? İnsanlar dertleri olduğunda kâh muhtarlara kâh güvenilir kişi olarak bizlere gelip söylediler. Bu biraz sıkça yaşanmaya başladı. Bu defa yan yana geldiğimiz muhtarlar aynı şeyi dillendirmeye başladılar. Deniz Gezmiş Park Forumu’nda konuyu gündeme

Röportaj

getirdik, muhtarlarla beraber bu işe bir el atmak lazım dedik. Muhtarlara teklif ettik çünkü onlar da zor durumdalar. Muhtarlar daha önce yaptıklarını anlattılar. Haftada bir defa emniyet müdürüne ve kaymakama gittiklerini söylediler. Emniyet müdürüne işlem yapın, burada gençlik yok oluyor, mahalle çürüyor yakarışlarıyla gittiklerini söylediler. Ama “Mahalleye giremiyoruz” ya da “biz bir operasyon yapamayız” cevabını alıyorlar. Buna karşı muhtarlar diyorlar ki; “geçen gün girdiniz, balyozla kapılarını kırarak pek çok siyasiyi aldınız. Siz torbacıları ya da satıcıları nasıl yakalayamazsınız”. Sonra halk gördüklerini anlatıyor bizlere. Torbacıların nasıl sırtlarının pışpışlanarak götürüldüğünü, iki gün sonra serbest bırakıldıklarını anlatıyor. Yani emniyetin buradaki uygulaması gayet göstermelik bir uygulama. Hatta bu haftalık rutin gidip gel-

19


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

melerinde muhtarlar şunu da söylüyorlar. Henüz biz ismini bilmiyoruz, muhtarlar biliyor. Bir kağıt üzerine ismini yazarak emniyet amirine ‘bu komiseriniz mahallede satış yapıyor’ diyorlar. Ve gülüyor emniyet amiri. Böyle açık bir durum var. Suç durumu var. Ama ne savcı ne başka bir kişi herhangi bir işlem yapmıyor. Muhtarlar ve Deniz Gezmiş Park Forumu bir araya geldiğinde bir çağrı yapalım dendi. Siyasi yapılanmalarla, yöre dernekleriyle, çok büyük emekle, muhtarlarla beraber tek tek dolaşıp görüşmeler yapıldı. Yöre dernekleri de onay verdi bu işe. Hep birlikte bir toplantı yapıldı. Bu toplantıdan sonra da devamlılığı olan eylemlilik kararları, tavır kararları alınan bir dizi toplantıyla sürdü mahalle meclisinin oluşumu. Ama hala oluşum halinde. S. Dayanışma:Uyuşturucu meselesinin dışında gündelik ne gibi sorunlar geliyor. Kadına şiddet, taciz, hırsızlık?… Serpil: Oluşmakta olan halk meclisimiz aslında Park Forumu’nun devamı. İşleyiş olarak aynı. Park Forumu’nda mesela çalışan kadınların kreş sorunu gündemi sıkça geldi. Formun geçen seneki yaz okulunda çocukların anneleri ile sıkı ilişki halindeydik ve bir hayli işler de yaptık. Okullar açıldıktan sonra da beraber işler yaptık.

Hayat öyle zorluyor ki, yetişmekte zorlandık Ancak öbeklenmeler olursa bu sorunlarla baş edilebiliyor. Yani duyarlılık alanlarında devinim haline girilebilirse sorunun çözümü daha kolaylaşıyor. Mustafa: Siyasi yapılar hep şuna alışmış, hep siyasi sorunları kendisi tespit eder, çözüme de kendisi kafa yorar, çözerse de veya çözemezse de halka sunar. Biz bunu yapıyoruz gel beraber yapalım der. Burada ben şunu fark ediyorum. Buradaki işleyiş biraz farklı oluyor sanki. Sorunların tespiti halk tarafından yapılıyor. Uyuşturucu meselesi de, kreş meselesi de, bir ara kooperatif konusu da gündemimizdeydi. Futbol turnuvaları, bu tür sorunların tespiti halk tarafından oluyor. Halk meclisinin gündemine de halk sokuyor. Çözümü de beraber orada tartışılıyor. Yani halkın direk içerisinde olduğu bir oluşumda çok daha sağlıklı yürüyor, katılımcı oluyor ve ayakları yere basan bir süreç oluyor. Öbür türlü siz siyasi bir yapı olarak çok doğru kararlar alıyor olsanız, doğru tespitler yapmış olsanız bile halka sormadan onların gündemine soktuğunuzda başarısız oluyor, sokağa çıktığınızda üç beş kişiyi geçmiyorsunuz. Ama öbür türlü sokağa çıktığınızda çağrı yapmanıza bile gerek yok. Doğal halk önderlerini görenlere, yaşlı teyzelerimizi, ablalarımızı sokakta görenlere bir güven ge-

liyor. Onları sokakta gördüğü zaman kitle akıyor zaten. Bence bunu bu şekilde örmek gerekiyor biraz da. S. Dayanışma: Bu oluşum nereye evrilir? Uyuşturucu konusunda mahallede son durum nedir? Sakine Çoban: Yürüyüşten sonra biraz azaldı ama sonradan araya zaman girince tekrar hareketlenme başlıyor gibi. Onun için tekrar bir eylem programı hazırlanacak. S. Dayanışma: “Hareketlenme başlıyor” dediniz. Bunu nasıl gözlemliyorsunuz? Sakine Çoban: Bilinen yerlerin hareketliliğinden anlıyoruz. S. Dayanışma: Bu “bilinen yerler” nereler? Bayram Çoban: Bu iş genellikler “tütüncüler” üzerinden yürüyor. Sakine Çoban :Ana cadde üzerinde içinde 4 kişinin bulunduğu arabalar var. Biçiminden, duruşundan fark edebiliyorsunuz. Evlerimizin önünde arabadan arabaya takasların yapıldığına tanık oluyoruz. Şimdi mesela meclis oluşum sürecinde şunu fark ettik. Plakalarına, arabaların içine dikkatli baktığımızda ürküp yer değiştiriyorlar. Yürüyüşten önce mahallenin belli yerlerinde gece boyunca satışlar oluyordu; bunları biliyorduk. Yürüyüşten sonra gündüz tütüncüler daha dikkatli olmaya başladı. Bu işi gündüz yapmamaya başladılar. Ama gece faaliyetleri sürüyor. S. Dayanışma: Çok can yakıcı bir konu bu. Haber bültenlerinde çarpıcı görüntüler veriliyor. Burada böyle örnekler oldu mu? Mustafa: Burada şöyle bir şey oldu. Serpil teyzeyle eşim yürüyüşten 1 gün önce broşür dağıtırken broşür verdiği kişi cenaze evine gittiğini ve ölen kişinin “bonzai”den öldüğünü

20

söylüyor. Bir de şöyle bir şey oldu. Uyuşturucuyla mücadele başladığında mahalle meclisine bir kadın arkadaşımız gelip “beni tehdit ediyorlar, ben evime bir haftadır giremiyorum” şikâyetinde bulundu. Mahalle meclisinin müdahalesiyle birlikte o kişiler geri adım attı ve sorun çözüldü. S. Dayanışma:Bu tehdidi yapanlar kimler? Bayram Çoban: Uyuşturucu satıcısı polis tarafından gözaltına alınıyor. Onun arkadaşları o kadına “sen ihbarda bulundun” diye tehditlere başlıyor. Serpil: Şöyle bir olay da oldu. Bir kadın uyuşturucu satıcısı tarafından feci şekilde dövüldü. Bu konuda çözümü meclis dışında arayanlar da oldu. Bir siyasi hareket yaptı bunu. Fuhuş yapan bir kadın dövüldü. Buna müdahale ettik. “Fuhuş üzerinden kadına şiddet yanlıştır, böyle bir yaklaşım sorunun çözümü olamaz, sorunun farklı bir biçimde çözümlenmesi gerekir” dedik. S. Dayanışma: Burada kaynayan bir kazan var. Bu da uyuşturucu ve çeteleşme üzerinden oluyor. Halk meclisinin bu sorunların çözümü doğrultusunda yol haritası nedir? Mustafa: Aslında birçok insan buna kafa yoruyor. Öneriler geliyor. “mahallemizdeki spor kulübünü aktif hale getirelim” dendi. O kulüptekiler de bu sorunu gündemlerine almışlar ve halk meclisi içerisinde aktif olarak yer alıyorlar. Öğrencilere yönelik çalışmalar yapıyorlar. Eğitime ağırlık verilen çalışmalar yapılması tartışılıyor. Neler yapılabilir konusu gelen yeni fikirlerle süreç içerisinde olgunlaşacaktır. Sakine Çoban: Mahalle meclisi seminer düzenledi. Uyuşturucu kullanan bir genç seminerde durumunu anlattı ve uyuşturucuyu bırakmaya çalıştığını söyledi. Bu kişi seminer veren arkadaşlar tarafından tedavi ettirilecek. Mustafa: Benim bir yakınımı da seminere çağırmıştım. Çocukları uyuşturucu kullanıyor.


