Siyah Beyaz Dergisi - Sayi 17 :: Ocak 2010

Page 1


www.myspace.com/yolcubarankara


www.facebook.com/yolcubar



AUGUST Merhaba,

Z

amanın ellerinden... Neyse, bunu Şebnem’in albümünü henüz dinlememiş olan okurlarımıza bırakalım, sürprizi bozulmasın.

2

009’u devirdik. Bir çok açıdan berbat bir yıldı. Geçen her yılın bir öncekini aratır olduğunu tek düşünen ben miyim, yoksa gerçekten öyle mi, yoksa toplu bir histeri mi yaşıyoruz bilemiyorum.

Y

eni yılın ilk sayısında, geride bıraktığımız on senelik sürecin müzikal çerçevede gidişatını inceledik kendimizce. Bu işin olmazsa olmazı “albüm listeleri”nin yanı sıra benim kaleme aldığım, biraz kişisel kaçan bir değerlendirme yazısının ilk bölümüne de yer verdik bu ay.

2

010 yılı için umutluyum klişesinin esasında yapmak istemiyordum ama öyleyim. Umut fakirin ekmeği neticede (hail to Murat Net bu arada). 2010 yılında gerçekleşeceği duyurulan iki büyük festivalin şu ana kadar açıklanan kadroları bile oldukça heyecan verici. Bu festivallerden ilki olan Sonisphere Festivali, 25-26-27 Haziran tarihlerinde İstanbul’da gerçekleştirilecek. Metallica, Rammstein, Slayer, Megadeth, Anthrax, Mastodon gibi isimlerin telaffuz edildiği festivalde sayılan isimlerden hangilerinin sahne alacağına dair kesin bir resmi açıklama henüz yok. Festivalin Avrupa’da yapılacak olan ayaklarında adı geçen isimlerin yanı sıra Iron Maiden, Heaven and Hell, Alice Cooper, Mötley Crüe gibi isimler de duyuruldu. Organizasyonun Türkiye afişi henüz yayınlanmadı. Organizatörler de kendilerine ulaşma çabamıza henüz yanıt vermediler. Adı geçen isimlerden hangilerinin kesinleşeceğini biz de merakla bekliyoruz.

S

enenin bir diğer büyük müzik organizasyonu, gelenekselleşerek büyüme yolunda emin adımlarla ilerleyen Unirock Festivali. 2009’da yine başarılı bir organizasyonla İstanbul dinleyicisini önemli gruplarla buluşturan Unirock’ın 2010 kadrosundan şu an için kesinleşen isimler Cannibal Corpse, Obituary, Overkill, Grave Digger, Heaven Shall Burn, Belphegor ve Sabaton. Organizasyonun bize verdiği bilgiye göre bu gruplar dışında adı geçen diğer bazı isimlerle henüz (bugün itibarıyla) kesin anlaşma sağlanmamış, o nedenle isimlerini duyurmuyoruz. Yakın zamanda organizasyondan alacağımız güncel bilgileri dergimizin Facebook sayfasından duyuracağız. Unirock’ın şu anki kadrosu bile leziz bir metal festivali için oldukça iyi. Yaptıkları başarılı organizasyonlarla günden güne büyüyen Unirock ekibinin, yan sayfada göreceğiniz üzere Mart ayında bir de Behemoth Türkiye Turnesi organizasyonu mevcut.

F

estivallere dair gelişmeleri Facebook sayfamız üzerinden duyurmaya devam edeceğiz. www.facebook.com/siyahbeyazonline adresinden sayfamıza ulaşabilir ve üye olarak gelişmelerden haberdar olabilirsiniz.

2

010’u benim için güzel kılacak etkenlerden biri de yeni Soul Sacrifice albümü. Çalışmalarının tamamlandığını öğrendiğim albüm, sanırım 2010’un ilk aylarında yayınlanacak.

2

010’un herkes için geçen yıldan daha iyi olması umuduyla, mutlu yıllar. Gelecek ay görüşmek üzere. John Voxville

:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::

JOHN VOXVILLE :: YAZARLAR ::

EMRE DEDEKARGINOĞLU, ASUMAN İNCİ, BAHA ÖZER, CAN ÇAKIR, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, MELİS BALCILAR, MELİS SARILAR, NAZLI ALTIN, PINAR TUNCER, SİNAN ULUÇ, ZELİHA KARAKOCA :: İLETİŞİM ::

E-Mail: info@siyahbeyazonline.com Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline


Ş

ebnem Ferah’ın sesini ilk duyduğumda ortaokuldaydım. Evet, o kadar zaman geçmiş. 1996 yılında yayınladığı ilk albümü “Kadın” ile bugüne dek çizgisini hiç düşürmeden Türkiye’de gerek Rock, gerekse Pop-Rock adına yapılmış en iyi albümleri ortaya koyan Şebnem Ferah, ilk kez “bi vuruşta yamultan” bir albüm yapmamış, ters köşeye yatırmış. Şahsen beklediğimden çok daha farklı bir Şebnem Ferah albümüyle karşılaştım.

Ö

ncelikle sound ve altyapı olarak önceki albüm “Can Kırıkları” kadar sert tınlamıyor “Benim Adım Orman”. Sanırım önceki albümün görkemli bestelerinin ve soundunun yarattığı beklentiyi karşılayamadığı için yeni albüme ısınamadım ki etrafımdaki bir çok Şebnem Ferah hayranıyla aynı görüşleri paylaşıyoruz. Albümün açılış parçası ‘Merhaba’ son derece etkili ve dolu dolu bir parça. Ancak albümün geri kalanından bu etkiyi alamadım ben. Çok fazla enstrümanın üstüste kullanılmış olması da dinlerken odaklanmayı zorlaştırmıyor değil açıkçası (böyle yorum mu olur dediğinizi duyar gibiyim, cidden bu albümü sonuna kadar dinleyince yoruluyorum). Şebnem Ferah, Apocalyptica ile çalıştığı dönemde bile daha yalın düzenlemeler ortaya koymuş bir sanatçı. Alıştığım Şebnem Ferah markalı soundu duyamadığım için yoruluyor da olabilirim albümü dinlerken. Ayrıca gitarlar da geri alınmış yine. Gitarın önde olduğu daha yalın bir prodüksiyon, bu kadar komplike bir sounddan her zaman için daha dolu gelmiştir bana. Bu albümde de işte bu sıkıntıyı yaşadım.

Ö

te yandan, kesin konuşmak istemiyorum ama besteler konusunda da Şebnem Ferah sanırım kariyerinin en zayıf halkasına imza atmış. Albüm kendini dinletiyor evet, ancak kendimize şunu soralım: Bir Şebnem Ferah albümü için bu yeterli mi? Eğer öyleyse 13 senedir nasıl oluyor da bıkmadan usanmadan dinliyoruz? Demek ki konu Şebnem Ferah olunca iş o kadar basit olmuyor. Onu her daim Türkiye’deki diğer rock müzisyenlerinden ve bu işten nemalanmaya çalışan tayfadan ayıran özellikleri vardı. Halen var ama sanki o kadar da vurucu değil mi ne?

Ş

arkı sözlerine gelelim. Merak etmeyin albüm kapağı konusuna da geleceğim, onu en sona saklıyorum. Şu noktada izninizle sanatçıda doğrudan hitap etme cüretini göstereceğim: Ey Şebnem Ferah. Sen ki ‘Yağmurlar’, ‘Can Kırıkları’, ‘Oyunlar’, ‘Yeniden Doğup Gelsem’, ‘Sil Baştan’, ‘Hoşçakal’ gibi şahane parçaların sözlerini yazmış bir sanatçısın. Son albümünün sözlerini ise önceki albümlerinin yanına koyup bakamıyorum. Ya ben çok yaşlandım, ya sende bi değişiklik var. Bilemedim ama kesmedi bu şarkı sözleri beni...

JOHN VOXVILLE


G

elelim albüm kapağına. Tek kelimeyle kötü! Kötü, diyecek başka bir şey bulamıyorum. Yakışmamış Şebnem Ferah’a bu kapak. Önceki albümün iç kapağı da basit bi fractal çalışmasıydı ama dış kartoneti güzeldi. Yeni albümünse dış kartoneti içerideki kötü kapağı bi nebze olsun örtüyor. “10 adımda Photoshop öğrenelim” başlığıyla, 1998 tarihli Chip dergisi köşesinden fırlamış gibi duran tekniklerle hazırlanmış, görünce inanamadığım bir kapağa sahip albüm.

Ö

zetle, ‘Merhaba’ dışında vurucu bir hit barındırmadığını düşündüğüm, bana büyük ölçüde hayalkırıklığı yaşatan bir albüm “Benim Adım Orman”. Geçen dört sene boyunca “ilk ve son albümleri en iyileridir” dediğim Şebnem Ferah, beklentilerimizin tavan yaptığı dört uzun senenin sonunda şu ana kadarki tek vasat albümünü hazırlamış. Ben “Kadın” albümünü dinlemeye gidiyorum...


U

Ş

A

Uçurtma’ isimli şarkısında “Ben en güzel şarkımı henüz yazmadım” diyor Şebnem Ferah, fakat şundan emin olabilir ki en kötü şarkılarını Benim Adım Orman isimli bu son albümünde yazmış bulunmakta. Beşinci dinleyişimden sonra bunu üzülerek söylüyorum.

ebnem Ferah iyidir, hoştur, candır. Muhteşem albümlere ve unutulmaz hitlere imza atmıştır -atmaya devam edecektir-, kendimi bildim bileli dinlerim ayıla bayıla vs. ama bu albümde nedense beni çeken pek şey olmadı. Belki ilerde fikrim değişir demek isterim fakat vakit ayırır mıyım, ondan da pek emin değilim. Daha önceki Şebnem Ferah albümlerinde beşinci dinleyişimde en az beş altı şarkıyı kalıcı hafızaya almamdan olsa gerek, şu an hayal kırıklığı yaşıyorum.

çurtma ve Ateşe Yakın muhteşem şarkılar. Onun dışında tempo olarak dipte sürünen bir albüm. Şarkıların yavaş ve duygusal/melankolik olmasına bir lafım yok, Şebnem Ferah’ın en iyi yaptığı şeylerden birisidir slow şarkı yazmak. Beğenmediğim kısım, hem söz hem müzik olarak nitelikli, ya da akılda kalıcı bir şeyler bulamamamış olmam.

lbümün ismi, kapağı ve şarkılarının ismi -bunu söylemek zor ama- fiyasko. Kapaktaki yapaylığı tarif edemiyorum. Şarkı isimlerini de aceleye getirmiş gibi bir havası var. Her zaman çok şey anlatma derdinde olan Ferah, bu sefer tüm şarkıları toplamda bir dakikada isimlendirmiş sanki.

B

u albümden sonra bizi dört beş yıl bekletmesin, Can Kırıkları’ndan sonra yaptığı gibi. Zira bu albümü bir hafta daha dinleyeceğimi bile sanmıyorum.

SİNAN ULUÇ

B

elki çok aşırı bir hayranı değilim ama Şebnem Ferah bu ülkede gerçekten takdir ettiğim ve beğendiğim sayılı sanatçılardan birisidir. “Sanatçı” kavramının diplerde gezip, ayaklar altında ezildiği canım ülkemde sansasyonla, olayla, şununla bununla uğraşmayıp, işine odaklanmasını her zaman takdir ettim. Ferah’ın fazlasıyla samimi ve net dili ve duygulara hitap eden müziğinin, müzik piyasası tamamen göçmüş ülkemizde bir marka değerine ulaşmış olması da kendisinin değerinin göstergesi... Bu yüzden kendisi şu anda piyasada başka bir benzeri olmayan, kendi tarzını ve kariyerini başarıyla kurgulayabilmiş bir müzisyen...

F

erah’ın yayınladığı son iki albümü, Kelimeler Yetse ve Can Kırıkları’nı oldukça beğenmiştim. (Tabii bir de Kadın var ki, anmadan geçmemek gerek...) Hala açıp dinlediğim albümler arasında yer alıyorlardı. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan Benim Adım Orman’dan da beklentim bu açıdan iyi yöndeydi. Her ne kadar albümün adını ve kapağını biraz başarısız bulsam da :) çıkan sonucu beğendiğimi söyleyebilirim. Albüm şu ana kadar karışık tepkiler aldı gibi görünüyor. Beğenen de var, beğenmeyen de... Zamana karşı testini nasıl verir, şu an bilemeyiz ama benim duyduğum gayet akıEMRE DEDEKARGINOĞLU

cı, sıkmayan, fazlasıyla duygusal, ağır ve melankolik bir albüm olmuş. Can Kırıkları’ndaki o sert müzikal yapı bu albümde pek yok, daha sakin bir Şebnem var karşımızda... Ara ara farklı enstrumanların kullanımı öne çıkıyor ve bu durum da albüme bir derinlik katmış. Şarkı sözlerinde ise Ferah sıkça doğadan alıntı tasvirler kullanmış ve yine ilişkilere bol bol gönderme yapmış. Tabii ki alıştığımız Şebnem Ferah yazını, yani kendi yaşanmışlıklarını oldukça yalın ve samimi bir şekilde sözlere dökmesi, yine dikkat çekiyor. Vokaller açısından ise herhalde birşey demeye gerek yok zira Şebnem Ferah, vokalleriyle dinleyiciye istediği duyguyu verebilme yeteneğine fazlasıyla sahip bir vokal...

A

lbümdeki tüm şarkılar vasatın üstünde olmalarına rağmen Merhaba, Benim Adım Orman, Uçurtma, “İstiklal Caddesi Kadar“ sözleri dışında İstiklal Caddesi Kadar :), Mahalle ve Serapmış bence daha çok öne çıkan parçalar olmuşlar. Şahsi düşüncem, Şebnem Ferah’ın dört senelik bekleyişe layığıyla nokta koyduğudur. Bu albüm, kendisinin on dört senelik solo kariyerinde nerede durur, zaman gösterir ama bence zaman verilmesi ve tadı çıkarılması gereken, son dönemde çıkmış en iyi Türkçe Rock albümüdür.


Ş

ebnem ferah’ın dört buçuk sene aradan sonra çıkardığı 6. stüdyo albümü “Benim Adım Orman” pasaj müzik etiketi ile müzik marketlerde…

B

aşta albümün adının “Yanlış Yerde Ölüm” olmasına karar verilmiş fakat sonradan “Benim Adım Orman” olarak değiştirilmiş. Ki aynı zamanda 2. şarkının da ismi bu… Albümde en fazla akılda kalan şarkılardan biri de Benim Adım Orman… Kapak da buna göre tasarlanmış. “Benim adım orman” derken İstanbul’a bakıyor Şebnem. Sin City karakteri gibi, bol Photoshop’lu bir pozla. Kapakta diğer albümlerdeki sadelik olmasa da, çok hoş ve albüme uygun bir çalışma olmuş.

Ş

ebnem Ferah’ın da pek çok röportajında belirttiği gibi diğer albümlerine kıyasla, özellikle Can Kırıkları’ndan sonra daha soft bir albüm çıkıyor karşımıza. Can Kırıkları albümünün çok daha sert olan soundundan ve konserlerle geçen beş sene boyunca sahnede de öyle dinlememizden kaynaklanıyor da olabilir tabii ki bu. İlk dinleyişte vuracak parçalardan değil de, dinledikçe kapılacağımız şarkılardan oluşmuş albüm. Şarkı sözü yazma konusunda yine yeteneğini konuşturmuş Şebnem. Sesi yine derinden etkiliyor insanı... Sözler uzun NAZLI ALTIN

ve anlamlı, diğer albümlerine göre biraz daha dışa dönük. Dünyadan dilekte bulunuyor gibi sanki...

