Riots Issue #3

Page 1






Kabul edememek ya aslında “isyan”ın fiil oluş hali… Ya da başlı başına bir isyan mıdır, fiil oluşuna dahi? Birey olmaktan gelir isyan, özgürlüğün “sen”de beden buluşundan… Ve etrafında gördüğün, yaşadığın, duyduğun ve hissettiğin her şeyden tiksinmen de… Tam olarak bundan! Hayatın içinde varoluşundan… ben... The inability to accept, or the verbal form of “rebel”... Or is it a rebellion in itself, even towards verbalization? Rebellion comes from being an individual, from freedom finding form in “you”... And from the feeling of disgust that is triggered by everything that you see, experience, hear, or feel... Precisely from this! From being alive... me...





BİR ASİYİ TANIMA KILAVUZU

THE GUIDE TO CORRECTLY IDENTIFYING A REBEL

“O son kadehi içmeyecektim” cümlesini kurarken elinde tuttuğu tombul Efes şişesi, tanımanıza yardımcı olabilir.

The fat Efes bottle in in their hands as they mutter “I shouldn’t have had that last drink” might give them away.

Genelde en eski arkadaşları 2 – 3 seneliktir. Su burcundan olanlarda, anılara bağlı olarak, bir adet çocukluk arkadaşı bulunabilir.

Their oldest friends date back to 2-3 years. Based on the shared memories, a childhood friend of a water sign might exist.

Vücudunun herhangi bir yerinde göreceğiniz dövme, tanımanıza yardımcı olacaktır.

A visible tattoo is a clear identifier.

Kariyerleri çok parlaktır. Sayfalar dolusu süren CV’lerinde en çok rastlanan kelimeler ise, “işe başlama” ve “ayrılma tarihi”dir. Aşk dünyaları da, hayatlarının geri kalanı gibi tutarsızlıklarla doludur. Büyük bir coşkuyla yakında evleneceğini deklare ettiği sevgilisini sorduğunuzda alacağınız tepki muhtemelen bir çift boş bakan göz ve akabinde gelen “kim” sorusudur. Dijital mecralarda, her türlü tepkisel harekete “attend” verişi, zayıf bir işaret olsa da, geçerlidir. Evlerinde ya TV yoktur ya da her açıldığında, pislenecek onlarca şeyleri vardır. Super market arabalarının vazgeçilmezleri arasında, bilimum alkollü içecek, bol miktarda kahve ve hazır gıdalar bulunur. Mutlaka hepsinin birer ayılma reçetesi bulunur. Mutlaka hepsinin, karşı cinsle alakalı çok “geçerli” teori ve çözümlemeleri bulunur. Paraya asla önem vermezler; bunun anlamı “daimi çulsuzluk” halidir. Tamamen düzen karşıtı oldukları için, düzenin içindekilerin daha çok ilgisini çekerler. Sevenlerinin sayısı, sevmeyenlerinden azdır genellikle Onları kimsenin anlamadığından yakınır ama anlaşılmamak için de ellerinden geleni yaparlar

They are likely to have a stellar career track with the most common words on the CV being “from” and “to” on the date column. Their love life, like the rest of their lives, are full of inconsistencies. When inquired about their recently declared partner in marriage, they are likely to stare blankly and ask “who?”. The constant “Attending” RSVP status in all events rebellious on digital platforms, while weak, is still an identifier. They either lack a TV in their house, or if not, every time it is turned on, there are a dozen things that will be soiled. In their supermarket carts are sure to be ample alcohol, tons of coffee, and instant dinner. They all have a split up recipe. They all have very valid theories and analyses on the opposite sex. They do not value money, which also translates as “perpetual bankruptcy”. Since they oppose order, they get attention from the ordinary. Most of the time, those who love them will be outnumbered by those who do not. They often complain about being misunderstood while trying their best not to be understood





Çeşitli isyanlarım oldu, olmaya da devam edecek. SALT açıldı. Sesim bir süre kesilecek. di.


DEMOKRASİ DEMOCRACY İsyana karşı pes etti! İsyan hareketi giderek büyürken, karşı açılan isyan bayrağı, En sonunda beni de isyan ettirdiniz. Hayata isyan ediyorum artık. İsyan hareketinin merkezi haline gelen... İsyan büyüyor 30 yıldır, isyan etmeyen insan değildir. Sokaktaki isyan reform getirdi İsyan büyüyor... TV izlerken isyan... Bazı isyancılara isyanım var. TV başında dünyayı kurtaranlar. Fanus sosyalistleri. Uyursan ölürsün. Uyanık kal. Huzur isyanda. İsyan sokaklarda. Sokaklar iyidir. Sokaklar insana omurga takar. İsyan ediyorum sevgilim... Güneş nasıl oldu da sönmedi? Dünya dönmeye nasıl hala devam eder! Beni bırakışın bu kadar mı önemsiz. Herşeye rağmen yazmayı nasıl sürdürebiliyorum. Yaşama isyan. Ölüme isyan. Aşka isyan. 10 lira var işte... Bira mira içeriz. İstemiyorum! İstemiyorum! Dünya böyleyken artık sana tapınamam! Artık tanrım değilsin. İnsan taklidi yapmayacağım! Geçmişe isyan. Irkıma isyan edemem ki! Ağzımı burnumu kıracağım. Kendimi sikiyim. Utanmıyorum. Neden özür dileyeyim? Sanat? Sanat diye bir şey yok! Sanat doğada ham olarak bulunan bir madde değil... Bir icat. Belki devlete ya da tanrıya isyan edebilmek için verilmiş uyduruk, doğal bir reaksiyon. Tamamen insan ürünü. İnsanın olmadığı yerde sanattan bahsedecek birilerini bulabilir misin? İnsan yoksa sanat da yok. Sadece sanatçılar var satıcılar ve alıcılar. Üretenler ve tüketenler. Hatta ‘üretmek’ de yok; sadece tüketmek var. Bana sanattan bahsetmeyin.

Koray Kaya

Surrendered himself to rebellion. While insurrection goes on, The counter flag, At last! You made me surrender myself! I surrender myself to the life itself now. Which makes me the center of the rebellion... Which has been growing last 30 years, A man who doesn`t rebel, is not a man! The rebellion on the streets brought up the reform. The rebellion is rising... Even while watching TV, rebellion! I rebel against some of them who rebel. The ones who save the world in front of the TV. Socialists of the bell jar. If you sleep, you die, so stay awake. The piece is on the streets. The streets are good. The streets add backbones on your back. I rebel my darling... How comes the Sun didn`t die down? How comes the Earth keeps turning around? Is your leaving me that unimportant? In spite of everything, how comes I can keep on writing? Rebellion against the life. Rebellion against the death. Rebellion against the love. Well, there are 10 liras... We shall drink beer or something. I don`t want! I do not want! Whilst the world is in this condition, I cannot adore you anymore. You are not my god anymore. I am not going to act like a human! Rebellion against the past. But I cannot rebel against my race! I will break my mouth and nose. Fuck me! I do not feel ashamed. Why should I apologize? Art? There is nothing called art. Art is not a pure material which can be found in nature... it is an invention. Maybe, it is a fake, natural reaction which is reacted to be able to revolt against government or god. totally, it is man-made. Can you find someone who will talk about art in a place when there is no human? If there is no human, there is no art. There are only artists, sellers and buyers. Producers and consumers. Moreover, there is no “produce”, only “consume”. Don’t mention me the art.


Mert Özgen

AN ARTIST AND A LOVER


1927, genç bir kız Galeries Lafayette’in önünde kendinden yaklaşık 30 yaş büyük bir adamla karşılaşır. Kız neredeyse 17 yaşındadır ve adam evlidir. Bu yüzden de ilişkilerini gizli tutmaya çalışmışlardır; ama adam kıza duyduğu tutkulu aşkı ve cinselliği, sarışın kızın hemen hemen elliye yakın tablosunu yaparak adeta aklına ve kalbine kazır, tarihe bir iz bırakmak adına belki de. Year 1927, in front of Galeries Lafayette, a young girl sees a guy at least 30 years older than her – she was almost 17 years old and the man was married. This is why they tried to keep the relationship a secret; but in order to show his passion to her sexual inspiration, he painted nearly fifty portraits of her to leave a mark in their life, in history perhaps


AN ARTIST AND A LOVER 10 yıl sonra, 26 Nisan 1937’de İspanya’nın küçük Guernica kasabasına yapılan saldırılar bütün dikkatleri üzerine çekmişti. Bu ufak kasaba, Almanya’nın da desteğini alarak, faşist Franko rejimi tarafından bombalanarak kırk beş dakika içinde yerle bir edilmişti. Saldırının yarattığı şiddet, öfke, dehşet ve üzüntüyle Picasso, 1 Mayıs’ta en ünlü ve sarsıcı çalışmalarından biri olarak bilenen Guernica adlı tablosunun çalışmalarına başlamıştı. Yaklaşık sekiz metre genişliğinde ve üç buçuk metre yüksekliğinde tasarlanmıştı bu tablonun boyutları; bu kadar devasa boyutlarda düşünülmesinin nedeni hem İspanya’nın yaşadığı büyük şiddetten kaynaklanıyordu, hem de Paris Dünya Sergisi’nde izlenime sunulacak ve İspanyol Pavyonunu bu tablo temsil edecekti.

Marie-Thérèse 1927’de tanışmışttı Picasso’yla, ve o tarihten 1936 yılına kadar hem tablolarında kullandığı modeli, hem de uğruna eşi Olga’yı aldattığı metresi olmuştu. Ta ki 1936 yılında Picasso, Dora Maar’la tanışana dek. Ressam ve fotoğrafçı Dora Maar... Guernica’nın yapılışı sırasında Picasso’ya ciddi katkıları olmuştu; tabloyu her aşamada fotoğraflamaktı amacı. Ama kısa bir zaman sonra, Picasso Dora Maar’a aşık olmuş ve Marie-Thérèse’i terk etmişti. Yaklaşık dokuz yıl süren bu ilişkinin ardından Picasso yine bir başka kadına ilgi duymaya başlamıştı; Françoise Gilot. Genç bir ressam olan Gilot o zaman yirmi bir, Picasso ise altmış iki yaşındaydı.

10 years later, in 26 April 1937; the attack to the small Spanish town called Guernica, was the main focus. This small town was totally destroyed in fourty five minutes by the fascist Franco regime who was supported by the Germans as well. Created by this attack, Picasso felt sadness, anger and dismay, which inspired him to create one of his most famous and disturbing work called Guernica in the first of May. It was planned as eight meters in width, three meters in height. Such a large design was due to the catastrophe that Spain experienced, and also to represent the Spanish Pavillion in the World Exhibition in Paris.

He met Marie-Thérèse in 1927, and until 1936 she was both a model and a mistress to Picasso, with whom he cheated on his wife Olga. In 1936, he met Dora Maar. The painter and photographer Dora Maar... She had serious amount of help while he was working on Guernica; with the purpose of photographing the all stages of the painting. It didn’t take too much for Picasso to fall in love with Dora Maar and leave Marie-Thérèse. After eight years of relationship with Dora Maar, he was again in love with another woman; Françoise Gilot. This young painter was 21, and Picasso was 62.


Picasso’nun kadınları... İlk önce modellik yapıp, ardından da sevgilisi olan kadınlarla doludur yaşamı. Ve her kadından bir iz taşır resimleri. Belki de gerçek ve tek olan aşkı resimdir, sanata olan aşkıdır. Onlar öyle ilham dolu kadınlardı ki, Picasso’yu resimden uzaklaştırmaktan ziyade daha çok resmin içine sürükleyenlerdir. İçlerinden sadece bir tanesinin bambaşka bir yere sahip olduğunu söyler John Berger. Marie-Thérèse’in ressamın sanatını her yönüyle etkilediğini ve yaşadıkları aşkın cinsel açıdan da Picasso’nun en önemli ilişkisi olduğunu dile getirir. Birlikte oldukları dokuz yıl boyunca, Marie-Thérèse kendi varlığından soyutlanarak bir tür simgeye dönüşür ve ressamın ruhunun en derinliklerine iner. MarieThérèse onun için bir Venüs simgesidir ve bu kadının her portresi bir şekilde cinselliği yansıtır. Picasso, genç sevgilisi Marie-Thérèse’e duyduğu tutkulu aşkın tarifini ne kelimelerle, ne seslerle ifade edebiliyordu, sadece resimleriyle yeteri kadar başarılı tasvirini yapabiliyordu. Marie-Thérèse, Dora Maar için terk edildiğinde 26 yaşındaydı, ve 1977 yılında kendini astığında Picasso’nun dördüncü ölüm yılıydı. Marie-Thérèse o kadar aşık olmuştu ki Picasso’ya, yaşlı adamı o kadar çok sevmişti ki... Ölümüne bir isyandı intiharı. Picasso’nun isyanı ise sanatıydı; “Sanatın amacı, ruhumuzu gündelik hayatın tozlarından temizlemektir.” Sanat onun için gündelik hayatın yarattığı tozlardan arınmanın bir isyanıydı; adeta Guernica tablosunda yaptığı gibi savaşa isyan etmekti, şiddete ve dehşete. İnsanlar isyan eder; yaşadıklarına, tanık olduklarına veya gördüklerine karşı gelirler veya ayaklanırlar – her bünyede farklı farklı dalgalanır isyan bayrağı. Bir ressam savaşa isyan eder, oturup resim yapar – bir kadın aşka isyan eder... Kimisi de sessizce yaşatır içinde isyanını, eylemsiz baş kaldırışlarda bırakır bedenini, ama isyan her daim vardır insanın içinde – en basitinden kendine isyan ederek bulur şeklini. The rebellion of Picasso was his art; “Art washes away from the soul the dust of everyday life.” Art was a way of rebelling against the dust of everyday life; just like the rebellion in Guernica painting, against violence and terror. People rebel; they revolt against how they live, what they witness – everyone reflects his/her reaction differently. A painter rebels against violence, creates an art work – a woman rebels against love... Some lives rebellion in silence, prefer to react passively, but in every case everyone has a rebellion deep inside – as a simple form, rebellion against “raison d’etre.”

The women of Picasso... His all life was full of women who were first his models then became his lovers. And his paintings have the odors of all those women. Probably, painting was his true and unique love among all, the love towards art. On the other hand, those women were so inspiring that instead of taking him away from his art, they encouraged him. Only one of them, John Berger says, had a special place in Picasso’s life. He mentions that Marie-Thérèse affected every aspect of his art but also played very important role in his sexual life. During the nine years they were together, MarieThérèse became more than a model or a lover, turned into an icon in his art, she touched his soul. MarieThérèse was a symbol of Venus, which is why in every piece of art her existence somehow reflects sexuality. It was very difficult for Picasso to express his passionate love by words or sounds, but the only way was through his art. Marie-Thérèse was 26 when Picasso left her for Dora Maar, and when she hung herself in 1977 it was the fourth year of Picasso’s death. She was so much in love with Picasso, so devoted to the old man... Her suicide was a rebellion against his death.


HANDE VARSAT

WHO KILLED THE ARTIST?


Fazla farkındalık nefes darlığına neden olur.

Too much awareness leads to dyspnea.

Sanat diye yaptıklarım, içimdeki isyan etme dürtüsüyle başa çıkmak ve onu bastırmak için verdiğim, hayatta kalma savaşı. Çalışmalarımın her biri söylemem gereken bir cümlelik hikayeler anlatıyor. Bu hikayeler arada kalmışlığımın tomurcukları. Huzursuzluğumu hazmedip bu yolla dışkılamayı seçiyorum. Bazen geleneğin güzel taraflarıyla baştan çıkıp, içimdeki muhafazakar kısımdan döllenmiş, istenmeyen bebeler doğuruyorum. Her iki defetme biçimi de acılı, ama yine de rahat nefes almamı sağlıyor. Doğru nefes alabilmek için ise zaman gerek.

What I do as art is a battle of survival to overcome and suppress the urge of rebellion within me. Each work of mine depicts a one-sentence story that I have to tell. These stories are the buds of my in-betweenness. I choose to digest my restlessness and excrete it this way. Sometimes I get seduced by the beautiful facets of tradition, and I deliver the unwelcome babies inseminated by the conservative part inside me. Both ways of expulsion are painful, but allow me to breathe. Yet breathing right takes time.

www.helalsanat.com




KÜLLERİNDEN DOĞAR MI? DOES IT RISE FROM THE ASHES?

Pınar Yiğitoğulları

Hiç hayatında isyan etmemiş olanınız var mı? Ya da isyan eden insan topluluklarıyla karşılaşmamış.. Saçma geliyor kulağa öyle değil mi,olabilir mi böyle bişey? Elbette olamaz,özellikle de yaşadığımız bu topraklarda, bu coğrafyada hiç olamaz. Alıştığımız bişey haline geldiği bile söylenebilir isyan etme eylemi içinde olmanın, hatta pek çoğumuz için isyan sıradan bir reflekse dönüştü, adeta hapşırmak gibi.... Is there any of you who didn’t rebel, ever? Or who didn’t meet any group of people that rebels... It sounds ridiculous, right? Could it ever happen? Of course it can’t, especially in this region, in this geography. It can even be said that we are used to the act of rebelling; it has yet become a reflex for us, like sneezing...


Evet tam da şu sıralar Tütün Deposu’nda devam eden ve toplam 135 sanatçı ve sanat kolektifinin katıldığı çok kapsamlı bir ortak ses sergisinde, isyanla olan yakın ilişkimizi görme imkanı bulabilirsiniz. Günlük hayatımızda ‘’Ateş düştüğü yeri yakar‘’ diye sık kullandığımız bu cümle, sergiye adını vermiş. Bu ateş pek çok yere düşüyor, kimi zaman kadınların hatta çocuk yaştaki kadınların en masum hallerine, bazen namus kılığında bazen de bir mayın halinde. Kimi ateşini cinsel tercihinden dolayı bedeninde ve hayatında yanarak (Nazım Ünal Yılmaz /Undertone), kimi düşünceleri nedeniyle dört duvar arasına hapsolup, bir ağacın gölgesinde bile oturmaktan mahrum edilerek yaşıyor. Oğlunu göremediği ya da kitabı - kalemi elinden alındığı için girdiği açlık grevleri oluyor bazen ateşin düştüğü yer( Gülsün Karamustafa / Duvar Örülürken ), hatta nereli olduğunu, nerden geldiğini söylemeye bile cesaret edemeyerek yaşayan ve kendi toprağında düşman muamelesi görenlerin yangınları sergileniyor (Aylin Kuryel-Emrah Irzık /Tabu) .

Yes, you can find your own close interaction with rebellion in a comprehensive exhibition in DEPO, encompassing 135 artists and art collectives in total. Translated literally, “Fire burns where it lands.” meaning “The closest ones always are hurt the most”. The fire might land anywhere; at times to that core innocence of women, or even prepubescent girls, sometimes in the form of fidelity and sometimes a landmine. Some experience the fire because of one’s sexual preference (Nazım Ünal Yılmaz/Undertone) and others walled up due to political views. Sometimes the fire lands where one goes on a hunger strike for one is estranged from one’s son, and one’s pen and paper are taken away (Gülsün Karamustafa/Duvar Örülürken). And sometimes the fire exhibited belongs to the one who is regarded an enemy to one’s own land, and does not dare speak of one’s hometown or ethnicity (Aylin Kuryel-Emrah Irzık/ Tabu).


Sergi alanında, ilk ve ikinci katta yerde dağılmış halde gördüğünüz kırık kalemler, idam cezalarında kırılmış olan kalemleri simgelemek adına ordalar. Bir tarafta arka zemininde özgürlüğü temsil eden ama uçamayan kuşlarla Ahmet Kaya portresi o döneme ve Kürt meselesine parmak basarken (Murat Tosyalı / Uçamayan Kuşlar), bir başka köşede ‘Dünya Türk Olsun’ gibi son derece faşist bir söylemin duvar yazısını beyaz sprey boya ile Gecenin Gündüz olması için adeta bir ritüelle boyayan Hale Tenger’i görüyoruz. Metin Üstündağ, “Elini oramdan çek” derken, kadınların namus, adli tıp , Haydar Dümen, Güzin Abla, mahalle baskısı gibi toplumsal kısır döngülerinin vücüdunda bulduğu yeri sorguluyor. Böğürtlen ve çilekler bile sıkıştırılıp ezildiğinde kan kırmızı olabiliyorsa (Helin Anahit/ Böğürtlenler), insanlar sıkışıp ezildiklerinde, hatta çocuk yaşta koşup oynamak isterken, bazen mayına, bazen de asker abilerin destursuzca yolladıkları mermilere denk düşerse kanamaz mı, yaralanmaz mı, yok olup ölmez mi, annelerin yüreğine düşen ateş sonsuza dek yakmaz mı? (Sevil Tunaboylu/O Tabak Bitecek) diye düşündürüyor insanı...

