Popüler Sağlık Dergisi Sayı 72 Ekim-Aralık 2019

Page 1

rezidans iletisim 210x297 baski.pdf

1

21/11/2018

17:00


a r ı gi bi . *

ç okç a l ı ş k a n. hı z l ı v es ür ek l i bi rbi ç i md e .

* ARGEç a l ı ş ma la r ı mı z ı İ T ÜAr ı T ek nok ent ’ et a ş ı dı k . E t k i nl i ky önet i mt ek nol oj i l er i ni kö ke t ndeği ş t i r ec ekpr oj emi z eba ş l a dı k .



KÜNYE POPÜLER YAYINCILIK Bilişim Teknolojileri Danışmanlık San. ve Tic. Ltd. Şti

Prof.Dr. Şevki Çetinkalp Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Endokrinoloji ve Metabolizma Hastalıkları BD

Yayın Sahibi Temsilcisi Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Cemil DİRİM

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Dermatoloji Bölümü

Genel Yayın Yönetmeni Zeynep ÇETİNKAYA Grafik Tasarım Nesrin KELERLER Katkıda Bulunanlar Şebnem CİRİT Nihan KUNTBAY Hukuk Danışmanı Av. Birol KESKIN

Prof. Dr. Tuğrul Dereli

Prof. Dr. Nesrin Dilbaz

NPİSTANBUL Hastanesi Bağımlılık Merkezi Koordinatörü

Prof.Dr.Özlem Er

Acıbadem Maslak Hastanesi Tıbbi Onkoloji Uzmanı

Doç Dr. Murat Gültekin

HÜ. Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı, Jinekolojik Onkoloji Bilim Dalı

Prof. Dr.Kaan Kavaklı

Ege ÜTF Pediatrik Hematoloji BD

Prof. Dr. Oğuz Kılınç

İLETİŞİM

Dokuz Eylül Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Anabilim Dalı,

Yönetim Merkezi / İZMİR Ismet Kaptan Mah. Sezer Doğan Sok. No: 10 Kat: 6 D: 602 Konak/ İZMIR Tel: 0 232 465 32 32 - 0 232 422 08 38 Fax: 0 232 465 30 94 info@populersaglikdergisi.com

Spor Hekimi

Haber ve İletişim Merkezi / İSTANBUL Zeynep ÇETİNKAYA Atatürk Cad. Cebesoy Sok 65/24 Sahrayıcedit-Kadıköy İSTANBUL Tel: 0 216 355 02 59 Gsm: 532 470 00 25 zeynep@populersaglikdergisi.com populersaglikdergisi@gmail.com

Doç. Dr. Levent Köstem

Prof. Dr. Nil Molinas Mandel

VKV Amerikan Hastanesi Onkoloji Bölümü

Prof. Dr. Erdem Özkara

Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp ABD

Prof. Dr. Şerefnur Öztürk Selçuk Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı, Prof. Dr. Semih Ötleş

Ege Üniversitesi Rektör Yardımcısı

Prof. Dr. Güner Hayri Özsan Dokuz Eylül ÜTF İç Hastalıkları ABD Hematoloji BD Doç. Dr. Gürkan Sert

MÜ.Tıp Fakültesi Tıp Tarihi ve Tıp Etiği AD Öğ. Gör. HAYAD Yönetim Kurulu Bşk.

POPÜLER YAYINCILIK BİLİŞİM TEKNOLOJİLERİ LTD.ŞTİ Ismet Kaptan Mah. Sezer Doğan Sok. No: 10 Kat: 6 D: 602 Konak- İZMIR Tel : 0 232 465 32 32 Fax: 0 232 465 30 94 info@populersaglikdergisi.com YAYIN DANIŞMA KURULU Prof. Dr. Fazıl Apaydın

Ege Üniversitesi Tıp Fak. KBB ABD

Prof. Dr. Mete Akısü

Ege Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları ABD

Prof. Dr. Okhan Akhan

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyoloji ABD

Prof. Dr.Fehmi Tabak Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı, Prof. Dr. Erol Tavmergen

Ege Üniversitesi Aile Planlaması ve Kısırlık Araştırma ve Uygulama Merkezi

Prof. Dr. Hasan Tekgül

Ege Üniversitesi Tıp Fak. Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı,

Ecz. Doç. Dr. Levent Tuğrul Doç. Dr. Işın Yaprak

İzmir Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi

Opr.Dr Cem Yılmaz

İstanbul Onkoloji Hastanesi *İsimler soyadı sırası göre verilmiştir.

Popüler Sağlık Dergisi Popüler Yayıncılık Bilişim Teknolojileri Ltd. Şti tarafından T.C. yasalarına uygun olarak yayımlanmaktadır. Yayımcının izni olmadan hiçbir yazı ve görsel alıntı yapılamaz. Popüler Sağlık Dergisi’nde yayınlanan makalelerin sorumluluğu yazarlarına, reklam ve ilan sorumluluğu reklam verene aittir. *.Sayı sağlık profesyonellerine yönelik olarak hazırlanmıştır. Yönetim Yeri: İzmir Tel: 0 232 465 08 38 (pbx) Faks: 0232 465 30 94 info@populersaglikdergisi.com www.populersaglikdergisi.com Yayın Türü: Yaygın - 2 Aylık Baskı: Yediveren Matbaacılık 5632 Sk.N:37 Çamibi-İzmir T:0232 4581677 Baskı tarihi: 12.12.2019 Yıl:15 Sayı: 72 EKİM - ARALIK 2019

2 PS / EKİM-ARALIK 2019



İÇİNDEKİLER 8 DOKTORCLUB AWARDS 2019 TÜRKİYE’NİN SAĞLIK ÖDÜLLERİNE GERİ SAYIM BAŞLADI 10 KAPAK KONUSU: ORGAN BAĞIŞI 13 BÖBREK NAKLİNDE ROBOTİK CERRAHİ DÖNEMİ 14 ENDOBRİDGE® 2019 19 KANSER RİSKİNDE BESLENME OBEZİTE MİKROBİYOM İLİŞKİSİ 21 GENÇLERDE ABUR CUBUR ALIŞKANLIKLARI ŞİŞMANLIK DÜZEYİNİ ARTIRIYOR! 22 ‘NÖROGASTROENTEROLOJİ BİLİM DALI’ 24 TRANS YAĞ TÜKETİYOR OLABİLİRSİNİZ! 25 İŞLENMİŞ GIDALAR ERKEN YAŞLANMAYA DA SEBEP 26 TÜRKİYE OBEZİTEDE AVRUPA ŞAMPİYONU OLDU 28 SEKTÖR GÖRÜŞÜ: NOVO NORDİSK TÜRKİYE 30 PAH TEDAVİSİNDE DÜNYACA ÜNLÜ FİKİR LİDERLERİ TÜRK HEKİMLERİYLE BULUŞTU 31 ÜÇÜNCÜ EN SIK ÖLÜM NEDENİ: KOAH 32 DOSYA:DİYABET 45 DOSYA: JİNEKOLOJİK KANSERLER 52 “ONKOLOJİDE İZ BIRAKANLAR ZİRVESİ” 54 TÜRKİYE’DE YAKLAŞIK 900 BİN KRONİK ÜRTİKER HASTASI VAR 56 SEDEF HASTALIĞI 58 NOVARTİS, “BU YOLDA YALNIZ DEĞİLSİNİZ!” BENİM YOLCULUĞUM PROJESİNİ BAŞLATTI 60 ANTİBİYOTİK DİRENCİ 62 MALNÜTRİSYON 66 İZMİR BİYOTIP VE GENOM MERKEZİ-MERCK İLAÇ İŞ BİRLİĞİ 68 BİLİME KATKI BAŞARIYA ÖDÜL GELENEĞİNDE 60.YIL 70 6. TÜRK TIP DÜNYASI KURULTAYI 72 ‘BİRLİKTE HIV’DEN GÜÇLÜYÜZ’ 73 HIV TEŞHİS VE TEDAVİSİNDE YAŞANAN EN ÖNEMLİ SORUN AYRIMCILIK 74 TÜRKİYEDE YAKLAŞIK 30.BİN KİŞİ TROMBOZ’DAN HAYATINI KAYBEDİYOR 76 55. ULUSAL NÖROLOJİ KONGRESİ 79 YENİ BİR FARKINDALIK PROJESİ “UNUTMA SENİYAŞANMIŞLIĞIN KOKUSU” 80 KISA KISA / SEKTÖR HABERLERİ / ATAMALAR 84 KÜLTÜR SANAT KİTAP 85 KİTAP KÖŞESİ 86 EMITT TURİZM FUARI 87 YENİ ÜRÜNLER... 88 KONGRE TAKVİMİ

4 PS / EKİM-ARALIK 2019

10 KAPAK KONUSU 28 BİN 442 KİŞİ ORGAN NAKLİ İÇİN SIRA BEKLİYOR

26 TÜRKİYE OBEZİTEDE AVRUPA ŞAMPİYONU OLDU. ÇAĞIN HASTALIĞI OBEZİTE İÇİN ACİL VE ETKİN MÜDAHALE ŞART OLDU!

28 ‘‘ÖNCELİKLİ AMACIMIZ OBEZİTEYİ TEDAVİ ETMEK İÇİN İNOVATİF VE GÜÇLÜ ÜRÜNLER GELİŞTİRMEK.’’ Dr. Rabia Demet Özcan Novo Nordisk Türkiye

52 “ONKOLOJİDE İZ BIRAKANLAR’’ ZİRVE’DE BULUŞTU

68 BİLİME KATKI BAŞARIYA ÖDÜL GELENEĞİNDE 60.YIL Eczacıbaşı 60. Yıl Tıp Ödülleri

72 HIV DEĞİL ÖNYARGILAR ÖLDÜRÜYOR



EDİTÖR’DEN

Merhaba Kısa bir aradan sonra, 2019 yılının son sayısıyla sağlık alanında oldukça yoğun geçen bir dönemin de sonuna geldik. 2019, Ulusal ve Uluslararası kongrelerin ön planda olduğu, tıp alanında verilen ödüllerinin sahiplerini bulduğu, sektörde önemli iş birliklerine imzaların atıldığı ve birbirinden önemli konularda sosyal sorumluluk projelerinin hayata geçtiği bir yıl oldu. Farkındalık projeleri ile dolu bir yıl olmasına rağmen sağlıklı yaşam, iyi yaşam, huzurlu ve güvenli yaşama dair beklentileri karşılamadı. Sağlığımız bozuk. İyi yaşam için gerekli imkanlar kimileri için kısıtlı. Şiddet, her alanda özellikle kadına ve hekime karşı durmak bilmiyor. Ruh ve beden sağlığımız gittikçe bozulmaya devam ediyor. Bu sayımızda gündemde öne çıkan sağlık konularına ve yine sosyal sorumluluk projelerine mümkün olduğunca yer vermeye çalıştık. Üç önemli dosyada; Obezite, Diyabet ve Jinekolojik Kanserlerde en sık görülen kanserlere yer verdik. Kapak konumuz da ise; Organ Bağışına dikkat çekmeye çalıştık. Türkiye’de yaklaşık 28 bin kişi organ nakli için sıra bekliyor. Organ beklerken hayatlarını kaybedenlerin sayısı 10 binlere ulaştı. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, Türkiye’de ocak-ekim döneminde 7 bin 767 organ ve doku nakli yapılmış. Canlıdan yapılan nakillerde üst sıralardayız ancak, nakil sayısının artmasının tek yolu kadavra organ bağışlarının çoğalması. Yaşam tarzımız, beslenme alışkanlıklarımız gittikçe kötüye gidiyor. En temel besinlerimize eklenen kimyasallar, endüstriyel ürünler, trans yağlar, fruktoz ve daha nice sağlıksız katkı maddeleri özellikle çocuk ve gençlerin sağlığı için ciddi risk teşkil ediyor. Sektörle mücadele edebilir miyiz, açıkçası bu konuda çok da iyimser değilim. Prof.Dr. Metin Başaranoğlu otoimmün hastalıklar ve endüstri ile bağlantıyı şu şekilde açıklıyor; ‘‘İşlenmiş gıdaların hayatımıza giriş yapmış olması.’’ Peki çıkarabilecek miyiz? Amerika’da çalışmalarını sürdüren Dr. Semir Beyaz; ‘Ne yersek o muyuz?’ sorusuna yanıt aramayla başlayan araştırmalarında önemli cevaplar alsa da; “Daha yolun başındayız. Belki uzun bir zaman anlayamayacağız, çözemeyeceğiz. Ama şunu söyleyebilirim; besinler direkt olarak kanser içinde ve dışında çok hızlı bir şekilde mekanizmaları değiştirebiliyor. Yüksek yağlı beslenme gibi obeziteye yol açan besinler birçok dokuda kanser insidansını ve ilerlemesini etkileyen önemli çevresel risk faktörleridir’’diyor. Bu yıl, üzerinde en çok konuşulan diğer bir konu obezite oldu. Obezite ile mücadelede geçtiğimiz yıllara göre daha bilir haldeyiz. Yaşam tarzı değişikliği önerileri ile önüne geçilmeye çalışılsa da, bunun bir hastalık olduğu artık kabullenildi. Uzmanlar, dernekler bu konuya dikkat çekmeye devam ederken ilaç sektörü önemli AR-GE yatırımları, klinik çalışmalar, etkinlikler ve farkındalık projeleri ile mücadeleye ciddi anlamda destek veriyor. Diyabet dosya konularımızdan bir diğeri. Prof. Dr. İlhan Satman Türkiye’de dünden bugüne diyabet ile ilgili çalışmaları ve verilerinin bir özetini aktardı. 14 Kasım ‘Dünya Diyabet Günün’de IDF 9.Atlası yayımlandı. Ciddi bir küresel sorun olarak nitelendirilen diyabet, 463 milyona ulaştı. IDF’in gelecek projeksiyonuna göre 2030 yılında 579 milyon diyabetli bireyin olacağı tahmin ediliyor. Tüm dünya için önemine ve artan etkisine yine dikkat çekiliyor. Türkiye ise, Avrupa ülkeleri içinde ilk sırada! Tip 2 diyabette olduğu gibi tip 1 diyabette de artış var. Prof. Dr. Şükrü Hatun, teknolojinin diyabet yönetiminde başlıca etkili faktör olduğunu, tip 1 diyabetli çocuklarımızın sürekli glukoz izlem sistemine geçmesi gerektiğinin altını çiziyor. Konuyla ilgili görüşlerini diyabet dosyamızda okuyabilirsiniz. Türkiye’de her yıl 12 bin kadına yeni jinekolojik kanser teşhisi konuluyor, yaklaşık 4 bin 500 kadın bu kanserlerden dolayı hayatını kaybediyor. Uzmanlar ise en az üçte birini önlemenin mümkün olduğunu söylüyor. Jinekolojik Kanserler dosyamızda tanı ve tedavideki yeni gelişmeleri aktardık. Ve daha birçok konuda uzman görüşlerine, kongre haberlerine, ajandanıza alabileceğiniz konserlere, ilginizi çekeceğini düşündüğümüz kitaplara da yer verdik. Yayın hayatımızda 15. yılımıza girerken; Değerli bilgi ve görüşlerini bizim aracılığımızla sizlerle paylaşan hekimlerimize minnettarız.Destekleri ile sektöre ve tüm paydaşlarımıza teşekkür ediyoruz. Yeni yılda yeni sayılarda buluşmak dileğiyle, mutlu ve sağlıklı bir yıl dileriz. Herşey gönlünüzce olsun, sağlıkla ve sevgiyle kalın... Yayın Ekibi adına Zeynep Çetinkaya

6 PS / EKİM-ARALIK 2019


Kaynak:American Diabetes Association

DOFEM DİYABET VE OBEZİTE FARKINDALIK EĞİTİM MERKEZİ ÜCRETSİZ EĞİTİM VE DESTEK HİZMETLERİMİZ İÇİN ARAYIN

www.diyabetcemiyeti.org

dofem@diabetcemiyeti.org

0216 302 53 16

0216 325 53 16


GÜNCEL

DOKTORCLUB AWARDS 2019 TÜRKİYE’NİN SAĞLIK ÖDÜLLERİNE GERİ SAYIM BAŞLADI Doktorclub tarafından bu yıl üçüncüsü düzenlenmekte olan Doktorclub Awards 2019’da iki aşamalı oylamaların ilki olan jüri oylamaları tamamlandı ve her kategoride finale kalan adaylar belli oldu. İkinci ve son tur oylama için finalistler, Doktorclub üyesi 17.000 hekimin oylamasına sunuldu. Her yıl Türkiye’nin lider dijital hekim platformu Doktorclub tarafından düzenlenen Doktorclub Awards, “Türkiye’nin Sağlık Ödülleri Etkinliği” olma iddiasını sürdürüyor. Doktorclub Awards 2019, ülkemizde sağlık sektörü profesyonelleri ve paydaşlarının çalışmalarını daha iyiye ve daha kaliteliye yönlendirmek, sağlık hizmet sunumunda yaratıcı, ilham verici ve yenilikçi fikirlerin ortaya konup uygulamaya geçirilmesini teşvik etmek, sektörde farklılık ve farkındalık yaratarak öne çıkan proje, araştırma ve uygulamaların artmasına katkıda bulunmak amacıyla, bu yıl yine Okan Üniversitesi Tıp Fakültesi ve İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Spor Hekimliği Anabilim Dalı bilimsel işbirliği ile düzenleniyor. Doktorclub CEO’su Gökçe Yaraşan yaptığı açıklamada; ‘‘Ülkemiz genelinde tüm sağlık profesyonellerinin, sağlık alanında hizmet veren kurum, 8 PS / EKİM-ARALIK 2019

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

kuruluşlar ve endüstri temsilcilerinin yaptıkları yenilikçi ve özverili çalışmalarını sektör paydaşlarına duyurabilecekleri, bilgi birikimlerini ve deneyimlerini sergileyebilecekleri bir ortam sunan Doktorclub Awards, her geçen yıl artan katılım ve gösterilen ilgi ile kısa zamanda sağlık sektörü için önemli bir organizasyonu olmayı başardı’’ dedi. Finalistler Online Jüri Oylaması ile Belirlendi ‘‘Doktorclub Awards 2019’a bu yıl 10 ana başlık ve 19 kategoride 187 adet başvuru yapıldı ve bu sayı bir önceki yılki 142 başvuruya göre yüzde 32 artış gösterdi. Bu yılki başvuruların 75’i bireysel, 112’si kurumsal kategorilerde iken, Türkiye’nin 7 bölgesinden 34 farklı ilden başvuru yapıldı. Türkiye’nin önde gelen hekimleri, akademisyenleri ve sağlık endüstrisi profesyonellerinden oluşan 95 kişilik Doktorclub Awards 2019 jürisi, tüm başvuruları ‘Kategoriye Uygunluk’ ve ‘Yenilikçi Yaklaşım’ kriterleri açısından değerlendirip puanladı. Jüri oylaması sonucunda her kategori için finale kalan adaylar belirledi.’’ Sadece hekimlerin ve diş hekimlerinin üye olabildiği Doktorclub’ın üyeleri platformdan (www.doktorclub.com) yapılan online oylama ile 86 finalist arasından her kategorinin kazananlarını belirleyecek. 20 Aralık 2019’da İstanbul’da düzenlenecek ödül töreni ile sahiplerini bulacak.



KAPAK KONUSU:ORGAN BAĞIŞI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Böbrek: 22.684 Karaciğer: 2.187 Kalp: 1.115 Pankreas: 287 Akciğer: 77 Kalp kapağı: 4 Böbrek+Pankreas: 9 İnce bağırsak: 4 Yüz ve saçlı deri: 1 28 BİN 442 KİŞİ ORGAN NAKLİ İÇİN SIRA BEKLİYOR

10 PS /EKİM-ARALIK 2019


KAPAK KONUSU:ORGAN BAĞIŞI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

‘‘ Geçtiğimiz yıl yaklaşık 5 bin hastaya nakil yapılabildi. Ancak nakillerin yüzde 80’i canlı vericiden. Nakil sayısının artmasının tek yolu organ bağışlarının çoğalması, toplumda duyarlılık oluşması.’’

ORGAN BEKLEYEN HASTA SAYISI 28 BİNLERE ULAŞTI. BÖBREK BEKLEYENLER EN ÜST SIRADA! Bu rakamın 22 bin 400 kişisini böbrek, 2 bin 500’ünü karaciğer, 270’ini pankreas, 650’sini kalp ve 70’ini de akciğer nakli bekleyen hastaların oluşturuyor. Bu insanlar arasında böbrek bekleyenler en üst sırada. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, geçen yıl 10 bin hasta nakil olamadığı için hayatını kaybetti. HEDEF: KADAVRADAN NAKİL Ülkemiz şu anda organ nakli konusunda çok iyi bir noktada. Dünya ülkeleriyle karşılaştırdığımızda ülkemizde kadavradan nakilin az olmasına rağmen bile canlıdan yapılan nakillerle üst sıralarda yer alıyoruz. Dünya, organ yetmezliği çeken insanlara nakledilecek organların kesinlikle beyin ölümü gerçekleşmiş kadavradan elde edilmiş olması görüşünü benimsiyor. Keşke organ bekleyen tüm hastalara kadavra sisteminden bir organ çıksa da hiçbir canlı vericinin kılına bile dokunmuyor olsak. Dolayısıyla bu işin bilimsel çözümünün kadavradan nakil olduğunu bilmek lazım. Kadavra sisteminde her organ çok değerli. Bağışlanan organlar ister yeni doğmuş 3 kilo bir bebeğin, isterse 90 yaşındaki birinin olsun, bir hastanın organ yetmezliğine çare olacaksa o organların hepsini kullanmaya çalışıyoruz.

ÇAPRAZ NAKİL ŞANSI ARTIRIYOR Çapraz nakillerin organ yetmezliği çekenler için en uygun tedavi yöntemlerinden biri. Çapraz nakil kısaca verici takasıdır. Bir çift var bunlar akraba fakat böbrek ya da karaciğer nakli için düşünüldüğünde, kan grubu uyumsuzluğu ya da immünolojik testlerin olumsuz olması nedeniyle kendi alıcısına organ veremiyor. Buna benzer bir çift daha var ve onlar da benzer nedenlerle kendi alıcısına organ veremiyor. Ancak çapraz takas halinde tüm veriler uyuyor. Dolayısıyla verici değişimiyle her iki hastanın da nakil şansı yokken, nakil olma şansını yakalıyor. Çapraz nakil, nakil olma şansını yitirmiş çiftlere nakil olma yolunu açan hem yasal, hem etik hem de tıbben en uygun tedavi tekniklerinden biri. Çapraz nakil aynı zamanda nakil olma şansını artıran, nakil havuzunu genişleten en önemli yöntemlerden. NAKİL SONRASINA DİKKAT! Günümüzde amacımız organın olabildiğince uzun süre görevini yerine getirmesi.Bu nedenle de hastaların nakilden sonra yapması gereken tek şey immünsüpresif ilaçları zamanında harfiyen kullanması. Nakilden sonra her geçen gün kullandığı ilaçların hem dozları hem de kullanım adedi azalıyor ve belli bir süre sonra minimuma düşüyor. Nakil sonrası önce sık, devamında belli aralıklarla doktor kontrolü gerekmektedir.

Prof. Dr. Ayhan Dinçkan İstinye Üniversitesi Hastanesi Organ Nakli Bölümü

ORGAN BEKLERKEN HAYATLARINI KAYBEDİYORLAR Organ yetmezliği çekenler arasında böbrek hastaları biraz daha avantajlı. Çünkü kronik böbrek yetmezliğine giren kişiyi diyalizle belli bir süre yaşatabiliyorsunuz. Karaciğer yetmezliği çeken birine herhangi bir tedavi uygulayamayacağınız için nakil olmadığı zaman bu hastalar hayatını kaybediyor. Dolayısıyla bekleme listesindeki rakamlara bakarsanız, karaciğer bekleyenlerin sayısı böbrek nakli bekleyenlerin neredeyse 10’da biri oranındadır. Bu insanlar beklerken hayatlarını kaybettiği için bu listelerde sayıları artmıyor. Kalp ve akciğerin canlıdan nakli bile yapılamıyor. Kalp için günümüzde bir takım mekanik pompalarla kalp nakli olana kadar müdahale edilebiliyor.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 11


ORGAN BAĞIŞI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ÇOCUKLARIN TEK ŞANSI ORGAN NAKLİ HER YAŞ GRUBUNDAKİ HASTALARI İLGİLENDİRİYOR.

‘‘ AİLELER BAĞIŞ YAPANIN VASİYETİNE UYMALI!’’

Özellikle çocuk hastalar biz hekimleri daha da etkiliyor. Düşünün yeni doğandan itibaren çocuklarımız karaciğer yetmezliğine girebiliyor ve bunları tedavi edemiyoruz, tek çare organ nakli. Ya da böbrek yetmezliğine giren çocuklarımız var. Bu çocukları koca koca diyaliz makinelerinde ya da karınlarına koca koca kataterler takarak tedavi etmeye çalışıyoruz. Ancak hiçbiri istediğimiz verimlilikte tedavi sağlamıyor. Özellikle de karaciğer yetmezliği çeken çocuklarımız nakil olamazsa hayatlarını kaybediyor. Dolayısıyla bu çocukları sağlıklı yaşıtlarıyla eşit koşullara getirmenin tek yolu vücutlarında çalışmayan organ her ne ise o organın yerine aynısından ya da bir parçasından koymak.

Nakillerin artması için bağışların da çoğalması gerekiyor. Ancak bağış yapan herkesin organları alınamıyor. 18 yaşını doldurmuş akli dengesi yerinde olan herkes hiç kimsenin onayını almaksızın sadece iki şahit huzurunda vereceği bir belge ile organ bağışında bulunabilir. Türkiye’de bugüne kadar 50 bine yakın kişi organlarını bağışladı, bu organ nakli bekleyenlerin sayısından fazla. Ama maalesef bağışı yapmak yetmiyor, organlarınızın alınabileceği anlamına gelmiyor. Bizim sistemimizde kişi kendi sağlığında organlarını bağışlasa bile, beyin ölümü gerçekleştiğinde aileden iki kişinin imzası olmadan organları kullanılamıyor.

ORGAN NAKLİ İÇİN EYLEME GEÇELİM ‘‘ Ülkemizde son 15 yıl içerisinde organ bağışı oranlarının 5 kat arttığını söyleyebiliriz. Bağış yapan insan sayısı ile ailesi tarafından bağışına onay verilenlerin sayısına baktığımızda aynı seviyede olmadığını görüyoruz. Bu nedenle sıra yakınlarımızın organlarını bağışlama aşamasına geldiğinde, yeterli duyarlılıkta olmak gerekiyor. Toplumda bu bilgi birikimini artırmaya çalışıyoruz.

Sonuca ulaştıracak tek bir şey var; Eyleme Geçmek! Şunu söyleyebilirim. Bizim asıl sorunumuz şu dakika itibariyle organ bekleyen 28 bin insana organ bulmak değil. Amacımız, Türkiye’nin her kurumunun her hücresine kadar organ bağışı sistemini oturtmak. Oturtalım ki; gelecek nesiller bu konu ile ilgili sıkıntı çekmesin. Gelecek nesillerin içerisine kendimizi, çocuğumuzu yakınımızı da katmamız gerekiyor. Unutmayalım ya bir gün organ bağışında bulunacaksınız ya da organ bağışında bulunanların bağışıyla elde edilen organları sizin için ya da yakınınız için kullanılmasını talep edeceksiniz. O yüzden gelin sağlıklı iken bu konuya karar verin. Yakınımızın organlarını bağışlama konusunda daha kararlı davranın.’’ Prof. Dr. Ayhan Dinçkan

12 PS /EKİM-ARALIK 2019


BÖBREK NAKLİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

BÖBREK NAKLİNDE ROBOTİK CERRAHİ DÖNEMİ

dece 4 cm’lik kesi ile yara izinin çabuk iyileşmesi sağlanarak, ameliyat sonrası enfeksiyon gelişme riski açık yönteme göre çok daha düşük olmaktadır. Ayrıca açık ameliyat sonrası hastaya verilen bağışıklık sistemini baskılayan immunsupresif ilaçlar, açık ameliyattaki geniş yara yerinin iyileşmesini de oldukça geciktirebilmektedir. Prof. Dr. Volkan Tuğcu Memorial Bahçelievler Hastanesi

Böbreklerin işlevini kalıcı olarak yitirmesi sonucu yaşanan kronik böbrek yetmezliğinin günümüzde bilinen en etkin tedavisi böbrek naklidir. Böbrek nakli artık robotik cerrahi yöntemiyle de gerçekleştiriliyor. Böylece, kronik böbrek yetmezliği olan hastalar, başarılı bir nakil ve ameliyat sonrası takip süreci ile kısa sürede yaşamlarına sağlıklı bireyler olarak dönebiliyor. Böbrek nakli ameliyat öncesinde uygun şekilde hazırlık, nakil sürecinde gelişmiş teknoloji kullanımı ve bu konuda tecrübeli ekibi yanında, nakil sonrasındaki bakımı ve tedavileri yönetecek uzman kadro gerektiren çok yönlü bir süreçtir. Bu sürecin iyi ve doğru yönetilmesi, hastanın gelecekteki yaşam kalitesi ve olası komplikasyon risklerinin azaltılması açısından önemlidir. “Da Vinci Robotik Cerrahi” yöntemi, böbrek nakli sürecinde ve sonrasında hastaya olduğu kadar hekime de önemli ayrıcalıklar sağlamaktadır. Ameliyat esnasında cerrahın görüş kalitesini 15 kat artıran görüntü büyütme sistemi nedeniyle, en ince damarlar dahi tüm ayrıntılarıyla görülebilmektedir. Ayrıca uzun ameliyat süresince cerrahın oturabilmesi sayesinde yorgunluğa ve konsantrasyon bozukluğuna yol açmamakta, cerrahta olası el titremesi durumunda, aletteki, titreme önleyici sistem yardımıyla da komplikasyon gelişme riski minimuma inmektedir. YARA İZİ HIZLI İYİLEŞİYOR ENFEKSİYON GELİŞME RİSKİ DÜŞÜYOR Bunların yanı sıra, böbreğin alıcıya tamamen robotik yöntemle takıldığı bu operasyonlarda, hastada açılan sa-

Robotik cerrahi yönteminde kesinin küçük olması bu riski de büyük ölçüde azaltmaktadır. Cerrahın 3-boyutlu görüntü ile kendi eli gibi hareket ettirebildiği robotun kollarını hareket ettirerek gerçekleştirdiği ‘Da Vinci Sistemi’nde 3 kısım bulunmaktadır: •Cerrahın ameliyat esnasında oturduğu cerrahi konsol kısmı, •Hastanın yanında bulunan ve steril şartlarda hazırlanan robotik kolları içeren hasta konsolu kısmı, •İleri görüntüleme sistemini sağlayan kamera sistemi ünitesi. ‘Da Vinci Robotik Sistemi’nde, kamera ve beraberindeki üç robotik kol belirli noktalardan karın duvarına yerleştirilen 0.8 cm ya da 1 cm. çapındaki tüneller vasıtasıyla karın içine ilerletilmektedir. İnce uçlu ve nazik karakterdeki cerrahi robotik kollar sayesinde küçük bir kesiden karın içine yerleştirilen böbreğin damarlarının birleştirme (anastamoz) işlemi gerçekleştirilmektedir. Güvenliği artırmak için böbreğin çıkarılacağı karın alt tarafındaki kesi ameliyatın başında yapılmaktadır. Ameliyat süresince cerrahın elinin bu kesiden girebilmesi sayesinde, hissedebilme avantajına ve acil bir durumda müdahale etme şansına sahip olunmaktadır. YÜKSEK CERRAHİ DENEYİM VE İLERİ TEKNOLOJİ İÇERİYOR Robotik böbrek nakli ameliyatı, yüksek cerrahi deneyim ve ileri teknoloji gerektirmektedir. Böbrek vericisi için ameliyat artık standart olarak laparoskopik yöntemle yapılmakla birlikte, böbrek alıcısının yaşam kalitesi ve komplikasyonların azalması açısından, robotik cerrahi ek faydalar sağlamaktadır. Robotik böbrek nakli ameliyatının hem cerrah hem de hasta açısından önemli avantajları bulunmaktadır. Bunlardan en önemlilerinden biri cerrahın operasyon sırasındaki

görüş kalitesi ile ilgilidir. Standart kamera ile yapılan, laparoskopik böbrek nakli yöntemleri ancak iki boyutlu görüntü sağlamaktadır. Da Vinci Robotik Cerrahi sisteminde ise her bir göze ayrı görüntü ileten yüksek çözünürlüklü kameralar sayesinde üç boyutlu görüntü elde edilebilmektedir. Ayrıca bu kameralar 15 kat büyütme yapabildiğinden ideal bir görüş ile ameliyat gerçekleştirilebilmektedir. VÜCUT İÇİNDE EN DERİN BÖLGELERDE BİLE AMELİYAT YAPILABİLİYOR, HASTANEDE YATIŞ SÜRESİNİ KISALTIYOR Robotun kollarının ucundaki cerrahi aletlerin uçları, kendi eksenleri etrafında tüm düzlemlerde toplam 540 derece dönmektedir. Bu teknoloji, insan el bileğinin hareket kabiliyetinin de üzerinde vücut içinde en derin bölgelerde bile ameliyat yapılabilmesine olanak tanımaktadır. Da Vinci Robotik Cerrahi sistemi “tremor scaling” özelliği ile cerrahın operasyon anındaki olası el titremesinin aletlere iletilmesini önlemektedir. Klasik ameliyatlarda cerrahlar ayakta çalışmakta ve bu durum uzun süren cerrahi müdahalelerde yorgunluk nedeniyle ameliyatı zorlaştırabilmektedir. Robotik cerrahide cerrah oturarak çalıştığından konsantrasyonu da fazla olmakta ve yorgunluğa bağlı stres riski de ortadan azalmaktadır. Robotun cerrahın el bileğinin hareketlerine göre hareket etmesi sayesinde operasyon titizlikle devam etmekte, özellikle dikiş atılması ve dokuların dikilmesi konusunda laparoskopik sisteme göre çok daha büyük avantaj sağlanmaktadır. Robotik cerrahi ile gerçekleştirilen ameliyatların sonrasında hasta daha kısa sürede toparlanabilmekte ve hastanede yatış süresi kısalmaktadır.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 13


Endobridge® 2019

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

DÜNYANIN ÖNDE GELEN İSİMLERİ Endobridge®2019’DA BULUŞTU EndoBridge® yıllık toplantılarının yedincisi, dünyanın hormon hastalıkları alanında en önde gelen iki kuruluşu Amerikan Endokrin Derneği ve Avrupa Endokrinoloji Derneği işbirliği ile, Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği’nin katkısıyla 24-27 Ekim 2019 tarihlerinde Antalya’da gerçekleşti. 41 ülkeden 680 katılımcı ile bugüne kadar düzenlenen en yüksek yabancı delege sayısına ulaşan EndoBridge® 2019 endokrinoloji alanında dünyanın en önde gelen isimlerini buluşturdu. Bilimsel programda 24 konferans ve 16 vaka tartışması oturumu ile birlikte 100’ün üzerinde zorlayıcı sözlü ve poster vaka sunumuna yer verildi. Her yıl olduğu gibi Avrupa Akreditasyon Konseyi tarafından kredilendirilen toplantı Türkçe, Rusça ve Arapça eşzamanlı çeviri ile İngilizce sunum dilinde yapıldı. Programda; diyabet, obezite, lipid bozuklukları, tiroid, kemik ve osteoporoz, hipofiz, böbreküstü bezi, nöroendokrin tümörler, kadın ve erkek üreme endokrinolojisi olmak üzere, endokrinolojinin tüm problemleri kapsamlı bir şekilde ele alındı. EndoBridge® Kurucusu ve Başkanı Prof. Dr. Okan Bülent Yıldız, projenin endokrinoloji alanında dünyada birçok ilke imza atarak global ölçekte bir marka haline geldiğini söyledi. Prof. Yıdız, EndoBridge® yıllık toplantılarının, Amerika ve Avrupa derneklerinin birlikte organize ettiği ilk ve tek toplantı olduğunu, bu önemli uluslararası projenin 2019 yılı toplantısını başarılı bir şekilde ve yine Antalya evsahipliğinde düzenlemekten dolayı EndoBridge® Uluslararası Yürütme Kurulu olarak memnuniyet duyduklarını ifade etti. 14 PS /EKİM-ARALIK 2019

Amerikan Endokrin Derneği gelecek dönem Başkanı Prof. Gary Hammer;‘‘Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği’nin tıbbın ilerleme kaydetmesi adına ev sahipliğini üstlendiği oldukça önemli bulduğumuz bu toplantısına, 7. kez katılmaktan büyük mutluluk duyuyoruz. Çünkü ülkeler arasında kültürel, genetik farklılıklar ve ülkelerde ilaca erişimde farklı sorunlar gibi bir çok faktör sebebiyle, klinisyenler ve bilim insanları olarak hastalığı anlarken bunları da görmemiz gerekiyor. Bu durum dünya tek bir bütün haline geldikçe ve ülkeler birbirine yaklaştıkça daha da önemli hale geliyor. Bu toplantı bunun için bir köprü görevini de üstleniyor. Türkiye Endokrinoloji Derneği ve Avrupa Endokrinoloji Derneği ile global kılavuzlar üzerinde işbirliği ile yeni klavuzlar üretiyoruz. Farklı yerlerde farklı ihtiyaçlara cevap vermeye çalışıyoruz. Bu toplantı bunu gösteriyor. Köprü görevini üstlenen, dünyanın bir çok ülkesinden bilim insanlarını bir araya getiren Endobridge önemli ve muhteşem bir toplantı niteliğini taşıyor’’dedi. EndoBridge® Kurucusu ve Başkanı Prof. Dr. Okan Bülent Yıldız, Amerikan Endokrin Derneği gelecek dönem Başkanı Prof. Gary Hammer, Avrupa Endokrinoloji Derneği önceki Başkanı Prof. Dr. AJ Van Der Lely, Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği Başkanı Prof. Dr. Füsun Saygılı kongrede öne çıkan başlıklar hakkında bilgilerle birlikte, endokrinolojinin alanına giren ve kliniğe en çok yansıyan hastalıkların tanı ve tedavisindeki yeni gelişmeleri aktardılar.


ENDOKRİNOLOJİ VE METABOLİZMA HASTALIKLARI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Kalp damar hastalığı riskini 3 kat, Böbrek yetmezliği riskini 10 kat artırıyor. Her 3 diyabetliden birinde görme kaybı gelişiyor. Dünyada her 30 saniyede bir uzuv kaybı, her 8 saniyede bir ölüm gerçekleşiyor.

Buna karşılık; DİYABETLİ BİREYLERİN YARISI FARKINDA DEĞİL!

Dünyada 425 milyon diyabetli bireyin yaşadığı, bu sayının 2040 yılında 642 milyona yükselmesi bekleniyor. Ülkemizde de her 7 kişiden birinde diyabet her 3 kişiden birinde prediyabet görülüyor. Asıl önemli olan; diyabetli bireylerin yarısının tanılarının farkında olmaması. Bu nedenle kan şekeri düzeylerinin normalin üzerinde olduğu ancak, henüz diyabet sınırına ulaşmadığı prediyabet durumunun ve diyabet açısından risk altındaki grupların belirlenmesi son derece önemlidir.

beliklerinde şeker yüksekliği olması, aile bireylerinde şeker hastalığı öyküsü bulunması önemli risk faktörlerinden. Gebelikte şeker hastalığı gebelik esnasında ve sonrasında hem anne hem de bebek için çok önemli sağlık riskleri taşıyor. Gestasyonel diyabetli annelerin yarısında doğumdan sonra 5-10 yıl içinde tip 2 diyabet gelişme riski %50’leri buluyor.

KADINLARDA PREDİYABET VE POLİKİSTİK OVER ÖNEMLİ, ÇÜNKÜ...

Tip 2 gibi tip 1 diyabet de dünyada artıyor, önlenebilmesi için çevresel faktörler araştırılıyor. Bu çevresel faktörlerin içinde genetiği, bağışıklık sisteminin hücrelerinin davranışını değiştirebilecek konulardan biri; Mikrobiota. Şu an bunun üzerinde önemle duruluyor.

Türkiye’de erkeklere göre kadınlarda diyabet %8, prediyabet %26 daha fazla görülüyor. Türkiye’de gerçekleştirdiğimiz ve uluslararası alanda da yüksek oranda atıf alan çalışmamızın verilerine göre; ülkemizde her 7 kadından birinde PKOS bulunuyor ve PKOS diyabet riskini 4 kat artırıyor.