D

iğerlerine kıyasla farklı bir albüm karşılamış bu sefer bizi; farklı bir tınısı var, özellikle klavyeler daha da öne çıkmış. Şebnem’den beklentiler sanki daha bir farklıydı. Belki biraz daha sert bir kaç şarkı olabilirdi. Bir ‘Can Kırıkları’, bir ‘Ben Şarkımı Söylerken’ yok bu albümde. lk klip ‘Yalnız’ adlı şarkıya geliyor. Ki bu şarkının kolay unutulmayacak solosu ve anlamlı sözlerinin Şebnem’in harika sesiyle uyumu karşısında doğru bir seçim olduğunu düşünüyorum.

İ

A

yrıca ‘Mahalle’ adlı şarkının girişi, ‘Merhaba’ şarkısının temposu (ki benim en çok beğendiğim, şu anda da dinlediğim şarkı budur), ayrıca ‘İstiklal Caddesi Kadar’, albümde dikkat çeken noktalar.

U

zun sözün kısası, Şebnem’den yine oldukça güzel ve kaliteli bir albüm… Bize bir kez daha işini ne kadar iyi yaptığını gösterdi Şebnem (ve tabii ki ekibi). Ne yapsa dinlenir düşüncemizi de pekiştirdi aynı zamanda… En kısa zamanda alınması ve dinlenmesi şiddetle tavsiye edilir :)


EMRE DEDEKARGINOĞLU

1

991’e gidiyoruz. Metal dünyasının biraz daha kişiselleşerek yeraltına çekildiği ve farklı alt tarzlara bölünmeye başladığı yıllar... Kuzeyin soğuk ülkelerinden İsveç’in başkenti Stockholm’de, o yıllarda birçok farklı grup kurulmuştu. Bu grupların birisini de uzun yıllardır arkadaş olan Anders Nyström ve Jonas Renkse adlı iki genç, Katatonia adıyla kurmuştu. Yine aynı sene bir provalarını kaydedip, yirmi kopya ile piyasaya sundu ikili... Anders Nyström’ün yıllar sonra “Söylemek gerekir ki, o kayıtlar Katatonia değil, bulanık ve gürültülü saçmalık...” diye nitelendireceği bu kayıtta grubun ne yapacağı tam belli değildir. Zira kayıt kalitesi fecidir, Renkse’nin vokalleri ise Black Metal vokallerini andırmaktadır. Ardından Jhva Elohim Meth adlı demolarını yayınlarlar ve Hollanda orijinli bir firmanın dikkatini çekerler ve Katatonia adı yeraltı camiada duyulmaya başlar. Jhva Elohim Meth bu firmadan tekrar yayınlanacaktır. Grup bu demoda Black Metal etkileşimli ağır bir Doom Metal müziğinin ilk sinyallerini vermiştir.

D

emonun yayınlanmasından hemen sonra Rehearsal ’92 olarak adlandırılan bir kayıt daha yayınlayan grup, bir nevi ilk albümlerinin ipuçlarını vermiştir. Bu arada gruba basçı olarak Guillaume Le Huche katılır ve grup artık üç kişilik olur.

...God is dead and shall forever be...

K

atatonia için artık ilk resmi albüm zamanı gelmiştir. Grup, 1993 senesinde stüdyoya girer ve aralık ayında Dance Of December Souls adlı debut albümünü yayınlar. Grubun demoları zamanında gösterdikleri Black Metal eğilimleri –ki corpse paint yaptıkları resimleri bile mevcuttur.- bu albümde biraz daha rafine edilmesine rağmen kendisini belli etmektedir. Albüm sanıldığını aksine Doom/Death Metal tarzında değildir, Black Metal etkisi yoğundur, bu nedenle albümü Black/Doom Metal albümü olarak kategorize eden kişiler de fazladır.

D

ance Of December Souls, oldukça ağır ve kasvetli atmosferi, işlediği aşırı melankolik yapı ve yer yer progresif düzenlemeleriyle dikkat çeken bir albümdür. Prodüksiyonu çiğdir ve Jonas Renkse’nin en yoğun ekstrem vokal performansını taşır. Kimi şarkılar on dört dakikaya yakın epik eserlerdir ve bu uzunluk Katatonia için şu an pek alışıldık değildir. Sözlerde ise, henüz Jonas Renkse şairaneliği görülmese de acı ve öfke ön plandadır.

Ş

u an hala takdir toplayan bir albüm olan Dance Of December Souls’a, grup biraz uzak durmakta ve Brave Murder Day turnelerinden beri hiçbir şarkısı canlı çalınmamaktadır.


A

lbümün gruba getirdiği başarı ile adlarını geniş bir çapta duyurmayı başaran Renkse ve Nyström, çeşitli toplama albümlerine şarkılar kaydeder ve ’94 senesinde For Funerals To Come adlı EP’i yayınlarlar. Dance Of December Souls’un bir nevi güncellenmiş hali olarak görebileceğimiz EP, gelecekteki albüm Brave Murder Day hakkında da fikir vermektedir. Bu geçiş eserinin ardından grup, stabil kadro problemi sebebiyle bir ayrılık dönemine girer. Anders Nyström, Brave Murder Day albümünde yazdığı notlarda bu ayrılığın ’94 sonbaharı ve ’96 kışı arasında olduğunu belirtir. Bu süre zarfında Renkse ve Nyström, çeşitli projelerde yer almalarına rağmen birbirleriyle iletişimde olmamışlardır. Renkse, October Tide adlı Doom Metal projesinde yer alırken, Nyström ise Avant-Garde Metal projesi Diabolical Masquerade ve Bewitched ile ilgilenir. Let’s stay here for a while, is something gonna happen today?

G

eçen bir yılı aşkın zaman sonrasında Nyström, Katatonia’yı tekrar canlandırmak ister ve Jonas’a bir mektup yazarak, kafasındaki fikirleri açıklar. Düşündüğü albüm “Where Hearses Go” adında, önceden kaydettikleri Scarlet Heavens şarkısı ile benzer yapıda şarkılardan oluşmaktadır. Jonas bu tarz bir projede yer almak istemediğini belirtir

ama Katatonia’yı tekrar canlandırma konusunda Anders ile aynısını düşünmektedir. Tekrar iletişime geçen ikili, bir süre sonra aynı iki grup konusunda birleşirler. Slowdive ve Kent. Bu iki grup, o dönemki zevklerini resmen domine etmiştir ve bu gruplardan bazı fikirleri metal müziğe entegre etmekte karar kılarlar. Nyström’e göre harmonik sololar ve distorte edilmiş ritm gitarlardan oluşan koca bir duvar, 4/4lük tekrar eden orta tempo davullarla desteklenecek, tüm enstruman kullanımı minimal ve monoton bir yaklaşım ile kaydedilecektir. Grup, bu fikir ve birkaç düşünülmüş riff ile stüdyoya girer, bu sefer yanlarında Fredrik Norrman’da vardır. Albüm yazım aşamasında bir sorun ortaya çıkar, Renkse brutal vokalleri yapamamakta ve kayıtlar çok kötü olmaktadır. Bu durum karşısında, yakın arkadaşları Mikael Akerfeldt’i vokaller için gruba davet ederler. ’96 senesinin temmuz ayında, Brave Murder Day adlı ikinci resmi albümleri piyasaya çıkar.

İ

şledikleri yeni formül sebebiyle, Brave Murder Day, ilk albümlerinden aşırı derecede farklıdır. Albüm Doom/Death Metal tarzındadır ve Katatonia’nın Viva Emptiness’e kadar “marka”sı olacak gitar tekniğinin ilk örneğidir. Oldukça sade, minimal, monoton ama bir o kadar da ağır, kasvetli , karanlık ve depresif bir albümdür. Jonas Renkse sadece Day’de temiz vokal yapmıştır, geri kalan tüm şarkılarda brutal


vokaller Mikael Akerfeldt tarafından kaydedilmiştir. Prodüksiyonu ise oldukça sıradışıdır ki Dan Swanö bu prodüksiyon için “Elektrikli testereyle birisini doğruyormuşum gibi...” bile demiştir. Brave Murder Day, şu an bile Katatonia’nın yayınladığı en iyi albümler listesinde başa oynamaktadır. Bu albüm, öyle bir albümdür ki, ardından gelen birçok grubu etkilemiş, örnek olmuş ve yol açmıştır. Yine bu albüm ile, Jonas Renkse, o soyut, içe dönük ve metaforlarla dolu lirik yazımına geçmiştir. Lirikler farklı olarak ele alınması gereken bir albümdür. Bu albümden Murder hala grubun konserlerinde kendisine yer bulmaktadır. (Keşke bu albüme daha çok eğilseler...)

A

lbümün çıkışından sonra ilk defa Avrupa çapında turneye çıkan grup, ’97 senesinde ise Brave Murder Day ile çok benzer şarkılar içeren Sounds Of Decay adlı EP’i çıkartır. Bu EP aslında bir dönemin kapanışını yapar. Somehow I never leave this deadhouse , somehow I don’t mind being gone...

T

akvimler ’98 nisanını gösterdiğinde Katatonia yeni bir albüm piyasaya sürer. Aslında bu sıradan bir “yeni albüm” dönemi değildir. Logo değişmiş, müzik değişmiş, imaj tamamen değişmiştir. Grupta değişmeyen tek şey hala karanlık müzik yapıyor

olmalarıdır. Discouraged Ones, Katatonia’nın bu açıdan dönüm noktası olmuştur. Brave Murder Day’de işledikleri formulü daha sade hale getirip, o keskin ve yırtıcı yönünü biraz kırmışlar ve brutal yönlerini tamamen terketmişlerdir. Jonas Renkse tekrar vokallere geçmiştir ama artık Robert Smith etkileşimli, tok ve temiz bir vokal icra etmektedir. Grup ayrıca bas gitarist boşluğunu Mikael Oretoft ile kapatmıştır. Sonuç itibariyle, yine depresif, hüzünlü ve karanlık ama daha basit, ulaşılabilir ve direkt bir albüm ortaya çıkmıştır.

B

u albümden birçok şarkı çeşitli rotasyonlarla hala grubun canlı performanslarında sıkça yer almaktadır. Her zaman dinlenmez bir albümdür, ama ruh haliniz uygunken tadını sonuna kadar alabilirsiniz. You would never sleep at night if you knew what I’ve been through...

D

iscouraged Ones’tan sonra grup, Doom Metal alanında önemli gruplara sahip olmuş ve albümler çıkartmış Peaceville Records ile beş albümlük bir kontrat imzalar. Ardından dördüncü albüm Tonight’s Decision yayınlanır. Albümde davulları Jonas Renkse’nin yerine uzun süre prodüktörlüklerini yapan ünlü İsveçli müzisyen Dan Swanö çalmıştır. Bu sayede


Renkse vokaller üzerine daha fazla odaklanmış ve Discouraged Ones’taki o tok vokalini daha duygulu bir şekilde kullanmaya başlamıştır. Albüm, birçok açıdan Discouraged Ones’ın güncellenmiş hali gibidir, fakat bazı şarkılarda farklı arayışlar da mevcuttur.

G

rup, güçlü bir dağıtım ağına dahil olması sebebiyle bu albüm ile adını daha iyi bir şekilde duyurmayı başarır. Gruba baterist Daniel Liljekvist ve bas gitarist, aynı zamanda grubun gitaristi Fredrik’in kardeşi Mattias Normann katılır ve grup Paradise Lost ile birlikte turneye çıkar. Tonight my head is full of wishes and everything I drink is full of her...

Ç

eşitli turneler ve albüm kayıtları ile geçen iki yıl sonrasında, 2001 senesinin yaz aylarına doğru Katatonia beşinci albümünü çıkartır. Pis bir tuvaletin yer aldığı kapak resmi ile önce dinleyiciyi sarsan Last Fair Deal Gone Down, içerdiği müzik ile de farklı bir albümdür. Grubun tarihinde ilk defa bu albüm tam bir kadroyla kaydedilmiştir. Discouraged Ones’tan Tonight’s Music’e yapılan sıçramanın daha büyüğü vardır bu albümde, Katatonia’nın Doom Metal sonrası tarzını tamamen oturttuğu, elektronik etkilerin kullanılmaya başlandığı, The Cure etkisinin iyice arttığı, şarkılarda farklı melodi çeşitlemelerinin üzerine gidildiği ama grubun o hüzünlü ve karanlık havasını yine de kaybetmediği özel bir albümdür. Renkse’nin vokalleri artık tam anlamıyla oturmuş, sözleri ise gittikçe arıza bir hal almıştır. Grubun müzikal formulünde köklü değişiklikler olmasa da melodi ve riff tercihleri açısından bu albüm farklı bir tada sahip olmuştur. Sweet Nurse gibi başta “cheesy” gelen, pozitif görünen bir parça bile içinde kırılganlık bulundurur. Bu albüm ile birlikte, Opeth ve Katatonia’nın ünü iyice artar –ki Opeth de Blackwater Park albümünü yayınlamıştır.

L

ast Fair Deal Gone Down, şahsen, Brave Murder Day ile birlikte en sevdiğim Katatonia albümüdür. Bu albümün göründüğünden daha derin ve manalı olduğuna inanırım. Bazı albümlerle öyle bağlar kurarsınız ki, kelimelere dökemezsiniz, ben bu

durumu bu albümde yaşıyorum. Kimi zaman feci karanlık, kimi zaman umut dolu ama yine yüzü gülmeyen bir albümdür. Bu albümün tek eksiği fazla çiğ olan prodüksiyonudur.

B

u albüm ile Discouraged Ones ile girilen yolun sonuna gelinir. Katatonia için değişim rüzgarları tekrar esmektedir. We die, we all...

T

ekrar köklü bir değişim var demiştik. Sonuçları 2003 senesinde yayınlanan Viva Emptiness ile görücüye çıkmıştır. Grubun, Brave Murder Day yadigarı rafine edilmiş müzikal yapısı bu albümde tamamen değişmiştir. Daha alternatif etkilerin kullanıldığı, elektronik seslerin kullanıldığı, grubun eski sert zamanlarına daha yakın ve yer yer progresif etkileşimlerin gözlendiği bir albümdür Viva Emptiness... Çıktığı zaman karışık tepkiler alan albüm, ilişkiler üzerine yazılmış bir konsept içerir aynı zamanda... Şarkı sözlerinde yalnızlıktan da bahsedilir, yalanlardan da ve ya depresyondan da... Tipik Katatonia karanlığı ve melankolisi yine mevcuttur ama kimi şarkılar Katatonia’nın genel anlayışına göre daha pozitif ve hareketlidir. Yer yer farklı denemeler de vardır albümde, Burn The Remembrance’daki oryantal vuruşlu çalgıların kullanılması ve ya Inside The City Of Glass gibi bir enstrumental parça bu denemelere örnek sayılabilir. Sonuçta, bir geçiş albümüdür, ama özünde Katatonia ruhunu sonuna kadar taşımaktadır. I see the bright lights , it’s the month of july...

V

iva Emptiness’tan sonraki üç yılda iki toplama, bir DVD ve birçok turne ile geçer. Grup 2005 yazında ise yeni albümlerini kaydetmek için stüdyoya girer. Sonuç, bir sene sonra çıkan The Great Cold Distance’dır. Yine bir değişim söz konusudur, grubun logosu üçüncü defa değişir ve yerini tamamen sade, basit bir “KATATONIA” yazısına bırakır.