The pencils you see scattered on the first and second floor of the exhibition hall, DEPO, are there to exhibit the pens the judges break in protest of capital punishment that they had to give by law. We see at the background a portrait of Ahmet Kaya exhibited with the birds that cannot fly, symbolising the freedom, and drawing attention to that period and Kurdish case (Murat Tosyalı/Uçamayan Kuşlar). On the other corner of the hall, we see Hale Tenger who sprays a white paint of this extremely fascist word:”Let the World be Turkish” almost ritualistically to Let the Night be a Day. Metin Üstündağ, saying “Elini oramdan çek.” meaning “Get your hand off from there”, queries the women’s bodies’ state in the social vicious circles of honour, forensic science, Haydar Dümen, Güzin Abla and the neighbourhood pressure. If even strawberries and blackberries become blood red when squeezed and crushed (Helin Anahit/Böğürtlenler), it makes you think if the people wouldn’t bleed, hurt, die when squeezed and crushed themselves; when they meet a mine or the random bullets of the soldiers at a young age while trying to play; it makes you think if the flame that fall upon mothers’ hearts wouldn’t forever burn (Sevil Tunaboylu/O Tabak Bitecek).


Türkiye’nin 1980-89 yılları arasındaki ve ateşin hiç tükenmediği her yeri küle dönüştürdüğü o dönemini bizler içerden birebir yaşarken ve değil isyan etmeye konuşmaya, yazmaya, okumaya bile korkarken, Avrupa basınının bize bakışını ve yorumlarını görmek de, diğer işler kadar tüyler ürpertiyor ( Barış Doğruöz/ isimsiz ). Elbette bütün bu kaosun en çekirdek hali olan korkunç şiddet ve işkence hücreleri aile içinden başlıyor hep. Sevgi ve hayat paylaşmak niyetiyle aşkla başlamış dahi olsa, aile içi şiddet neticesinde toplumun her kesimini kendi cehennemine çekiyor (İpek Duben/ Aşka Sevgiye Dair). Ya aile ortamını hiç yaşamamış olanlar; sokakta uyumak için bir bank veya bankamatik kulübesine doluşan küçük çocuklar (Mehtap Yücel/ Bankamatik), ya da töre cinayetinden kaçıp intiharı bile göze alabilen çocuk kadınlar (Azra Deniz Okay/ Batman Kadınları Kahramandır)... Ve daha pek çok yangın var, pek çok küller var hatırlanacak, görülecek bu sergide. İzlemesi zor, boğazınız düğümlenecek. Ama hatırlamak ve hatırlatmak gerek, isyanı elden bırakmak ateşi hep taze tutacaktır. Bu sergiyi görün ve anlatın herkese. Ateşin düştüğü yer değil sadece yaktığı, Batman’daki ateş de, Metris’deki ateş de, Sulukule’dekiyle Dersim’dekiyle aynı, hepsi bizi yakıyor topluca. Bu ateş söner mi, yoksa yangın sürüp gider mi? Belli mi olur, umudunuz varsa herşey olur...

During the years of 1980-1989, the era in which the fire never ceased to turn everything into ashes; while we, on the inside were even scared to read and write let alone rebel or talk, European Press’ view and interpretation of the happenings is just as blood curling as the rest (Barış Doğruöz/İsimsiz). Of course, the seeds of all this chaos lie within the violence and torture that start in the family. Even if the family was formed with love, and the intentions of sharing life and affection, through domestic violence it pulls every fraction of society into its own hell (İpek Duben/Aşk Sevgiye Dair). What about the ones who never had a domestic life; the little ones that look for a bench to sleep on, or huddle together in an ATM booth (Mehtap Yücel/Bankamatik), or the kid women who flee from honour killings and consider suicide (Azra Deniz Okay /Batman Kadınları Kahramandır). And there are many more fires, many more ashes to remember and to see in this exhibition. It is hard to watch it, your throat will knot. But we need to remember and remind each other, to abandon the rebellion would always keep the fire anew. See this exhibition, and tell everyone. It is not only the place it falls that the flame burns, the fire in Batman, the fire in Metris, the one in Sulukule and Dersim are all the same, they burn us all. Will the fire ever cease, or will it just keep on burning? Who knows, with hope anything is possible.


ANTI AVANTI

Let’s take a closer look at the anti-mainstream movements in Berlin. I want to introduce you briefly the squat scene in the city and a fashion brand called Starstyling which doesn’t follow the mainstream trends but its founders’ vision. Berlin is a city full of antimainstream movements. This is a result of the historical and social development in the city. After the golden age of Berlin in the 1920s the city was severely damaged during the Second World War. Following this, the city was divided into two parts; eastern part controlled by the German Democratic Republic (GDR) and the western part controlled by the Federal Republic of Germany. The city was divided into these two divisions by the Berlin Wall. In 1989, the Berlin Wall was opened and this provided a unique space for the anti-mainstream movements in the city as a result of the affordable rents and freedom in the city. Many German and foreign artists and intellectuals moved to Berlin which accelerated this movement. The contemporary Berlin was formed in the 1990s with the former residents and the new comers. The city still attracts the free souls all around the world. That is the reason why you can meet people all around the world here. The

Bilgen Coşkun


thing bringing all these people together is the search for the freedom in life. Individuals from the underground scene including the squatters, artists, designers and other free souls who don’t follow common trends but create their own rights and wrongs contribute to this establishment in Berlin. Squatting in Germany started in the 1970s in West German cities. This movement led to a self-confident urban counterculture with its own infrastructure of newspapers, self-managed collectives and housing cooperatives, feminist groups, etc. After the Berlin Wall opened, many buildings were vacated due to the demise of former state-run enterprises and migration to other regions in West Germany. Some of these buildings were then



occupied by squatters. Most of the squats in Berlin are in trendy areas such as Mitte and Prenzlauer Berg. Some of the squats have been serving as cultural and social institutions supporting the values which are contradicting with the capita list system. They support the idea of being a free individual without feeling the fear of money, career, property, etc. which sounds awkward but they can still survive like this. Starstyling is one of the independent brands established in Berlin. The founders Katja Schlegel, a stage and costume designer and Kai Seifried, a graphic designer and my dear neighbors, realized their dream in 2000. Starstyling stands as a proof for the fact that also anti-mainstream ideas can be successful. Their artistic background can easily be recognized in their design. They don’t follow the trends but their impressions which they receive in their home base Berlin. They convert these impressions into joyful urban outfits. Their designs are worn by people who don’t take themselves super serious and know what differentiates a good joke from a bad one. Being unique and following its own way made Starstyling an international eclectic brand. They have fans not only in Berlin but also in Tokyo and Seoul. Also anti-mainstream Artists such as Björk and Peaches discovered Starstyling and wear their designs at their performances. The Spring/Summer 2011 Collection of Starstyling is called ANTI AVANTI! Avanti means forward in Italian. The designer duo wanted to underline their belief in the fact that “you can go forward but still differentiate yourself from the others by staying loyal to your soul’. It is about jeans, jersey shirts in different lengths and forms with explosive lack and holographic prints, knitted linen tops and humorous accessories. But not only these…


KÜF Küf project, monotonluğun ve tek düzeliğin kırılmasını, farkındalığın oluşmasını sağlama amacı ile Ankara sokaklarından kulağımıza kadar gelen sokak gerillaları, çağın anarşistleri, sosyal şaka timi, nasıl bir araya geldiniz bahseder misin? KÜF, hali hazırda bir arada olan insanların fikirlerinin kesişmesiyle ortaya çıktı. Dozajında bir ivmeyle büyümeye, şekillenmeye devam ediyor ve edecek. Ama şunun altını çizmemiz gerekiyor sanırım ; KÜF şimdiye değin birebir tanımadığı kimseyi projenin içine dahil etmedi, dolayısıyla ‘’KÜF’e katılmak istiyorum. ne yapabiliriz?’’ diye mail atan arkadaşlara tavsiyemiz isimlere, sıfatlara takılmadan çıkıp bi’ şeyler yapmaları. Sokağa çıkıp emek sarf eden, herhangi bi’ şey üreten birisiyle yolumuz illa ki kesişir bi yerde. Tosun paşa, farkındalığa dair iyi bir iş, Pacman, genetiği bozulmuş şehre yönelik bir başkaldırı , Büyükşehir küçük 1 tl derken, yeni isyanlarınız? Cebimizde, kafamızda bir çok proje ve proje taslağı var. Bir sonrakinin hangisi olacağını KÜF dahi bilmiyor, zaten bilsek de bunu dile getirmek pek efektif değil gerilla etkiyi yaratma açısından. Şimdiye kadar ki projelerimizde ve bundan sonra uygulayacaklarımızda isyanımız, tepkimiz manifestomuzda da belirttiğimiz gibi tek düzeliğe ve tepkisizliğe.

Gerçekleştirem: Dila Karpat

Reaching us from the streets of Ankara, KÜF Project; street guerrillas, contemporary anarchists, social joke team with the purpose of creating an awareness, breaking the monotony and uniformity. Can you tell us about how you got together? KÜF was formed when the ideas of people who were already in each others company intersected. Its growth and formation continues and will continue with moderate momentum. But I think we must also emphasize that up until today, KÜF has never incorporated someone it doesn’t know in person into its project. Therefore, to the ones who ask via e-mails how they can join to KÜF we recommend that they should go out on the street and do something without caring about names or adjectives. We are bound to meet those who work out there and create something, one way or another. Tosun Paşa is a good example regarding awareness. Pacman is a rebellion against genetically mutated city. Then there is the BigCity small 1 TL… What are your new rebellions? There are too many projects and ideas on our mind. Even KÜF doesn’t know which one of them will be next. And even if we know, it is not very effective to talk about it in order to ensure guerrilla impact. In the projects we’ve done up until now and we will do later, our rebellion, our reaction is against to monotony and passivity, as defined in our manifesto.


Bizler Türkiye’de bir şeylerin değişmesinin ne kadar zor olduğundan bahsederken, sizler tüm naifliğinizle Ankara sokaklarında bir çok projeye imza attınız. İşin İstanbul boyutunun bu kadar sempatik olmayacağında hemfikiriz değil mi? KÜF’ün uyguladığı projelerde ortak bir dil var. Bu dil sempatik, ironik, komik, eğlenceli gibi sıfatlarla betimlendi çeşitli mecralarda şimdiye değin. KÜF İstanbul’da veya herhangi başka bi yerde uygulayacağı herhangi bi projede az çok bu dil ile yoluna devam edebilir. Asıl mesele ise bu dili kullanarak demek istediklerimiz ve göndermeye çalıştığımız sübliminal mesajlardır. Yaptığınızı bir şekilde vandalizm olarak değerlendirenlere cevabınız? Vandalizmin birincil amacı kırmak, dökmek, yakmak, zarar vermektir. Bizim şimdiye kadar ortaya koyduğumuz işlerde böyle bir durum mevzu bahis değil, bundan sonrası için de öyle bir niyetimiz yok. İşlerinizi yerleştirirken yakalanmama gayreti içerisindesiniz, ne gibi önlemler aldığınızı bilmek isteriz. Sokak sanatı raconunda işi yapmak kadar, yakalanmadan yapmak da önemlidir. Racona sadık kalma gayretindeyiz. Bunun için önlemlerimize de alıyoruz kendimize göre. Ve

As we talk about the difficulties to change something in Turkey, you undertook many projects in the streets of Ankara with your naive perception. Do we agree that it’s not going to be that sympathetic when it’s done in Istanbul? There’s a common language in the projects done by KÜF. In various sources this language is described until now as sympathetic, ironic, funny, joyful, etc. KÜF can continue with its projects roughly in this same language in İstanbul or anywhere else. The real issue is the things we want to say and the subliminal messages we want to send with this language. What is your answer to the ones who review your work as vandalism? The primary aim of vandalism is to break, discard, burn, damage. None of these took place in the projects we’ve done so far, and we don’t have such intentions for the future either. While you’re installing your works, you are in an endeavour not to get caught. We would like to know what kind of precautions you have. In the street art method, the act is as important as to do it without getting caught. We are in an endeavour for adhesion to this method. We try to stay true to that method.


tabii ki burda bunları dile getirip polis abilere bi avans verme gibi bi niyetimiz de yok. Bu konuya iyi bir örnek olduğunuz için sormak isterim ki, Sizce Türkiye’de gerilla sanatın ve sokak sanatının toplumda kabul görme olasılığı nedir. Nasıl bir dozda etkili olacaktır?. Dünyadan bu konuda takip ettiğiniz isimleri alabilir miyiz? Yıllardan beri tartışılan, klişeleşmiş bi soru vardır ‘’Sanat sanat için mi? Sanat toplum için mi?’’. Herkesin kendisine göre bi doğrusu vardır, mutlak bi yanıtı yoktur bu sorunun. Biz KÜF olarak bi şeyler anlatma derdindeyiz ama kendi çizimini, adını herhangi bişey anlatma derdi olmadan duvara resmeden sokak sanatçıları da mevcut. Ve hangi amacı güdersen güt sokak sanatı, sanatı konvonsiyonel anlayıştan çıkarıp bire bir halkla buluşturur. Halkın bu sanatı beğenip, benimseyebilmesi için iyi örneklerle muhatap olması gerekir. Bu ise eli kalem tutan, bi fikri olan, defter kenarına çizdiklerinin duvarda güzel gözükeceğini düşünen insanların harekete geçmesiyle gerçekleşir. Kültür ancak böyle oluşur ve toplum tarafından kabul görür. Ve Türkiye’nin buna ihtiyacı olduğu bir gerçek.

We have our own preventive measures regarding this, and we don’t plan to talk about them here and give the police officers a head start. Since you are a good example of the subject, I would like to ask you; what do you think about the possibility of public acclaim for the street and guerrilla art? How effective will it be? Can we also inquire the names of the artists you follow worldwide ? There’s a well worn question debated for years: “Art for the sake of art or art for the sake of public?”. Everyone has their own opinion, and there’s not a certain answer for this question. As KÜF, we have an agenda of expression and communication; yet there are street artists who put their work and names on the walls without such intentions. And whatever your agenda may be street art, removes art from its conventional setting and brings itself face to face with the public. And good examples are needed for the public to like and embrace this art form. This is only possible through the actions of people who has an idea, an opinion and who think the doodles on the sides of his/her notebooks would look good on a wall. A culture can only be formed and accepted by the society through this. And it is a fact that Turkey needs this.


Dünyadan ve Türkiye’den takip ettiğimiz sokak sanatçıları: SpY, Black Le Rat, Invader, Miss Van, Banksy, Blu, Shephard Fairey, Turbo, eine, WK Interact, PEZ, Zevs, Keith Haring, ROA, JR, S2K, Pank, Omeria, Merve Morkoç, Cins, .. The street artists we follow both from Turkey and worldwide are: SpY, Black Le Rat, Invader, Miss Van, Banksy, Blu, Shephard Fairey, Turbo, eine, WK Interact, PEZ, Zevs, Keith Haring, ROA, JR, S2K, Pank, Omeria, Merve Morkoç, Cins, ..


tunçtunçtunç

Merhaba sevgili SIZE okurları, bu hafta ülkemizin belkide gelmiş geçmiş en iyi bestekarı, söz yazarı Mustafa Gondolun boğaza nazır muhteşem villasındaydık. Biz sorduk, o cevapladı. Sonunda yaşanan sevimsiz olayın dışında hoş bir sohbetti gerçekten. Tam biz röportaj bitti gidiyoruz derken Mustafa’nın köpeği Musty geldi ve ses kayıt cihazımı yuttu. İster inanın ister inanmayın Musty bi süre nefes alamadı ve Musty öldü amk. Musty ölünce Mustafa bizi evden kovdu. E Mustafanın köpeğini öldürüp evden kovulunca bi daha dönüp köpeğin midesine elimizi sokup ses kayıt cihazını alamadık. O yüzden bu röportajı sizlere yarı sallamasyon yarı aklımda kalan yarı hissettiğim şekilde iletiyorum. Bir hatamız olursa affola. TTT: Evet Mustafa Gondol. Gerçek bir sanatçısın. Bunu neye borçlusun? MG: Ben fakir bir aileden geliyorum, benim babam bizi biz 3 yaşındayken bırakıp gitmiş. Annem büyütmüş bizi, saçını süpürge etti o kadın bizim için. Benim birde ikizim var. Zor bi gençlik dönemi geçirdim. Özenerek geçirdim gençliğimi. Hırslıydım, ne istediğimi bilmiyordum ama niye istediğimi biliyorudum. Bu gün bana sanatçı diyorlarsa bunu babama borçluyum. TTT: Aile önemli tabi, peki bize biraz yeni albümünden bahseder misin? Neydi bu albümü hazırlarkenki duyguların? Kısaca, ne anlatmak istedin bize bu albümde? MG: Yeni albümüm tamamen kendimden dünyaya isyanım ile alakalı. Bence insan etrafını yorumlayıp isyan etmediği sürece evrim geçiremez. İsyan bir karın ağrısı gibidir. İsyan bir süreçtir. İsyan huzurdadır. TTT: İsyan. Enteresan bi tema. Peki nedir sizi bu kadar isyan ettiren şey yada şeyler? Biraz açabilir misiniz? MG: Ben bir sanatçıyım, ben sanatçı doğmadım. Benim hayatım ve onu yorumlamam beni sanatçı yaptı. Benim isyanım aslında kendime. Benim isyanım aslında kendimden yansıyanlara. Her insan kendi kadar düşünürmüş. Benim isyanım isyanın kendisine aslında. Benim isyanım kendi gözümdeki damlaya. Ben damlaya damlaya büyüyorum. Göl duruyorum, döl gibi doğuyorum. Ben bunu her gün yapıyorum. Seviyorum, seviliyorum, sevdiriyorum. Hissettiğim gibi hissetmeye çalışıyorum. Algımı açıyorum, balgamı yutuyorum. Yorum üstüne yorum, my grand grand father is from Çorum. Leb demeden leblebi, hazarfen ahmet çelebi. TTT: Anlıyorum... MG: Anlamak yetmiyor malesef Tunç bey. Dedik ya hissetmek lazım, hatta hissettiğin gibi hissetmek lazım. Bu


içinizde bulduğunuz düzendir size bunu hissettirmeyen. Dikkat ederseniz etrafınızdaki düzen demiyorum. O zaten sizin kafanızı karıştırmak için. Varmak lazım farkına, bakmadan almamak lazım fiyatına. İşte ben de şarkılarımda bundan bahsediyorum aslında. Kısaca bence Huzur İsyanda. TTT: Huzur isyanda :) iyiymiş. Peki Mustafa bey hayat boyu bir isyandan mı bahsediyorsunuz yoksa bir dönemden mi? MG: Tunç bey, İstersen dağlar dağlar, yerinden oynar oynar. Sabırsız kalbim, bir tek aşkına isyankar. TTT: Pardon bu son dediğinizi pek anlayamadım? MG: Tunç bey diyorum ben galiba sizden hoşlanıyorum. TTT: Mustafa bey ben biraz homofobiğimdir lütfen bana böyle şakalar yapmayın. Mustafa Gondol ayağa kalkar ve Tunçu öpmeye çalışır.


GROTESK VE ABSÜRD, SANATIN PİÇ ÇOCUKLARIDIR

Melda Köser.