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

Çocuk seminere gelmelerine engel olmuş. “ben artık uyuşturucu kullanmıyorum” demiş. Bu olay yürüyüşün sonrasına denk geliyor. Halk meclisinin etkinlikleri üzerinden oluşan psikolojik baskıyla hem satıcılar hem de kullanıcılar duraklıyor. Kullanıcılar içerisinden bağımlı durumda olmayanlar da “benim sonum ne olacak” düşüncesiyle bırakmaya çalışıyorlar. Serpil: Bir de şu var. İnsanlar kimlerin satıcı kimlerin kullanıcı olduğunu bizlere bildirmeye başladılar. Mahallede bir otokontrol mekanizması gelişiyor. S. Dayanışma: Muhafazakâr mahallelerde de bu konuda bir şeyler yapılmaya başlandı. Bu konuda bilginiz var mı? Sakine Çoban: Örnek Mahallesi’ndeki yürüyüşü tesadüfen gördük. Bilseydik topluca gider destek verirdik ki onlar da bize gelsinler. Böyle bir durumda bundan sonra Esat Mahallesi’yle ve Örnek Mahallesi’yle ortaklaşa bir şeyler yapılabilir. Serpil: Biz forumlar yaparken diğer mahallelerden tesadüfen görüp katılanlar oluyor. Örneğin Esat’dan bir arkadaş katıldı. Onlarla konuşuyoruz, gelebilirsiniz diyoruz. Herkese çağırıda bulunuyoruz. Sakine Çoban: Mahallenin muhafazakâr olan kesimi “ben zaten çocuğumu koruyorum” anlayışında. Dolayısıyla böyle bir yapılanmanın içerisinde yer almıyorlar. Biraz şöyle de bir durum var. Gündem tek başına bu değil. Gündem o kadar yoğun ve hızlı ki hepsine yetişmeye çalışıyoruz. Ve bu kesimle buluşmayı sağlayacak zemini yaratacak çalışmayı henüz yapamamış da olabiliriz. Serpil: Bir önceki soruyu biraz daha tartışmak lazım. “Sorunun çözümü doğrultusunda neler yapılabilir” konusu. “Anlatmak, fark ettirmek” tek başına yetmiyor. Bu çocuklar işsiz. Bu çocuklar eğitimsiz. Eğitim sisteminin altüst edilmesinden dolayı birçoğu okul bile bulamayacak

bu sene. Bir taraftan işe koşturan anneler… Bir taraftan iş bulamamış gençler… Bir taraftan herhangi bir sanatsal, sportif olanakla karşılaşmamış gençlik yığını… Dolayısıyla sorun sadece fark etmeyle çözülemez. Sistem sorunu. Bunu sadece azaltabiliriz. Sorunun çözümü konusunda bir hayli kafa yorduk. Örneğin 300-400 kişilik halk toplantımızda belediyemizi eleştirdik. Neden Örnek Mahallesi’ne bir kültür merkezi yaptı da buraya yapmadı. Bizim 20 dönümlük bir bostanımız vardı. O bostan “Deniz Gezmiş Parkı” olarak düzenlendi. Ama bostanın bir bölümü kaldı. Belediye oraya bir kültür merkezi yapılacağını söyledi. Bu iş için hayırsever bekleniyormuş. Böyle bir şey olmaz! Bir hayırsever çıkana kadar birkaç nesil feda edilemez! O zaman Deniz Gezmiş Park Forumu’nda şöyle bir anlayış geliştirildi. Burada çeşitli siyasi yapılar var. Onların sanatsal çalışma yapabildikleri mekânları var. Bu olanakları halka sunmamız lazım. Siyasi yapılarla halk ayrık duruyor. Bunu aşmak için mecliste de çok çaba sarf ediyoruz. S. Dayanışma: Bazı yerlerde halk meclislerinde yer alan kimi siyasi yapıların kendilerini dayatma ve meclisi bloke etme sıkıntıları yaşanıyor. Sizin meclisinizde böylesi sorunlar yaşanıyor mu?

yor. Mustafa: Şu da bir avantaj. Mahallemiz son yıllarda gerek Kürdistan coğrafyasından gerekse yıkımlar nedeniyle çevre mahallelerden göç almış olsa da mahallede 30 yaşın üzerindeki insanların çoğunluğu birbirini tanıyor. Çocuklarımız bir durumla karşılaşsa hemen komşular birbirlerine haber veriyor. Küçük bir köy gibi. Bu durum bir takım avantajlar sağlıyor. Farklı siyasetler arasındaki sorunlar da bu nedenle anlayışla çözülebiliyor S. Dayanışma: Son sözleriniz almak isteriz… Serpil: Kooperatifi... Doğuş Spor Kulübü. Bunları canlandıracak, bunları cazibe merkezi haline getirebilecek bir yaklaşım geliştirelim. Onun dışında da hayallerimiz var. Mesela Kadın Evi. Sığınma evinden bahsetmiyorum. Kadınların sohbet edebilecekleri, birlikte üretim yapabilecekleri, çocuklarıyla beraber gelebilecekleri bir yer. Birçok defa böyle adımlar atıldı bu mahallede ama yürümedi. Gençler için üretim yapabilecekleri atölye düşünüyoruz. Tabi bunları gerçekleştirmek kişiler bazına mümkün değil. Bu ancak mahalle meclisi olgunlaşıp düşüncesini daha çok insana yaydığında gerçekleştirebileceğimiz bir şey. Sosyalist Dayanışma: Hepinize çok teşekkürler, başarılar…

Mustafa: Biz yaşamadık. Burada siyasi yapılar bir duyarlılık gösterdi. Kendi adımıza bunu söyleyebilirim. Biz meclis çalışmalarının hiç birinde kimliğimiz sorulmadığı müddetçe HDP’liyiz demedik. Hiçbir öneri de HDP adına yapılmadı. Üstelik meclis içerisinde biz sayıca yoğunluktayız. Bizim böyle bir derdimiz olmadı. Sanırım diğer siyasi çevrelerin de böyle bir derdi yok. Kimilerinin de önerileri halk tarafından kabul görmeyince girişimleri sekteye uğruyor. S. Dayanışma: Böyle olduğu için de süreç daha sağlıklı işli-

21


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

Gönül Soyer ve Sıdıka Şen:

Çalışırken Ölmek, Hastalanmak, İstemiyoruz Av. Sevgi EVREN

Çerkezköy’de 2013’de yaşanan iş cinayetinde hayatını kaybeden SATİYE GÜR, evdeki şiddetten kaçtığında işyerindeki görünmez şiddetin kurbanı oldu. Alınmayan her önlem, ortadan kaldırılmayan her risk şiddettir. Ölümle sonuçlanan her iş kazası cinayettir. Bu cinayetlerin sonlanması ise iş cinayetlerinin katilleri üzerindeki “cezasızlık zırhının” kaldırılması ile mümkün olacaktır.

22

İ

şçi Sağlığı İş Güvenliği Kadın meclisinin Çorlu’da yaptığı atölyeye katılarak çalıştıkları AKATEKSTİL işyerindeki işçi sağlığı iş güvenliği ile ilgili sorularını paylaşan Gönül Soyer ve Sıdıka Şen, çok geçmeden işten atılmışlardı. Verdikleri hukuki mücadele zaferle sonuçlandı. Her iki işçi arkadaşımızı da verdikleri kararlı mücadele sebebiyle tebrik ediyorum ve yaşadıkları hukuki süreci bu vesileyle tüm meclis üyelerimiz ve kamuoyu ile paylaşmak istiyorum İşyerinde laborant olarak çalışan Gönül çalıştığı fabrikada daha evvel sendikal örgütlenme gerekçesiyle işten atılmış ve işe iade davası ile işe geri dönmüştü. Ancak işyeri koşullarının “işçi sağlığı iş güvenliği” kurallarına uygun olmaması nedeniyle sağlam olarak girdiği işyerinde rahatsızlandı. Bir kulağında büyük oranda duyma kaybı oldu. İlk işe girdiğinde işitme testlerinde “duyduğu” tespit edilen Gönül, yaşadığı rahatsızlık üzerine zaman kaybetmeden Meslek Hastalıkları hastanesine başvurdu ve hukuki mücadele başlattı. Bu arada hamile olmasına rağmen gece vardiyasında çalıştırılmak istendi ve rahatsızlanmasına rağmen hastaneye götürülmedi. Tüm bu mobinge karşı da direnen Gönül, patron tarafından çok geçme-

den işten atıldı. Bu arada yine Gönül gibi işe iade kararıyla işyerine dönmüş olan Sıdıka’da geçirdiği iş kazasına karşı sesiz kalmadı ve SGK’ya yaptığı şikâyetin ardından Gönül’le aynı tarihte 2. defa işten atıldı. Her iki işçi arkadaşımız da işe iade davası açarak, sendikal tazminat talebinde bulundu. Bağımsız Tekstil İşçileri Sendikası’nın avukatları olarak tarafımızca sahiplenilen davaları ise 2. defa zaferle sonuçlandı. Sıdıka’nın Çorlu 1. İş Mahkemesi’nde görülen davası 5 Eylül’de feshin geçersiz olduğu ve feshin sendikal sebeple yapıldığı tespit edilerek işe iade kararıyla sonuçlandı. Çorlu 2. İş Mahkemesinde 9 Eylül’de biten Gönül’ün davasında da feshin geçersiz olduğuna karar verilerek Gönül’ün işe iadesine karar verildi. Her iki davanın ortak sonucu ise, işçi sağlığı iş güvenliği tedbirlerinin alınmasını istemek veya uğranılan kazaya veya meslek hastalığına karşı hukuki koruma, önlem talep etmek asla ve asla işten atılma sebebi olamaz. Sıdıka ve Gönül’ün yaşadıkları iş kazası ve meslek hastalığına ilişkin şikâyetleri ve hukuki mücadeleleri sürüyor. Avukatları olarak biz bir yandan bu sürecin hızlanması için çalışıyoruz. Ancak bu süreçte kadınlar olarak ve nihayetinde sınıf mücadelesinin

bileşenleri olarak onların yaşadıklarına daha fazla sahip çıkmamız gerekiyor. Zira kadın işçilerin işçi sağlığı iş güvenliği konusunda hassasiyetleri ve riskleri çok daha fazla. Çerkezköy’de 2013’de yaşanan iş cinayetinde hayatını kaybeden SATİYE GÜR, evdeki şiddetten kaçtığında işyerindeki görünmez şiddetin kurbanı oldu. Alınmayan her önlem, ortadan kaldırılmayan her risk şiddettir. Ölümle sonuçlanan her iş kazası cinayettir. Bu cinayetlerin sonlanması ise iş cinayetlerinin katilleri üzerindeki “cezasızlık zırhının” kaldırılması ile mümkün olacaktır. İş cinayetlerinin sorumlularının basit taksirle değil kasıtla yargılanmasını ve patronların ara kadrolarının değil bizzat patronların yargılanmasını ısrarla talep etmemiz gerekiyor. En basit olarak algıladığımız iş kazalarının ve önemsemediğimiz mesleki her türlü rahatsızlığın bile şikâyete konu olmasını, gündeme taşınmasını ve işçi-işveren arasında kalmaktan kurtulmasını sağlamamız gerekiyor. Sıdıka ve Gönül’ün iş kazası ve meslek hastalığı şikâyetlerini önce tüm Çorlu’nun, ardından tüm Trakya’nın ve nihayetinde tüm işçilerin derdi yapana kadar mücadeleye devam edeceğiz. İşçiler ve sendikaları kararlı. Sıra tüm emek ve sınıf örgütlerinde…