T

he Great Cold Distance, Viva Emptiness ile başlayan değişimin ikinci basamağıdır. Artan Tool


ve Porcupine Tree etkisi, grubu daha progresif bir yola sokmuştur. Albümde The Cure etkilerinin neredeyse es geçilmesi, Katatonia’ya has o melankoliyi biraz seyreltse de hem sözlerdeki kişisellik ve yer yer protestlik hem de şarkıların çeşitliliği ve karanlık atmosfer bu durumu örtmektedir. Albüm, oldukça beğeni toplar ve çeşitli yayın organlarınca çıktığı yılın en iyi albümlerinden biri olarak değerlendirilir.

B

u albümden sonra çıkan singlelar içinde July çok dikkat çeker. İçinde bulunan Unfurl adlı şarkı tamamen elektronik temelli, Trip-Hop vari ağır bir parçadır ve bu parçanın yeni albüm için bir temel olacağına dair pek çok tartışma geçer internet forumlarında... Peki öyle oldu mu?

K

atatonia’nın on sekiz senelik kariyerindeki sekizinci stüdyo albümlerine geldi sıra... Yani günümüze... The Great Cold Distance’dan beri geçen üç senede, grup ilk iki sene boyunca bol bol

konser verdi. Geçtiğimiz sene stüdyoya girdiklerinde “Elimizde hiçbir şey yok şu an ama bekleyin.” demişlerdi. Bekleyiş, geçtiğimiz kasım ayında sona erdi ve Night Is The New Day şu an önümüzde... (Bizde biraz gecikmeli oldu, kusura bakmayın. :D)

K

aranlığı seven, sayan, saygıda kusur etmeyen Katatonia, yeni albümünün kitapçığını da tamamen siyaha boyamış. Şarkı sözleri ve her türlü yazılı bilgi küçücük harflerle yazılmış, grup üyelerinin fotoğrafları bile neredeyse siyah beyaz ve biraz belirsiz yayınlanmış. Bir önceki albümde kan kırmızısını seçen grup, bu albümde tamamen siyaha vermiş kendini...

G

rup üyelerinin “en derin, çeşitli ve güçlü albümümüz” diyerek sundukları Night Is The New Day, evet, grubun en derin ve çeşitli albümlerinden birisi... The Great Cold Distance’ın temelini izlese de, aralarında çok fazla fark var. The Great Cold Distance’da eksik olan melankoli ve hüzün, bu albümde geri gelmiş. Hatta son on


yıldır yayınladıkları albümler içerisinde hüznü ve melankoliyi en elle tutulur şekilde sunan albüm bile diyebiliriz. Yine The Great Cold Distance’a göre daha olgun ve dengeli, atmosfere dayanan bir albüm var karşımızda... Elektronik ses örneklerinin kullanımı oldukça yoğunlaşmış. Grubun gittikçe ilerlettiği progresif düzenlemeler ve etkileşimler de bu albümde yine öne çıkıyorlar. Kimi şarkılarda sakin/sert kısımlar arasındaki kontrastlar şarkıyı yönlendiriyor. Grup bu albümde Red House Painters, The Fields Of Nephilim, The Cure ve Jeff Buckley’den etkilendiğini açıklamıştı ama Idle Blood’u her ne kadar Red House Painters etkisiyle yaptıklarını söyleseler de bu şarkı kesinlikle Opeth kokuyor. (Ve ben hiç RHP kokusu almadım. :D) Bazı parçalarda yer yer Porcupine Tree ve Tool etkilerinin hissedildiğini de geçmemek gerekiyor. Nyström ve Norrman’ın belki de besteledikleri en katmanlı gitar partisyonları bu albümde yer alıyor. Mattias’ın bas gitarı, özellikle Idle Blood’da şarkıya yön veren ana element olarak öne çıkmış. Daniel Liljekvist’in gruba kattıkları ise her yeni albüm ile daha da artıyor. Monoton davullarıyla ünlü Katatonia’ya bateriler açısından yeni soluk getirmeye devam ediyor Daniel... Jonas Renkse ise hem soğuk ve kırılgan vokalleri, hem de yoğun bir kişisellik içeren lirikleriyle yine duygularımıza tercüman oluyor.

F

orsaker, The Longest Year, Onward Into Battle, Idle Blood ve müthiş kapanış parçası Departer albümü taşıyan şarkılar oluyorlar. The Promise Of Deceit ise albümdeki en ruhsuz şarkı... :D

K

atatonia yeniden değişim rüzgarlarının eşiğinde... Bu albüm bir geçiş dönemini temsil ediyor olabilir. Çünkü The Great Cold Distance’dan çok daha farklı bir albüm var karşımızda... Katatonia, bir zamanlar monoton ve tekrarlı şarkılarıyla bünyelerimizde hipnotik etki yaratırdı, artık gittikçe progresif bir alana kayan bir metal grubuna dönüşüyor. Night Is The New Day, biraz zor bir albüm... İlk dinlememden sonra uzun süre elimin CD’ye gitmemesi, ardından kendimi zorlamam ile birkaç şarkıya anca alışabilmem ve albümü sindirmem bayağı zaman aldı. Grubun en iyi albümü değil, ama zayıf bir albüm de değil. Şu kış aylarında ihtiyacınız olan melankoli ihtiyacını rahatça karşılar. Unutmadan...

G

rupta uzun süredir yer alan Mattias kardeşler geçtiğimiz hafta gruptan ayrıldıklarını açıkladılar. Katatonia şu an gitarda Per “Sodomizer” ve bas gitarda Niklas “Nille” Sandin ile yola devam ediyor.


JOHN VOXVILLE

01. Candlemass - Death Magic Doom İnanılmaz vokaliyle Candlemass soundunu göklere çıkaran Rob Lowe, “King Of Gray Islands”daki performansını da aşıyor bu albümde. ‘House Of 1000 Voices’, ‘If I Ever Die’, ‘Lucifer Rising’ gibi inanılmaz hitler barındıran albüm, 2009’un benim için tartışması zirvesini teşkil ediyor.

05. Heaven and Hell - The Devil You Know Dio yaşayan en büyük metal vokalisti. Geçtiğimiz haftalarda ne yazık ki kendisine mide kanseri teşhisi konuldu. Büyük adamın nezdinde gruptaki diğer Black Sabbath üyelerine selam ve saygı duruşumuz eşliğinde Heaven and Hell beşinci sırada.

02. Slayer - World Painted Blood Slayer’ın birinci sırada olmamasının tek nedeni o tuhaf davul tonu. Bunun dışında albüm bildiğimiz Slayer... Eksiği yok fazlası var. Hastasıyız.

06. Muse - The Resistance Bu albümün böyle bi listede biraz alakasız durduğunun farkındayım ama ne yapalım, adamlar çok iyiler. ‘United States of Eurasia’ başta olmak üzere buram buram Queen kokan bu albümü es geçmemiz mümkün değildi.

03. Behemoth - Evangelion Polonya’nın root of evil’ı Behemoth, Demigod’dan bu yana parabolik bir yükseliş eğrisi çiziyor. Evangelion bu grafiğin şimdilik en tepe noktası. Mart 2010’da ülkemizde tekrar çalacak olan topluluk, albümü harika bir kliple de süsledi. Üç numara onlara az bile... 04. Immortal - All Shall Fall Kuzeyin Black Metal efsanesi Immortal’ın dönüş albümü All Shall Fall eskileri aratmadı. Abbath ve çetesi aradan geçen yıllara rağmen ruhlarından bir şey kaybetmediklerini gösterdiler.

07. Paradise Lost Faith Divides Us - Death Unites Us In Paradise We Lost. Doom Metal’in ve çevresinde konuşlanmış her şeyin Ingiliz kralları, 2007 tarihli başyapıtları “In Requiem”ı aratmayacak bir albümle 2009 yılına damga vurdular. Paradise Lost şu sıralarda kariyerinin en olgun dönemini yaşıyor, biz çıkalım kerevetine. 08. Nile - Those Whom The Gods Detest Karl Sanders. Mübarek adam. Gerçi “Those Whom The Gods Detest” gibi bir albüm hazırlamış bir müzisyene mübarek demek ironik durdu ama hakka-


ten öyle. Best of 2009 listemizde iki ayrı albümle yer alan tek müzisyen. Nile’ın da bugüne kadarki en kolay hazmedilebilen, en rahat dinlenebilen albümü bu. Bu iyi bişey midir zaman gösterecek ama bence çok etkileyici bir albüm. 09. Rammstein - Liebe Ist Für Alle Da Metal arenasında sansasyonların zirve ismi Rammstein, yaptığı yeni albümlerle her ne kadar bir Mutter daha yaratamamış olsa da kalbimizdeki yerini koruyor. Çektikleri kliple isimlerinden her zamankinden daha da çok söz ettiren Rammstein’ı 2010 yılında ülkemizde izleyeceğimizi umut ediyorum. 10. Pestilence - Ressurection Macabre Hollanda Death Metal kilisesinin en büyük rahipleri Pestilence, yıllar sonra yeni albümüyle dönüş yapan isimler arasındaydı 2009’da. Evet, reunion albümlerinin genelde hayalkırıklığı yaratması durumu son yıllarda gittikçe azaldı. Pestilence da bu duruma güzel bir örnek. Lezzetli bir geri dönüş albümü Resurrection Macabre. 11. Overkill - Ironbound Bu albüm aslında 2010’da çıkacak ve ben yılların Overkill sevmeyen Thrash dinleyicisiyim. Lakin öyle şık bir albüm yaptı ki Overkill, resmi çıkış tarihi 2010 olduğu halde bu listeye dahil ettim. Neticede 2009’da dinledim ben :) 2010 sonunda bu tarz bir liste yaparsak ona da dahil edeceğimden eminim.

12. Karl Sanders - Saurian Exorcisms Üstadın sessiz sakin ve solo takıldığı ilk albümü “Saurian Meditation”ı, bu kez yine sessiz ama o kadar da sakin olmadığı Saurian Exorcisms izliyor. Bu harika albüm karşısında, Üstat nezdinde Florida’ya selam ediyoruz. 13. Destruction - The Curse Of The Antichrist Live In Agony Avrupa’nın en kral Thrash grubu Destruction, Live Without Sense ruhunu yaşatmaya devam ediyor. Her ne kadar The Antichrist sonrası yayınladığı birbirinden vasat albümlerle gönlümüzde derin yaralar açsa da Destruction hiç bir zaman ölmeyecek bir şeylerin temsilcisi benim için. Konser albümü de ilaç gibi. Ayrıca playlist’te ‘Cracked Brain’e yer vermiş olmaları da şaşırtıcıydı. 14. UDO - Dominator Almanya’nın en büyük metal gruplarından Accept’in efsanevi vokalisti UDO, solo albümleriyle Accept kadar yıkıcı işler çıkarmasa da kendini dinletmeyi her zaman bildi. “Dominator” bence UDO’nun en iyi solo albümü. 15. Asphyx - Death, The Brutal Way Hollanda Death Metal kilisesi ekolünden bir başka grup da Asphyx. Pestilence’ın “Malleus Maleficarum” ve “Consuming Impulse” gibi iki başyapıt albümünde, Asphyx’in “The Rack” ve “Last One On Earth” albümlerinde, son olarak da all star Dutch Death Metal grubu Hail Of Bullets’ın albü-


münde vokalleri üstlenen kült isim Martin Van Drunen, bu albümde geçen yılların kendisine pek bişey kaybettirmediğini göstermiş. 16. Megadeth - Endgame “The World Needs a Hero”, üniversite yıllarımda sıkça dinlediğim bir albümdü. Ancak sonrasındaki Megadeth albümlerinin hiç birine ısınamamıştım. Endgame ise Megadeth’in eski görkemli günlerinden kalma bir albüm gibi tınlıyor. Dört dörtlük bir albüm ve prodüksiyon. 17. Cannibal Corpse - Evisceration Plague New York’lu Death Metal aslanları Cannibal Corpse, son yıllarda artarda yayınladığı muhteşem albümlerle çıtayı gittikçe yükseltiyor. Grubun demirbaşlarından Jack Owen’ın ayrılmasından sonra kendilerini iyi toparlayan grubu 2010 yılında Unirock Festivali kapsamında ilk kez ülkemizde izleyeceğiz. 18. Kreator - Hordes Of Chaos Alman Thrash ekolünün önemli isimlerinden Kreator, çizgisini bozmadan üst üste başarılı albümler yayınlamaya devam ediyor. Bu yıl içerisinde Kreator, Hordes Of Chaos albümüyle ve sonrasında verdikleri konserlerle yeri göğü inlettiler. 19. Europe Last Look At Eden İsveç’in Hard Rock dünyasına kazandırdığı en önemli isimlerden Europe, yıllara yollara meydan okuyan yeni albümüyle 2009 yılında Avrupa’da sert rüz-

garlar estirdi. Yaşlanmayan rockçılar Europe’a şapka çıkarıyoruz. 20. W.A.S.P - Babylon Blackie Lawless yakın zamanda çetesiyle ülkemizdeydi. Seksenlerden kalma bir çok grubun şahane albümlere imza attıkları 2009’da W.A.S.P da boş durmadı ve Babylon gibi göz yaşartıcı bir albümle selamladı hayranlarını. Bu albüm ayrıca yapılmış en güzel Deep Purple coverını da barındırıyor. 21. Hatebreed - For The Lions Amerikan hardcoremetalcore sahnesinin en büyük isimlerinden biri olan Hatebreed, bu yıl içerisinde biri tamamen coverlardan oluşan iki albüm yayınladı. Listeye cover albümü aldım zira o daha güzel :) “For The Lions” birbirinden başarılı coverlarla benim için 2009’a damgasını vuran albümler arasındaydı. 22. Amorphis Skyforger ‘Black Winter Day’e ayıp olacak ama ‘Godlike Machine’ sanırım Amorphis’den bugüne dek dinlediğim en güzel parça. Bu parçayı içeren albüm “Skyforger” da bu yılın en göze çarpan albümleri arasındaydı. 23. Danger Danger Revolve Kadrosunda Andy Timmons ve Al Pitrelli gibi isimler barındırmış olan, seksenlerin Amerikalı glam rock’çılarından Danger Danger, gayet glam ancak bir o kadar da olgun bir albümle


2009 yılında yeniden ortaya çıktı. Son stüdyo albümlerini 2001’de yayınlamış olan (ki onun da kayıtları 1993-94 döneminden kalma) bir grup için fazlasıyla iyi bir albüm Revolve. Seksenler hard rock - glam rock tutkunları için kaçırılmaması gereken bir çalışma. 24. Isis - Wavering Radiant Isis’in müziğini tanımlamak biraz zor. Post, avantgarde ve benzeri ön eklerle adlandırılan rock ve metal türevleri arasında dolaşan bir topluluk Isis. Tanımlaması zor olsa da ortaya koydukları müzikson derece orijinal ve etkileyici. Henüz grupla tanışmayanlar için Wavering Radiant iyi bir başlangıç olabilir. 25. Defiance - The Prophecy Bay Area Thrash Metal sahnesine dahil bir seksenler topluluğu Defiance. Son albümünü 1992’de yayınlamış bir topluluk için oldukça iyi bir geri dönüş albümüydü “The Prophecy”. 2009 yılı görkemli geri dönüşlerin yılı oldu. Defiance da bu tayfaya dahil. 26. Onslaught - Live Damnation Soğuk İngiliz Thrash Metali’nin kült isimlerinden Onslaught, şık bir live albümle 2009 yılına imzasını attı. 2007 yılında “Killing Peace” albümüyle geri dönüş yapan kült Thrash’çiler, konser albümleriyle de yıllara meydan okuduklarını gösterdiler.

27. Eloy - Visionary İlk albümünü 1971 yılında yayınlayan, gelmiş geçmiş en büyük Progresif Rock topluluklarından Eloy, 11 sene aradan sonra bu yıl yayınladığı stüdyo albümüyle hayranlarını selamladı. “Anlatılmaz yaşanır” türden bir sounda ve müzikal bakış açısına sahip olan bu topluluğun halen albüm yapıyor olması harika.