GEBE KADINLARIN YÜZDE 7’SİNDE “GESTASYONEL DİYABET” GELİŞMEKTE Gestasyonel diyabet ile ilgili diyabetin önemli dergilerinden birinde yayımlanan makalede; Türkiye’de gestasyonel diyabetin her 7 hamilelikten birini, 35 yaş üzerinde her 3 hamilelikten birini etkilediğini gösteriyor. Aynı çalışmanın sonuçlarına göre anne yaşı yanında annenin gebelik öncesi vücut ağırlığı, daha önceki ge-

TİP 1 DİYABET İNSİDANSI ARTIYOR!

Anne karnından itibaren başlayan bir mikrobiyom değişikliği olabiliyor ve bu değişim bütün kronik hastalıkları ve özellikle tip 1 diyabetin de ileride ortaya çıkmasını en çok etkileyen konulardan biri. ABD’ de günümüzde belirttiğimiz antijenlere karşı antikoru pozitif yani bağışıklık sisteminin yanlış çalışması başlamış, ama ortaya diyabet çıkarmamış özellikle tip 1 diyabet riski olan küçük çocukları uzun dönem izliyorlar. Bu çalışmanın sonuçları henüz elimizde yok. Bu aşamada sezaryen doğum yerine normal doğum ve emzirmenin mümkün olduğunca 3 yaşına kadar 1 yıl uzatılması öneriliyor. Bir diğeri de 3 yaşına kadar antibiyotik kullanılmaması öneriliyor.

Prof. Dr. Okan Bülent Yıldız EndoBridge® Kurucusu ve Başkanı

Diyabet hastalığı hem kendisi hem de neden olduğu diğer sağlık problemleri, erken tanı ve uygun tedaviyle önlenebilir. Hiç risk faktörü olmasa da herkese 45 yaşından itibaren test yapılmalı ve normal çıkması durumunda en az 3 yılda bir tekrarlanmalı.

SONUÇ olarak EĞER...

√Anne, baba ya da kardeşlerde diyabet

√Kalp damar hastalığı yada aile öyküsü

√Hipertansiyon √Lipid bozuklukları √Polikistik over sendromu (PKOS) √Hareketsiz yaşam √Gestasyonel diyabet varsa;

RİSK ALTINDASINIZ!

EKİM-ARALIK 2019 / PS 15


ENDOKRİNOLOJİ VE METABOLİZMA HASTALIKLARI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ENDOKRİN SİSTEM

Prof. Dr. M. Füsun Saygılı Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği Başkanı

HORMONLARIN ORKESTRA ŞEFİ: HİPOFİZ

Hormonlar vücudumuzda, birçok sistemin düzenlenmesinde rol alan salgılardır. Hormonlar salgı bezleri tarafından kana verilir. Bu salgı bezlerinin orkestra şefi hipofiz bezidir. Neredeyse salınan tüm hormonları ve hormonlar arasındaki dengeyi kontrol eder. Hipofiz bezi kafa tabanında yerleşiktir; Beynimizin alt kısmında bulunur. Gözümüzün ortasından hayali bir çizgi çizilse iki kaş arasından arka tarafında yer alır. Birçok düzenleyici hormon salgılayan farklı yapıda hücreler içerir. Bu hücrelerden bazıları aşırı çoğalma gösterip tümörleşebilir ve fazla miktarda hormon salgılayabilir. En büyük çapı 1 cm olan küçük bir bezdir. Vücudumuzda en çok kanlanan organlardan biri olarak da önemlidir. HANGİ HORMONLARI ETKİLER? Hipofiz, salgıladığı hormonlar sayesinde örneğin; Gherlin bezlerinden FSH hormonu, kadınların yumurtalıklarından erkeklerin testislerinden salgılanması ile üreme ve aynı zamanda cinsel fonksiyonlar gerçekleşir. Eksik kalırsa üreme yapamaz hale gelir, cinsel fonsiyon eksiliği ortaya çıkar. Adrenal bezi yani böbrek üstü bezi hipofiz kontrolü altındadır. Kortizol salgılar ki bir insanın yaşamındaki en önemli hormondur. Kontrolü altındaki ve ilişki halinde olduğu tiroid bezi hormonlaranı salgılar. Dolayısıyla oldukça önemli bir merkezdir. Eğer orada bir hastalık olursa ki hipofiz yetmezliği olabilir, çeşitli nedenlerle küçülür, onun etkilediği hormonun salgıladığı hayati hormonlar ortaya çıkamaz. Aşırı salgısıyla hücre büyümesi yani adenom görülür. HİPOFİZ HASTALIKLARI BİR TAKIM OLUMSUZ GELİŞMELERE SEBEP OLABİLİYOR Büyüme hormonu da hipofizden salgılanır. Fazla salgılanması çocuklarda pineal bezle büyümeyi sağlıyor. Erişkinde fazla salgılanırsa elde ayakta büyüme, çene de ileri çıkma, kan basıncındaki yükselmeyle kendini gösteren Akromegalii olarak tanı alır. Kortizol denilen hayati hormonun salgılanması ile kilo artışı, bel çevresinde olan kollar bacalar dışında vücutta yağlanma, diyabet, hipertansiyon, cushing hastalığı ortaya çıkabilir. Bunlar çok sık görülmese de en sık görülen hipofiz adenomları içinde prolatin salgılayan adenomlar. Prolaktin hormonu süt hormonu diye bilinir. Olumsuz etkileri arasında üremeyi durdurmak gibi bir etkisi vardır. Erkeklerde cinsel fonksiyonların bozulmasına hatta sertleşmeyi azaltır. İnterfeliteye sebep olur. Kadınlarda adetlerin düzenini bozar, tamamen de ortadan kaldırabilir. 16 PS / EKİM-ARALIK 2019

HİPOFİZ ADENOMLARI Otopsi çalışmalarında hipofizdeki adenomların aslında hiç de az olmadığı dört kişiden birinde bir adenom olduğu saptanmış. Ancak bu her dört kişide görülür anlamında değildir. Fonksiyonu olmayan tamamen rastlantısal adenomlar olarak kabul ediliyor. Günümüzde görüntüleme tekniklerinin, MR’ın çok daha sık kullanılır olması bu rastlantısal hipofiz adenomlarını ortaya çıkarmaktadır. Hipofiz bezinin çalışmadığı durumlar var ki, bütün belirttiğimiz hormonların salgılanmadığı anlamına geliyor. Bunların içinde salgılanmadığı veya yetersiz kaldığı durumlarda zarar verecek olan hastalıkların çıkmasına neden olabiliyor. Eğer bu yetersizlik tablosu yavaş yavaş ortaya çıkarsa farkedilir, tedavi edilebilir. Ancak aniden ortaya çıkan, apopleksi dediğimiz hipofizin tümörünün, adenomunun içine kanaması sonrası oluşan tabloda özellikle kortizol eksikliği hayatı tehdit edebilir. SONUÇ OLARAK: • Aşırı hormon salgılanmasına bağlı belirtiler ortaya çıkar • Tümör dokusunun baskısı ile diğer hormonların salgılanması sekteye uğrayabilir • Hipofize komşu yapılar, örneğin sinirler etkilenir ve yine örneğin görme kaybı ortaya çıkar • Bazen de bu tümörler başka amaçla çekilen filmlerde tamamen rastlantısal olarak yakalanır • Kadınlarda adetlerin kesilmesi, memeden süt gelme; • Erkeklerde sertleşme kusuru; • Vücudun bazı kısımlarının büyümesi ile kendini gösteren ‘akromegali’; • Kas güçsüzlüğü, kan basıncı- kan şekerinde yükselme, cildin kolay zedelenmesi ile kendini gösteren ‘Cushing Sendromu’ • Titreme, terleme, çarpıntı, guatr bulguları ile ortaya çıkan ‘TSHoma’ • Halsizlik, yorgunluk, aşırı miktarda idrar yapma belirtileri ile tanınan ‘diyabetes insipidus’ hipofiz bezi hastalıklarıdır. Hipofiz bezi hastalıkları tanısını koyarken hormon tetkikleri, hipofiz bezinin MR ile görüntülenmesi ve görme alanı testlerine ihtiyaç vardır. Hipofiz hastalıklarının tedavisinde ilaçlar, cerrahi yöntemler ve ışın tedavisi kullanılır.


ENDOKRİNOLOJİ VE METABOLİZMA HASTALIKLARI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ADRENAL TÜMÖRLERİN KENDİNE ÖZGÜ SORUNLARI VE ÖZELLİKLERİ VAR

Prof. Dr. Gary Hammer Amerikan Endokrin Derneği Gelecek Dönem Başkanı

Adrenal, söz konusu olduğunda ‘Ya kaç, ya savaş’ hormonudur. Çünkü adrenal bezler stress hormonlarını düzenliyor. Bir çok kişi tiroid dediğimizde, testesteronu ya da östrojeni düşünür. Ancak adrenal başka steroid hormonlarını da üretiyor ve bunlar hayati anlamda kritik hormonlardır. Tuz, şeker ve bazı seks hormonlarını da düzenleyen adrenal hormonudur. Kortizol, deksemetozon gibi çok fazla hormon üretebiliyor. Örneğin; panik atak ortaya çıkarabiliyor. Tuz çok olduğunda yüksek kan basıncı ortaya çıkabiliyor. Şeker hormonu ortaya çıktığında diyabet, kilo gibi sorunlar hatta morbititesi ve mortalitesi olan durumlar ortaya çıkarabiliyor. Adrenal bez endokrin bir organdır.Çeşitli hormonları üretir ve salgılar. Medulla, adrenalin, noradrenaline adı verilen hormonları üretir. Adreanal bezler çok büyük olduğunda çok fazla hormon üretmesinden kaynaklıdır. Süperrenal bezler dediğimiz iki taraflı adrenal tümör olduğunda, birini çıkardığınızda tek bir bezle yaşayabilirsiniz. Ancak iki bez de tümörlü ise ikisini de çıkardığınızda hastalığın yönetimi çok zor olabiliyor. Bu durumda her iki bezi de almanız ve ardından o hormonun seviyesini normal seviyeye getirmeniz gerekir. Bazen bazı farklı hastalıklarda buna eşlik edebiliyor,hatta buna sebep olabiliyor. Örneğin tüberküloz gibi. Adrenal beze giriyor her iki bezi de bozuyor. Kanserler de adrenal beze ulaşabiliyor. En sık gördüğümüz meme ve akciğer kanserinden metastaz olabiliyor. O yüzden eğer adrenal tümör varsa, kanser mi değil mi, hormon üretiyor mu hastada başka organ kanserleri var mı öncelikle bunu bilmek gerekiyor. . Bazen bir başka adrenal beze giden bir tümör adrenal bez üzerinde yük oluşturmuş ve hastada hiç hormon kalmamış olabilir. Bez tamamen tahrip olmuş olabilir. İki tane

kitleyle de karşınıza gelebilir. Tümör sanabilirsiniz, ama değildir. Aslında hiç hormon kalmamıştır, bu sebeple ölüm riski altındadır. Bu analizi iyi yaparak bir şekilde dengelemeye çalışmaktayız. Çok hormon olması, hiç hormon olmaması bening olması ya da kanser olması adrenal hastalıklarında çok sık gördüğümüz bir spekturum değil ancak, endokrinologların bu spekturumdan haberdar olması gerekiyor. BİLATERAL ADRENOKORTİKAL KİTLELERİN YÖNETİMİ Bilateral adrenokortikal kitleler nispeten nadir görülür ve sistemik veya adrenal-spesifik hastalıkların geniş bir yelpazesini temsil edebilir. Bu kitlelerin bazıları bening iken diğerleri letal’dir. Yönetim açısından sistemik semptomlara ve bilateral genişlemenin bir adrenal primer hiperfonksiyonel rahatsızlığa veya tam tersine adrenal yetmezlikle kendini gösteren ekstra-adrenal infiltrasyon hastalığına dönüşebilme olasılığına çok dikkat edilmesi gerekir. Onkolojik malignite riski her zaman değerlendirilmelidir. Prezentasyon ve hastanın seyri ile ilgili görülen büyük değişkenliğin yanı sıra bilateral genişleme olarak ortaya çıkan primer malignitelerin nadir görülmesi göz önüne alındığında, bu vakaların en iyi endokrinolog tarafından değerlendirilip bakımlarının yapılacağına ve belirli durumlarda uzmanlaşmış merkezlere sevk edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

lateral kitlelerin mahiyeti açıklığa kavuşturulabilmektedir. Bilateral adrenal kitleler, tanı çalışmasında ara sıra biyopsi endikasyonunun bulunduğu nadir durumlardan biridir. Bilateral adrenal kitlelerle karşı karşıya kaldığında bir klinisyenin alması gereken üç temel karar vardır: 1. Bilateral genişleme ile kendini gösterebilecek sistemik hastalık olasılığının (klinik öyküye dayalı olarak) değerlendirilmesi 2. Gözlemlenen lezyonların malignite riskinin belirlenmesi ve 3. “Primer” adrenal süreci destekleyecek herhangi bir adrenal hormon fazlalığının belirlenmesi: fonksiyonel ve/veya anatomik / benin veya malin. Bu soruların cevapları, her bilateral adrenal “genişlemeye” yönelik gerçekleştirilecek ilk çalışmada önemlidir. Ek tanısal ve terapötik müdahaleler konusunda nasıl ilerleneceği endokrinolog, cerrah ve onkoloğa yol gösterecektir.

Bilateral adrenal genişleme tümörlerin ilk ayırıcı tanısı çok geniş kapsamlıdır ve öykü, demografi ve eşlik eden tıbbi rahatsızlıklara göre kısmen farklılık göstermektedir. Adrenal kitlelere yönelik eksiksiz değerlendirmenin doğru hasta öyküsü,fiziksel, biyokimyasal testler ve uzman bir radyolog eşliğinde gerçekleştirilen dikkatli bir görüntü değerlendirmesiyle birlikte biEKİM-ARALIK 2019 / PS 17


ENDOKRİNOLOJİ VE METABOLİZMA HASTALIKLARI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

KÜRESEL OBEZİTE SALGINI İLE KARŞI KARŞIYAYIZ!

Prof. Dr. Aart J Van Der Lely Avrupa Endokrinoloji Derneği Önceki Dönem Başkanı

Bilim insanları 20-30 yılda önemli bir yanlışa imza atmışlar. Biz öğrencilerimize eğitim verirken kanserin DNA daki mutasyonlara dayalı olarak ortaya çıktığını söyledik. Ancak DNA’ya baktığınızda hücrelerinizin tüm DNA ile aynı izleri taşıması gerekiyor. Çok küçük bir hata yaptığında bir hücre, bazı dokular yaşamınız boyunca bölünecek ve mutasyonlara neden olacaktır. Son 30 yıldaki değişiklikleri ve kanser insidansındaki artışı göz önüne aldığınzda, küresel bir obezite salgını pandemisi söz konusuyla karşı karşıyayız. Ve artık anladık ki; yıllar içerisinde genlerdeki mutasyonların değil, obezitenin genlerdeki mutasyona sebep olduğu, bunun sonucunda da klinik hasar olgularının ortaya çıktığı. SADECE GENLERİN DEĞİL, YAŞANILAN ORTAMIN DA ETKİSİ VAR! Bir örnek verirsek; Örneğin; ebeveynlerin çok yaşlı olduğu veya hasta olduğu ailelerdeki çok küçük yaşlarda evlat edinilen çocukları dikkate aldığınızda, bu çocuklarda kansere yakalanma oranı yüksek olabiliyor. Tabii bazı genlerin de rolü olduğunu söyleyebiliriz. Denklemin diğer tarafına bakalım.Diyelim ki tamamen sağlıklı bir aileden çocuk evlat edindiniz ve yeni evlat edinen ailede bir iki kanser öyküsü var. O zaman çocuğun kansere yakalanma riski 5 kat artıyor. Bu da şu anlama geliyor; sadece genler değil, aynı zamanda çocuğun yaşadığı ortam da onun yaşamını etkiliyor. Obezitenin kanserle ilişkisine baktığımızda örneğin meme kanserinden sorumlu olduğunu bildiğimiz BRCA1-2 mutasyonunuz varsa 60 yaşında meme kanseri gelişmesi %80’in üzerinde. Aynı genlerin 60 yaşından yaşlı kadınlarda görülen mutasyon olarak düşünürseniz, 18 PS / EKİM-ARALIK 2019

o zaman bu ihtimal %20 altına dönüyor yani kansere yakalanma ihtimali azalıyor. Aslında, son yüz yılda genler değişmedi, yaşadığımız ortam değişti. Artık 25 yaş altı meme kanseri olan kadınlar var. İngiltere’de kadınlar 18 yaşından sonra belirli bir vücut ağırlığını sürdüren kadınlarla, yaşamları boyunca 15 kilodan fazla kilo alan kadınlar karşılaştırılmış, zaman içerisinde özellikle 18 yaş sonrası obez olduğunda ve BRCA1-BRCA2 pozitif olması durumunda gelecek yaşamlarında kanser olma ihtimaliniz yüzde 5.4 kat artıyor. OBEZİTE GENLERDEKİ MUTASYONUN NEDENLERİNDEN BİRİ Evrim sürecinde zaman içerisinde, büyük maymunlar ve insanlar ürikaz genlerinde mutasyonlar geliştirmiştir. Ürikaz, ürik asidi, suda ürik asitten daha iyi çözünebilen allantoin şeklinde metabolize eden bir enzimdir. Mutasyona uğrayan ürikaz ürik asidi hücrelerden daha az temizleyebilmektedir. Bunun özellikle fruktozun hücresel kullanımı üzerinde büyük etkileri vardır. Fruktoz, glikozdan farklı şekilde metabolize edilmektedir. Bu ürün genelde yağa dönüştürülmektedir ve daha yüksek hücre içi ürik asit seviyelerinin varlığında bu süreç daha da hızlanmaktadır. Şekerlerin gıda alımı üzerindeki etkileri ve hedonik beyin sistemi de göz önüne alındığında, bu süreç insanları özellikle yüksek fruktoz alımı karşısında daha savunmasız kılmaktadır. Bununla birlikte, atalarımız geç miyosen çağında büyük çaplı iklim değişiklikleriyle baş etmek zorunda kaldıklarında, bu metabolik davranış hayatlarını kurtarıyordu ve şekerden zengin gıdalar başta olmak üzere gıda kaynaklarının kıt oldu-

ğu bu zorlu ortamın üstesinden gelmemize yardımcı oluyordu. Bugüne kadar, atalarımızla aynı genetik altyapıya sahip modern insanlar, diğer hayvanların aksine, halen şekerleri yağa dönüştürme yeteneğini sahip bulunmaktadır. Bu nedenle, obezite pandemisinin geçerli olduğu bu dönemde günlük diyetimizdeki şeker miktarını azaltmak çok önemlidir. TEHLİKELİ ÜÇLÜ: ŞEKER-OBEZİTE-KANSER Fruktoz tüketiminden depolanan yağ kullanılmadan vücutta kalmaktadır. Üstelik, yıl boyunca düşük maliyetle erişilebilen yiyeceklerin çoğu en yüksek fruktoz içeriğine sahip gıdalardır (şekerli içecekler ve işlenmiş yiyecekler). Sakkarozda ve yüksek fruktozlu mısır şurubundaki kalorilerin yalnızca yarısının kaslar ve beyin tarafından glikoz olarak kullanılmak üzere hazır olması, glikoz seviyelerini korumak üzere bu şekerleri gereğinden fazla tüketme eğilimimize de katkıda bulunabilmektedir. Bu nedenle, şeker metabolizmasına yönelik temel biyokimyasal anlayış, kalori açısından eşdeğer olmalarına rağmen, fruktoz ve glikozun eşit olmadığını açık bir şekilde göstermektedir. Son yıllarda besin yetersizliği malnütrüsyon yerine, insanlar obezite nedeni ile hayatını kaybediyor. Çünkü; karşımıza çıkan, en önemli katil diyebilirim. Bu nedenle endokrinoloji, onkoloji ve obezite alanında güçlerimizi birleştirmeli, farkındalık çalışmaları yapmalıyız.Hükümetlerle işbirliği içinde çalışarak eksiksiz bir güç olarak obeziteye karşı harekete geçmeliyiz.


MİKROBİYOLOJİ-ARAŞTIRMA

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

KANSER RİSKİNDE

BESLENME OBEZİTE MİKROBİYOM İLİŞKİSİ Dr. Semir Beyaz Dr. Semir Beyaz Cold Spring HarborHarbor Laboratory Cold Spring Laboratory New York ABDNew York ABD

‘‘Hücreler kendi ortamlarından aldıkları sinyallere cevap verir ve adapte olurlar. Besinler gibi çevresel faktörler, hücre durumuna özgü gen ekspresyonunu veya metabolik programları değiştirerek hücresel durumları etkiler. Araştırma grubum, beslenmenin organizma sağlığı ve hastalığına bağlayan nedensel hücresel ve moleküler mekanizmaları araştırıyor. Örneğin, yüksek yağlı beslenme gibi obeziteye yol açan besinler birçok dokuda kanser insidansını ve ilerlemesini etkileyen önemli çevresel risk faktörleridir. Tümör hücreleri ve immün sistem arasındaki etkileşimler, tümör oluşumunda önemli bir rol oynamasına rağmen, diyet bozulmalarının kansere karşı bağışıklığı nasıl etkilediği hakkında çok az şey bilinmektedir. Amacımız, beslenmeyi, hücresel ve moleküler düzeyde organizma sağlığı ve hastalık durumlarına bağlayan kesin mekanizmaları ortaya çıkarmaktır. Laboratuvarımızdaki özel bir odak noktası, beslenmenin bağışıklık sistemini nasıl etkilediğini ve kanser gibi bağışıklık sistemi fonksiyon bozukluğu ile ilişkili hastalık riskine nasıl katkıda bulunduğunu anlamaktır. Çalışmalarımız obezitenin immün tanıma ve kanser immünitesinde kritik rol oynayan cevap yolakları üzerindeki fonksiyonel etki ve sonuçlarını sorgulamaktadır.’’

Türk Kanser Araştırmaları ve Savaş Kurumu Antalya Şubesi tarafından düzenlenen ‘Onkolojide İz Bırakanlar Zirvesi’nde ilgi ile izlenen oturumlardan biri ‘Kanser ve Obezite’ ilişkisi oldu. Çalışmalarını ABD Cold Spring Harbor Laboratuvarı’nda sürdüren Dr. Semir Beyaz ve ekibinin çok ses getiren yağlı beslenme ve obezite durumunda ortaya çıkan mekanizmanın keşfi çalışması, Nature ve Science gibi önemli dergilerde yayımlanmıştı. Dr. Semir Beyaz’dan bu çalışmaların kısa bir özetini aktardık. ‘‘Her şey bir sorgulamayla başladı: Ne yersek o muyuz?’’ Kanser sürecinde hücre içi ve hücre dışı mekanizmalar nasıl bu sürece etki ediyor? Temel neden sonuç ilişkisi dahilinde çalışılması mümkün mü?... gibi sorularla yola çıktık. Benim ilk sorum şuydu: Gerçekten ‘Ne yersek o muyuz’? Herkesin bu konuda bir fikri vardır ancak bu sorunun cevabını temel anlamda nasıl ortaya çıkarabiliriz, buna odaklandık. Yani bir şey yediğimizde onun fizyolojik, sistem düzeyinde, o dokuları oluş-

‘‘ Temel bilimlerde mekanistik çalışma yapmazsak kanseri hiçbir zaman anlayamayacağız, çözemeyeceğiz.’’ turan hücrelerin içerisindeki hücrelerin birbirleriyle olan etkileşimi düzeyinde, o dokuların içerisindeki hücrelerin durumları düzeyinde nasıl bir etkisi var? Sonra hücrelerin içerisine girdiğimizde bu hücrelerin içerisindeki sinyal yolakları nasıl değişiyor ve nasıl etkileniyor, bunların metabolizması nasıl etkileniyor, işin biyokimyasında ne farklılıklar var? Hücre çekirdeğinin içine girelim; DNA nasıl etkileniyor, motifikasyonları nasıl etkileniyor ve buna karar veren mekanizmalara nasıl katkı sağlıyor? İşte bütün bu soruların cevabını bulabilmek için molekül altı seviyelerinde bile mekanizmasının anlaşılmasının şart olduğunu gördük. Ve Mikrobiyata. Vücudumuzun içerisinde yaşayan başka bir ekosistem var. Biz mikropsuz yaşayamayız bunu biliyoruz. Hayvan ve insan modellerinden bilgimizle, yaşamımıza sahip olduğumuz mikropların ne derece katkı sağladığının farkındayız ama, nasıl katkı sağladıkla-

rının henüz hiç farkında değiliz. Neden sonuç ilişkisinde bir mikrobun hastalıklarda ortaya çıkışını anlıyoruz ama sağlık durumunda anlayamıyoruz. ‘‘Obezite kanser ilişkisine dair bir şey bulduk, çok ses getirdi!’’ Cold Spring Harbor Laboratuvarı Moleküler biyolojinin doğum yeri diyebilirim. Buradaki laboratuvarlarımızda araştırmalarımıza sırayla ve parçalayarak çalışıyoruz. Önce kök hücrelerin yağdan nasıl etkilendirğini, daha sonra epigenetik mekanizmaların bağışıklık sisteminden nasıl etkilendiğine çalıştık. Çevresel faktörlerin, besinlerin bu süreçte bağışıklık sistemi hücrelerinin içindeki mekanizmaları nasıl etkilediğini gösterdik. Son olarak da yediğimiz besinlerin mikropları nasıl etkileyerek bağışıklık sistemi hücreleriyle kök hücrelerin etkileşim mekanizmalarını ortaya çıkarmaya çalıştık. Çalışmalarımız epey yankı buldu. EKİM-ARALIK 2019 / PS 19


MİKROBİYOLOJİ-ARAŞTIRMA

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Belki uzun bir zaman anlayamayacağız, çözemeyeceğiz. Ama şunu söyleyebilirim; besinler direkt olarak kanser içinde ve dışında çok hızlı bir şekilde mekanizmaları değiştirebiliyor.

Forbes, Independent, Boston dergisi ve CBS geniş yer verdi. Bu buluşumuzun tıp dünyası açısından önemi, ise; bağırsak kanserini önlemeye yönelik çalışmalara ışık tutması oldu. ‘‘Mekanistik açıdan besinlere ve besinlere bağlı değişen metobolik farklılıkların hücresel ve moleküler düzeyde hastalık ve sağlık riskine nasıl bir katkı sunduğunu anlamalıyız.’’ Bu çok göz ardı edilen bir durum. Örneğin; immünoterapi çığır açmış bir tedavi ama çok da iyi çalışmıyor. Bazı hastalarda kötü komplikasyonlara sebep olabiliyor. Bunun temel mekanizmasını anlamamız lazım. Çevresel faktörlerin fizyolojiye ve kansere, kanser içindeki hücrelere ne yaptığını bilmemiz lazım. Bilirsek bu tarz tedaviler daha etkili olabilir ya da yan etkiler daha da azaltılabilir. ‘‘Beslenmeye bağlı olarak mekanistlik bir çalışma yapabilmeniz için önemli ve ‘uç bir fenotip’ seçmeniz lazım.’’ Benim seçtiğim fenotip beslenmeye ve obeziteye bağlı, bir fenotip oldu.Bu genetik kökenli de olabilir. Çünkü; epidomiyolojik çalışmalarda görüldüğü gibi 10-20 yıldan beri çocuk, ergen ve yetişkinlerde hemen hemen her ülkede obezite yüksek oranlarda artıyor. Amerika’da üç kişiden biri obez. 2030’da üç kişiden ikisi obez olacak diye düşünülüyor. Buradaki sıkıntı şu; obezite tek bir hastalık değil ve birçok hastalıkla birlikte sorun yaratıyor. Bu grup içinde kanser önemli bir yer tutuyor. Spesifik bir kansere yakalanma yüzdesini artırmıyor ancak farklı birçok moleküler mekanizmalara 20 PS / EKİM-ARALIK 2019

sahip bir sürü kanserlerin oluşma ihtimalini artırıyor ve progresyonu etkiliyor. Peki, obezite bunu nasıl yapıyor, neden yapıyor ve neden sonuç mekanizması nasıl çalışıyor da kansere sebep oluyor? Örneğin kolon kanserini, meme kanserini ve Multipl Miyelom’u nasıl etkiliyor? Biz bu soruyu kolon modelinde obezite, beslenme ve yağlı beslenme gibi soruları sorarak çalıştık. İlişki var evet ama, ilişkinin alt yapısını çözemezseniz o ilişkiye ait bir immünoterapi yöntemi de geliştiremezsiniz. Bunları belirlemezsek bir işe yaramaz. İşte burada temel bilimlerin çok büyük bir rolü var. Önce hayvan modeli geliştirdik yüksek yağlı besinlerle besledik. Kanser yüzdesine baktık ve gerçekten de bağırsak kanserini artırmış. Eğer yüksek yağlı besin verirseniz tümörün çıktısı artıyor. Kök hücrenin kanserleşme süresince nasıl değiştiğine de bağlı. Çok sık kanser başlatıcı hücrelerin bu yola girmesine sebep oluyorsa mesela polipler, riski artıyor. Kök hücrelerin bağırsak dokusunu nasıl yenilediğini araştırdık bir sistem oluşturduk ve Nature dergisinde 2016 da yayımladık. Ardından kanserde rol oynayan mutasyonların kök hücrelere entegre ederek beslenmenin bu sürece nasıl katkı sağladığını çalışmaya başladık. Kök hücre belli bir kurala göre bölünür, fonksiyonlarını yerine getirir. Kanserde burada bozuluyor,komşu hücrelerin sinyallerini dinlemiyor, kendi başına hareket ediyor. Yüksek yağlı beslendiğinde komşusuna ihtiyacı yok. Kendi kendilerine bir süper hücre durumuna geliyor. Kök hücre olmayan hücreler bile kendini kök hücre gibi kabul edip kendi başlarına hareket ediyor. Bu, durum doku için iyi değil.

İşte biz burada bir moleküler mekanizma keşfettik. Yağ asitlerini aktive ederek koleraktal kanserde aktivasyonu bilinmiyordu, kök hücrelerin kanser riskini artırdığını gösterdik. Yani yağ asitlerini almakla dokunun dengesini bozuyor. Neden sonuç ilişkisi karşısında obezite kanser ilişkisine dair bir şey bulduk ve şunun kapısını araladı;. Eğer biz bu transkripsiyon faktörünü susturursak obezite grubunda oluşan kanser riskini tedavi edebiliriz. Bu durum sadece obezlerde değil, obez olmayan gruplarda da görülebiliyor. Bundan sonraki sürecimiz... Bugünlerde yağ asitlerini değiştirerek farklı yağlarda etki mekanizmaları üzerinde çalışıyoruz. Uzun vadede amacımız, bağırsak kanserini önleyici çalışmalara destek sağlamak. Bundan sonraki aşamalarda insan doku örneklerini kullanarak hem teşhis hem tedavi için çalışmalar yürüterek bu hastalıktan muzdarip insanlara yardımcı olmak. İlk sorgulamamıza sebep olana dönersek; ‘Ne yersek o muyuz?’ gerçekten henüz bu sorunun cevabını bilmiyoruz.

Zeynep Çetinkaya


SAĞLIKLI BESLENME

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

√ Beslenme alışkanlıklarını düzelt √ Kahvaltısız güne başlama √ Öğün atlama √ Beslenme günlüğü tut √ Şok diyetlerden uzak dur √ Spor Yap

GENÇLERDE ABUR CUBUR ALIŞKANLIKLARI ŞİŞMANLIK DÜZEYİNİ ARTIRIYOR! Sağlık Bakanlığı’nın tüm ortaokul ve liselerde yaptığı araştırmaya göre, 10-14 yaş grubu erkek öğrencilerin yüzde 20’si fazla kilolu, yüzde 13’ü ise şişman. Kız öğrencilerin ise yüzde 19’u fazla kilolu, yüzde 7,8’i şişman bulundu. 15-18 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 10’luk kısmı şişman olarak belirlendi. 18 yaş altı gençlerde sağlıksız gıdalar yüzünden kilo problemi yaşandığını söyleyen Diyetisyen Melda Demiröz, hem gençlere kritik uyarılar da bulunuyor. ÖNCELİK SPOR! Çok basit yöntemlerle kilo alımının önüne geçilebilir.18 yaş altı gençlerin spor aktivitelerine ağırlık vermesi gerekiyor. Spor yapma alışkanlığı genç yaşta edinilmeli. Gençler yüzme, basketbol, tenis, zumba, pilates, bisiklet gibi spor dallarından mutlaka sevdikleri bir veya birkaçını bulup onun peşinden gitmeliler. Sporsuz bir zayıflama düşünülemez. POPÜLER VE ŞOK DİYETLERDEN UZAK DURUN! Unutulmaması gerekir, diyet sadece kişiye özeldir. Özellikle de bu yaşlarda yapılan çok düşük kalorili diyetler, kas oranının azalmasına, hızlı-kilo alıp vermeye, metabolizmanın yavaşlamasına,

Melda Demiröz Diyetisyen

yeme bozukluklarına, vücut gelişiminin durmasına ve daha pek çok soruna sebep olabilir.

de abur cubur tatlı gibi sağlıksız şeyler tüketme eğilimi azalır ve zaten kilo problemi ortadan kalkar.

BESLENME ALIŞKANLIKLARINI DÜZELTİN!

BESLENME GÜNLÜĞÜ TUTUN!

Genç yaşta edinilen iyi alışkanlıklar da, kötü alışkanlıklar da hayatın geri kalanında bireylere eşlik eder. Aşırı tatlı, abur cubur, hamur işleri, kızartma ve fast food türü yiyecekler tüketiliyorsa bu alışkanlıkları olabildiğince azaltmayı ve ızgara-ev yemekleri tüketimine, tam tahıllı karbonhidrat tüketimine geçilmelidir. KAHVALTISIZ GÜNE BAŞLAMAYIN! Kahvaltı günün en önemli öğünü ve bu öğünü tüketmemek, metabolizmanın yavaşlamasına, günün ilerleyen saatlerinde daha fazla miktarda besin tüketimine sebep olur. Bu yüzden Kahvaltısız güne başlamamak gerekir. SAĞLIKLI BESLENME, DÜZENLİ ÖĞÜN! Her gün düzenli olarak sağlıklı yiyeceklerden oluşan kahvaltı, öğle yemeği, akşam yemeği ve ara öğünler tüketilmesi gerekir. Yeterli ve dengeli beslenildiğin-

Gençler internet üzerinden blog olarak veya bir ajanda edinerek düzenli olarak günlük ne yediklerini yazmalılar. Bunları görmek, nerede yanlış yapıldığını ve daha kontrollü olmayı sağlar. BİR UZMANDAN DESTEK ALIN! Sağlıklı beslenme başlı başına eğitim gerektiren bir konu. Bu doğrultuda beslenme uzmanlarına başvurulması gerekir. Kilo vermeyi hedefleyen gençlerin ideal kilo aralığını öğrenmeleri, bulundukları yaşa göre günlük minimum tüketmeleri gereken süt ürünü, et ürünü, ekmek grubu, meyve-sebze grubu, maksimum tüketmeleri gereken şeker-tuz miktarını öğrenmeleri gerekiyor. Buna göre hareket etmeleri gençlerin sağlığı açısından çok önemli. Bu noktada aileyle beraber bir beslenme uzmanından destek almak işi oldukça kolaylaştıracak. Gelişme çağındalar. İdeal kiloya ulaşmak ve korumak için zorlayıcı zayıflama diyetlerine değil, hareketli bir yaşamla desteklenen dengeli-düzenli beslenmeye ihtiyaçları var. EKİM-ARALIK 2019 / PS 21


NÖROGASTROENTEROLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

İKİNCİ BEYİNİN KEŞFİ YENİ BİR BİLİM DALINI ORTAYA ÇIKARDI:

‘NÖROGASTROENTEROLOJİ BİLİM DALI’

Son yıllarda ikinci beyin ve mikrobiyota, ilgi çeken konuların başında geliyor. Sağlıksız beslenmenin, endüstriyel ürünlerin başta karaciğer sağlığı olmak üzere tüm sisteme olumsuz etkilerine önceki sayılarımızda yer vermiştik. Artık yeni bir kavram olarak bilim dalı haline gelen Nörogastroenteroloji’yi Prof. Dr. Metin Başaranoğlu’na sorduk. Bozulan mikrobiyotamızı konuştuk. Nasıl düzelteceğiz sorumuza cevap yine oldukça net: ‘‘Sağlıklı ve doğru beslenin !’’ Zeynep Çetinkaya

İkinci beyin nasıl bir yapıya sahip? Bağırsaklarda 100 milyon sinir hücresi yerleşmiştir. Kafatasında bulunan birinci beyinde sinir hücreleri arası iletimi sağlayan kimyasallar dediğimiz: serotonin, GABA, dopamine ve norepinefrinin aynıları bazen daha fazla miktarlarda bağırsaklarda yerleşik olarak ikinci beyinde de bulunmuştur. Ayrıca, beyinde yerleşik bulunan 2 düzine protein (nöropeptid) bağırsakta yerleşik bağışıklıkla ilgili immune hücrelerin yüzeyinde bulunmuştur. Beyin bağırsaklarla nasıl bir iletişim sağlıyor ve nasıl çalışıyor? Vagus siniri aracılığı ile beyin ve bağırsaklardaki ikinci beyin arasında iletişim sağlar. İkinci beyin sinir liflerinin %8090’ı bağırsaklardan beyne gider. Vagus sinr kesildiğinde ikinci beyin artık birinci beyne ihtiyaç duymaz. Yani, ikinci beyin bağırsaklar beyinden bağımsız çalışabilir. Yani bağırsaklar kendi içinde tam bir kapalı devre elektrik sistemi gibi çalışır 22 PS / EKİM-ARALIK 2019

Bağırsakların da kendi beyninin var olduğu bugün artık kabul görmektedir. Bu beynin adı “bağırsak sinir sistemidir”. Bu sistem yani ikinci beyin hem kendi başına hareket etme hemde birinci beyin ile iletişim halinde çalışmaktadır. Bu nedenle bağımsız bir organdır. İkinci beynin kendi içinde ve beyne uyaranlar gönderme ve alma yeteneği vardır, ayrıca ikinci beyin deneyimleri kaydeder, duygusal yanıtlar oluşturur. İşte bu ikinci beyin durumunun keşfi ‘‘nörogastroenteroloji bilim dalını’’ ortaya çıkarmıştır. Bu iki beynin hemen hemen aynı mı çalıştığı anlamına geliyor? Evet, bir ölçüde doğrudur ve bağlantılıdır. İkinci beyin bir nevi birinci beynin aynasıdır, terside doğrudur. Birinci beyin ikinci beyini kederlendirebileceği gibi, tersine ikinci beyinde birinci beyni kederlendirebilir. İkinci beynin sinirleri özofagus (yemek borusu), mide, ince bağırsak ve kalın bağırsakların duvarlarında yerleşiktir.İkinci beyin bağırsaklar kendi içerisinde sinir hücreleri arasında

kimyasallar ve proteinlerle haberleşir. Bu bir kapalı devre sistemdir. Bağırsaklar öğrenir, hatırlar, kaydeder. Tıpkı birinci beyin gibi. İşte tamda bu iç sesinizdir. İkinci beyin bağırsaklar, mutluluk ve keder yeridir. Kolit ve spastik kolit oluşum yeri ikinci beyindir. İkinci beyniniz bağırsaklar sizin tahmin ettiğinizden daha çok tüm vücut ve akıl sağlığınızla ilişkilidir. Bu alanda çok sayıda araştırma yapılıyor. Biraz bu çalışmalardan bahsedermisiniz? Bağırsaklardaki beyin mikrobiota veya mikrobiom’dur. Bağırsaklarımızda 100 trilyon mikrop yaşar. İnsan bedenindeki hücrelerin %90’ı demektir bu. Bu mikroplar sadece ne yiyeceğimize karar vermez aynı zamanda modumuzu da etkilerler. Çalışmalar gösterdi ki; ne kadar çok çeşitte sağlıklı mikroba sahipseniz o kadar depresyon ve anksiyete sahibi olmanız zordur. Bağırsaklarında bakteri olma-


GASTROENTEROLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Antik Hindistan’ın kadim yazması Veda’larda şu söz yer alır: ‘‘Ne Yersen Sen O’sun.’’ Günümüzde bilim dünyası bu sözün içini daha yeni doldurmaktadır.