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

Ayrılma Referandumları

A

vrupa Birliği parçalanma sıkıntıları yaşıyor. Önce İskoçlar Birleşik Krallıktan ayrılmak için referanduma gittiler. Şimdi de Katalonlar Madrid’den ayrılmak için oylama yapma kararı aldılar. İktidar katmanlarında İskoçya’nın ayrılma referandumu önce ciddiye alınmadı ama sonra kamuoyu yoklamaları ayrılma oylarının epey yüksek olduğunu gösterince telaş başladı. İş tehdide kadar vardı. Şimdi benzeri İspanya’da yaşanıyor. İskoçlardan yüreklenen İspanya Katalonları, bağımsızlık için eskiden aldıkları kararı yeniden gündeme taşıdılar. Ama referandum İspanya yasaları ile çatıştı. Anayasa’ya göre böyle bir bağımsızlığın ulusal bir tehdit olduğundan yola çıkarak referandumun yapılamayacağı kararı verildi. Sayıları milyona varan bağımsızlık yanlıları Katalonya’nın başkenti Barselona’da yağmur altında protesto gösterileri düzenlediler. Bu aslında bu türden ne ilk eylem ne de son olacağa benzer. Bağımsızlık hareketleri sadece söz konusu ülke iktidarlarında değil tüm Avrupa Birliği’nde korku çanları çalıyor. Tüm Avrupa’nın parça parça olmasından Balkanlaşmasından korkuyorlar. Dün İskoçlar, bugün Katalonlar derken yarın bunun arkası gelecektir. İspanya’da bağımsızlık isteyen sırf Katolonlar değildir. Bilindiği gibi Basklar yıllardır silahlı bağımsızlık mücadelesi veriyorlar. Belçika’da yaşayan Valon ve Flamanlar birbirlerinden hem dil hem de kültür olarak ayrıdırlar ve onlar da ikiye ayrılmak istiyorlar. Yıllardır sık sık aralarında sürtüşmeler yaşanır. İtalya’da Venedik son günlerde bayrak açtı. 1866’da girdikleri

İtalya’dan tekrar ayrılmak istiyorlar. Geçtiğimiz aylarda internet üzerinden bir kamu oylaması yapıldı. Oylamaya katılan 2,3 milyon insanın %90’ı bağımsızlıktan yana oy kullandı. Ayrıca bunlar en göze batanlar. Arkasından Fransa, Danimarka, İtalya’ya ve İspanya’ya ait genellikle turizm cennetleri olarak bilinen adaların da bu kervana katılması gündeme gelecektir. Yani ayrılıkçı bu dalga AB’yi parçalanmaya zorluyor.

Nedenler

AB’nin içinde bulunduğu ve bir türlü çıkamadığı ekonomik kriz zaten yoksul ve borçlu ülkelerde halkları böyle bir ayrılma isteğine itiyor. Kemer sıkma politikalarının topluluk tepesinden kendilerine dayatıldığını görüyor çareyi ayrılmada arıyorlar. Gerici iktidarlar bu isteği zorla bastırıyor ve halkları korkutuyorlar. Bu kez en ezilen yoksul halklar başka şekillerde seslerini duyurmaya çalışıyorlar. İskoç bağımsızlık yanlıları İngiltere’den ayrıldıklarında petrol gelirlerinin kendilerinin olacağını ve böylece yoksulluklarından kurtulacaklarını savundular. “Evet” oylarının çoğu yoksul, göçmen kesimlerden geldi. Katalonya da, merkezi İspanya iktidarına ödediği vergilerin çok azının kendi bölgesine geri döndüğünü savunuyor. Bağımsız devlet olurlarsa kemer sıkmadan kurtulacaklarına inanıyorlar. Basklılar da zaten yıllardır üstlerindeki baskılara karşı silaha sarılmak zorunda bırakılmışlardı. Büyük bir devlet terörüyle darbe yediler. Şimdi kendilerini toparlayabilirler. İtalya’da zengin kuzey bölgesi yoksul güneyden ayrılma sloganlarını yıllardır atıyor. Venedik, Roma’ya ödediği milyonlarca verginin çok azının kendisine geri döndüğünü ve ayrılacağını

söylüyor. Halkların hoşnutsuzluğu ayrılma isteklerini beslemekte, bağımsızlık yoksullaşmaya bir çare olarak görülüyor. Merkezi iktidara tepki olarak gelişiyor. Aslında bu iki referandum, AB halklarının daha politikleşmeye başladıklarının da işaretlerini veriyor. İskoçya referandumuna katılan sayısı rekor olmuş. Şimdiye kadar umudunu yitirmiş, sandıklara gitmeyen halk ilk kez oy kullanmış. Referandum sonrası tüm sol partilerin üye sayılarında müthiş bir kabarma yaşanmış. Barselona sokaklarında protesto eden Katalonların sayısı her seferinde bir öncekinden daha kabarık oluyor. Halklar, giderek daha çok kaderlerini ellerine almak ve politikayla ilgilenmekten başka yol olmadığını anlamaya başlıyorlar. İktidarlar da işte bu nedenle epey korkmaya başladılar. En başta bağımsızlık ilanı elbette Londra ve Madrid merkezi iktidarını yoksullaştıracaktır. Referandum öncesi Londra borsası çökme ile yüz yüze geldi. Para birimi Pound, görülmedik değer kaybına uğradı. Katalonlar ayrılırsa Madrid iktidarı zayıflayacak ve borç ödemeleri daha zorlaşacak, kemer sıkma arttırılmak zorunda kalacak, istikrar daha fazla bozulacaktır. O nedenle tehditler başladı. AB parlamentosu ayrılanların AB’den çıkmış olacakları ve tekrar alınmalarının uzun bir süreç alabileceğini söylüyor.

Ayşe TANSEVER

Bağımsızlık hareketleri sadece söz konusu ülke iktidarlarında değil tüm Avrupa Birliği’nde korku çanları çalıyor. Tüm Avrupa’nın parça parça olmasından Balkanlaşmasından korkuyorlar. Dün İskoçlar, bugün Katalonlar derken yarın bunun arkası gelecektir.

AB ekonomik durgunluğu böyle bağımsızlık isteklerini arttırdı. Halkların bu isteklerini saygı ile karşılamak gerekir. Ama gerici iktidarların çıkarları bu halkları sömürmek olduğu için her türlü ayrılık isteğine karşı bu yolu tıkamanın çeşitli yollarını arayacaklardır.

23


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

İNŞAAT DEDİĞİN BÜYÜK OLACAK! Seçkin TANDOĞAN

İ

stanbul Mecidiyeköy’de Ali Sami Yen stadının yerine dikilen gökdelende yaşanan asansör faciası akıllara durgunluk verir derecede. Olay sonrası en meşhur söz “ihmal” denilerek hafif boyun bükümü ile tepkiler giderek silikleşiyor. Gerçi toplumun gündeminde kalmasının en etkili silahı medya, iktidarın sıkı kontrolü altında tutuluyor. Toplumsal muhalefetin zayıflığı ancak birkaç gün konuşulmasına olanak sağlıyor. Nedir bu “ihmal” zincirinin aslı astarı. Mesele işyerlerinde cereyan ediyorsa ilk açıklama da bu oluyor farkındaysanız. Fakat “ihmal” eden her zaman en alttaki olur. Zaten o patırtı gürültüde “büyük” beylerin zıvanadan çıkmış halleri alttakilerin kendini savunmasına müsaade etmez. Son söz olarak kullandıkları “hesabını soracak, gerekli yasal düzenlemeyi yapacağız” ne zaman yerine geldi anlamış değiliz. Dikkat ederseniz bu açıklamaları yapmaları için ölenlerin sayısal çoğunluğu bulmaları g e r e k i y o r. Mesela on işçinin yaşamının son bulduğu Torunlar AVM inşaatında bu yılın Nisan ayında Erdoğan Polat isimli genç inşaat sepeti halatının kopmasıyla 14. kattan düşerek yaşamını yitirdiğinde kimden