2000’li Yılların En iyi 20 Albümü (my cup of tea) www.duslervekabuslar.com/forum sitesinde Burak puanlandırabilsin diye “metal” ve “metal olmayan” şeklinde ikiye ayırmak zorunda kalmıştım. Daha sonra ayırmama gerek olmadığını düşündüm. Beni tanıyan tanır, o yüzden yeni yetme bir pop idolünün hemen altında bir Christian Metalcore grubu görülürse şaşırmanız yersiz olabilir, ona göre. Başarılı ve kaliteli olan albümler listesinden ziyade, ne kadar beğendiğimle alakalı bir liste söz konusu tabi. Duslervekabuslar’dakinden daha pop bir liste olacağı da kesin :) Here we go, countdown şeklinde son sıradakiyle başlayalım. Okuyunuz. Okyanus. #20) I am Sasha Fierce -Beyonce (2008) İçerdiği hit sayısı ile beni benden almış bir albümdür. Diva, Sweet Dreams, Single Ladies, Halo, Radio, If I were a Boy gibi muazzam şarkılar var. Beyonce diyince yüzünü ekşitenler de artık kabul etmeli ki, nadir bulunan pop ikonlarından birisi Beyonce. Muazzam ses yeteneği, inanılmaz dans yeteneği ve global boyutlarda bir kalça (oha) söz konusu. Evet Esra, bu şikayet sanaydı. #19) Life for Rent - Dido (2003) Evet itiraf ediyorum! Defalarca dinledim, sözlerinin de çoğunu ezbere biliyorum. Dido’nun sesini de hep güzel bulmuşumdur. San Francisco’da “aa bu parkta ayakkabılarını çıkarıp kitap okuyunca insanlar garip garip bakmıyo” “aaaa tramway paralıymış lan” gibi anlarımda bana en çok eşlik eden sesti, ne yalan söylim :) #18) Monkey Business - Black Eyed Peas (2005) Albümün baştan sona asla fanı olmadım ama girişteki beş şarkıyı (Pump It, Don’t Phunk with my He-

art, Don’t Lie, My Humps, My Style) dinleme sayım epey göz yaşartıcı. Geçen gün iTunes’u ve library’yi resetlemeden önce gördüğümde “Bu kadar dinlemiş miyim gerçekten?” demiştim. Son albümlerine biraz ön yargıyla yaklaşsam da geçen yaz boyunca telefon melodim Boom Boom Paw’dı. #17) From Mars to Sirius - Gojira (2005) Tarifsiz bir grup, tarifsiz bir müzik. Death metal, progressive metal, groove müzik gibi etiketlemeler bu kadar büyük bir albüm çok için çok sığ kalır. Mükemmel bir çevresel uyarı, inanılmaz sound ve uçan balinalar. Böyle bir grubu tanıdığım için çok şanslıyım. Global Warming ve To Sirius isimli şarkılarından aldığım hazzı anlatmaya kalksam yeni bir düzen getirmek istediğimi zannedebilirsiniz. #16) Details - Frou Frou (2002) Tuna’nın bana hediyesidir. Aslında Tuna’nın bana hediyesi sadece Psychobabble’dı, o şarkıyı bir milyar defa dinledikten sonra bu albüm de iTunes istatiklerinde hep en üstlerde oldu. Ağlarken dinledim, “skerim böyle işi, defol mk” diye uyanışlarda dinledim, şehir ışıklarında, mağaralarda dinledim. Dinliyorum. Dinlemek. To religify. #15) Elysium for the Brave - Azam Ali (2006) Hayatın soundtrackleştiği, her sıkıcı altmış dakikanın bir dakikaya dönüştüğü, her anın bir film olduğu, metro istasyonunun ortasından çölün geçtiği ve


SİNAN ULUÇ

bu cümlenin bitmediği ve bitemeyeceği... Kendisini canlı izledikten sonra ve yirmi saniye de olsa muhattap olma şansı yakaladıktan sonra idollerimden biri ilan ettim. Benim tanrım Azam Ali, ya sizin? #14) Plagues - The Devil Wears Prada (2007) 2000’li yılların benim için en önemli prodüksiyonlarından birisi. Prodüksiyon diyorum çünkü grup çok genç ve canlı performansları tarif edilemeyecek kadar kötü. Albüm ise benim için bir başyapıt statüsünde. Christian Metalcore zaten çok az kişiye hitap eden bir müzik ama bu kadar çizgi dışı bir songwriting nadir gelir, herkes aynı partisyon içinde hem aşırı çirkin ve dinlemesi zor, hem de çok yoğun ve duygusal olamaz. Dinleyenin üstüne üstüne giden, çok saldırgan bir albüm. Kapak, booklet etc. ve şarkı sözleri -Shakespeare ve Oscar Wilde’dan alıntılarla dolu- de on numara. Ondan sonra gelen albümleri daha düzgün, daha dinlenebilir ama Plagues apayrı. #13) Chocolate Starfish and Hotdog Flavored Water - Limp Bizkit (2000) Boiler. Depending on you is done, giving to you is done, hiding from you is done, lying from you is done. Classic.

#12) Good Girl Gone Bad - Rihanna (2007) Rihanna iyi bir şarkıcı değil, kabul ediyorum. Ses rengi muhteşem ama iyi performans gösteremiyor. Ama 2000’li yıllara Umbrella gibi bir bomba bıraktı mı, evet bıraktı. Please Don’t Stop the Music çıktı-

ğı an tüm dünya tarafından en keyifli sing along’a dönüştü mü, evet dönüştü. Rehab’de vay anasını dendi mi, dendi. Geçen sene Disturbia’ya da şahane bir klip döşenip akıllara kazınıldı mı, evet kazınıldı. E o zaman Shut Up and Drive yahu bebeğim. #11) Stabbing the Drama - Soilwork (2005) Hala inatla dinliyorum. Çabuk sıkılan bir insanım, ama İsveç’in güzide Death Metal gruplarından Soilwork’ün -ki artık ne kadar melodikler, ne kadar death türüne sokulabilir, ne kadar hardcore sayılır vs. gibi konular tartışılabilir ama hangi tür olduğu, ne olduğu kimin umrundabenim gözümde en iyi albümüdür. En iyi sound, en sert ve gaz gitarlar ve en ibiş nakaratlar. Stabbing the Drama, Nerve, Distance, Weapon of Vanity, Observation Slave, The Crestfallen gibi 10/10’luk şarkılar bana hala içimde bir headbanger olduğunu hatırlatır. Otobüste insanların garip bakışları arasında enerji ibrem tekrar pozitife doğru yönelir Stabbing the Drama sayesinde. #10) This is War - 30 Seconds to Mars (2009) Evet daha bu ay çıktı ama ben “bir albümün muhteşem olduğunu düşünmek için üzerinden epey süre geçmesi gerektiğine” inananlardan değilim. Albümle ilgili fikirlerimi daha detaylı yazacağım sonra, şimdilik içinde bulundurduğu efsanevi şarkıların Escape -ki kendisi bir intro, nasıl oluyor da bir intro klasik oluyor, I have no idea-, This is War, Kings and Queens, 100 Suns, Hurricane ve Closer to the Edge olduğunu söyleyebilirim.


#9) Soundtrack to your Escape - In Flames (2004) Sıradan bir death metal grubu imajından, soundundan ve mantığından sıyrılıp daha mainstream oynamak için en büyük adımı attıkları albüm denebilir. Ön yargılı bir tipken Emir’in zorlamasıyla albümün içine girmiş ve bir daha da çıkamamıştım. Hayatımda -ulan 23 yaşındasın, ne hayatı- en çok dinlediğim albümlerden birisi oldu. My Sweet Shadow gibi In Flames’in en iyi şarkısı olduğunu iddia ettiğim bir şarkıyı da içinde barındırır. Her şeyi geçtim, In Flames’in bu kimine göre cesur, kimine göre çocukça hareketinin herkes için ortak tek bir sonucu var: Değişim. In Flames’de değişim her zaman vardı, ama o değişim en fazla bu albümde hissedilir. Discover me like Emptiness gibi sürpriziyle -hala mı sürpriz gibi gelir yahu kaç yıl oldu-, Dead Alone gibi efsanevi nakaratıyla, Evil in a Closet gibi tribünlere oynayan duygusal şarkısıyla ve artık güneş gözlüğü takıp Amerika sokaklarında dolaşmaya başlamasıyla benim için ekmek arası peynir artı zeyntin artı domates artı bir bardak çaydan farksızdır. #8) Hybrid Theory - Linkin Park (2000) Hatırlıyorum daha o zamanlar kasetler ve walkman’ler vardı. Çekme kasetlerle şarkı dinlerdim. İstediği kadar formulize, istediği kadar teenage emo ya da teenage angst olsun, ben hala albümdeki 12 parçanın 12’sinin de unutulmaz olduğunu düşünüyorum. Hala dinliyorum, hala dinlerken ilk dinlediğimdeki garip heyecanla eşlik ediyorum ve hala fanıyım. Tek farkı, şimdi bilgisayardan ya da mp3 player’dan dinliyorum. Müzik dünyama klasikler sokmuş bir albüm işte; Papercut, One Step Closer, Points of Authority, Crawling, In the End falan filan..Nıc nıc..olur şey değil :) #7) Poison - Bullet for my Valentine (2005) Hahahah, tamam ya napiym. Ben de böyle birisiyim işte. Övebileceğim bir yanı yok belki, standartta kötü bir vokal, manasız şarkı trafikleri, üzüntüden geberen aşk dolu sözler...Bayılıyorum lan! Hala evden kapı-anahtar ikilisi yerine pencere-cam ikili-

si aracılığıyla çıkma teşebbüsünde bulunuyorsam, hala konu hakkında bir şey bilmediği halde bir şey iddia eden insanların kollarını tost makinesine sokup, yanaklarına ütü değdirmek istiyosam sebebi bu albümdür! İçimdeki çocuk, ibiş, puşt vs. her ne haltsa, ölmediyse suçlusu bu albümdür! Ve hayır, Corpse Bride’ı hiç sevmem, kırmızı siyah enlemesine çizgili kıyafet giyenleri de sevdiğimi sanmıyorum. #6) Clayman - In Flames (2000) In Flames’in beşinci stüdyo albümü. Grubun değişim rüzgarlarından bahsettik Soundtrack to your Escape derken, aslında o değişim rüzgarları bu albümde de kendini feci belli eder. Öyle garip bir şey işte. Baştan sona 10 üzerinden 10 verdiğim kusursuz bir albüm. Garip bir şekilde şu listedeki en az “modern” albüm bu. Bundan 10 yıl sonra yapacağım liste nasıl olur, merak ediyorum :) #5) Nine Heavens - Niyaz (2008) Sesiyle bulutları ayaklarımıza indiren -bu ne demek şimdi-, gönül tellerimizi titreten -bu deyim böyle değildi sanırım-, gözleri kapattırıp insanı görüntü yönetmenliğine zorlayan İranlı Azam Ali’nin yan projesi Niyaz’ın son albümü. İçinde bir de “Beni Beni” cover’ı da bulunduran bu albüm, bu sene benim tam ihtiyacım olanı bana verdi. Vermeye de devam edecektir sanırım. Iman, In the Shadow of Life, Tamana ve Ishq gibi çalışmaların sadece 2000’li yılların değil, tüm insanlık tarihinde yapılmış en etkileyici parçalar olduğunu düşünüyorum -not only but also kullanımının Türkçe’de güzel durmaması da üzücü bir detay tabi-.


#4) The Fame - Lady Gaga (2008) Aslında Lady Gaga’ya ayrı değinmek lazım. Kendisi bir MTV ikonu evet, şarkılara ve bu kadar göze sokulmasına bakılırsa bir kaç yıl sonra muhtemelen balon gibi sönecektir -gerçi belli olmaz- ama son zamanlarda bu kadar çizgi dışı, absürd bir ikon gördük mü Marylin Manson dışında? Ben hatırlamıyorum. Gece klüplerinde tekrar tekrar çalan şarkılarını, hakkaten de görevlerini yerine başarıyla getirmelerini falan ayrı tutuyorum. Esra burayı dinle, burası önemli:) Kadın hasta. Bir albüm boyunca rahatsız bir şekilde aşk dilenmesi, mega gariplikteki imajı, canlı şovlardaki yaratıcılığı, demeçleri -MTV Video gecesinde ödülü aldıktan sonra “This is for God and gays” diyişi ilk aklıma gelen-, popülerlik için çıtayı sürekli yükselten sansasyonları ve bu sırada zaten konsept olarak ünlü olmayı ve ün dediğimiz şeyin ta kendisini sorgulaması, ünlü olmadan önce yaptıkları, ve son olarak Bad Romance gibi bir masterpiece’e imza atmış olması -hem şarkı hem klip- onu çok önemli bir insan haline getiriyor. Şarkılarını bu kadar çok dinleyip beğenmemiş olsaydım da takip ediyor olurdum sanırım. Eşsiz bir şov, eşsiz bir gösteri söz konusu çünkü. Geçen yılın fenomeni oldu, onun hakkında ve albümü hakkında konuşmadığım bir gün hatırlamıyorum -oha-. Pokerface, mam mam mah... #3) Reroute to Remain - In Flames (2002) Listedeki üçüncü IF albümü, ve sanırım bana göre bir numaralı IF albümÜ. Sound olarak kötü buluyorum ama nasıl desem, albümün yeri apayrı. Şu anda da bunu yazarken dinliyorum mesela, collect some stars to shine for you falan işte.. #2) 808s & Heartbreak - Kanye West (2008) İnsanlarda genel bir önyargı vardır: Adam sadece aşk meşkten bahsetmiş. Kadın bundan ayrılmış, bu da yazmış damar sözler, tüm olayı bu. Bu genelde hoş karşılanmaz, içerik sadece politikse, tepki duygularla ilgili değil sadece düşüncelerle ve “dünyada onca şey olup bitiyor” ile ilgiliyse alkış alır. Geri kalan zaten herkesin her yerde yazdığı, okuduğu, söy-

lediği şeylerden ibarettir çünkü. Böyle düşünenlere kısmen hak veriyorum tabi. Diğer taraftan, insanın en çıkmaz anlarının da bu “ayrılık” anları olduğunu unutmamak gerekir. Birçok insan için sondur artık bu, hiçbir şeyin manası kalmamıştır. Birçok insan bu durumda dibe vurur, saçmasapan şeyler yapar; kimi orospuya dönüşür, kimi odasının karanlığında yerde yuvarlanarak ağlar vs vs. Bence önemlidir. O yüzden “aşk meşk demiş, geçiniz” hayır efendim, geçmeyiniz. Kanye West son yılların en muhteşem albümüne imza atmış bulunmakta. Önce şarkı şarkı keşfettim, biraz geciktim fakat albümün tamamında kaybolmam çok vaktimi almadı. Profesyonel vokal partisyonları ile zaten yeterince melodik olan şarkılar tamamen başka bir boyuta taşınıyor, ve bu gerçekleşirken siz, dinleyen kişi olarak, uzaklara bakıp -uzaklar şart değil, yakına da bakabilirsiniz- hayatınıza dair herhangi bir anı, kişiyi ya da sıkıntıyı düşünüyor oluyorsunuz. Kendinizi No matter what, you’ll never take that from me, my reign is as far as your eyes can see diye mırıldanırken buluyorsunuz. #1) A Beautiful Lie - 30 Seconds to Mars (2005) Hayır emokid değilim, hiç alakası yok. Dışarda kot & tişört kombinasyonunu tercih ediyorum genelde, duş aldıktan hemen sonra bile alnımın tamamını net bir şekilde görebilirsiniz, gözlerimin altında Amy Lee makyajı da yok emin olabilirsiniz. Gel gör ki bu albümden kendimi alamıyorum! Dünyanın en alakasız insanlarıyla birlikte bağıra çağıra söylemişliğim, banyoda fayansları kötü sesime maruz bırakmışlığım, defterlerime teenage kızlar gibi Love U Jared Leto yazmışlığım var! Hayır, şaka tabiki son söylediğim. Saçmalıyorum. Ulan insan hakkaten en sevdiği şeyler hakkında çok şey yazamıyor, neyse...Dünyanın en muhteşem şarkıları, klipleri, vokalleri falan işte. Jared, I love you so much, you make me so pink and fluffy..Haha.. Bu kadar. İşte bu da böyle ucube bir listeydi.