Prof. Dr. Metin Başaranoğlu Bezmialem Vakıf Ünivesitesi Gastroenteroloji Hepatoloji Bölümü

yacak şekilde üretilmiş olan farelerin davranış modeli insan otistik davranış modelini taklit etmiştir. Bu fareler daha sonra probiyotiklerle beslenince semptomları ortadan kalkmıştır. İnsan çalışmaları da benzer sonuçlar vermiş olup bağırsak mikropları insan davranışında ve sosyalleşmesinde etkin bulunmuştur.

Parkinson ve MS hastalarının hastalıklarının tanısının konulmasından yıllar öncesinde yaklaşık 10 yıl kadar kabızlık çektikleri ortaya konulmuştur. Bazı parazitlerin bağırsaklarına yerleştirildiği MS hastalarının şikayetlerinde iyileşme anlamında azalma olduğu tespitimiz vardır.

elde edilen fruktozun tüketiminin hayvanların bağırsaklarında kolit (crohn) benzeri inflamasyona yani iltihaba neden olduğu gösterilmiştir.

Sağlıklı mikrobiyota bozulduğunda nasıl bir değişiklik oluyor?

Bazı hastalıkların ortaya çıkmasında endüstrinin etkisi artık günümüzde ısrarla vurgulanıyor.Bundan sistem ve özellikle bağırsaklarımız nasıl etkileniyor?

Öncelikle; Aşırı stresli hayat oldukça etkiliyor. Kişinin sedanter yani hareketsiz yaşaması, tüpte keşfedilmiş adına gıda denen ürünlerden ki başlıcaları transyağ ve mısır şurubundan elde edilen fruktoz gelmektedir.(nişasta bazlı şeker, NBŞ), Aşırı kırmızı et tüketimi ve aşırı antibiyotik tüketimi en önemli engellerdir.

Sağlıklı bağırsak mikrobiotasının sağlıksıza değişmiş durumuna disbiyozis diyoruz. Disbiyozis hastalıkların gelişimine katkıda bulunur. Özellikle gastrointestinal sistem içi ve dışı hastalıklarla ilişkili bulunmuştur. Beyin ve otoimmün hastalıklarda disbiyozisin rolü olduğu düşünülmektedir. Yeni doğan bebek annenin vajinal kanalında seyahat eder ve onun vajinal florasını alma şansı bulur. Bu mikroplar bebeğin beyninin gelişimine de katkıda bulunurlar ve bu yüzden normal doğum doğal mikropları kazanmamız için önemlidir. Sezaryen ile doğmuş çocuk ilerki zamanda bu sağlıklı çeşitliliğe sahip olmak için yüksek mikropları kazanmak zorundadır. Hangi hastalıkları sebep oluyor veya tetikliyor? Mikrobioma oldukça hassas bir yapıdır. Yaşam boyunca bir sürü etki altında kalır ve olumlu yada olumsuz yönde kaymalar olur. Bu etkiler: stres, kimyasallar, toksinler, sağlıksız diyet uygulamaları olumsuz etkilemektedir.Multiple Skleroz, Otizim, Parkinson, Anksiyete, Depresyon, Obezite, Diyabet, Tip 2, Crohn, Ülseratif Kolit, Spastik Kolit. Örneğin;

Otoimmün hastalıklar; vücudun kendi doku ve organlarını yanlış anlayıp, onları yabancı görüp onlardan kurtulmak istemesi durumudur. Bunu yaparken de çeşitli antikorlar üretir. Bugün var olan otoimmün hastalıkların tam olarak neden oluştuğunu henüz bilmiyoruz. Bu hastalıklar genetik zeminde çevresel faktörlerle etkileşim sonucu oluşmuş olabilirler. Ancak, otoimmün hastalıklar için endüstri eliyle oluşturulmuş olabilecek hastalıklar demek içinde güçlü kanıtlarımız artık vardır. Özellikle endüstriyel gelişimini tamamlamış Avrupa, Kanada ve ABD gibi ülkelerde sıklıkla görülen otoimmün hastalıkları artık günümüzde ülkemizde de sıklıkla görmekteyiz ve eskisine nazaran daha komplike olmuş ağır formalarıyla karşıkarşıya kalmaktayız. Yine, özellikle Asya-Pasifik bölgesi başta olmak üzere endüstrileşmesini hızla tamamlayan diğer dünya ülkelerinde de bugün otoimmün hastalıklara daha sık rastlanıyor.

Sağlıklı bağırsak mikrobiyotasının önündeki diğer engeller sizce nelerdir?

Sağlıklı bir mikrobiyota için önerilerinizi nelerdir? Bozulmuş mikrobiyotayı tekrar düzeltebilecekmiyiz? Araştırmalarımız şunu gösterdi ki; mikrobiyotamızı sağlıklı ayakta tutmak istiyorsak yapmamız gerekenler var. Hergün mutlaka fiziksel olarak aktif olmalıyız yani egzersiz yapmalıyız. Bol lifli gıda meyve ve sebzeler yemeliyiz.Yapılabildiğince stressiz yaşam içinde olmalıyız. Bunlar çok sıklıkla söyleniyor evet ama, bu yaşam tarzı işe yarıyor. Geç de olsa düzeltme şansımız var. Bir kez daha altını çizelim: Adına gıda denen ürünlerden uzak durmalıyız.

Sonuçta; otoimmün hastalıklar ve endüstri ile bağlantıyı şu şekilde açıklıyoruz: İşlenmiş gıdaların hayatımıza giriş yapmış olması. Deneysel olarak da bu durum kanıtlanmıştır. Mısır şurubundan EKİM-ARALIK 2019 / PS 23


BESLENME VE SAĞLIK

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

TRANS YAĞ TÜKETİYOR OLABİLİRSİNİZ! Sağlığa Evet Derneği ve Türk Kardiyoloji Derneği tarafından İstanbul’da yapılan bir çalışma sonucunda, markette ve açıkta satılan gıda ürünlerinin bir kısmında tehlikeli oranda trans yağ bulunduğu açıklandı. ‘BİTKİSEL İSE GÜVENLİDİR’ ALGISI YARATILMAKTADIR Doç. Dr. Öner Özdoğan Türk Kardiyoloji Derneği Lipid Çalışma Grubu Başkanı “Trans yağ paketli gıda etiketlerinde ‘hidrojenize bitkisel yağ’ olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüketicide ‘bitkisel ise güvenlidir’ algısı yaratılmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü, gıdalarda her 100 gram yağda iki gram üzerinde trans yağ bulunmasının sağlığa zararlı olduğuna dikkat çekerek, 2023 yılına kadar gıda tedarik zincirinden trans yağların kaldırılmasını önermiştir. Ülkemizde de Tarım ve Orman Bakanlığı trans yağın gıdalarda mevcut toplam yağ miktarının % 2’si ile sınırlı olması için bir düzenleme hazırlığı içindedir. Sivil toplum kurumları bu girişimi desteklemekte ve sınırın % 1’e çekilmesini önermektedir.’’ ‘‘TÜRKİYE’DE DOLAŞIM SİSTEMİ HASTALIKLARI ÖLÜM YÜZDE 40’INDAN SORUMLUDUR’’ ‘‘Sanayi üretimi trans yağ, kalp krizi ve ölüme neden olan zehirli gıda katkısıdır. Günde 5 gram trans yağ tüketmek kalp hastalıkları riskini % 25 oranında arttırmaktadır. Çalışmada bazı gıda ürünlerinde o denli yüksek trans yağ bulunmuştur ki, her gün bu gıdayı tüketen birinde kalp hastalığı riskinin artacağı öngörülebilir. Kalp ve damar sağlığı için satışa sunulan yiyecek maddelerinin trans yağ içeriklerini mutlaka denetlemeliyiz. Trans yağın tedarik zincirinden kaldırılması yiyeceğin tadını ve maliyetini değiştirmeyecektir.’’ ‘‘BAZI GIDA ÜRETİCİLERİNİN KULLANDIKLARI YAĞLAR TOPLUM SAĞLIĞINI TEHDİT ETMEKTEDİR’’ Prof. Dr. Pınar Ay Sağlığa Evet Derneği Üyesi “Sağlığa Evet Derneği ve Türk Kardiyoloji Derneği tarafından ülkemizde satılan gıda ürünlerinde trans yağ miktarını saptamak üzere yapılan araştırmada. İstanbul’da marketlerde ve dükkanlarda satışa sunulan paketli ve açık 71 gıda ürününden örnek alınarak laboratuvarda trans yağ miktarı ölçülmüştür. Trans yağın, bu ürünlerin %7’sinde toplam yağ miktarında % 3’ü aştığı, % 13’ünde ise 1 gram üzerinde olduğu saptanmıştır. En yüksek 24 PS / EKİM-ARALIK 2019

trans yağ değerleri açıkta satılan börek çeşitleri ile paketlenmiş bazı keklerde bulunmuştur. Diğer tarafdan örnek alınan simit, açma gibi çokça tüketilen hamur ürünlerinde, margarinlerde, süt ürünlerinde, dondurulmuş gıda ve çerezlerde trans yağ oranı %1’in altında bulunmuştur. Mutfak Ürünleri ve Margarin Sanayicileri Derneği (MÜMSAD) tarafından 2014-2018 yıllarında yapılan başka çalışmalarda da örnek alınan margarin, sıvı yağ, çikolata, bisküvi gofret gibi gıda ürünlerinin hepsinde trans yağ oranı %W1 değerinin altında saptanmıştır. Bazı gıda üreticilerinin kullandıkları yağlar toplum sağlığını tehdit etmektedir. Açıkta satılan yağlı börekler ve paketli kekler özellikle okullar civarında kısıtlı bütçe ile karın doyurmaya çalışan öğrenciler tarafından tüketilmektedir. Çalışmayı genişleterek başka ürünlerin trans yağ oranlarını ölçmeyi hedefliyoruz. Halk sağlığı açısından sağlıklı yeni bir nesil yetiştirmeyi önemsiyoruz.” ‘TRANS YAĞ BULUNUR’ İBARESİ KISITLAMA DEMEK YETERLİ DEĞİL! Tanzer Gezer Sağlığa Evet Derneği Yönetim Kurulu Üyesi “Avrupa Birliği ülkeleri Dünya Sağlık Örgütü’nün bildirdiği trans yağ kısıtlamasını hukuka bağlamıştır. Türkiye’de ise 31 Aralık 2019 tarihi itibari ile trans yağa kısıtlama getirmek yerine paketli gıdada bulunan toplam yağın 100 gramında trans yağ 2 gramın üzerindeyse, ‘trans yağ bulunur’ ibaresi yazılacak. Bu bir kısıtlama değil, vatandaşın kendi kendini koruma altına almasına yönelik bir uygulama olacaktır. Diğer taraftan ölçülen gıda ürünlerinin bir çoğunda trans yağ oranı zaten % 1’in altında bulunmuştur. Yüksek bulunanlarda ise % 2 sınırının çok üzerinde değerler saptanmıştır. Bir çok üreticinin % 1 sınırına uyduğu dikkate alınarak Tarım ve Orman Bakanlığında bekleyen düzenlemenin en kısa zamanda yürürlüğe girmesini bekliyor ve halkımız adına talep ediyoruz.”


BESLENME VE SAĞLIK

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

YEMEK TERCİHLERİNİZİ İŞLENMİŞ ŞEKER ORANI YÜKSEK HAZIR GIDALARDAN YANA YAPMAYIN!

İŞLENMİŞ GIDALAR ERKEN YAŞLANMAYA DA SEBEP OLUYOR

Doç. Dr. Gökhan Özışık Memorial Wellness

Vücudun gereksiniminden fazla karbonhidrat ve şeker tüketmek, hem yaşam kalitesini düşürüyor hem de diyabet, kalp, kanser ve yüksek tansiyon gibi hastalıklara davetiye çıkartıyor. Vücuda çok fazla işlenmiş şeker alınması, uyku düzenine dikkat edilmemesi ve stres kontrolü yapılmaması erken yaşlanma ya da otoimmün hastalıklara yol açıyor. Orta yaş itibariyle sağlıklı ve doğal beslenerek kalori kısıtlaması yapmak, insan ömrünü ve kalitesini artırıyor.

İYİ ÇİĞNENMEYEN BESİN İYİ HAZMEDİLEMEZ

Çocuklarda okul hayatı ve sınavlar, yetişkinlerde ise iş hayatı ve geçim sıkıntısı strese neden olmaktadır. Vücut strese girdiğinde böbrek üstü bezlerinden kortizol hormonu salgılar. Strese maruz kaldıkça kortizol hormonunun salınımı artar ve bu durum böbrek üstü bezlerini yormaya başlar. Böbrek üstü bezleri yorulduğunda da sabah yataktan kalkmak zorlaşır, dikkat eksikliği yaşanır ve kişinin iş yaşamındaki başarısı olumsuz etkilenir. Sürekli maruz kalınan stres sonucu kortizol oranının hep yüksek olması, insan beyninde küçülmeye de neden olmaktadır. Beynin küçülmesi sonucu unutkanlık, erken yaşlanma, odaklanma sorunları ve öfkeyi kontrol edememe gibi birçok olumsuz etki ortaya çıkar. Kortizol artışına bağlı olarak insülin de artar ve şekerli besinler tüketme ihtiyacı görülür. İnsülin, her fazla kaloriyi yağa dönüştürmektedir.

Beslenmede yapılması gereken, geleneksel alışkanlıklara geri dönmek ve ailenin bir arada bulunduğu sofralarda ev yemekleri tercih etmektir. Ayrıca herkesin az ve sık yemesine gerek yoktur. Eğer yapılan testlerle şeker düşmesi denilen bir durum saptanırsa sık sık ve azar azar beslenilmesi gerekmektedir. Ama insülin direnci ya da şeker düşmesi yoksa genellikle insanların çalışma şartlarına göre 2 ya da 3 ana öğünle beslenmesi uygun olmaktadır.

Sağlıksız besinler tüketildiğinde ve iyi çiğneme yapılmadan yutulduğunda, mide yeteri kadar hazmedemediği için sindirim problemlerine yol açmaktadır. İyi hazmedilemeyen besinler safra kesesinden de boşalamaz ve bu durum gıdalardan alınan besin maddeleri yani aminoasitler, çinko, magnezyum ve vitaminlerin emilimini bozmaktadır. İnsan beyni, bir birim kas dokusuna oranla yaklaşık 16 kat daha fazla enerji kullanmaktadır. Dolayısıyla günlük enerjinin %20-25’ ini beyin tüketir. VÜCUT KENDİ DOKUSUNA SALDIRIYOR Beyin iyileşmeyi ve uzun yaşamı kontrol eden esas merkezdir. Tahılların içinde gluten denilen insan vücudunda hazmı çok Emilim yeteri düzeyde olmayınca kandaki düzeyler düşer beyin zor olan ve vücut sistemine zarar veren bir protein bulunmak- de ihtiyaç duyduğu enerjiyi kandan sağlayamaz duruma geletadır. Yani tahıl ya da ekmek sadece karbonhidrat olarak gö- bilmektedir. rülmemelidir. İnsan vücudu gluteni bir yabancı olarak kabul ederek vücudun savunma sistemleri buna reaksiyon göster- YEMEK TERCİHLERİNİZ DOĞAL VE SAĞLIKLI OLMALI mektedir. Bu yabancıyla savaşırken aslında vücut kendi dokularını tahrip ederek otoimmün hastalıklara sebep olmaktadır. Günümüzde sürekli bir yerlere yetişmek için koşturan insanlar Aşırı stres, vardiyalı çalışmak, kronik uykusuzluk, aşırı yapılan öğünlerini de bu hızda çabucak geçiştirmektedir. En yaygın haegzersizler, çok sıcak ya da çok soğuk ortamlara maruz kal- talardan biri yemeğe gereken önemin verilmemesidir. Yemek mak bağışıklık sistemini zayıflatarak yine otoimmün hastalık- tercihleri işlenmiş, şeker oranı yüksek, hazır gıdalardan yana yapılmaktadır. Kolay erişilebilen ve ucuza alınabilen, işlenmiş, lara zemin hazırlamaktadır. çok uzun süre rafta kalabilecek katkı maddeli gıdaları özellikle çocuklardan uzak tutmak gerekmektedir. KRONİK STRES BAŞARISIZLIĞA YOL AÇIYOR

EKİM-ARALIK 2019 / PS 25


OBEZİTE

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

TÜRKİYE OBEZİTEDE AVRUPA ŞAMPİYONU OLDU

Çağın hastalığı obezite ile mücadele konusu, Türkiye Obezite Araştırma Derneği (TOAD) ile Türk Diabet ve Obezite Vakfı iş birliğiyle gerçekleştirilen 10’uncu Ulusal Obezite Kongresi’nde masaya yatırıldı. 22-23 Kasım 2019 tarihleri arasında düzenlenen kongrede çağın hastalığı obezite ve obeziteye eşlik eden hastalıklar tüm yönleriyle ele alındı. TOAD Yönetim Kurulu ve 10’uncu Ulusal Obezite Kongresi Organizasyon Kurulu üyeleri, “Türkiye’nin Avrupa’da obezite şampiyonu” olduğuna dikkat çekerek, bu durumun sağlık başta olmak üzere pek çok soruna da yol açtığını vurguladılar. “OBEZİTE BİR HASTALIK OLARAK GÖRÜLMELİ” Prof. Dr. Ahmet Kaya

10. Ulusal Obezite Kongresi Başkanı “Obezite günümüzde, tüm yaş grupları için, uluslararası ve ulusal düzeyde bir ‘epidemi’ halini almış başlıca toplum sağlığı sorunudur. Obezite kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, diyabet, hiperlipidemi, bazı kanser türleri, kemik-eklem sorunları, obstrüktif uyku apnesi gibi pek çok sağlık sorununa yol açmakta, son derece ciddi bir morbidite ve mortalite sebebi olarak hem yaşam kalitesine olumsuz etmekte, hem de sağlık sistemine ağır bir ekonomik yük getirmektedir. Erişkin nüfustaki obezite oranı yüzde 20. Erişkin nüfusun yüzde 65’i aşırı kilolu ve obez. Çocukluk dönemlerinde de artık hızla artıyor. Kadınlarda obezite görülme oranı ise erkeklere göre iki kat daha fazla. Obeziteyle mücadele, sağlık ile ilgili tüm bileşenlerin katılımıyla, acil ve etkin olarak ele alınması gereken önemli bir halk sağlığı sorunudur.’’ OBEZİTE KONGREDE TÜM YÖNLERİ İLE ELE ALINDI ‘‘Türkiye Obezite Araştırma Derneği (TOAD) ile Türk Diabet ve Obezite Vakfı olarak düzenlediğimiz 10’uncu kongremizde obezitenin tedavi yönetiminde olması gerektiği gibi multidisipliner bir bakış açısı yansıtmaya çalıştık. Endokrinoloji, İç Hastalıkları, Aile Hekimliği, Pediatri, Bariyatrik cerrahi, Beslenme ve Diyetetik, Psikiyatri-Psikoloji, Egzersiz Uzmanlığı, Gıda sektörü gibi obezite ile mücadelede iş birliği içerisinde olan farklı alanlardan bilim insanlarıyla obezite her yönüyle tartıştık ve bu epidemiyle mücadelede yeni stratejiler için ortak fikirler üretilmeye çalıştık. Bunu yaparken sadece obeziteyle sınırlı kalmayıp günümüzün yeni kavramlarından ‘diyabezite’ ve ateroskleroz, hipertansiyon gibi eşlik eden hastalıklar üzerinde de durduk.’’ 26 PS / EKİM-ARALIK 2019

’“OBEZİTEDE TAKİP VE TEDAVİ KADAR ÖNLEME VE ÇÖZÜM ÇALIŞMALARI DA ÖNEMLİ” Prof. Dr. Volkan Yumuk TOAD Başkanı “Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre dünyada 650 milyon, Türkiye’de ise 20 milyon obeziteli birey var. Bu da ülkemizde her 3 kişiden birinin obeziteli olduğunu gösteriyor. Obezite karmaşık ve çok faktörlü bir hastalık. Türkiye’nin diğer obezitenin ön planda olduğu ülkelerden nedenler açısından farkı yok. Çevresel faktörler dediğimiz kabaca beslenme ve fiziksel aktivitenin azalmasıyla ilgili. Özellikle çocuklar 6-8 saat bilgisayar, TV karşısında. Sonuçta beslenme yoluyla enerjiyi fazla aldığımız, aktivite yapmadığımız ve az tükettiğimiz zaman aradaki fark depolanıyor. Enerji fazlalığı, hareket azlığı obeziteye yol açıyor. Obezite, besinler ile alınan enerjinin, harcanan enerjiden fazla olmasından kaynaklanan ve vücut yağ kütlesinin artmasıyla açıklanan tedavi edilebilir kronik bir hastalıktır. KİLO VERMEK BİRÇOK HASTALIK RİSKİNİ AZALTIYOR ‘‘Obezite başta tip 2 diyabet, hipertansiyon, kalp hastalıkları ve yağlı karaciğer olmak üzere birçok kronik hastalığın başlıca nedeni. Bir kilo vermek kan basıncını 1 mmHg düşürür. 5 kilo vermek diyabet riskini %55, osteoartrit riskini %50 azaltır.11 kilo vermek obstrüktif uyku apnesi riskini %76 düşürür.”


OBEZİTE

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ÇAĞIN HASTALIĞI OBEZİTE İÇİN ACİL VE ETKİN MÜDAHALE ŞART OLDU!

Sağlıklı bir insan vücudunun yaklaşık yüzde 20-25’i yağ dokusundan oluşur. Yağ dokusu oranını ölçmek ve kilo fazlalığı veya obezite tanısı koymak için en basit yol Beden Kütle İndeksi’ni bulmaktır.

“OBEZİTE TEDAVİSİNİN ÖNEMLİ BİR PARÇASI TERAPÖTİK HASTA EĞİTİMİDİR” Doç. Dr. Feray Akbaş Kongre Genel Sekreteri “Sağlık Bakanlığı, Türkiye Obeziteyle Mücadele Eylem Planı çerçevesinde Türkiye genelinde 80 obezite merkezi açıldı. Bur merkezlerde obeziteli bireyler takip ve tedavi ediliyor. 1 yıl boyunca takip ve tedavi, sonrasında koruma programına alınıyor. Kilo verenlerin ancak yüzde 20’si bu kiloyu koruyabiliyor. Yüzde 80’i kaybettiğini geri alıyor. Bunun ana sebeplerinden biri ekran zamanı. Ekran önünde günde 1 saatten az zaman geçirenler kilosunu koruyabilirken, 4 saatten fazla geçirenler kilosunu koruyamıyor. Çocuklar kadar yetişkinlerin de kendisini ekrandan koruması gerekiyor. Her hastanın multidisipliner bir yaklaşımla, hekim, beslenme uzmanı, egzersiz uzmanı, hemşire ve psikologdan oluşan bir ekip tarafından değerlendirilip, bireysel veya toplu eğitimler verilmesi hasta uyumunu arttıracak ve bireyin tedavisine aktif katılımıyla başarı oranını yükseltecektir. Amaç kalıcı yaşam tarzı değişikliğine odaklanmaktır. Bu nedenle obezitesi olan bireylere yeterli zamanın ayrılabildiği, aynı ekip tarafından uzun süre izlenebildiği özelleşmiş merkezlerin varlığı önem kazanmaktadır. Ülkemizde mevcut olan Avrupa Obezite Merkezleri ve Sağlık Bakanlığı Obezite Merkezleri de bu amaca hizmet etmektedir.”

“OBEZİTEYLE BAŞ ETMENİN ZORLUĞU KİLO VERDİRMEK DEĞİL O KİLOYU KORUYABİLMEK” Doç. Dr. Mustafa Kulaksızoğlu Kongre Genel Sekreteri “Hem toplumda hem sağlık profesyonelleri arasında obeziteyi hastalık olarak kabul etmek artıyor. Bu farkındalık iyi bir şey, tedavisi var tabii ki ama her şeyi hastalık haline gelmeden engelleyebilirsek, bu tedavinin daha başarılı olmasını sağlayacaktır. Eklem problemlerinden kadınlarda doğurganlık problemleri, gebelikte hipertansiyon, diyabet, erişkinlerde diyabetin hipertansiyonun kalp ve damar hastalıklarının obeziteyle ilişkili olarak artıyor. Maalesef kiloya bağlı hastalık çıkmadan bireyler tedaviye yönelmiyor. Şu anda piyasada yine medikal tedavi diyebileceğimiz var. Obeziteyle baş etmenin zorluğu kilo verdirmek değil, o kiloyu koruyabilmek konusunda. Bu konuda başarısızız. Kiloyu koruyabilmek için yaşam stilinin değişmesi gerekiyor.”

BKİ Vücut ağırlığını (kg) boyun karesine (m²) bölerek bulunur. 25-29,9kg/m² olması fazla kilolu 30kg/m² üzerinde olması obeziteli birey demektir.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 27


SEKTÖR GÖRÜŞÜ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ÖNCELİKLİ AMACIMIZ OBEZİTEYİ TEDAVİ ETMEK İÇİN İNOVATİF VE GÜÇLÜ ÜRÜNLER GELİŞTİRMEK. Dr. Rabia Demet Özcan

Novo Nordisk Türkiye

Son yıllarda obezite tedavileriyle de öne çıkan Novo Nordisk, tüm dünya ile birlikte ülkemizde de hızla artan obezite konusunda inovatif ürünler geliştirmek için çalışıyor, obeziteye bir sağlık hizmeti önceliği tanıyor. Novo Nordisk’in obeziteye karşı mücadeleye katkılarını ve obezite yönetiminin önündeki engellere dikkat çeken çalışmalarını, Novo Nordisk Türkiye Klinik, Medikal, Ruhsat ve Kalite Direktörü Dr. Rabia Demet Özcan ile konuştuk. . Zeynep Çetinkaya

Obezite konusuna girmeden Novo Nordisk’in sektör içinde payı nedir? Ar-Ge yatırımlarınız ve yenilikçi ilaç çalışmalarınız nasıl ilerliyor? Novo Nordisk, 1923 yılından beri başta diyabet olmak üzere, obezite, hemofili ve büyüme hormonu eksikliği alanlarında başarılarla dolu bir geçmişe sahip global bir sağlık şirketidir. 80 ülkede yaklaşık 42,200 çalışanıyla faaliyet gösteriyor ve ilaçlarını 170’in üzerinde ülkede hastalara sunuyor. İskandinavya’nın en büyük, dünyanın pazar değeri açısından en büyük 8’inci ilaç şirketi. Novo Nordisk bir vakıf şirketidir ve şirketin en büyük hissedarı ve dünyanın en büyük ikinci vakfı olan Novo Nordisk Vakfı, firmanın faaliyetlerine istikrarlı bir zemin oluşturmak ile beraber, insani ve bilimsel amaçlı çalışmalara destek vermektedir. Novo Nordisk, dünyada araştırma-geliştirme (Ar-Ge) çalışmalarına en çok bütçe ayıran şirketler arasında yer alıyor. Ar-Ge’ye ayırdığı pay her yıl bütçenin %14’üne ulaşıyor. Bu nedenle her yıl piyasaya 2 molekül verebilecek durumdadır. 28 PS / EKİM-ARALIK 2019

Türkiye’de kaç klinik araştırmanız var ve ne oranda pay ayırıyorsunuz? Geleceğe yön veren tedaviler ile insan hayatını iyileştirmeyi amaçlayan Novo Nordisk Türkiye’de de klinik çalışmalara büyük önem veriyor. 2012-2016 yıllarında tamamlanan 30 klinik araştırma sayısı ile Türkiye’deki ilk 5 ilaç firması arasında yer aldık. 2013 – 2017 yıllarında Türkiye’deki klinik çalışmalara toplam 60 milyon liraya yakın yatırım yaparken, 2018’de katkımız artarak 28 milyon TL bütçeye ulaştı. Bu alana yaptığımız yatırımımızı her yıl ortalama %10 büyütüyoruz. AR-GE ekibi özellikle hangi alanda,ne büyüklükte klinik çalışmaları yürütüyor? Türkiye’deki 24 kişilik Ar-Ge ekibiyle, şu anda 88 merkezde devam eden 2’si diyabet, 8’i biyofarma, 2’si obezite alanında olmak üzere Faz 1 ve Faz 4 çalışmaları kapsayan toplamda 12 uluslararası klinik çalışma yürütülüyor. Türkiye’de devam eden çalışmalarımızda toplam 250 araştırmacı aktif olarak rol alıyor.

Klinik araştırmalarda yeni bir gelişmeyi de paylaşmaktan mutluyuz. Bu yıl Türkiye klinik araştırmalar konusunda Klinik Geliştirme Merkezi olarak konumlandırıldı ve Cezayir, Fas Ukrayna, Lübnan operasyonları Türkiye’ye bağlandı. Bu dört ülkenin klinik araştırmaları artık Türkiye’den yönetiliyor.55 kişilik CDC ekibi Türkiye’yle beraber bu 5 ülkede toplamda 2.326 hastanın yer aldığı 22 çalışma yürütüyor.Bu proje ile Türkiye’deki ARGE bütçemizi iki katına çıkarmayı hedefliyoruz. Obezite konumuza dönecek olursak, dünyada ve Türkiye’de obezite artıyor. Kontrol edilebilir hale gelebilecek mi? Dünya Sağlık Örgütü’nün 2016 yılı verilerine göre dünyada fazla kilolu 1.9 milyar yetişkin insanın 650 milyonu obeziteli. Türkiye’de ise Sağlık Bakanlığı tarafından yapılan Beslenme ve Sağlık Araştırması’na göre obezite hastalığı görülme sıklığı %36. Yani baktığınızda Türkiye’de her 3 kişiden 1’i obezite hastası. Oysa obezite artık tedavi edilebilen kronik bir hastalık.


SEKTÖR GÖRÜŞÜ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

worldobesityorg/imagebank

‘‘Hareket etmek e iyi yaşamak obezitenin engellenmesinde rol oynayacak.’’

Obezite tedavi alanına girmeniz nasıl oldu ve kaç ürün çalışıyorsunuz? Modern yaşam şartlarının tüm dünyada obeziteyi arttırması bu alanda etkin tedavi geliştirmeye öncelik vermemize neden oldu. Obezite hastalarına sunduğumuz mevcut ilaç tedavilerinin yanında, Ar-Ge çalışmalarımızın %42’sini bu alandaki araştırmalarımız oluşturuyor, genel ürün araştırma portföyümüzde 7 obezite ürün adayımız var. Obezite hastalığının tedavisinde inovatif ürünler tek başına yeterli olacak mı? İnovatif ve güçlü ürünler geliştirmenin yanı sıra hastalara ulaşılabilir kılmak da önemli. Bunu tek başımıza yapamayız. Dünya çapında kurumlar, sivil toplum kuruluşları ve derneklerle güçlü iş birlikleri yaparak hastalar için en etkin tedavileri en yaygın şekilde erişebilir kılmak için var gücümüzle çalışıyoruz. Novo Nordisk Türkiye olarak bu hastalığa dikkat çekmek için pek çok bilimsel ve sosyal eğitimler düzenliyoruz. Farkındalık yaratacak projeleri destekliyor ve yeni projeler geliştiriyoruz. Öncelikle kamuoyunu hasta olmamaları için bilinçlendiriyoruz. Diğer yandan da hastalar için etkin tedavi seçenekleri sunuyoruz. Farkındalık yeterli değil ama olsa ve gerektiğinde medikal tedaviye ulaşmada hastalar sorun yaşıyormu? Son yıllarda özellikle hastaların tedaviye ulaşması için hükümetimiz çok ciddi aksiyonlar aldı ve obezite hastalarının ilaca erişiminde ilerleme kaydedildi. Obezite ile mücadelede ilk adım sizce ne olmalı? Obezite ciddi ve yaygın bir kronik hastalık. Türkiye obeziteyi tedavi edilebilir kronik bir hastalık olarak tanımlayan sayılı ülkelerden biri. Türkiye’de her 3 kişiden birinin obezite hastalığı olduğu göz özüne alın-

dığında, yeme ve hareketlilik alışkanlıklarının doğumdan itibaren ebeveynler başta olmak üzere okullar dahil her aşamada verilmesi gerektiğine inanıyoruz Obezite’ye dikkat çekmek ve farkındalığı artırmak için neler yapıyorsunuz? Türkiye Obezite Araştırma Derneği (TOAD) ile güç birliği yaparak geçen yıl Avrupa Obezite Günü öncesinde “Hadi Birlikte” projesinin hayata geçirdik. Projenin ilk ayağını gençleri ve geleceğin sağlık profesyonellerini bilinçlendirmek amacı ile “HADİ Medipol” diyerek Medipol Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde gerçekleştirdik. 11 Ekim Dünya Obezite Günü’nde TOAD ve TEMD (Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği) yöneticilerinin önderliğinde obezite hakkında farkındalık yaratmak ve ön yargıları yıkmak için “HADİ Birlikte” sosyal medya kampanyası başlatıldı. Bu yıl da Samsun ve İstanbul’da “HADİ Birlikte” kampanyası kapsamında bazı etkinlikler gerçekleştirdik. Bugüne kadar kampanyaya 150 binin üzerinde kişi katıldı. 2018’de, gazeteci Yeşim Sert Karaaslan tarafından derlenen, hasta hikayeleri ve uzman görüşlerinin yer aldığı “Obeziteye Meydan Okuyanlar” kitabını lanse etmiştik. 2019’da bu kitabın İngilizce çevirisi yapıldı ve Glasgow’da gerçekleşen Avrupa Obezite Kongresi’nde tanıtımı yapıldı. 2019’u kapatırken yine önemli bir projeye imza atmaya hazırlanıyoruz. TEMD, TOAD ve Novo Nordisk’in işbirliği kapsamında, çağımızın en büyük hastalığı olarak tanımlanan obezite konusunda en üst seviyede bilgi ve bilimsel veri üretmek amacıyla, “Obezite Akademisi” adını verdiğimiz bir oluşumu başlatıyoruz. Obezite Akademisi’yle amacımız, bu alanda toplum, hekim, diyetisyen, bariyatrik cerrah, egzersiz uzmanı, klinik psikolog, hemşire ve basın başta olmak üzere ilgili gruplara yönelik eğitim projeleri ve bilimsel projeler gerçekleştirmek.

Obezitenin yeterince tedavi edilememesinin temel nedenleri sizce farklı algılardan mı kaynaklı? Dünyada ve ülkemizde kronik bir hastalık olarak kabul edilse de pek çok obezite hastası maalesef hala tedavi edilemiyor. Glasgow’da düzenlenen Avrupa Obezite Kongresi’nde açıklanan ACTION IO (Awareness, Care, and Treatment In Obesity Management-an International Observation) adlı çalışmanın global sonuçlarına göre, her 10 obeziteli bireyden 8’i kilo verme sorumluluğunun yalnızca kendilerine ait olduğunu düşünüyor. 11 ülkede 14.500 obeziteli birey ve 2.800 sağlık mesleği mensubunun katılımı ile yapılan ACTION IO çalışması, pek çok sağlık çalışanı obeziteyi bir hastalık olarak kabul etse de obezitenin algılanmasında sağlık mesleği mensupları ve obeziteli bireyler arasında ciddi farklar bulunduğunu gösteriyor. Söz konusu çalışmaya göre, sağlık mesleği mensuplarının %71’i obeziteli bireylerin kilo vermeye ilgi duymadıklarını beyan etmiş, buna karşılık bu obeziteli bireylerin yalnızca %7’si kilo vermeye ilgi duymadıklarını bildirmiş. Ayrıca, obeziteli bireylerin %81’i geçmişte en az bir defa kilo vermek için ciddi çaba göstermiş. Ancak sağlık mesleği mensupları, hastalarının yalnızca %35’inin böyle bir çabaları olduğuna inanıyor. Obeziteli bireyler önyargılardan dolayı ne gibi sorunlar yaşıyor ve son olarak, nasıl bir mesaj vermek istersiniz? Obezite hastaları sadece kronik hastalıkların tehdidi altında değil. Birçoğu aile içinde, okulda, iş yerinde, toplu ulaşım araçlarında negatif ayrımcılığa maruz kalıyor. Obeziteli bireylerin sadece kendi tercihleri nedeni ile bu durumda oldukları, tembel oldukları düşünülüyor. Oysaki obezite, genetik sorunların ve çevresel faktörlerin de etken olduğu metabolik bir hastalık. Hareket edelim, alışkanlıklarımızı değiştirelim, dengeli beslenelim ve iyi yaşayalım. EKİM-ARALIK 2019 / PS 29


SEKTÖR

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon (PAH) tedavisinde dünyaca ünlü fikir liderlerinden Prof. Dr. Nazzareno Galie Prof.Dr.Sean Gaine Türk hekimleriyle buluştu.

Prof. Dr. Nazzareno Galie

Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon (PAH) akciğerlere giden damardaki (pulmoner arter) kan basıncının yükselmesi sonucu ortaya çıkan, nadir ve yönetimi zor hastalıklardan biridir. En sık görülen belirtisi eforla artan nefes darlığıdır. Hastalık, 5 ayrı grupta sınıflandırılmaktadır: • Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) • Sol kalp hastalıklarına bağlı PH • Akciğer hastalıklarına ve hipoksiye bağlı PH • Kronik tromboembolik PH • Birçok faktörün neden olduğu PH Zor bir hastalık olan PAH, PH alt gruplarından birçok hastalık ile karıştırılabilmektir. Erken tanı ve tedaviyle hastalığın olumsuz klinik sonuçlarının önüne geçilebilmektedir. Janssen Türkiye geçtiğimiz günlerde, PAH hastalığındaki gelişmeler ve yeni bir tedavi seçeneği ile ilgili hekimlere yönelik seri toplantılar düzenledi.

Prof. Dr. Sean Gaine

PAH Tedavisinde Paradigma Değişimi konulu ilk toplantı serisinde, PAH tedavisinde dünyaca ünlü fikir liderlerinden biri olan Prof. Dr. Nazzareno Galie, İzmir, Ankara ve İstanbul’da Türk hekimleriyle buluştu. Avrupa Kardiyoloji Derneği PAH tedavi kılavuzlarının editörü Bologna Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Galie, engin tecrübesini hekimlere aktardığı sunumunda, öncelikle PAH tedavisinin geçmişine, bugününe ve hastalığın zorluklarına değinerek vaka sunumları yaptı. PAH Tedavisinde NE değil, NE zaman konulu ikinci toplantı serisi de yine İzmir, Ankara ve İstanbul’da gerçekleştirildi. PAH tedavi alanının en çok tanınan fikir liderlerinden Mater Misericordiae Hastanesi Öğretim Üyesi Prof.Dr.Sean Gaine sunumlarında PAH tedavisinin geç dönemlere bırakılmaması gerektiğini önemle vurguladı.Yeni bir tedavi seçeneğini de klinik çalışmalar eşliğinde anlatan Prof. Gaine, PAH tedavisinde günümüzde umut veren tedavi seçeneklerinin ortaya çıkmasının sevindirici olduğunu söyledi.

30 PS / EKİM-ARALIK 2019


AKCİĞER SAĞLIĞI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ÜÇÜNCÜ EN SIK ÖLÜM NEDENİ: KOAH 20 Kasım Dünya KOAH Farkındalık Günü

Akciğerlerde hava yollarının daralmasına bağlı nefes darlığı ile kendisini gösteren KOAH’ın (Kronik Obstrüktif Akciğer Hastalığı) tüm dünyada önemli bir halk sağlığı sorunu. Farkındalık oluşması hastalığın tespitinde ve tedavisinde büyük önem taşıyor. Hasta sayısının 400 milyona yakın olduğu ve yılda 3 milyondan fazla kişinin bu hastalık nedeniyle öldüğü tahminin ediliyor. KOAH kardiovasküler hastalıklar ve inmeden sonra üçüncü en sık ölüm nedeni olan bir hastalık. Bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde KOAH prevalansı 40 yaş üstü popülasyonda yüzde 10 oranlarında. KOAH bu kadar sık görülen önemli bir toplumsal problem olmasına rağmen, hastalığın toplumda farkındalığı yeterli düzeyde değil. Bilinirliği düşük olan hastalık sinsi ilerlediği için hastaların en az üçte ikisi geç evrede tanı alabiliyor. KOAH için en yaygın risk faktörü tütün dumanının solunması.İkinci sıklıkta biyoyakıt dumanının solunması geliyor. Kırsal bölgede ekmek ve yemek yapmak ile ısınmak amaçlı yakılan ve biyoyakıt olarak isimlendirilen odun, çalı, kömür, tezek gibi organik maddelerin dumanının solunması tütün dumanı solunmasından çok daha yüksek riskte KOAH nedeni olarak kabul edilmektedir. Üçüncü sırada, iş yerlerinde zararlı tozların ve gazların solunması yer alıyor. ASTIM KOAH’A DÖNÜŞEBİLİR Tedaviye uyumsuz astımlı hastalarda zaman içinde hastalıkları KOAH’a dönüşebilir.