Bazen isyan ilerici bir tavırdır öyle değil mi Genet? Hazır bir yenisinin temelleri atılırken, bir öncekinden konuşalım. Bir şeyler olmuştu (Açgözlülük), devletler ve sıfatlar daha çok saygı, daha çok toprak daha çok para ister hale gelmişti. Büyük olmak isterken küçülen insanlık, ne ironi ama...Bir şeyler olmuştu. İnsanlar insan olduklarını, insanlar ölümlü olduklarını, insanlar sınırlı bir gezegende sınırsız taleplerle yaşamayacaklarını tamamen unutmuştu. Birileri çok ağlamıştı, birileri çok ağlatmıştı, birileri ötekileri fena düdüklemiş ve birileri çocukları bile gömmeden uyumayacağına söz vermişti. Hitler, faşist bıyığıyla Charli Chaplin komedisini sömürmüştü. Sonra, yeteri kadar güç gösterisi yapıldığında, sakinleşti ortalık. En çok adam öldürenler asla azalmayacakmış gibi duran ereksiyon hallerinden sıyrılmış, sayısız insanı katlederek kazandıkları toprak parçalarının , insanlığın üstüne boşalmış ve orgazmlarını yaşamaya çekilmişlerdi. Geriye hep yıkık dökük adamlar kaldı. Artık sanat ‘’yok’’ demek için vardı. Yazmak, ‘’grotesk’’ için, ‘’absürd’’ için nefes almaya başladı. Adamlar, canları sıkılan, gördükleri karşısında nasırlaşan, hissizleşen, reddeden, sakinleşemeyen adamlar absürd çağın açılışını yaptılar. ‘’Etrafınıza bakın ve hiç bir şey yoktur’’ diyin, ‘’her şey koca bir saçmalıktır’’ diyin dediler... Adamlar, Genet, Camus, Beckett, Sartre, Nietzsche... ‘’Tanrı öldü.’’ ‘’Godot bugün de gelmedi ama yarın mutlaka gelir.’’ ‘’Ben Genet, ben bir hırsız, ibne ve başarısızım.’’ Derken, ne kadar da isyankar, başka ve ötekiydiler aslında... Onlar, tiyatronun, edebiyatın ve hayatın ulu orta ümitsiz, inançsız, kaba ve saçma dönemini başlattılar. Yaşadıkları çağa, çağın çaresizliğine, gördükleri manzaralara sadık kaldılar. Devrik cümlelerle, mutsuz sonlarla, anlamsız dialoglarla, kaba çelişkilerle yazdılar. Sonra yazdılar ve de yazdılar. Tiksindikleri için yazdılar. Suçlu olmak için yazdılar.



İsyan ediyorum. Olay sözcüğüne, haksız yere yüceltilen gazetecilere, insanları televizyon başında kuklaya çeviren her türlü dizi,film yarışma formatına olanak sağlayan yapımcılara, görsel medyaya karşıyım diyen asosyale, sanatın her dalıyla ilgili olan âmâlara, günlük hayatta soyutlama yaparak fikir dile getiren insanlara, tüketicinin arayışına, çirkinliğe, saygısızlığa, Japonya’nın nerede olduğunu bilmeyen koyun beyin sahiplerine, herkesin kitap yazar olmasına, kahvehanelere, popülerin takipçisi olana, mirasyiyenlere, tüm hastalıklara, doyumsuzlara, körpe beyinleri sömüren yaşlı patronlara, patronlarını sömüren vasıfsız elemanlara, meşgalesi olmayan sokak adamlarına, seçim öncesi duyulan vaatlere, vize başvurularına, gelecekten haber bekleyenlere, bir gün sporunu ihmal ettiğinde mutsuz olan kas beyinlilere, hiçbir daveti kaçırmayan, tek bir bakan ismi bilmeyen ‘’fashion victim’’ lere, tüm yobazlara, ilk tanışmada allaha inanıyormusun sorusunu yöneltenlere, ısrarlı deizm savunucularına, görgüsüzlere, tüm tabulara, aşırı milliyetçiliğe, içki masasında memleket kurtaranlara, bunu ben de yaratırım diyen sanatseverlere, hergün sarhoş gezenlere, homofobiklere, heterofobiklere, haftada 5 gün görülen insana hal hatır sormaya, trafik problemine, doğal afetlere, hemen panik olan insanlara, sabırsızlara, mantıksızlara, yaşadığı çevrenin 1 km dışına çıkmayanlara, Türkiyede yaşadığı halde banyosuna bide koyan şahıslara, düşüncenin suç olmasına, sosyal güvenin olmamasına, askerliğin zorunlu olmasına, haksız kazanç sağlama amaçlı kurulmuş oluşuma, her türlü kimliksizliğe, sadece yabancı müzik dinlerim diyen yaşlı ergenlere, beyaz yakalıya önyargılı detone blog yazarlarına, taşradan Büyükşehre geleli 20 seneyi aştığı halde kafası dumanlı olanlara, öngörüsü olmayan PR uzmanlarına, sosyal medyanın bilinçsiz kitle üzerindeki etkilerine, haritada şehir gösteremeyen yetişkin olduğunu sananlara, hayatında Şeker Portakalı’ndan başka kitap okumamışlara, taraf sahibi küratöre, aşk kelimesini öne sürerek yaşamdan kopan tüm uslara, doğu-batı sentezini zorunluluk haline getirenlere, mükemmel insanı oynama çabası içindekilere, sarhoşken yaşanan güzel anların sonradan hatırlanmamasına, kuaförlerin aranan ‘’sanatçı’’ olmalarına, sözde artistlerin boya işleri için 69 asistana birden sahip olma hırslarına, söz gider yazı kalır deyimine, bakan ama dinlemeyen insanlara, susmayan ve devamlı problem yaratan özü agresiflere, Nobeli varmış edasıyla diğer insanlar hakkında fikir yürüten, yazı yazan bu iş ile yaşamını idame ettirenlere, ve üretmeden yaşayan herkese.


Bu sayımızda size portreleriyle isyan edecek Hollandalı fotoğrafçı Wouter Vandenbrink ile tanıştırıyorum. O siyah beyazı iyi kullananlardan. Karelerindeki özlük işlenen konuları eşsiz kılıyor. Çıplaklığı seviyor ama sadece şaşırtıcı olması koşulu ile. Vandenbrink kariyerine 2001 yılında mezun olduğu Royal Academie of Fine Art ile başlar. Sonrasında Tommy Hilfiger, Blueblood, Cold Method, Reebok, Levi’s ve Cassetteplaya gibi markaların kampanyalarını çeker. Aynı zamanda moda ve stil dergilerine katkılarda bulunan fotoğrafçı Juliette Lewis, Joan As Police Woman, 50 Cent, Moby, Peaches ve Pharrell Williams gibi artistlerin ikonlaşmış görsellerini yaratır. 2004 yılında Blend Magazine ile işbirliği yaparak çok sayıda moda ve portre çekimine imzasını atar ve dergide kreatif direktör konumuna geçer. 2008’de ilk kişisel sergisini Amsterdamda açan sanatçı portre fotoğrafı konusundaki yeni teorileriyle kariyerine devam etmekte. Yakın geçmişte video yapımına da el atan artist bu işi de ilerleteceğinin sinyallerini veriyor


shot for mykromag magazine fashion editor: sonny groo model: tim boot/tony jones



shot for fur free magazine fashion editor: richard schreefel/angelique hoorn models: inez and justus valk-kempthorne



DİRİMART - PETER KOEGLER, 2 NİSAN – 10 MAYIS 2011 Dirimart bu ay Alman sanatçı Peter Koegler’in sergisine ev sahipliği yapıyor. Koegler mekan enstalasyonlarıyla öne çıkaran çağdaş sanatçılardan biri. Sanatçı Dirimart Galeri’de 2 Nisan’da açılan sergisinde izleyiciyi adeta tavşan deliğinin içine sokuyor. Mekan izleyiciyi içeri girdiği anda içine çekip hipnotik bir etki yaratırken duvarlara asılmış farklı renklerdeki tablolar ise sanki kaybolduğumuz bu görsel yanılsama yolculuğunda karşımıza çıkan küçük sürprizleri andırıyor. Koegler mekanı sabit bir alan olmaktan çıkarıp bireysel bir deneyimlemeye açık etkileşimli bir sosyal alana dönüştürüyor. Böylece sergi izleyici için gözlemden çok bir deneyime dönüşüyor. This month Dirimart is hosting an exhibition of The German artist Peter Koegler. Koegler is one of the contemporary artists who brought in with his space installations. In his new exhibition, opening in 2nd of April at Dirimart, he takes the viewer down the rabbit hole. Space pulls the viewer in by the time they enter in and creates a hypnotic effect while the paintings on the walls are like little surprises you come across with in this journey reminiscent of the visiual illusion. Koegler is changing the space from being an individual into an interactive social space. Thereby exhibition is becoming an experience for the viewer rather than an observation.

MAÇKA GALERİ ARDAN ÖZMENOĞLU – VERY CONTEMPORARY Ardan Özmenoğlu’nun son kişisel sergisi Maçka Modern’de Nisan ayı boyunca izleyiciyle buluşuyor. Özmenoğlu günlük yaşamda sıradanlaşmış söylemleri ve objeleri farklı yerleştirmeler içerisinden baştan tanımlayan bir seri çalışma üretmiş. “Buraya çöp dökülmez” yazılı büyük bir tuvalin hemen yanında hayattaki tüm pürüzleri ütüleyebilecekmiş gibi iddialı bir duruşla duvarda hazır bekleyen bir ütü karşılıyor bizi. Sanatçı hem günümüzü hem de geçmişi birleştirdiği çalışmalarında Türk tarihi ve sosyal yapısının çeşitli figürlerinin röntgenini çekiyor. Geçmişten günümüze sosyal dönüşümün getirdiği kodlamaları ve sınıflandırmaları röntgen ışığında tek tip bir görünüme sokuyor. Osmanlı padişahlarının suretleri röntgen ışığında belirsizleşirken saltanatın baskın yapısı kendini ipek üstünde belli ediyor, herkes bir ve eşit. Tam çıkışa doğru yönelirken duvarın en tepesinde bir neon takılıyor gözümüze “havada asılı kalmış bir cümle”... Latest personal exhibition of Ardan Özmenoğlu is taking place in Maçka Modern during April. Özmenoğlu has created a series of works which are redefining the the cliché expressions and objects by placing them in different manners. An ironer placed on the wall as pretentious as it has a power to press anything is standing next to a huge canvas written “Please do not put garbage here”. The artist is combining the past and the present in her works and taking the x-ray photographs of Turkish history and social structure. She is demoting all the codes and classification of the society from past to present in to the same facet with x-ray. While the faces of the Ottoman emperors are becoming ambiguous with the x-rays, the effect of the authority is becoming descent on the silk, everybody is one and equal. While walking towards the exit we catch the site of a neon hanging on the top of the wall “ a sentence hanging on air” ...


Müge Büyüktalaş

SALT Garanti Bankası yeni Türk çağdaş/güncel sanatı için yeni bir sanat alanı olarak SALT’ı sunuyor. İstiklal caddesi 136 numarada konumlanan mekan sonunda İstanbul’un yurtdışındaki örneklerine yakın bir sergi alanıyla buluşmasını sağlamakta. Ahşap dokunun ağırlıklı olduğu mekanda açılış koleksiyonu olarak farklı Türk çağdaş sanatçılarına yer veriliyor. Hüseyin Bahri Alptekin’in işlerinin sergileneceği açılış sergisinde ayrıca Alptekin’in hayatından ve eserleri doğrultusunda yürüttüğü çalışmalardan yola çıkılıyor. Alptekin’in işlerine Camila Rocha, Gülsün Karamustafa, Nedko Solakov ve Can Altay’ın sergi için özel olarak ürettiği işler eşlik ediyor. Açılışta ayrıca bu seneki ARS VIVA ödülüne layık görülen Laboratuvar temasında hazırlanmış işlere de yer verilmekte.

Turkish Garanti Bank, announces the SALT as the a new contemporary / new art space for contemporary art. Venue located at No. 136 at Istiklal Street Beyuoğlu meeting Istanbul with an exhibition area similar to the examples in other countries. Opening exhibition is giving place to Hiseyin BAhri Alptekin’s works and also creating the concept around his life and creations. Artist like Camila Rocha, Gülsün KAramustafa, Nedko Solakov and Can Altay created specific works as tribute to this concept specifically for the exhibition. Also the works which this year took the ARS VIVA prize that are created around the concept of laboratory can been seen in the exhibiton.

ARTER GEçen sene kapılarını açan Arter Nisan ayında yeni koleksiyonu sanat severlerin ilgisine sunuyor. “Görünmezlik taktikleri” isimli sergide Kutluğ Ataman, Cevdet Erek, Ayşe Erkmen, Esra Ersen, İnci Eviner, Nilbar Güreş, Hafriyat, Ali Kazma, Füsun Onur, Sarkis, Hale Tenger, Nasan Tur ve xurban_collective’in işlerine yer veriliyor. Sergi, Arter’den once T-BA 21’de ve Tanas’da sergilenmiş. Serginin taşınması sırasında mekânsal koşullar dikkate alınarak yeniden düzenleme yapılmış. Görünmezliğin irdelendiği proje, aynı zamanda görünürlük ve rejiminden dışlanmış olmanın anlamlarını sorguluyor. Farklı kuşaklardan sanatçıları bir arada buluşturan sergi sivrilen söylemlere yer veren işleriyle dikkat çekiyor.

Arter opened its doors last year, is ledding the doors to new collection in April to the art followers. Exhibtion named “Tactics of Invisibility” is giving place to works of Kutluğ Ataman, Cevdet Erek, Ayşe Erkmen, Esra Ersen, İnci Eviner, Nilbar Güreş, Hafriyat, Ali Kazma, Füsun Onur, Sarkis, Hale Tenger, Nasan Tur and xurban_collective. Before Arter, exhibtion took place in T-BA 21 and Tanas. Placement of the works has been adapted according to the place. The works are questioning the concept of “invisibility”together with visibility and being sidelined from the regime. Artist from different generations are coming together in this exhibiton and works are drawing attention with their edgy language.


ANSEN ATİLLA MALEVOLENCE Ansen Atilla kendine has manüpülatif fotoğraf tekniğiyle oluşturduğu fotoğraf işleriyle çağdaş türk sanatçıları içerisinde dikkat çekici isimlerden biri. Atilla’nın, yeni kişisel sergisi 21 Nisan’dan itibaran Galeri X-ist’de görülebilir. Sanatçı “Malevolence” ismini verdiği son sergisinde zaman ve mekan farklılıklarına rağmen sabit kalan, yasak, suç, yargı ve savaş kavramlarını görünür ya da görünmez niyetler çerçevesinde inceliyor.

Ansen Atilla is one of the remarkable Turkish contemporary artists with his photography works made up also the his unique technique of manipulation. The latest exhibiton of Atilla can be seen in Galeri X-İst after 21st of April. The artist in his new exhitibition named “ Malevolence” , analysing concepts of inhibition, crime, estimation and war as stable elements around observable and non-observable determinations in contravention of the change of time and place.


SAATCHİ LONDRA Philips de Pury & Company işbirliğiyle Londralı küratörler Jason Lee ve Carlo Berardi Türkiye’nin en yetenekli ve dikkat çeken sanatçılarını bir araya getirerek bir grup sergisi oluşturdu. Tehlikeli Zihnin İtirafları - “Confession of Dangerous Minds” Saatchi Londra’nın Philips de Pury & Company sergi alanlarında 16 tanınmış ve yeni çıkış yapan farklı sanatçıların bir araya gelmesiyle oluşturuldu. Sergide Yeşim Akdeniz Graf, Hüseyin Çağlayan, Taner Ceylan, Ardan Özmenoğlu, Nazif Topçuoğlu ve Şükran Moral gibi isimlerin yer alıyor. Sergi Türk görsel sanatçılarının enini, boyunu ve derinliğini keşfe çıkıyor. Londra’ya yolu düşenler için..

In collaboration with Phillips de Pury & Company, the London based curators Jason Lee and Carlo Berardi have put together a sensational group show of some of the most interesting artistic talent emerging from Turkey. Confessions of Dangerous Minds, showing at the Phillips de Pury & Company galleries at the Saatchi Gallery in London, will feature 16 established and exciting up and coming artists. Exhibtion is welcoming names like Yeşim Akdeniz Graf, Hüseyin Çağlayan, Taner Ceylan, Ardan Özmenoğlu, Nazif Topçuoğlu ve Şükran Moral . The show will explore the breadth, depth and diversity of Turkey’s visual arts.






Photographer: Deniz özgün / LOOK34 Styling :EdaAkpınar Makyaj : SonerAkyol Sac : ümitAşık

Gomlek : Burçe Bekrek Pantalon : Ezgi Üskül


Tulum : BurรงeBekrek


Elbise : EdaAkpinar Etek : Ezgi端sk端l


Gomlek : EdaAkpinar


Gomlek : EdaAkpinar


Gomlek : EdaAkpinar Bustiyer : BurรงeBekrek


Bluz : BurçeBekrek Etek : Ezgiüskül


Ceket : EdaAkpinar Tulup : Ezgi端sk端l


YENİ MODA : SOYUT KARİYER NEW TREND : ABSTRACT CAREER Sinirliyim, kafayı takmak istemiyorum ama sürekli karşıma çıkıyorlar. Hadi boşver diyorum, heves ediyorlar ablası diyorum ama olmuyor. Çünkü herşeyden önce emeğe saygı olayı var. Kimlerden mi bahsediyorum? Amatör fotoğrafçılara yalvara yakara çektirdiği fotoğrafları facebook’a koyup ben modelim diye geçinenler, yaptığı bir tane bile iş olmamasına rağmen kendini tasarımcı diye tanıtanlar, boynuna astığı fotoğraf makinesiyle bir anda fotoğrafçı olduğunu zannedenler, blog açıp ordan burdan copy paste edip moda gurusu olduğunu sananlar, gayet amatörce olmasına rağmen kendi kendine styling yaptığını zannedenler! Canımdan bezdirdiniz beni, mesleğimden soğuttunuz. Biz salakmışız bu kadar uğraştık, eğitimini alalım dedik, gidelim yerinde öğrenelim dedik. Bir facebook’a bakarmış meğer olay. ‘Education and work’ kısmına ne yazarsan o oluyormuş meğerse. Bir kaç tane de yalandan fotoğraf koy yaz altına model, styling ya da ‘photography by’ diye olsun bitsin. Özellikle de ingilizce yaz ki havandan geçilmesin. Hayat size güzel gençler! Tebrik ediyorum. Kendi dünyanızda ne kadar da mutlusunuz öyle. Ekonomik kriz, işsizlik hakgetire size. Belli dönemlerde belli meslekler hep moda olur zaten, buna alıştık. Tasarımcı, model ve fotoğrafçı olmak çok ‘in’ uzun zamandır! Buna okeyiz. Bunlardan birini olamayan ama modaya meraklı olan blogger oluyor hadi ona da okeyiz.(sadece iyi bloggerlara tabikii) Ama eş dosttan topladığı kıyafetle styling yaptığını zanneden, 1.65 boyuyla model olduğuna inanan, ve o kısa boylu kızların fotoğraflarını çekerek kendini moda fotoğrafçısı sanan insanların başlattığı bu furyaya okey değiliz. Ne sihirli bir dünyaymış bu moda dünyası. Herkes bir meraklı, bir ucundan illa giricek içine. Facebook’a bakıyorum herkes model, herkes fotoğrafçı... Bizim sözde moda haftasına gidin bir kere. Defile izlemeye değil de gelenleri izlemeye. Kimin defilesi var ki izliyeceksiniz zaten... Etrafta dolanan insanları izleyin. Üç saat ne giysem diye düşünüp oraya gelen ve moda ikonu olduğunu sanan küçük kızları, boynuna astığı ucuz fotoğraf makinesi ve illa siyah kemik çerçeve gözlüğüyle herkesin peşinden koşup fotoğraf çeken moda bloggerlarını bir izleyin. Ya da yaptığı tasarım tshirt’ünün yakasını kesmekten öte olmayan ama sorsan ben tasarımcıyım diyenlerin azıcık genel kültürlerine rağmen derin entellektüel konuşmalarını bir dinleyin... Bu moda camiası dedikleri böyle bir şey işte. Bir yanda canını dişine takarak çalışan, üreten, konuşmak yerine konuşturanlar var bir yanda da hiçbirşey yapmadan sadece konuşanlar var. Emeğe saygı dediğim bu

Elif Domaniç

işte. Gel de kafayı takma! I’m pissed off. I don’t want to bother, but they keep popping up. I try to sympathize, i try to understand but no. I can’t because they have no respect to endavour. Who am I talking about? The model wannabes, the photographer wannabes, those who present themselves as designers with virtually no output except their photographer friends doing them favors. Those who copy from here and there and paste to their blogs and think they are fashion gurus! You made me sick of the whole industry. So it turns out we were fools to put so much time and effort into our work, so much time into education and apprenticeship. After all all it takes is facebook! Whatever you put under ‘Education and work’! A couple semi-decent photos and call yourself a model! Call it ‘styling by’ or ‘photography by’ (make sure you type that in English of course) and that’s all it takes! My hat’s off to you guys! Congratu-fuckn-lations... You seem so super happy and content in your own little ignorant world. Economic crisis and all that can’t mean much to you anyway. Certain professions thrive in certain periods. The designer, the model and the photographer is ‘in’ for some time now! That’s ok! If you’re not one of those ones but do have an interest in fashion, and you think you are a blogger now, well, that’s ok too. But those who photograph 1.65 girls and call themselves photographers, and those who get some clothes from friends and call themselves stylists... that’s not OK! Oh, what a magical world this fashion biz! Everybody’s trying to get a foot in no matter what. On facebook, they are all photographers, they are all models...