http://amberarmageddon.blogspot.com


BÖLÜM 1

JOHN VOXVILLE

S

eksenlerin doksanlara bıraktığı mirasın bir benzerini de doksanlar yeni milenyuma bırakmıştı hatırlarsınız. Ancak herşey maviydi artık, seksenlerdeki gibi turuncu ve mor değildi. Ve geçen yıllar gösterdi ki o mavi asla turuncunun yerini tutmayacaktı. Eski binyıl yerini yenisine bırakırken doksanların mavisi de beyaza dönüşmüştü. Dünya bir çok konuda kırmızıya giderken kültürel anlamda gittikçe steril olmaya başlamıştı. Tabii bu durumun underground kültüre etkisi her zaman olduğu gibi minimal düzeyde kalmış, özellikle müziğin zengin yeraltı kaynakları her zamanki kızılbordo-siyah tonlarını korumaya devam etmişti. Özellikle doksanlarda oldukça geniş bir yayılma ve propaganda alanına sahip olan underground kültür, ikibinli yıllarda insanlık tarihinin en büyük teknolojik devrimi olan internet’i de ayağına paten niyetine takarak inanılmaz bir hızla yayılmış, rögar kapaklarından yeryüzüne sızar olmuştu. Underground çevrelerin genelde olumsuz gözle baktıkları “yeraltının popülerleşmesi” mevzuatı, internetin korkunç bir hızla yaygınlaşması nedeniyle kaçınılmaz hale geldiyse de, bu işte kişinin dünyaya ve kendine bakış açısı önemli olduğundan, bu geniş çaplı büyüme esasında underground’un işine gelmişti. Tabii zamanla taşlar yerine oturdukça fark edildi bütün bunlar. Bu da geçtiğimiz on yıllık zaman dilimine tekabül ediyor.

K

onuya underground ile girdik ama esasında konumuz, geçen on yılın dünyanın genel kültürel akımında neleri tarihe not düştüğü, nelerin yükselip nelerin ortadan kaybolduğu gibi bir nevi almanak tadında olaya yaklaşmak. Bir müzik dergisi olduğumuzdan ağırlığı müziğe vereceğiz ama yolumuzun üstünde rastladığımız farklı alanları da selamlarız.

Ö

ncelikle, doksanlarda müzik ve sinemada yıldız sayısı daha az, hayran sayısı daha çoktu. Seksenlerde daha da çoktu hatta ama ona şimdilik girmeyelim. 2000 sonrası dönemde, yine internet’in yaygınlaşmasının önemli bir etkisi olarak (tüm yazı boyunca internet’in

etkisine sık sık değineceğiz) yıldızların sayısı hızla galaktik düzeye ulaştı. Başta Myspace olmak üzere pek çok online kaynak vardı artık müzisyenlerin önünde. 2000’lerin ortalarına doğru birbiri ardına çıkan internet starlarına tanıklık ettik. Metallica ve Lars Ulrich’in, bugün bir internet kültü kabul edilen ve olası bir internet müzesinde ön saflarda sergilenmesi kaçınılmaz bir yazılım olan Napster’a karşı açtıkları ve yaratacağı sonuçları kendilerinin de öngöremediği dava her ne kadar Napster aleyhine sonuçlanmış olsa da bu davanın müzik ve internet dünyasında yarattığı yankının sonuçsuz kalacağı düşünülemezdi. O dönem dünyanın eşiğinde olduğu online devrimin farkında olmayan Lars Ulrich’in o davayı açmış olması, yaşanması kaçınılmaz “online sharing” sürecine ciddi bir ivme kazandırmaktan başka bir işe yaramadı. Görünürde davayı kazanmış olsalar da Napster’ın ardından birbiri ardına ortaya çıkan paylaşım network’leriyle Metallica’nın bile baş etmesi mümkün olamazdı. Olmadı da... Teknolojinin online veri paylaşımında sağladığı kolaylıklar arttıkça müzik endüstrisi ciddi darbeler almaya başladı. Öte yandan endsütri içerisindeki geleceği görebilen gruplar ve yapımcılar, müzik endüstrisi içerisinde buna paralel bir online müzik endüstrisi geliştirilmesinin kaçınılmaz olduğunu fark ederek buna yatırım yaptılar. Bu durum esasında albüm satışından değil turnelerden ve konserlerden para kazanan büyük-küçük bir çok


grubun işine de geldi ancak olaya bu açıdan bakmak, bir anlamda müziğin insanlara ücretsiz ulaşmasını ve yasal olmayan veri paylaşımını k a b u l l e n m e k olduğundan, bir çok büyük grup ve firma bu gerçeği açıkça söylemeye ya da kabul etmeye yanaşmadı. Öte yandan ismini duyurmaya çalışan bir çok grup için internet inanılmaz derecede geniş ve ucuz bir pazarlama ortamıydı. Bunu iyi değerlendiren gruplar hızla büyüdüler ve dünya çapında isimler haline geldiler.

İ

nternet’in müzik sektörüne başka etkileri de olmuştu ve 2000’li yıllarda bunlara da tanıklık ettik. İş konserlerin online olarak canlı yayınlanmasına kadar gitti. Öte yandan okumakta olduğunuz dergiyi de bu internet devriminin bir sonucu olarak görebilirsiniz. Zira internet, CD’de yayınlanan albümlerin satışlarına olduğu kadar kağıda basılı dergilerin de ayakta kalmasını zorlaştıracak düzeyde etkiliydi. İnsanlar bir dergide okuyabilecekleri her şeye internetten (2000’lerin ilk yarısında Yahoo’dan, ikinci yarısında ise bir internet mucizesi olan Google’dan) ulaşabiliyorlardı artık. Şu durumda dergilerde de haberler değil fikirler öne çıkmalıydı. Nitekim öyle oldu. Basılı yayıncılık sektörü gittikçe küçülürken online yayıncılık müthiş bir hızla yükseldi.

N

eyse, konuyu çok dağıtmayalım. Seksenlerin ve doksanların müzik devleri 2000’li yıllara kendilerini adapte etmekte kimi zaman zorlansalar da genel olarak işi idare etmeyi bildiler. Onları zorlayan başlıca faktör bence şuydu. İnsanların önlerinde artık sadece medya tarafından kendilerine sunulan Aerosmith’ler, Europe’lar, Scorpions’lar Guns’N’Roses’lar yoktu. Bu tarz grupları takip eden bir dinleyici, Hamburg veya Texas’taki yeni ve adı duyulmamış bir hard rock grubuna da ulaşabiliyordu artık. Dolayısıyla alternatifler arttı. Tabii bu durumun, söz konusu dev grupların, tarzların öncüleri olmalarından dolayı kült mertebesinde daha da

yükselmelerini, daha pahalı konserlere çıkmalarını ve bunun gibi bi takım avantajları getirdi onlara.

Ş

imdi şöyle bir bakalım, bu sözünü ettiğimiz devasa topluluklar doksanlardan devraldıkları şöhretlerini 2000’li yıllarda nasıl sürdürmüşler, neler yapmışlar... METALLICA

M

etallica’dan başlayalım. Onları herkes sever. Daha doğrusu severdi. Yukarıda da sözünü ettiğim meşum dava ve dava süresince Lars’ın dinleyicilerine karşı takındığı yetmişler türk filmlerindeki işçilerini ezen acımasız fabrika patronu tavrı, bir çok hayranını Metallica’dan soğuttu, hatta topluluğa kayda değer bir düşman kitlesi bile kazandırdığı söylenebilir. Davalar bir yana, grubun kendi içerisinde yaşadığı sorunlar, Jason Newsted’ın gruptan ayrılması ve yerine Metallica’ya asla yakıştıramadığım Robert Trujillo’nun geçmesi, bu süreçte grubun uzun bir sessizlik süreci yaşaması ve yıllarca süren bekleyişin sonunda “St.Anger” gibi saçma bir albüm yayınlaması; 2000’li yılların Metallica için pek de iyi başlamadığına işaret. Zaten bana göre St.Anger, Metallica gibi bir diskografi içerisinde kara leke niteliğinde bir albüm. Lakin grup 2005 sonrası çok iyi toparlandı ve verdiği geniş çaplı konserlerle “biz daha ölmedik” mesajı verdi. 2008 yılında yayınladıkları onuncu albümleri “Death Magnetic”le, berbat davul sounduna rağmen durumu iyi kötü toparlayan grubun en azından bu albümünde önümüzdeki onyıllara miras kalabilecek ve klasik kabul edilebilecek kalitede bir kaç parça mevcut. Metallica halen aktif olarak çalışmalarını


sürdürüyor, 2010 yılı Haziran ayı içerisinde de İstanbul’da Sonisphere Festivali kapsamında bir konser verecekler. GUNS N’ROSES

G

uns N’Roses ya da geriye kalan küllerden Axl’ın yeniden bir şeyler toparlama çabası öyle büyük bir hayalkırıklığıyla sonuçlandı ki, yayınlanması

saygın bir Amerikan rock grubu olan Stone Temple Pilots’ın vokalisti Scott Weiland’ı vokale alarak kaydettikleri bu albümle esasında sıkı bir Gunz ruhu yansıtmışlardı. Ancak Gunz, Slash olmadan olmadığı gibi Axl olmadan da olmuyordu. Velvet Revolver çok iyi bir çıkış yakalamış olsa da ikinci albümleri “Libertad” bu çıkışı körükleyebilecek düzeyde bir albüm değildi bence. Zaten sonrasında Weiland’ın yeniden toparlanan Stone Temple Pilots’a katılmak üzere gruptan ayrılması da ne grupta ne de seyircide heyecan bırakmadı. SLAYER

S

duyurulduktan tam 17 sene sonra gerçekleşen, artık çıkmamasını sevdiğimiz, çıkmadan kült, çıktıktan sonra balon haline gelen “adıyla efsane” albüm “Chinese Democracy”de elle tutulur 1 (yazıyla bir) tane parça yer alıyordu. 2008’de çıkan bu albüm de Metallica’nın St.Anger’ı gibi tuhaf bir yerde duracak her daim Gunz diskografisinde. Axl’ın imaj olarak da iyiden iyice “seksenler rakçı eskisi” lezzeti yakalamış olması, Appetite For Destruction’ın üzerinden 20 yıldan fazla zaman geçtiğini ve geçen zaman içerisinde dünyanın kimbilir kaç tur değiştiğini kabul etmek istememesi nedeniyle Guns N’Roses ismi ne yazık ki gelecekte, 2000’li yılların sonlarına doğru yaşadığı tuhaf çırpınışlarla anılacak. Gönül isterdi ki bu Gunz’ı küllerinden diriltme çabaları hiç olmasın, biz onları hep ‘Welcome To The Jungle’ ve ‘Estranged’ ile hatırlayalım. Ama olmadı. Yeri gelmişken Gunz’ı Gunz yapan diğer adamlar olan Slash, Duff ve Matt’in kurdukları şahane grup Velvet Revolver’dan da söz edelim. 2004 yılında yayınladıkları (sahi o kadar olmuş mu yahu) ilk albümleri Contraband ile yeryüzündeki bütün Gunz fanlarının, hatta bütün hard rock fanlarının dikkatini çeken Velvet Revolver; doksanlarda adından çokça söz ettirmiş

layer 2000’li yıllarda da, seksenlerde ve doksanlarda olduğu gibi bildiğinden zerre şaşmadan devam etti ve yine hayranlarını hayalkırıklığına uğratmadı. Tabii geçen sayıdaki Slayer yazısında sözünü ettiğim son albümdeki şu tuhaf davul tonunu saymıyorum. Sayamıyorum çünkü burada hakkında konuştuğumuz grup Slayer. Neticede sual olmuyor. Son albümün DVD’li limited edition basımı ülkemizde geçtiğimiz günlerde yayınlandı. DVD’de ne yazık ki konser görüntüleri değil, albümle paralel bir hikayeye sahip enteresan bi animasyon mevcut. Şahsen grubun tozu dumana kattığı son dönem konserlerinden birinin videosunu tercih ederim. Neyse yine pek sual etmedik, olduğu gibi kabul ettik Slayer’ı. Yakın tarihte verdikleri bazı demeçlerde “bu işi sonsuza kadar yapamayız” mesajı verseler de Slayer şu an tam gaz aksiyona devam ediyor. Uzun yıllar bu gazı kesmeden devam edeceklerini temenni etmekten fazlası da ne yazık ki gelmiyor elimden. Slayer artık başlı başına bir sanata, bir akıma dönüştü. Bağımlıları hiç de azımsanmayacak bir kitle üstelik...


MEGADETH

M

egadeth, The World Needs a Hero ile çok sıkı bir giriş yaptığı 2000’li yıllarda o kadar da sıkı devam edemedi. 2004 tarihli “The System Has Failed” ve 2007’de yayınlanan “United Abominations”, belki zamanla değeri anlaşılacak albümlerdir diyeceğim ama zaman geçti epeyce. Henüz bu albümleri anlamış değilim kendi adıma. The World Needs a Hero’da Dave Mustaine’e eşlik eden Al Pitrelli, Jimmy DeGrasso ve Dave Ellefson’dan kurulu şahane kadronun yerinde bir sonraki albümde yeller esiyordu. Ondan sonrakinde de bambaşka bir kadro vardı. Kanımca bu atraktif kadro değişiklikleri pek yaramadı Megadeth’e. Öte yandan son albüm “Endgame” ile ortalığın tozunu

attı Megadeth (ki bu kez kadroda sadece bir eleman değişikliği mevcut, yani tezimin arkasındayım). Endgame, Megadeth gibi efsane olan ancak son 8 yılda ortaya iyi bir iş çıkaramadığını düşündüğüm bir

topluluk için şaşırtıcı derecede güzel bir albüm. Bu albümle 2000’li yılları alkışlar eşliğinde kapatıyor Megadeth. BLACK SABBATH / HEAVEN AND HELL

B

lack Sabbath’ın Dio ile kaydettiği albümleri daima daha çok sevmişimdir. “Dehumanizer” bence yayınlanmış en güzel Black Sabbath albümü. Ve bu albümde çalan kadro 2000’lerin ikinci yarısında Heaven and Hell adı altında bir araya gelip konserler vermeye başladılar. Vokalde Ronnie James Dio, gitarda Tony Iommi, bassta Geezer Butler ve davulda Vinny Appice şeklindeki efsanevi kadrosuyla “Black Sabbath” somut olarak sahnelerdeydi. Topluluğun çıktığı konserlerden birini 2007 yılında konser albümü olarak yayınladı ki bu albüm, ‘Computer God’, ‘After All’ (bir konseri After All gibi bir şarkıyla açmak ne şahane harekettir), ‘Heaven And Hell’, ‘Die Young’ gibi bir çok Black Sabbath klasiğinin muhteşem canlı yorumlarını barındırıyordu. Bu yıl içerisinde ise Heaven And Hell adıyla yayınlanan ilk stüdyo albümü geldi. Albüm kısa sürede Amerika Billboard 200 listesinde 8 numaraya kadar yükseldi. Albümün yayınlanmasından bir süre sonra Dio’nun çıktığı Avrupa turnesi sırasında rahatsızlanarak hastaneye kaldırıldığı haberi geldi. Kısa süre sonra da üstada mide kanseri teşhisi konulduğu açıklandı eşi tarafından. Mide kanseri berbat bi hastalık. Metal dünyasının yaşayan en büyük vokalisti Dio için her şeyin iyi olmasını dilemekten daha fazlası gelmiyor elimizden.