YILDA BİR KEZ TEST YAPILMALI KOAH’ın en önemli belirtisinin eforla oluşan nefes darlığı. Nefes darlığı şikayetine sıklıkla öksürük ve balgam çıkarma da eşlik eder. Ancak risk grubunda bulunan bir kişide bu belirtiler olmaksızın da KOAH gelişebilir. Bu nedenle 40 yaş ve üstü popülasyon içinde risk grubunda bulunanlara yılda bir kez erken tanı için solunum fonksiyon testi yaptırılması önerilir. KOAH erken evrede teşhis edilir ve hasta risk faktörlerinden uzaklaştırılırsa hastalığın ilerlemesi durdurulabilir veya yavaşlatılabilir. DOĞRU CİHAZ EĞİTİMİ ŞART KOAH tedavisinin başarının temel kriterlerinden birisi hastaların hastalıkları hakkında eğitilmesidir. Özellikle solunum yolu ile kullanılan inhalasyon tedavi cihazlarının doğru teknikle kullanılması ve fizik aktivitenin sürdürülmesi tedavinin başarısını belirleyen temel faktörlerdendir. Ancak inhalasyon cihazları kullanımında yapılan kritik hatalar çok yüksek oranda. Kabaca bir tahmin ile hastaların en az yarısı bu cihazları kullanmada önemli hatalar yapmaktadırlar. Sağlık kuruluşlarında hekimlerin günlük çalışma ritmleri çok yoğun olduğu için, doktorlar genellikle hastalarını eğitmede yetersiz kalmaktadırlar. Bu nedenle derneğimiz web sitesinde hazırladığımız hastalık ve tedavisi hakkında temel bilgiler ve inhalasyon tedavileri eğitim videoları ile hastalarımızın bu sorunlarına bir ölçüde çözüm bulmaya çalışıyoruz.

Prof. Dr. Mecit Süerdem KOAH Hastaları Derneği Başkanı

KOAH’TA BALON TEDAVİSİNE DİKKAT! Son yıllarda KOAH’ın balonla tedavi edilebileceği iddiaları sıklıkla yer almaktadır. Oysa; KOAH tedavi rehberlerinde böyle bir tedavi yok. Endoskopik bir yöntem ile, ucunda genişleme özelliği olan bir balon bulunan kateter nefes boruları içinde nereye kadar gidebilirse ilerletiliyor ve nefes boruları genişletilmeye çalışılıyor. KOAH, çapı 2 milimetreden küçük olan havayollarının bir daha düzelmeyecek şekilde bozulması ve hava keseciklerinin duvarlarının yırtılması ile karakterize bir hastalıktır. Balonlu kateterin bu bölgelere ulaşması mümkün değil. Dolayısıyla bu yöntem ile geçici bir süre için balonun ulaşabildiği nefes boruları genişletilebilir ve birikmiş balgam temizlenebilir. Ancak bu etkileri ile balon uygulamasının KOAH’ı tedavi ettiğini iddia etmek mümkün değil. Balon tedavisi ile yapılmış yeterli çalışmalar olmadığı için bu metodun faydalı ve zararlı etkilerini bugün için bilemiyoruz. KOAH’ta balon tedavisinin tüm etkilerini ortaya koyacak birden fazla merkezin birbirinden bağımsız, çok hasta katılımlı ve uzun süreli çalışmalar yapması gerekiyor. Bu çalışmalardan elde edilen sonuçlara bakarak, herkesin kabul edebileceği nitelikte pozitif etkiler gösterilmeden, çok yüksek bedeller karşılığında bu yöntemin uygulanmasını doğru bulmuyoruz. EKİM-ARALIK 2019 / PS 31


DOSYA:DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

DİYABET

Diyabet Her Aileyi İlgilendirir Ailede bir kişi diyabet tanısı aldığında ailede 4 kişiden biri diyabet konusunda risk altındadır. Hazrlayan:Zeynep Çetinkaya

32 PS / EKİM-ARALIK 2019


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Kompleks bir hastalık olarak TÜRKİYE’DE DİYABET’İN DÜNÜ BUGÜNÜ GELECEĞİ

14 Kasım Dünya Diyabet Günün’de IDF 9. Diyabet Atlası ile yeni diyabet verilerini yayımladı. Diyabetli Sayısı: 463 milyona ulaştı. 2017 yılında yayınlanan sonuçlara kıyasla 38 milyon daha fazla yetişkinin diyabetle yaşadığı tahmin ediliyor. 29-31 Ekim tarihinde düzenlenen 6.Türk Tıp Dünyası Kurultayı’nda TÜSEB Tür-

kiye Halk SağlığI ve Kronik Hastalıklar Enstitüsü (TÜHKE) Başkanı Prof.Dr. İlhan

Satman ‘‘Türkiye’de Diyabet’in Dünü Bugünü Geleceği’’ başlıklı sunumunda paylaştığı Türkiye’nin diyabet geçmişine dönük verilerin, aslında tehlikenin sinyallerinin o dönemlerden itbaren verdiğini görebiliyoruz.

Prof. Satman günümüzde dünyada olduğu gibi Türkiye’de diyabet ve obezite artışının dünya ortalamaları içinde oldukça yükseldiğini, Avrupa’da en yüksek artış oranına sahip ülke konumuna geldiğimizi söylüyor. Diyabet ile birlikte obezitenin de toplum düzeyinde ele alınarak politika geliştirilmesi ve sağlık sistemi içerisinde acil müdahale edilmesi gerektiğinin altını çiziyor. DİYABET’İN DÜNÜ Türkiye’de diyabet üzerine araştırmalar 1940’lı yıllara dayanmaktadır. Bu çalışmaların çok sayıda olmasına rağmen standartizasyonundaki farklılıklar ve lokalize yerlerde gerçekleştirilmiş olması nedeniyle, 1997-1998 yıllarına kadar Türkiye’de diyabetin yaygınlığı konusunda çok net bir fikir birliği yoktu. Sağlık Bakanlığı Türkiye’de diyabet sıklığının %2 civarında olduğunu, diğer araştırmacılar %6’larda olduğunu söylüyorlardı. TURDEP I / TURDEP II ÇALIŞMALARI Uzun uğraşılardan sonra 1997-1998 yılları arasında 540 merkezde randomize 24.788 kişide OGTT ve yaşam tarzı testiyle bir çalışma yaptık. Çalışmada Türki-

ye’de diyabet prevelansının %7.2 olduğunu gördük. Öncesinde K.K.T.C’de yapılan çok daha küçük ve lokalize çalışmada, sıklığı bizden %25 civarında daha yüksek bulmuştuk.

Prof. Dr. İlhan SATMAN TÜSEB Türkiye Halk Sağlığı ve Kronik Hastalıklar Enstitüsü (TÜHKE) Başkanı

1998 yılındaki çalışmadan 10 yıl geçtikten sonra yine aynı merkezlere giderek, üniversiteler, eğitim-araştırma hastaneleri ve Sağlık Bakanlığı şemsiyesi altında yapılan toplum farkındalığı çalışmaları yazılı-görüntülü medya ile bu kadar diyabete dikkat çekiliyor,herhalde çok da fazla artmamıştır diye düşündük. Aynı yöntemlerle OGTT ele alarak yaptığımız karşılaştırmaların sonuçlarına baktığımızda 2012 yılında özellikle orta-ileri yaş gruplarından itibaren diyabet sıklığının çok ciddi bir şekilde 12 yılda artış göstermiş olduğunu bulduk. Randomize çalışmamızda açlık kan şekeri, OGTT ve HgA1c bakmıştık. Buna göre değerlendirdiğimizde; %90 artış görülmüş, yine aynı yöntemi kullanarak değerlendirme yaptığımızda ise %66 oranında artış olduğunu tespit etmiştik.

Bulaşıcı Olmayan Hastalıklar Risk Platformu’nun Türkiye ve diğer ülkeleri değerlendirdiği raporda ise 1980-2014 yılına kadar 25 yıl içinde 18 yaş ve üzerindeki diyabetlilerin 35 ülke içinde ortalama diyabet trendi göz önünde alındığında,Türkiye’nin hızlı bir artış trendi içinde olan ülke konumunda görülüyor.

BU ARTIŞLAR NEYİ GÖSTERİYORDU ?

2017 DİYABET ATLASI VERİLERİ

Bu artışların özellikle çok ileri yaş gruplarında ki yaşam süresi uzaması ile 75-80 yaş gruplarında çok daha ciddi bir şekilde bu hastaların aramızda olduğunu ancak çok dikkat çekmediğini ve bu grubun içinde erkeklerin daha da yoğun olduğunu görebiliyoruz. Çalışma sonuçlarına baktığımızda da, Türkiye’deki diyabetlilerin %44.5’inin hastalığının farkında olmadan en azından ve birkaç yıl tedavi almadığını söyleyebiliyoruz.

2017 yılı itibariyle dünya’da 20-80 yaş arası diyabetli nüfus 426 milyon, Avrupa’da 58 milyon ve Türkiye’de 6.7 milyon diyabetli bireyin yaşadığını görüyoruz. Ortalamaya baktığımızda yaşa göre ayarlanmış standartize diyabet prevalansı %8.8, Avrupa’da 6.8 ve Türkiye’de 12.1. Bizim bulduğumuz yüzdelerden farklı çünkü ülkelerin yaşam yıllarındaki farklılıklara göre standartize ediliyor. Farkına varılmayan tanı almamış bölgeden bölgeye farklılıklar göstermiş olarak diyabetli oranı %50, Avrupa’da %37.9 ve Türkiye’de %38.2.

ULUSLARARASI KARŞILAŞTIRMALARLA TÜRKİYE’NİN DURUMU OECD ülkelerinin 2015 yılında 20-79 yaş arasında ülkelerin diyabet prevalansına baktığımızda ise; ortalamanın %7.6 olarak Türkiye’nin Meksika’dan sonra sıralamada 34. ülke konumunda %12.8 oranla görmekteyiz.

Bir yıl sonra IDF’in 2017 yılında yayımladığı raporunda Avrupa Birliği ve aday ülkelerinde Tip1, Tip 2 diyabetli 18-99 yaş aralığı diyabet prevelansı araştırması ve karşılaştırmasında Türkiye yine Avrupa Birliği Üye aday ülkeler arasında en yoğun sıralamasında 1. sırada görülmektedir. 28 ülkenin içinde neredeyse 2 kat diyabet sıklığı söz konusu. IDF 2019 yayımlanan 9.raporunda daha da artış gösterdiğini biliyoruz.

EKONOMİYE YÜKÜ Bu kadar diyabetli nüfus ekonomiye büyük bir yük getiriyor. Dünya ortalamasında kişi başı diyabet harcaması ortalama 1.706 Amerikan doları, Avrupa’da 3.132 ve Türkiye’de 814 Amerikan doları. EKİM-ARALIK 2019 / PS 33


DİYABET

40 YAŞINDAN İTİBAREN BÜTÜN TOPLUM RİSKLİDİR VE TARANMALIDIR.

MORTALİTE ORANLARI YÜKSEK! Diyabete bağlı 20-80 yaş grubunda yıllık mortalite oranlarına baktığımızda 2015 yılında mortalite oranı 4 millyon, Avrupa 500 bin Türkiye’de 50 bin kişinin diyabet nedeniyle hayatını kaybettiğini söyleyebiliriz. IDF AVRUPA KARŞILAŞTIRMASI İÇİNDE DİYABETİN EN SIK GÖRÜLDÜĞÜ ÜLKELER ARASINDA TÜRKİYE 2017 YILINDA İLK SIRADA YER ALDI IDF Diyabet Atlası’nın 6.sınde 2013 yılı Avrupa’da Diyabetin en yüksek oranda görüldüğü ilk beş ülke (20-79 yaş) içinde, nüfus yoğunuluğu bakımından diyabetin en yoğun olduğu 3. ülke oldu. IDF daima diyabetin en yoğun olduğu ve olacağı ilk 10 ülke sıralaması yapar ve 2017 yılında 7. atlasında ilk sırada yer aldı. Gelecek projeksiyonuna göre de, Türkiye ne yazık ki 2045 yılında dünyada diyabetin en sık olacağı 10.ülke konumu ile 11.2 milyon diyabetli nüfusumuzun olacağı öngörülüyor. 2010 YILINDA TAMAMLANAN TURDEP II ÇALIŞMASINDAN SONRA ÜLKEMİZDE BU KONU İLE İLGİLİ NELER YAPILDI? Dünya Sağlık Örgütü ile yapılan Hane Halkı Sağlık Araştırması STEPS’in Türkiye ayağı geçtiğimiz yıl açıklanmıştı. 15 yaş ve üzeri nüfusta diyabet prevalansının %12 olduğunu gördük. Bu araştırmada OGTT yok sadece beyan, ilaç kullanımı ve açlık kan şekerine dayalı bir değerlendirme. HbA1c de yer aldı ancak çok büyük fark göremedik. Yine Sağlık Bakanlığı’nın Türkiye Beslenme ve Sağlık Araştırması oldukça kapsamlı 6 bin kişi üzerinde yapılan bir araştırmaydı. 19 yaş üzeri ve diyabet prevalansı %13.5 görülüyor. Bu oranlar %20-27 oranında daha yüksek çıkıyror. 2018 yılında Türk Kardiyoloji Derneği ile birlikte Türkiye’de yapılmış toplum bazlı çalışmaları bir araya getirdiğimizde son 15 yılda yapılan epidomiyolojik çalışmaları da alt alta sıraladığımızda bu analizlere göre artış hızının biraz yavaşladığını görüyoruz. Evet artıyor ama trend biraz yavaşlamış görülüyor. 34 PS / EKİM-ARALIK 2019

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

GÜNCEL PREVALANSI NASIL HESAPLIYORUZ? Her yıl Ocak ayı sonunda bir önceki yılına ait nüfus rakamları açıklandığında bizde prevalansı standartize olarak hesaplarız. 2016 yılında diyabet prevalansının %15.1, 2017 yılında %15.3 ve 2018 yılında %15.4’e yükseldiğini söyleyebiliriz. Bunlar yaşam tarzı faktörlerindeki değişimler hiç dikkate alınmadan sadece nüfus dinamiklerine göre karar verilen tahmini prevalanslardır. ÇOCUKLUK ÇAĞI DİYABETİ Çocukluk çağı diyabeti, daha çok gelişmiş ülkelerin sorunu gibi görülüyor. Bununla ilgili çeşitli teoriler var. Ayrıntıya girmeyeceğim ancak, kuzey yarımkürede daha fazla olduğu, güneye ekvatora doğru inildiğinde biraz daha azaldığı söylenirse de son zamanlarda Suudi Arabistan’dan, İtalya Sardunya Adası’ndan gelen rakamlar bunun çok da doğru bir yaklaşım olmadığını gösteriyor. 2015 yılında OECD ve Diyabet Atlası’ndan aldığımız değerlendirmede 15 yaş altı, bin çocuk için 1.2 yeni ortaya çıkan tip1 diyabetli vakadan bahsediyor. Türkiye’de ise 0.05 yeni vaka gösterilmiş. IDF 2017 8. Atlası’nda 20 yaş altı tip 1 diyabet sayısını 25.670 olarak veriyor. Genç orta-ileri yaş gruplarında 1998-2010 yılları arasında diyabet sıklığına baktığımızda gelişmiş ülkelerde genç yaş grubunda artışa dikkat çekiliyor. Türkiye’de 12 yılda 20-45 yaş arası diyabetli sayısı %200 üzerinde artmış, halbuki bu diğer ülkelerde %20’lerde. Orta yaş 45-64 yaş grubunda %40-60’larda olan artış, bizde %73.8 ve ileri yaş kuşağında gelişmiş ülkelerde %60 oranında bir artışa karşı ülkemizde %71.4 oranında olduğunu görüyoruz. Bu da şu demek; 65 yaş üzerinde her üç kişiden biri diyabetli oluğunu göstermektedir.65 yaş üstü diyabet artışını polikliniklerde de görüyoruz. IDF’e göre 2045 projeksiyonunda Türkiye’nin dünyada en yaşlı diyabetli nüfusa sahip 8.ülke konumuna geleceğini, 5 milyon üzerinde 65 yaş ve üzeri diyabetlimiz olacağını gösteriyor. Bu sayı ortalama bir Avrupa ülkesinin nüfusuna denk gelmektedir. Yine Küresel Hastalık Yükü çalışma grubunun çalışmasında da 195 ülkede 2017 yılında dünyada 476 milyon diyabetliye her yıl 23 milyon diyabetli ekleniyor. Bunların içinde tip1 diyabetli 13 milyon ve her yıl 400 bin yeni vaka, tip 2 diyabet 463 milyon ve artış oranı da yılda 22.5.

DİYABET VE MORTALİTE OECD’nin 2016-2040 yılına kadar dünyada başta gelen ölüm nedenleri projeksiyonlarına göre; diyabet 13. sıradayken 2040 yılında 9.sıraya yükseleceği öngörülüyor. Türkiye’de 2005-2015 aynı çalışmada hastalık yüküne baktığımızda erken ölüm nedenlerinde 13. sıradan 9. sıraya, engellikle geçen süre de ise 3.sırada olduğu görülüyor. TÜRKİYE OECD İÇİNDE YAŞAM SÜRESİNİN EN ÇOK ARTTIĞI ÜLKE. 1970’lerden günümüze yaşam beklentisi 24 yıl artmış. 1990 yılında bir kadın ortalama 72 yıl yaşarken 2017 yılında 83.3 erkeklerde ise 65.7’ye gelmiş durumda. Sağlıklı diyebileceğimiz yaşam yıllarında bile ortalama bir kadın yaşantısının 13 yılını hastalıkla uğraşarak geçiriyor, erkekler de ortalama son 10 yılını %80 bulaşıcı olmayan hastalıklarla boğuşarak geçiriyor. Bunlar içinde diyabet oranı %60 üzerinde. ÜLKELERİN SAĞLIK HARCAMALARININ %5-20’SİNİ DİYABETE YAPMAKTADIR Dünya’da harcama 2017’de 727 milyon oldu 2045 yılında 845 billion Amerikan dolarına çıkacağı hesaplanmaktadır. Türkiye’de bütçemizin %4.2’si sağlığa ayrılıyor. SGK’nın 2 yıl önceki verilerine göre bunun %16’sı diyabet ve diyabetle ilişkili hastalıklara harcandı. 40 YAŞINDAN İTİBAREN BÜTÜN TOPLUM RİSKLİDİR VE TARANMALIDIR! Uluslararası kılavuzlara baktığımızda, diyabet risk gruplarının 45 yaşından sonra diyabet bakımından herkes riskli ve taranmalıdır diye söylenir. Bunun nedeni de bir toplumda bir hastalığın %10 üzerinde görüldüğünde, o toplumda sık olan bir hastalıktır anlamına gelir. Bizim toplumumuzda 1998 yılında 45 yaşından sonra %10 üzerinde görüyorduk. Günümüzde 40 yaşından itibaren %10 oranını aştığını gördüğümüz için biz de kılavuzlarımızda; ‘40 yaşından itibaren bütün toplum risklidir ve diyabet için her yıl bir taramadan geçirilmelidir’ diye öneriyoruz. Bu artışın nedenlerine baktığımızda ise; Yaşam süremiz uzamıştır ama yaşam tarzımız değişmiştir. Kilo aldık, santral obezitemiz arttı ki bu en çok erkeklerde arttı. Öncelikle Sağlık Bakanlığı’nın sigarayla savaşı erkeklerde sigaranın bırakılması ile yerine farklı bir şeyin konulamaması, beslenmeye bağlı farklı tercihlerle alınan kiloların bir ilişkisi olduğunu biliyoruz.


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Ülkemiz obezite ve diyabetin en önemli toplum sağlığı sorunları olduğuna işaret etmektedir. Gelecek kuşaklarda bu sorunların azaltılabilmesi için obezite ve diyabeti önlemeye yönelik yaşam tarzını özendirici acil bir eylem planı oluşturulması ve derhal uygulamaya konulması gerekmektedir.

Fiziksel aktivite ve diyabet prevalansı arasındaki ilişkiyi hepimiz biliyoruz. Düzenli ve yoğun fiziksel aktivite yoğun yapanlarla yapmayanlar arasında karşılaştırdığımızda, diyabet prevelansında 2 kat fark var. OECD ülkeleri içerisinde yapılan değerlendirmede daha az hareket ediyoruz. Kendi çalışmalarımıza baktığımızda diyabetlilerin yarısına yakını obez, yarısından biraz daha fazlası hipertansif %38’inde hem diyabet hem de hipertansiyon var. Bunlar önceden de ortaya çıkmış olabiliyor veya diyabet sırasında da ortaya çıkabiliyor. Bu üçlüye çok ciddi dikkat etmemiz gerekiyor. Kadınlarda yaşlanmayla birlikte BKİ ve bel çevresinde artış, hipertansiyon ve özellikle hipertansiyonun kontrolsüz olması, yaşanılan bölge, eğitim durumu ve ailedeki kişi sayısının artışı ile diyabet riskinin arttığını görüyoruz. Erkeklerde ise; yine yaşlanma ve BKİ, hipertansiyonda aynı şekilde görülüyor. Erkeklerde bir başka etken olan medeni durumu da etkili oluyor. PEKİ NELER YAPMALIYIZ? Tip 2 diyabet gelişiminde rol alan birbirleriyle ilişkili mekanizmalara baktığımızda modern tıp epigenetik ve epigenetik mekanizmalarla ilgili yeni çalışmalar içinde. Daha net bilgiler elimize gelene kadar çevresel faktörleri biraz daha gözden geçirmeli, yaşlanma ve yaşlanma ile gelen sorunlara karşı bir araya gelerek farklı çalışmalar yapmamız gerekiyor. Diyabeti toplum düzeyinde ele almak için politikalar geliştirilerek sağlık sistemi içerisinde müdahale edilmesi gereklidir. Sağlıklı eko-çevre oluşturmalıyız. Toplumun eğitim ve farkındalık düzeylerini artırmalıyız, risk faktörlerini azaltmalıyız. Birinci basamağa ve koruyucu tıp uygulamalarına öncelikli önem vermeliyiz. Diyabetin tedavisi, mevcut hastaların tedavisi ikinci ve üçüncü basamak kliniklerde çok daha akılcı modern bir şekilde yapılmalı ve mutlaka hasta merkezli bireysel yaklaşım içinde olmalıyız.

DSÖ’nün bulaşıcı olmayan hastalıklar için risk indikatörlerine 2025 yılına kadar örneğin diyabet ve obezitenin sıklığının değişmemesi, artmaması bir kalite endikatörü olarak alınmış durumda. Değerlendirme 25 kalite endikatörü içinde ise, diyabetin hem mortalite ve morbititenin azaltılması hem de risk faktörlerinin azaltılarak yeni teknolojilerin uygulanması açısından ele alınması gerekli bir antite olarak kabul edilmektedir. Geçen yıl BM komisyonunda son dönemde başarılı çalışmalarından dolayı Sağlık Bakanlığı’mıza ödül verilmişti. Umarız bu çalışmalarımız çok daha sonuca dayalı bir şekilde devam eder. 2010 yılında TURDEPII bilinen diyabetlilerde glisemik kontrole baktığımızda HbA1c %7 oranında bu da mevcut diyabetlilerin %52’inin kontrollü olmadığını gösteriyor. Daha sonra TEMD çok merkezli çalışmasında 10 yıllık bir diyabet sonrasında diyabet kontrol rakamlarının eski orana göre düştüğünü söyleyebiliriz.Tip 2 diyabetlilerde %8.7, tip2 diyabetlilerde ortalama HbA1c % 7.7 Şüphesiz bunun diğer metabolik parametreleri de var. Ama şunu söyleyebilirim; bütün yaşam tarzı faktörleri ve tedavi uyumlarını dikkate alırsak, bütün bu faktörlerin diyetle uygulayabilen başarılı olunabilen hasta başarı oranı %8 ile kalıyor. Buna lipidler, kan basıncı, fiziksel aktivite, sigaranın bırakılması, kilo verilmesi de dahil. Metabolik faktörlere baktığımızda ileri yaşlardaki kadınların daha başarı sağladığını görebiliyoruz. KOMPLİKASYONLARI ÖNLEYEBİLİRİZ Yapılan çalışmalar 2009-2010 yıllarında ortalama tip 2 diyabetlilerin %60 ‘ında kronik komplikasyon olduğunu, en sık komplikasyon mikroanjiyopati komplikasyonları olduğunu görüyoruz. ADMIRE Çalışmasına baktığımızda, hastaların %60’ında kronik komplikasyon var. En sık görülen kronik komplikasyon nöropatidir. TEMD’in geçen sene yayımlanan en son tip 1 ve tip 2 diyabetlilerde makrovasküler komplikasyonlar çalışmasına göre, tip 2 ler için her 4 kişiden birini ilgilendirdiğini mikrovasküler komplikasyonlar için tip 2 diyabetlilerde her iki kişiden birinde ve tip 1 diyabetlilerin de %40’ında böyle bir sorun olduğunu söyleyebiliriz.

HASTA UYUMU VE YÖNETİMDEKİ SORUNLARIN ÇÖZÜMÜ İÇİN ÖNERİLER Diyabet tedavisinde tüm dünya klavuzlarında yer alan öneri; ‘Hasta Merkezli Yaklaşım’dır. Aslında hasta hastalanmadan birinci basamak hekimlerince takip edildiğinde yaşam tarzı faktörlerinin düzeltilmesi, eğitilmesi eğer hastalığa tanı alırsa ikincil koruma anlamında tedaviye uyumla komplikasyonların ve engellikle geçen yılların azalacağını hastaya eğitimle gösterilmesi gerekiyor. Tabii hasta uyumsuz olduğu takdirde bu kolay olmuyor. Sağlık Bakanlığı bu konuya dikkat çekmek için bir dizi çalışma yapıyor. Eko sistemi geliştirmeye çalışıyorlar. Örneğin, reklam kısıtlamaları hatta yasaklamalar, paketli gıdalarda trafik ışıkları, okulda sağlıklı beslenme, ortaokuldan başlayan sağlık okur yazarlığı, sağlıklı yeme alışkanlıklarının evden itibaren değiştirilmesi gibi önerileri ile bir dizi çalışma içinde farkındalığa dikkat çekmeye çalışıyor. Ancak bıkmadan usanmadan anlatarak, bu sorunların üstesinden gelebiliriz. ‘‘ Hasta açısından tedaviye uyum şart ve bu konuda ciddi sorunlar var. Diğer taraftan hizmet kalitemize de bakmamız gerekiyor.’’ Biz hekimlere düşen görevler de var. Örneğin 65 yaşın üzerindeki bireylerde metabolik kontrol daha iyi. Günümüzde dünya diyabette klinik enerji’den bahsediyor. Bazen, 65 yaş üzerinde yaşa özgün risk faktörlerine uygun HbA1c değeri elde etmek gerekirken, tıpkı 20-40 yaşındaki bir diyabetli birey gibi değerlendiriliyor ve diğer riskleri de artırabilecek birtakım karmaşık ilaçlar verilebiliyor. Bazen kognitif fonksiyonları daha da bozulabiliyor, tedaviye uyumunu daha da zorlaştırıyor. Diğer taraftan diyabet eğitimle anlatılması gereken bir hastalık. Kişi başına ayrılan muayene süresinin kısıtlılığı nedeni ile klinik enerji halen sorun olmaya devam ediyor. Başarılı bir tedavi ve uyum için, hastalara bakım kalitemizi de biraz daha artırmamız gerekir diye düşünüyorum.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 35


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

IDF 9.DİYABET ATLASI YAYIMLANDI DİYABETLİ SAYISI: 463 MİLYON! IDF Diyabet Atlası, diyabet bakımı ve önlenmesi hakkında karar vermek zorunda olanlar ve bu tür kararları etkilemek isteyenler için önemli bilgiler sağlıyor. IDF Diyabet Atlası Komite Başkanı, Profesör Rhys Williams; ‘‘ 9. baskı için kayda değer miktarda araştırma ve yeni kanıtlar toplandı. Bu, tahminlerimizi desteklemektedir. Diyabet topluluğunu ve daha geniş kamuoyunu, durumun dünyadaki yaygınlığı hakkında bilgilendirmeye gayret ediyoruz ”dedi. Uluslararası Diyabet Federasyonu, 14 Kasım 2019 Dünya Diyabet Günün’de IDF Diyabet Atlası’nın 9. Basımını yayımladı. Son rakamlar, dünya genelinde diyabet ile yaşayan 463 milyon insanın sayısının artmaya devam ettiğini gösteriyor.Dünya 2017 yılında yayınlanan sonuçlara kıyasla 38 milyon daha fazla yetişkinin diyabetle yaşadığı tahmin ediliyor. Son Atlas, diyabetin küresel prevalansının % 9,3’e ulaştığını ve yetişkinlerin yarısından fazlasının (% 50,1) teşhis edilmediğini bildiriyor. Tip 2 diyabet ise, diyabetli tüm kişilerin yaklaşık % 90’ını oluşturur. Tip 2 diyabetli insan sayısındaki artış, sosyo-ekonomik, demografik, çevresel ve genetik faktörlerden etkilendiği, kentleşme ve yaşlanan nüfus, fiziksel aktivite seviyelerinin azalması ve aşırı kilolu obezite bu faktörlerin başında geliyor. Ayrıca; bilinmeyen nedenlerden dolayı, tip 1 diyabet prevalansında da artış görüldüğü belirtiliyor. ‘‘Ciddi bir küresel sağlık sorunu’’ IDF Başkanı Profesör Nam H. Cho; “Diyabet, göz ardı edilemeyecek büyük bir sosyo-ekonomik etkiye sahip ciddi bir küresel sağlık sorunudur. Artan diyabet prevalansı, özellikle tanı konamayan yüksek sayıda insan olduğunu düşündüğümüzde endişe için gerçek bir neden. Tip 2 diyabeti önlemek, her türlü diyabetin erken teşhisini koymak ve komplikasyonları önlemek için daha fazlasını yapmalıyız. Ayrıca diyabeti olan her kişinin ihtiyaç duyduğu bakıma uygun fiyatlı ve kesintisiz erişime sahip olmasını sağlamalıyız. IDF Diyabet Atlası, diyabet bakımı ve önlenmesi hakkında karar vermek zorunda olanlar ve bu tür kararları etkilemek isteyenler için bilgi sağlıyor.” Diyabetin, coğrafya ve gelire bakılmaksızın tüm yaş grupları üzerinde etkisi vardır. 20 yaşından küçük 1,1 milyondan fazla çocuk ve ergen, tip 1 diyabetle yaşıyor. Diyabetli dört kişiden biri (352 milyon) 20-64 yaş arasındadır. 65 yaş üstü beş kişiden biri diyabet hastasıdır. Yaygınlıktaki artış, ülkelerin düzenli olarak diyabette uygun bakım, tedaviye erişimi ve kontrol altına alma kapasitelerini zorlamaktadır. Bu, birçoğunun diyabetli hastanın diyabetini yönetme mücadelesi vermelerine, sağlıklarını ciddi bir risk altına sokmalarına sebep olmaktadır. Diyabetleri tespit edilmediğinde veya yetersiz desteklendiğinde, diyabetli insanlar kalp krizi, felç, böbrek yetmezliği, körlük gibi ciddi ve hayati tehlike oluşturan komplikasyon riski altındadır ve alt ekstremite amputasyonu ile karşı karşıya kalmaktadır. Bunlar yaşam kalitesinin düşmesine ve sağlık bakım maliyetlerinin yükselmesine neden olmakta ve ailelere aşırı stres getimektedir. 36 PS / EKİM-ARALIK 2019

IDF Diyabet Atlası, diyabetin tüm dünya için önemine ve artan etkisine dikkat çekiyor. Diyabetin etkisini azaltmak için çok şey yapılabilir. Kanıtlar, tip 2 diyabetin sıklıkla önlenebileceğini, erken tanı ve her türlü diyabet için uygun bakıma erişimin, hastalıkla yaşayan insanlarda komplikasyonları önleyebileceğini veya geciktirebileceğini öne sürülmektedir. IDF Diabetes Atlas 9.basımı’ndaki diğer önemli bulgular • Diyabetli toplam insan sayısının 2030 yılında 578 milyona, 2045 yılında ise 700 milyona yükseleceği tahmin edilmektedir. • 374 milyon yetişkinin glukoz toleransını bozuk. Bu durum bireyleri tip 2 diyabet geliştirme riskine sokmaktadır. • Diyabet, 2019’da tahmini olarak 760 milyar ABD doları sağlık harcamasından sorumludur. • Diyabet ilk 10 ölüm sebebi arasındadır ve ölümlerin neredeyse yarısı 60 yaşın altındaki insanlarda meydana gelmektedir. • Altı canlı doğumdan biri hamilelikteki hiperglisemiden etkilenmektedir. IDF Diyabet Atlası hakkında: Atlas; diyabetin küresel etkisi üzerine en yetkili veri kaynağıdır. İlk olarak 2000 yılında yayınlanmış, dünyanın dört bir yanından gelen uzmanlarla işbirliği içinde IDF tarafından periyodik olarak güncellenmekte, küresel, bölgesel, ulusal düzeylerde diyabet prevalansı, ölüm oranı ve harcama verileri içermektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu hakkında; Uluslararası Diyabet Federasyonu (IDF) 230’dan fazla ülkede ulusal diyabet organizasyonunu bünyesinde barındıran şemsiye bir kuruluştur.Artan sayıda diyabet hastası ve risk altındakilerin çıkarlarını temsil ediyor. Federasyon, 1950’den bu yana küresel diyabet topluluğuna liderlik ediyor. (Brussels, 14 November 2019 Press release)


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Türkiye’de Diyabet Rakamları Ürkütücü! DİYABETİ KONTROLDE BAŞARILI OLAMADIK •

Ülkemizde Diyabet dünya ortalamasının iki katı

Ülkemizde Avrupa ortalamasının üç katı

KİMLER DİYABET AÇISINDAN YÜKSEK RİSK GRUBUNDA

Ülkemizde yaklaşık 12 milyon diyabetli var

Ülkemizde 5 milyon aile ve 20 milyon kişi risk altında

Ülkemizde Sağlık Bakanlığı ve SGK’nın resmi verilerine göre tedavi altındaki ilaç kullanan diyabetli sayısı 8 milyonu aştı

Ailesinde birinci, ikinci, üçüncü derecede diyabet olan kişiler,

Ülkemizde 1,5 milyona yakın diyabetli insülin enjeksiyonu yapıyor

Obez ya da 50 yaş altı kilosu normallerin üzerindeolan kişiler,

Diyabet ve organ hasarları Türkiye’nin sağlık bütçesinin dörtte birini götürüyor

50 yaş altı koroner kalp hastalığı olanlar,

50 yaş altı yüksek tansiyonu olanlar,

Ülkemizde diyabet her 10 yılda bir %100 (iki kat) artıyor

50 yaş altı kan yağları yüksek olanlar,

Ülkemiz diyabetin yıllık artış oranı olarak Avrupa’da en yüksek artış oranına sahip ülke

Doğum kilosu 4 kilonun üzerinde olanlar,

Hamilelikte 20 kilonun üzerinde kilo alan kadınlar,

İnsülin direnci olan kişiler

DİYABET BAĞLI ORGAN HASARLARI ORANLARI DA ÜRKÜTÜCÜ

DİYABET AÇISINDAN YÜKSEK RİSKLİDİR

EN YAKIN SAĞLIK MERKEZİNDE GİZLİ ŞEKER (PREDİYABET) OLUP OLMADIĞI KONUSUNDA MUTLAKA KONTROLLERİNİ YAPTIRMALARI GEREKİR

Diyabet koroner kalp hastalığı ve kalp krizinin bir numaralı sebebi

Diyabet yüksek tansiyonun bir numaralı sebebi

Diyabet beyin damarı hasarları ve felçlerin bir numaralı sebebi

Son dönem böbrek hastalığı nedeniyle diyalize giren hastaların %50 si diyabetli

Diyabet 65 yaş altı körlük nedenlerinin birinci sebebi

Açık (Klinik) Diyabet Tanısı

Diyabet Trafik kazaları dışında bacak ampütasyonlarının bir numaralı sebebi

DİYABET OLDUĞUNUZU NASIL ANLARSINIZ Gizli (Preklinik) Diyabet Tanısı Açlık kan şekeriniz 100-126 mg/dl arasında, tokluk kan şekeriniz 140-199 mg/dl arasında ise

Açlık kan şekeriniz 126 mg/dl üzerinde, tokluk kan şekeriniz 200 mg/dl üzerinde ise

EKİM-ARALIK 2019 / PS 37


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

SENSÖRLERİ GELSİN

Prof. Dr. Şükrü Hatun Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Diyabetli Çocuklar Vakfı Başkanı

YAŞAM KALİTELERİNİN İYİLEŞTİRİLMESİ TEDAVİ HEDEFLERİNE ULAŞMALARININ SAĞLANMASI VE BU TEDAVİLERİN BAŞTA ÇOCUKLAR VE TİP 1 DİYABETLİLER OLMAK ÜZERE DİYABETLİLERİN HAKKI

‘‘Ülkemizin kaynakları, Tip 1 diyabetli çocukların mutlu, sağlıklı ve eşit bir şekilde yaşaması için yeterlidir. Ayrıca ülke olarak Avrupa haritasında, diyabet teknolojilerini tam olarak karşılayan ülkeler arasında olmayı hak ediyoruz. Tip 1 diyabetli çocuklara 14 Kasım Dünya Diyabet Günü’nde bir müjde verilmesini bekliyoruz.’’

38 PS / EKİM-ARALIK 2019


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

‘‘ Benim 12 yaşındaki kızım günde 15 kez parmağını deliyor, 6-7 kez insülin yapıyor.

Bir kez yapmasını istiyorum Pompa kullanamıyoruz O kadar pahalı ki! Umarım sesimizi duyurabiliriz.’’

ACILARI DİNSİN! ‘‘ Önümüzdeki 5 yılda CGM ve insülin pompa sistemleri ile ilgili önemli gelişmelerin olacağı ve teknolojinin diyabet yönetiminde başlıca etkili faktör olarak öne çıkacağı tahmin edilmektedir.’’ Diyabet,

halk arasında daha çok erişkinlerin bir sağlık sorunu olarak bilinmekle beraber çocuklarda da görülmektedir. Çocuklarda, %95-98 oranında pankreas beta hücre zedelenmesine ve dolayısıyla insülin eksikliğine bağlı Tip 1 diyabet görülmektedir. Günümüzde Tip 1 diyabeti önlemek mümkün olmadığı gibi iyileştirmek de mümkün değildir. Bu nedenle Tip 1 diyabetli çocukların sağlıklı yaşamaları için tanı anından başlayarak ömür boyu glukoz değerlerinin izlenmesi ve mümkün olan en fizyolojik şekilde insülin hormonunun yerine konması gerekir. Ülkemizde 18 yaş altında 20 bin civarında Tip 1 diyabetli çocuk olduğu bilinmektedir. Çocuklarına Tip 1 diyabet tanısı konan aileler başlangıçtaki zor ve üzüntülü günleri geride bıraktıktan sonra var güçleri ile çocuklarının sağlıklı bir yaşam sürmesi için çaba göstermektedir. Yakın zamanda yayınlanan uzlaşı metinlerine göre, genel olarak çocuklarda

HbA1c’nin (3 aylık ortalama kan şekeri düzeyini gösteren parametre) %7-7,5 altında olması komplikasyonların önlenmesi bakımından güvenli kabul edilmektedir. Birçoğu Tip 1 diyabete bağlı komplikasyonları ve bu komplikasyonların önlenmesinde glukoz düzeylerinin önemini yakından bilmekte ve daha iyi HbA1c değerleri için emek vermektedir. Bu emeğin çocuklarının yetişkin olduğunda sağlıklı bir yaşam sürmelerine yatırım olduğunu söylemek yanlış olmaz.