ART DIRECTOR :ATALAY YENI PhotographER :ATA KAM StyliST/Designer :YUSUF KAYI Hair/MakeuP :TAMAY KARALOGLU Models :JOHANNA WAGNER / hasan s覺g覺rc覺 PRODUCTION : SERKAN TUNC












Kolye: Tom Binns- Atelier 55

Yüzük: Marc Jacobs

Male Model: KeremTezgel

Female Models: Anita Markovic (301 Reklam Istanbul) MilouGort (Joy Model Management Istanbul) Anastasia Silveri (Joy Model Management Istanbul) Olga Pandur (Ice Model Management Istanbul)

Make up: EceAktas Hair styling: ErdemKıramerAkademi

Styling & Props: GizemAkgonul Styling &Porps 1st Assistant: AyçaGirgin Styling & Props 2nd Assistant: Emirhan Akin

Photography & Concept: Milos Gazdic | www.hirtc.com Photo Assistant: Kemal Uysa


Üst: H&M Jean şort: Production Çanta: Umut Eker Üst: Raisa&Vanessa Sason Kot: Jean Pierre Braganza


Ceket: Raisa&Vanessa Sason Beyaz üst: Topshop Kırmızı pant: GLass House

Çizgili mayo: H&M Dantel Bluz: Raisa&Vanessa Sason Deri ceket: Nazlı Bozdağ Sarı şort: Atalier 55 Ayakkabı: Costume National

Pembe Mayo: Cihan Nacar Beyaz kemer : Zara Küpe: Tom Binns-Atelier 55 Mavi Pantolon: Zara Ayakkabı: Jean-Paul Gaultier- Vario


Ceket: Raisa&Vanessa Sason Tayt: Kerem Tezgel


K覺yafetler: Kerem Tezgel


Bordo elbise: Raisa&Vanessa Sasson Ayakkabı: Production Deri elbise: Nazlı Bozdag Kemer: Gizem Akgonul Vintage koleksiyonu Şapka: Production Deri botlar: Kerem Tezgel Gomlek: Zeynep Erdogan Sort: Raisa&Vanessa Sason Botlar: Brain Atwood


Turuncu deri ceket: Nazlı Bozdağ Sarı tulum: Raisa&Vanessa Sason Krem ayakkabı: Sebastian-Vario Gunes gozlugu: Zeynep Erdogan’ın Vintage koleksiyonu Esarp: Gizem Akgönül Vintage koleksiyonu Elbise: David Coma-Atelier 55 Ayakkabı: Costume National


BİZ Her zaman yaptığın şeyleri biri senden istediğinde yapamazsın; ya da doğru yapamadığını fark edersin. Yaşamak için nefes alıp verirken her şey iyidir de iş doğru nefes almaya gelince beceremezsin. Ayakta durarak var olursun ama dimdik durmanı istediklerinde eğilir bükülürsün. İş konuşmaya gelince mangalda kül bırakmaz atar tutarsın, hak hukuk diye; senin hakkını gasp ettiklerinde “neyse” dersin; hakkını istemeye cesaretin olmaz. Veya daha da fenası, birinin hakkını gasp edersin, uğruna savaştığın her şeyi unutup. Sonra yine kendini kandırır, oyuncak edersin değerli sözleri dilinde “eşitlik, hak, özgürlük...” Sen aslında eşitliğe inandığını ve onu savunduğunu sanırken, insanları, sözde çoktan yok olmuş, sınıflara ayırırsın. Bilinenler vardır, popüler olanlar. Onların yanında yer almaya özen gösterirsin. Sağda solda biraz sıcak muhabbet, iki partide yanak yanağa birkaç fotoğraf... Tamam işte sen de olmuşsundur artık onlardan biri. Oturup iki kelam etmek sırası geldiğinde ne konuşursun bilinmez hiçbir ortak yanın olmayan insanlarla. Mesleki çıkarlarınız doğrultusunda ilerleyen ‘sağlam’ dostluğunuzu kimsecikler yıkamaz. Özgürlüğü dile getirmek cüretini kendinde bulduğun zamanlarda bile çıkarların uğruna köleleştirdiğin insanlara yüzün kızarmadan bakabilirsin sen. Sınırları ne kadar ilerilere gider, yükledikçe daha ne kadar fazla yük taşıyabilir, ezdikçe ne kadar daha ezebilirsin, titiz bir bilimadamı edasıyla deneklerin üzerinde hepsini uygularsın. Entelektüel olduğun için de popüler olaylara seyirci kalmaz, “nerede bu ülkede özgürlük” diye isyan edersin. Herkesin yaptığı kötüdür, basittir de, bir tek sen ve silah arkadaşlarınınkiler yaratıcılığın son noktasında, çığır açacak kadar ilericidir, bir de ulaşamadıkların tabi... Güzele, güzel demek acı verir sana, iyiye iyi demek değerini düşürür. Bulutların üzerine çıktıkça, insanlar toplu iğne başı kadar bile değildir gözünde, daha da yücelirsin, gökyüzüne bile sığamaz taşarsın. Sen aslında koskoca bir yalanın içinde, aynı yollardan, sıkılmadan, defalarca geçerek yaşar durursun. Değerli her şeyi unutur, yeni değerler oluşturur, onlara inanırsın. Kuyruğu dik tuttuğunu sanırsın da, hırsların uğruna çoktan oyuncak olmuşsundur bile. Bir birey değil bir fikrin ürünü olduğunu asla fark etmezsin. Sen hep cesaretinden dem vururken aslında ne kadar korkak yetiştirildiğini, eleştirdiğinin, özünde sen olduğunu hiç anlamazsın. Her zaman yalanın bir parçası vardır hayatında; veya sen, hayatın sandığın koca yalanın küçük bir parçasısındır

Bahar Arasan

sadece. En son ne zaman gerçekten dürüst olduğunu, hislerini dışa vurabildiğini çoktan unutmuşsundur. Aslında senin hislerin var mıdır ki? Yaptığın, konuştuğun, düşündüğün her şeyi yüz bilmem kaç takipçinin olduğu sanal dünyada paylaşırsın ama iş gerçek hayatta fikirlerini paylaşmaya geldiğinde cümle bile kuramaz hep aynı zırvalıkları gevelersin çok bilmiş tavırlarınla. Ne yazık ki şartların bizi yanyana getirdiği bu plastik dünyada varolanlar ikiye ayrılır. Biri sen, diğeri de ben olanlar. Ben gibiler, sen ve senin gibilerin karşısında aciz kalırız genelde. Hep konuşur, eleştirir, yerden yere vururuz ama yüzüne patlayacak cesareti, basireti asla bulamayız. Kendimizi kullandırmaya bayılırız, hep çok çalışıyoruz diye şikayet ederiz ama hayatımızdada değişiklik yapmak, seninle olan mücadelemizi sonlandırmak bile bize zor gelir. Bazen de senin gibileri anlayabilmek için daha da yakın oluruz sana; kendimize saygımızı kaybeder inat ederiz tanımak için. Ama derininde bile aynısındır sen, dışarıdan neyse, içinde de o... Sen ve senin egoların, bizi ezmeyi görev haline getirirsiniz. Biz egolarımızdan sıyrılmaya çabaladıkça, sıyırıp attıklarımız seninkilere karışır, büyürsün. Büyüdükçe senden vazgeçebilmemiz daha da zorlaşır. Sana muhtaçmış gibi hisseder ona göre yaşarız. Seni poh pohlamaktan bile hoşlanmaya başlarız zamanla. Zaman geçse de sen ve ben değişmeyiz. Ne sen yumuşar, iyileşir, değişirsin, ne de ben sertleşir, kötüleşir değişirim. Ben senden kaçıp kurtulsam bile, sen başka bir ben bulursun kölen yapmak için. Beni geçirdiğin yollardan onu da sürüklersin. Ve ne yazık ki ikimizin olan bu plastik dünyada ayakların baş olduğu gerçeği asla değişmez!

Ilustration: Ahmet Dogu Ipek


Photography OnurDoğu Creative Director and Styling Kerem Tezgel Hair Samet Kilci Makeup Soner Akyol Model(s) Serdar Bozok Samet Liçina Ogulcan Çakır







Emre Erbirer

Ilustration: Sirin Tanrıtanır

Eskiden zormuş isyan çıkarmak, muhalefet olmak, protesto etmek, yürüyüş düzenlemek. Bilgisayar yok, cep telefonu yok, internet yok. El yordamıyla bir ilan, yazı hazırlayacaksın, zar zor matbaalarda afiş, bildiri vs. basacaksın, yüz yüze konuşarak veya telefonla insanları ikna edeceksin, sonra da belirlenen gün ve saatte bir şeylere karşı ve her türlü hava muhalefetinde bütün kalabalığı toplayacaksın, sonra da o gelen binlerce kişiyi tek bir ağızdan tek bir hedef için hareket ettireceksin. Zormuş bu işler mirim. Şimdi öyle mi? Bilgisayarı açarsın, Facebook’a giresin, bir “event” açarsın, listene davet yollarsın. Sonra arkana yaslanıp o “isyan” gününün gelmesini beklersin. Arada Twitter’dan birkaç politik tweet atarsın. Hatta işi büyütüp Foursquare’dan “X is at Hepimiz Hrant’ız Yürüyüşü” diye check-in olursun. Oldu mu sana dijital isyan? Hayır. Elbette ki bu kadar basit değil. Bir süredir dünyanın gündemine oturan, Türkiye’deyse İbrahim Tatlıses’in vurulması, Nihat Doğan’ın Survivor’a katılması, Fenerbahçe-Galatasaray derbisi haberleri arasında kaybolan Kuzey Afrika ve Ortadoğu’daki isyanların tetiklenmesinde de dijital (d)evrimin izlerini görmek mümkün. Twitter üzerinden organize olanlar, Facebook’tan koordineli bir şekilde halkı kışkırtanlar ve bütün bunların yansımalarını haber ya-

Not that long ago it used to be difficult to rebel, to form an opposition, to protest, to organize a march. No computers, no mobile phones, no internet. You would have to hand-write an announcement, an article using only your own resources; then you would have to find a way of printing the posters, and convincing people either face to face or by phone to participate. And if that wasn’t hard enough, on the actual day at the right time, whether the weather suited you or not, you would have to gather the crowds and organize the thousands of people to speak as one, for a mutual cause. It used to be an ordeal. Is it at all like that now? You turn your computer on, you log into Facebook, you create an event, and you send the invitations to your friends list. Then you lean back in your seat and wait for that “rebellious” day to arrive. Meanwhile you might post a few political tweets on Twitter. And if that isn’t enough you might check-in at Foursquare saying “X is at the We Are All Hrant Walk”. Now is that what you call digital rebellion? No. Of course it isn’t that simple. It is possible to see the influences of digital (r)evolution playing an important role in igniting the uproar that is taking place in North Africa and the Middle East; the issue that has recently been headlining all news around the world...Except, it seems, in Turkey; where the news seemed to focus more on the shooting of İbrahim


pan ve devletin karışamadığı tek haber kaynakları bloglar bütün bu isyan sürecini gözlerimizin önüne başka bir boyutta serdiler. Çünkü bizim burada Facebook’tan gelen bir “yürüyüş / gösteri / protesto” eventine “attending” dememiz veya “Ahmet Şık’ın Kitabı Bende De Var” diye event açmamız kendi kendimizi kandırmamız dışında bir anlama gelmez.İşin başka bir boyutu da bu “dijital isyan” sürecinin geleneksel medyadaki yansımaları. Ahmet Şık’ın kitabı “İmamın Ordusu”nun 31 Mart tarihinde Twitter’a düşmesi, ardından bunun NTV’de haber yapılması, bu kitabın Facebook ve Twitter’da görülmemiş bir ilgi ve hızla yayılması Facebook’ta birkaç gün önce açılan “Ahmet Şık’ın Kitabı Bende De Var” etkinliğinden bir adım önde, daha fiziksel, daha yayılmacı, daha rasyonel ve daha “şiddetli” bir isyan hareketiydi. Fransa ve İngiltere’de ortalığı ayağa kaldıran üniversite öğrencileri, Tunus, Cezayir ve Suriye’de ayaklanan halk, belki de Türkiye’yi de bir nebze etkiler. Belki Türkiye’nin Facebook’ta en çok üyesi olan 4. ülke olması, Twitter’ı bu kadar kullanan gazeteciler ve “fikir önderleri”, Türkiye’deki dijital (d)evrim için yeterli değil mi? Ben bu soruların cevaplarını size bırakıp, Ahmet Şık’ın “İmamın Ordusu” kitabını okumaya gidiyorum. Emre is at Hepimiz Hrant’ız Yürüyüşü.

Tatlıses, the fact that Nihat Doğan joined Survivor, and the aftereffects of the Fenerbehçe- Galatasaray derby. People getting organized via Twitter, others provoking the public in a coordinated manner via Facebook and even more people writing about the consequences of these uproars in their blogs- the only information platform the government can not interfere in, have shown us a whole other dimension to the rebellion that is going on as we speak. Because for us to click “attending” to a “march, protest, show” event on Facebook, or create a new link called “I Too Have Ahmet Şık’s Book” means nothing, other than helping us deceive ourselves. A whole new dimension to this argument is also about how this “digital rebellion” is represented in the traditional forms of media. On the 31st of March, Ahmet Şık’s banned book “The Imam’s Army” was published on Twitter, soon after, this was made news on NTV, which was immediately followed by the digital copy of the book being shared on Facebook and Twitter like never before. This rebellious movement was one step ahead of the Facebook event called “I Too Have Ahmet Şık’s Book”; it was a more physical, more rational, more widely spread and all together more “forceful” movement. Who knows, the university students who have been causing unrest in England and France, and the general public in Tunisia, Algeria and Syria who have been rebelling against their regimes, might manage to encourage/influence a small crowd in Turkey to do something. Maybe it just isn’t enough to be ranked fourth in the world to have the most members on Facebook, or to have so many newspaper reporters and “bright thinkers” tweeting on Twitter, for a digital (r)evolution to take place in Turkey? I am going to leave you to dwell on the answers to these questions while I start to read Ahmet Şık’s book “The Imam’s Army”. Emre is at the “We Are All Hrant Walk”.


150 KİŞİ İSYANI SEVDİ GÖRDÜ, BEĞENDİ, SEVDİ

Yaşadığımız toprağın geçmişi sebepli, bir kez bile yumruğunu sokaklara sallamayı düşünmemiş bir arkadaş listesinin bireyleriyiz biz. İsyan, televizyonda gördüğümüz, izlediğimiz bir şey. Bazen de, en güvende, en şık, en zeki hissettiğimiz, arkadaş listemizi genişlettiğimiz kampüste, hala o eski filmleri izleyip, o isimlerini kulaktan duyma bildiğimiz eski kitapları okuyan tanıdıklarımıza, aman bize yaklaşmasın da ne yaparsa yapsın dediğimiz mavi kıyafetli adamlar saldırdığında görüyoruz isyanı. “Cık cık” diyoruz, ve aman değmeden, kenarından geçip gidiyoruz. Çünkü isyan, bizim için, televizyonda gördüğümüz, filmini izlediğimiz bir şey. İsyan edenler de, bu yüzden, seyredilecek kimseler. Farklılar biraz, korkusuz mu desek yoksa aptal mı bilmiyoruz; zaten bir karar versek, değmiş olacağız, yanından geçip gidemeyeceğiz. O yüzden iyisi mi, en fazla seyredelim. Aman, seyredip de hissetmeyelim, seyredip de söylemeyelim, seyredip de öğrenmeyelim. Seyredip de harekete geçmeyelim. Seyredip de isyanın bir parçası olmayalım. Aman. Değmeyelim. Örneğin, seyrettiren, belgesel yapan insanların ‘nedeni’ni sorgulamayalım. Anlatmaktan daha öte olan, (ama anlatmayı da kapsayan) harekete geçmeyi, bunun bir yolu olarak da belgeseli görme durumunu, aman anlamayalım. Okumayalım, aman anlamayalım mesela; Belgesel nedir sorusunun kimilerince babası olan Bill Nichols, belgeselin, gerçek dünyaya bağlantısını onu temsil ederek kurduğunu söylermiş. Bunu yapma yollarından biri de, başkalarının çıkarlarını temsil etmekmiş; Nichols bunu yapan yönetmenin görevini temsili demokrasiye benzetirmiş. Yani, yönetmen ister istemez bir aracıdır belgeseli yaparken, meselenin içinde ne kadar yer alsa da. Fakat, aynı zamanda, meselenin içinde ne kadar yer aldığı da belgeselin oluşumunda en büyük etmendir. Bunun ışığında, belgeselin “ne işe yaradığı” belgeselin belgesel olarak, kendi koşullarının farklılığına bağlı olduğu kadar, yönetmenin bu soruyu, kişisel olarak, nasıl cevapladığı ile de ilgilidir. Kaldı ki, verilen cevap, filmin kendisini şekillendirmekle kalmayacak, filmi mesele içersinde ve mesele için, bir yere konumlandıracak, filmin paylaşımını etkileyecek, hatta genelinde, belgeselci ve belgeselin bir tanımını da yapacaktır. Örneğin kimi yönetmen, bir meselenin varlığı ile başlatır yolunu, belgesel, belgesel olma özelliği ile, ‘ne yapılabilir’e verilen cevaptır. Bu sorunun cevabı da, (belgesel ile) anlatmakla bitmez, belgeselin harekete geçirme işlevi, belgeselcinin de amacıdır. O yönetmen için belgeselin varlığı, mücadelenin somut bir parçası, bir aracıdır. Bir şeylerin duyulmasını ve insanların engel olabilecek eylemlere girişmesini diler yönetmen. Bunu sağlamak için yapılacak şey, anlatmak; meselenin belgeselini çekmektir. Dolayısıyla yönetmen bir görev yükler, belgeseline ve aynı zamanda belgeselciye de. Şimdi, yine seyrettiğimiz bir şeydir isyan. İster istemez birimiz canlı canlı koltukta oturmaktadır, diğerimiz, yani isyan, görüntüdür, perdededir; tuşunu kaparsanız, ışıkları söndürürseniz gider. Ancak, bir amacı vardır göstermek eyleminin bu sefer. Sırf bakın diye değildir, yanından geçerken değin diyedir. Ama biz, boş verin, aman değmeyelim. Bakmaktan kolay ne var, aman görmeyelim.