Devamı gelecek sayıda...


Don’t turn your back on my disgrace, The blood of Christ can’t heal my wounds...so deep, The sins of man are all I taste, Can’t spit the memory from my mind, I can’t cry anymore... Sister Suite Mary/Queensrÿche/Operation:Mindcrime

Is it so hard to understand, The facts that you ignore, We’ve grown so tired of trying, Wasting our time criticizing, And nothing’s easy anymore, Nothing’s easy anymore... The Eleventh Hour/Fates Warning/Parallels

I look at the world and see no understanding, I’m waiting to find some sense of strength, I’m begging you from the bottom of my heart, To show me understanding... Learning To Live/Dream Theater/Images And Words EMRE DEDEKARGINOĞLU

Yaklaşık yirmi beş sene önce başladı bu türün yolculuğu... ‘90lar ile zirvesine ulaştı, iyice tanındı, benimsendi, en iyi örneklerini birer birer görmeye başladı. Yeni binyıl ile daha dallandı, budaklandı, geleneksel yanına ek olarak birçok alt dalı tanımlanmaya başladı ve ya önceden var olan tarzları kapsadı. Evet, Progressive Metal’den bahsediyoruz. Progressive Rock’ın temel karakteristiklerini alıp, Heavy Metal ile buluşturarak metal müziğe yıllardır katkıda bulunan ve farklı açılımlar yaratan

bu türü daha iyi tanıtabilmek amacıyla bir yazı dizisi hazırladık. Hatamız eksiğimiz olursa şimdiden affola... - Bu yazı dizisi, geçtiğimiz aylarda dergimizde üç parça halinde yayınlanan Tarihin Tozlu Raflarında Progressive Rock yazı dizisinin devamı olarak planlanmıştır. Dolayısıyla, bazı kavram ve gruplar hakkında detaylı bilgiler yeralmayabilir. - Katkılarından dolayı Baha Özer’e teşekkürler...


BİRAZ TARİH BİLGİSİ... “Progresif” kelimesiyle başlayan bir müzik tarzını duyduğumuzda beklentilerimiz direk şu yönde olur: “ilerleyen” ve “gelişen”. Rock müzikte ’70 yılların doğurduğu Progressive Rock tarzı ile kesin bir tanıma kavuşan “progresif” kelimesi, yine aynı zaman diliminde çıkan Heavy Metal tarzını da etkileyecekti şüphesiz... Heavy Metal, bir yandan kökenlerini aldığı Blues-Rock, Psychedelic Rock ve Hard Rock formlarının sınırlarını ileriye taşırken, bir yandan da kendi içinde yavaş yavaş farklı alt dallara bölünmeye başlamıştı. Klasik Progressive Rock döneminin sona erdiği ‘80lerde Progressive Rock gruplarının kesin etkileri Heavy Metal’e yansımış ve yavaş yavaş Progressive Metal tarzı ortaya çıkmıştı. Progressive Metal, Heavy Metal’e ne getiriyordu? O dönemleri yaşamış olanların tahmin edebileceği üzere, ‘80lerde Thrash Metal devrimi gerçekleşiyordu. Heavy Metal’i Punk Rock agresifliği ile birleştiren bu yırtıcı tarz, Metallica, Slayer, Megadeth, Exodus, Anthrax ve niceleri ile metal müziği domine etmişti. Speed Metal, Power Metal, Glam Metal ve NWOBHM gibi tarzlar da metal müziğin daha farklı yanlarını nitelemekteydiler. Progressive Metal, artan tarz sayısının içinde Progressive Rock’tan aldığı şu yönlerle ayrılıyordu; - Uzun şarkı süreleri, - Farklı şarkı yapıları - Değişik riffler, ölçüler ve gamların kullanılması - Virtüöziteyi öne çıkaran enstruman hakimiyeti - Kimi zaman bütün bir konsepte dayalı, söylemi olan lirikler Bu noktada, yazarımız Baha Özer’in yazı dizisinde detaylıca anlattığı grupları kısaca anmak gerekiyor. Başta türün öncüsü görülen King Crimson olmak üzere, Pink Floyd, Yes, Genesis, Rush, van der Graaf Generator, Camel, Gentle Giant, ELP gibi ünlü Progressive Rock grupları bu tarzın şeklini birinci elden vermiş isimlerdir ve neredeyse her Progressive Metal müzisyeni tarafından anılmaktadırlar. Peki, Proto-Progressive Metal olarak değerlendirebileceğimiz örnekleri veren gruplar olarak kimlerin adı geçmekte? ‘60ların sonu ve ‘70lerin başında aktif olmuş ve Led Zeppelin, Deep Purple, Cream, Blue Cheer, The Jeff Beck Group, Black Sabbath gibi önemli grupların ışığında müzik yapmış çeşitli Psychedelic/Progressive/Hard Rock gruplarında, genele göre daha sert müzikler icra etmelerinden dolayı Proto-Metal olarak kabul görmüş gruplar bulunuyor. Bu gruplar hakkında kısa

bilgiler vermek yararlı olacaktır. Tabii, o dönemde birçok yeraltı grubun da varolduğunu ama çok azının günümüze kadar adının gelebildiğini varsayarsak, bu bilgiler sadece buzdağının bir yanını bize göstermeye yeteceklerdir. HIGH TIDE ‘69’da İngiltere’de kurulan grup, Sea Shanties adlı debut albümlerinde sıkça yer verdikleri elektro gitar ve keman atışmaları ve Hard Rock, Folk, Jazz, Psychedelic Rock gibi türlerden aldıkları etkileşimlerle bazı kritiklerce ilk Proto-Progressive Metal albümünü yapan gruplardan birisi olarak görülüyor.

LUCIFER’S FRIEND ‘70li yıllarda aktif olmuş bu Alman grubu, Led Zeppelin ve Black Sabbath’dan etkilenmiş bir müzikal yapı izlemiş ve ilerleyen albümleriyle Jazz Fusion’dan Psychedelic Rock’a uzanan bir yelpazeyi içeren konsept albümler çıkartmıştı.


SVANFRIDUR İzlanda çıkışlı bu grup, 1972’de What’s Hidden There? adlı debut albümlerini çıkarıp, dağılmıştı. Albümdeki düzenlemelerin zamanına göre sert olmasından dolayı Heavy Prog olarak değerlendirenler bulunuyor.

VANILLA FUDGE “Psychedelia ve Heavy Metal arasındaki nadir Amerikalı bağlantılardan birisi” olarak tanımlanan Vanilla Fudge, ilk dönemlerinde yaptıkları coverlar ile ismini duyurmuştu. Yaptıkları albümler ile önemli bir etkileşim olup, Proto-Prog kategorisi altında da değerlendirilmeye başlandılar.

IRON BUTTERFLY In-A-Gadda-Vida hitleriyle bilinen Iron Butterfly, Hard Rock, Psychedelic Rock ve Proto-Prog birleşiminde Led Zeppelin, Deep Purple ve Vanilla Fudge ile birlikte adı anılan gruplardan birisi olarak yer almaktadır.

PROGRESSIVE METAL DENİLİNCE... Progressive Metal’e geçiş yaparsak... Bu tarzın temel karakteristikleri, Heavy Metal’in getirdiği teknik altyapıyı, güçlü ve sert gitar melodileri ve yoğun bas ve davul partisyonlarını, Progressive Rock’tan gelen kompleks şarkı yapıları, gam ve ölçü çeşitleri/değişiklikleri ve enstruman kullanımıyla birleştirmektir. Klavye kullanımının sıklıkla başvurulması, yeri geldiğinde farklı enstruman ve ya ses örneklerinin kullanılması da türde sıkça rastalanan bir özelliktir. Progressive Metal grupları, şarkı süreleri konusunda metal müziğin kendi standartlarını da ilerletmiştir, yarım saate yakın sürelerde izleyen birçok şarkı bulunmaktadır. Türde vokaller genel olarak güçlü sese sahip, yüksek notalara çıkabilen vokalistler tarafından yapılır, Geoff Tate, James LaBrie, Ray Alder ve John Arch tür açısından karakteristik vokal örnekleri olarak öne çıkmışlardır. Zamanla türe getirilen Extreme Metal açılımları ise, brutal vokal gibi daha sert vokal tarzlarını da türe entegre etmiştir. Progressive Metal’in genel yapısı, Black Sabbath ile başlayan metal müzik tarihinde, birçok grup tarafından da şekillendirilmiştir. Dolayısıyla, Progressive Metal gruplarına değinmeden önce, bu tarza ön ayak olmuş, etkileşim sağlamış metal gruplarını incelemekte fayda vardır. BLACK SABBATH Metal müziği yaratan grup olan Sabbath’a her grubun borçlu olduğu aşikardır. Dolayısıyla Progressive Metal gruplarının da bir kolu Black Sabbath’dır. Grup, karanlık tarzı yanında, özellikle Ozzy Osbourne döneminde çıkardığı albümlerde Blues-Rock etkileşimli kompleks yapılar ve tempolar üzerine gitmişti. Psychedelic Rock ve Progressive Rock ile dönemdaş olmaları da bir nevi bu tarz gruplardan da beslenmelerine katkıda bulunmuştur. Sabbath Bloody Sabbath, Sabotage veTechnical Ecstasy albümleri, internet üzerinde


yayın yapan en büyük progresif müzik komunitesi ProgArchives tarafından progresif standartlarına çok yakın albümler olarak değerlendirilmiştir. DEEP PURPLE Hard Rock ve Heavy Metal arasında dursalar da, Progressive Rock ile aynı dönemleri görmeleri ve bazı albümlerinde Proto-Prog denebilecek kadar Progressive Rock’a yakın duran işler yapmaları, dünya çapında büyük bir etkileşim kaynağı olmaları ve Ritchie Blackmore, Ian Paice, Ian Gillan, Jon Lord gibi üstün müzisyenleri kadrolarında bulundurmalarıyla, Progressive Metal açısından da önemli bir grup olmuşlardır.

RAINBOW Huysuz insan Ritchie Blackmore’un Ronnie James Dio (Tez iyileşesin!) ile birlikte kurduğu, Deep Purple’a göre daha fazla klasik müzik etkileşimi bulunduran ve sözlerinde Dio nedeniyle Orta Çağ temalarıyla ilgilenen, yine Dio’nun vokalist olarak Progressive Metal üstündeki etkilerinin ilk yansımalarını görebileceğiniz, Stargazer gibi şarkılarla Progressive Metal için yol açmış Hard Rock/Heavy Metal temelli önemli gruptur. JUDAS PRIEST Black Sabbath’ın müziğindeki Blues etkileşimini azaltıp, metal müziğe daha agresif ve hızlı bir yön veren Priest, klasik metal müziğin evrimleşmesi açısından önemli bir katalizör görevini görmüş, Speed Metal, NWOBHM ve Thrash Metal’e yol açmıştır. Söz konusu tarzların Progressive Metal’e etkisini göz önünde bulundurursak, dolaylı yoldan Priest’in tarza yoğun katkılar yaptığı sonucuna ulaşabiliriz. Rob Halford’un yüksek vokalleri, Tipton ve Downing’in çift gitar partisyonları ve Beyond The Realms Of Death gibi şarkılarda işledikleri progresif yapılar Priest’in önemini ortaya koymaktadır.

IRON MAIDEN Progressive Metal’e direkt etkide bulunmuş grup diyebiliriz Maiden için... Queensrÿche ve Fates Warning’in de yola çıktıklarında yoğun şekilde Maiden’dan etki taşıması da bunun bir sonucudur. Maiden’ın Punk etkisini taşıyan hızlı ve keskin soundu, Jethro Tull ve Genesis gibi Prog-Rock gruplarından aldıkları etkileşimleri, grubun artık markası olmuş gitar kullanımı ve melodik yaklaşımıyla dengelenmiş, Steve Harris’in şarkılara yön veren bas partisyonları ile derinleşmiş, Bruce Dickinson’un yüksek oktavlara vuran operatik vokalleriyle progresif gruplarına örnek olmuştur. Seksenler boyunca yayınladıkları albümlerde yer yer Progressive Metal’e örnek şarkılar da vermişlerdir, Rime Of The Ancient Mariner gibi... Son albümleri A Matter Of Life And Death’de bulundurduğu progresif elementler ile dikkat çekmişti.

METALLICA Özellikle Dream Theater’ın başlattığı akımı birinci elden etkilemiş olan Thrash Metal devi, seksenlerde çıkarttığı Ride The Lightning, Master Of Puppets ve And Justice For All albümlerinde, Kill’em All’daki


yoğun Punk havasını azaltarak, daha progresif şarkı yapıları üzerine gitmiş, dönemdaşlarına göre daha uzun ve kompleks eserler çıkartmış, 8-9 dakikalık enstrumental şarkılar yazmış , zamanına göre çok radikal bir hareketle akustik gitarı müziğine entegre etmiştir. Yenilikçi tavırları sayesinde Progressive Metal tarzında önemli bir etkileşim olarak kabul görmüşlerdir. And Justice For All albümlerini ilk Progressive Metal albümü olarak değerlendirenler vardır. Bu albümde yer alan The Frayed Ends Of Sanity, grubun progresif anlayışının en yoğun göstergesidir.