“NEDEN ÖNEMLİ? ” Tip 1 diyabetin kalıcı tedavisi, özellikle de beta hücre nakli (hücre tedavisi) ile ilgili çalışmalar devam etmekle birlikte son yıllarda “Tip 1 diyabetin teknoloji ile iyileştirilmesi” olarak tanımlanan beta hücre fonksiyonlarının küçük elektronik aletlerce yerine getirilmesine dayanan ve en sonunda da bir tür “elektronik

beta hücresi” üretilmesi ile sonuçlanacak süreç giderek önem kazanmaktadır. Bu teknolojik gelişmelerin içinde doku sıvısından bir elektrotla sürekli glukoz ölçmeye dayanan “Sürekli Glukoz İzlem Sistemi” (CGMS-SGİS) ve sürekli cilt altı insülin vermeyi sağlayan “İnsülin İnfüzyon Pompası” en önemli yeri tutmaktadır. Sürekli Glukoz İzlem Sistemleri, kan glukozu takibi için parmak ucu delinerek çok sayıda kan alma ihtiyacının azalması, parmaktan ölçümle kıyaslanamayacak kadar çok daha sıkı ölçüm yapma olanağı (her 5-15 dakikada bir ölçüm), glukoz değerleri önceden ayarlanmış hedef aralığın dışına çıktığında müdahale ihtiyacını gösteren sesli ve titreşimli alarmlar ve aile çocuğun yanında olmadığında uzaktan takip gibi çocuklarda Tip 1 diyabet takibinin daha iyi yapılması ve tedavisinin çeşitli zorluklarının üstesinden gelinmesinde umut vericidir. EKİM-ARALIK 2019 / PS 39


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

BİR ÇOCUK DİYABET OLDUĞUNDA HER ŞEY SARSILIR!

Hiç kuşku yok ki sürekli glukoz izlem sistemlerinin en fazla fark yarattığı grup küçük yaştaki (1-8 yaş arası) çocuklardır. Bütün veriler ve gözlemler, ailelerin dünyasında ve günlük yaşamında Sürekli Glukoz İzlem Sistemlerini kullanmanın rakamların ötesinde derin bir anlamı ve yeri olduğunu göstermektedir. Yetkililerin rakamları değil, bu gerçeği dikkate alarak karar vermelerini beklemek bütün Tip 1 diyabetli ailelerin hakkıdır. Tip 1 diyabetliler ve aileleri açısından diyabetin iyileştirilmesi nihai bir hedef olarak kalsa bile akıllı insülin pompaları ve ilk nesil yapay pankreas sistemleri başta çocuklar olmak üzere Tip 1 diyabetlilerin önerilen hedeflere ulaşmasını sağlama ve kronik bir tıbbi durumdan kaynaklanan yüklerin en aza indirilmesi konusunda imkanlar sunmaktadır. ‘‘DİYABET TEKNOLOJİLERİNİN GERİ ÖDENMESİNDE İKİ YAKLAŞIM ETKİLİ OLMAKTADIR’’ Bunlardan ilki yeni teknolojilerin Tip 1 diyabetlilerin tedavi yükünü azaltması, yaşam kalitelerini iyileştirmesi ve tedavi hedeflerine ulaşmalarını sağlaması ve dolayısıyla bu tedavilerin başta çocuklar ve Tip 1 diyabetliler olmak üzere diyabetlilerin hakkı olmasıdır. Bu bakış en etkili ifadesini ülkemiz-

deki Tip 1 diyabetli çocukların kullandığı “Sensörleri ve insülin pompasını devlet ödesin, parmak uçlarımız bize kalsın; acımız dinsin” sloganında bulmaktadır.

maliyetinin karşılanabileceğini, sosyal güvenlik kurumlarının bu argümanları dikkate almaları gerektiğini belirtmektedir.

Gerek hak kavramı, gerekse ekonomik argümanlar açısından bakılsın başta çocuklar olmak üzere Tip 1 diyabetlilerin teknolojiye erişimlerinin kolaylaştırılması ve kaynaklar ölçüsünde bu tedavilerin devlet tarafından karşılanması akılcı, insancıl ve hatta ekonomik bir yaklaşımdır. Nitekim dünyada ülkemizle aynı gelişmişlik seviyesine sahip ülkelerin çoğunda bu cihazlar devlet tarafından geri ödeme planında olup, insülin pompası kullanım oranı ülkemizde %5’lerde iken bu ülkelerde %70-80’lerdedir.

Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi verilerine göre 0-18 yaş Tip 1 diyabetli çocukların % 40,3’ü İnsülin pompa tedavisi (üçte biri sensörle güçlendirilmiş pompa tedavisi) ve % 58,3 ü çoklu doz tedavi almaktadır. İnsülin pompa tedavisi kullanan olguların HbA1c ortalamaları % 7,4 iken pompa kullanmayanların % 8 dir. 5 yaş altı olguların % 60’ı insülin infüzyon pompa tedavisi (yarısı sensörle güçlendirilmiş pompa tedavisi) kullanmakta ve pompa kullanan olguların HbA1c değeri % 7 iken pompa kullanmayan olguların HbA1c değeri % 7,5’tur. Bu veriler, diyabet teknolojilerinin Tip 1 diyabetli çocukların bakımında belirgin bir iyileşme sağladığını göstermektedir.

İlk insülin pompalarının geliştirilmesi çalışmalarından itibaren 40 yıldır diyabet teknolojileri ile uğraşan ve uzun yıllar Londra’daki King’s College’de çalışan Profesör John Pickup, teknolojilerin etkisiyle HbA1c’nin % 8,5’den % 7’e düşürmenin diyabete bağlı komplikasyonların önlenmesine büyük bir katkısının olacağını ve bunun da örneğin İngiltere’de 5 yılda kişi başına 6.388 Euro ve toplamda 687 milyon Sterlin para tasarrufu sağlayacağını, İngiltere’deki diyabetlilerin güncel rehberlere göre insülin pompa tedavisi almaları halinde 5 yılda bunun

ÖNERİLER 1.Sürekli Glukoz İzlem Sistemi geri ödeme planlanmasında Tip 1 diyabetli çocuklara ve gebe Tip 1 diyabetlilere öncelik verilmelidir. 2.Sürekli Glukoz İzlem Sistemi geri ödemeleri FDA ya da Avrupa Sağlık Ajansı onayı olan Real Time (Gerçek zamanlı) ve intermittan (Aralıklı ölçüm yapan) CGM ürünlerini kapsamalıdır; aksi durumda glukometrelerde olduğu gibi güvenilir olmayan, ucuz ürünler piyasada kendilerine daha kolay yer bulabilecektir. Tip 1 diyabetliler, glukoz değerlerine göre bazen yaşamsal olabilen kararlar verdikleri için glukoz değerinin doğru saptanması hayati öneme haizdir. 3.Ülkemizin gelişmişlik düzeyi düşünüldüğünde Sürekli Glukoz İzlem Sistemleri ve insülin pompa tedavisi, uygun sağlık kurulu raporları ile 18 yaşın altındaki Tip 1 diyabetlilerin tümü için tam olarak geri ödeme kapsamına alınmalıdır.

40 PS / EKİM-ARALIK 2019

Bu konuda karar vermeden önce bütün ilgililerin, ailelerin ve Tip 1 diyabetlilerin, Diyabetli Çocuklar Vakfı tarafından devlet yetkililerine sunulan raporun sonundaki paylaşımlarını okumalarını öneriyoruz.. (http://arkadasimdiyabet.com/assets/CGM-ve-Insulin-Pompasi-Rapor.pdf).

4.Kaynaklar bunun için yeterli değilse 8 yaş altındaki çocuklar için tam geri ödeme, 8-18 yaş grubundaki çocuklar için en az %75 olmak üzere kısmı geri ödeme gibi seçenekler üzerinde çalışılmalıdır. 5.Tip 1 diyabetliler için yeni sisteme göre verilen ÇÖZGER raporuna göre, otomobil satın alınmasında vergi muafiyeti gibi aslında diyabet tedavisini doğrudan ilgilendirmeyen ayrıcalıklar tanınması yerine bu ekonomik imkanlar onların hayatını doğrudan ilgilendiren glukoz sensörleri ve insülin pompa tedavisinin ödenmesine ayrılmalıdır. 6.18 yaşından büyük Tip 1 diyabetliler için de iş ve gelir durumlarına göre tam veya kısmi geri ödeme planları üzerinde çalışabilir. 7.Bu teknolojilerin Türkiye’de üretilmesi için AR-GE çalışmalarının başlatılması, diyabet teknolojilerinin ülkemizde üretilmesinin de önünü açacak projelerin desteklenmesi gereklidir.


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

5 Kıtada 5 Ultra Maraton’un 2019 şampiyonu TEAM1’in Kaptanı Gürkan Açıkgöz: ‘‘TİP1 DİYABETLİYİM DİYABETİMİ YÖNETEREK SPORUMU YAPIYORUM’’

Türk Diyabet Cemiyeti (TDC) tarafından Novo Nordisk Türkiye’nin koşulsuz desteğiyle hayata geçirilen Diyabet Koşu Takımı, uluslararası başarılarına birini daha ekledi. TEAM1’in Kaptanı Gürkan Açıkgöz, tek Tip1 diyabetli sporcu olarak katıldığı “5 Kıtada 5 Ultra Maraton”u 2018 yılında birinci sırada tamamlamasının ardından, 2019’u da en yüksek puanla bitirdi. Açıkgöz, son olarak Afrika’da koşulan 220 kilometrelik ultra maratonu 4. bitirerek yıl içindeki yarışlardan aldığı toplam puanlarla 2019’un da şampiyonu olmayı başardı. Ultra maratonların puanı iki yıllık tutuluyor ve her takvim yılı sonunda toplam puanı en yüksek olan sporcu şampiyon olarak açıklanıyor. 5 KITADA 5 ULTRA MARATON DERECESİ Fransız Canal Aventure’un düzenlediği Roadsign Continental Challenge “5 Kıtada 5 Ultra Maraton” yarışını tamamlayan tek Tip1 diyabetli sporcu olan Açıkgöz, 2018’de sırasıyla 160 kilometrelik Vietnam (Asya) Ultra Maratonu’nu erkeklerde birinci, 140 kilometrelik tek etaplı Norveç (Avrupa) Ultra Maratonu’nu genel klasmanda birinci, 230 kilometrelik Bolivya (Amerika) Ultra Maratonu’nu genel klasmanda ikinci olarak tamamlamıştı. 220 kilometrelik Mozambik (Afrika) Ultra Maratonu’nda erkeklerde üçüncü olarak tamamlayan Açıkgöz 2018 yılının şampiyonu olmuştu. 2019 yılında ise 522 kilometrelik 9 etaptan oluşan Avusturalya Ultra Maratonu’nda sekizinci sırada yer alan Açıkgöz, son olarak Afrika’da koşulan 220 kilometrelik Mozambik Ultra Maratonu’nu 4 sırada tamamlayarak toplamda en yüksek puanla 2019’un da şampiyonu oldu. AÇIKGÖZ: ‘‘DİYABETİ YÖNETEBİLİRSİNİZ!’’ Diyabetli bireylerin, diyabetlerini yöneterek spor yapabileceğini, hatta derece alabileceğini göstermekten ve farkındalık yaratmaktan dolayı mutlu olduğunu belirten TEAM1 Takım Kaptanı Gürkan Açıkgöz, “Ultra maratonlarda diyabetim için gerekli tüm önlemleri alıyorum. Böylelikle, yüksek rekabet ortamında gerçekleşen ve dayanıklılığın ön planda olduğu bu tür yarışlarda diğer sporcularla rekabet edebiliyorum.Yarışlara hazırlanırken ve yarışlar sırasında beslenme, insülin ve fiziksel aktivite dengesini korumaya özen gösteriyorum. 2018 Mart’ta başladığım Roadsign Continental Challenge serisini, Türk Diyabet Cemiyeti çatısı altında oluşturulan ve tüm üyeleri Tip1 diyabetlilerden oluşan TEAM1 koşu takımının kaptanı olarak, Novo Nordisk Türkiye’nin koşulsuz desteğiyle tamamladım. Tip1 diyabetli bir sporcu olarak ‘5 Kıtada 5 Ultra Maratonu”nu 2018 ve 2019 şampiyonu olarak tamamladığım için çok mutluyum” dedi.

DİYABET DOĞRU TEDAVİ İLE DÜZGÜN YÖNETİLEBİLİR TEAM1 Koşu Takımı’nın danışmanlığını üstlenen Türk Diyabet Cemiyeti üyesi ve proje koordinatörü Prof. Dr. Taner Damcı, Gürkan Açıkgöz’ün Tip1 diyabetli olarak bugüne kadar katıldığı tüm maraton ve ultra maratonlarda gösterdiği başarı ve azmin, tüm diyabetlilere de örnek oluşturacağını belirtiyor. “Diyabet aslında doğru tedavi ve aktif bir hayat ile düzgün yönetilebilir. Yaşam tarzı değişikliği diyabette hem yaşam süresi hem yaşam kalitesi hem de hastalık kontrolü bakımından çok önemlidir. Diyabetliler modern insülin tedavisi sayesinde hiçbir aktiviteden uzak kalmadan hayatını sürdürebilir. Tip1 diyabetlilerden oluşan TEAM1 Koşu Takımı’nın yarattığı farkındalık sayesinde diyabetlilerin de herkes gibi spor yapabileceklerini, diyabet ve spor arasındaki olumlu ilişkiyi göstermeyi başardığımıza inanıyorum.” TEAM1 DİYABETLİ BİREYLERE İLHAM VERİYOR TEAM1 Takım Kaptanı’nın “5 Kıtada 5 Ultra Maraton”da kazandığı başarıların diyabetli bireylere ilham verdiğine dikkat çeken diyabet tedavisinin öncü firması Novo Nordisk Türkiye Genel Müdürü Dr. Burak Cem ise şu değerlendirmeyi yaptı: “Diyabet son yıllarda şehirleşmenin beraberinde getirdiği sağlıksız yaşama alışkanlıklarına paralel olarak, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de hızla artıyor. Modern insülin tedavileri ise Tip1 diyabetli bireylerin, hareketli bir yaşam ile diyabetlerini etkin olarak yönetmelerini mümkün kılıyor. Biz de diyabet konusunda sürekli yeni tedaviler geliştiren bir şirket olarak, TEAM1 Koşu Takımı ile öncelikle diyabet hastalarına aktif bir hayat sürebilecekleri mesajını vermek istiyoruz. Bugüne kadar hem ulusal hem de uluslararası başarılara imza atan bu önemli projede Türk Diyabet Cemiyeti’nin ortağı olmaktan gurur duyuyoruz.”

EKİM-ARALIK 2019 / PS 41


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Dikkate Alınmayan DİYABETİK AYAK YARALARI KANGRENE KADAR GÖTÜREBİLİR ! Doç. Dr. Ethem Turgay Cerit Memorial Ankara Hastanesi Endokrinoloji Bölümü

Ülkemiz nüfusunun yüzde 13,7’sinde görülen, 10 milyonun üzerinde insanı doğrudan ilgilendiren diyabet hastalığı en çok ayakları vuruyor. Diyabet hastalarının yaklaşık üçte birinde diyabetik ayak yaraları görülüyor. Bununla birlikte, bu kişilerin en önemli sorunları ve en sık hastaneye yatış sebepleri arasında ayak ülserleri bulunuyor. Diyabet insülin hormonunun yokluğu, eksikliği ya da etkisizliği sonucu ortaya çıkan ve yaşam boyu süren kan şekeri yüksekliği ile karakterize bir metabolizma hastalığıdır. Sık idrara çıkma, ağız kuruması, çok su içme, halsizlik, çabuk yorulma ve kilo kaybı diyabetin bulguları arasında yer alırken, bu hastalık iyi tedavi edilmediği takdirde birçok soruna neden olabilmektedir.

HİPERGLİSEMİ, DİYABETE BAĞLI KRONİK KOMPLİKASYONLARA SEBEP OLMAKTADIR Mikrovasküler komplikasyonlar arasında göz, böbrek ve sinir hasarı, makrovasküler komplikasyonlar içinde ise kalp krizi, inme ve ayak ülserleri yer almaktadır. Ayak ülserleri, diyabetli kişilerin en önemli sorunları ve en sık hastaneye yatış sebepleri arasında bulunmaktadır.

Diyabetin yol açtığı ikinci önemli sorun ayak veya bacaktaki kan akımının azalması ile ortaya çıkan damar hasarıdır. Periferik damar hastalığı adı verilen bu durum, yaraların iyileşmesini güçleştirmektedir. Diyabet hastalarının ayaklarında oluşan yara ve enfeksiyonlar tedavi edilmediği takdirde kangrene, hatta parmağın ya da ayağın bir kısmının kesilmesine neden olabilmektedir.

DİYABET, AYAKTA SİNİR VE DAMAR HASARINA NEDEN OLABİLİR

KENDİ BAŞINIZA TEDAVİ ETMEYE ÇALIŞMAYIN

Diyabetin ayaklar üzerinde iki olumsuz etkisi olmaktadır. Sinir hasarı ve damar hasarıdır. Diyabet, ayak ve bacaktaki sinirlere hasar vererek, ağrıya ve sıcak ile soğuğun algılanamamasına yol açmaktadır. Sinir hasarının oluşturduğu bu his kaybına “diyabetik nöropati” adı verilmektedir. Diyabetik nöropati yaşayan hastalar ayaklarında meydana gelen travma, yara, kesik ve yanıkları hissedemezken, bu durum ilerleyen aşamalarda enfeksiyona da kapı açmaktadır.

Diyabetik hastalarda en sık görülen ayak sorunları arasında ayak cildinde kuruluk ve çatlaklar, mantar, su toplanması, halluks valgus deformitesi (Baş parmak ile birinci tarak kemiğinin birleşme yerinin dışa doğru büyüyerek deforme olması) ve bunyon, nasır, pençe ayak ve tırnak batması yer almaktadır. Hastaların bu sorunları küçümsememesi ve kendi başlarına tedavi yollarına başvurmamaları gerekmektedir. Bu sorunlar için mutlaka uzman bir hekime danışılmalıdır.

AYAK SAĞLIĞINI KORUMAK İÇİN 12

ÖNERİ

1. Ayaklar her gün kontrol edilmelidir. Cilt renginde değişiklik olup olmadığına, taban, parmak araları ve üst kısmına bakılmalı, alt kısımlar rahat görülemiyorsa ayna kullanılmalı ya da aile bireylerinden yardım istenmelidir. 2. Ayakta yara, çatlak, kabarcık ve nasır varlığı kontrol edilmelidir. Ayakta nasır olursa kesici aletle müdahalede bulunulmamalı, hemen bir doktora başvurulmalıdır. 3. Ciddi yanıklarla karşılaşmamak için ayaklara sıcak su torbaları veya diğer ısı kaynakları uygulanmamalıdır. 4. Sigara ayak damarlarını bozan en önemli faktörlerden biridir. Sigara içmekten kaçınılmalıdır. 5. Ayağa uygun, sıkmayan, yumuşak, deri ve bez ayakkabılar giyilmelidir. Ayağı zorlayan, önü sivri, yüksek topuklu ayakkabılardan sakınılmalı; yeni ayakkabılar ilk günlerde kısa süreli giyilip değiştirilmelidir. 6. Denizde ve kumsalda yürürken evde olduğu gibi mutlaka terlik kullanılmalıdır. Bağ bahçelerde çıplak ayakla asla dolaşılmamalıdır. 7. Parmak arası terlik ya da sandalet tarzı ayakkabılardan uzak durulmalıdır. 8. Ayak tırnakları mümkün olduğunca düz kesilmeli ve köşeleri derin alınmamalıdır. Tırnak kesimi banyodan sonra tırnaklar yumuşakken yapılmalıdır. 9. Çoraplar temiz, pamuklu olmalı ve her gün değiştirilmelidir. Çorapların bacakları sıkmamasına dikkat edilmelidir. 10. Ayaklar her gün ılık su ve nötral beyaz sabun ile yıkanmalı, suyun çok sıcak olmamasına dikkat edilmelidir. Ayaklar durulandıktan sonra özellikle parmak araları iyice kurulanmalıdır.

11. Yıkama işleminden sonra ayak derisi, parmak araları hariç vazelin ya da nemlendirici kremler ile yumuşatılmalıdır. 12. Ayakta herhangi bir enfeksiyon ya da yara gelişmesi durumunda kişi kendi kendine müdahaleden kaçınmalı ve travmanın ilerlememesi için hemen bir doktora başvurmalıdır.

42 PS / EKİM-ARALIK 2019


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

DİYABETLİ BİREYLERİN AYAK BAKIMI PODOLOGLAR TARAFINDAN YAPILMALI Her gün yeni bulgularla gelişen ve bize yeni olanaklar sunan bilim, artık sağlıklı el-ayak bakımı için daha güvenilir çözümler üretiyor. Türkiye’de Podoloji (Ayak Sağlığı Bilimi) çok yeni bir alan. Diyabetin önemli komplikasyonları ile yüzyüze kalan diyabetli bireylerin ayak sağlığı için önemli bir alan niteliğini taşıyor. Sorunlu el ve ayaklar için medikal sağlıklı uygulamalar sunan Pozitif Ayaklar El Ayak Bakım Merkezi’den Zuhal Küçükyürük Erol ile diyabetli bireylerin ayak bakımında nelere dikkat edilmesi gerektiğini konuştuk. ‘Pedikür Out, Medikal Bakım In’ diyorsunuz. Öncelikle medikal bakım farkını biraz anlatabilirmisiniz. Örneğin; Medikal bakımda tırnak kenarındaki etler pens ile derin şekilde kesilmez, yüksek devirde dönen özel frez uçlarla temizlenir. Pedikürde derin kesilen etler sanki budanmış ağaç gibi daha da yoğun bir şekilde çıkar, medikal bakımda böyle bir riskyoktur. Pedikürde etler kesildiği için açık yara olur ve enfeksiyona yol açılabilir. Pedikürde ayaklar suda bekletilerek hem ölü deri hem de canlı doku kabartılır. Törpülendiğinde ölü deri ve canlı doku irrite edilmiş olur. Canlı doku adeta uğradığı bu saldırı sonucunda daha da sertleşerek kalınlaşmasına neden olur. Ve tüm bu medikal işlemlerin sterilizasyon yöntemi ile yapılması gerekmektedir. ‘‘DİYABET HASTALARI İÇİN STERİLİZASYON GÜVENLİĞİ ÖNCELİKLİ OLMALI’’ En etkili ve en güvenilir sterilizasyon yöntemi olan bizim de kullandığımız Basınçlı Buhar Sterilizasyonu yani Otoklav,

Zuhal Küçükyürük Erol Pozitif Ayaklar El Ayak Bakım

Merkezi

dünyaca kabul görmüş en iyi sterilizasyon yöntemidir ki DAS (Dezenfeksiyon, Antisepsi, Sterilizasyon) Derneği’nin son yayınladığı 2015 rehber çalışması da bunu doğrular nitelikte. Kuru sıcaklık sterilizasyon yöntemi (Pastör fırını) artık önerilmemektedir. Ayak Bakım Merkezlerinde bir başka ayakta kullanılmış olan alet doğru sterilize edilmeden sizde kullanıldığında, ciddi tehditler içerir. Otoklav kullanmayan işletmede işlem yaptırmamalarını da özellikle öneriyoruz.

En sık hangi sorunlarla size geliyorlar?

Nasırlar, tırnak batmaları mantar kaynaklı bozulmalar oldukça sık .Özellikle nasırlar diyabet hastaları açısından risk teşkil etmektedir. Basınç bozukluğuna veya sürtünmeye bağlı gelişen nasırlar zamanla fissürler (yarık) halini alarak ayakta yara oluşumuna neden olabilir. Yanlış ayakkabı kullanımı, özellikle de diyabetli bireyler için risk teşkil edebilir. Diyabete bağlı gelişen diyabetik ayak yaralarının tedavisinde yara yerinin basınçtan kurPodologlarla hizmet veriyorsunuz..Bu tarılması amacıyla gerektiğinde tabanlık çok yeni ve birçok kişi tarafından da kullanılmaktadır. bilinmiyor. Kısaca nedir podoloji? Ayak sağlığı bakımında diyabetli olsun Dünyada çok eski olsa da Podoloji’nin olmasın neye dikkat edilmeli? ülkemizdeki gelişimi çok yeni sayılır. İlk eğitim 2012’de Kocaeli Üniversitesin- Profesyonel ayak bakımını ayda bir kez de başladı. Ardından Podoloji Ünitesi yaptırırsanız ayaklarınız uzman bir göz ülkemizde ilk olarak 2014’de Kocae- tarafından kontrol edilmiş olur. Cilt probli Üniversitesi Araştırma ve Uygulama lemleri ve tırnak ile ilgili problemler köHastanesi’nde açıldı Podolog; Meslek tüleşmeden kolayca düzeltilebilir, hatta yüksekokullarının podoloji programın- oluşması önlenebilir. Medikal bakım 3-4 dan mezun; bireylerin ayak sağlığının haftada bir uzman kontrolünden geçerek korunması ve bakımına yönelik hizmet sorunların yakalanıp çözülmesine yarar. veren ve ilgili uzman hekimin teşhisine Kullanılan aletlerin steril olduğundan ve tedavi için yönlendirmesine bağlı emin olmalısınız. Profesyonel eller ve olarak hastaların ayak tedavisini yapan profesyonel cihazlar ile müdahale sağlıklı ve güvenlidir. sağlık teknikerlerdir diyebilirim. EKİM-ARALIK 2019 / PS 43


DİYABET

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

DİYABET BÖBREKLERİN SESSİZ DÜŞMANI DİYALİZE GİREN HER 100 HASTANIN 55-60’I DİYABET YA DA TANSİYON HASTASI Akciğer, kalp ve böbrekler birbirine bağlı çalışan organlardır. Her diyabet ya da tansiyon hastası böbrek yetmezliği sorunu yaşamamaktadır ancak diyabet veya tansiyonu kontrol altında tutulmayan ve uzun yıllar bu hastalıklarla yaşayan kişiler ilerleyen dönemde büyük çoğunlukla böbrek yetmezliğine yakalanır.

Uzm.Dr.Bilal Görçin Memorial Hizmet Hastanesi Nefroloji Bölümü

Ülkemizde ve dünyada görülme sıklığı her geçen gün artan kronik böbrek yetmezliği veya kronik böbrek hastalığı her yıl milyonlarca kişinin hayatını kaybetmesine yol açıyor. Gece sık idrara çıkma, idrarda köpüklenme, ağız kuruluğu, şiddetli baş ağrıları ile kendini gösteren hastalık ilerlediğinde diyaliz tedavisi ya da böbrek nakli gerektiren sonuçlara varıyor. Her diyabet ya da tansiyon hastası böbrek yetmezliği yaşayacak anlamına gelmiyor ancak böbrek yetmezliği açısından en büyük risk grubunu tansiyon ve diyabet hastalarının oluşturduğunu göz ardı etmemek gerekiyor. Memorial Hizmet Hastanesi Nefroloji Bölümü’nden Bilal Görçin, kronik böbrek yetmezliği ve tedavi yöntemleri hakkında bilgi verdi. BÖBREKLER VÜCUTTA PEKÇOK HAYATİ FONKSİYONU DESTEKLİYOR Böbrekler vücutta sadece idrar üretmez. D vitamininin aktif hale gelmesi, kan üretimi, vücuttaki toksik maddelerin dışarı atımı gibi birçok hayati fonksiyonun çalışmasında da etkilidir. Böbreklerin bu fonksiyonlardan birini ya da birkaçını kaybetmesine kronik böbrek yetmezliği adı verilmektedir. Kronik böbrek yetmezliğinin olası belirtileri şöyle sıralanmaktadır: •Diyabet ve tansiyon hastaları zaten sürekli doktor kontrolünde olduklarından böbrek yetmezliği başlangıcında bu hastaların testlerinde idrarda protein çıkar. •Tansiyonu normalde yüksek olmayan diyabet hastalarında birden yüksek tansiyon görülür. •Böbrekler fonksiyonlarını kaybettiği için kan üretilemez ve kan eksikliği görülür. 44 PS / EKİM-ARALIK 2019

•Kemik metabolizma bozukluğu görülebilir. •İdrar azalır. •Vücut şişkinliği görülür. •Ağız kuruması yaşanır. •Gece idrara kalkmada artış olur. •Çabuk yorulma görülür. •Köpüklü idrar görülür •İdrarda kan olabilir. •Şiddetli baş ağrıları yaşanır. HER KRONİK BÖBREK YETMEZLİĞİ HASTASI DİYALİZE GİRMEZ Böbrek yetmezliği temelde iki gruba ayrılır. “Akut böbrek yetmezliği” düzelebilir sebeplerden dolayı böbrek fonksiyonlarının geçici olarak bozulmasıdır. Böbreklerde hiçbir sorun yoktur ancak geçirilen özellikle ishal, zatürre gibi ciddi bir enfeksiyon sonucu veya kullanılan bazı ilaçlar ya da ameliyatlar sonrası böbrekler geçici olarak yetmezliğe girebilir. Kronik böbrek yetmezliği ise böbreklerde fonksiyon gören hücrelerin geri dönüşümsüz kaybı sonucu oluşmaktadır. Fonksiyon kaybının derecesi önemlidir. Böbreklerdeki fonksiyon kayıpları %8590 oranlarına vardığı zaman hastalar ya diyalize girerler ya da nakil olurlar. Ancak %50-90 arasında bozuk olan kronik böbrek yetmezliği hastaları diyalize ya da nakile gerek kalmadan polikliniklerde takip edilebilirler. Bugün ülkemizde yaklaşık 1 milyona yakın kronik böbrek yetmezliği yaşayan hasta bulunmaktadır. Bunlar arasında yaklaşık 60 bin kişi diyaliz tedavisi almaktadır. Yani her kronik böbrek yetmezliği hastası diyalize girmemektedir. Böbrek fonksiyonlarının %90’ını geri dönüşümsüz kaybettikleri zaman artık yaşamaları için bu hastaların ya hemodiyalize girmeleri ya da böbrek nakli olmaları gerekir.

Ülkemizde diyalize giren her 100 kronik böbrek yetmezliği hastasının 55-60’ı diyabet ya da tansiyon hastasıdır. Bu hastalıkların kontrolü ne kadar iyi yapılırsa böbrek yetmezliği de o kadar geç gelir. Bunun en önemli sebebi günümüzde gelişen teknoloji ile beraber tedavi süreci ve ilaçların kalitesindeki artış gibi sebeplerle diyabet hastalarının yaşam sürelerinin uzamasıdır. Önceden şeker hastaları böbrek yetmezliği gelişene kadarki süreçte yaşamlarını yitirmekteydiler. Diyetle, tansiyonu ayarlamakla, diyabeti ayarlamakla, ilaç kullanmakla başlayan böbrek hasarı durdurulamaz ancak yavaşlatılabilir. Yüksek tansiyon böbrek yetmezliğindeki bir diğer önemli hastalıktır ve hastaların genelinde zaten diyabet ve tansiyon bir arada görülmektedir. DİYABET VE TANSİYON HASTALARINA BÖBREKLERİNİ KORUMAK İÇİN ÖNERİLER Diyabet ve tansiyon hastaları böbrek yetmezliğinden korunmak için bu önerilere dikkat etmelidir: •Tansiyon hastalarının ideal tansiyonu 14-9’dur. Tansiyon bir kez bile yükselse özellikle genç yaşlarda; bunun böbrek kaynaklı olup olmadığı araştırılmalıdır. •Tuz mümkün olduğunca az tüketilmelidir. •Diyabet hastasının ideal şekeri 120 olmalıdır. Gerekirse insülin kullanılmalı ya da dozu yükseltilmelidir. •Kilo alınmamalıdır. •Sigaradan uzak durulmalıdır. •Ailede böbrek hastalığı, taş hastalığı, böbrek iltihabı, enfeksiyon atağı veya tek böbrek hastalığı olan kişiler dikkatli olmalı, kontrollerini ihmal etmemelidir. •Kolesterole dikkat edilmelidir. •Bol su içilmelidir.


POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

JİNEKOLOJİK KANSERLER .RAHİM KANSERİ .RAHİM AĞZI KANSERİ .YUMURTALIK (OVER) KANSERİ .HPV VE AŞILAR .ESGO-EngaGe (Avrupa Jinekolojik Kanserler Hasta Dernekleri Birliği)

Jinekolojik Kanserler her yıl dünya genelinde 1,3 milyon kadını etkiliyor. Yılda 450 binin üzerinde kadının ölümüne sebep oluyor. Türkiye’de ise; her yıl 12 bin kadına yeni jinekolojik kanser teşhisi konulurken, yaklaşık 4500 kadın bu kanserlerden dolayı hayatını kaybediyor.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 45


JİNEKOLOJİK KANSERLER

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Endometriyal kanseri tam olarak neyin tetiklediği bilinmemektedir. Ancak; yaş, obezite, hormonal bozukluklar ve genetik yatkınlık risk faktörleridir.

RAHİM KANSERİ Rahim kanseri iki büyük guruba kategorize edilebilir: rahim iç mukozasından (endometriyum) kaynaklanan ve karsinom olarak adlandırılan kanserler ve sarkom olarak adlandırılan rahim kaslarının kanseridir. Sarkomlar nadir tümörlerdir. Rahim iç mukozasından köken alan kanserlere göre daha çok daha az görülürler. ENDOMETRİAL KANSERLER Endometrial kanserler, rahimin iç mukozasından başlar. Rahim, kadınların üreme sağlığında, özellikle de gebe kalabileceği yıllarda önemli rol oynar. Hamile olma durumunda, döllenmiş yumurtanın yerleşebileceği ve bebeğin gelişeceği yerdir. Kadınların adet siklus veya periyodunda, rahim mukozal tabakası kanama şeklinde dökülür.

. 50 yaşından sonra menopoza girmiş

İnfertilite öyküsü olanlar . Ovulasyon düzensizliklerine yol açan metabolik bir hastalık olan polikistik over sendomu (PCOS) öyküsü . Gebe kalmamış olanlar . Diyabetik kadınlar . Hipertasyonu olan kadınlar . 50 yaşından önce kolon kanseri olanlar . Genetik yatkınlığı olan kadınlarda risk artar BELİRTİLER

Endometriyal kanseri tam olarak neyin tetiklediği bilinmemektedir. Fakat; yaş, obezite, hormonal bozukluklar ve genetik yatkınlık risk faktörleridir. Endometriyal kanser taraması için veya tamamen önlemek için hiç yol yoktur. Bir çok kadında hastalığın erken döneminde şikayetler olur. Endometriyal kanserin en sık şikayeti menopoz sonrası kanamadır. Bazı genç kadınların, normal periyotlarında değişiklik olacaktır.

Menopoz sonrası dönemde vajinal kanama olarak tanımlanan postmenopozal kanama rahim kanserinin en sık belirtisidir. Kanama, damla şeklinde kanamdan çok ağır vajinal kanama şeklinde herhangi bir miktarda olabilir. Kanama doğal menopoz sürecinin herhangi bir zamanında meydana gelebilir. Meydana geliş zamanından veya miktarından bağımsız olarak, postmenopozal kanama hiçbir zaman normal bir olay gibi düşünülmemelidir. Menopoz öncesi dönem içinde, düzensiz veya yoğun menstürel kanama çoğunlukla kanser dışı nedenlerle açıklanmasına rağmen endometrial kanserin bir belirtisi olabilir. Endometrial kanserin daha nadir bulguları pelvik ağrı, şişkinlik ve kramptır.

RİSK FAKTÖRLERİ

EVRELER

Endometriyal kanser tanısı koyma şansı yaş ile birlikte artar. 50 ile 70 yaş arası kadınlarda risk artmıştır. Endometriyal kanser tanısı konulan kadınların yarısından fazlası 55 yaşından sonra tanı alır.

Evreleme kanserleri kategorize ederek, kanserin prognozunu ve tedavisini belirlemek için kullanılan standart bir yoldur. Evre I:kanser rahim içirisinde sınırlıdır Evre II:Kanser rahim ağzına (serviks) yayılmıştır Evre III:Kanser, fallop tüplerine, overlere, vajene veya lenf nodlarına yayılmıştır. Evre IV:Kanser mesane veya kolon mukozasını invaze etmiştir veya üst karın bölgesine, akciğere veya kasık lenf nodlarına yayılmıştır.

. Fazla kilolu veya obez kadınlar: Karşılanmamış östrojen hormon tedavisi alanlar . Kompleks atipili hiperplazisi olanlar 12 yaşından önce, menstrüel siklusu erken başlamış olanlar 46 PS / EKİM-ARALIK 2019

TEDAVİ SEÇENEKLERİ Endometriyum kanseri tedavi seçenekleri, cerrahi, kemoterapi, radyoterapi, hormonal tedavi veya bunların kombinasyonlarını içerir. Kesin tedavi önerisi birçok faktöre bağlıdır. Bu önerilerden en önemlileri, kanserin evresi, kadının sağlığı, gelecekte çocuk isteyip istemediğidir. Tedavi planlanması karışık olabilir ve bazı hastalar bunun için birden fazla doktordan bakım isteyebilir. Endometriyal kanser hastalarının bakım planları jinekolog onkolog tarafından koordine edilmelidir. HASTALIK YÖNETİMİ Tekrar eden endometriyum kanseri komplike bir durumdur ve her hastanın en iyi tedaviyi almasının belirlenmesinde değişik etkenler rol oynar. Bu etkenler şunlardır: . Tekrarlayan tümörlerin sayısı ve konumu, . Son kanser tedavisinden sonra geçen zaman . Daha önce verilen tedavi tipleri (sadece cerrahi, radyasyon, kemoterapi veya her ikisi) . Genel sağlık ve nüks sırasında aktivite düzeyi. TEDAVİ SONRASI DÜZENLİ KONTROL Bir kez tedaviyi tamamladığınızda ve kanser kaldığına dair bir kanıt olmadığında, kanserin tekrar oluşmadığından emin olmak için doktorunuzu gitmeye devam etmeniz gerekecektir. Ne kadar sıklıkta kontrole gideceğiniz kanserin evresine ve size hangi tedavi uygulandığına bağlıdır.

Türk Jinekolojik Onkoloji Derneği


JİNEKOLOJİK KANSERLER

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

RAHİM AĞZI KANSERİ Rahim ağzı kanseri düzenli yapılacak pap smear testi ve aşılama ile önlenebilecek en kolay jinekolojik kanser türü olmasına rağmen; her yıl Avrupa’da 58,000 ’nin üzerinde kadına rahim ağzı kanseri teşhisi konulup bunların yaklaşık 24,000’ü bu hastalıktan hayatını kaybetmektedir.

RİSK GRUBU Neredeyse tüm rahim ağzı kanserlerinde kişi, cinsel olarak aktif olmaya başladığı vakit risk altındadır ve rahim ağzı kanserlerine insan papilloma virüsü (HPV) sebep olmaktadır. HPV oldukça yaygın bir virüstür. Hayatımızın bir döneminde birçoğumuz bu virüse yakalanabiliriz. Enfeksiyon genellikle hiçbir tedavi olmadan iyileşmektedir, ancak belirli HPV türleri iyileşmeyebilir. Bu kalıcı ya da tekrar eden enfeksiyonları tespit edebilmek için düzenli tarama yaptırmak gereklidir. HPV’ ler birbirine bağlı büyük bir virüs grubudur, düşük ve yüksek riskli türleri vardır. YÜKSEK RİSKLİ HPV TÜRLERİ Genital HPV’nin bazı türleri hem kadınlarda hem de erkeklerde kanser ile ilişkilidirler. Bu türler ‘yüksek riskli’ olarak adlandırılır, çünkü kansere neden olabilirler. Doktorlar daha çok bu türlere bağlı oluşan hücre değişimi ve kanser öncesi durumlar hakkında endişelidirler, çünkü bu durumların zamanla rahim ağzı kanserine dönüşme ihtimali daha yüksektir. Yaygın olan yüksek riskli HPV türleri arasında HPV 16 ve 18 vardır. Rahim ağzı kanseri görülme riski yüksek olan kadınlarda inatçı HPV enfeksiyonu, servikal intraepitelyal neoplazi (CIN),yüksek düzey skuamöz intraepitelyal lezyon (H-SIL) denilen prekanseröz değişikliklere neden olabilmektedir. Eğer tedavi edilmeze CIN ya da H-SIL, yakındaki dokuları sararak rahim ağzı kanserine dönüşür. HPV enfeksiyonundan, istilacı rahim ağzı kanseri oluşma süreci genellikle en azından 10-15 yıldır.