24

ses geldi? (DirenÜniversite’liler hariç) Ölümle ve ciddi yaralanmalarla sonuçlanan olayların “ihmal” ya da “kaza olması için ara sıra ve de öngörülemeyen hallerde cereyan etmesi gerekir. Maşallah bizim ülkede eceliyle ölmek fakirin hayalleri arasında yerini aldı. Fıtratımız AKP’de simgeleşen taşeronun sermaye yatırımına göre yazılmaktadır. On işçinin rezidans inşaatında başına gelenlerin tarihi ve politik yanı var. Ellerinden gelse gökyüzüne inşaatın temellerini atacak bu neo-liberal politikaların keskin ustaları, yeryüzünde dikili bir ağaç bırakmamaya yemin etmişler. Üretimden sermaye biriktirmeyi uzun ve zahmetli saydıklarından, yükselişin çaresini eskide kalan gecekonduya benzer hızda gökdelenler dikmekte buldular. Üretim de olacaksa Noel Baba’nınkine benzer bir torbaya doldurulmuş yasalar arasında patronun elini (ve cebini) kolaylaştıracak şeyler yerini almıştır. Daha sırtlarından indirmeden kabul ediyorlar torba içindeki yasaları. Haklılar, sermaye beklemez! SOMA ve Torunlar AVM’de yaşananların ardından AKP iktidarının açıklamaları bizi ülkeye yabancılaştırır durumda. Hele Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı (ÇSGB) Faruk Çelik’in SOMA sonrası meclis kürsüsünden yaptığı konuşma evlere şenlik. İlk izlediğimizde eski Venezüella devlet başkanı Chavez konuşuyor sanırsınız. Oysa Chavez sempatikliği dahi olmayan bu adam neler söylüyor öyle. Taşeronlaştırmaya karşı yaptığı konuşmayı biraz daha devam ettirse yasaları biz mi çıkardık acaba dedirtecekti cinsten. Sayelerinde konuşmalarına dayanma gücümüz ikna olacak kadar olmadığı için gülmekle yetindik. Ha bir de Zaytung hackerlığa

başlayıp Redhack’ın yerini mi almaya çalışıyor diye düşünmeden de edemedik. Soma’nın ve bakan Çelik’in konuşması üzerinden dört ay geçmiş. Neden bugünkü yazımızda bu adama da yer verdik? Bir bütün olarak bunların iktidar döneminde hem sermaye korkunç boyutlara ulaşmış hem de iş yerlerinde meydana gelen “kaza”lar. Yaptıkları açıklamalarla fiiliyatta hayata geçirdikleri arasında uçurum olması da cabası. Hafızamız anlık olayların içeriğiyle sınırlı değil. Bugün iktidarda olmalarının nedenleri arasında bunca şeye rağmen AKP’ye inanıyor olmaları. İnşaatı çok seven AKP aslında hepsine karşı aynı duyguları beslemiyor. Bir kere inşaat büyük olacak. Mesela yoksulların yaşadığı bir mahallede tek katlı bir evin üstüne sofrandaki ekmeği azaltıp bir kat çıkmak istiyorsan hızlı ve görünmez olmalısın. Maazallah bir fark edilirse kat çıktığın, zabıtası polisi ansızın balyozlarla yıkıverirler bir çırpıda. Karşıdan baktıklarında göğsü kabaracak bir kere. Onlarca kat çıkmaları için ne gerekiyorsa yasallaştırılabilir. Ormanlık alansa bir kibrit çöpüne bakar. Yoksulların yaşadığı bir mahalle ise riskli alan ilan edip sürgünlerle talana yer açılır. Yaparken az maliyet mi? Taşeronla, güvencesiz, denetimsiz ve ucuza çalıştırarak bu iş çözülür. Yeter ki sermaye gökyüzünü kapatacak kadar kat çıkabilsin. İşçinin başına bir şey gelirse bitmeyen mahkemelerde unutulur gider. Ha bir de hak hukuk insan deyip sermayenin karşına mı dikildiler? Diker cengaver polisini karşılarına, verir Toma’dan mis kokulu suyu, sıkar gazını iş tamamdır. İş sermaye devletinin köküne dinamiti koymakta!


İşsizlik ve Sigortası

E

n son açıklanan rakamlara göre Haziran ayı sonunda bir yıl içerisinde ‘resmi işsiz’ sayısı 200.000 daha artarak 2,7 milyona çıkmış. İşsizlik oranı ise %9,1 imiş. Gerçek işsizlik oranının bu verilerin çok üstünde olduğu biliniyor. Ancak dikkat çekici bir durumla karşı karşıyayız. 2000 yılında %6,5 oranında olan resmi istatistik oranları, 2001 krizi ile sıçrama yaparak %9 un üzerine çıkmış, 12 yıllık AKP iktidarı döneminde ise ortalama bu oranda kalmış. Yani çılgın projelerle ‘patlayan ekonomi’ işsizlerin derdine pek deva olamamış. Bu rakamlara bakıldığında, 2000 yılında yürürlüğe giren işsizlik sigortası fonunun oldukça zor durumda olması gerekirken tam tersine burada biriken miktar Haziran ayı sonunda 70 milyar liranın üzerine çıkmış. Hatta 2008 ve 2011 yıllarında işsizlik sigortası kapsamının genişletilmiş olması bu miktarın artmasını frenlememiş bile. Açıklanan resmi rakamlara bir bakalım: 2013 yılında işsizlik sigortası gelirleri toplam 12,7 milyar TL. Bunun 5,8 milyarı işçiden kesilen ve işverenin işçiler için ödediği primlerden elde edilmiş. Fonda biriken paranın faiz getirisi ise 4,8 milyar TL. Buna karşın toplam gider 3,5 milyar. Bunun 1,2 milyarı işsizlere ödenenler. Eğitim giderleri ise 1,1 milyar TL. Söz konusu eğitim giderlerin tamamına yakını Toplum Yararına Çalışma Projesi (TYÇP) adı altında kamu kurumlarında istihdam edilenlere ödenen ücretlerden oluşuyor.

Yasa işsiz kalanlara, çalıştıkları sürelere göre 180 ila 300 gün arasında ücretlerinin %40’ı oranında işsizlik ödentisi verilmesini öngörmekte. Ancak işten çıkarılanlar, işsizlik ödentisi almak için İŞKUR’a müracaat ettiklerinde bin bir türlü zorluk yaşıyor. 2013 yılında işten çıkarılan 937.961 işçiden sadece 75.556’sı bu işlemleri tamamlayarak işsizlik ödentisi müracaatını tamamlamış. Ancak bütün bu formaliteleri yerine getirenlerin sadece 41.961’ i işsizlik ödentisi alabilmiş. Başka bir deyişle işten ayrılan ve sigortanın şartlarını yerine getirenlerin sadece %4.47’ si işsizlik parası alabilmekte. Tüm işsizler dikkate alındığında ise işsizlik parası alanların oranı %1,5 bile etmemekte. İşsizlik sigortası gelirleri milyarları bulunca hükümetin iştahını kabarttı. Fonda biriken paranın neredeyse tamamı devlet tahvili alınarak Hazine’ye devredildi. Bu tahvillerden elde edilen faizin bir kısmına bu sefer Hazine bir kez daha kesinti adı ile el koydu. Başka bir deyişle Hazine bu fonu adeta bedava kullanarak, gelir gider dengesini kendi lehine değiştirdi. Her ay sonu borcunun faizini ödüyor, bunu takiben faizin dörtte üçünü tekrar geri istiyor! Ortada duran bedava para elbette özel sektörün de iştahını kabartı. 2008 krizi bahane edilerek, inşaat sektöründe istihdamın arttırılması gerektiği öne sürüldü. Müteahhitlerin ‘payına’ 11,5 milyar düştü. Bu ‘borcun’ ne

zaman, nasıl ödeneceği ise onlarına insafına bırakıldı. Ülkemizde işsizlik ‘katliamı’ sürerken onların yaralarına bir dirhem ilaç olacak sigortalarının durumu böyle. Başta sendikalar olmak üzere işçi kuruluşları artık bu durumu sadece seyretmekle yetinmemeli. ‘Tüyü bitmemiş yetimlerin’ haklarına sahip çıkmakla meşgul hükümet böyle ‘can sıkıcı’ konularla elbette ilgilenmeyecektir. İş başa düştü diyenlere önerilerimiz şunlardır: Her şeyden önce her işsiz kalanın, işsizlik sigortasından yararlanma imkânı olup olmadığını araştırması için ‘İşsizler, sigortana sahip çık!’ diye bir kampanya başlatılmalıdır. İşçilere işsiz kalmaları halinde yapabilecekleri anlatılmalıdır. İŞKUR tarafından getirilen formalitelere ve engellere karşı nasıl mücadele edileceği gündeme alınmalıdır. Yine işsizlere yönelik olarak yapılacak eğitim imkanlarının gerçekten işsizlere yardım edecek karaktere kavuşması için neler yapılmalıdır sorusu cevapsız bırakılmamalıdır. Gerektiğinde inisiyatifi ele alıp işçi kurumları olarak bu programları yapmaya talip olmalıdır.

Mehmet AKYOL

Her şeyden önce her işsiz kalanın, işsizlik sigortasından yararlanma imkânı olup olmadığını araştırması için ‘İşsizler, sigortana sahip çık!’ diye bir kampanya başlatılmalıdır. İşçilere işsiz kalmaları halinde yapabilecekleri anlatılmalıdır. İŞKUR tarafından getirilen formalitelere ve engellere karşı nasıl mücadele edileceği gündeme alınmalıdır.

Meclisteki özellikle HDP milletvekilleri bu konudaki yasal düzenlemelerin nasıl değiştirileceğini işçi kurumları ile birlikte ele alıp gerekli önerileri hazırlamalı ve meclisin gündemine taşımalıdır. Kısacası, ‘beklemeyelim, yapalım’.

25


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

“Siz Yapamazsanız Biz Yaparız” Marina SİTRİN

Şimdi üç yıl sonra Vio.Me işyeri çevresi ile uyum içinde, orada yaşayanların kitlesel desteği ile işçi denetiminde işletiliyor, yeniden üretim yapıyor. Hiçbir şey imkânsız değildir. Geleneksel işyerini işgal etmekle, onu ele geçirmek arasında fark vardır. Genellikle işgalde işçilerin ücret ya da kapatılmış işyerinin tekrar açılması gibi fabrika sahibinden bir dizi talepleri olur.