Ece Sakarar


150 PEOPLE LOVED “THE REBELLION” SAW IT, LIKE IT, LOVE IT

There is a reason to the past of this land we live in; we belong to a list of friends who have never once thought to throw their fists in the air. Rebellion is something we watch on TV. And sometimes we see rebellion where we feel the safest, the smartest, the brightest, where we decide to extend our list of friends, on campus; when the blue coated officials, who we hope will stay clear of us, attack our acquaintances who still watch those old films, and read those old books we have barely ever heard of. We say “tweet, tweet” and stand clear of the subject without delving into it. Because rebellion is something we see on TV, something we watch in films. This is exactly why it is worth watching these people who rebel. They’re a bit different, we don’t know whether we should say they’re fearless or stupid; anyway if we did make our minds up we wouldn’t be able to avoid the subject. So the best thing to do is to probably just watch. God forbid we watch and feel, watch and say, or watch and learn something. God forbid we watch and take action; watch and become part of the rebellion. God forbid. Let’s just stay away. For example, let’s not question the “reason” why the people who make documentaries make them, and make others watch them. Whatever we do, let’s make sure not to understand how a documentary is more than an explanation, how it is actually a part of the action itself. Let’s not read, let’s definitely not understand the following; Bill Nichols, according to some people, the grandest of documentary makers used to say that documentaries created a connection with the real world by representing them. And one way of doing this was by representing other people’s profits. Nichols used to think, directors who did this, that their jobs were similar to representative democracy. Whether the director wants it or not, she/he is only a mediator, no matter how involved she is in the issue. Nevertheless, at the same time, how involved a director is with the issue at hand, is a crucial part of the creation of the documentary. As a result, the answer to the question “what is a documentary useful for?”, lies in the answer the director gives to this question, as well as the documentary’s own form and style. The answer that’s given will not only give shape to the documentary itself, but will also place the documentary somewhere within the issue; it will affect the way the film is viewed and the way a documentary and its maker are perceived in general. For example, most documentary makers start their journey with an existing issue. What they create afterwards, the documentary itself, is their answer to the question “what can be done?”. The answer to this question of course can not be explained by just this(the documentary), it is also the force the documentary has on the people, and the maker’s aim. For that director, the existence of that film is a substantial part of the struggle. The director hopes that some things will be heard and that people will be inspired to make a difference. The only way to do this is to tell the story; make a documentary about it. In doing so, the director gives a very important role for the film to play, as well as to herself/himself. Now, once again rebellion is something we watch. Whether we like it or not one of us, we, sit live in a chair, and the other, the rebellion, is only an image, a curtain; if you switch it off and turn off the

Ilustration: Sirin Tanrıtanır


“Bence En İyi” Hamburger+ Patates Kızartması

Burçin Şuşut (Endüstriyel Tasarımcı) Hamburger : Kitchenette Patates Kızartması : Arby’s

Hülya Tarlan ( İKSV – Satış Operasyonları Sorumlusu) Murat Sezgi ( Pozitif – Proje/Prodüksiyon)

Hamburger : Mano Burger (Tünel) Patates Kızartması : McDonalds

Hamburger : Baja (Çukurcuma) Patates Kızartması : Oktoberfest (Asmalımescid)

SEKTÖRÜN GÖZÜ:

123’ü

artık bilmeyeniniz yoktur.Onları ilk defa 2 sene önce Okan Bayülgen’in programına çıktıklarında dinlemiştim. Kim bu güzel müzik yapan, İngilizce sesletimi pek güzel olan ecnebi grup dedim, haşa ne ecnebisi şakır şakır Türkçe konuşuyorlar, valla Türk bu grup! Bayağıdır değişikliğe ihtiyacı olan halkım kucakladı hemen 123’ü. Adı bir, iki, üç müdür, yüzyirmiüç müdür derken zamanla her yerde görünür, duyulur oldular. Sevgili dergimizin bu güzide bölümünde bu sefer onlara başvurduk, onların gözünden sektörü gördük. 123, 123 olmadan önce Burak, Feryin ve Berke ‘Dandadadan’ ve ‘Tam Burada’ isimli gruplarla çalışmış hatta her ikisinden de albüm çıkarmışlar. Kolay olmamış, yok denecek kadar az para kazanmış ve daha da kötüsü isteseniz ‘ Abi bir de o eski albümlerinizi dinleyelim.’ deseniz dinleyemeyeceksiniz, çünkü kendi ellerinde bile yok! İşte bu yüzden bu gençlerimiz azmedip Berke’nin daha önce ablasıyla kurduğu aile şirketlerinin bir de plak kolunu açmışlar. Özgürce, istedikleri müzikleri kendi patronluklarında yönetmek istemişler. EP dışında çıkardıkları albümleri Aksel adlı bir çocuğun hikayesini anlatıyor ve her albümde bu hikayeyle ilgili illüstrasyonlar var. Yani albümü aldığınız zaman yanında bir de illüstrasyon kitabı almış oluyorsunuz. Sadece müziğin sattığı şu zamanda inanıp böyle bir işi yapabilecekleri tek yer anca kendi şirketleri olabilirdi her-

Merve Gündüz

halde! Ve artık kendi albümlerini çıkarmakla kalmayıp yakında sevdikleri, inandıkları arkadaşlarının albümlerini de plak şirketlerinden çıkarmaya başlayıp büyümeye gidiyorlar.Berke ‘’Sabahları Feryinleberaber iş adamı gibi ofisegidip plak şirketiyle ilgili çalışıp anca akşam müzisyen olduğumuzu hatırlıyoruz.’’ diyor.Her şeyi yapmak istemek ve elde etmek kolay değil tabii!Facebook’u sadece Mark Zuckerberg’in kullandığı 2000 başlarında, Twitter’ı ise Tweetysanarken,123 grubunun tanıtımı da şimdi yeni çıkan gruplarınki gibi kolay olmamış; ilk önce Myspace sayfası açtıklarını, daha sonra web sitesiyle, mekanlara bırakılan kartpostallarla ama asıl konserleriyle duyulduklarını ekliyorlar. Yeni gruplara, kendi plak şirketini kurmayı planlayanlara da öğütleri var tabi: “Gerçekten istemek ve inanmak’’ ya da “sponsor bulmak”! (Bu işin şakası tabii ki!) Grubun hemfikir olduğu nokta ise; tam bağımsız olup, her zaman istediklerini yapmaları gerektiği, özelliklede bu kadar bağımsız bir şeyi yaparken tutunması daha zor olduğundan planlı ve istikrarlı olmak. Söz ilerde yapmak istediklerine ve hayallerine gelince büyük laflar etmekten kaçınıyorlar, ‘’Gün gelir yapamadığımızı okur, görür, üzülürüz.’’ diyorlar ama kanımca bu kalitede ve hızda giderlerse istikbalde saadetten öte onları bekleyen başka bir şey yok!



Burçin Şuşut (Industriel Designer) Hamburger : Kitchenette French Fries : Arby’s

“My All Time Best” Hamburger & French Fries

Hülya Tarlan ( İKSV – Sales Operations Assistant) Hamburger : Mano Burger (Tünel) French Fries : McDonalds

Murat Sezgi ( Pozitif - Project&Production) Hamburger : Baja (Çukurcuma) French Fries : Oktoberfest (Asmalımescid)

EYE OF THE PROFESSION:

123

I am sure that you all know about by now. I heard them for the first time 2 years ago, when they performed on Okan Bayülgen’s show. I asked myself who this foreign band with a nice English accent, playing great music was, only to realize that they spoke fluent Turkish; in fact they were Turkish! Back then, the Turkish public who had been waiting for a change for a while, welcomed 123 with open arms. As we were busying ourselves asking if they were called one, two, three or one hundred and twenty three, they started making appearances everywhere, and we started to hear them quite often. In this distinguished section of our dear magazine, this time, we have asked them to show us the industry from their point of view. Before 123 became 123, Burak, Feryin and Berke played in bands called “Dandadadan” and “Tam Burada” and in fact released an album. It wasn’t easy, they earned so little from it, and as if that wasn’t bad enough, it just happens that even if you wanted to listen to their album today, you couldn’t because they don’t even have a copy themselves! This is exactly why they decided to go ahead and extend the company that Berke and his elder sister started up at an earlier date, to include a recording branch. They wanted to be able to create their own music under their own control. Other than EP, the albums they released tell the story of a boy named Aksel; and there are also illustrations about the story in each album. So, if you buy one of their albums, you also get an illustrated book. At a time like this, when only music sells, the only place they could have done something like this is probably their own company. Today, they are expanding by not only producing their own albums but also their

Merve Gündüz

friends’, who they love and believe in. Berke says; “In the mornings Feryin and I get to the record company looking like business men, only once it’s the evening do we get to remember that we are musicians”. Well, wanting to do everything and succeed as well is not an easy task! At the beginning of the 2000s, when Mark Zuckerberg was the only one using Facebook, and Twitter was widely thought to be Tweety, it wasn’t easy for 123 to get themselves recognized- unlike the new bands coming out today. They first started out with a Myspace page, then their own website, and pamphlets that they distributed/left in places; but they believe it was their concerts that got the word out and made them who they are today. They have a few suggestions for new bands, or those who want to start up their own record companies; “Really want it and believe in it!” or “Find a sponsor!”(This is of course the joke side of things). They all agree that being independent, and always doing what they want to do is very important but they also know that especially when doing something so independent, it is crucial to be planned and determined. When it comes to talking about their plans and hopes for the future, they don’t want to say too much; they say “A day might come when we read or see that we can no longer do it, and get sad”. But if you ask me, if they continue in the way they are going right now, there is only good news to come.



Gönüllüler

Gönüllüler ve gönüllülük “müessese”si yapılan organizasyona, organizasyonu yapan kuruma, kurumun insan kaynaklarına ve insankaynaklarının olaya bakışına göre değişir. Ama bir gerçek var ki, o hiçbir zaman değişmez.Gönüllüler gençtir, tazekandır, enerjiktir, eğlencelidir. Gönüllüler bayrak sallayarak sokaklarda dolaşırlar, gönülllüler yer gösterirler, gönüllüler “sanatçı asistanlığı” yaparlar, gönüllüler gerekirse fotokopi çekip kahve yapan bir ofisboya dönüşürler.Gönüllüler bu işleri neden mi yaparlar? Bir konsere gidebilmek, iki film fazla izleyebilmek, birileriyle tanışmak, veya birşeyler öğrenmek, bir ruhu solumak için belki de? Ya da bir “gönülbağı”ndan sözedebilirmiyiz bu insanların bunları yapmalarını sağlayan?Gönülden bağlı oldukları kurumlar, insanlar, etkinlikler mi var?Gönüllülük bir basamak belki de.Hani şu reklamlardaki stajyerlikten müdürlüğe yükselen kız gibi. Birgün gönüllüsün, ertesigün CEO.Olmaz demeyin, gönüllüleri horgörmeyin!


Ali Tufan Koç BİZE SUNULAN DÜNYANIN GERÇEKLİĞİNİ KABUL ETMEMEK İsyana dair kültür keşfine çıkmadan evvel sıkı bir itirafı sevgili okura borç bilirim: Size bu ay çalışmadığım yerden çaktı soruyu. Kendimi ifade etme biçimi olarak “isyan etme” hakkımı henüz kullanmış, o noktaya erişmiş değilim. Dilimde “dalgalandım da duruldum”u mırıldanır durur, yeri geldiğinde küçük harflerle başlarım isyan marşımı şakımaya: “Çekmişim isyan bayrağını/Dalgalanır başımda hür/Sen diken sal üstüme üstüme/Bende deste deste gül”* Vaziyet böyleyken isyan denince aklımda beliren kitap kahramanları, elimin gittiği filmler, kulağımda çalan parçalar pek sürprizli, oldukça tuhaf ve alışılmadık cinsten.

Dört dakikalık artçı isyanlar “İsyan” koduyla belleğe attığım filmleri/kitapları/albümlere hafızada hızla tararken, kitap kurtları için Londra’daki kutsal adres Waterstone’da, kırmızı kapaklı, kalın bir cisim parladı gözümde: A History of Protest Songs: 33 Revolutions per Minute.Joan Baez’in de dediği gibi, müzisyenleri ikiye ayırmak mümkün. “Ben müzisyenim. Politikayla işim olmaz.” diyenler ve müziğin dünyayı kurtaracağına inanlar. Kitap, müziğin birletşirici/değiştirici gücüne inanan, 1939’dan 2008’e uzanan, ortalama 4 dakikaya umutla öfkeyi, gözyaşıyla isyanı sığdırabilmiş 33 parçayı ve parçaların satır aralarına sıkışmış hikayelerini anlatıyor. Kitabın açılış parçası

müzik tarihinin ilk kayıtlı protest sesi, müziği Billie Holiday’ın Strange Fruit’ı. Bob Dylan’ın “Masters of War’ı”, Nina Simone’nun “Mississippi Goddam”ı, U2’nun “Pride”ı, Green Day’in “American Idiot”u protest parçalar derlemesinde kendine yer bulan parçalardan. Dayanamadım, parçaları tek tek bulup kendime ‘protest’ listesi oluşturdum. Arka arkaya dinledikçe, tarih boyunca toplumun çektiği acıların nasıl da ‘arıza’ seslere dönüştüğünü hissediyorsunuz. Melodiler canınızı yakıyor, sözler ruhunuzu yaralıyor Gece kulüplerinde isyan çıkartan hap İsyankar müzisyenler arasında, protest listesinde de kendine yer bulmuş bir isim var ki kan dökmeden, göz yaşı akıtmadan, dans pistinde de devrim yapılabileceğinin en sağlam kanıtı: James Brown. Siz onu her daim beyazlar içerisinde, yüzü her daim nemli, gözler fıldır, eller çıldır halinde hatırlayadurun, James Brown ırkçılığın dibine kadar hissedildiği 60’lara “Diz çöküp yaşamaktansa ayaklarımızın üzerinde ölmeyi tercih ederiz.” sözüyle damgasını vurmuş; isyankar duruşunu protest hit “Say It Loud – I’m Black and I’m Proud” ile tescil etmiş bir şahsiyet. Albüm sonrası, Look dergisinin “James Brown Amerika’nın en önemli siyahi adamı mı?” kapağı, Brown’a yakıştırılan ‘Stokely Carmichael/ Martin Lurther Kng’ rolü sadece başlangıçtı. Brown’un “Say it Loud...” pasını; çoşkulu bir “I’m black and I’m proud” ile tamamlayıp ‘gole’ çeviren Afrikan Amerikalılar, isyanın şen şakrak, güle oynaya versiyonunu göstermiş oldu. Parçanın bir çok radyo ve televizyon kanalları tarafından yasaklanmasına rağmen ilk iki haftasında 750 bin kopya satması durumun en temiz kanıtı. Devrim nerede yapılır? İsyan nasıl çıkarılır? İsyankar ruhlar nasıl paklanır? James Brown ‘ruh paklama’ konusunda müziğin gücüne sığınırken, 80’i yıllarda gece hayatı çevrelerinde boy gösteren yeni bir madde insanların hayata dair biriktirdiği ‘isyan’ hissine karşı söndürücü etkisi görüyor


Ali Tufan Koç

du. Fransız yazar Frederic Beigbeder’ın “aşk hapı” olarak bilinen söz konusu maddenin başrolde olduğu kısa hikayelerden oluşan kitabı “Ecstasy Öyküleri”nde dillendirilemeyen isyan halinin beden üzerinden ifade edilişi var: Ateş basmaları, bütün gece techno müzik eşliğinde dans etme isteği,insanları okşama ihtiyacı, diş gıcırdatma, hızlı su kaybı, varolşsal kaygı, intihar teşebbüsleri, evlenme teklifleri.. Hepsi hayat karşı çekilmiş ‘bir çeşit’ isyan değil midir?

me, I’m being spontaneous!” (Biri bana yardım etsin, spontan oluyorum.)

Post-modern isyankar: Truman Burbank “İsyan” vesilesiyle iz bırakan isyankar kahramanlar listemin en tepesindeki isim, yıllar yılı kendisini dost bellediğim bir anti-kahramanı tekrar tekrar ziyaret ettim: Truman Burbank. Ergen yaşlarda her sinema salonundan ayrılışınız benzer repliklerle taçlanır: “Hayatımda izlediğim en iyi film!” , “Hiç bir filmden bu kadar etkilenmemiştim.”Sene 1998. Truman Show, benzer lafları söyleyerek sinemadan çıktığım son filmdir. Filmde, ‘Tanrı’ olmaya soyunmuş program yapımcısı Christof, filmde şöyle bir laf eder: Bize sunulan dünyanın gerçekliğini kabulleniriz. Hayatı gözlerini açtığı günden itibaren bir “reality show”dan ibaret Truman, kendisine sunulan düyanın gerçekliğin kabullenmemiş, post-modern bir isyankar. Teşhirci ya da röntgenci, “Followers” ya da “following”, herkes kendi safını seçmiş, modern hayatların git gide “Truman Show”a dönüştüğü bir ufuktayız. Vakit çok geç. Artık herkes kendi Truman Show’unu kendisi yazıyor/çekiyor/ oynuyor; “Her kelin bir berberi vardır.” misali kendi izleyici kitlesini yaratıyor. Truman’ın sırf başında dalgalansın diye hür, kendi hayatını geri alma uğrua isyan bayrağını çekme halini tekrar izleyin. Yakında hepimiz, Facebook/Twitter gibi kanallardan 7/24 izlenebilinen kendi realite şovumuzdan kaçacak delik arayacağız. Özün derdine düşmüş, vitrindeki duruşa isyan etmiş, her tarafımızı sarmış ‘ambalaj’dan sıyrılmaya çalışırken tıpkı Truman gibi bağıracağız: “Somebody help

Kitap – Ecstasy Öyküleri, Frederic Beigbeder, 2002

“Okudum/dinledim/izledim”: Kitap – A History of Protest Songs: 33 Revolutions per Minute, Dorian Lynskry, 2011

DVD - Truman Show, Yön: Peter Weir, Oyuncular: Jim Carrey, Laura Linney, Ed Harris, 1998 Albüm – Say It Loud – I’m Black and I’m Proud, James Brown, 1969 * Ruhuma Asla, Sezen Aksu, 1997 tarihli“Adı Bende Saklı” albümünden


İSYAN EDİYORUM VE KARŞILIĞINI ALIYORUM SAYZ! (BENİ TANI!)