BİYOPSİ SONUÇLARI NASIL RAPORLANIR? Prekanseröz lezyonlar Pap testinde (SIL) olarak tanımlanırken, biopsi de bakılan patolojilerde (CIN) olarak sınıflandırılır.CIN mikroskop altında bakıldığında; servikal dokunun ne kadar anormal

Kanserle Dans

Kanserin rahim ağzında başlaması rahim ağzı kanseri olarak adlandırılır. Rahim ağzı, kadın üreme sisteminin bir bölümüdür ve vajinanın üst kısmına bağlanan rahimin (uterus) daha alt ve dar kısmıdır. Rahim ağzı kanseri 15-44 yaş arası kadınlarda ikinci en yaygın ve Avrupalı tüm yaş aralığı kadınlarda beşinci en yaygın görülen kanser türüdür.

göründüğüne bağlı olarak 1 ile 3 arasında bir ölçekte değerlendirilir. CIN1 de dokunun büyük bir kısmı normaldir, ve en az ciddi serviks kanseri öncesi olarak Rahim ağzı kanserini bulmanın ilk adımı kabul edilir. CIN2 de daha fazla doku genellikle anormal bir Pap testi sonucu- anormal gözükür ve CIN3’te dokunun dur. Bu, rahim ağzı kanserini teşhis ede- tamamı anormal gözükür. CIN3 en ciddi bilecek başka testlere yol açacaktır. kanser öncesi lezyondur Anormal vajinal kanamanız varsa rahim ağzı kanserinden de şüphelenmelisiniz. RAHİM AĞZI KANSERİ NASIL (En Yaygın Belirtiler) TEDAVİ EDİLİR? • Regl dönemleri arasında ve cinsel ilişki sırasında veya sonrasındaki kanama Anormal hücreler kanserli olmadan • Postmenopozal kanama, Hormonal önce cerrahi yoldan uzaklaştırılır yada Replasman Tedavisinde değilseniz veya lezyon elektrocerrrahi ile destrükte edilir. altı hafta önce Hormon Replasman Te- Lezyonun tüm olarak çıkarılması tercih davisini bırakmışsanız: edilir zira bu histopatolojik değerlendir• Hoş olmayan kokuya sahip vajinal me yapmamıza olanak sağlayacaktır. akıntı İnvazif kanserin tedavisi; • Seks sırasında da dahil olmak üzere kasıklarda rahatsızlık veya ağrı • Cerrahi kanser servikse ve etrafındaki • Aşağı bel ağrısı dokulara sınırlı ise tedavi edebilir.Bu laparotomi (açık cerrahi) veya laparoskopi Bu semptomlar rahim ağzı kanserinden (minimal invazif cerrahi) ile yapılabilir. kaynaklandığı gibi diğer durumlardan •Radyoterapi servikse limitli kanserleri da kaynaklanabilmektedir. Sebep ne tedavi edebilir ve cerrahiden sonra kaolursa olsun, bu bulgulardan herhan- labilecek kanser hücrelerini yok etmek gi birine sahipseniz hemen bir doktora veya semptomları azaltmak için kulanıbaşvurmalısınız. lır.Radyoterapi ileri evre kanserlerde kemoterapi ile veya onsuz etkilidir. Tanının doğrulanması için testler şunları •Kemoterapi ileri kanserleri küçültmek içermektedir: ve semptomları rahatlatmak için verilir. •Rahim ağzını kontrol etmek için vagi- Kemoterapi bazen cerahi veya radyotenal muayene rapiden önce kullanılmaktadır. •Kolposkopi •Rahim ağzı biyopsisi Pekçok lokal ileri servikal kanserlerin te•Kanserin ne kadar yayıldığını değer- davisi kemoterapi ve radyoterapi komlendirmek için yapılan görüntüleme yön- binasyonudur. Bu olgularda tümörün, temleri sırt kemiğinde ve alt karın bölgesinde Prekanseröz hücreler ve erken evre ra- ağrı, üriner problemler, şişen bacaklar, him ağzı kanseri genellikle herhangi bir vajinal enfeksiyonlar ve bazen kanama semptom göstermez ve sadece Pap ile tekrar büyüme riski vardır. Tedaviye veya sıvı bazlı sitoloji testi veya kolpos- angaje olan tüm doktorlar arasında iyi kopi ile saptanabilir. Tanı kesinlikle bir bir kolleberasyon önemlidir. biyopsi ile doğrulanır (mikroskop altında kontrol etmek için küçük bir doku örneği alınır). RAHİM AĞZI KANSERİ NASIL TEŞHİS EDİLİR?

EKİM-ARALIK 2019 / PS 47


JİNEKOLOJİK KANSERLER

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

YUMURTALIK (OVER) KANSERİ YENİ ÇALIŞMALAR YENİ TEDAVİLER... ‘‘Günümüzde Over Kanseri’nde hastaya özel yaklaşımla tümörün genomik özelliklerinin saptanmasının önemi ortaya çıktı.’’

Prof. Dr. Özlem Er Tıbbi Onkoloji Acıbadem Maslak Hastanesi

Dünyada her yıl 8 milyondan fazla kadın kanser tanısı alıyor. Bunların üçyüzbini over (yumurtalık) kanseri oluşturuyor. Yumurtalık kanseri, yaşam boyu her 100 kadından ortalama 1.4’ünde görülüyor. Sıklıkla menopoz sonrası dönemde görülen yumurtalık kanseri, uygun tedaviler ile erken dönemde yüzde 80-90 iyileşirken, ileri dönemde bu oran, yüzde 4050 civarına düşüyor. Yumurtalık kanseri en sık epitel hücrelerden kaynaklanan tümörlerle ortaya çıkıyor. RİSKİ ARTIRAN FAKTÖRLER:

. . . . . .

Doğum yapmamış olmak veya 35 yaşından sonra doğum yapmak Postmenopozal hormon tedavisi Pelvik inflamatuar hastalık Tütün ve tütün ürünlerinin kullanımı (Musinoz kanser riski artmaktadır) Alkol kullanımı Aile öyküsü (Ailede 2 veya daha fazla akrabada over kanseri görülmesi, genç yaşta saptanması, genetik faktörler) Yumurtalık kanserlerinin yaklaşık yüzde 10 kadarı genetik nedenlerle oluşmaktadır. Birinci derece akrabalarında meme, yumurtalık ve rahim içi kanseri olan sağlıklı kadınlar, yumurtalık kanseri için risk altındadır. BRCA 1 ve 2 gen mutasyonları artmış over kanseri riski ile ilişkilidir. YUMURTALIK KANSERLERİ ERKEN DÖNEMDE BİR BELİRTİ VERMEMEKTEDİR. Tarama programı veya erken tanı için önerilen bir test yoktur. Bu nedenle yumurtalık kanserlerinin 2/3’ü ileri dönemde tanı alır. Belirti vermemesinin nedeni; kanserin karın boşluğu içinde büyümesi ve uzun süre hastayı rahatsız etmemesidir. İleri dönemde karın şişliği, kasık ve karın ağrısı, halsizlik hastalığın belirtileri olabilir. Bazı hastalarda mide ve barsak sistemi ile ilgili gaz ve sindirimde bozulmaya rastlanabilir. 48 PS / EKİM-ARALIK 2019

Yumurtalık kanserinde tanı, ameliyatla çıkarılan dokuların patolojik incelemesi sonrasında konulmaktadır. Ultrasonografi, bilgisayarlı tomografi ve MRI tanıya yardımcı yöntemler arasındadır. Ayrıca kanda CA125 tümör belirteci düzeyi takipte kullanılır. OVER KANSERİNDE TEDAVİ Hastalığın erken dönemlerinde tümörün çıkartılması ile birlikte evreleme cerrahisi yapılmasını takiben kemoterapi ve uygun hastalarda VEGF hedefli ilaç uygulamasıdır. 2010lu yılların başında hastalık progresyonunun azalması kemoterapiye Bevacizumab eklenmesi ile sağlanmıştır. Ancak yüksek riskli hastaların önemli bir kısmında halen nüksler görülmektedir. Bu nedenle tedavide arayışlar devam etmektedir. YENİ ÇALIŞMALAR NE GÖSTERİYOR? BRCA 1 veya 2 mutasyonu saptanan hastalarda Moore ve ark. 2018’de SOLO-1 çalışmasında over kanserli hastalarda (yüksek gradlı seröz ve endometroid tip kanseri de içeren) ilk hat platin bazlı kemoterapiye alınan tam veya parsiyel yanıtı takiben Olaparib (300 mg günde 2 kez), idame amaçlı kullanımı ile plasebo karşılaştırmasında nüks riskinde %71 azalma gösterdi. BRCA mutant olmayan hastalarda veya özellikle HRD (homologous recombination deficiency) olgularında PARP inhibitörleri kullanılabilir mi sorusu SOLO-1 ve SOLO-2 çalışmasının ardından farklı çalışmalarda incelendi. 2019 yılında Avrupa Medikal Onkoloji Kongresinde ( ESMO) üç PARP inhibitörü ilacın çalışması sunuldu; PRIMA Çalışmasında 733 yeni tanı metastatik epitelyal over kanserli hastaya ilk sıra platin bazlı kemoterapi ile yanıt alınmasını takiben Niraparib 200-300mg/ gün vs plasebo idamesi kıyaslandığında ortanca progresyonsuz sağkalım (PFS) 5 ay uzadığı gösterildi (13.8ay vs 8.2ay). Çalışma sonuçları BRCA 1/2 mutasyonundan bağımsız bir etkinlik gösterirken vakaların %50.9’da HRD saptandı. HRD saptanan hasta grubunda ise ortanca PFS 11 ay uzadı ( 21.9ay vs 10.4ay).

PAOLA Çalışmasında ise ilk sıra tedavide platin bazlı kemoterapi + Bevacizumab alan hastalarda idame tedavisi olarak Olaparib+Bevacizumab vs Bevacizumab kıyaslaması yapıldığında; ortanca PFS Olaparib alan kolda 5.5 ay uzadı (22.1ay vs 16.6ay). PAOLA çalışmasında gerçek yaşam hasta verilerine benzer hasta popülasyonu dikkat çekmektedir. HRD hasta alt grup analizinde ise medyan PFS süresi 37.2 aydır. VELIA Çalışmasında ise 1100 metastatik over kanserli hasta 3 gruba ayrılmış; bir kol sadece Carboplatin+Paklitaksel tedavisi alırken, ikinci kol Carboplatin+Paklitaksel+Veliparib ve takiben Veliparib idamesi, üçüncü kola ise Veliparib + Carboplatin + Paklitaksel idame tedavisinde ise plasebo uygulanmış. Veliparib ile başlanılan ve idame Veliparib ile devam eden kolda medyan PFS 23.5 ay vs sadece KT kolunda ise 17.3 ay olarak saptandı. BRCA mutant hasta grubunda ise Veliparib’li kolda ortanca progresyonsuz sağkalım 12 ay uzadığı gösterildi (34.7ay vs 22ay). HRD hasta grubunda ise Veliparib kolunda ortanca progresyonsuz sağkalım 11 ay uzadığı gösterildi ( 31.9ay vs 20.5ay ) 2019 yılında over kanserinin tedavisinde kemoterapi ve Bevacizumab’a ek olarak PARP inhibitörlerinin etkinliği BRCA mutasyonu olmayan hasta gruplarını da içerecek şekilde gösterildi. Etkinlik HRD grubunda daha belirgin saptandı, bu nedenle over kanserinde de hastaya özel yaklaşımla tümörün genomik özelliklerinin saptanmasının önemi ortaya çıktı. Bu tedavinin etkinliğinin yanısıra yan etkiler açısından da tolerabl olması ve yaşam kalitesini bozmaması dikkat çekici oldu. Nüks over kanserinde ise Bevacizumab veya PARP inhibitörü ilaçlarla immunoterapi kombinasyonları gündemdedir. Ayrıca tümörün MSI (Mikrosatellit instabil) olması durumunda immunoterapi ajanlarından Pembrolizumab’ın etkinliği gösterildi.Hedefe yönelik tedaviler ve immunoterapi over kanserinin güncel tedavisinde gelişme yaratmaya devam etmektedir.


CERRAHİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

JİNEKOLOJİK AMELİYATLARDA ENDOSKOPİK UYGULAMALAR TERCİH EDİLEBİLİR AMA LİMİTİMİZİ DE BİLMELİYİZ! Kansız ameliyatlar olarak da adlandırılan endoskopik yöntemler kadın hastalıkları ile ilgili problemlerin tanı ve operatif tedavisi için kullanılmaktadır. Laparoskopi olarak adlandırılan teknikte, karın içinin görüntüsü, kameralar yardımıyla ameliyathane içerisindeki monitörlere yansıtılmakta ve operasyon yapacak ekip tarafından karın içindeki bütün organlar kolaylıkla gözlenebilmektedir. Bu incelemeler sonucunda hastalık değerlendirilerek, kesin teşhis konulmakta ve uygun olan operasyona karar verilmektedir. Lazer, elektrik enerjisi ve çeşitli kesici ve kan durdurucu aletlerin yardımı ile istenilen operasyon gerçekleştirilmektedir. AVANTAJLARI Endoskopik yöntemlerle yapılan ameliyatlar karın kesisi ile yapılan açık operasyonlara göre önemli avantajlar sağlıyor. Her şeyden önce bu tip uygulamalar hastanede kalış süresini kısaltıyor. Dış gebelik, basit yumurtalık kistleri, endometriosis, idrar kaçırmalarının düzeltilmesi, miyomların alınması ile ilgili operasyonlar sonrasında hastanın hastanede kalmasına sıklıkla gerek kalmıyor. Aynı gün evine çıkan hasta 48 saat içerisinde günlük yaşamına dönebilmenin avantajına sahip olabiliyor. Sayılan avantajlarından dolayı laparoskopik yolla yapılan uygulamalar histerektomi olarak adlandırılan, çeşitli nedenlerle rahim çıkarılması için ve hatta kanserlerin

ameliyatla tedavisinde de yaygın olarak tercih edilir hale gelmiştir. Bunda endoskopik ameliyatların açık uygulamalara göre daha az maliyete sahip olması da rol oynar. HİSTEROSKOPİK AMELİYATLAR Histeroskopi, optik bir sistemle rahim içinin gözlenmesi esasına dayanır ve rahim içiyle ilgili olarak yapılan ameliyat şekilleridir. Histeroskopik ameliyatlarla yine rahim içinin gözlenmesini takiben ortaya çıkarılan polipler, miyomlar, yapışıklıklar, rahim gelişme bozuklukları çok kısa sürede güvenli bir şekilde, karın açılmasına gerek kalmaksızın tedavi edilebiliyor. Kısırlık sorunlarının tedavisinde önemli başarılar elde edilirken, diğer tarafta menopoz öncesi ve sonrası ortaya çıkan başta sebebi belli olmayan kanamalar ve erken kanser teşhisi olmak üzere, çeşitli sorunların tanı ve tedavisinde başarılı sonuçlar vermektedir. Endoskopik cerrahi yöntemlerle yumurtalık kistlerine kolaylıkla müdahale edilebilir. Patolajik tanı ile kesin tanı konarak tedavi süreci yönetilebilir. Her ameliyatın yan etkisinin ve ekonomik giderinin olduğu ve her kistin opere edilmesinin gerekmediği de unutulmamalıdır. İNFERTİLİTE TEDAVİSİNDE BAŞARILI SONUÇLAR ALINIYOR Endoskopik girişimler günümüzde özellikle çocuk sahibi olamayan çiftlerde de teşhis amacıyla kullanılabiliyor ve bu girişimlerden elde edilebilecek veriler doğrultusunda tedavi de aynı anda yapılabiliyor. 1993’TEN BUGÜNE... Ülkemizde laparoskopi ile rahim çıkarılması operasyonları ilk olarak benim liderliğimde 1993’te Hacettepe Üniversitesi’nde yapıldı. 1995 yılına kadar iyi bir şekilde eğitimlerinin yapıldığı endoskopik operasyonlar 2000 yılına kadar biraz daha yavaşladı. Ancak son 7-8 sene içinde tek teknolojinin çok gelişmesi ve operasyonlara çok yardımcı olması bu tip ameliyatların yaygınlaşmasını etkiledi.

Prof. Dr. Timur Gürgan İstinye Üniversitesi Bahçeşehir Hastanesi

Bu tip operasyonlar uzun süreli özel eğitim gerektirir. Endoskopik cerrahi ameliyatı konusunda deneyimli doktorca, yeterli alet ve donanıma sahip eğitimli yardımcı personelin bulunduğu, gerektiğinde ameliyata uzunca zaman ayırılabilecek hastanelerde uygulanmalıdır. ‘‘Endoskopik cerrahın aynı zamanda mutlaka iyi bir açık cerrahi tecrübeye sahip olması gerekmektedir.’’ Endoskopik cerrahinin ilerlemiş şekli olan, eğitimli uzman hekim tarafından yönetilen ve robotlarla yapılan operasyonlara Robotik Cerrahi diyoruz. Bunun için geliştirilmiş yeni teknolojiler var. Bunun eğitimini alan doktorlar ameliyathanenin dışında bir konsol içinde robotik kolları yöneterek ameliyat yapıyor. Optik sistem görüntüyü olduğu gibi önünüze getiriyor. Her şeyi net bir şekilde görerek yapıyorsunuz. Ama bu şu anda gelişme safhasında olan bir teknoloji. Maliyeti yüksek olması ve eğitimli ekip & hastane gerektiği için sadece belirli merkezlerde yapıldığı bilinmelidir. Miyom ve kist ameliyatlarının endoskopik uygulamalarında mikrocerrahi prensiplerine dikkat edilmesi gerekir. Aksi takdirde operasyon sonrası yapışıklıklar artabilir ve gebe kalmanız zorlaşabilir. Doktor uygun görürse mini laparotomi denilen teknikle karına yapılacak ufak bir kesiden ameliyatın özel cerrahi uygulama ile yapılması daha yüz güldürücü sonuçlar verebilir. Bu nedenle bazı durumlarda mikroskop altında yapılan mikrocerrahi ameliyatlarına başvurmak gerekebilir. Sizin için en iyi ameliyat şekli; güvendiğiniz ve sizi ameliyat etmesine karar verdiğiniz doktorunuzun en iyi bildiği ve tecrübesinin en fazla olduğu ameliyat yoludur. Ancak ameliyat olmanız gerekli ise bizim için en kolay ve avantajları olan endoskopik yöntemleri seçmemiz daha mantıklı değil mi?

EKİM-ARALIK 2019 / PS 49


JİNEKOLOJİK KANSERLER

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

P

H HUMAN

Doç. Dr. Murat Gültekin HÜ. Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Jinekolojik Onkoloji Bilim Dalı ENGAGe Eş Başkanı

PAPILLOMA

V VIRUS

•Tüm erkek kanserlerinin %1’i, kadın kanserlerinin ise %5’i doğrudan HPV’ye bağlı gelişmektedir. •HPV’ye bağlı kadınlardaki kanserlerin %90’ı servikal kanserdir. •HPV’ye bağlı kanser yükü gelecekte en çok gelişmekte olan ülkeleri vuracaktir.

Her yıl 32 milyon kişi siğil gelişmesinden ötürü, yaklaşık 35 milyon kişi ise smear dediğimiz rahim ağzı sürüntülerinde hücresel bozukluklar gelişmesi nedeni ile doktorlara başvurmaktadır. Tüm bu etkilerin bir sonucu olarak, HPV’nin bulaş sonrası bireylerde son derece ciddi maddi, manevi, fiziksel ve duygusal bir yük doğurmaktadır.

anüs, vulva ve vajen kanserlerinin gelişiminden sorumlu en güçlü kanserojen ajanlardan biridir. Tütün kullanımı akciğer kanseri riskini 10 misli arttırırken, HPV-16 enfeksiyonu da rahim ağzı kanseri riskini yaklaşık 300 misli arttırmaktadır.

TARAMALARIN ÖNEMİ!

Ülkemizde HPV sıklığı diğer pek çok ülkeye göre düşüktür. Türkiye HPV genotip haritası verilerine göre (Ocak 2018) toplamda 30 yaş üzeri 3.4 milyon kadının taramasında HPV DNA pozitifliği %4 oranında bulunmuştur. Bu çalışmada yaklaşık 12.000 kişide de ASC-US hariç smear bozuklukları saptanmıştır. Tüm erkek kanserlerinin %1’i, kadın kanserlerinin ise %5’i doğrudan HPV’ye bağlı gelişmekte ve kanserin dışında da her yıl her 100 bin kadınımızın 155’inde genital siğiller gelişmektedir.

Servikal tarama (Pap Testi), rahim ağzı hücrelerinde daha sonra kansere dönüşebilecek anormallıkleri saptamak için yapılan bir örnek alma işlemidir. Özellikle genç kadınlarda erken invaziv serviks kanseri tespit edilirse doğurganlığın korunmasını sağlayan (konizasyon, trakelektomi) gibi konservatif cerrahi yaklaşımlar ile tedavi edilebilir. Bu nedenle tarama programları oldukça önemlidir. Servikal tarama programları ülkeden ülkeye değişse de; genel olarak otoriteler aşağıdaki programları tavsiye etmektedirler: •20-30 yaşlarında taramaya başlamak gerekir, fakat ülkedeki servikal kanser oranları oldukça düşükse taramaya tercihen 25 ya da 30 yaşından önce başlamamak gerekir Amaç gereksiz tedaviden ve olası hamilelik komplikasyonlarından kaçınmaktır, çünkü bazı HPV bağlantılı değişiklikler genellikle genç kadınlarda kendiliğinden yok olmaktadır. •60-65 yaşına kadar her 3-5 yılda bir taramaya devam edilmelidir.Tarama yaşlı kadınlarda üç ya da daha fazla normal testten sonra durdurulabilir.Fakat daha önce hiç tarama yaptırmamış yaşlı kadınlara özellikle dikkat etmek gerekir, çünkü onlar servikal kanser riski en yüksek kişilerdir. HPV VİRÜSÜNÜN TÜRLERİ Dünya üzerinde 200’den fazla HPV tipi vardır. Bunlardan özellikle 14 tanesi kanser yapan yüksek riskli HPV tipleridir.Bu tipler arasında ise en önemlisi HPV 16 ve HPV18’dir. HPV 16 enfeksiyonu dünya genelinde baş boyun, 50 PS / EKİM-ARALIK 2019

TÜRKİYE’DE DURUM

Dünya genelinde her geçen gün artan sayıda ülkede Pap-smear programları bırakılıyor. Dünya genelinde ilk geçen ülke olmamız nedeni ile programımızda oldukça yoğun ilgi görmekte. Bizden sonra Hollanda, Avustralya, İtalya, İsviçre, ABD gibi ülkelerde HPV DNA ile taramaya geçtiler. Hali hazırda ülkemizde de 3,5 milyon kadının taraması yapıldı ve 15 bine yakın kadın kanser gelişmeden erken dönemde yakalandı.

HPV AŞILARI DÜNYA GENELİNDE AŞILANAN KİŞİ SAYISI 300 MİLYONA YAKLAŞTI Günümüzde 3 farklı aşı mevcut. 2’li aşı dediğimiz HPV 16 ve 18’e karşı etkin olan aşı, 4’lü dediğimiz HPV-16 ve 18 ile beraber siğillerden sorumlu HPV-6,11 ‘e karşı geliştirilmiş olan ve 9’lu dediğimiz HPV 6,11,16,18 dışında, 31,33,45,52 ve 58’e karşı etkili olan 9’lu aşı. Aşılar şu an 132 ülkede onaylı, 87 ülkede ulusal aşı programında-54’ünde sadece kızlar, 19 ülkede hem kızlar hem de erkeklerde rutin aşılama programı uygulanıyor. Tüm bu kişiler Dünya Sağlık Örgütü ve pek çok farklı kurum tarafınca takip ediliyor. Aşıların şu ana kadar diğer aşılardan daha farklı olabilecek bir yan etkisi gösterilemedi. En son yan etki raporu 2017 Aralık’ta Dünya Sağlık Örgütünce yayımlandı ve son derece güvenli olarak sınıflandırıldı.


JİNEKOLOJİK KANSERLER

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

‘‘ AŞILARIN KLİNİK ÇALIŞMALARI VE 12 YILIN ÜZERİNDE TAKİPLERİ TAMAMLANDI. TÜM ÇALIŞMALARDA, İÇERDİKLERİ HPV TİPLERİNE KARŞI YÜZDE YÜZ KORUYUCU ETKİNLİK GÖSTERDİKLERİ SAPTANDI.’’ .

15 Yaş altı kız çocuklarında altı ay ara ile yapılacak 2 doz aşı 3 doza benzer etkinlik olduğu gösterildi. Pek çok ülkede çocukluk çağı aşılaması artık 2 doz. . 26 yaş üzeri kadınlarda da çocuklardakine benzer oranlarda başarılı olduğu, yan etki spektrumunun da benzer olduğu görülünce Dünya Sağlık Örgütü ve Avrupa Birliği (EMA) tarafınca üst yaş sınırı kaldırıldı. . Daha önceden HPV enfeksiyonu geçiren kadınlarda bile takipte re-infeksiyon ya da lezyonlarda nükslerin %30 oranında azaldığı gösterildi.

Aşılama programı uygulayan tüm dünya ülkelerinde ulusal istatistikleri üzerinden gerçek yaşam rakamları yayımlandı. Bu ülkelerin hepsinde;

.

HPV 6,11, 16, 18 enfeksiyonlarında %90 azalma

. Kadın ve erkek genital siğillerinde %90 azalma

. Düşük dereceli smear bozukluklarında

%45, yüksek dereceli bozukluklarda ise %85 oranında azalma olduğu gösterildi

Finlandiya’da yayımlanan gerçek kanser verilerinde, aşılanan grupta hiç kanser gelişmez iken, aşılanmayan grupta 10 yıl içerisinde 10 kanserin geliştiği gösterildi. Aşılar artık 15 yaş altı için 2 doz, 15 yaş üzeri için ise 3 doz olmak üzere tüm yaş gruplarında, hatta HPV’si olan veya HPV’ya bağlı gelişen hastalıklar nedeni ile müdahale edilen herkese öneriliyor. Güvenlik verileri tüm dünya kurumlarınca son derece güvenli olarak nitelendirilirken, gelişmiş ülkelerde servikal kanser başta olmak üzere kanser önleyici etkileri de görülmeye başlandı

DÜNYA’DA İLK KEZ JİNEKOLOJİK ONKOLOJİ GÜNÜ KUTLANDI

2016 yılında European Network of Gynaecological Cancers Advocacy Groups-ENGAGe’in Başkanlığı görevini üstlenen Doç.Dr. Murat Gültekin ve Kanserle Dans Derneği Kurucu Eş Başkanı Esra Ürkmez’in çalışmaları sonrasında ENGAGe, Avrupa genelinde onlarca ülkede 50’nin üzerinde derneğin birleştiği geniş bir ağ oluşturdu. Avrupa Jinekolojik Kanserleri Hasta Dernekleri Birliği - ENGAGe üyesi ülkeler tarafından, jinekolojik kanserler konusunda farkındalığın arttırılması, kadınlarda ve doktorlarda gerekli davranışsal ve iletişimsel soruların çözülmesi, kadınların bu kanserlerin önlenmesi konusunda daha aktif olmaları için 20 Eylül Dünya Jinekolojik Onkoloji Günü ilan edildi. 10 ÜLKEDE GERÇEKLEŞTİRİLEN ÇALIŞMADAN ÇARPICI SONUÇLAR ELDE EDİLDİ ENGAGe tarafından son 5 yılda Avrupa genelinde, hasta eğitim seminerleri, hastalar için tedavi kılavuzlarının gerçekleştirilmesi, klinik araştırma projeleri, bazı Avrupa ülkelerinde palyatif ve psikososyal pilot destek projeleri gibi pek çok önemli proje hayata geçirild ve son olarak da önemli bir çalışma gerçekleştirdi. Avrupa’da 10 ülkede, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Almanya, İngiltere, Yunanistan, Macaristan, Polonya, Sırbistan, İspanya ve Türkiye’den bin 436 hasta üzerinde gerçekleştirilen anketle ilgili Dr. Gültekin; şu verileri paylaşıyor: “Türkiye’nin de dahil olduğu Avrupa Birliği içinde en gelişmiş ülkeler dahil, kanser teşhisi almış hastalarla yapılan ankette çarpıcı sonuçlar bulduk.

Bu çalışmanın sonuçlarına göre jinekolojik kanser tanısı alan hastaların; . %30’unun hayatı boyunca hiç kanser taraması yaptırmadığı, . %40’ının teşhis edildikleri kanseri hiç duymadığı, .%32’sinin kanser teşhisi aldıktan sonra tedavi için 1 aydan fazla beklediği, . %40’ının tedavi yan etkileri ve hastalığın seyri hakkında bilgi sahibi olmadığı, . % 60’ının HPV aşısını duymadığı ve% 60’ının smear testi ya da HPV DNA testini bilmediği, . %13’ünün tedavi sırasında sosyal destek aldığı, . %70’inin hastalıkları ile ilgili yazılı bir broşür veya kitapçık alamadığı görülmektedir. Bunların dışında; Psikolojik destek %52 oranında, Jinekolojik ameliyattan sonra cinsel terapi alanların oranı %5 ve doktorlarıyla iletişimden memnun olma oranı da %55- 60. MÜCADELE RAPORU BİRLEŞMİŞ MİLLETLERE SUNULACAK “Rahim ağzı kanseri ile mücadele adına Avrupa Birliği ve DSÖ tarafından 100 bilim adamı seçildi. Benim de içinde bulunduğum bu grup olarak hazırlanacak rapor, 2.Dünya Jinekolojik Onkoloji günü öncesi 19 Eylül 2020’de, Birleşmiş Milletler toplantısında bütün devlet başkanlarına sunulacak. Bu rapor kabul edilir genel kuruldan geçerse, bütün dünya genelinde aşı ve tarama zorunlu olacak. 11-12 yaş arasındaki kız ve erkek çocuklara 2 doz HPV aşısı yapılacak. Rahim ağzı kanseri iki aşı, iki tarama ile 90 yıl içinde, dünya tarihinde ilk defa bir kanser tamamen elimine edilmiş olacak. Bu, kanserde bana göre tarihi bir an olarak kayıtlara geçecektir.’’ EKİM-ARALIK 2019 / PS 51


ONKOLOJİDE İZ BIRAKANLAR

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Prof. Dr. Mustafa Samur anısına

“ONKOLOJİDE İZ BIRAKANLAR ZİRVESİ” Kanser alanında çalışan Türk Bilim İnsanlarını bir araya getirdi. Türk Kanser Araştırmaları ve Savaş Kurumu Antalya Şubesi tarafından düzenlenen ‘‘Onkolojide İz Bırakanlar Zirvesi’’ kanser alanında önemli gelişmelere imza atmış Türk Bilim insanları ile genç kanser araştırmacılarını buluşturdu. Prof. Dr. Ahmet Demirkazık, Prof. Dr. Cumhur Arıcı ve Prof. Dr.Mustafa Özdoğan’ın eş başkanlığında düzenlenen zirvenin açılış konuşmasında Prof. Dr.Mustafa Özdoğan zirvenin ilk olma özelliğini taşıdığını ve 2008’de 42 yaşındayken hayatını kaybeden Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Mustafa Samur’u anma amacıyla yola çıktıklarını ifade etti. ‘‘TÜRKİYE’DE FARKLI BİR HAREKET BAŞLATMAK İSTİYORUZ.’’ Özdoğan;‘‘Arkadaşlarımızla, kanser alanında çalışan bütün disiplinleri bir araya getirip, kongreye katılan uluslararası başarılara imza atmış akademisyenlerinin de yol göstermesiyle, genç araştırıcılar için yeni kıvılcımlar oluştur52 PS / EKİM-ARALIK 2019

mak ve ulusal, uluslararası arenada fark yaratmış bilim insanlarımız ile onkoloji alanında kendini geliştirmeyi amaçlayan genç akademisyenleri buluşturmak istedik. 150’ye yakın bilim insanının görev aldığı, 500’e yakın akademisyen ve genç kanser araştırmacısı, bilim camiası, Antalyalı iş insanlarının ayni ve nakdi yardımları ile ülkemizin dört bir yanından çok sayıda genç araştırmacı, yurt içi ve yurt dışında kanser alanında iz bırakan bilim insanlarının konuşmalarını dinlemek üzere zirveye katılma fırsatı yakaladı. Antalya ilinin tüm kurum ve kuruluşlarından destek gören bilim şenliği niteliğindeki zirve, toplum ile kanser alanında başarılı bilim insanlarımızı bir araya getirmesi ile bir ilk gerçekleştirdik’’ dedi. Temel Onkoloji ve Klinik Onkoloji alanında 9 alt kategoride proje destek ödülleri yarışmasına, ülkenin en saygın üniversitelerinden ve araştırma kuruluşlarından 103 proje başvuruda bulundu. Kabul edilen projeler, 8 hakem tarafından değerlendirildi.Finale kalan 15

projeden seçilen 3 projeye Antalyalı iş insanları tarafından bağışlanan toplam 500.bin TL. destek ödülü jürilerin uygun bulduğu miktarlarda dağıtılmak üzere ayrıldı. Kongrede son 10 yılda onkoloji alanında Türk bilim insanları tarafından yayınlanan 77 makale ve 85 sözel bildiri kabul edildi. En iyi 6 araştırma makalesine ve 6 kategoride yapılan sözel bildirilere de ödüller verildi. Bakan Çavuşoğlu’ndan Kanser Hastası Yakını Olma Deneyimi

Yurt dışında ülkemizi kanser ve kanser

teknolojileri alanında temsil eden, sıra dışı başarılara imza atmış 15 bilim insanının davet edildiği kongreye, Dışişleri Bakanı Sayın Mevlüt Çavuşoğlu tam destek verdi. Bakan Mevlüt Çavuşoğlu, bir siyasetçinin kanserli hasta yakını olma deneyimini kongre kapsamında düzenlenen ödül gecesinde katılımcılarla paylaştı. Bakan Çavuşoğlu, konuşmasının ardından, zirve kapsamında düzenlenen yarışmada proje dalında dereceye girenlere ödüllerini takdim etti.


ONKOLOJİDE İZ BIRAKANLAR

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Genç Akademisyenlere; “Siz de Başarabilirsiniz’’

İş insanları ve topluma; “Sizlerin Desteği İle Hep Birlikte Başarabiliriz”

“HALK İÇİN BİLİM YERİNE HALK İLE BİLİM” Ulusal ve uluslararası arenada ülkemizi kanser alanında temsil eden bilim insanları ile Antalyalı iş insanlarını bir araya geldiği ve gelişmiş ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de iş dünyasının dikkatinin bilimsel araştırmalara çekildiği zirvede, “Halk İçin Bilim Yerine, Halk İle Bilim” sloganı, zirvenin sloganı olarak seçildi. Gelişmiş ülkelerde bilimsel araştırmalarda en önemli desteğin sivil toplum kuruluşları ve iş insanları tarafından yapılmakta olduğu hatırlatılılarak,sivil toplum kuruluşları ve iş insanlarının dahil olmadığı, bilimsel araştırmaların ve bilim insanlarının yetim kalacağı, başarılı olamayacağı vurgulandı. Zirve Yurt Dışından Önemli İsimleri Ağırladı 10 yılda kanser biliminde değişikliklerin günlük pratiğe yansımaları farklı disiplinlerden uzmanlar tarafından ele alındı.

Toplumu yakından ilgilendiren konulardan olan “Yaşlılık ve Kanser İlişkisi”ni, bu alanda önemli çalışmalar yapmış ABD South Carolina Üniversitesi’nden Prof. Dr. Besim Öğretmen, “Amerika’da Türk Bilim İnsanı olmak’’başlığında Prof.Dr. Atilla Soran’dan genç akademisyenlere bu yolda nasıl yürünmesi gerektiği ile ilgili önemli mesajlar verildi.“Diyet, Mikrobiyom ve Kanser İlişkisini” ABD Cold Spring Harbor Laboratuvarı’ndan, Nature ve Science gibi önemli dergilerde yayınları olan Semir Beyaz, “Kanser Tanı ve Tedavisinde Mini Robotları” Almanya Max Planc Enstitüsü’nden Dr. Metin Sitti anlattı “Kanser Alanında Radyoterapi ve Girişimsel Radyoloji oturumunda ‘‘Girişimsel Radyolojide Yenilikleri”, ABD Mayo Klinik Girişimsel Radyoloji Şefi Dr.Rahmi Öklü, “Radyoterapi Teknolojisinde Yenilikleri” İsviçre Cheu Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mahmut Özşahin aktardı. Önemli konulardan “Kanser Tedavisinde Doğurganlığın Korunması”

bu alanda çok sayıda çalışması ile yön veren ABD Yale Üniversitesi’nden Prof. Dr. Kutluk Oktay tarafından Kanser ve Fertilite oturumunda genç akademisyenlerle paylaştı. Kongrede kanser alanında ulusal ve uluslararası bilimsel arenada söz sahibi çok sayıda başarılı kanser araştırmacılrından gençlere “Siz de Başarabilirsiniz” iş insanlarına ve topluma “Sizlerin Desteği İle Hep Birlikte Başarabiliriz” mesajı verildi. EKİM-ARALIK 2019 / PS 53


DERMATOİMMÜNOLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Doç. Dr. Sibel Doğan Günaydın - Prof. Dr. Nilgün Atakan - Asuman Dabak - Prof. Dr. Başak Yalçın

TÜRKİYE’DE YAKLAŞIK 900 BİN KRONİK ÜRTİKER HASTASI VAR Dermatoimmünoloji ve Alerji Derneği tarafından Novartis iş birliğiyle 1 Ekim Dünya Ürtiker Günü vesilesiyle ürtiker hastalığına dikkat çekmek ve kamuoyunda farkındalık yaratmak için bir basın toplantısı düzenlendi. Dermatoimmünoloji ve Alerji Derneği Başkanı, Prof. Dr. Nilgün Atakan, Prof. Dr. Başak Yalçın ve Doç. Dr. Sibel Doğan Günaydın’ın katılımıyla gerçekleşen toplantıda ürtiker hastalığı ve tedavi yöntemlerine dikkat çekildi. Tiyatro sanatçısı Asuman Dabak’ın da katıldığı toplantıda sanatçının 1 Ekim Dünya Ürtiker Günü’ne özel sergilediği “Senin Dilinde” adlı performansının tanıtım videosu ilk kez gösterildi. ‘‘İNSANLARIN YAKLAŞIK BEŞTE BİRİ HAYATININ BİR DÖNEMİNDE AKUT ÜRTİKER ATAĞI GEÇİRİR’’ Prof. Dr. Nilgün Atakan Dermatoimmünoloji ve Alerji Derneği Başkanı, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Halk arasında kurdeşen olarak bilinen ürtiker toplumda sık görülen, kaşıntılı, kabarık ve ödemli plak şeklindeki lezyonlarla karakterize bir cilt hastalığıdır. Bu lezyonların en belirgin özelliği, çok kaşıntılı olmalarının yanı sıra 24 saatten daha az bir sürede kendiliğinden kaybolmaları.En sık 20-40 yaş arasında ve kadınlarda erkeklere oranla iki kat daha fazla görülür. Ürtiker plaklarının oluşumunda temel olarak tüm deri ve mukozalarda bulunan mast hücrelerinin aşırı uyarılması ile bu hücreden salınan medyatörler (histamin vs.) damarların gelişmesi ile ortaya çıkan bir durumdur. Başlıca iki grupta sınıflandırılır; Akut ve kronik olarak iki farklı klinik tipi bulunuyor. Altı haftaya kadar devam eden ürtikere akut; 6 haftayı geçenlere kronik ürtiker adı veriliyor. Çocuklarda daha çok akut formda, erişkinlerde kronik formda seyreder. 54 PS / EKİM-ARALIK 2019

ÜRTİKER TİPLERİ VE NEDENLERİ -Akut Ürtiker; Vücudun her yerinde çıkabiliyor. Kaşınan ve travmaya uğrayan yerlerde çizgisel olarak, mercimek büyüklüğünde fazla sayıda veya bir böcek ısırmış görünümde ortaya çıkan, şiddetli kaşıntıya neden olan oluşumlardır. Deri üzerinde tek bir ödem plağı birkaç saatten maksimum 24 saate kadar devam edebiliyor. Daha sonra tamamen kayboluyor. 6 haftadan daha kısa sürede sonlanır. Ancak derinin başka bir yerinde birkaç gün sonra tekrar görülebiliyor. Akut ürtikere gıdalar, katkı maddeleri, böcek sokmaları, çeşitli enfeksiyonlar, ilaçlar özellikle başta aspirin, analjezik, ağrı kesiciler, antibiyotikler neden olabiliyor. -Kronik Ürtiker; Daha nadir ancak sık görülmektedir. 6 haftadan uzun aylarca, yıllarca sürebilir. Akut ürtikerin yüzde 25 sıklıkta görülmesine karşı, kronik ürtiker yüzde 1 sıklıkta görülür. Kronik olguların ortalama süresi 3-5 yıldır. Nadiren 10 yıla uzanan vakalarda görülebiliyor. Kronik ürtikerde hangi tetkiki yaparsanız yapın bazen sebep bulamıyorsunuz. Biz buna İdyopatik nedenler diyoruz. Otoimmünite, fiziksel nedenler örneğin; ultraviyole, sıcak-soğuk ve sinsi kronik enfeksiyonlar neden olabiliyor. Alkollü içecekler, baharatlar ve stres de tetikleyen faktörler. ANJİODEM Hastalığın hemen hemen yarısında Anjiodem görülüyor. Göz kapağını etkileyebilir, göz çevresinde, dudaklarda ödem gelişir ve bazen solunum sıkıntısı eşlik eder. Bu durumda acil müdahale gerekebilir. Özellikle kronik seyreden hastalıkta daha dramatik seyredebilir. Kaşıntı, uykusuzluk, enerji kaybı, sık doktor-hastane başvurularında artış, iş başarısında azalma, toplumdan uzaklaşma sosyal izolasyon, anksiyete ve depresyonla birlikte en sık görülen klinik tablo olarak karşımıza çıkıyor.


DERMATOİMMÜNOLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

‘‘ SÜREKLİ KAŞINIYOR VE TERLİYOR ÇOK RAHATSIZ EDİCİ ÇOCUĞUMA YAKLAŞMASIN SAKIN YANIMA OTURMASIN BU HALDE İŞE NASIL GİDİYOR BULAŞICI OLMASIN HERYERİ KABARMIŞ ELİMİ SIKMAZ İNŞALLAH... ’’

Önyargıları yıkarak hastalarda ve toplumda bilinirliği artırmak hastalıkla mücadelede önemli bir basamak! Onu Sözlerinle Mahkum Etme. Onu Özgürleştirmek, SENİN DİLİNDE...

‘‘KRONİK ÜRTİKER TEDAVİSİ UZUN SOLUKLU BİR TEDAVİDİR’’ Prof. Dr. Başak Yalçın Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Kronik ürtiker, kronik spontan ve kronik uyarılabilir olarak ikiye ayrılıyor. Kronik spontan ürtikerde, belirli bir tetikleyici olmaksızın belirtiler ortaya çıkarken, kronik uyarılabilir ürtikerde deriyi çizme, basınç uygulama, soğuk ya da sıcak teması, güneş ışınlarına maruz kalma ve egzersiz gibi çeşitli fiziksel uyaranlar hastalığı tetikliyor. Kronik spontan ürtikerde genellikle altta yatan bir neden bulunmuyor.Çeşitli ilaçlar, enfeksiyonlar, bazı hormon hastalıkları, stres ve besin katkı maddeleri gibi faktörler hastalığı ortaya çıkarabiliyor ya da alevlendirebiliyor. Bu faktörlerin tespit edilip müdahale edilmesi hastalığın yatışmasını kolaylaştırıyor. Kronik ürtiker tedavisi uzun soluklu bir tedavidir. Doğru tedavinin belirlenmesi ve düzenli doktor kontrolü oldukça önemlidir. Ürtikeri tam olarak ortadan kaldıracak ve bir daha da tekrar etmesini engelleyecek bir tedavi seçeneği henüz mevcut değildir. Kullandığımız tedaviler asıl olarak hastalığın semptomlarını kontrol altına almak ve hastalığı baskılayıp hastanın iyilik dönemlerini uzatmak içindir. İlk Basamak İlaçlar: Antihistaminikler Ürtiker tedavisinde ilk basamak ilaçlar H1 antihistaminlerdir. Antihistaminik ilaçlar iki gruba ayrılır. Bunlardan 1.kuşak (klasik) ve yeni kuşak antihistaminiklerdir. Klasik antihistaminikler, yan etkileri olan ilaçlardır. Bu yan etkiler; Uyku hali, konsantrasyonda azalma, iştah artışı ağızda kuruma, kabızlık, idrar yaparken zorlanma, cinsel fonksiyonlarda azalma, kalp atımında değişiklikler, bulanık görme yapabilir. Klasik kuşak antihistaminikler hastanın hastalıktan dolayı çok huzursuz olduğu durumlarda, hafif uyku hali yaratıp hastayı rahatlatmak için kullanılabilir. (Özellikle çocuk hastalar için). Yeni kuşak antihistaminikler: Yan etkiler açısından 1. kuşağa göre çok daha güvenli ilaçlardır. Yan etkileri oldukça azdır. Günümüzde tedavide genellikle yeni kuşak antihistaminikler kullanılmaktadır. Klasik kuşak ilaçlar nadiren kullanılır. Eski kuşak antihistaminlerden çok daha güvenli olsa da bazı hastalarda sonuç alınamıyor. Böyle bir durumda tedavide kurdeşen aşısı olarak bilinen Omalizumab’ı öneriyoruz. Omalizumab; Halk arasında ürtiker aşısı diye bilinir. 12 yaş ve üzeri hastalarda uygulanabilen bu tedavi hastaların yüzde 80’inden fazlasında etkili Yan etkiler açısından çok güvenilir bir ilaçtır. 4 haftada bir deri altına enjekte edilir. 6 ay bu şekilde uygulandıktan sonra yeterli düzelme elde edildi ise enjeksiyon aralıkları daha da uzatılabilir. %80’den fazla hastada, hastalığı tam olarak kontrol altına alır. İyileşme çoğunlukla ilk enjeksiyondan bir hafta sonra başlıyor ama bu süre 4-8 haftayı da bulabiliyor. Ürtiker tedavisinde Kortikosteroidler (kortizon) Kortikosteroidler yalnızca hastalıktaki akut atağı baskılamak için ve en fazla 10 gün süreyle kullanılır.Uzun süreli olarak kortikosteroid kullanımı ilacın yan etkilerinden dolayı kesinlikle önerilmez.

Siklosporin: Bu tedavilerin hiç birisine yanıt vermeyen durumlarda kullanılabilir. Etkili bir ilaçtır. Ancak yan etkileri nedeniyle uzun süreli kullanımı önerilmez. Kronik ürtiker %50 hastada 3 yıl, %80 hastada 5 yıl içinde geçer. Ancak %10- 20 hastada 10 yıldan daha uzun sürer.Bu süre içinde bazen hastalık yatışır ve tedavisiz dönemler olabilir. Ancak tekrarladığında ya da alevlendiğinde aynı tedavilerin tekrar kullanılması gerekmektedir. ‘‘ÜRTİKER ZOR BİR HASTALIK ANCAK ÜRTİKER HASTALARI ÇARESİZ DEĞİL” Doç. Dr. Sibel Doğan Günaydın Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Deri ve Zührevi Hastalıklar Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Özellikle kronik spontan ürtikerin hasta yaşam kalitesini belirgin şekilde olumsuz yönde etkilediğini vurgulayan Doç. Dr. Sibel Doğan Günaydın, hastalarda kaşıntı nedeniyle ortaya çıkan uyku düzensizliğinin yanı sıra, dikkat eksikliği, halsizlik, sosyal yaşam ve iş başarısında azalmayla birlikte anksiyete gelişebileceğini belirtti. Ürtiker hastalarının çaresiz olmadıklarını ifade etti. “Ürtiker hastaları bilgi eksikliğinden doğan yanlış anlaşılmalardan dolayı iş yaşamlarında ve sosyal hayatlarında rahatsız edici bakışlara ve davranışlara maruz kalıyor. Hastalıkla ilgili önyargıları yıkarak hastalarda ve toplumda bilinirliği artırmak hastalıkla mücadelede önemli bir basamak. 1 Ekim Dünya Ürtiker Günü’nde farkındalığı artırmanın ve yeni nesil tedaviler konusunda hastaları bilgilendirmenin çok önemli olduğunu düşünüyorum.” dedi. Toplantıda tiyatro sanatçısı Asuman Dabak; Ürtiker hastalığı hakkında toplumu bilgilendirmek ve hastaların içinde bulunduğu zorlu yolculuğa dikkat çekmek amacıyla düzenlenen Senin Dilinde farkındalık çalışması’nın bir parçası olmaktan dolayı çok mutlu olduğunu ifade etti. Asuman Dabak, ürtiker hastalığına yönelik yapılacak bilinçlendirme ve bilgilendirme çalışmalarının hastalığa karşı önyargıları yıkmak ve ürtiker hastalarını topluma kazandırmak için büyük rol oynadığını vurguladı.

Ürtiker hala bilinirliği düşük. bir hatsalık. Sürekli bununla yaşamak hatta tedavisinin olmasının bilinmesi hastalarımız için çok önemli. Bu görüntüleriyle kendilerini bir nevi hapishaneye kapatmak durumunda kalıyorlar. Bu yargıları aşmak için bu projeyi hayata geçirdik. Etkileşimi oldukça yüksek bir farkındalık çalışması oldu. Katkı veren herkese hastalarımız adına teşekkür ederiz. Prof. Dr. Nilgün Atakan Dermatoimmünoloji ve Alerji Derneği Başkanı

EKİM-ARALIK 2019 / PS 55


DERMATOLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

SEDEF HASTALIĞI Zamanında Doğru ve Etkin Tedavi Almamak Hastalığın İlerlemesine Başka Hastalıkların Eklenmesine Yol Açabilir!

Dünyada yaklaşık 125 milyon psoriasis (sedef) hastası olduğu tahmin ediliyor. Sedef hastalığı, herhangi bir yaşta ortaya çıkan ancak özellikle 30-39 ve 50-69 yaşları arasında pik yapan, yatkınlık geni taşıyanlarda daha sık rastlanıyor. Nedeni kesin bilinmeyen bu hastalığın ortaya çıkmasında bazı genetik faktörlerin etkili olduğu ve bunun üzerinde birtakım tetikleyici faktörlerle de hastalığın başladığı veya şiddetlendiği gözleniyor. Psoriasis Derneği tarafından “29 Ekim Sedef Hastalığı Farkındalık Haftası”nda düzenlenen toplantıda Psoriasis Derneği Başkanı Prof. Dr. Mehmet Ali Gürer ile dernek yönetim kurulu üyelerinden; Prof. Dr. Nahide Onarır Onsun, Prof. Dr. Sibel Alper ve Prof. Dr. Emel Bülbül Başkan sedef hastalığını tetikleyen faktörler, tedavi yaklaşımları ve hastaların yaşam kalitelerini yükseltecek bilgiler paylaştı..

Prof. Dr. Nahide Onarır Onsun

Prof. Dr. Mehmet Ali Gürer

56 PS / EKİM-ARALIK 2019

Dr. Emel Bülbül Başkan

Prof. Dr. Sibel Alper


DERMATOLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Sedef hastalarında depresyon ve anksiyete oranı genel nüfusa oranla daha yüksek! ‘‘PSORİASİS HERKESTE GÖRÜLEBİLİR ANCAK BAZI KİŞİLERDE BU RİSK ARTABİLİR’’ Prof. Dr. Mehmet Ali Gürer, Psoriasis tipik olarak tetikleyici faktörlerce başlatılabilir veya şiddetlenebilir. Bu faktörlerin varlığı riski artırmaktadır. Özellikle çocuk ve genç hastalarda en çok streptokokkal boğaz enfeksiyonları olmak üzere viral üst solunum yolu enfeksiyonları, üriner sistem enfeksiyonları, bazı ilaçlar, deride oluşan sıyrık, kesi, çizik gibi yaralanmalar, şiddetli kaşıntı ve şiddetli güneş yanıkları psoriasisi şiddetlendirebilir. Tekrarlayıcı viral ve bakteriyel enfeksiyonu olan (özellikle beta hemolitik streptokok çocuklarda), çoklu ilaç kullanımı olan hastalarda (tetikleyen ilaçlar olabileceğinden) risk artmaktadır. Stres, psoriasisi tetiklediği çok iyi bilinen bir faktör olup, stresli bir olaydan 1-3 ay kadar sonra hastalığın ortaya çıktığı veya şiddetlendiği gözlenmektedir. Obezite Sigara, Alkol ve Genetik Yatkınlık Hastalık Riskini Artıran Önemli Faktörlerden Obez bireylerde kıvrım bölgeleri terleme ve sürtünme nedeniyle travma alanlarıdır, ayrıca bu bölgelerde yerleşen kandida türü mantarlar da tetikleyici rol oynayarak bu alanlarda psoriasis gelişimine yol açar. Sigara ve alkol tüketimi hastalığın seyrini olumsuz etkilemektedir. Sigara sadece hastalığın başlamasında değil şiddetlenmesinde de önemli rol oynamakta olup, bu etki kadın hastalarda daha dikkat çekicidir. Alkol özellikle erkek hastalarda daha dirençli seyre neden olmaktadır.

“SEDEF HASTALIĞINA BAŞKA HASTALIKLAR DA EŞLİK EDİYOR” Prof. Dr. Nahide Onarır Onsun Sedef hastalığı büyük oranda deride görülmesine rağmen bazı dışarıdan görünmeyen hastalıklara da yatkınlık oluşturur. Bazı sedef hastalarında eklem tutulumu gözlenebilir ve psoriatik artrit oluşabilir. Bu hastalığın sedef hastalarında gelişme oranı yüzde 20-30 civarındadır. Başlangıçta görülmese bile zaman içinde gelişebilen ve romatizmal hastalıklarla karıştırılabilen psoriatik artrit hastalığına, zamanında tanı ve tedavi yapılmazsa deformitelere ve iş görmezliğe yol açabilir. Sedef hastalarında ayrıca Crohn hastalığı gibi bağırsak hastalıkları, insülin direnci, diyabet, yüksek tansiyon, obezite, kalp ve dolaşım sistemi hastalıkları ve erken yaşta miyokard infarktüsü daha sık görülür. Hastalığa klinik muayene ile tanı koymak mümkündür. Dermatoloji uzmanları hastalığı kolayca teşhis edebilir. Başka deri hastalıklarına benzeyen durumlarda ise doğru tanı için biyopsi yapılabilir. Sedef hastalarında insülin direnci, geç yaşta başlayan diyabet, hipertansiyon, kalp-damar hastalıkları, karaciğer yağlanması, gözde üveyit gibi durumlar daha fazla görüldüğü için hastalardan çeşitli tetkikler istenir. Hastadan istenecek tetkiklerle eşlik eden hastalıklar ve riskler belirlenebilir ve ilgili uzmanlık dalının görüşleri alınıp tedavi ona göre düzenlenir. ‘‘HASTALIĞIN ŞİDDETİNİN HER HASTA İÇİN DUYGU DURUMUNA GÖRE AYRI DEĞERLENDİRİLMESİ GEREKİYOR’’ Prof. Dr. Sibel Alper

Psoriasis sosyal damgalamadan fiziksel engelliliğe ve duygusal bozukluklara kadar birçok alanda olumsuz etkileri olabilen kronik bir hastalıktır. Sedef hastalığı deri Genetik yatkınlık önemli diğer bir risk belirtileri görünür olduğu ve uzun sürefaktörüdür. Örneğin sarı ve siyah ırkta bildiği için hastalarımızın yaşam kalitesini görülme sıklığı nispeten daha düşükken önemli ölçüde etkiler. Ellerde bulunan deri beyaz ırkta görülme riski daha fazladır. lezyonları bazı mesleklerde çalışmayı, spor

yapmayı hatta günlük ev işlerini bile zor hale getirebilir. Hastalığa yakalanmış bireyler, görünümleri hakkında içekapanık hissedebilirler ve çekingenlik, özgüven eksikliği yaşayabilirler. Kişiler, çalışma hayatında ayrımcılığa ve sosyal izolasyona yol açabilen damgalanma algısı sonucu olarak psikolojik sıkıntı çekebilirler. Sedef hastaları aile ve toplum içinde yaşadıkları dışlanma nedeniyle etkin biçimde topluma katılmada sorunlar yaşamaktadırlar. Hastalarımızda depresyon ve anksiyete oranı genel nüfusa oranla daha yüksektir. Hastaların %25’inde depresyon ve anksiyete, %10’unda ölme isteği, %5,5’inde intihar düşüncesi görülürken, soysal ve cinsel problemler de yaygın olarak rastlanmaktadır. ‘‘HER HASTA İÇİN FARKLI PLANLANMALI’’ Prof. Dr. Emel Bülbül Başkan, Tedavi çoğunlukla uzun solukludur ve sonuçta döküntülerin tam veya tama yakın oranda silinmesi sağlanmalıdır. Tedavi kesildiği takdirde tıpkı diğer kronik hastalıklar gibi psoriasisin de nüksetme riski vardır. Sedef hastalığının tedavisinde kullanılan ve kanıta dayalı etkinliği ispatlanmış tedavilerin hemen hemen hepsi Türkiye’de bulunmaktadır ya da uluslararası onayları ile paralel ülkemizde kullanıma girmektedir. Bu tedaviler belli kriterlere dayanarak ülkemizde geri ödeme kapsamındadır. Ancak eğitim araştırma ve üniversite hastanelerinde reçete edilebilen bu ilaç tedavilerine aday hastaların büyük çoğunluğunun tedaviye zamanında erişemediğini görüyoruz. Hastalığın deriye sınırlı sadece topikal ilaçlarla tedavi edilmesi gereken bir durum olarak görülmesi, hastanın doğru tedaviye yönlendirilmemesi, medyada yanlış bilgilendirmeler ve suistimale açık bir konu olması sayılabilir.”

EKİM-ARALIK 2019 / PS 57


SEKTÖR / SOSYAL SORUMLULUK

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Dr.Nuray Sarp Kulkara - Ceyda Düvenci - Nilüfer Gürpınar Güner - Dr.Funda Kıvrıkoğlu Yalçınkaya

Hasta Dernekleri

‘B E N İ M Y O L C U L U Ğ U M’ projesi ile kronik hastalıkların hasta ve yakınları üzerinde yarattığı psikolojik etkilerine dikkat çekiyor! Novartis, kronik hastalıkların bireyler üzerinde yarattığı psikolojik boyuta dikkat çekmek ve toplumda farkındalık yaratmak için ‘Benim Yolculuğum’ projesini başlattı. Akciğer Hastaları Dayanışma Derneği, Ankilozan Spondilit Hasta Derneği, İzmir Multipl Skleroz Derneği, KOAH Hastaları Derneği, Sedef Hastaları Dayanışma Derneği ve Türkiye Multipl Skleroz Derneği’nin destekleriyle başlatılan ‘Benim Yolculuğum’ projesinin basın lansmanı 6 Kasım’da İstanbul’da gerçekleşti. Oyuncu ve sunucu Ceyda Düvenci’nin moderatörlüğünde, Novartis İletişim ve Hasta İlişkileri Direktörü Nilüfer Gürpınar Güner, Klinik Psikolog Funda Kıvrıkoğlu Yalçınkaya ve Klinik Psikolog Nuray Sarp Kulkara’nın katılımıyla düzenlenen basın lansmanında Benim Yolculuğum projesinin detayları paylaşılarak kronik hastalıkların hasta ve yakınları üzerinde yarattığı psikolojik boyut tartışıldı.

“KABULLENME SÜRECİ HASTALAR VE HASTA YAKINLARI İÇİN ZORLU BİR YOLCULUK” Funda Kıvrıkoğlu Yalçınkaya Klinik Psikolog “Kronik hastalıklar, bedenin herhangi bir yerinde meydana gelen, ömür boyu devam eden ve uzun süreli tedavi, bakım, denetim, gözlem ve rehabilitasyon gerektiren hastalıklardır. Sedef, ankilozan spondilit (AS), KOAH, kalp yetmezliği, multipl skleroz (MS), astım gibi rahatsızlıkların dünya ve Türkiye genelinde en çok görülen kronik hastalıklar. Sadece Türkiye’de 1,5 milyon sedef, 350-400 bin AS, yaklaşık 400 bin MS, 3,5 milyon astım ve 2 milyonun üzerinde kalp yetmezliği hastası var. Kronik hastalıklara bütüncül sağlık sistemleriyle yaklaşılması gerekiyor. BAZI PSİKOLOJİK SIKINTILARIN ANA KAYNAĞI KRONİK HASTALIKLARDIR. Uzun süre bu hastalıklarla yaşamak kişinin normal yaşama tekrar adaptasyonu için zorlayıcı olabilir. İlaç tedavisinin

58 PS / EKİM-ARALIK 2019

yanı sıra psikolojik destek bu hastaların yaşam kalitesini arttırma, tedaviye uyum sağlama ve hatta tedavinin olumlu sonuçlarla devam edebilmesi için çok önemli.” “KENDİLERİNİ TOPLUMDAN DIŞLANMIŞ HİSSEDİYORLAR” Nuray Sarp Kulkara Klinik Psikolog Kronik hastalığı olan bireylerde fiziksel gereksinimlerin karşılanması son derece önemli. Fiziksel aktiviteleri sınırlanan kronik hastalar, günlük yaşamlarını sürdürmekte zorlanıyor. Bu nedenle kendilerini toplumdan dışlanmış hissediyorlar. Umutsuzluğa kapılan kronik hastalarda depresyon en çok karşılaşılan durumlardan biri. Bu nedenle kronik hastalığı olan bireyin bozulan dengesini yeniden kurabilmesi, sağlığıyla ilgili sorunlarını çözümleyebilmesi için normal bir yetişkinden çok daha fazla desteklenmeye, kabullenilmeye ve anlaşılmaya gereksinimi vardır”


SEKTÖR / SOSYAL SORUMLULUK

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

“ Onların bu yolculuğunda yanlarındayız ’’ Novartis olarak 1957’den bu yana insanların yaşam kalitesini artıracak ve ömürlerini uzatacak yeni yollar keşfetmek hedefiyle çalıştıklarını belirten Novartis İletişim ve Hasta İlişkileri Direktörü Nilüfer Gürpınar Güner, “Bizim önceliğimiz her zaman hasta ve hasta yakınları. Onlara daha iyi hizmet verebilmek için şirketimiz bünyesinde Hasta İlişkileri departmanını kurduk. Hasta dernekleriyle de yakın temas halinde çalışıyoruz. Düzenli aralıklarla gerçekleştirdiğimiz toplantılarda hasta ve hasta yakınlarıyla ilgili süreçleri masaya yatırıp her anlamda onlara destek olmanın yeni yollarını arıyoruz” dedi. Benim Yolculuğum projesinin bu toplantılar neticesinde ortaya çıktığını belirten Güner, “Benim Yolculuğum projesi kronik hastalığı olan bireylerin hastalığın teşhisi konduktan hastalığı kabulleniş sürecine kadar karşılaştıkları zorlukları içeriyor. Proje kapsamında, klinik psikologlar eşliğinde hasta derneklerinin yönlendirdiği hastalarla görüşmeler yaptık. Hastaların hastalığı kabulleniş süreçlerini 8 videoda topladık. Her hasta bu videolarda kendinden bir parça bulacak. Bu videoların kronik hastalığı olan bireylere ilham vereceği inancındayız. Hastalarımız bu yolculukta yalnız değiller” dedi. Türkiye’de kronik hastaların yaşadıkları psikolojik sıkıntılarla ilgili yeterince farkındalık projesi yapılmadığını ve Benim Yolculuğum projesiyle yetim kalmış bir alanı sahiplendiklerini ifade eden Güner, bu alanda öncü olduklarını belirtti. Önümüzdeki yıl proje kapsamında etkinlikler yapmayı planladıklarını belirten Güner, klinik psikologlar eşliğinde hasta dernekleriyle birlikte hastaları dinlemeye ve onların her zaman yanlarında olmaya devam edecekleri vurguladı.

Nilüfer Gürpınar Güner Novartis İletişim ve Hasta İlişkileri Direktörü

Benim Yolculuğum projesinin amacı; kronik hastalıklarla yaşayan insanlara online psikolojik destek videoları ile hastalıklarını kabul etmeleri ve yönetmeleri konusunda katkı sağlamak. Proje kapsamında çekilen 8 video astım, KOAH, sedef, kalp yetersizliği, multipl skleroz (MS) ve ankilozan spondilit (AS) ile ilgili örnekleri içeriyor. Projeyle, benzer süreçleri yaşayan hastalara destek sağlanması hedefleniyor. Her bir video kronik hastalığın kabulleniş evrelerinden birini içeriyor. Bu evreler; sıradan dünya, maceraya çağrı, akıl hocasıyla buluşma, eşiğin geçilmesi, sınavlar-dostlar-düşmanlar, mağaraya iniş-ateşten gömlek, ödül-iksir ve yeniden diriliş-iksirle dönüş yolu. Kronik hastalıklarla mücadele eden herkes bu evrelerden geçiyor. Basın toplantısı mekânına kurulan deneyimleme alanında katılımcılar da bu süreçlerden geçerek kendi yolculuklarına çıkma şansı yakaladılar. Katılımcılar aynı zamanda, #benimyolculugum ve #buyoldayalnizdegilsiniz etiketleriyle kendi yolculuklarını sosyal medya hesaplarından paylaşarak projeye destek oldular.

CEYDA DÜVENCİ’NİN YOLCULUĞU Proje için oluşturulan Benim Yolculuğum deneyimleme alanı, kronik hastalıklarla mücadele eden hastaların psikolojik dünyasını gözlemleme ve dileyen herkese kendi yolculuklarına çıkma şansı sunuyor. Projeye destek veren oyuncu ve sunucu Ceyda Düvenci ve diğer katılımcılar da proje kapsamında kendi yolculuklarını deneyimlediler. “Herkesin bildiği gibi, kızım Melisa serebral palsi. Doğumdan sonra yaşadığı beyin deformasyonu sebebiyle, vücudundaki bazı yeteneklerini kaybetti. Daha doğru yürüyebilmesi ve vücut gelişimini doğru tamamlayabilmesi için ömür boyu fizyoterapi desteği almak zorunda. Melisa adına bu yolculuk çok zor. Ancak özel ihtiyaç sahibi çocukların doğuştan gelen bir güçleri, dirayetleri var ve çoğunlukla çok mutlu çocuklar. Bu noktada dikkatleri çekmek istediğimiz şey, özel ihtiyaç sahibi çocukların ailelerinin durumu. Özel ihtiyaç sahibi çocuğu olan ebeveynler, haklı olarak kendilerini her zaman ikinci plana atarlar ve sadece çocukları için yaşarlar. Tabii ki bütün anne babalar, çocukları için yaşar ama özel ihtiyaç sahibi bir çocuğa sahipseniz anne baba olarak en az onlar kadar önemlisiniz. Bu zorlu süreçte psikolojik destek almanız çok önemli. Çünkü birçok alanda kendinizi yetersiz hissedebiliyor, yorulduğunuz, gücünüzün tükendiğini hissettiğiniz anlar olabiliyor. Ya da geleceğe dönük, ‘ben olmadığım zaman çocuğuma ne olacak?’ korkusu, diğer ebeveynlere göre daha fazla yaşadığınız bir duygu olabiliyor. Bunların hepsi özel ihtiyaç sahibi çocuğu olan ebeveynlerin hissettiği ve çok insani duygular. Bu yolculukta psikolojik destek almak çok önemli. Hayatın zorlukları karşısında birey olarak psikolojik destek almak, o zorlukla ilgili yolculuğunuzda çok yardımcı oluyor. İşte tam da bunun farkındalığı için hem kendim hem de diğer anne babalar için buradayım ve Benim Yolculuğum projesine sonuna kadar destek veriyorum.” EKİM-ARALIK 2019 / PS 59


ANTİBİYOTİK DİRENCİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ANTİBİYOTİK DİRENCİ giderek artarken, yeni geliştirilen antibiyotik sayısı giderek azalıyor. Bu nedenle dirençli bakterilerle gelişen enfeksiyonların tedavisi her geçen gün daha da zorlaşıyor. Günümüzde dirençli bakteriler nedeniyle yılda yaklaşık 700 bin kişi hayatını kaybediyor. Bu kayıpların önemli bir bölümü gelişmekte olan ülkelerde. AB ülkeleri için dirence bağlı maliyetin iş gücü kayıpları dahil yılda 1.5 milyar Euro olduğu belirtiliyor.

60 PS / EKİM-ARALIK 2019


ANTİBİYOTİK DİRENCİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

TÜRKİYE OECD ÜLKELERİ ARASINDA KİŞİ BAŞINA ANTİBİYOTİK TÜKETİMİNİN EN ÇOK OLDUĞU ÜLKE

Uluslararası Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) tarafından yayımlanan raporda, antibiyotiklere dirençli bakteriler yönünden Türkiye’nin ilk sırada olduğu görülüyor. Türkiye’nin ardından Yunanistan ve Güney Kore geliyor. OECD dışında kalan ülkelerde ise en yüksek direnç oranı Hindistan’da iken ardından Çin ve Rusya geliyor. Antibiyotik direnç oranlarının en düşük olduğu ülkeler ise İzlanda, Hollanda, Norveç ve İsveç olarak sıralanıyor. Türkiye, OECD ülkeleri arasında kişi başına antibiyotik tüketiminin en çok olduğu ülke. Reçetesiz antibiyotik satışının yasaklanması antibiyotik kullanım sıklığını azalttı. Ancak halen Türkiye’de her on reçetenin en az üçünde antibiyotik olduğu biliniyor. Bu yoğun tüketimin sonucu olarak da direnç oranları oldukça yüksek. Örneğin idrar yolu enfeksiyonu geçirmekte olan hastaların yaklaşık üçte birinde tablet şeklinde ağızdan bir antibiyotik veremiyoruz. Bu durum, alt ve üst solunum yolu enfeksiyonları, cilt enfeksiyonları için de benzer. ANTİBİYOTİK DİRENCİ EN ÇOK HASTANELERDE SORUNA NEDEN OLUYOR Antibiyotiğe dirençli bakterilerin en önemli kaynağı ise hastaneler. Hastanelerdeki uygunsuz ve yaygın antibiyotik kullanımı , dirençli bakterilerin topluma yayılmasına neden oluyor. Yapılan gölemsel çalışmalar hastanede yatan her üç hastadan birinin antibiyotik aldığını göstermektedir. Yoğun bakım ünitelerinde ise hastaların yarısından çoğu antibiyotik almaktadır. Bu antibiyotiklerin önemli bir kısmı (%16-62’si) “geniş spektrumlu” antibiyotiktir yani birçok farklı bakteriye etki etmektedir. Bu da direnç gelişiminin hızlı ve kolay olmasına neden olmaktadır. Avrupa Birliği bünyesindeki ülkeleri kapsayan ECDC (European Centre for Disease Prevention and Control) verilerine göre yılda 8.9 milyon kişide sağlık hizmeti ilişkili enfeksiyon görüldüğü saptanmıştır. Yine ECDC verilerine göre yılda 33 000 kişi dirençli bakterilere bağlı enfeksiyonlar nedeniyle kaybedilmektedir; bu sayı influenza, tüberküloz ve HIV/ AIDS’ten kaybedilen kişilerin toplam sayısından fazladır. HASTANELERDE GEREKSİZ YERE UZUN SÜRELİ ANTİBİYOTİK KULLANIMI Birçok durumda hastanelerde antibiyotik kullanımı için tıbbi olarak gereklilik söz konusu ancak bazı durumlarda gereksiz yere uzun süre kullanılıyor. Örneğin cerrahi profilaksi amacıyla ameliyat öncesi tek doz olarak kullanılması gereken antibiyotik, ameliyat olan hastaların yarısında daha uzun süre kullanılmaktadır. Bunun gerekçesi olarak hastayı mikroplardan korumak öne sürülmektedir ancak bu uygunsuz ve yaygın kullanım yüksek direnç oranlarına yol açabilmektedir. O hastada dirençli bakterilerle daha ciddi enfeksiyonların ortaya çıkmasına neden olmaktadır.

Prof. Dr.Önder Ergönül

Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Derneği YK.Üyesi

HASTANELERDE DAMARDAN ANTİBİYOTİK VERİLMESİ YAYGIN ECDC verilerine göre hastanede yatan hastalarda antibiyotiklerin onda yedisi damardan uygulanmaktadır. Hastanede yatmakta olan hastaların sadece yüzde dördünde damardan tedavinin ağızdan tedaviye değiştirildiği gözlenmiştir. Tabii burada şunu da vurgulamak gerekir ki genel durumu uygun olan hastalarda, antibiyotiğin de ağızdan verilebilecek formu olduğunda böyle bir seçenekten söz etmek olanaklı olabilir. Antibiyotikler uygun dozda, uygun yolla ve doğru süre (olabilecek en kısa süre) kullanıldıkları zaman direnç gelişme riski de azalmaktadır. ANTİMİKROBİYAL YÖNETİM-AMY (ANTİMİCROBİAL STEWARDSHİP) PROGRAMLARI Hastanelerde antibiyotik kullanımını uygun hale getirmeye yönelik birçok çalışma yürütülüyor. Antimikrobiyal Yönetim (AMY-Antimicrobial Stewardship) programları, bu çalışmaların en çok gündemde yer alanı. AMY programları hastalardaki tanı ve tedavi sürecini hızlandırmaya yönelik öneriler ve algoritmalar içermektedir. AMY programları aracılığıyla antibiyotik tedavisi gereken hastalar hızla belirlenip uygun antibiyotiği, uygun dozda ve uygun sürede alması sağlanırken antibiyotik tedavisi gerektirmeyen hastaların da belirlenmesi mümkün oluyor. Bu şekilde hem antibiyotik tedavisi alması gereken hastalar tedavilerini düzgün almakta hem de antibiyotik tedavisi gerektirmeyen hastalar gereksiz yere antibiyotik kullanmamaktadır. ECDC verilerine göre Avrupa’da hastanelerin %76’sında antibiyotik kullanım rehberi, %54’ünde AMY çalışmaları vardır. Türkiye’de bazı hastanelerde AMY programları devreye sokulmuştur; birçok hastanede de çalışmalar devam etmektedir. AMY programını oluşturup yürütmenin ilk aşaması bir ekip kurmaktır. Ardından özellikle hastane bilgi yönetim sistemlerinin de devreye sokulmasıyla işleyiş hem standart hem de hızlı bir hale getirilebilmektedir.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 61


MALNÜTRİSYON

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

. Medikal Onkoloji hastalarında diğer branşlara göre anlamlı oranda daha fazla olmak kaydı ile, yaklaşık her 2 hastadan birinde malnütrisyon görülmektedir. . Malnütrisyon yani yetersiz beslenme hastalıkların tedavisini olumsuz etkilerken hastanın yaşam kalitesini de önemli oranda bozmaktadır.

. Hastanede kalış süresinin uzatan ve sağlık bakım maliyetlerini artıran bu durum sadece ülkemizde değil tüm dünyada önemli bir problemdir.

‘‘HER BEŞ HASTANIN BİRİNDE BESLENME TEDAVİSİ PLANLANMASI GEREKİYOR’’ 7 Kasım Dünya Nütrisyon Günü kapsamında KEPAN ve Abbott işbirliği ile düzenlenen toplantıda ‘‘Tedavide Beslenme Farkındalık Hareketi Sonuçları’’ açıklandı. Hastalık gelişmesi halinde iyileşme için beslenme durumunun büyük önem taşıdığını belirten KEPAN (Klinik Enteral Parenteral Nütrisyon ) Derneği Başkanı Prof. Dr. Osman Abbasoğlu, sonuçlar hakkkında çarpıcı bilgiler paylaştı. “KEPAN olarak tedavide beslenmeye dikkat çekmek ve farklı alanlarda farkındalığı artırma amacıyla, Türkiye genelinde 21 şehir ve 50 merkezde, genel cerrahi, geriatri, nöroloji, radyasyon onkolojisi ve medikal onkoloji polikliniklerlerine başvuran hastalardaki beslenme durumunu kesitsel olarak değerlendirilmiştir. Yöntem olarak NRS 2002 malnütrisyon tarama testi kullanılmış ve toplam 3521 hastanın beslenme değerlendirmesi yapılmıştır. Hastalık halinde, hayat kalitesini koruyarak tedaviyi tamamlamak ve başarıya ulaşmak ancak ekip çalışması ile mümkündür. Bu ekibin en önemli bileşenleri doktorlar ve diğer sağlık görevlileri yanında, hastanın ailesi ve bakımını üstlenen kişilerdir. Hastaların doğru beslenmesi ve yeterli besin desteğini alması tedavi başarısında büyük önem taşımaktadır. 62 PS / EKİM-ARALIK 2019

Yaptığımız kesitsel çalışmada, toplamda 3521 hasta beslenme durumu açısından değerlendirilmiş olup, her beş hastanın birinde beslenme tedavisi planlanması gerektiği ortaya konmuştur. Beslenme ihtiyacı, cerrahi kliniklerine başvuran hastalarda % 15 iken, bu oran geriatri kliniklerinde %18, nöroloji kliniklerinde %6, radyasyon onkolojisi kliniklerinde %25 ve medikal onkoloji kliniklerlerinde %44 olarak tespit edilmiştir. Yeni tanılı yani son bir yıl içerisinde tanısı konmuş tüm branşlardaki hastalarda beslenme ihtiyacının ön planda olduğunu görüyoruz. Polikliniğe gelen hastalarda daha en başından, erken dönemde beslenme değerlendirmesinin yapılması ve gerekiyorsa desteklenmesi gerekliliğini ortaya koymaktadır. Hastalarımıza beslenme düzenlemesi yapmak için aktif hayattan kopmalarını beklemeyelim, aktif olarak toplum içinde yaşarken ve topluma katkı sağlarken onları besleyerek, hem tedavi başarımızı artıralım hem de hasta ve hasta yakınlarının yaşam kalitesine katkıda bulunalım. KEPAN olarak, meslektaşlarımızın, hasta ve hasta yakınlarının beslenme konusunda farkındalıklarını artırmanın görevimiz olduğuna inanıyoruz ve çabalarımızı sürdürmeye devam edeceğiz.”


MALNÜTRİSYON

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Soldan Sağa

Dr. Meltem Gülhan Halil-Dr. Erdem Göker-Dr. Osman Abbasoğlu-Dr. Müge Akmansu-Dr. Şuayib Yalçın Dr. Selman Sökmen-Gülberk Kavşuk-Dr. Gülistan Bahat Öztürk

“KANSERE BAĞLI MALNÜTRİSYONUN DOĞRU VE ERKEN TEŞHİSİ KANSER HASTALARININ YÖNETİMİNDE SON DERECE ÖNEMLİDİR.” Prof. Dr. Şuayib Yalçın Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Medikal Onkolog

“ERKEN NÜTRİSYONEL DESTEK; KANSER HASTALARINDA ENERJİ ALIMINI ARTIRIP, KİLO KAYBINI AZALTILMASINA DESTEK OLUR.” Prof. Dr. Erdem Göker Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Medikal Onkolog

“Beslenme durumunun artarak bozulması kanser hastalarının ortak bir özelliğidir. Kansere Bağlı Malnütrisyon; sadece kilo kaybı değil, çoklu mekanizmaların dahil olduğu ve geleneksel beslenme düzenlemeleri ile tersine çevrilemeyen, ilerleyen fonksiyonel bozulmalardır. “Hareket/mobilite kaybı” ile sonuçlanan ilerleyici bir iskelet kası kütlesi kaybı olarak da tanımlanabilir.

“European Society for Clinical Nutrition and Metabolism (ESPEN), The Academy of Nutrition and Dietetics (AND) ve American Society for Parenteral and Enteral Nutrition (ASPEN) gibi uluslararası derneklerin kanser hastalarında beslenme ile ilgili kılavuzlarında, bu hasta gruplarında malnütrisyon sıklığının yüksek olduğu belirtilmiş, bu durumun tedaviye yanıt, prognoz ve sağkalım üzerindeki olumsuz etkilerine değinilmiştir.

Kemoterapi başlamadan önce, kanser tanısı sırasında % 5 ve üzeri kilo kaybı saptandığında tedavi yanıtının azaldığı ve mortalitenin arttığı saptanmıştır. Beslenme durumunun rutin taranması ve değerlendirilmesiyle Kansere Bağlı Malnütrisyon (KBM)’ un doğru ve erken teşhisi kanser hastalarının yönetiminde son derece önemlidir. Kansere bağlı malnütrisyonun genel prevalansı %40’tan hastalığın ileri evrelerinde %70-80’e kadar değişiklik göstermektedir. Bunun yanı sıra, pankreatik ve gastrik kanserde %83-85, akciğer, prostat ve kolon kanserinde %54-60, meme kanseri, sarkoma, lenfoma ve lösemide %32-48’dir. Direkt gastrointestinal sistemi etkileyen kanserlerde çok hızlı ve belirgin bir kilo kaybı gerçekleşirken, meme kanseri gibi kilo kaybının daha az belirgin olduğu kanser gruplarında da sarkopeninin gözden kaçırılmaması gerekmekte, düzenli olarak kas kaybı açısından değerlendirilmelidirler.”