26

E

konomik kriz derinleştikçe ve iktidarlar destek yerine daha çok kemer sıkma dedikçe dünyada insanlar giderek kendi çözümlerini yaratıyor. Artık kitleler kendilerine sırt çeviren iktidarlardan bir şey talep etmek yerine çözümü birlikte aramaya çalışıyorlar. İşçiler terk edilmiş işyerlerini direk demokratik meclisler ile ele geçiriyorlar, rotasyon uyguluyor ve eşit ücret alıyorlar. 2001 Arjantin ekonomik çöküşünden sonraki Arjantin’in izinde yürüyerek, çevrelerinde yaşayanların da desteği ile işçiler işyerlerini ele alıyorlar. Avrupa’da bunu yapan ilk işyeri Yunanistan’ın Selanik kentindeki Vio.Me dir. 2011 yazında, Selanik’te birkaç düzine insanın, ekonomik kriz sırasında Arjantin’de olanları tartışmasına katıldım. Yunanlılar diğer örgütlenme deneylerinden neler öğrenebileceklerini görmek istediler. Toplantıda Yunanistan’da bazı bölgelerde önceden başlamış olan takas, üretici tüketici ağları deneyleri, mahalle meclisleri ve organik bahçe yapmak için bazı toprakların işgali tartışıldı. Tek denenmeyen şey işyerlerini ele geçirmekti. Hatta bu tartışmada çoğu insan kesin bir şekilde “ Burada Yunanistan’da böyle şey asla olamaz” ı anlatmaya çalışıyordu. Bu imkânsızdı. İşyerlerinin çok küçük olmasından başlayarak binlerce gerekçe sayıldı. Bir rastlantı sonucu bu tartışmalar Vio. Me fabrikası sahibinin işçileri aylarca ücretsiz ve geleceksiz bırakıp gitmesine denk geldi.

yeri çevresi ile uyum içinde, orada yaşayanların kitlesel desteği ile işçi denetiminde işletiliyor, yeniden üretim yapıyor. Hiçbir şey imkânsız değildir. Geleneksel işyerini işgal etmekle, onu ele geçirmek arasında fark vardır. Genellikle işgalde işçilerin ücret ya da kapatılmış işyerinin tekrar açılması gibi fabrika sahibinden bir dizi talepleri olur. Oysa ele almada işçiler ilk önce işgal ederler ve sonra Brezilya topraksız köylü hareketinden doğan ve Arjantin hareketlerinin de kullandığı ‘işgal et, diren ve üret’ formülü uygulanır. Ele geçirme görüşü ve eylemi kolektif olarak senin olduğunu düşündüğün şeyi yeniden üretime sokmak yani geri almaktır. Direnmenin ne olduğu açıktır. Her zaman olduğu gibi bir şeyi aldın mı eski sahipleri ya da iktidardan baskı gelir ve sonra üretmeye başlanır. Vio.Me olayında işçiler işgal etmeye karar verdiklerinde daha fabrikayı işletip işletmeyeceklerini bilmiyorlardı. Bunun Yunanistan’da nasıl karşılanacağını düşünemiyorlardı. Arjantin’deki deneyi duymuşlardı ama orası çoook uzak gibi görünüyordu.

Kapanıp, işçilerin sokakta ve ücretsiz kaldığı binlerce işyerinden farklı olarak Vio.Me fabrikasının kırk işçisi meclis kurdular ve işyerlerini ele geçirdiler.

Vio.Me işçileri küresel dayanışma ağı ile bağlantı içindeydiler ve Yunan hareketleri bu geri alma sürecini yaşamış olan Arjantin işçilerinin Yunanlı işçilerle buluşmasını sağlayacak fonu topladılar. Ayrıca sonra bu fon Vio.Me dayanışma girişiminin temeli oldu. Vio.Me işçileri şimdi geriye bakıp düşündüklerinde, kendi yaşadıklarının aynısını yaşamış fabrikada çalışan Lalo ile buluşmalarının onlara Yunanistan’da karşılarına çıkacakları daha somut olarak görmelerini sağladığını ve bundan aldıkları güç ile de son kararlarını verdiklerini söylüyorlar.

Şimdi üç yıl sonra Vio.Me iş-

Daha en baştan işçiler her-

kesin dinlendiği ve her görüşün dikkate alındığı yatay meclisler kurdular. Sözcüler olsa bile onlar sadece sözcü yani meclisin kararlarını temsil eden seslerdi. Yoksa karar veren ya da başka işçiler adına konuşan bireyler değillerdi. İşyerini üretime geçirecekleri kesinleştikten sonra işçilerin verdiği ilk kararlardan bir tanesi üretilecek şeyi değiştirmek oldu. Fabrika endüstriyel tutkal ve temizlik malzemeleri üretiyordu ama işçiler aileleri ve destekçileri ile uzun tartışmalar sonrasında


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

toksik maddeleri ne kullanmak ne de üretmek istemediklerini anladılar. O nedenle şimdi yerelde elde ettikleri şeylerle organik maddeler üretiyorlar. Şimdilerde her türden lavanta ve zeytinyağı bazlı temizlik maddeleri, sabunlar üretiyorlar ve sürekli olarak yeni ürünler deniyorlar. Satışlar ve ücretleri hala görece olarak düşük olsa bile geçinebiliyorlar. Geçinebilmeleri büyük ölçüde kendi yaşamlarının da Vio.Me işçileri ile bağlantılı olduğunu gören çevreleri sayesinde oluyor. Vio.Me işçileri işyerlerini işgal eder etmez toplumun bütün kesimlerinden destek geldi. Arjantin deneyinde olduğu gibi birçok geleneksel sendika ve partiler bu süreci desteklemediler. Daha radikal solun tüm dünyada kullandığı tezleri kullanarak birçok sendika bunun

sendikal bir eylem olmadığını çünkü bu sürecin onlar tarafından başlatılmadığını söylediler. Sol sosyalist partiler de bunun işçileri fabrika sahibi yapacağını ve bunun desteklenecek bir şey olmadığını savundular. Birçok açıdan bu reddediş olumlu oldu çünkü önderlik peşinde koşmayan dayanışma kanalları açıldı. Bu bir işçi girişimidir deniyor ve binlerce insan onları destekliyor. Dayanışma bizzat fabrika alanında bulunup işyerinden zorla çıkartılma eylemlerine karşı korumaktan, işyeri meclisi ile diğer çevre meclis kararlarının koordinasyonuna kadar çok çeşitli biçimlerde ortaya çıkıyor. Bu ikinci örnek yeni bir girişimdir. Burada destek verenler “dayanışma destekçileri” oluyorlar ve her ay bir miktar para vererek aylık üretimden mal alıyorlar. Bunlar meclislere katılabiliyorlar ve fabrikada alınacak bazı kararlarda danışman oylarına sahipler. Mayıs 2014’de yapılan son meclise birkaç yüz kişi katıldı. Arjantin’de geri alınan yüzlerce işyerlerinde olduğu gibi Vio.Me işçileri mücadelenin başarıya ulaşmasının tek yolunun mücadele eden ve örgütlenen diğer insanlarla yakın ilişki içinde olmak olduğunu çok iyi biliyorlar Birçokları işyerini ele geçirme deneyinin kapitalizme alternatif olmadığını savunuyor. Belki kendi içinde böyle değil. Ama kesinlikle işsiz kalacak işçiler böylece işsiz kalmıyorlar. Ayrıca onurları kırılmış aynı işçiler baskı altında değiller aksine onurlarını ve yaşamlarını yeniden kazanacak işçilere yol açıyorlar. Vio.Me meclis sözcüsü Makis’in dediği gibi tek bir iş yeri kapitalizme son verecek değil ama bu deney kolektif anti-kapitalist bir kasın güçlenmesi, işçilerin kendi işyerlerini işletme daha geniş deneyine doğru gelişim demektir ve bu zamanla toplumla birlikte tüm toplumun kendisini yönetmesine yol açacaktır.

ratif haline dönüştürmektir. Bu kapitalist ekonominin temeline meydan okumaktır. İkincisi ve belki de daha önemlisi yeni değerlerin yaratılmasıdır. Dünyanın dört bir yanında on binlerce işçi işyerini alma eylemi ile uğraşıyor ve yüz binler ise bu süreçle yakından ilgililer. Bu yeni değer ilişkileri yaratıyor. Yani bunların çoğu meclisler ve yatay biçimlerde kapitalist üretim ilişkilerinin kurallarını kırarak ve daha az sömürüye dayalı ve canlı, işe yabancılaşmamış deneyler yaratarak çalışıyorlar. Bu yeni ilişkiler kapitalist üretim ilişkilerini kırarken aynı zamanda yeni değerler ve yeni değerlere dayalı üretim ilişkileri yaratıyorlar. Hareket içindekilerin kuralı sermaye birikimi ya da artı değer üretimi değil dayanışma ve dostluk ağı kurmaktır. Bu yeni değer sistemi öznel düzeyde yani insanların kendilerinde ve birbirleriyle olan ilişkilerinde yaşandığı kadar somut olarak, bu ilişkiler bazında yeni yaşam biçimleri oluşuyor. Adidas ayakkabısı yapan, eski adı Gatic şimdi Coperativa Unidos por el Calado olan ele geçirilmiş işyerinden Vio.Me’yi ziyaret eden aynı Arjantinli işçi Ernesto Lalo Paret’in dediği gibi “Bu süreçte hayal edebileceğiniz tüm sorunları yaşarsınız ama önceki fabrika sahibinin yapamadığı bir şeyi başarırsınız: Fabrikalara hayat kazandırırsınız. Ayrıca böyle pislik dolu bir toplumda hayat kazanmak ne demektir? Bir ekonomist bana nakit akışı değerlidir diyecektir ama burada bir insan kendi öz güvenine kavuşuyor, kendi değerini anlamaya ve kendine saygı duymaya başlıyor. Fabrikayı ayağa kaldıran budur. Böyle bir örnek insanın maliyeti nedir? Ayrıca bir fabrikayı ailen ve içinde yaşadığın toplum için ele geçirmenin değeri nedir?” (MU’da yapılmış bir söyleşiden 2011 Ağustos- Ayşe Tansever’in çevirisi ile)

Birçokları işyerini ele geçirme deneyinin kapitalizme alternatif olmadığını savunuyor. Belki kendi içinde böyle değil. Ama kesinlikle işsiz kalacak işçiler böylece işsiz kalmıyorlar. Ayrıca onurları kırılmış aynı işçiler baskı altında değiller aksine onurlarını ve yaşamlarını yeniden kazanacak işçilere yol açıyorlar. Vio. Me meclis sözcüsü Makis’in dediği gibi tek bir iş yeri kapitalizme son verecek değil ama bu deney kolektif antikapitalist bir kasın güçlenmesi, işçilerin kendi işyerlerini işletme daha geniş deneyine doğru gelişim demektir ve bu zamanla toplumla birlikte tüm toplumun kendisini yönetmesine yol açacaktır.