Nil Aldemir

Tahmin et kaç yaşındayım?” diye soracak kadar genç göründüğünden emin insanlara isyan ediyorum. “Tahmin et kaç yaşındayım?” sorusuna “47” diye cevap veriyorum. Onlar “Bildin” deyip ağlaya ağlaya eve giderlerken ben arkalarından sırıtıyorum. Gerçekten merak etmediği halde bana “N’aber” deyip duran insanlara isyan ediyorum. “İyiyim, bir şey oldu, ama sana anlatmak istemiyorum. Çünkü ben konuşmaya başlayınca o koca kafanı Blackberry’ne doğru indireceksin. Çekil git. Yürrrüüüü!” diye bağırıyorum. Bu tür insanlar artık beni görünce suskunca yüzüme bakmaya başladılar. Birlikte sessizliğin tadını çıkarıyoruz. Sevdiği işi yapanlara isyan ediyorum. Ben de güne başlarken Serdar Ortaç’ın sahneye çıkınca aldığı alkışları almak istiyorum. “Veee bayanlar ve baylar, karşınızdaaaa, en sevdiğimiz beyaz gömleğiyle Niiiil Aldemiiiiiirrrr! Şakşakşakşakşakşak.” Ofise böyle girmek istiyorum. Bu yüzden sürekli şarkı söylüyorum ve pırıltılı şeyler giyiyorum. Bir-iki kişi alkışlamaya başladı bile. Televizyonda 500 tane kanal olmasına isyan ediyorum. Eskiden 3 tane kanal vardı ve uzaktan kumanda yoktu. Kalkıp kanalı değiştirmen için, izlediğin şeyden gerçekten nefret etmen gerekiyordu. “Oooof bu Pazar Konseri iyice delirtici hale geldi artık. Bak, babam kusmaya başladı. Kalkıyorum ben.” Her şey çok basitti o zamanlar. Şimdi çok sofistike. Bin tane kanalda farklı yaşlı adamlarla para için evlenen genç kadınları izleme imkanımız var. İsyan ediyorum, televizyonu açmıyorum. En küçük kahvenin isminin “Tall” olmasına isyan ediyorum. Kahvemi hangi boyutta istediğimi sorduklarında “Küçük! K-ü-ç-ü-k” diyorum. Duymamış gibi “Bir Tall Latte!” diye bağırdıklarında “Normal dillere ne oldu, ha? O dediğiniz İngilizce bile değil!” diye bağırıyorum. Her sabah kahveyi aynı yerden aldığım için biraz öğrendiler, beni görünce o kelimeleri kullanmamaya dikkat ediyorlar. Ne de olsa aptal bir kahveye 7,5 TL ödüyorum, müşteri kaybetmek istemezler. Koşa koşa yogaya yetişmeye isyan ediyorum. Koşa koşa sakinleşmeye gitmek de ne demek? “Akşam n’apıyorsun?” “Meditasyon dersim var. Aman allahım! Meditasyona geç kaldım!” Yok ya... “Koş biraz dinlen,” diyorum. “Koş koş koş dinlenmeye yetiş! Allahın salağııııı!” Rahatsızlığımı açıkça dile getirdiğim için bana artık böyle şeyler söylememeyi öğrendiler. Ilustration: Miray Özcan


Cep telefonunda sesinin iyi gelmediğini söylediğim halde konuşup duran insanlara isyan ediyorum. Tek kulağımı tıkayıp onların anlattığı saçmasapan şeyi duymaya çalışmak yerine telefonu kapatıyorum ve konuşma kendiliğinden kesilmiş gibi yapıyorum. Bunun yarattığı paranoyayla, insanlar aynı şeyi bana yaparlarsa diye sürekli kontrol ediyorum. “Neyse ordan yemeğe gittik. Alo?... Ha, çok garip bi yerdi, yaş ortalaması da biraz büyüktü. Orda mısın, alo?... Neyse fazla durmadık, Selinler Novo’daymış oraya gittik... Alo?” Telefonda her şeyi bu şekilde anlatıyorum. Teknolojiye külliyen isyan ediyorum. Özellikle Hands-free denen şeye. Eğer iki elin birden bir şey için lazımsa, beynin de orda olmalı değil midir? Biri beni hands-free’ye alırsa var gücümle Whitney Houstan’dan I Will Always Love You’yu söylemeye başlıyorum. “End aaaaaaaaaaaaaaaay vil olveys laaaaav yuuuuu...” Böylece ya telefonu kapatıyorlar ya da hands free’den çıkarıyorlar. Ne iş yapacaklarsa sonra yapıyorlar. Kafaları karışık diye insanların ne diyeceklerini sürekli unutmasını normal karşılamıyorum. “Bi şey diiceeem. Ne diycektim yaaa?” diye, daha başlamamış bir lafı tahmin etmemi isteyen insanlara isyan ediyorum. “Ne diiiicektiiiim?” Ne bileyim ne diyecektin, diyorum. “Olsa olsa kırmızı büyük bir şapkadan bahsedeceksindir, gerizekalı! Keçi yavrularından veya tavukların gıdaklamasından bahsedeceksindir!” Ne diyeceklerini unutanlar artık bana sormamayı öğrendiler. Asansöre yetişmeye çalıştığımı gördüğü halde kapıyı tutmaya çalışmayan insanlara isyan ediyorum. Bu tür durumlarda ne olursa olsun çok hızlı koşuyorum ve asansörü yakalıyorum. Kapıyı tutmayan kadının burnuna kadar girip “Başardım, gördün mü?” diyorum. İkimiz asansörde yalnız olduğumuz için bundan hiç çekinmiyorum. “Garip bir şey koklamak ister misin?” dememle ilk katta inmeleri bir oluyor. İstediğim kata kadar rahat rahat çıkıyorum. Her yere sürekli geç kalanlara isyan ediyorum. Gelip “Pardon, çok trafik vardı,” diyenlere “Peki ben nasıl geldim buraya? Helikoptere mi bindim sence?” diyorum. Özürlerini kabul etmiyorum ve onları toplantıdan atıyorum. Bir dahaki sefere ilk onlar gelmiş oluyor. “Ne o? Bugün zeplin’e mi bindiniz?” diye uzatıyorum. Saçmasapan bir şey söyleyip sonra da “Şaka yaptım” diyenlere isyan ediyorum. “Üzerindekini çocuk reyonundan mı aldın? Haha, şaka yaptım şaka.” Böyle diyenlere diyorum ki, “O zaman nasıl şaka yapılacağını pek bilmiyorsun, çünkü ikimiz birden gülmeliydik.” Komik olmayan şeylere “Şaka yapıyorsun!” diyenlere de isyan Ilustration: Miray Özcan


ediyorum. “Merdivenlerden düştüm, ayağımı kırdım.” “Şaka yapıyorsun!” “Biliyorum çok komik. Ayağım beş yerinden kırıldı, çok komik olduğunun farkındayım, ama şaka değil, gerizekalı.” Kavanozu açamadığımı görür görmez “Ver bana, ben açarım,” diyenlere isyan ediyorum. Bir saattir uğraşıyorum, mutfağa giriyor ve “Ben açayım. Ver.” Yok ya! Nesin sen, Kaptan Mağara Adamı mı? Gerekirse sabaha kadar uğraşıyorum, ama bu tür insanlara kavanozumu asla vermiyorum. O kavanoz son kullanma tarihi geçene kadar nereye gidersem benle geliyor. Umumi tuvaletlerde elimi yıkamak istediğimde, ne zaman ve ne kadar akacağına kendi karar veren musluklara isyan ediyorum. Biraz akıyor ve sen bu arada sincap gibi hızlı hareketlerle elin yüzünü yıkamaya çalışıyorsun. Böyle durumlarda görevli gelip bana yardım edene kadar musluklara var gücümle vuruyorum. Ne kadar çok insan bu şekilde isyan ederse musluk kollarına o kadar çabuk kavuşuruz. Küçük böcekleri her gördüğü yerde öldürmeye çalışan insanlara isyan ediyorum. “Eve bir örümcek girdiyse onu kartonla itmeliyiz,” diyorum. Eve giren şeyleri öldürmek yerine kartonla dışarı itmeliyiz. “Öyle mi, hırsızları n’apalım peki? Onları da ‘Beyefendi lütfen dışarı çıkın’ diye kartonla itelim mi bari? Hahahaha,” diye gerzek gerzek konuşan insanları gazeteyi rulo yapıp dövüyorum. Ben bir tuvaletin kapısında uzun uzun beklemişken birinin gelip “Aaa, hala bekliyor musun?” deyip kapıyı yumruklamasına ve sonra çekip gitmesine isyan ediyorum. Böyle durumlarda o kişinin koluna yapışıp çekiyorum ve “Bana bak,” diyorum, “Şimdi burada bekleyeceksin ve içerdeki çıkınca o kapıyı yumruklayanın sen olduğunu söyleyeceksin. Öküz!” Sana da isyanlardayım Sayz! Başına bir şey gelmeden bir sus artık. Bak terliği elime alıyorum.


THE PARTY IS OVER! - UNTIL YOU RESTART IT AGAIN

“Mining

Dilara Z. Moran

related d

eaths =

Faith” *

ss” *

= Sickne

exuality “Homos

“Single life = Worse

”*

than nuclear energy

“First they came for the communists, and I didn’t speak out because I wasn’t a communist. Then they came for the trade unionists, and I didn’t speak out because I wasn’t a trade unionist. Then they came for the Jews, and I didn’t speak out because I wasn’t a Jew. Then they came for me and there was no one left to speak out for me.” Pastor Martin Niemöller

ing eveal r g n i r “Wea

es

cloth

”* r rape

se fo = Cau

“Ov e

rwe

igth

peo

ple=

Fats ie

s” *

____________________________________**

___

*Deepthougths by Turkish Government Ministers

___

_____

____ _____

__**

_____

____ _____

** Fill in with your favorite ones


KARANLIĞI BEKLERKEN WAITING FOR THE DARKNESS ‘’Ben bir işçi lideri değilim; benim veya bir başkasının peşinden gitmenizi istemiyorum. Aradığınız şey sizi bu kapitalist çılgınlıktan kurtaracak bir Musa ise olduğunuz yerde sayacaksınız. Sizi vaat edilmiş topraklara götürebilecek olsam bile götürmezdim. Çünkü sizi ben götürürsem, bir başkası da sizi oradan çıkarabilir. Ellerinizi kullandığınız gibi, kafalarınızı da kullanmak ve içinde bulunduğunuz durumdan kendinizi kurtarmak zorundasınız.’’ Eugene V. Debs

Merve Elma

‘’I am not a Labor Leader; I do not want you to follow me or anyone else; if you are looking for a Moses to lead you out of this capitalist wilderness, you will stay right where you are. I would not lead you into the promised land if I could, because if I led you in, some one else would lead you out. You must use your heads as well as your hands, and get yourself out of your present condition.’’ Eugene V. Debs


Yabanıl ve belli halleriyle tahammül edilemez tabiatların çok yakından temas ettiği bir gerçeklikten bahsediyoruz. İnsanlık tarihinin bilinen en eski efsanelerinden biri olan ‘’Yitirilen Cennet’’ hikayesiyle başlayan ve modern insanın varoluşsal çıkmazlarına uzanan isyandan.

We are talking about a reality which is known well by the people who have savage and unacceptable nature in certain cases. The reality beginning with ‘’Paradise Lost’’ is the most known legend in history of humanity, goes through the dilemma of existence in modern world. This reality is called rebellion.

Efsanede anlatılanlara göre büyük yaratıcının kendi ışığının sınırlı bir parçasıyla var ettiği Lucifer’ın (lat. ışık getiren) yaratıcısına duyduğu büyük aşktan kaynaklanan biricik varoluşu, insan denen varlığın yaratılmasıyla alt üst olur. Kendi varlığının düşündüğünün aksine yalnızca işlevsel bir özelliğe sahip olduğunu fark eden ve biricikliğini kaybeden Lucifer, yaratıcısının emrini yerine getirmeyerek isyan eder. Aksi bir durumu kabullenmenin hem varlığına hem de yaratıcıya duyduğu aşka ihanet anlamına geleceğini bilen Lucifer, karanlık ile cezalandırılır.

According to the story, God’s one and only Lucifer’s (lat. lightbearer) loving existence is broken down by creation of humankind. Lucifer realizes his existence is just functional and he is no more ‘the one and only’. And by loosing his uniqueness, Lucifer does not carry out God’s order and turns out to be a rebellious since Lucifer knows accepting the contrary will be betrayal to his existence and his great love for God. Because of this rebellious act Lucifer is punished with darkness by God.

Kendi hikayemizin sahnelendiği ve görünmez yaratıcılarla birlikte görünmezlik kavramının da ciddiyetini kaybettiği bir çağda ise yaratıcının ve varoluşun en değerli niteliği görünür olmaktır. Hiçbir zaman Lucifer’ınki gibi bir biriciklik duygusunu yalnızca nefes alıp vermesiyle hissedemeyecek olan insanın ise görünürlülüğünü sağlayacak tek dürtüsü iradesini kullanmaktır. Tam da bu sırada, dünyanın küçük yaratanları olarak insanlık tarihinin gidişatını belirlemiş bir kavram dünyasına neresinden dahil olacağımız sorunsalı ortaya çıkar ve hayatın 100 puanlık soruları içerisindeki nacizane yerini alır. İçine doğduğunuz ve dolayısıyla başka yaratıcılar tarafından var edilmiş bir hayatta, sayısal kalabalığımız göz önünde bulundurulduğunda ‘ben tekim’ nidaları atmak, takdir edersiniz ki oldukça nevrotik bir varoluşa neden oluyor. Nevrotik demişken, bir başka var olan tarafından onaylanmak ve tek olmak arasında hızlı tren olarak çalışan irademiz bizlere türlü esaret tuzakları kurmaya devam ediyor. Peki isyan denen yıkım bu yolculuğun neresine düşer? Kendine özgü olmak, bir iç bütünlüğü yakalamakla birlikte orjinallik uğruna yıktığımız alanların kapılarının yüzümüze kapanmasını da beraberinde getirdiğinden oldukça tehlikelidir. Zira o alanları yaratan kural koyucuların varoluşları ve iradeleri aslında öylesine zayıftır ki kendileri gibi olmayan her şeyin sürdürdükleri iktidarı yerle bir edeceğinden emindirler. Ekomominin analitik bir bilim olmasından çok önceye dayanan kadim bir yasaya göre çoğalan her şeyin değersizleştiğini hesaba katarsak iktidardan bir çoğunluk olarak bahsediyor olmamın bir tesadüf olmadığı anlaşılır sanırım. Çünkü iradesinin zayıflığı yüzünden egosunu da doğru düzgün kurup kollayamayan insanların, korunmak için baş vurdukları yegane çözüm birbirlerini taklit etmektir. Doğamız gereği ortaya koyduğumuz varlığımızı kollayabilmemiz için belli bir sürece ihtiyacımız olduğunu düşünürsek, bu işlevi biz hazır olana dek gerçekleştiren kişilere bağımlı hale gelerek bu bağımlılığı bir ömür sürdürmemiz çok olası ve kolay görünüyor. Bu yüzden çoğaldıkça çoğalıyor, birbirimize benziyor ve değersizleşiyoruz; çünkü bireyliliğimizi kaybederek bir yığına dönüşüyoruz. İradeye ve benliğe sahip çıkarak başkalaşmak ise birilerinin peşinden sürüklenmeye çoktan hazır yığınları harekete geçirecek bir düzen tehditi olduğu için iktidar alanının dışında

In the age that our own story takes its place, appearence becomes the only way of existence once the term of invisibility has lost its seriousness as it is the case with invisible gods. And the humankind who cannot feel such an uniqueness like Lucifer by just breathing itself, is forced to use her/his will to be appear by stimulation of existence. By the time this stimulation appears the ultimate question arrives. As the little creators of the world, how and where can we join this world of conceptions which created the world we born in? When we think about our population in a society which was constructed by other individuals, it’s not possible to say that you are ‘’the only one’’ since it makes you look like a neurotic person for sure. Here it may be considered that our will is continuing to set traps of slavery by going like an Express train between being aprroved by someone else and being the only one. So where does this destruction takes place in the act of rebellion? Being an original has always been quite dangerous because the orginality comes with the rejection of majority. Because of their weak existence, the rulers of majority always take the people or ideas so seriously which do not go along with the dynamics of the world that they made. They are almost sure about their creation of life that could be easily destroyed by any unexcepted thought or act. If we consider an old ‘the more it’s increase the less it has value’ law which has became a certain rule long before the economy became an analytical science, then I think it will be more understandable for me to use a word like majority. Because of their weakness, the ultimate solution of existence for the people who can not build and protect their ego, is imitating the others. We are becoming a worthless mass by increasing and imitating the majortiy and when we behave otherwise the isolation is the best punishment which is chosen by majority. For that matter maybe the loneliness becomes a great cause of rebellion for us. The certain ways of standing out amongst the power that encloses us are, either using our will to take the responsibility of our decisions or pretending to be outside of everything and just make purposeless talks without action. I hope so-called rebellions which are counted on the second group by me, can realize the importance of making decisions and taking the responsibility in every situation and can also realize their inaction that will make the world much


bırakılmakla yani yalnızlıkla cezalandırılıyor. Belki de bu yüzden yalnızlık en büyük isyan nedenlerinden biri olarak karşımıza çıkıyor. Bizi kuşatan iktidardan ne yapıp edip bir şekilde sıyrılmanın yolları ise ya her koşulda irade kullanarak sorumluluk almak ya da seçim yapma zamanı geldiğinde irade uygulamanın getireceği sorumluluktan kaçınmak için tüm bu gerçekliğin dışındaymış gibi oturup ahkam kesmek gibi görünüyor. Umarım ikinci gruba dahil ettiğim çağımızın gözde ve sözde isyancıları etliye sütlüye bulaşmamanın yığınları oluşturan zayıf iradenin yalnızca kılık değiştirmiş bir hali olduğunu ve yarattıkları kavram karmaşasının dünyayı olduğundan daha ruhsuz ve kimliksiz bir yere çevirdiğinin farkına varırlar. Kim bilir, bakarsınız bir gün kendimizi kuşatan koşullardan tüm sorumluluğunu üstlendiğimiz iradelerimiz sayesinde sıyrılır ve tıpkı Lucifer’ın yaptığı gibi karanlık pahasına da olsa onurumuza ve sevdamıza sahip çıkarız.

more soulless and hopeless place then it already is. Maybe one day, despite all the darkness which is threatening us, we can get out of this mess we are in by taking the responsibility of our decisions and actions. By this way we can claim that our dignity and love can be preserved as the one and only Lucifer did.


SİRK HAYVANLARININ İSYANI THE UPRISING OF CIRCUS ANIMALS

Rona Binay

Geçtiğimiz Ocak ayında İstanbul’a Medrano Hayvan Sirki gösterim için geldi. “Dünyanın en eğlenceli sirki!” şeklinde sloganlarla reklamı yapıldı. Dünya’da Bolivya, İsviçre, Avusturya, Kosta Rika, Hindistan, Finlandiya, Singapur gibi hayvan sirklerinin yasaklandığı ülkeler dışında birçok ülkede gezici hayvan sirkleri devam ediyor. Bir aile eğlencesi olarak tanıtılan hayvan sirklerinde kafasının üzerinde durdurulan fili, bisiklete bindirilen ayıyı, senkronize hareket etmeleri sağlanan kaplanları izlemekten ise nasıl keyif alınıyor, anlamak güç.

Medrano Animal Circus came to Istanbul for a show last January. It was publicized with the slogan; “The most fun circus in the world!”. Except for the countries like Bolivia, Switzerland, Austria, Costa Rica, India, Finland and Singapore, where using wild animals in circuses are banned, traveling animal circuses are still on the show in many countries. It is hard to understand how it is fun to watch animal circuses where the elephants are forced to stand on their heads, cycling bears and tigers who are forced to act in a synchronized moves.

Ayıların, develerin, fillerin, aslanların, maymunların o numaraları gönüllü oldukları için değil, eğer sergilemezlerse başlarına geleceklerden korktukları için sergilediklerini her yetişkinin tahmin edebileceğini düşünüyorum. Sirklerde hiç bir hayvan için ‘pozitif eğitim’ diye bir seçeneğin olmadığı, cezalandırma ve aç bırakmanın var olduğu da bir gerçek. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın” sözü ile bu duruma yaklaşanlar elbet var. Fakat en azından gerçeklerin farkında olmak mühim. Hiç değilse “hayvanları ödül sistemi ile eğitiyoruz.” yalanlarına inanmamaları, eğitimin sıkı tasmalar, kırbaçlar, elektrikli aletler, kancalar, sopalar içerdiğini, istenilen hareketi yapmaları için en hassas noktalarından dövüldüklerinin, yolculuklar sırasında günlerce küçük kafeslerde bazen yiyecek, içecek gibi temel ihtiyaçları karşılanmadan aşırı sıcak ve aşırı soğuk hava şartlarına maruz bırakıldıklarının bilinmesi önemli. Yoksa herkesin kararı kendine...

Every adult can guess that those bears, camels, elephants, lions or monkeys do not perform because they want to, but they are scared of what will happen if they don’t. It’s a reality that there’s no such thing as ‘positive reinforcement’ during the training of animals in circuses. There is punishment and hunger. Of course there are ones who may believe in the word “The snake which doesn’t touch me may live for thousand years.” However, at least it is important to be aware of the truth. Not to believe to the lies, “we train the animals in an award system.” and to know that the trainings contain tight laces, whips, electrical equipment or hooks. Also to make the animals behave as the trainer wants, they are poked from their most sensitive points, they are exposed to extreme cold and hot weather in small cages even some days without the basic needs like food and water. But again, it’s everyone’s own choice…

Ayrıca bu hayvanlar eğitmenlerine karşı olduğu kadar, halk için de tehlike teşkil ediyor. Tarihte gün gelip isyan etmeleri sonucu insan ölümleri ile sonuçlanan bir çok olay var. Buyrun bir kaç örnek;

In addition, these wild animals are a danger to not only for their trainers but also for public. They’re some examples in history about their insurrection, which ends with some people’s death. Here are some of them;

9 Nisan 2010: Pensilvanya’da Irem Shrine Sirki’nde, Afrikalı fil Dumbo tarafından tekme atılan bir hayvan eğitmeni, 6 metre sürüklendikten sonra olay yerinde öldü. Dumbo, Joe Frisco’nun sirkinden kiralandı. 24 Ekim 2009: Rusya’da buz pateni kayması için eğitim gören 5 yaşındaki ayı, gösteri için hazırlık sırasında 25 yaşındaki Dmitry Potatov’u boynundan ısırarak ve buz üzerinde sürükleyerek parçaladı. Potatov’u kurtarmaya çalışan bir başka eğitmene de saldıran ayı, polislerin olay mahaline gelmesiyle öldürüldü. Rusya’da ayıların motorsiklet kullanması, buz pateni kayması hatta buz hokeyi oynamasını içeren gösteriler devam ediyor.