MEGADETH Progressive Metal’de Metallica kadar olmasa da, Mustaine ve sürekli değişen tayfalarının yarattığı agresif, hızlı ve sert müzikal yapı ve enstrumental görkem ile tarzı etkilemiş, Rust In Peace ile kendi tarzları içerisinde progresif bir eser yayınlayarak büyük başarı elde etmişlerdir.

hem de Progressive Metal’de oldukça etki taşıyan bir gruptur. Hiçbir zaman bir metal grubu olmamalarına rağmen Stone Cold Crazy gibi bir Proto-Thrash örneğini yapmaları ilginçtir. Ayrıca işledikleri katmanlı vokal kısımları, farklı melodik çözümlemeler, Bohemian Rhapsody gibi hit şarkılar ve Freddie Mercury gibi bir vokale sahip olmaları onları tür için önemli bir etkileşim yapmaya yetmiştir. Bu gruplardan alınan etkileşimler, Progressive Metal’in ilk örneklerinin yol haritaları olmuş ve özgün tarzlarını oturtmalarında görev almışlardır. Bu süre zarfında, en baskın etkileşim kaynakları her zaman Iron Maiden ve Metallica oldular. Queensrÿche ve Fates Warning ilk albümlerini çıkarttıklarında medyada “Maiden kopyası” damgasını yemişlerdi ve albümlerde ciddi anlamda Maiden etkisi göze çarpıyordu. Dream Theater ise, kariyerinde ilerledikçe Maiden’dan çok Metallica’yı daha yoğun ilham kaynağı olarak öne çıkardı ki Train Of Thought albümü için kritikler Metallica benzerliğini öne sürmüşlerdi. Yine Dream Theater’ın The Number Of The Beast ve Master Of Puppets’ı geçtiğimiz senelerde baştan sona canlı olarak birkaç defa çaldığını ve hatta kayıtlarını yayınladığını da belirtmemiz gerekir. Progressive Metal’in geleneksel kolundan günümüze kısa bir özet geçelim. Şu an Progressive Metal, birçok alt dalı içinde barındıran, oldukça geniş bir tarz haline gelmiş durumda... Progressive Metal’in yeni çıktığı zamanlarda zaten hali hazırda Watchtower, Toxik, Mekong Delta gibi gruplar tarafından örnekleri verilen Progressive/Technical Thrash Metal, Progressive Metal ile birlikte ortaya çıkan Prog-Power Metal, Opeth’in yarattığı füzyon

MERCYFUL FATE Çok sık adları geçmese de, özellikle debut albümleri Melissa’da progresif kelimesine uyacak derecede kompleks ve melodi açısından bol şarkılar yapan ve bu şarkıları King Diamond’un teatral vokal yetenekleriyle birleştiren grup, Metallica gibi grupları etkilemesiyle bile Progressive Metal üzerinde önemli bir etkiye sahiptir denebilir. QUEEN Yaptıkları tarzlar konusunda hala tartışmalar dönse de Queen, hem Heavy Metal’in kendisi


sayesinde ilk örneklerine sahip olan ve şu an birçok farklı Extreme Metal dalıyla Progressive Metal birleşimini bir çatı altında toplayan Extreme Progressive Metal, Cynic, Death, Atheist gibi grupların Jazz/Fusion etkileriyle besledikleri Progressive Death Metal ve Progressive Metal’in ilericiliğini daha deneysel bir tabana çeken AvantGarde Metal gibi tarzlar ile büyük bir genişleme yaşandı. Bu tarzları ilerleyen sayılarda daha detaylı şekilde değerlendireceğiz. Geleneksel Progressive Metal kolu, artan çeşitlilik karşısında artık yeni birşeyler çıkaramaması nedeniyle tamamen türün büyük grupları öncülüğünde devam ediyor. Dolayısıyla doksanlardaki görkemini şu an koruduğunu söyleyemeyiz. Hala daha Images And Words albümünün ekmeğini yiyen gruplarında olduğunu hatırlarsak, geleneksel Progressive Metal kolunun doğal sınırlarına ulaştığı kabul edilebilir. Mike Portnoy’un bu konuda; “Prog yetmişlerde altın çağındayken, elinizde Yes, Genesis, Gentle Giant, Pink Floyd ve ELP vardı ama hepsi aynı kalıptan çıkmışlardı. Şimdi progresif müzik Mastodon’dan Oceansize’a kadar herşeyi içeriyor.” demişti, yani o da bu kalıplaşma meselesini kabul ediyor. Progressive Metal, yirmi beş senede çok daha geniş bir alana yayılıp, “umbrella term” denilen bir kavram olmaya doğru yönlendi. Mastodon ile Dream Theater müziği arasındaki farklar çok çok fazla olmasına rağmen iki grubu da Progressive Metal olarak değerlendirmemiz, bu farklılığın derecesini gözler önüne sermektedir.

ÜÇ BÜYÜKLER... QUEENSRŸCHE “Düşünen adamın metal müziği” söyleminin sahibi, 1981 senesinde kurulan Amerikalı Queensrÿche, yirmi milyonun üzerinde albüm satışı yapmasıyla Progressive Metal’in ticari açıdan en büyük isimlerinden birisi oldu. Yola tipik bir Iron Maiden/Judas Priest etkileşimiyle başlayan grup, Amerikan Heavy/Power Metal’i arasında bir sound tutturmuş ve ilerleyen albümlerle Progressive Metal kalıplarına doğru geçmeye başlamıştı. Geoff Tate’in vokal ve yorum kapasitesi, Scott Rockenfield’in oturaklı davulları ile Chris DeGarmo’nun etkileyici şarkı yazarlığı ve gitarına olan hakimiyeti ile dikkatleri toplayan grup, ’88 tarihli Operation: Mindcrime albümleriyle büyük başarı elde etmiş ve Progressive Metal tarzının ilk büyük atılımını gerçekleştirmişti. Konsept bir albüm olan Mindcrime, metal dünyasında oldukça saygın bir konum elde etti. Ardından gelen Empire ve Promised Land albümleri ile popülaritesini daha

da arttıran Ryche, Chris DeGarmo’nun gruptan ayrılmasıyla birlikte tartışmalı albümlere imza atmış ve eski popülaritesini yavaş yavaş yitirmeye başlamıştır. En son geçen sene çıkarttıkları American Soldier ise çok olumlu bir etki yaratamamıştır. Yine de, grubun bir ilk olmasıyla birlikte türe yaptığı katkılar ve Operation:Mindcrime gibi bir başyapıtı diskografilerinde bulundurmaları nedeniyle her daim saygı görmektedirler. FATES WARNING Queensrÿche ile aynı dönemde çıkan Fates Warning, yoğun Iron Maiden etkileşimli bir Power/ Heavy Metal grubu olarak yola başladı. Yer yer dönemin Extreme Metal tarzlarına da yakın bir agresiflikte müzik icra ettikleri için üçlü içinde en sert kökenlerden gelen grup olarak kabul görmüşlerdir. Awaken The Guardian ile başladıkları yoldaki en iyi eserlerini veren, Iron Maiden etkisini azaltarak özgünleşen ve vokalistleri John Arch’tan tam anlamıyla yararlanmayı başaran grup, Arch’ın ayrılmasıyla yerine gelen Ray Alder ile birlikte asıl kimliğini bulmuş ve Rush etkileşimli Progressive Metal yapısına doğru yönlenmiştir. Bu gelişimde ilk basamak ’89 tarihli The Perfect Symmetry olmuşken, ‘91’de çıkan Parallels grubun kazandığı en büyük ticari başarıyı sağlamıştır. Sakin ve


agresif kısımlar arasında denge kuran, duyguyu fazlaca öne çıkartan, estetik bir anlayış edinen ve gitarist Jim Matheos’un karakteristik gitaristliği ve şarkı yazarlığı ile öne çıkan grup, ’97 senesinde çıkarttığı A Pleasant Shade Of Gray ile oldukça beğeni toplamıştır. En son 2004 senesinde FWX’i yayınlayan grup, altı yıldır sessizliğini koruyor. Jim Matheos’a göre yeni albümün yarısı bitirilmiş durumda... “Birçok hayran ve kritik Dream Theater’ı tüm Progressive Metal tarzının yaratıcısı olarak görüyor... ama doğru olan, Fates Warning’in bu işi seneler önceden beri yapıyor olmasıdır...” Mike Portnoy DREAM THEATER Queensryche ve Fates Warning’den sonra yola çıkmasına rağmen, doksanlarda ardarda çıkarttıkları kaliteli albümler ile kendi devrimlerini yapmış, birçok grubu etkilemiş, ticari açıdan en başarılı Progressive Metal grubu olmuştur Dream Theater. Her Progressive Metal hayranı, Images And Words, Awake ve Metropolis Pt.II:Scenes From A Memory albümlerinin bu tarza kattıklarını kabul edecektir. Aslında ’99 albümleri SFAM’e kadar sadece fan desteği alan, MTV gibi kanallardan hiç rotasyon alamayan, plak şirketininde öncelik

verdiği bir grup olmayan Dream Theater, SFAM ile birlikte büyük bir patlama yapmış ve şu an elinde bulundurduğu konuma ulaşmıştır. ’92 tarihli Images And Words ile hala taklit edilen bir müzikal eser veren, ‘94’te de birçok otorite tarafından en iyi Progressive Metal albümü olarak görülen Awake’i çıkartan grup, elemanlarının yüksek enstruman hakimiyeti, başarılı şarkı yazımları, üç saate varan yoğun canlı performansları ve sık sık yan projelerde yer almalarıyla da Progressive Metal camiasında önemli bir noktada duruyor. İkibinli yıllarda kökenlerindeki Progressive Rock etkileşimlerini biraz arka plana atıp, metalleşme yoluna gitmeleri hayranlarını fazlasıyla böldü ve son dört albümlerinin de yoğun tartışmalara konu olmasına neden oldu. Doksanlardaki devrimciliklerinden şu an biraz uzak olsalar da, türün içindeki en aktif lokomotif olan grup Dream Theater ve böyle kalmaya devam edecekler gibi gözüküyor.

DİĞER ÖNCÜLLER... Savatage: ‘80lerde çıkan en etkili gruplardan birisi olan Savatage’ın, Judas Priest, Iron Maiden, Black Sabbath ve Deep Purple etkili Power/Heavy Metal


arasındaki müziği zamanla Progressive Metal’e kayarak bu tür için öncül örneklerden birisi oldu. Hall Of The Mountain King, Gutter Ballet ve konsept albüm Streets: A Rock Opera ile bu tarz açısından önemli bir isim haline geldiler. Sosyal ve politik açıdan da taşıdıkları duyarlılığı sözlerine sıkça yansıtmış olan Savatage, 2001 senesinden beri aktif değil ve durumları belirsizliğini korumakta... Grup elemanları ise kendilerini ayrı ayrı projelere vermiş durumdalar, Transsiberian Orchestra, Jon Oliva’s Pain ve Circle II Circle gibi... CRIMSON GLORY Hakettiğini bulamamış bir gruptur Crimson Glory, seksenlerde Progressive Metal olarak kabul görecek işleri ne yazık ki günümüzde çok göz önünde olamamış, Midnight gibi bir vokale sahip olmalarına rağmen yeraltında kalmışlardır. Midnight geçtiğimiz aylarda vefat ettiğinden –kendisini saygıyla anıyoruz- grubun şu an da ne yapacağı belirsiz durumda... Çift gitar kapışmaları ve üstün vokalleri ile dikkat çeken grubun, ’88 tarihli Transcendence albümleri en iyi albümleri olarak gösterilmektedir. HEIR APPARENT Yine hakettiğini bulamamış bir grup... Seksenler aktif olmuş olan bu grup, dönemin Hard Rock/ Heavy Metal senteziyle buluşmuş Power Metal müziğine farklı bir bakış açısı getirmiş, melodik yaklaşımıyla da Progressive Metal için öncül bir grup olmuştu. ‘86’da Grateful Inheritance, ‘89’da da One Small Voice albümlerini çıkartıp dağılmışlar ve günümüzdeki bilgiye ulaşma rahatlığı içerisinde bile yeraltında kalmış bir değer olmayı sürdürmüşlerdir. Burada saydığımız gruplara göre dikkatinizi

çektiyse, Progressive Metal’in başlangıcı tamamen dönemin Amerikan Power Metal anlayışına endekslenmiş ve Progressive Metal’e evrilen birçok grup Power/Heavy Metal çizgisinden gelmiştir. Günümüzde Power Metal denilince daha çok Avrupa’da yapılan Power Metal akla geliyor ve bu tarzında durumu, türle ilgilenenlerin tahmin edebileceği gibi tamamen tıkanmış, yeni birşey sunamayacak durumda... Daha sonraları ProgPower Metal olarak adlandırılacak alt dal Power Metal’e biraz farklı yollar açsa da Power Metal’in kan kaybı hala durmuş değil... Heavy Metal’in çok farklı tarzlarla etkileşime girmediği seksenler döneminde çıkan tarzlar içerisinde yine ne radikali Progressive Metal’di, çünkü Progressive Rock’ın getirdiği sıradışılığı metale taşıyordu ama bir yandan da Power Metal, Speed Metal, Thrash Metal, NWOBHM gibi tarzlar ile arasındaki geçişli yapıyı da koruyordu. Bu grupların ışığında doksanlı yıllara gelen Progressive Metal, önce bir Dream Theater devrimi görecek, üç büyüklerin ticari başarısına ev sahipliği yapacak, Images And Words albümünün ışığıyla müziğe başlayan birçok grupla dolacak, metal müziğin genel olarak zayıfladığı bir döneme karşılık güçlü sayılabilecek bir dönem geçirecek ve yeni binyıla doğru farklı tarzlarla yapılan füzyonlarla daha da evrilip, genişleyecekti. Hikayemizin diğer kısımları da gelecek sayılarda devam edecek. so where do we begin and what else can we say? when the lines are all drawn what should we do today?..


JOHN VOXVILLE

Ü

stadın aramızdan ayrılışının sekizinci yılında yine bir aradaydık. Bu kez mekanımız Ankara Yolcu Bar’dı. Konserde Suicide, Claymore, Perseverance ve Digested Corpse toplulukları sahne aldılar. Afişte çıkacağı duyurulan Anachronist ise grupla ilgili bazı sorunlar nedeniyle istedikleri halde çıkamadılar. Bütün şarkıların ve kadehlerin üstat Schuldiner’a adandığı gece ile ilgili fazla yorum yapmıyor ve sözü fotoğraflara bırakıyorum. Huzur içinde yatsın...







EMRE DEDEKARGINOĞLU

IMAGES

Üç aylık bir aradan sonra herkese merhaba... Yeni yıla girmiş bulunmaktayız an itibariyle... İyisiyle kötüsüyle bir yıl daha geride bıraktık. Bu yıl boyunca müzik dünyasında da çok şey yaşandı. En önemlisi Michael Jackson’u kaybetmemizdi. Krala hiç hazır değilken veda etmek zorunda kaldık. Tüm dünyada büyük üzüntüye sebep olan bu ölüm, bir nevi biz seksenler jenerasyonunun o dönemlere gittikçe uzaklaştığının da kanıtıydı belki... Ama yine de, bundan yüzyıllar sonra bile, Michael Jackson adı yaşamaya devam edecektir.

Grief gibi türlerinde önemli işler yapmış gruplar da bir bir çekildiler. Bir de yeniden toplanarak sevindirenler vardı ki başta Faith No More geliyor. Alternative Metal devi, on bir senelik aradan sonra elliye yakın konser verdi ve büyük ilgiyle karşılandı. Bu sene de Avustralya turnesi ve muhtemel Amerika turnesiyle devam edecekler gibi görünüyor. Accept’te UDO’suz da olsa yeniden toplandı, Autopsy, Gorguts ve Ark’ta yeniden toplanan önemli gruplar arasındalardı. Metal dünyasında da kayıplar oldu bu sene... Önce Sentenced gitaristi Miika Tenkula ölü bulundu. Ardından Crimson Glory’nin efsane solisti Midnight’ı kaybettik. Evile basçısı Mike Alexander’de erken yaşında hayatını kaybetti. En son da geçtiğimiz günlerde Avenged Sevenfold bateristi James Sullivan’ın kayıyla metal dünyası sarsıldı. Albüm bazında ise bu sene gerçekten bereketliydi. Ocak ayına girdiğimizde Alman devi Kreator, dört senelik özleme son vererek Hordes Of Chaos’u çıkarttı ve ortalığı dağıttı. Napalm Death’in Time Waits For No Slave’i, Ephel Duath’ın Through My Dog’s Eyes’ı ve Saxon’un Into The Labyrinth’i de diğer ilgi çeken albümlerdi. Aynı ayda Sepultura’da A-Lex’i çıkarttı ama Brezilya’nın en büyük metal grubunun düşüşü hala devam ediyor.