Geleneksel kooperatiflerden farklı olarak işyerini ele geçirme deneyi kapitalist ilişkilere de meydan okuyor. İlk olarak meydan okuma özel mülkiyeti almak ve onu kolektif ve koope-

27


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

Yoksulların ve yok sayılanların;

‘’ Mehmet Ayvalıtaş Dersliği’’ Elif IRMAK

Şimdi aradan geçen bir yıldan fazla zamanda Yeşilkent Pir Sultan’da Mehmet Ayvalıtaş dersliği bizler için ne anlama geliyor? Bu derslik Mehmet’le yaşamalı dedik. Çünkü Mehmet geçim sıkıntısı yüzünden okulu bırakmak zorunda kalmıştı ve babasının yanında pazarcılık yapıyordu

A

vcılar Yeşilkent’te Alevilerin mahallede kendini var etme çabasının sembolü haline gelen bir cemevi mücadelesi verilmişti. Avcılar Belediyesi’nin söz verdiği halde yapmaktan imtina ettiği cemevi inşaatını mahalle halkı fiilen işgal etmiş ve dayanışmayla cemevini faaliyete geçirmişti. Ancak bu sırada belediyenin zabıtaları tarafından defalarca saldırıya uğramış ve cemevi boşaltılmak istenmiş, mücadelenin sonunda direniş kazanmış ve belediye halk ile protokol imzalamak zorunda kalmıştı. Cemevinin kazanılmasının ardından kurulan Yeşilkent Pir Sultan Kültür ve Dayanışma Derneği halkla daha fazla buluşmak ve dayanışmayı büyütmek üzere yola çıktı. Gezi isyanının patlamasıyla birlikte adaletsizliğe karşı çığ gibi büyüyen öfke Yeşilkent’te de karşılık buldu ve mahalledeki yürüyüşlerin neredeyse hepsi Pir Sultan gençliğinin öncülüğünde gerçekleştirildi. Gezi isyanının bir alevi ayaklanması olduğu söylenip durdu. Evet, Aleviler Gezi Direnişinin en önemli dinamikle-

28

rindendi. Ancak buradan yola çıkarak Gezi’nin bir Alevi isyanı olduğunu söylemek cumhuriyet tarihinin bu en büyük isyanına yapılacak en büyük haksızlık olur. Gezi şehitlerinin hepsinin Alevi olması, direnişteki Alevi popülasyonun fazla olması ile ilgili bir durumdur. Bu durum başka bir siyasi sonuç da doğurmaz. Mehmet de tek başına Alevi olduğu için sokağa dökülmemişti. İşçiydi Mehmet, yoksuldu. Sınıf mücadelesiyle tanışmış, sınıf kiniyle mücadele etmenin ve dayanışmanın ne demek olduğunu yaşadığı mahallesinde çoktan öğrenmişti. Liseli Direnişçi Gençlik saflarında yer alması da bundandı. Aramızdan ayrılışı da lanetli kapitalizmin ve adaletsizliğin bize ödettiği bir bedeldi. Şimdi aradan geçen bir yıldan fazla zamanda Yeşilkent Pir Sultan’da Mehmet Ayvalıtaş dersliği bizler için ne anlama geliyor? Bu derslik Mehmet’le yaşamalı dedik. Çünkü Mehmet geçim sıkıntısı yüzünden okulu bırakmak zorunda kalmıştı ve babasının yanında pazarcılık yapıyordu. Bugün zenginler cenneti yaşıyor. İstedikleri okullarda, istedikleri mesleğe hem de sınavsız sahip olabil i y o r l a r. Hem de d iploma alıp o mesleği yap-

mak zorunda olmamacasına. Biz adaletsizliğin içinde adaletimizi sağlamak için Mehmet şahsında yoksulluk yüzünden, okuyamayan ve istemediği bir hayatı yaşamak zorunda kalan herkes için derslik Mehmet ismiyle yaşamalı diyoruz. Bu derslik de Mehmet’in adını yaşatmalı. Çünkü unutmayı da ihanet sayıyoruz. Biliyoruz, yoksulların ve 21. yy’da hala yok sayılan Alevilerin mücadele etmek dışında bir seçeneği yok. Böylece bizler de bu yolda yürürken genç bir direnişçiden öğrenmek şansına sahip olacağız. Onun gibi genç, onun gibi bahanesiz, onun gibi hesapsız sürdüreceğiz mücadeleyi. Pir Sultan’da yetişen gençlere elbette Gezi şehitlerimizin hepsi ilham veriyor, gezi direnişimizden sonra sıkça parklara, meydanlara ve kütüphelere şehitlerimizin isimlerini verdik ve şimdi üzerimize düşen asla popülizme kaçmadan onlara yakışırcasına bu isimleri taşımak. Son derece zor bir görev. Ancak bu bilinçle yaptığımız işler anlam kazanacak ve artık içimiz rahat şimdi bu derslikte ‘’Mehmet gibi fidanlar’’ yetişecek.


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

AVRUPA SAVAŞINA DOĞRU

A

slında iki insanlık dramı arasında sıkışıp kaldık. Bir tanesi Orta Doğu diğeri ise Ukrayna’dır. Ama ikincisini pek duymuyoruz. Batı onu gözlerden ırak tutuyor. Şimdiye kadar 2500 insan öldü. 4000 den fazla yaralı var. Sadece birkaç ayda 240 bin insan yerinden oldu ve Rusya’ya kaçtı. Donetsk ve Lucansk Halk Cumhuriyetlerinde geride kalan insanlar nasıl yaşıyor belli değil. Neredeyse bir aydır elektrik verilmiyor, sular akmıyor. Yiyecek yok gibi bir şey. Rusya 230 kamyon dolusu yardım yolladı. Bir hafta sınırda bekletildiler. İçeri almamak için bin bir bahane bulundu. Batı gözlerini kapamış bu insanlık dramını görmüyor/göstermiyor. Orta Doğu daha da karıştırılıp gölge yapılmaya çalışılıyor. Neden mi? Çünkü bu dramı yaşatanlar IS değil, bizzat ABD yaratığı Ukrayna faşist iktidarıdır. CIA tarafından Sovyetler Birliğinin çökmesi ve renkli Ukrayna devrimi sonrasında ABD’ye götürülüp eğitilmiş güçler şimdi ABD çıkarlarına hizmet ediyorlar. Doğu’daki kentleri kuşatıyor ve ortamı acemi Ukrayna güçlerinin saldırısına hazırlıyorlar. NATO el altından destek veriyor. Öte yandan da tüm suç Rusya ordusuna yükleniyor. ABD el altından askeri yardım boca ederken Putin karalanıyor. Eski sosyalizm öcüsü hortlatılıyor. AB, bu ABD planının kurbanı oldu. Yavaş yavaş savaşa doğru itiliyor. Putin’in uzattığı tüm barış dalları ellerinin tersi ile itiliyor. Son olarak Beyaz Rusya başkenti Minsk’te Ukrayna devlet başkanı Poroshenko ile Putin görüşmesinde barış için bir komisyon kuruldu ama daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan yeni kışkırtmalar ile olası bir sürecin baltalanması devreye sokuldu. Aslında AB, Rusya ile bir savaşa girmek isteğinde değil. Ama

ABD tarafından sürekli provoke ediliyor. Batının yaptırımlarına misilleme olarak Rusya’nın koyduğu yaptırımlar ekonomik olarak AB’yi zorluyor. Hele hele Rusya’nın gaz akışını kesmesi AB ekonomisi için bir felaket olacaktır. Taraflar olayları bu boyuta tırmandırmaktan kaçınıyorlar. Ancak ABD, olayları bu yöne zorluyor ve elindeki planlar bitmedi. MH17 sayılı Malezya uçağının düşürülmesi ile 298 yolcunun ölümü bir dönüm noktası oldu. O çok ‘insancıl’ olan AB ekonomik çıkarları arkasında duramaz hale geldi ve Rusya’ya yaptırım uygulamak zorunda bırakıldı. Yaptırım uygulamaktan yine kaçınsa idi ABD tarafından top ateşine tutulurdu. AB bunu göze alamadı ve boyun eğdi. Rusya AB’den yiyecek alımını durdurarak AB’ye misilleme yaptı. 2008 krizinin hala giderilemeyen etkileri, Akdeniz ülkelerinin borç batağında oluşu ve genel kapitalist durgunluk üstüne bir de Rus yaptırımı AB ekonomisinde tehlike çanları çaldırıyor. Yaptırım maliyetinin 1 trilyon dolar olacağı tahmin ediliyor. Yalnız Almanya’da 25 bin işyerinin kaybından söz ediliyor. AB ülkeleri çiftçileri elma, şeftali gibi birçok meyve sebzesini çürümeye bıraktı. Çiftçiler kan ağlıyorlar. Sonuçta Ukrayna faşist iktidarı yalnız doğusundaki halkları katletmiyor aynı zamanda AB içindeki yoksul halkları da ölüme terk ediyor. AB önümüzdeki süreçte daha karışık ve çalkantılı bir döneme girebilir. Olay bununla da kalmayabilir. Bir kez daha Avrupa bir dünya savaşının başlama yeri olabilir. Zaten ABD’nin emelinin de bu olduğu açıktır. Malezya uçağının düşürülmesi de bu emeller uğruna CIA tarafından gerçekleştirilmiştir. Şimdi kara kutusu

bu gerçeklerin üstünün örtülmesi için İngiliz yetkililerin elinde durmaktadır.