April 9th, 2010: The trainer of African elephant Dumbo was dead after being kicked and thrown 6 meter far in Pennsylvania, Irem Shrine Circus. Dumbo has been hired fromJoe Frisco’s circus. October 24th, 2009: A 5-year-old bear, which was trained to ice-skate in Russia, bit Dmitry Potatov from neck and dragged him on ice during the preparation for the show. The bear attacked another trainer who wanted to help Potatov. After the policemen arrived to the area the bear was shot down. In Russia, bears are still used to motorcycle, ice skate and event play ice hockey in some shows.

20 Ağustos 1994: Sirk fili Tyke, eğitmenini bir çırpıda öldürmesinin ardından, polis tarafından 86 kurşun yiyerek yere yığıldı. 1903: Kendisini yanan sigara ile besleyen eğitmeni dahil olmak üzere 3 insanı öldüren fil; Topsy, 28 yaşında idam

August 20th, 1994: After killing its trainer, the circus elephant Tyke was shot down by 86 bullets by the police. 1903: Topsy the elephant, which was being fed lighted cigarettes by her trainer, killed 3 people. After feeding carrots to reinforce the execution she was electrocuted. Edison has suggested this method that has been used since 1890 on


kuvvetlendirmesi için önce havuç yedirilerek ardından elektrik akımı verilerek öldürüldü. 1890’dan beri insanlar üzerinde kullanılan bu yöntemi, filin asılmasına aktivistlerin karşı çıkması ile beraber Edison önerdi. Edison’un filme çektiği bu idamı internetten izleyebilirsiniz. 12 Eylül 1916: Fil Mary, su içerken kendisini kulağının arkasından kanca ile dürten eğitmen asistanını hortumu ile yakalayıp fırtlattıktan sonra ayağıyla kafasını ezerek öldürdü. Halkın da filin idamına şahit olabilmesi için 2500 kişilik bir kalabalığın önünde Mary boynundan zincirle bir vinç yardımı asılarak öldürüldü. İlk denemede zincirin kopmasıyla yere düşüp kalçasını kıran filin 2. denemede öldürülmesi başarıyla tamamlandı. Bu hayvanların sirklerde eğlence için kullanılmasının ne onlara ne insanlara faydası var. Eğer sirklerden bu kadar zevk alıyorsanız, lütfen hayvan kullanılmayanlara gidin.

humans, after animal right activists were opposed to the idea of executing the elephant by hanging. September 12th, 1916: After being poked behind from her ear with a hook, the elephant Mary grasped the trainer’s assistant with her hose and threw him away and crushed his head. Mary was executed with a lifting crane with a chain from around her neck in front of 2500 people crowd to show her execution in public. On the first trial, the chain was broken and Mary broke her hip. On the second trail she was dead. Using wild animals are no good for them or for humans. It is apparent that it is a lose-lose situation. If you enjoy going to the circuses, at least please go to the ones, which do not use animals.


BÜTÜN İÇ HATLARDA İNDİRİM VAR CANIM!

Gidiş dönüş 49TL’den başlayan fiyatlarla. Gittiğin yer mekan hatta yol ve hizmet ayrımı olmadan götürüyoruz, senin sandığın başka bir hayata. Burda bu filmi izlemiş olduğumu söylemem lazım John Malkovich’ten gelerek.A-ha evet biliyorum, kendinden çıkıp kendi hayatını başkasının ki gibi yaşamanın özünü. Onu diyodu bu film de; odaya girerken, tünelden çıkarken. Ve pek tabi Kadıkoy barlarında insanları dinlerken ben bana, sen bana, ben sana demiyordum; ben ve diğer sizler uzun zamandır konuşmuyoruz. İsyan- verilen konunun adı isyan. Konuya başkaldırsan isyan, eleştirsen isyan, takdir etsen: isyana isyan. Her türlü karlısın bu konuda. Yorgunum demiştim, artık yorgun değilim yaşıyorum. Baya geçiş kanalları kullanarak. (bknz, Being John Malkovich: vessel) Bu beden bu vücut kah bu eller, ah şu gözler derken geçiyor işte. Rakı koy, Müyesser. Yeni film izledim ondan olsa progresif alt kültür gelişlerim, arşivim sınırlı, göndermelerim sığ.Ama elbet ben yaşıyorsam bu hayatı bir diyeceğim olmalı.Yorgunum, başım ağrıyor Rüksan, ışığı söndür sabaha kahvaltı yaparız. Kedimizi alır oynarız, neşeli iki tip gelir onlarla takılırız. Bira aç bana daha diyeceklerim var- bitmedi.Her türlü isyan, kendine, yahu ne alıp veremedigim var kendimle? Kişi kendin bilir işi, ne ettin ne yaptın aha bu hayat da senin. Üstelik beğendiğin herşeyde başka bir özentilik var. Anlıyorum dinlemek erdem, dinlemek kar, dinlemek öğretici, yolculuklar gidip gelici. Ama o kadar çok dinledim ki unuttum sesimi, isyan neymiş? Nelere kızıyorum? Kötü müziğe kızıyorum, beğenmedigime degil, iyi kotu -dinlemek istemiyorum sizi, daha henüz bişey söylememişken siz. Kötü müziğe kızıyorum. Bencilliğe alınıyorum. Söyleyecek bakacak görecek birşeyim olmadığında uyumak istemiyorum.Gerekliliklerden hangisi benim hangisi özüm neyden keyif alıyorum şaşırıyorum. İşte anlam şaşması da o hal. Tutunamayanlar. Ben tutunanlardanım, tutunmamaya yeni başlıyorum.En kötüsü bu yazı sonunda elbet bir aferin bekliyorum. Herkes gibi, herkes herkes gibi ve ben; herkese ben derken bile dertli halime başlıyorum. Bu psikolojik dramada kraliçeler ve krallar, en iyi oynayanlar.Ve oynamak, kendin olamamak lise terimleri. Bir bara gitsem de şu öğrendiklerimle 3 laf söylesem, 5 poz kessem. Cinayet var. İnsan ruhu öldürülüyor.Yaşama dair yaşamdan olan parlayan bir nokta bile görmüyorum. Görsem de krallar kraliçeler gibi uğruna kadeh kaldırıcam- aha. A-ha sayın Malkovich, yarın nerde başlayalım güne.Bu yazı sanki pek tad vermedi size.Kafiyeler toparlar, bir bira aç otur yanıma şöyle. Hayata dair diyecek neyin var ile kızacak neyin var pek

Yapita Gonzales


Ilustration: Sirin Tanrıtanır

benzer sözler.Benim diyecek birşeyim yok, durayım şurda. Bakmıyorum etrafa. Sanırım ben kandırmacaları seviyorum. Ruha yer yok, gerçekçilik baki. Ama algı var algı! O zaman algıma isyan ediyorum sizinle birlikte, pek fazla anlayamıyorum. Dünya neyi iyi yapıyorsun, yapmaktan keyif alıyorsun diye soracak.Ne bileyim her türlü her işi, ama yok seçmek belirlemek lazım.Hadi içinde hissettin, kelimelere dökebilmek lazım.Önce değer sonra anlam sonra anlatış lazım.Da da da. Ne çok söz söylenmiş, hepsini tekrar etsen, misal bir barda, hepsi senin olur.Bir müzik coverlasan anlatacak yol olur. Tahta düştü, saksı kırıldı, çiçek çoktan ölmüştü, kedi korkmuştu, duyan yoktu.Kim bilir ne macera yaşadı, kendi başına neleri başardı.Al sen de yanına 2-3 emici, birbirinize başkalarının dediklerini nasıl anladığınızı anlatın. Yok mu rahatlık verici? Bir iç geçirici. Şirin yorumlular, kahkül suratlılar, sakallı tatlılar, sakalsız puaçalar, tip tip renk renk, zevk zevk. Çok acıkıp yiyemek gibi.Yemin ederim baz hayvanlığımda kalmak istiyorum. “Human- being” degil miyiz yahu biz?!Nerde kaldı oluşumuz?İlla iki laf, tatlı bir gülüş, sonra üremek, sonra mantık yürütmek. İsyanım anlayamamaya, olamamaya ve bunu nasıl yapacağıma dair hiç bir yol bulamama.Özür dilerim, şu sıralar bayağa keyifsizim. Ama beni görseniz iyiyim, krallar kraliçeler gibi bir tek kendimi bilirim.


Kerem Güneş

Rioting is overrated. The hours are long, there’s no health insurance to cover molotoff cocktail burns and jock itch and the girls are all ugly. The only cool thing about being an anarchist rioter is that you get to wear cool masks and stare angrily at the news cameras. But that doesn’t change the fact that the world is an ugly, corrupt place and all powerful humans have no need for ethics. Your professors may hate Marquis De Sade, but that dude was totally right in saying that morals are for the poor and the weak. Bummer right? Not necessarily. Once you accept the fact that people will keep on pushing you untill you push back, everything becomes easier. Rioting against people not only becomes acceptable, but fun. Here is a short list of institutions you should riot against in order to become a true adult. Like Chuck Norris. Parents: Parents are like communism, good in theory but shitty in the real world. The problem is, mommy and daddy do not love you unconditionally. The fuckers are programmed to treat you like an evolutionary investment, if you die their genes are wiped out from the face of the earth, so it is in there best interest that you become as normal and bland as possible. These guys are tough negotiaters, so you need to be able to stand up and walk out of their lives to show them who’s boss. Never forget that they love you more than you love them, and you have the upper hand. And the best moment you will ever spend with your dad is when you finally tell him what you REALLY think of him and he shouts and you shout and you don’t talk for years and then you call him and meet and drink a beer. Virgins: I know that virgins go to heaven and get to chill with the prophet and drink lemonade and stuff, but girls, seriously: Virginity is for high school. Sex is the best free thing in the world, a mix of cocaine and extacy and rainbows and gummi bears and peeing in an urinal after drinking eight beers. If you are a girl, you should riot against virgins by having lots of sex and telling them all the details to get them horny and jealous. If you are a guy, riot against virgins by branding them on the forehead when you meet one so everybody can see them. Professors: Do you know how long it takes to become a professor? Roughly the same amount of time it takes for animal fossils to turn into pet-

Ilustration: Miray Özcan


Kerem Güneş

rol. Anyone who spends that much time reading and memorizing dead guy’s ideas will have no respect for not dead people’s ideas, especially if that person is a 18 year old college student. That doesn’t mean you should shut up and nod your head in class. Be the funny sarcastic guy who makes the class laugh and the professor will fear you for it. Religous people: The best way to riot against religous people is to ignore them completely. Those bastards are itching for an argument, and are like the huge pimple on your forehead: Squeeze it and it will come back bigger and redder than ever. Bouncers: The rich may be the owners of the machine, but the lower class are the nuts and bolts; without them the whole thing would break. They have the true power, the power to deny you access to bars and clubs and places where there are hot girls waiting to give you blue balls. I know what I am about to say sounds gay, but Ghandi would agree: The best way to riot against bouncers is to smile and treat them respectfully. That really fucks them up, because then they have no reason to deny you access or mess with you. Once you get in through the door, you win. Love in the form of Relationships: Ha! Look at all the Single People. How vain and desperate they seem, shaking hands and saying “nice to meet you” even if it’s not nice. Shaking their bodies like epilepsy patients to tone mute singers with robotic voices, spending hours composing the perfect text message that they never have the courage to send without self censure. How lucky I am, to be in a Relationship, part of a Team, a member of something bigger than myself. That is what you are thinking, right? Admit it, everybody in a serious Relationship has the same elitist attitude toward singles and social life. Watching The Idiot’s (check it out, great move from Lars Von Trier) for the 10th time and having wild unprotected passionate sex after seems so much better than going out and joining the crowd. But this is a trap! You have to riot against Love, <<Warning! Corny parts not worthy of a cool magazine like Size>> accept that it will leave someday and that you will have to venture out in the world and start all over. Do not get lazy! Keep flirting harmlessly with other women, get drunk, don’t exile yourself. You’re not listening are you? Bastards. Digital Media: The only thing that doesn’t change is change itself. One cannot swim in the same river twice. Blablabla. I love the internet. A place where you can watch porn, videos of dancing Indian midgets and Wikipedia? Awesome. But there is also a dark side to the internet, one that makes me nostaljic of the good old days when people told stories and wrote letters to each other. Have you ever written a letter? I hear you asking, “What is a letter old man?”. Well computer generation kids, a letter is a piece of paper with your handwriting that you can hold, and read over and over, and smell and touch. It has no 140 word limit like Twitter, no pixels like Facebook, and no smiley faces like Msn. So riot against technology by writing a letter to somebody, and giving it to them. Not clicking, giving. And if you’re not yet convinced, let me tell you that I have gotten many a blowjob by trying to be an analog guy in a digital world. Politicians: Hey guys, I just opened a group on Facebook called “AKP smells like my grandmas period underwear”, join it so we can start a revolution! I also posted an article of my favorite journalist YılmazÖzdil, which shows how democratic I am. I sure am doing my part to save the country. For those of you who don’t understand irony, I was just using it. Look, I’m as tired of all the bullshit going on as much as the next guy, but being passive agressive and complaining about things isn’t going to change anything. The whole youth of the nation (Wasn’t there a song with that title years ago. That was a cool song) is a bunch of posers, complaing on the internet and then getting drunk and masturbating on weekends. The only way to riot against the government, the simplest way, is to FUCKING VOTE! Do you know how many people who complain about the death of Democracy are going to be on vacation on the day of the elections? A lot. So don’t be one. Just fucking VOTE. That simple.


HEY SEN! Niçin...

SIZE

Ilustration: Miray Özcan

…kokteyl yapmayı öğrenmiyorsun. Bak yaz geliyor, güneş tatilden döndü. Bol buz da koy. Afiyet olsun. ...bisikletalmıyorsun.Harikabacaklar her zamangururkaynağıdır. …herkese benden bira dediğin oldu mu hiç?Hadi söyle.Herkese benden biraaaaaa. ..bol bol meyve tüketmiyorsun? Hem renkli hem sağlıklı. Elma bile kendi içinde farklı iki renge sahip. …sadece güneşlenmek için yakınlardaki bir adaya gitmiyorsun. Doğa her zaman dost olmasa da, sen ona nasıl gidersen o da sana öyle gelir kanısındayım.Git ve doğanın tadını çıkart. ...televizyonu kapatıp, dışarıya çıkmıyorsun. Televizyondaki herşey aslında sokakta. ...dünyanın başka bir yerinde olup, (mesela Bali)neler yapabileceğini hayal etmiyorsun? ...çok eski bir arkadaşın ıarayıp neler yaptığını sormuyorsun?Kim bilir belki geçmişe saplanıp orada kalmamıştır. …kızgın olduğun şeylere kızmaya devam etmek yerine sadece gülüp geçmiyorsun? Hayat zaten seçimlerden ibaret değil mi? Eğlenceli olanı seç, kurtul.


HEY! WHY DON’T YOU

...learn to make cocktail.The summer is coming, he came back from the long holiday.Put some ice in it. Bon appetite! ...Buy a bike, beatufiul legs are always glory. ...Have you ever said ‘’ beer on me to everyone.Say it, feel better. ...feed with fruits, they are all colorfull and healty. Even apple have two different colors. Go to nearest İsland to take a sunbath.I know natur isn’t always so closed friend but ıf you go throuh it , it will come to you so friendly too. ...Swicht off the tv and just go out. The life is there. ...Dream about a place that you can have great time like Bali? ....Call an old friend and ask what she/he is doing now. Maybe she/he is still your friend? ....Dont be angry, choose the enjoble way of life and dont think about the rest.

SIZE


SÜRPRİZ SİZE’da “isyan” konseptimizin bu ay akıl almaz bir sürprizi var sizlere... Dergideki bütün *isyan sözcüklerini toplayın, sayın. bulduğunuz sayıyı 3’le çarpın alnınıza yazın ve fotoğrafınızı bize yollayın. işte bu kadar basit! Böylece alnınızdaki sayıyı biz 3’e böldüğümüzde aydınlanıp Tayland, Kamboçya, Vietnam turuna çıkacağız. Siz alın numaralı dostlarımızla… Yolculuk boyunca alnımızdaki sayıların silinmemesi çok önemli! Lütfen (ruj,dolma kalem vs.) yanınızda getirin geçici dövme de yaptırabilirsiniz. Radyasyondan şuurumuzun donacağı önümüzdeki yıllar için kafasından el çıkmasını isteyen bütün yakınlarınıza da bu turda kontenjan mevcut. Çernobil vakasından kat be kat ağır olması gayet şirince ve fısıldanarak belirtilen tüm dünyanın tıp oynadığı hatta “battı fish yan going” mantığındaki bağnaz, kalpsiz, masturbasyoncu devlet hokkabazları ve patatesleri yeni yeni nükleer oyuncaklarını senin ailenin gelmişinin geçmişinin bütün soy ağacının tam ortasına diksinler. Sen aklın ermiş kocaman insan olmuşsun.kork! Fırt diye ağzımın köşesinden bi sürç-i lisan edersem o kadar yazar, sanatçı ve insanlığa ufuk açacak yüzlerce bilgenin göz göre göre katledildiği bir sistemde kendini böcek gibi hisset ve kaç! Kaç! Kaç! Amerikaya kaç! Avrupaya kaç, hatta Yeni Zelanda’ya kaç! Aymaya çalış… Hala Hindistan’a kaç! Beyninin kemirildiği porno sitelerinden ve at gözlüklü propaganda sitelerinden başka hiç bir site kalmayana kadar bekle ama... Ve bu ortak bilinçte herkesle aynı acıyı yaşadığını bildiğin halde ezik ezik seninle kavrulanları izle! Hep beraber ezik ezik biralarınızı açın, “abi olmaz o öyle ya” diyin küfredin. Mecmua ya da gazete köşelerinde bu rahatsızlığınızı ve vicdanı sorumluluğunuzu yerine getirin. Kendini bugünlük yeterince iyi hisset, ye, iç, git, yat, uyu. Karşında katliam olsun, sen konuş, yaz, paylaş. aferin. Bunal, bunalabildiğin kadar. Kurtlu beynin, özel hayatından insanın parmağının olduğu bütün hayatlar dahil dev bir fiyasko olsun. Küflendir dünyayı ne kadar sardıysan, kinlendir sivri zeka olduğun için zihnini. Bunalımın dibine çök, otur orda et kafalı gibi “anneee” diye avazın çıktığı kadar bağır!