Gelelim ulu metal camiasına... Bu sene metal müzik açısından bereketli bir yıldı denebiir. Birçok büyük grup albüm yayınladı, bazı önemli gruplar tekrar bir araya geldiler. Tabii yine sahneden sessizce çekilenler de oldu. Örneğin Gorefest... Gidişleriyle tekrar üzdü Hollandalı üstatlar... Otuz senelik Metal Church’de bu sene kariyerine son noktayı koydu ve çıkarttıkları onca efsane albümü teselli niyetine bıraktılar ardlarında... After Forever, The Old Dead Tree, Lord Belial, Burst,

Bu sene Uni-Rock’ta ilk defa ülkemize gelecek olan New Yorklu dev Cannibal Corpse Evisceration Plague ile tarihindeki en yüksek Billboard sıralamasına ulaştı. Mart ayında My Dying Bride, Mastodon, Yngwie Malmsteen, Solitude Aeturnus, Samael, Pestilence, Believer, Candlemass ve Queensryche albümleri yayınlandı. Mastodon yılın en beğenilen albümlerinden birisine imza atarken, yıllar sonra albüm yapan Pestilence ilgiyle karşılandı. Nisan ayında Karl Sanders, Lacuna Coil, Dååth, Eluveitie, God Dethroned ve OSI albümlerini gördük. Özellikle Lacuna Coil pek iyi eleştiriler göremedi. Bu ay içerisinde çıkan en önemli albüm ise Black Sabbath, ya da Heaven And Hell’in Dio ile birlikte toplanan kadroyla albüm çıkartmasıydı.


WORDS Mayıs ayında Tim Owens, Stratovarius, Hatebreed, Isis, Amorphis ve Nahemah albümleri dikkat çekti. Amorphis, Tomi Joutsen ile birlikte yeniden yükselttiği başarısını devam ettirdi. Haziranın ilk golü Polonyalı Riverside’dan geldi. Kariyerlerinin en sert albümünü bahşeden grup, birçok kritikten övgü aldı. Danimarka’nın gururu Artillery’de yıllar sonra ilk defa yeni albüm çıkarttı ve bayağı ilgi gördü. Dream Theater ise yeni albümü Black Clouds And Silver Linings ile her zamanki gibi progresif sever camiayı ortadan ikiye böldü. Madder Mortem, Korpiklaani, Obituary, Shining bu ayda albüm çıkartan diğer önemli gruplardı. Suffocation, Novembers Doom, Jorn ve Devildriver’ın albümleriyle dikkat çektiği temmuz ayında Judas Priest A Touch Of Evil Live adlı canlı kayıdı, Manowar ise özellikle Baba şarkısıyla bayağı tantanası yağılan Thunder In The Sky EP’i ile dikkat çektiler. Atheist ve Onslaught’ta canlı performans albümleri yayınladılar. Ağustos ayında Behemoth, Leaves’ Eyes, Vader, UDO, Municipal Waste, Arjen Lucassen’s Guilt Machine ve GWAR gibi önemli isimler albüm çıkartırken, eylülde Insomnium, Ensiferium, Evile, Meliah Rage, Sonata Arctica, Theatre Of Tragedy gibi isimler yeni albüm yayınladılar. Eylül ayının en dikkat çeken albümü ise Megadeth’in United Abominations’u takip eden yeni albümü Endgame oldu ve albüm genel olarak beğenildi. Alice In Chains, yıllar sonra tekrar tam kadro bir albüm çıkarttı ve tüm önyargılara rağmen albüm tam not aldı. Immortal, uzun süren bekleyişe son vererek Black Metalcileri sevindirdi. Gothic kralları Paradise Lost, Faith Divides Us/Death Unites Us ile eski günlerine döndüğünü tekrar gösterdi. Ekim ayında Nile, Transatlantic, Gorgoroth, Between The Buried And Me, Shadow Gallery, Epica ve WASP yeni albümler çıkarttılar. Nile yine istikrarını korurken, Epica son yıllardaki en başarılı eserine imza attı. Rammstein ise büyük bir sansasyon ile tanıttığı yeni albümü Liebe Ist Für Alle Da’yı yayınladı. Kasım ayında Slayer ve yeni albümü World Painted

Blood gündemdeydi. Albüm genel olarak beğenilse de, dinleyicileri bölmedi denilemez. :) Katatonia ve Swallow The Sun’da bu ay içerisinde yeni albümünü yayınlarken, Manowar, Metallica Obituary, Nightwish ve Scorpions yeni DVDlerini yayınladılar. Benim pek beceremediğim bir iştir sene içinde ne beğendiğim albümleri sıralamak... Kafayı yiyecek duruma gelirim. O yüzden kısaca özet geçmek gerekirse, bu sene çıkan birçok albüm beni tatmin etti diyebilirim ki zaten çoğunluğu bayıldığım gruplar bu sene albüm yayınladılar. Dediğim gibi, bereketli bir yıldı. Bakalım 2010 nasıl geçecek? Hoş, taze gelen Uni-Rock ve Sonisphere Festival haberlerinden sonra, çok kan çıkacak gibi... :) Müzik dolu bir ay dileğiyle... AYIN DİNLENCESİ Swallow The Sun – New Moon Albümün adının yeni Twilight filmiyle aynı olması tesadüf müdür, bilinmez ama Finlandiya’nın son yıllarda en öne çıkan Doom Metal grubu Swallow The Sun aralıksız üretime devam ediyor. 2007’deki başarılı Hope’un ardından geçen sene oldukça deneysel bir EP olan Plague Of Butterflies’ı yayınlayan grup, şimdi de yeni albümleriyle karşımızda... STS’ın müziğine daha önceden aşinaysanız, bu albüme de kolayca alışacaksınızdır. Karşımızda yer yer Funeral Doom’a kayan ve Black Metal etkileşimlerine yer veren, ağır, kasvetli ve depresif ve yer yer Amorphis kokan bir albüm var. Vokalist Mikko Kotamäki, hem Black Metal vokalleri, hem de derin brutalleri ile gayet temiz bir iş çıkarmış.Grubun melodik Doom/Death Metal anlayışını gitar soloları, akustik kısımlar ve Aleksi Munter’ın klavyeleri ile beslemesiyle oluşan derin atmosfer, her saniyesiyle kanınıza işliyor. These Woods Breathe Evil, Weight Of The Dead, Sleepless Swans ve And Heavens Cried Blood mutlaka dinlenmeli...


ASUMAN İNCİ

MAVİ* Bugün 16 hafta oldu. Tam 4 aydır içimde bir bebek var. Hamilelik tuhaf şeymiş. Çok değiştim. Eşim de öyle… Akşamları gelip kulağını karnıma dayıyor. Sanırım o da benim kadar mutlu. İlk tanıştığımız zamanları hatırlıyorum. Bana Türkan Şoray görmüş Kadir İnanır gibi davranırdı. Güzel şeyler söyledi. Arada tartışırdık ama sonu hep tatlıya bağlanırdı. O zamanlar çalıştığım yerde, benden yaşça oldukça büyük, mutlu bi evliliği olan, sayıp sevdiğim eğlenceli biri vardı. Böyle, flörtlü ilişkili bir sohbette, gözlerimin nasıl parladığını görmüş olacak ki “Eee sende var mı bi durumlar?“ diye sormuştu. “Ya var gibi de yok gibi de abi… Daha adı filan yok ama benim baca sanırım alevler içinde” demiştim. Bunun üzerine “ Sana iyi davranıyo mu?” sorusunu sordu ve ben, gerçeği söyledim. “ Evet, çok hem de...”

paylaştık, sen şimdi niye bana kıçını dönüyosun ki?“ dedim. O da “Mahmut Hoca sitemkar bi şekilde azarladığında başını önüne eğen Hababam Sınıfı öğrencileri gibiyim şu an“ dedi alaycı bir şekilde…

Konuşmasının devamında, ondan, çok iyi ve çok değerli olduğumu, kıymetim konusundaki bilincini dinledim. “Ben sana değersiz davranıyorum. Çünkü bir kere uyuz oldum ve asla geçmiyo“ dedi. Bense olgunmuş gibi davranmaya çalıştım. “Kurtaramadım ben arkadaşlığımızı” filan dedim. “Kurtarmaya değer bir şey de olmayabilir“ dedi. Kalbim her geçen cümlede daha fazla kırılıyordu. “Bırak o bir şey o zamanlar olduğu gibi kalsın“ dedim.

Böyle sürüp giderken, ben mutluluktan uçarken ufak bir soğukluk yaşadık. İlk zamanlardaki o adamdan eser kalmamıştı. Bana Adile Naşit görmüş Tarık Akan gibi davranıyordu artık. Defalarca onunla görüşmek istedim. O ise bunu hep reddetti. Ama bi şekilde hep iletişimde kaldım onunla. Bunun için çok çaba sarf ettim. Sabırlı davrandım. Bir gün ona sitem ettim. “Biz eskiden böyle miydik? Ne oldu da bu hale geldin?“ diye sordum ona. “Neleri

“Kendim için söyledim, değmem ben hesabı. Geyik gibi” dedi. “Ben sana aşığım, nasıl değmeyebilirsin ki?” dedim içimden. Ama dışımdan, yine olgun gibi “Aaa saçmalama. Değmezmiş! Bi zamanlar çok sevdiğim adam, şimdi duyguları değişti diye neden değersiz olsun ki” dedim. Bu konuşmadan sonra, onu, sanal yolla bağlı olduğumuz her yerden engelledim, sildim. Ancak böyle unutabilecektim. Zaten muhtemelen arkadaş da olamazdık. Öyle demişti. Bi kaç ay sonra, dayanamadım. Bişeyi bahane edip mail attım ona, o mailleşmeden sonra konuşmaya başladık. Arkadaş gibi olduk baya. Hayatında başkası vardı. Ondan bile bahsettik. Gerçi o pek bahsetmekten hoşlanmıyodu galiba. Buna rağmen ben, kızın bi resmini bile yapmaya çalışmıştım. Hatta ona da gönderdim. O da “Bi bilse resminin yapıldığını… Gönderiyim mi ona?“ diye sormuştu. Gülümseyip “Gönder” demiştim. Aylar sonra ayrılmış sevgilisinden. Benim içime


doğmuştu zaten, bi keyifsizlik sezmiştim onda. Bununla ilgili de pek bişey anlatmadı. Sadece “Ayrıldık“ dedi.

Benimle görüşmeme kararı hala sürüyordu. Sadece internetten konuşuyorduk. Kendimi Atatürk’ün Fikriye’si gibi hissediyordum. Zaman zamansa Aşk- ı Memnu’daki Matmazel gibi… Tercih edilmeyen olmuştum. Hatta belki de alternatifler içinde dahi değildim. Ama her şeye rağmen seviyordum onu. Bekliyordum. Bir gün o görüşmeme kararına rağmen, bir yerde karşılaşıverdik. Daha doğrusu, yanımdan geçti ve sadece ben onu gördüm. Telefonu elime aldım ve onu aradım. O da şaşırdı ve “O zaman bi kahve içelim” dedi. Benim kulağıma gelmeyen ama cümlenin tonlamasından son derece net bi şekilde hissedilen bir “bari” vardı cümlenin sonunda. Geri döndüm, yanına gittim. Oturup bişeyler içtik. Biraz sitem ettim, anlayamadığım davranışlarını sordum. Bazen susup “Haklısın, oluyo bazen işte” dedi. Arada ufak bir nah gösterdi gülümseyerek. Bi yerde de omzuma hafif bi yumruk attı. Sonra o da bana bende sinir olduğu şeyleri açıkladı. Biraz da havadan sudan konuşup ayrıldık oradan. Yolumuz aynıydı. Karşılaştığımızda evine gidiyormuş. Meyve filan alacaktı. Beraber aldık, poşetlerine yardım ettim. İki poşetli ve bi poşetli iki insan olarak yürümeye başladık. Sohbet devam etti ama ne konuştuk hatırlamıyorum şu anda. Yağmur başlamadan önce miydi sonra mıydı bil-

miyorum, kapüşonunu başına geçirdi. Yağmurdan korunmak için miydi yoksa bizi kimse görmesin diye mi yaptı anlayamadım. Sonra yolun bir yerinde durdu ve bana döndü. “Önümü ilikler misin?“ dedi. “Tabii” dedim. Ona döndüm. Önünü iliklemeye başladım. Sanırım o yaşıma kadar yaşadığım en erotik an buydu. O kadar “battaniyeye sürülmüş plastik çubuk” gibiydi ki, kendimi “paramparça edilmiş bir kağıt” gibi hissetmememe imkan yoktu. Hani saçlarını kuruttuktan sonra, kazak giyerken saçların elektriklenir ve bir çıtırtı duyarsın ya; işte o sesi duyabiliyordum. Etrafımızda bir sürü insan vardı, görüntüleri flu da olsa fark ediliyordu. Bir yandan kendimi bu histen kurtarmak için, içimden “Ehehe, bugün açık olanı ilikleyen, yarın ilikli olanı açar!“ diye gerzeklik katsayısı yüksek espriler yaparken, bir yandan da durumu ona çaktırmamak için “Kilo almışsın işte, kapanmıyo“ deyip gülmeye çalışıyordum. Yürümeye devam ettik. Bi şeyler daha konuşuldu ve ayrılmamız gereken yere geldik. Ona eve kadar yardım etmek istedim, davet beklemediğimi belirterek. Gerek görmedi. Ayrıldık. Sonrasında konuşmalarımız devam etti. Bir yerden sonra o da bana aşık oldu ve bir süre birbirimizi tanımaya çalıştık. Tanıdıkça daha çok bağlandı bana. Ben ise onun tahammül isteyen daha bir sürü yönüyle karşı karşıya geldim. Genelde alttan aldım. Evlenmeye karar verdiğimizde, tanıştığımız günün üzerinden 1,5 sene geçmişti. Bu kadar kısa zamana bu kadar şey nasıl sığdı hala anlayamıyorum. Evlendik ve şimdi hamileyim. Karnım her geçen saniye daha da büyüyor ve bana inanılmaz bir sıkıntı veriyor. Özellikle bugün, yediğim her şey rahatsızlık verdi. Bir tuhaflık var bu işte derken gök gürültüsü gibi bir şey duydum. Arkasından ise bir sis ve garip bir koku yayıldı etrafa… Sanırım rüya bitmişti. Camları açtım, odayı havalandırdım ve bilgisayarımın başına geçip, online olmasını beklemeye devam ettim. * Gazın, aşk ateşiyle yanarken aldığı hal mavi renktir. Güçlü bir alevi olur. Kendi k.çınızda denemeyin. aincibirinci@gmail.com



Monotonik Portakalım

M İ

onotonik dünya, monotonik varoluşlar, monotonik yıllar, aylar, günler...

çimizdeki keşler ve leşler ayaklandı! Zamanı geldi…lanet bir dua gibi yapışıtı beynimize anlamsız kelimeler....varoluşsuz melodiler..Eskimeye hazır bir yıl daha cebimizde.. Moliere’den çarptırılan, sözde yeni bir hayat! Aptallık budalası doğallığında, seyrek üreyen, hatta çoklukla üreyemeyen yaratıcı fikirler aleminde, öyle bir boşsuzluk içerisinde çok da güzel yaşıyoruz şimdilerde.. (!)

S S D

ensiz olmazlara, çıkmaz sokaklara, tek yönlere, salla pati yaşamlara…Aslında tüm şartlanmışlıklara karşıyız..! en kafana, ben kafama göreliğinde demleniyoruz eski yılların algısal derinliklerinde…

urmak yok! Ya kafama, ya kafanıza…Yüzeydeyiz artık! Umursamazlığın sınır ötelerinde, umursuz mahlukatlar ütopisinde!Ve.. Tellerin arasından elleriyle sınırı yıkmaya çalışan hüzünbaz bir çocuk gibi..şimdi..ötekilere..yüzü tam görünmeyenlere..sonsuz karanlığa terkedilenlere.. öylece.. bakıyorum. Çaba göstermenin ne gereği var? Kendisine Müslüman bir milletin çocuklarıyız biz!

O D

ysa algılarımın ince ayarlarında bozulmalar yaratıyordu varlıksız varlıklarınız(!)

ünden yarına, yarından düne…Hep oradalar.. Çoktan eskimiş fakat, yenilenmiş görünen yılların içinde! Ya yüreğime, ya yüreğinize.. dokunsun artık ötekiler…

ZELİHA KARAKOCA



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.