Ayşe TANSEVER

Neden Savaş

ABD çılgın gibi her yerde savaş istiyor görünümündedir. Batma yolunda olan bir süper gücün çılgınlık günlerini yaşıyoruz sanki. ABD’nin savaş isteğinin gerekçelerini Putin danışmanlarından Sergei Glaziev’in ağzından dinleyelim. Counterpunch sitesi yazarlarından Mike Whitney’in yaptığı söyleşiye herkesin bildiği gerçeklerle başlıyor: “Savaş her zaman Amerika için iyidir.” diyor. (Counterpunch.org 22-24 Ağustos 2014). ABD’nin şimdi Avrupa’yı bir savaşa sokmak istediğini iddia ediyor. Bunun için çeşitli nedenler ileri sürüyor. Birinci neden olarak: “Dünya bir dizi iç içe geçmiş dairesel krizler yaşıyor. Bunların en ciddisi ekonomik kalkınmanın uzantısı ile ilişkili teknolojik krizdir. Son 30 yıldır büyümeyi sağlayan ekonomik yapı kendini tüketti. Yeni teknolojik sistemlere geçmek zorundayız… Bu tür değişimler ne yazık ki savaşlarla yapılıyor.” 30 yıl önce de bu böyleydi, Soğuk Savaş sırasında da yaşandı. Şimdi yine kapitalizmin aynı türden bir kriz içinde olduğu tespitini yapıyor.

Rusya yeni bir dünya gücü olma doğrultusunda kendine ittifaklar arıyor. Burnunun dibindeki AB en büyük adaydır. Çin ve diğer BRİCS ülkeleri diğer müttefikler olabilir. Ama AB ile ekonomik bir alan en büyük tercihi olacaktır. AB’ye Putin açık açık böyle bir teklif götürmüş ama karşı tarafı ikna edememiştir.

Devreye sokulmak istenen teknolojilerin sağlık ve bio teknolojiye dayalı ilaç endüstrisi ve nano teknolojiye dayalı haberleşme alanları olduğunu söylüyor. Putin’in bu konuda Avrupa’ya büyük bir ekonomik öneri getirdiğini söylüyor. “Putin’in sürekli ortaya koyduğu gibi eğer Lizbon’dan Vladivostok’a (Rusya’nın en doğusundaki yerleşim alanı. bn.) kadar tercihli bir ticari rejim ile genel karşılıklı kalkınma programında anlaşabilseydik, eğer Brüksel ile ortak bir ekonomik alanda, ortak bir kalkınma alanında anlaşabilseydik, sağlıktan uzay tehlikelerini

29


Sosyalist Dayanışma / Ekim 2014

savuşturmaya çeşitli projelerle bir çıkış yapabilir, bilimsel, teknolojik potansiyelimizi hayata geçirebilir ve böylece hem güçlü bir talep yaratmış olur hem de yeni teknolojiye bir ivme kazandırmış olurduk.” (ay)

NATO’nun yani AB ve ABD savaş ittifakının da yaralarını sarması gerekiyor. Ukrayna savaşı, Rusya ile cepheleşme NATO’ya yeni kan demektir. Topluluğun eylül ayında yapılacak toplantısında büyük bir olasılıkla Ukrayna’ya destek ve onun topluluğa alınması gündemleşecektir. Rusya ‘saldırganlığı’ bahane edilerek Baltık ülkeleri de NATO içine alınacak, onlara güvence verilecektir. NATO sınırında yeni üsler yaratmaya çalışarak Rusya kuşatmasını sağlamlaştıracaktır. Yeni üyeler, yeni silahlar ve üsler ile NATO yenilenecek, güçlenecektir. Silah tekellerinin emelleri budur.

Rusya yeni bir dünya gücü olma doğrultusunda kendine ittifaklar arıyor. Burnunun dibindeki AB en büyük adaydır. Çin ve diğer BRİCS ülkeleri diğer müttefikler olabilir. Ama AB ile ekonomik bir alan en büyük tercihi olacaktır. AB’ye Putin açık açık böyle bir teklif götürmüş ama karşı tarafı ikna edememiştir. AB Rusya ile ekonomik ittifaktan korkmuştur. Ancak bu teklif AB finanskapital güçlerini bölmüştür. Bugün Almanya’da Rusya ile böyle bir ekonomik işbirliğine girmek isteyen çevreler vardır ve her geçen gün sesleri daha yüksek duyuluyor. Merkel’i Rusya ilişkilerinde top ateşine tutuyorlar. Merkel belki de bu nedenle son Ukrayna ziyaretinde daha yumuşak bir tavır aldı ve Doğu’nun yeniden yapılandırılması Marshal planını açıkladı. Ukrayna da şimdilik ABD’li “dostlarını” kıracak güçte olmadığı için bu teklifi kabul edemedi. Öte yandan Alman finans kapitali içindeki bu bölünme dalga dalga AB içinde yayılıyor. ABD içinde bile böyle bir bölünme yaşanıyor. Ukrayna’ya yaptırımlar açıklandığında buna karşı olan ABD’li finans çevreleri en etkin gazetelerde boy boy ilanlar vererek Rusya’ya uygulanan yaptırımların ülkede kaç işyeri anlamına geleceğini duyurdular. Küreselleşme, dünya silah tekelleri ile diğer tekeller arasında büyük sürtüşmeler yaratıyor. Silah dışı tekeller barışçıl bir dünyayı ticaretleri açısından daha gerekli görüyorlar ve savaşlara karşı duruyorlar. Bu çatlak giderek açılıyor. Ukrayna bu çatışmanın en fazla ortaya çıktığı zemin oldu. Yeni teknolojik yatırımlara dayalı bir Rusya AB serbest ekonomik alanının ABD’nin kâbusu olması anlaşılır bir şeydir. Rusya ile ittifak içindeki bir AB olsa

30

olsa ABD ekonomik ve stratejik çıkarlarına balta demektir. En yakın müttefikini kaybetmiş demektir. AB şimdiye kadar Rusya ile iyi ilişkilerini Rus gazına olan bağımlılığı ile açıklıyordu. Ama şimdi ABD ona kendi kaya gazını gösteriyor AB’nin enerji ihtiyacını karşılama sözü veriyor. Ayrıca da kendi enerjisine pazar oluşturuyor. Sonuçta Putin’in önerdiği gibi Rusya ile yeni teknoloji çerçevesinde ortak ekonomik alan kurmak gerçekten AB ekonomisi için bir kurtuluş olabilirdi. Ve ABD’yi dünya liderliğinden alaşağı edebilirlerdi. Rusya’nın askeri gücü de böylece kendine bir yer edinmiş olurdu. Ancak AB eski ittifakı ABD’den böyle bir kopuşa henüz hazır olmadığını gösteriyor.

Başka Gerekçeler

Glaziev ABD’nin ikinci gerekçesi ya da korkusunu daha ayrıntılı olarak anlatıyor: “Dünyamız şimdi Amerikan sermaye birikimi evresinden Asya sermaye birikimi evresine geçiyor. Bu da ABD hegemonyasına meydan okuyan başka bir krizdir. Amerikalılar gelişen Çin ve diğer Asya ülkelerinin rekabetine karşı liderliklerini korumak için Avrupa’da bir savaş başlatıyorlar. Avrupa’yı zayıflatmak, Rusya’yı parçalamak ve tüm Avrupa-Asya kıtasını kendilerine tabi kılmak istiyorlar. Yani, Putin’in önerdiği Lizbon’dan Vladivostok’a yeni bir kalkınma alanı yerine ABD bu alanda kaotik bir savaş çıkartmak, tüm Avrupa’yı bunun içine sokmak, Avrupa sermayesini devalüe etmek, altında ezilmek üzere olduğu Rusya ve Avrupa’ya olan borçlarını silmek, bizim ekonomik alanımıza sahip çıkmak, devasa Avrupa-Asya kıtasının kaynakları üzerinde denetim sağlamak istiyor. Çin’i yenmenin ve hegemonyasını korumanın tek yolunun bu olduğunu düşünüyor.” (ay) Görüldüğü gibi Ukrayna’da çıkacak bir savaş ABD’nin AB parasına ve sermayesine karşı vurmak istediği darbenin de bir parçasıdır. Aklı başında herkesin kafasında ayrıca ABD’nin bu dış

borçlarını nasıl ödeyeceği sorusu vardır. Hayır, ABD bunları geri ödemeyecektir. Ödememek için bin bir kılıf aramaktadır. Ukrayna’da çıkacak bir savaş buna güzel gerekçeler getirebilir. Öte yandan Afganistan ve Irak savaşlarında sadece ABD yenilmedi, NATO da bir işe yaramadı ve çıkmak zorunda kaldı. ABD ve AB ilişkileri askeri olarak da limonidir. NATO’nun yani AB ve ABD savaş ittifakının da yaralarını sarması gerekiyor. Ukrayna savaşı, Rusya ile cepheleşme NATO’ya yeni kan demektir. Topluluğun eylül ayında yapılacak toplantısında büyük bir olasılıkla Ukrayna’ya destek ve onun topluluğa alınması gündemleşecektir. Rusya ‘saldırganlığı’ bahane edilerek Baltık ülkeleri de NATO içine alınacak, onlara güvence verilecektir. NATO sınırında yeni üsler yaratmaya çalışarak Rusya kuşatmasını sağlamlaştıracaktır. Yeni üyeler, yeni silahlar ve üsler ile NATO yenilenecek, güçlenecektir. Silah tekellerinin emelleri budur. Ancak NATO ittifakı AB’nin aç karnını doyurmak bir yana yeni harcama demektir. AB ülkelerinin pek çoğunun ona verecek tek kuruşu olmadığı gibi Rusya pazarını kaybetmek göze alınır gibi değildir. Sonuçta Ukrayna krizinde her ne kadar şimdiye kadar Batı birlik göstermiş olsa bile ABD’nin her zorlaması dikişleri birbirinden ayıracaktır. Birliğin parçalanma tehlikesi çoktandır dillerde olan bir olguydu, Ukrayna olayları bunu da yapabilir. Savaş, kemer sıkma politikalarından yorgun AB halkları için pek göze alınır gibi görülmemektedir. Ama Glaziev’in dediği gibi ABD bunu sonuna kadar zorlayacağa benzer. ABD Avrupa’yı savaşa sokmak için tüm oyunlarını seferber etmeye devam edecektir. AB bu oyunu bozabilecek midir? Önümüzdeki sonbahar ayları AB açısından çalkantılı ve sıcak bir süreç olacağa benzer. Ama dileriz bu silahların sıcaklığı olmaz.