Miray Özcan

İsyan eziklikten doğar, tahammül eden herkes isyana gebedir. Akılsızlıktır isyan. Çok söylendiğin kapitalizmin markalaşmış politikasıdır. Çok sevilir genelde, Sahtedir, çabuk unutulur, hemen kandırılır o isyan. Ancak dünyayı tehdit eden bir felaket hepimizin canını acıttığında kendimizi dinleme fırsatı yakalayıp g.tümüz tutuştuğu anda aydınlanabileceğimiz bir sistem yaratmıştık. Doğduğu andan itibaren inanmaya ihtiyaç duyan insanoğlu kendisine inanmaktan aciz, hükmedebildiği kadar egosunu tatmin edebilen biz, yüzyıllardır sebebini tam olarak kestiremediğimiz sebepler uğruna herşeye edebileceğimiz hakaretleri etmişiz. Duyduğumuz, hissettiğimiz bu anlamsız korkunun, sıkışmışlığın ve sahip olma duygusunun verdiği dehşeti gündelik hayatıma indirgediğimde; bu güvensizliğin ve sıkışmışlığın benden kaynaklandığını hissedip bilincimden utanıyorum. İnsan bilincinin sınırsızlığını doğduğu andan itibaren hissettiren evrene, sınırları koyarak başlamıştık. Hakimiyetimizin başından beri süregeldiğini farkedememiştik ve bu deney, sınav, sınamanın nasıl sonuçlanacağını gösteriyordu. Gördüğün her şey sensing. İnandığın her neyse seni affetsin. *dahil


PERUKLU İSYANLAR Ses aralığı geniştir isyanın. Konuşamayan bebeğin açlık ağlamalarını da kapsar hakkını arayan işçinin sloganlarını da. Aldatılmış kalbin kurduğu intikam yüklü cümleler de bu aralıktadır, patlatanın daha iyi bir dünya için patlattığını düşündüğü bombalar da. Hepsi birer isyandır, farklı tonda. Hayat başlar, genişler, daralır, biter, hepimizin hayatından çeşit çeşit isyanlar geçer. Ancak, tüm bu isyanlar arasında öyle bir isyan vardır ki, torpili yoktur, kaçışı yoktur, hepimize uğrar. İnsanoğlu, en sakin fakat en acı isyanını ölüm yaklaşırken yaşar. Sesi en kısık ancak kapsama alanı en geniş isyandır ‘yaşlılık’. Kibardır, sakindir, kendi içindedir. Sizi şuracıktaki markete gitmekten aciz kılan bacaklarınızda, karşınıza bir yabancıyı oturtan aynalarda, tek başınıza alamaz olduğunuz duşlarda, ruhunuzun komutlarına uymayan güçsüz bedeninizdedir. Bir zamanlar James Dean ya da Audrey Hepburn edasıyla geçtiğiniz tüm o sokaklar, size inat aynıdır. Mahalle bakkalınızın yerine Carrefour, çok sevdiğiniz pastanenin yerineyse McDonald’s açılmış olması değildir sizi üzen. Hayat değişir ve bilirsiniz sizi acıtan nokta, siz kapanınca yerinize hiçbir şeyin açılmayacak olmasıdır. Hayattaki değişim kadar kesin olmasıdır ölümün değişmezliğinin. Yaşlılık denen bu kaçınılmaz isyanın, tonu

Gözde Tezer

gibi bayrakları da farklıdır. Gençliğinde çok canlar yakmış 80’lik bir teyzenin sarı uzun peruklarıdır, bu isyanın bayrağı. Delikanlılığında fırtına gibi esen bir eski çapkının, 90’ında okuduğu porno dergilerdir. Torunlara anlatılmaya doyulamayan hikayelerdir. Sıkılırız. Her torun sıkılır aynı hikayeyi 100 kez dinlemekten. Hikayelerini paylaşmak istedikleri kişiler biz değilizdir aslında, kendilerine anlatırlar o hikayeleri. Hikayeler, hayatlarının noteridir. Bir zamanlar, kendilerinin de güzel hayatlar yaşadıklarını unutmak istemeyen, o eski günlere tutunmak isteyen ruhlarını onaylar bu hikayeler.”Evet” derler “Yaşadın sen”. Ruhumu 1 günlüğüne yaşlı bir bedene yerleştirdiğimi hissetmeye çalışarak yazdım bu yazıyı. Ve ürkerek anladım, yaşlılık şu yaptığımın 10-20 yıla yayılmış halinden başka bir şey değil. Çünkü yaşlanan hiçbir zaman ruh değil. Gelince o günler, 1 değil 365 günü yaşlı bedende geçirmeye başlayınca ruhum, doğmamış torunlarım size diyorum, dolabımı renk renk peruklarla doldurun. İsyanlar, bayraksız olmaz. Hikayelerimden sıkılsanız da belli etmeyin ve bilin, kimse sonsuza dek genç kalmaz.

Ilustration: Miray Özcan




Iraz Polat

“How to protect yourself from stupid Rules!” Aptal kurallardan kendinizi nasıl korursunuz?

Ingo Maurer aydınlatma tasarımlarıyla ‘60lardan beri akım belirleyici bir sanatçı/tasarımcı ve bir marka. Gelgelim, önceki sene Milano Tasarım Haftası’nda sundukları ampül tasarımı bugüne kadarki işleri kadar ilgi çekici olsa da, ilk kez bu kadar manidar: euro condom’dan bahsediyoruz. euro condom şeffaf bir ampül, ısıya dayanıklı opak silikon bir kondomla giydiriliyor. Amaç ise Avrupa Birliği’nin öngördüğü aptal kurallardan kendini korumak. Tasarım yoluyla olana bitene cesurca “giydiren” ve meydan okuyan bir önerme! AB’nin 2009 yılında çıkardığı bir yönetmelikle beraber, AB ülkelerinde opak ampülün kullanımına yasak getiriliyor. Bir çok tüketici daha yumuşak bir ışık kaynağı olduğu için opak ampülü tercih ediyor. Ama yasak uygulanıyor. (Opak ampül, normal ampüle göre daha az ışık veriyor diye yasaklansa da bir çok üretici ise böyle bir farkın olmadığını, ölçümlenecek bir farktan bahsedilemeyeceğinde hemfikir ama itirazlara rağmen yasak yine de geliyor.) Geçici bir çözüm olsa da tüketici, marketlerdeki son opak ampülleri stoklamaya çalışıyor. Alman tasarımcı Maurer, AB’nin bu yasaklarına cevaben Mliano Tasarım Haftasında ‘euro condom’ tasarımıyla AB’ye olan isyanını açıkça paylaşıyor. Tasarlayarak başkaldırıyor, tasarlayarak alaya alıyor. Euro condom’u basit ve bir o kadar da zekice buluyorum, şapka çıkartılası! AB’nin aptalca kurallarından kendinizi koruyun, euro kondom kullanın! Diğer aptalca kurallardan kendinizi korumak için siz de bir miktar yaratıcılığınızı kullanın


SOBE

Gözde İvgin

Her tasarım, ki buna sıkıcı iş toplantısında deftere çaktırmadan karaladığınız ne idüğü belirsiz şeyler de dahil, biraz isyan içermez mi işin özünde? O güne kadar yapılana, yapılagelene bir isyan. Tam da bulunduğunuz yerde olmanıza, elinizde olana, olmayana, olamayana, neticede kendinize. Hepimiz biryerinden tasarımcıyız; Ebeveynlerimizin biricik, “kendin olamadın çocuğun olsun” projesiyken, zincirleri kırıp kendimizi, hayatımızı tasarlarız ya da tasarlamaya çalışırız.. Dış faktörler, yan roller, beri gelenler, balkanlardan gelen soğuk havalar, rol çalan figüranlar da sahneye dahil olunca birden kendi yazdığımız sahnede yabancılaşırız kendimize, hayatımıza ama yine de devam ederiz bir yerinden yine.. Dış görünüşümüzü tasarlarız; ideale -neyse o- ulaşma kaygısıyla çırpınır dururuz içten içe. Hiç sonu gelmez bir yolculuk. Birine ulaşsan bir diğeri çıkar. Yol bitmez. Zevklerimizi tasarlarız; bunu görmem lazım deriz, bunu okumam gerek, bunu izlemem, bunu almam, bunu seçmem, bunu takmam, bunu yemem, bunu içmem gerek. Gerek de gerek. Soksun seni engerek. Evimizi tasarlarız; zannederiz ki ev dediğimiz mabed bir uzay üssü olsa biz de astronot olacağız.. Arkadaşlarımızı tasarlarız; sana uyan beri gelsin uymayan 10. köye... Sevgilimizi de baştan yaratmak isteriz; istediğimiz gibi olsun, biraz şurdan kırpalım, biraz buradan, biraz daha... İşte tamam. On nümero! Ama zamanla bakarız ki bütün bu uğraşa rağmen hiçbirşey istediğimiz gibi değil. Arayışa devam, tamam ama biryerde bir yanlışlık var... İşte bu moda girdiysen ey okur, çık ordan çık, o yolun dönüşü yok çünkü... Gerçekten bol salya, sümüklü bir süreç bu... İsyan sıvısız olmaz; illa kan, gözyaşı, ter, salya, sümük olacak. Bknz. koca bir insanlık tarihi... Şimdi bir de Arap dünyasında yaşanan bir isyan dalgası var bir süredir... Haklarını arayan, iş arayan, özgürlük arayan, insanca yaşam arayan halklar ardarda sokaklara çıkıyor; kadınlar çocuklar, yaşlılar önlerde saf tutuyor... Geleceklerini tasarlamak istiyorlar artık. Geçmişte yaşanan onca zulüm, baskı ve ezilmenin ardından. Bilerek ya da bilmeden tasarladığın her neyse, isyanın da koridorun sonundaki soldan 3.kapının ardında seni bekler. İş, onunla yüzleşebilmekte. İşte açarsan o Pandora’nın kutusunu, gösterir sana aslında ne yapman, nereden başlaman gerektiğini... İsyanın değiştiremediklerindir. Bazen değiştiremezsin. Takma. Değiştiremediklerinsindir biraz da. Ne kadar isyan etsen de hava cıva...

Ilustration: Miray Özcan




KİM? ROSEANNE GERHAN NE? DÖVME VE İSYAN

Çağın Türker

Sence dövme nedir ve neden yaptırılır? Teknik olarak dövme aslında çok eski bir gelenek… M.Ö. durumları var biraz. Eski Mısır’da başlamıslar mevzuya… Yunanlar ve Romalılar, Britonlar, Galyalılar ve Traklar falan filan derken… Barbarlara özgü bir uğraş... Suçlulara ve kölelere yaparlarmış... Mevzu biraz değişmiş, Hintliler, Japonya ve en sevdiklerim olan kızılderililer… Kötülüklerden ve hastalıklardan koruyucu olduklarına inandıkları sembolleri yaptırıyorlar ve mevzu çok spiritüel burada... Denizciler son noktayı koyuyor hikayeye. Bana sorarsan insanların kendilerine yaşattığı bayağı sıkı bir EGO durumu var ortada. Gelip dövmesini

yaptırıyor ve resmen başka biri gibi ayrılıyor. Hiç olmadığı kadar asi bir ruh olarak!

savaşçı ruhu temsil edermiş, en sevdiklerim olan kızılderili tayfasına…

Türkiye’de dövme kavramı nerede? Sen kendini bir sanatçı olarak görüyor musun? Türkiye’de tattoo denildiğinde bir kac yıl önce hiç bir sey söyleyemezdim ama son bir kaç yılda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de patladı... MODA , ya yok böyle bir şey MODA! Atalarımızın kemikleri sızlayacak heheh… Açıkçası uzun yıllardır bu işin içindeyim ve tüm dövmeci arkadaşlarım, herkes çalışıyor diyebilirim ve şu an Türkiye bir çok konuda her şeyden geri ama pek çok stüdyoda dünya standartlarında tattoo yapabiliyorlar. Çok sıkı sanatcılar cıkacak yakında.. Bunu bılıyorum... Gercekten ben de her gecen gün daha iyi olabilmek için çok çalışıyorum.

Şu anda en sevdiğin dövmen hangisi? owwwwww! Çok saçma soru hehehe… Şaka ! Gerçekten böyle en sevdiğim diye bir şey yok. Onlar artık benim birer parçam. Hepsi ayrı bir dönemin hikayesi ya da sembolü ve hepsini çok seviyorum. Ama son yaptırdığım hangisiyse, o aralar o favorim oluyor. Dövmenin topluma karşı bir isyan olduğu düşüncesine katılıyor musun? Sen toplumun dövmeye karşı isyan ettiği düşüncesine katılıyor musun peki?

İlk dövmeni yaptırmaya nasıl karar verdin ve neydi o dövme? Ergendim ve ben de her ergen gibi asiydim. Tattoo yaptırmalıydım! Hahaha…Kötü bir rahatsızlık geçirmiştim ve oldukça ciddiydi. Üç – dört sene ağır tedavi gördüm. Tahmin edilenden çok daha iyi şekilde atlattım ve hazır bu kadarken yeniyken her şey, kendimi bir şeylere vermek istedim. Tattoo, o zaman pek kimsenin farkında olmadığı, benimse fazla umursadığım bir şeydi. Ilk başta kendime yaptırarak üstüne gittim. Tüy, küçük bir tüy! Kasığıma… Araştırmıştım ve tek tüy,


Ustalaşmak ve yaptığım işi en iyi şekılde yapmanın peşindeyim. Bence Türkiye tattoo konusunda aştı !! Gün içerisinde calıştığım bir cok insan var ve bunlardan bir kaçı turist , bu insanlar daha sonra arkadaşlarını da bize getiriyorlar çünkü Türkiye diğer avrupa ülkeleri kadar tattoo konusunda iyi fakat onlara oranla ucuz. Bence standartın düştüğü tek konu bu :) İnsanların vücuduna hayatları boyunca taşıyacağı figürler çiziyorsun, bu sana nasıl hissettiriyor? ufff aklıma geldikçe tüylerim ürperiyor...bu gercekten üzerinde sürekli

Gündelik hayatta ya da toplumsal kavramlar arasında isyan ettiğin şeyler oluyor mu? Varsa nelerdir bunlar… Motorsikletlilere trafikte saygı! İsyan etmek, asi olmak doğuştan gelen bir özellik midir? Yoksa, kişiliğin geliştikçe mi oluşur? İsyan rahatını bozan her şeye karşı duruş olduğuna göre ,kesinlikle doğuştan gelen bir özellik ama yaşadığın yer, seçtiğin yol bazen daha asi bazen daha sakin kılabiliyor.eee ben de Türkiye gibi aslında sürekli rahatmı bozan bir ülkede yaşadığıma göre isyanım her geçen gün daha da kuvvetleniyor,tek fark artık savaşmak yerine kendi çözümlerimi buluyorum. Size magazine hakkında ne düşünüyorsun? İlk çıktığı gün eve dönüş yollarında bana yakın arkadaşlık eder kendisi. Ama sıkı tutun! Ağır dergidir.

düşündüğüm bir konu aslında. Dövmeye olan baglılığımın en önemli sebeplerinden biri bu... Çünkü çok derin, yaşadığın ve bitmesini istemediğin bir anı sonsuzlaştırabileceğin bir kaç yoldan biri dövme. Dikkatli olmak lazım.:)) Toplumun “asi” figürlerinden birisin… Kendini “asi” olarak tanımlar mısın? 6.EN ASİL ASİ ! Punk is Not DEAD adamım!


WHO? GRAY AGENT WHAT? REBELLION AND NUDITY

Gizem Akgönül

As the receiving end of your art I find your work very satisfaction oriented; does it satisfy you in a special way and is your way of provocation just for the audience or is it a way to keep you going too? I produce to pleasure myself. Provocation is an appreciation yet also an acknowledgement that women use their sexuality as a submissive dominance.


You have very strict rules and a mysterious aura to put your online persona and art in a controllable order. Is it because you want to keep people outside or to keep them interested and obsessed? There exists much that I do not post online due to personal and privacy agreements. I will however be showing these works at my live shows. These would be more intimate in the sense of raw interaction with the women I encounter. It is a show not to be missed. Tell me the story behind your collaboration with our paradoxical Size magazine. Size discovered me thru my viral video “Ode to 2011.” Upon viewing the contents of the magazine, we agreed that a collaboration was mandatory. I have something special in mind for Size. Let’s get deep about ‘riot’. Is there any cultural, environmental or personal issues that makes you want/have to revolt or rise up against? Censored sexual imagery in America. It is being torn apart in a frightening pace however by the video evolution. Nudity and even pornography has become accessible thru uncontrollable mediums. Soon the non nude Alt Model will no longer exist. Good riddance.


What is the influence and inspiration that makes you do what you do the way you do it? Somehow when I see your work it keeps me in between; edgy but soft, personal but out there. Is it your style that makes it contradictory? I am madly in lust with music and deadly attractive women, which both inspire and influence. I think it is premature to say I have a style. I am simply doing what I know how and doing it my best. I want the women in front of my lens to feel powerful. I want them to know that they are the baddest bitch in the room. To feel that the eyes upon them are yearning and craving is the psychy. Women love to be filmed. They love to be watched. They purposely act to acquire men’s reaction.


How many times have you felt the lustful bedroom eyes of a woman as she smirks at you while her head rests tightly over the shoulder of her lover blissfully unaware? That’s the look I want. The power. Is ‘1.500.000 viewers and thousands of followers’ your main reason to make art? Do you appreciate the attention; are you sick of it or do you simply don’t care? I couldn’t tell you if it is art or what it is. Would I be filming naked women seducing me? Of course I would. Followers are nice… but most of the time I am misunderstood. I appreciate men who stand up for their freedom to applaud nudity and their natural sex drive. I appreciate women who feel that my work is based on my worship of the natural female figure and their mental ability to destroy a man. Finally who is graygent, is he your alter ego, is he an idea or yourself? Is he created or does he creates? Gray is fictional… I act out his fiction… which makes it nonfiction?



Models: Zhanna Tolstaya, Krysta Kaos, Asphyxia, Vaunt, Amanda Jones, Raven Le Faye, Sparky Sin Claire Makeup Artists: Stacey Rosas, Wendy Tran


KİM? MERCAN DEDE NE? AŞK VE SAVAŞ

Yazı: Çağın Türker Fotoğraf: Tolga Özgal / Look34

Bu kez neye değil, tuvallere üflüyor aşkını. “Army of Lovers - Aşıklar Ordusu”. Aşk ve savaş bir arada... Borusan Müzik Evi’nin 5. katında, henüz sergiye hazırlanırken ziyaret ettik Arkın’ı. İlk gelen kişinin ben olduğumu ve bizden sonra Wallpaper dergisine röportaj vereceğini söyleyince; tütsü kokuları, Buda heykelleri ve kulağımıza çalan etnik müziklerle adeta bir Zen tapınağını andıran koca salonda, keyfim bir kat daha artıyor hemen. Yerlere serilmiş olan onlarca işi görünce, ayakkabılarımı çıkarmam gerektiğini düşünüp harekete geçiyorum ama çıkarmamam gerektiğini söyleyip ısrar ediyor. Israrının nedenini sorduğumda, “her bir dokunuşun ayrı bir yaşanmışlık katacağını” düşündüğünden bahsediyor. Sergideki işlerin tamamına yakınını çöpten bulduğu materyallerden yaptığını düşünecek olursak, haksız sayılmaz diye düşündüm. Hatta sergide, resimlerin yanına “lütfen dokununuz” yazacağından bahsetti. Yazar mı bilinmez ama verdiği hissi sevdim. “Aşıklar Ordusu” gibi içinde anlam olarak büyük bir zıtlık barındıran bu sergide ne anlatmaya çalışıyorsun?” diyorum. “Önemli olan, sana ne anlattığı değil mi, sana ne anlatıyor?” diye karşı soruyla geliyor... Başka sorum yok, hakim bey!


Siz ne düşünüyorsunuz? “Aşıklar Ordusu” size ne ifade ediyor? ....... tarihine kadar Ekavart Gallery’de, gidip görebilir, yaptığı resim, kolaj ve video çalışmalarındaki sevgiyi deneyimleyip, sergi alanı için özel olarak tasarlanmış ses ve görsel enstelasyonlarla savaşı kendi içinizde ateşkese bağlayabilirsiniz belki. Kimbilir...



Ilustration: Yigit Karagรถz


Photography & Concept: Ozan Aktuna




Bir asiyle baş etme rehberi Güzellikle yapabileceğiniz gibi, başka yöntemlerle de yapabilirsiniz… İki yolu da anlatıyoruz, seçim sizin… Iyi şekilde; Bir avuç misket verin ve sırtını sıvazlayın Kürek, kova ve tırmık verip parka yollayın Ateşini ölçmek için elinizi alnına götürün. Var olduğunu düşünürseniz de, su dökün. TV açıp, karşısına oturtun. Çekirdek verin “Ne olacak bu Fener’in hali” diye sorun Burcunu sorun Kadınsa verdiği kilolardan, erkekse üstündekinin çok yakıştığından bahsedin.

The Guide to Dealing with a Rebel You can play nice, or revert to other measures. We’ll give you both methods, the choice is yours. The nice way; Hand over a fistful of pellets, and pat their back Give a shovel, bucket, and rake, and send them to the park Touch their forehead to see if they have a fever. If they do, apply water.. Turn on the TV and sit them across it. Give sunflower seeds. “What will Fener do,” ask them. Ask their horoscope. Compliment them on reduced weight if female, tasteful clothing if male.

Diğer yöntemler; Görmezden gelin Kitaplarını yakın 10 Engerek gücünde olabilir, panzehir taşıyın Hakaret edip sindirin Zor kullanıp sindirin Ucube, hastalıklı, terörist diyin Telefonlarını dinleyin Içimizdeki İrlandalı ya da dışımızdaki Fransız olmakla suçlayın

Other means; Ignore them Burn their books They might be as poisonous as 10 vipers, carry some antidote Insult and suppress Apply brute force and suppress Call them freaks, sick, or terrorists Tap their phones Blame them for being the Irish within or the French without.





Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.