Ekim 2014 / Sosyalist Dayanışma

43. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE HİKMET KIVILCIMLI

T

ürkiye sosyalist hareketinin temel direklerinden Hikmet Kıvılcımlı’yı 43. ölüm yıldönümünde saygıyla anıyoruz. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Kurtuluş Savaşı yılları içinde yetişen Kıvılcımlı, Askeri Tıbbiye’de öğrenciyken Ekim devrimin etkisiyle yeni coğrafyalara yayılan uluslararası komünist hareketle tanıştı. Şefik Hüsnü liderliğinde kurulan Türkiye Komünist Partisi’nin kurucuları arasında yer aldı. 1920’lerin başından, hayata gözlerini yumduğu 1971 yılına kadar sürdürdüğü ve yarısı cezaevlerinde geçen mücadele yaşamına çok şey sığdırdı. Türkiye sosyalist hareketinin en üretken, azimli, cüretkâr kadrolarından birisi olarak haklı bir ün kazandı. Ardında bıraktığı engin külliyat ve mücadele pratiği, bugünün sosyalistleri ve devrimcileri için güncelliğini koruyan bir miras olmaya devam ediyor. Bu yüzden Hikmet Kıvılcımlı’yı hatırlamak, 50 yıl mücadele etmiş ve bunun bedellerini ödemiş bir devrimciye gösterilmesi gereken vefa duygusunun ötesinde bir anlama sahip. Örgütlü bir militan ve bir kuramcı olarak Kıvılcımlı’nın mücadele yaşamı boyunca, düşünce ve eylemlerine yön veren iki büyük çabası olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, içinde bulunduğu cılız Türkiye komünist hareketini dar kabuğundan çıkararak toplumsallaştırmak, geniş halk kesimleriyle buluşturmaktır. İkincisi ise, Türkiye ve Ortadoğu tarihinin detaylı incelenmesi yoluyla, Marksist teoriyi Avrupa merkezci ön yargılarından arındırmak, onun evrensel boyutunu güçlendirmektir. Elbette bu iki büyük uğraş, birbirleri ile diyalektik bir ilişki içindedir. Komünist hareketi halklaştırma çabası Kıvılcımlı’yı Türkiye toplumu-

nun özgünlüklerini incelemeye sevk etmiş, tarihsel araştırmaları da onun politik yönelimlerini şekillendirmiştir. Kıvılcımlı’nın Türkiye komünist hareketini dar kabuğundan çıkarma çabası, daha 1930’ların başında yazdığı Yol adlı eserinde kendisini gösterir. Yol çalışmasının son bölümünü “legaliteyi istismar” taktiği oluşturur. Kıvılcımlı bu başlıkta asıl olarak komünist hareketi kitlelerle buluşturmanın yollarını arar. Bu amaçla cezaevi dışında kalabildiği 1934-38 yılları arasında Marksist legal yayıncılık faaliyetini başlatır. Uzun hapislik döneminin ardından 1954’de Vatan Partisi’ni kurarak bu çabasına devam eder. Halkın yaşayış ve kültürüne, zihniyet dünyasına büyük önem veren Kıvılcımlı, sosyalist aydınların uzak durduğu İslam ve Osmanlı tarihi, din sosyolojisi gibi konular üzerine özellikle eğilir. Türkiye toplumunun anlam dünyasının şekillenmesinde büyük etkisi olan Osmanlı ve İslam mirasını çözümlemeye ve bu çözümlemelerden hareketle bir siyaset dili geliştirmeye çalışır. 1957 seçimlerinde Eyüp Sultan mitinginde yaptığı konuşma, bu arayışın en ilginç örneklerinden birisidir. Kıvılcımlı’nın bu çabası, sol hareketin öğrenci ve aydınlar arasında etkisinin görece artmaya başladığı 1960’lı yıllarda da devam eder. Kıvılcımlı öğrenci gençliğin anti-emperyalist eylemlerinin damgasını vurduğu 1960’ların sonlarında, devrimcilerin geniş halk kesimleri içerisinde örgütlenebilmesi için soyut sloganları bir kenara bırakıp halkın gündelik somut sorunlarına eğilmesi gerektiğini sürekli vurgular. Geniş halk kesimlerini kucaklayacak bir propaganda ve örgütlenme faaliyetini hayata geçirmek amacıyla İşsizlik ve Paha-

lılıkla Savaş Derneği’nin kuruluşuna öncülük eder. Aynı yıllarda İsmet Demir’in başında olduğu Yapı İşçileri Sendikası aracılığıyla da devrimci gençliği işçi sınıfı ile buluşturmayı hedefler. Devrimci gençliğin dinamizmini, kalıcı halk örgütlerinin yaratılması hedefine kanalize etmeye çalışır. Kıvılcımlı’nın kuramsal alandaki büyük çabası ise, Marks ve Engels tarafından Batı Avrupa tarihi esas alınarak geliştirilen tarihsel materyalizm kuramını, başta Ortadoğu olmak üzere başka coğrafyaların ve modern öncesi çağların bilgisi ile zenginleştirmektir. Onun Türkiye toplumunun özgünlüğünü anlama çabası, tarihsel materyalizmin açıklama gücünün coğrafi ve zamansal olarak genişlemesi sonucunu doğurmuştur. Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi, Marksizm’in kıtasal sınırlılıklarını aşarak dünyasallaşması için yapılmış bir katkı niteliğindedir. Tezde tarihsel incelemeler yoluyla Marksist teorinin üretici güçler kavramı, alt yapı-üst yapı dikotomisinin dışına çıkılarak yeniden yorumlanmıştır. Bu yeni yorumda, daha önceki Marksistlerin yeterince üzerinde durmadığı başta din olmak üzere kültürel geleneklerin ve kollektif eylem ruhunun, coğrafya ve teknolojinin yanı sıra, toplumsal tarihin şekillenmesindeki rolüne vurgu yapılmıştır. Kıvılcımlı’nın bu iki çabası bugün de önemini ve güncelliğini koruyor: Siyaseti toplumsallaştırmak ve teoriyi yetkinleştirmek. Öte yandan günümüzde Ortadoğu’da yaşanan kaosu anlamada, Kıvılcımlı’nın tarih ve din üzerine araştırmaları kılavuz olacak niteliktedir. 43. ölüm yıldönümü vesilesiyle Kıvılcımlı’nın Ortadoğu ve İslam tarihi üzerine analizlerini yeniden okumak hepimiz için öğretici olacaktır.

Fikret KIZILTAN

Örgütlü bir militan ve bir kuramcı olarak Kıvılcımlı’nın mücadele yaşamı boyunca, düşünce ve eylemlerine yön veren iki büyük çabası olduğunu söyleyebiliriz. Birincisi, içinde bulunduğu cılız Türkiye komünist hareketini dar kabuğundan çıkararak toplumsallaştırmak, geniş halk kesimleriyle buluşturmaktır. İkincisi ise, Türkiye ve Ortadoğu tarihinin detaylı incelenmesi yoluyla, Marksist teoriyi Avrupa merkezci ön yargılarından arındırmak, onun evrensel boyutunu güçlendirmektir. Elbette bu iki büyük uğraş, birbirleri ile diyalektik bir ilişki içindedir

31


Kıvılcımlı, işçi sınıfı devrimciliğinin yaratıcısıdır. İşçi sınıfının sosyal varlığının kabulü kavgasını Sosyalistlere karşı da vermek zorunda kalan bir devrimcidir. Kıvılcımlı işçi sınıfın yerli, sahici, orijinal devrim teorisinin mimarıdır. Ülkenin gerçek çelişkilerinden yola çıkarak inşa edilen yegâne devrim stratejisinin inşacısı ve savaşçısıdır. İthal devrim teorilerinin kafa karışıklığının panzehirdir. Kıvılcımlı, 1930’larda Kemalizmin zindanlarında Kürt halkının özgürlük mücadelesini devrim mücadelesiyle bütünleştirmenin planlarını ortaya koymanın bedelini ödemiş bir devrimcidir. Kıvılcımlı, devrimciliğin yaşı olmaz düsturu ile Deniz'lerle, Mahir'lerle saf tutmuş bir inancın ve kararlılığın adıdır. Kıvılcımlı, işkencecisine dünyanın kaç bucak olacağını gösteren cürettir. Kıvılcımlı, son günlerinde uğradığı ihanetle reel sosyalizmdeki çürümenin canlı tanığıdır. Kıvılcımlı, devrim için zerre kadar potansiyel varsa onu işçi sınıfı davasına kazanma arayışının ismidir. Kıvılcımlı, kararlılıktır, örgütlülüktür, yaratıcılıktır, devrime duyulan sonsuz hasrettir. Dr. Hikmet Kıvılcımlı ölümünün 43. yılında hala parlayan ışığımızdır. Yaşatacağız!

Dr. HİKMET KIVILCIMLI (1902-1971)


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.