Erken nütrisyonel destek; kanser hastalarında enerji alımını artırıp, kilo kaybını azaltılmasına destek olurken, yaşam kalitesi sonuçlarının iyileşmesine de katkı sağlar. Antikanser tedavisine uyumu artırırken yan etkilerini azaltabilir. Bu nedenle kanser hastalarında beslenme durumunun değerlendirilmesi tanı koyma evresinde yer almalı ve tedavi süresince hastanın beslenme durumu takip edilmelidir.” “BESLENME BOZUKLUĞU CERRAHİ SONUÇLARINI BOZMAKTA.” Prof. Dr. Selman Sökmen 9 Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi Genel Cerrahİ “Cerrahi hastalarında, sıklıkla beslenme bozukluğu ve buna bağlı kas ve kilo kaybı gelişebilmektedir. Özellikle kanser gibi hastalıklarda, hastanın organ işlevleri bozulduğu gibi beslenme

sistemide de zarar görmektedir. Cerrahi sürecinde (operasyon öncesi ve sonrası) bu durum tanınıp önlem alınmaz ise tedavi olumsuz etkilenir. Özellikle hızlı ilerleyen veya yayılmış hastalıklarda erken dönemde beslenme durumunun değerlendirilmesi, ölçülmesi ve yerine koyma tedavisi yapılmalıdır. Beslenme bozukluğu cerrahi sonuçlarını bozmakta, yara iyileşmesini uzatmakta, ağır enfeksiyon gelişimine yol açmakta dolayısıyla komplikasyon ve hasta kaybını arttırmaktadır.” “RADYOTERAPİ TEDAVİSİNİN BAŞINDA NUTRİSYONEL DEĞERLENDİRME YAPILMALI.” Prof. Dr. Müge Akmansu Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Uzmanı “Radyoterapi uygulandığı alanlardaki dokuları etkileyen bir tedavidir. Örneğin, baş-boyun tümörleri tedavi ederken ağız boğaz ve gırtlaktaki doku hassasiyetine bağlı acıma, çiğneme ve yutma güçlüğü, kalça bölgesindeki tümörleri tedavi ederken bağırsaklarda hassasiyet, akciğer kanserlerinin tedavilerinde de yemek borusunda hassasiyet oluşabilmektedir. Onkoloji hastalarında tümörün etkisiyle kişinin enerji ve protein ihtiyacı da artar, hem tümöre bağlı nedenlerle hem de tedaviye bağlı, iştahsızlık, bulantı kusma, oral mukozit gibi sebeplerden dolayı kilo kaybı olmaktadır. Tedavi başlangıcında beslenme bozukluğu olabileceği gibi, tedavi sırasında da gelişebilir.Bu yüzden radyoterapi tedavisine başlanacağı zaman hastalığın tedavisini planlamanın yanı sıra hasta mutlaka beslenme durumu da değerlendirilmeli,tedavi süresince takip edilmeli, gerekmesi durumunda da nütrisyonel destek başlanmalıdır.” EKİM-ARALIK 2019 / PS 63


MALNÜTRİSYON

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Yaşlı Hastada Eşlik Eden Hastalıkların Çokluğu Malnütrisyonun En Önemli Nedeni! “YAŞLI BİREYLERİN ÜÇTE BİRİ MALNÜTRİSYON RİSKİ ALTINDA” Prof. Dr. Gülistan Bahat Öztürk İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Geriatrist “Malnütrisyon veya yetersiz beslenme yaşlılarda çok sık görülen önemli geriatrik sendromlardan biridir. Maalesef üç yaşlıdan ikisi bir öğünü atlamakta, günlük enerji ve besin ihtiyacını karşılayamamaktadır. Yaşlı bireylerin üçte biri malnütrisyon riski altındadır. Özellikle çok sayıda hastalığı olan yaşlılarda, hastanede yatanlarda ve bakımevinde kalan yaşlılarda malnütrisyon oranları yüksektir. Türkiye’de yapılan çalışmalar polikliniklerde görülen veya toplumda yaşayan yaşlıların %13-28’inin, hastaneye başvuran yaşlıların %25-45’inin, hastanede yatan yaşlıların %20-60’inin ve kurumlarda kalan yaşlıların %30-70’inin malnütrisyon riskinde olduğunu göstermektedir.

daha çok düşerler, daha çok kırık görülür. Yaşlı bireylerde kilo kaybının, düşük vücut kütle indeksinin ve besin alımında azalmanın önemli olumsuz sonuçlara yol açtığı birçok çalışmada gösterilmiştir. Özellikle eşlik eden demans, depresyon, kanser, kalp yetmezliği, kronik obstrüktif akciğer hastalığı (KOAH), kronik böbrek hastalığı ve kronik karaciğer hastalıklarında malnütrisyon riski çok artar.” “YAŞLI HASTALARDA KAS KAYBI ÇOK HIZLI GELİŞTİĞİ İÇİN ERKEN DÖNEMDE NÜTRİSYONEL TEDAVİ PLANLANMALIDIR.” Prof. Dr. Meltem Gülhan Halil Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Geriatrist

Malnütrisyon yaşlıların daha düşkün hale gelmesine neden olur. Diğer hastalıklarına bağlı komplikasyonları ve ölüm oranlarını artırır. Malnütrisyonu olan bireylerde bağışıklık sistemi bozulacağı için daha çok enfeksiyon geçirirler ve enfeksiyonlar daha ağır seyreder. Yatak yaraları daha sık oluşur. Ameliyat sonrası yaraları daha zor iyileşir.

“Nutrisyonel tarama ve değerlendirme sadece besin alımı ve nutrisyonel gereksinimleri hedef almamalı, ayrıca tıbbi, fonksiyonel, bilişsel ve sosyal alanları da içine almalıdır. Her hastada iştahsızlık, kilo kaybı, eşlik eden hastalıklar ve ilaçlar, diyet kısıtlaması, sigara ve alkol kullanımı, fonksiyonel kısıtlamalar ve sosyal çevre sorgulanmalıdır. Özellikle kas kaybı açısından hasta değerlendirilmelidir. Mümkünse 1-3 günlük diyet kayıtları görülerek, günlük alınan enerji ve protein miktarı hesaplanmalıdır.

Malnütrisyon vücut bileşiminde değişmeye, özellikle de kas kaybına sebep olur. Bu nedenle malnütrisyonlu yaşlılar

Sağlıklı yaşlılar için günlük 1gr/kg, akut veya kronik hastalığı olanlar için ise günlük 1.2-1.5 gr/kg protein alımı öne-

64 PS / EKİM-ARALIK 2019

rilmektedir. Günlük protein alımının gün içinde öğünlere orantılı bir şekilde dağıtılması gerekmektedir. Beslenmesi yetersiz, enerji ve protein alımı düşük olan yaşlılarda hazır oral nütrisyon ürünleri çok yardımcı olmaktadır. Özellikle çoklu hastalığı olan kırılgan yaşlılar, hastanede ve bakımevlerinde yatan yaşlılar, demans ve depresyon hastaları bu ürünlerden çok fayda görür. Kalça kırığı nedeniyle ameliyat olan hastalara cerrahi sonrası dönemde ve yatak yarası olan tüm hastalara da bu ürünler önerilmektedir. Sonuç olarak malnütrisyon, yaşlılarda sık görülen, sağkalım üzerine olumsuz etkileri olan önemli bir geriatrik sendromdur. Bu nedenle nütrisyonel değerlendirme mutlaka tıbbi değerlendirmenin bir parçası olmalıdır.”

‘‘Ülkemizde ve dünya da da önemli bir sorun olan Malnütrisyon Farkındalığını geliştirmek için sağlık çalışanları, endüstri, medya, hasta ve hasta yakınları ile tüm paydaşlar birlikte politikalar üreterek, daha iyi hasta bakımını sağlamak

zorundayız.’’


MALNÜTRİSYON

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

“Hayatın içinde aktif olmak ve hayatı dolu dolu yaşamak”

MALNÜTRİSYON Sadece Ülkemizde Değil Tüm Dünyada Problem Gülberk Kavşuk

Gülberk Kavşuk

Abbott Nütrisyon Türkiye Genel Müdürü “Kas kaybı ve protein ihtiyacının, hastaların ana tedavisine etkisi ve önemi, tedavide beslenmeyi son dönemde güncel bir konu haline getirmiş, HMB’nin kas kaybını önleyici ve kas gelişimini destekleyici özelliklerinin daha fazla vurgulanmasına olanak tanımıştır. Başta onkoloji ve nörodejeneratif rahatsızlıklarda, iştahsızlık, yutma güçlüğü, hastalıkların tedavilerinde kullanılan ilaçların yan etkilerine bağlı olarak besinleri tolere edememe ve bu gibi birçok faktör, beslenme ile ilgili ciddi zorluklar ve sıkıntılara neden olabiliyor. Malnütrisyon sadece ülkemizde değil tüm dünyada bir problemdir. Hastaneye başvuru sırasında hastaların neredeyse yarısında malnütrisyon riski ya da malnütrisyon olduğu ve hastaneye yatış sonrasında bu oranın daha da artarak beslenme durumlarının daha da kötüleştiği bilinmektedir. Malnütrisyon oldukça yaygın olmasına rağmen araştırmalar beslenmenin, tedavinin ana bileşeni olduğu gerçeğinin gözardı edildiğine ve farkındalık düzeyinin düşük olduğuna dikkat çekmektedir. Beslenmenin hastalıkların oluşumu ve tedavisi süreçlerinde önemli rol oynadığı bilimsel platformda daha fazla gündeme geldikçe sağlık profesyönellerinin de malnütrisyon ve tedavisi konularına olan ilgilerinin artmakta olduğunu görüyoruz.

Türkiye’de bu amaç için kurulmuş ilk ve tek dernek olan Türkiye Klinik Enteral ve Parenteral Nütrisyon (KEPAN) Derneği ve Abbott işbirliği ile düzenlenen Dünya Nütrisyon Günü Farkındalık Hareketi kapsamında hem değerli sağlık profesyonellerinin hem de hasta ve hasta yakınlarının konu ile ilgili duyarlılığını ve bilgisini artırma yolunda beraberce çalışmanın gururunu taşıyoruz. Abbott, medikal beslenme alanında 1973 yılında başlayan 46 yıllık deneyimiyle bu alanda daima öncü olmuştur. Abbott firması beslenmenin de dahil olduğu birçok divizyondan oluşuyor. “Hayatın içinde aktif olmak ve hayatı dolu dolu yaşamak” felsefemizi hem çalışanlarımıza, hem hizmet götürdüğümüz hastalara, hem de bilimsel destek verdiğimiz sağlık profesyönellerine aktarabilmek en önemli önceliğimiz. Abbott Medikal Beslenme olarak kuruluş tarihimizden bu yana ürünlerimize maksimum bilimsel desteği sağlamaktayız, yerel ve global klinik çalışmalarda yer alarak ürünlerimize ait bilimsel verileri sürekli olarak takip etmekte ve güncellemekteyiz. Düzenli ARGE çalışmaları ve özellikle son 4 yıldır vurguladığımız, protein sentezini artıran, kas kaybını önleyen, tedavi başarısını artıran “HMB” gibi yenilikçi ve inovatif içerikli ürünler ile beslenme dünyasında öncü olarak tüm sağlık profesyönellerinin yanında durmaya devam etme gayretindeyiz. Sağlık profesyönelleri için düzenlenen eğitim, tazeleme toplantıları, uygulamalı eğitim atölyelerinde, kongrelerde derneklerimizin yanında yer alıyor, doğru ve en güncel bilimsel içeriklerin onlara ulaşması için tüm gücümüzle çalışıyoruz.”

EKİM-ARALIK 2019 / PS 65


SEKTÖR

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

TÜRKİYE İÇİN “YÜZYILIN YATIRIMI”

İZMİR BİYOTIP VE GENOM MERKEZİ MERCK İLAÇ İŞ BİRLİĞİ Türkiye’nin sağlık alanında ilk tematik araştırma merkezi olan İzmir Biyotıp ve Genom Merkezi (İBG) Müdürü Prof. Dr. Mehmet Öztürk ve Merck Türkiye Genel Müdürü Şehram Zayer, 10 Kasım 2019’da İBG Bilim Günü kapsamında İzmir’de ortak bir çalışma deklarasyonuna imza attı. İmza törenine İBG ve Merck yöneticileri katıldı. Türkiye’nin sağlık alanında ilk tematik araştırma merkezi İzmir Biyotıp ve Genom Merkezi (İBG) ile dünyanın lider bilim ve teknoloji şirketlerinden Merck, ortak bir çalışma deklarasyonuna imza attı. İBG, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’nın yüksek teknolojik alt yapı kurmak için yetkilendirdiği 4 araştırma merkezinden biri. Merck, İBG’ye Türkiye ve dünya pazarına yönelik biyoteknolojik ilaç geliştirme konusunda, hem özel teknik altyapı kurulması hem de insan gücü yetiştirme alanında destek olacak. İBG & Merck işbirliği ile; biyoteknolojik alanda ilaç geliştirmek için özel laboratuvar alt yapısının uygun koşullarda sağlanması, biyoteknolojik ürünlerde yerli üretimin desteklenmesi, biyoteknolojik ilaç geliştirme süreçlerinde teknik bilgi paylaşımı, insan gücü yetiştirmek için gerekli eğitimlerin verilmesi amaçlanıyor. Biyoteknolojik ürünlerin üretim sürecinde yüksek verimli hücreler hayati öneme sahip. İş birliği çerçevesinde Merck bu tür hücre teknolojilerinin sağlanması için İBG’ye teknik alt yapı ve bilgi transferi sunacak.Üretim aşa66 PS / EKİM-ARALIK 2019

masında ürün kalitesini doğrudan belirleyen her türlü arındırma ve saflaştırma işlemine de Merck tarafından destek verilecek. İBG GELİŞTİRDİĞİ TEKNOLOJİLERİ TRANSFER EDECEK

ilerlemektedir. Halen İBG’de geliştirilmekte olan dört farklı kanser ilacı sayesinde Türkiye yılda 1 milyar TL ithalat yükünden kurtulmuş olacaktır. Asıl hedefimiz ülkemizde ve çevre ülkelerde önemli bir sorun olan nadir hastalıklarda yeni ilaç hedefleri keşfetmek ve bu alanda Dünya’nın ilk orijinal ilaçlarını geliştirmektir. Kısa vadede biyomoleküler ilaçların, orta vadede ise hücresel ilaçların üretimine öncülük edeceğiz. Ülkemizin geleceği için önem arz eden bu kritik misyonumuzda İzmirli girişimcileri, ilaç şirketlerimizi ve tüm yatırımcıları işbirliğine davet ediyoruz. İBG-MERCK işbirliği ile kısa zamanda önemli başarılara imza atacağımıza inanıyorum’’dedi.

Türkiye’nin 2023 vizyonu kapsamında sağlık alanında yenilikçi ve ileri teknolojiyi kullanarak 23.3 milyar dolarlık bir değer yaratılması hedefleniyor. Yol haritasında araştırma geliştirme yatırımlarının artırılması, yetişmiş insan kaynağının oluşturulması ve biyoteknolojik üretim merkezlerinin sayılarının çoğaltılması yer alıyor. İBG de biyoteknolojik alanda yaptığı araştırmalarla Türk ve bölgesel ilaç Geliştirdiği teknolojileri yurt içi ve yurt dışıüreticileri için bir ön geliştirme merkezi na transfer ederek Türkiye’nin uluslararası ilaç sektöründe söz sahibi olmasının yolunu olarak çalışıyor. açacak olan İBG ayrıca Türkiye’de ticari açıMerkezin yaptığı bilimsel çalışmalarla ğın kapatılması için yapılan faaliyetlere katkı Türkiye’yi sadece saygın bir yere getir- sağlayacak. Bu proje sayesinde Merck bir mekle kalmayıp sonuçları faydalı ürün- dünya markası olarak, Türkiye’de teknolojik lere dönüştürmeyi hedeflediğini belirten alt yapının kurulması ve bilgi transferi sağlanİBG Müdürü Prof.Dr.Mehmet Öztürk ması konusunda İBG’yi destekleyecek. imza töreninde; “İBG bilimsel araştırmalarıyla uluslararası alanda öncü, yenilikçi teknolojilere hakim, bilgiyi katma değeri yüksek ürünlere dönüştüren biyoteknoloji merkezi olma yolunda hızla


SEKTÖR

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

MERCK YENİ BULUŞLARI DESTEKLEYECEK 351 yıllık tarihiyle ilaç sektöründe dünyanın en köklü şirketi olan Merck, günümüzde teknolojinin gelişmesiyle birlikte biyoteknolojik alanda ilke edinerek gerçekleştirdiği yatırımlarla, sektörün büyümesine katkı sağlamaya devam ediyor. İmza töreninde bu çalışmaları gerçekleştirecek araştırma merkezleri ve biyoteknolojik ilaç geliştirme konusunda özel laboratuvar alt yapısının önemine dikkat çeken Merck Türkiye Genel Müdürü Şehram Zayer “Bu projenin ülkemize pek çok alanda katkıları olacağına inanıyoruz. Oluşturulacak teknolojik alt yapı ile araştırmacılar biyoteknolojik ürün proses geliştirme, üretim ve saflaştırma üzerinde çalışabilecek. Ülkemizde biyoteknolojik ürün geliştirme, arındırma ve saflaştırma aşamaları Merck’in sağlayacağı bilgi transferi sayesinde desteklenecek. Bunun sonucunda Türkiye’de biyoteknolojik ilaç üretimi yapan merkezlerin sayısının artacağını ön görüyoruz.

Projenin önemli katkılarından birisi de bu alanda hali hazırda çalışmalar yapmakta olan çok değerli akademisyenler ile birlikte, araştırma ve geliştirme çalışmalarında yer alacak genç bilim insanlarının yetişmesi. Ülkelerin kalkınmasında özel sektör, kamu ve akademik sektörün çok sıkı bir işbirliği içinde olması gerekiyor. Bu iş birliğini sağlayamadığımız zaman, süreç sekteye uğruyor. İBG’ye bu fırsatı bize tanıdığı, bizimle beraber toplum ve bilime bir katkı sağlama adına bizi seçtiği için teşekkür ediyorum’’dedi. Ülkemizin 2023 vizyonu kapsamında, geçtiğimiz Nisan ayında “SUNUM & MERCK Yaşam Bilimleri Uygulama Birimi” de hayata geçirildi. Bu iş birliği kapsamında, Sabancı Üniversitesi Nanoteknoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi (SUNUM) ile MERCK biyoteknolojik ürün geliştirme alanında ülkemize önemli bir Ar-Ge ve uygulama birimi kazandırdılar. Bu sayede, ülkemizde biyoteknolojik ürünlerin araştırma ve geliştirmesine katkı sağlanması ve akademik tabanlı iş gücünün oluşturulması hedeflendi.

Dünyanın lider bilim ve teknoloji şirketlerinden Merck, sağlık hizmetleri, yaşam bilimleri ve performans materyalleri alanlarında faaliyet göstermektedir. Yaklaşık 56.000 çalışanı ile, her gün milyonlarca insanın hayatında olumlu bir fark yaratmak amacıyla çalışmaktadır. Merck, gen düzenleme teknolojilerini geliştirme ve benzersiz yöntemler keşfetmekten, akıllı cihazlar kullanarak en zorlu hastalıkları tedavi etmeye kadar her alanda varlığını göstermektedir. Bilimsel merak ve sorumluluk sahibi girişimcilik, Merck’in teknolojik ve bilimsel gelişiminin kilit unsurları olmuştur. Merck, 1668 yılındaki kuruluşundan bugüne bu şekilde büyümüştür. Şirketi kuran aile, halka açık şirketin hisselerinin çoğunluğuna sahip olmayı sürdürmektedir. Merck, Merck adının ve markasının küresel haklarına sahiptir. Bu konudaki tek istisna ABD ve Kanada’dır; Merck’in farklı iş kolları bu ülkelerde sağlık alanında EMD Serono, yaşam bilimlerinde MilliporeSigma ve performans materyallerinde EMD Performance Materials adıyla faaliyet göstermektedir.

İZMİR BİYOTIP VE GENOM MERKEZİ (İBG) Ocak 2018 tarihinde 6550 sayılı Kanun kapsamında Türkiye’nin ilk Tematik Araştırma Merkezi olarak fiilen faaliyete geçmiştir. İBG’nin amacı yaşam bilimleri alanında temel araştırmayı itici bir güç olarak kullanan bir yaklaşımla, hastalıkların önlenmesi, tanısı ve tedavisi için yenilikçi teknoloji ve ürünleri geliştirmektir. Kurucu yükseköğretim kurumu olan Dokuz Eylül Üniversitesi (DEÜ)’nin sağlık yerleşkesinde yer alan İBG’de biyotıp ve genom bilimleri alanında toplam 25 adet temel ve translasyonel araştırma ve teknolojik araştırma grubu çalışmaktadır. 500 m2’lik bir alanda kurulan İBG-FARMA Teknoloji Platformu’nda Ar-Ge, Pilot Üretim ve İlaç Analiz ve Kontrol Laboratuvarları bulunmaktadır. Kurulumu 2020’de tamamlanacak olan İBG-Nevcell Teknoji Platformunda ise hücresel ilaçların GMP koşullarında üretimi mümkün olacaktır. Ayrıca merkezimizde ülkemizin tüm kamu ve özel sektör kuruluşlarına açık olan yedisi aktif, 10’dan fazla hizmet birimi yer almaktadır.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 67


BİLİM ÖDÜLLERİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

BİLİME KATKI BAŞARIYA ÖDÜL GELENEĞİNDE

60.YIL

Geleceği bugünden yaratan ana güç, bilimsel araştırma tutkusudur. Dünyada gerçekleşen bilimsel ve teknolojik yeniliklerin gerisinde kalmamak; hatta daha da önemlisi, özgün buluşlarla bilimsel ve teknolojik değişim sürecine katılmak ancak güçlü bir bilimsel araştırma ve geliştirme geleneğini yaratmakla sağlanabilir. Dr. Nejat F. Eczacıbaşı

“Sanayi alanındaki girişimlerimiz, sosyal alandaki yatırımlarımız ile bir ağacın birbirini besleyen dalları gibi, birbirine karışarak hep göğe yükseldi. Başarısını, yarattığı toplumsal değer ile ölçen kurucumuz Nejat Eczacıbaşı’nın inanç ve heyecanı, bugün hepimizin ruhuna canlılık vermeye devam ediyor. Ülkemizde sağlık hizmetlerinin kesintisiz sürmesi, refah düzeyinin yükselmesi ve yaşam kalitesinin artması için, kamu yönetimi, endüstri, üniversiteler, hastalar ve diğer bireylerin oluşturduğu bütün arasındaki yapıcı iletişim ve iş birliği büyük önem taşıyor. Nejat Eczacıbaşı’nın da aralarında bulunduğu Cumhuriyetimizin kurucu kuşağı bugün aramızda olsalar, ortak sorunlarımıza, ortak çareler aramaya devam etmemizden muhtemelen büyük mutluluk duyarlardı. Cumhuriyetimizin kurucu iradesinin de en temel özelliği, çağın gereklerini yerine getiren bir bilim ve eğitim sistemine özel bir önem vermesiydi. Çağdaşlık konusundaki bu duyarlılığı sürdürmenin bugün de ortak sorumluluğumuz olduğuna yürekten inanıyorum... Çünkü, ülkemizin geleceğini hiç kuşkusuz eğitim düzeyimiz ve bilimle yarattığımız değer belirleyecek. Ne mutlu ki bu yolda çalışan bilim insanlarımız var.” Bülent Eczacıbaşı Eczacıbaşı Holding Yönetim Kurulu Başkanı

68 PS / EKİM-ARALIK 2019


BİLİM ÖDÜLLERİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Eczacıbaşı 60. Yıl Tıp Onur Ödülü Sahibi

Prof. Dr. Marsel Mesulam

Eczacıbaşı Topluluğu’nun 1959 yılında tıp alanında başlattığı ödüllendirme ve destek geleneğinin 60. yılında, Tıp Onur Ödülü’nün sahibi Prof. Dr. Marsel Mesulam oldu. Evrensel bilime en üst düzeydeki katkıları ve ülkemizdeki pek çok akademisyen ve bilimsel etkinliğe verdiği yakın destek nedeniyle Tıp Onur Ödülü’ne layık görülen Prof. Dr. Mesulam, davranış nörolojisi ve demans (bunama) biyolojisi alanlarında yaptığı çığır açıcı buluşlarıyla tüm dünyada tanınan başarılı bilim insanları arasında yer alıyor. İlk kez Prof. Dr. Mesulam tarafından tanımlanan demans hastalığının bağımsız bir formu olan “primer progresif afazi sendromu” tıp bilim tarihinde “Mesulam hastalığı” olarak anılıyor. Robert Kolej’i bitirdikten sonra Harvard Tıp Fakültesi’nden mezun olan ve akademik kariyerini Chicago’da Northwestern Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde sürdüren Prof. Dr. Mesulam, hâlen kendi adıyla anılan Mesulam Kognitif Nöroloji ve Alzheimer Hastalığı Merkezi’nin direktörü ve Nöroloji Bölümü Davranışsal Nöroloji biriminin başkanı olarak görev yapıyor.

TIP BİLİM, TIP TEŞVİK, BİLİMSEL ARAŞTIRMA DESTEK VE TIP ÖĞRENCİLERİ PROJE ÖDÜLLERİ Prof. Dr. Turgay Dalkara başkanlığında, Prof. Dr. Murat Akova, Prof. Dr. Şermin Genç, Prof. Dr. Ahmet Gül, Prof. Dr. Arzum Erdem Gürsan, Prof. Dr. Hakan S. Orer ve Prof. Dr. Lale Tokgözoğlu’ndan oluşan 2019 Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Tıp Ödülleri Bilimsel Değerlendirme Bilimsel Kurul’unun değerlendirmeleri sonucunda; 2019 Tıp Bilim Ödülü, çalışmalarını periferik nöropatilerdeki akson dejenerasyonu ile periferik sinir sistemindeki Schwann hücreleri ve sinir yenilenmesi üzerine yoğunlaştıran Prof. Dr. Ahmet Höke’ye verilirken, Tıp Teşvik Ödülü’nü Doç. Dr. Uğur Canpolat, Bilimsel Araştırma Destek Ödülü’nü Doç. Dr. Ceyda Açılan Ayhan, Tıp Öğrencileri Proje Ödülü’nü de Sena Alptekin kazandı.

“BİLİME KATKI, BAŞARIYA ÖDÜL” GELENEĞİ Ülkemizde tıp ve eczacılık bilimlerinin gelişimine katkıda bulunmak amacıyla, 1959’da Dr. Nejat F. Eczacıbaşı tarafından dönemin çok değerli tıp hocaları Ord. Prof. Dr. Ekrem Şerif Egeli, Ord. Prof. Dr. Arif İsmet Çetingil, Ord. Prof. Dr. Muhiddin Erel, Prof. Dr. Reşat Garan, Prof. Dr. Sabih Oktay, Prof. Dr. Behiç Onul, Prof. Dr. Zafer Paykoç, Prof. Dr. Necmeddin Polvan’ın öncülüğünde bilimsel araştırmaları destekleme, başarılı bilim insanlarını ödüllendirme geleneği başlatılmıştı. Altmış yıla ulaşan bu girişim kapsamında, dünya tıp çevrelerinde evrensel ölçütte başarı gösteren Türk hekimlerine 2002 yılından itibaren Eczacıbaşı Tıp Onur Ödülü verilmesi benimsendi. Eczacıbaşı Tıp Onur Ödülü’nün ilki Prof. Dr. Münci Kalayoğlu’na, ikincisi Prof. Dr. Olcay Neyzi’ye verilirken, Prof. Dr. Masel Mesulam da Eczacıbaşı Tıp Onur Ödülü alan üçüncü bilim insanı oldu. 2002 öncesinde, “Cumhuriyet Dönemi Tıp Ödülü” adıyla verilen ödülü, 1982 yılında Ord. Prof. Dr. Hulusi Behçet, Dr. Refik Saydam, Ord. Prof. Dr. Tevfik Sağlam, Ord. Prof. Dr. Mazhar Osman Uzman ve Ord. Prof. Dr. Akil Muhtar Özden, 1988 yılında Prof. Dr. Muzaffer Aksoy, 1992 yılında ise Prof. Dr. Gazi Yaşargil almıştı. DR. NEJAT F. ECZACIBAŞI VAKFI

1978 yılında kurulan Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı, Türkiye’de eğitime katkıda bulunmak, bilimsel araştırmaları desteklemek, Türk kültür ve sanatını korumak ve geliştirmek amacıyla çalışmalarını sürdürmektedir. Vakıf, Nejat F. Eczacıbaşı Tıp Ödülleri, İstanbul Kültür Sanat Vakfı ile İzmir Kültür, Eğitim ve Sanat Vakfı’na destek Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Müzik Bursları,Modern Türk Resim Koleksiyonu,Eczacıbaşı Fotoğraf Sanatçıları Dizisi,Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Yılın Genç Grafik Tasarımcısı Özel Ödülü projeleri ile Türkiye’yi kültür-sanat başkentleri arasında ön sıralara taşımak, sürekli ve kalıcı bir etkileşim sağlamak amacıyla desteğini sürdürüyor. EKİM-ARALIK 2019 / PS 69


6.TÜRK TIP DÜNYASI KURULTAYI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

6. TÜRK TIP DÜNYASI KURULTAYI AZİZ SANCAR TIP ÖDÜLLERİ Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanlığı himayelerinde, Sağlık Bakanlığı ve Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) tarafından İstanbul’da 29-31 Ekim tarihleri arasında düzenlenen ‘6. Türk Tıp Dünyası Kurultayı’ ve eş zamanlı olarak gerçekleen HIMSS Avrasya (Sağlık Bilgi Yönetim Sistemleri) toplantısı, Türkiye’den ve dünyanın birçok ülkesinden sağlık alanında küresel ve ulusal düzeyde başarılı çalışmalarda yer almış, bilim insanları, sağlık bakanları, akademisyenler ve sağlık sektörünü bir araya getirdi. Bu yıl ana teması “Sağlıkta Biyoteknoloji Uygulamaları” olarak belirlenen kurultayın açılış konuşmasında, sağlıkta birçok yönleriyle örnek oluşturan önemli bir dönüşüm gerçekleştirildiğini hatırlatan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, geçen son 16 yılda sağlıkta yaşanan dönüşüme işaret etti. Gelişmelere ilişkin bilgileri aktaran Bakan Koca ayrıca Türkiye Genom Projesi’nin 29 Ekim 2019 itibarıyla kapsamı genişletilerek resmen başladığı duyurusunda bulundu. ‘‘SAĞLIKTA BİRÇOK YÖNLERİYLE ÖRNEK OLUŞTURAN ÖNEMLİ BİR DÖNÜŞÜM GERÇEKLEŞTİRDİK.’’ ‘‘Sağlık hizmetlerimizi en nitelikli düzeye en uygun maliyetle çıkartabilmek için sağlık teknolojilerini üretebiliyor olmamız gerekiyor. İlaç, aşı ve tıbbi cihaz üretiminde yerlileşme yönünde büyük gayretlerimiz var. Geçen sene yaşanan dalgalı ekonomik ortam ve yakın zamanda yaşadığımız jeopolitik gerginlikler göz önüne alındığında bu hususun ne kadar önem arz ettiği kolayca anlaşılabilir. Yirmi birinci yüzyıla ülkemiz birçok yönden hızlı değişimler göstererek girdi. Demografik yapımız hızla değişmektedir. Kent nüfuslarımız artıyor. Doğum hızımız başta batı illerimiz olmak üzere düşüşe geçti. Çok yakın gelecek, önemli bir yaşlı ve bağımlı nüfus sorunlarıyla bizi baş başa bırakacaktır. 70 PS / EKİM-ARALIK 2019

Sağlık sistemimiz önceliklerini ve kaynak tahsislerini bu değişime paralel olarak hızla dönüştürmek zorundadır. Artık önümüzde mücadele etmemiz gereken metabolik hastalıklar, kanser ve çeşitli organ sistemlerinin kronik hastalıkları bulunmaktadır. Maalesef bu hastalıkların çoğunun tedavisinde günümüz tıbbı aciz kalmaktadır. Ancak bulaşıcı olmayan hastalıklardan korunabileceğimizi, önleyemesek de daha ileri yaşlara taşıyabileceğimizi ve kontrol altına alabileceğimizi biliyoruz. Bulaşıcı olmayan hastalıkların yanı sıra viral enfeksiyonlar ve antibiyotiklere dirençli bakteri enfeksiyonları da toplum sağlığına tehditlerini giderek arttıran durumlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Modern anlamda tıbbın gelişmesinde önce kimyasal ilaçlar mucize olarak sunulmuştu. Daha sonra ilaçların ve dezenfeksiyon tedbirlerinin kullanıma girmesi ile muhtelif girişimler ve cerrahi müdahaleler ümit veren yöntemler olarak lanse edildiler. Teknolojinin ilerlemesi ile fiziksel ajanlarla yapılan tanı ve tedaviler mucize imiş gibi sunuldular. Günümüzde ise bütün bunların kıymetini bir kenara itebileceği iddiası ile biyoteknolojik çalışmalar ümit vaat etmektedir. Biyoteknolojik ajanların sağlığın koruyucu, tanı koydurucu ve tedavi edici alanlarında kullanılabilmesi çok geniş

yelpazeye yayılan bir çalışma alanı açmaktadır. Bu alanda öncülüğü yakalayabilen ülkeler hem bilimsel avantajlarının yanında halk sağlığında merhale kaydedecek ve önemli ekonomik kazanımlar elde edecektir. Bunu kaçırılmaması gereken bir fırsat olarak görüyorum. Öncelik verdiğimiz bu alanda, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı TÜSEB çatısı altında başlattığımız çalışmaların yarışta ön almamıza büyük bir yarar sağlayacağına inanıyorum. Bu nedenle bu seneki kurultayımızın teması “Sağlıkta Biyoteknoloji Çalışmaları” olarak seçilmiştir. Kurultayın düzenleyicilerinden olan TÜSEB; tıbbi cihaz, biyomalzeme, tanı kiti, ilaç ve aşı alanlarında başlattığı uygulamalı işbirliği ve yenilikçi Ar-Ge projeleri ile dışa bağımlılığımızı en aza indirerek ülke ekonomimize ve toplum sağlığına güçlü katkılar sağlamayı hedeflemektedir. TÜSEB bir yandan ülkemizde ihtiyaç duyulan biyobanka, omik ve veri merkezleri ile ileri araştırma laboratuvarlarını oluşturmuş, diğer taraftan da ulusal sağlık Ar-Ge stratejilerinde kritik öneme sahip veri madenciliği, yapay zeka, makine öğrenmesi, sistem biyolojisi ve biyoenformatik alanlarında uzman insan kaynağının yetiştirilmesine yönelik somut adımlar atmıştır. Toplumsal ve


6.TÜRK TIP DÜNYASI KURULTAYI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

AZİZ SANCAR BİLİM, HİZMET VE TEŞVİK ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU T.C Cumhurbaşkanlığı himayesinde, Sağlık Bakanlığı’nın ev sahipliğinde, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı’nın (TÜSEB) bilimsel desteğiyle gerçekleştirilen 6. Türk Tıp Dünyası Kurultayı kapsamında Aziz Sancar Bilim, Hizmet ve Teşvik Ödülleri Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da katıldığı törende sahiplerine takdim edildi.

teknolojik dinamikler ile sağlık hizmetlerinde oluşan ihtiyacın hızlı giderilmesi, biyoteknoloji alanındaki yatırımların artırılması ve bunların sonucu olarak ürüne dönüşebilen Ar-Ge çalışmalarının gerçekleşmesi ile mümkün olabilecektir. Bu nedenle gelişmiş ve gelişmekte olan diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de biyoteknoloji alanında yapılan Ar-Ge çalışmalarına ayrılan bütçeler her sene artmaktadır. Ülkemizde de 2017 yılında GSYİH’nin yaklaşık %1’i Ar-Ge harcamalarına ayrılmıştır. Önümüzdeki yıllarda ise Ar-Ge çalışmalarına ayrılan payın artması ile geri dönüş hızının da artacağını öngörüyoruz. Bu konuda bugün önemli bir çalışmanın da başladığını iftiharla duyurmak istiyorum. Türkiye Genom Projesi 29 Ekim 2019 itibarı ile kapsamı genişletilerek resmen başlamıştır. Başta muhtelif kanser türleri ve nadir hastalıklar olmak üzere pek çok durumun koruyucu, teşhis koydurucu ve tedavi edici yönüne dair sonuçlar elde etmeyi hedefliyoruz.

HIMSS’19 TÜRKİYE, ABD’DEN SONRA DÜNYADA EN ÇOK DİJİTAL HASTANEYE SAHİP ÜLKE KONUMUNDA Türkiye’nin en büyük sağlık bilişim etkinliği HIMSS’19 Eurasia-Sağlık Bilişimi ve Teknolojileri Konferansı ve Fuarı’nın açılışına da katılan Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, konuşmasında 20-25 yıl önce dilimizde bilişim diye bir kavramın olmadığını hatırlatarak;“Artık hastanelerimiz tüm işlemlerini yürütmek için bilgi sistemlerine ihtiyaç duyuyorlar, buna yatırım yapıyorlar, beraber çalıştıkları

yazılım firmalarına ihtiyaçlarını karşılamaları, vizyonlarını gerçekleştirebilmeleri için baskı kuruyorlar. Devasa yer tutan fiziki arşivlerini dijitalleştirmeye çalışıyorlar, filmsiz hastaneden, kağıtsız hastaneye geçmeyi hedefliyorlar. Burada bir örneğini göreceğimiz ‘Dijital Hastane’ olma uğraşı veriyorlar. Süreç burada durmayacak; bir adım sonra ‘Akıllı Hastane’ olmak için çaba harcayacaklar ve hatta yapay zeka taşıyan sistemler talep edeceklerdir”dedi. ‘‘SAĞLIK HİZMETİNİN ARTIK ALIŞILDIK KURALLARLA YÜRÜTÜLEMEYECEĞİ AŞİKÂRDIR.’’ Bilişimi dikkate almadan hizmetlerin planlamasını ve yürütülmesi mümkün değildir. Yönetim anlayışından yönetişim anlayışına evrilmek durumundayız. Sağlık finansmanını ve sigortacılığı artık elektronik kontrol mekanizmaları olmadan gerçekçi bir seviyede tutmak mümkün görünmüyor.Bilişimin kullanılması, sağlık yönetimini ve sağlık hizmet sunumunu tamamen değiştirmiş durumda. Veriye dayalı yönetim, hasta güvenliği, hizmet kalitesi ve nihayet verimlilik arayışları bu zeminde hayat bulmuştur. Ülkemizin bu alanda göstermiş olduğu ilerleme, birçok yönüyle dünyaya örnek olabilecek mahiyettedir. Geldiğimiz noktayı sayılarla ifade edecek olursak, HIMSS EMRAM kriterlerine göre Seviye 6 hastane sayımız 167, Seviye 7 yani tam dijital hastane sayımız ise 3’e ulaşmıştır. Ayrıca ilk defa bu yıl uygulamaya başladığımız bir uygulama ile Seviye 6 olan Ağız ve Diş Sağlığı Hastane sayımız da 7’ye yükselmiştir.

Bu verdiğim sayılarla Türkiye, ABD’den sonra dünyada en çok dijital hastaneye sahip olan ülke konumuna yükselmiştir. Bakanlık olarak bundan 6 yıl önce başladığımız bu süreçte hedefimiz, hastaneleri yerli yersiz teknoloji ile donatmak değil, sağlık hizmet kalitesi ve hasta güvenliği için doğru bilgi ve teknolojinin gerektiği yerde ve en iyi şekilde kullanımını sağlamaktır.’’ 6. Türk Tıp Dünyası Kurultayı’nın son günü gerçekleştirilen törende, tıp alanında yaptıkları çalışmalarla ödüle hak kazanan bilim insanları ödüllerini Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın elinden aldılar. Sağlık Bakanı Dr. Fahrettin Koca, TÜBA Başkanı Prof. Dr. Muzaffer Şeker, Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı (TÜSEB) Başkanı Prof. Dr. Adil Mardinoğlu ve Genel Sekreter Prof. Dr. Hasan Türkez’in katıldığı törende Bilim ve Teşvik kategorilerinde toplam 5 bilim insanı ödüle layık görüldü. Cumhurbaşkanı Erdoğan, törende yaptığı konuşmada, bugün Türkiye’nin, sağlık alanında dünyanın en önde gelen ülkelerinden biri olduğunu, her başarı gibi, Türkiye’nin sağlık alanında geldiği yerin gerisinde de çok büyük emek, fedakârlık ve alın teri olduğunu kaydetti. Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi’nden Prof. Dr. Özcan Erel ve Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Seza Özen’e,TÜSEB Teşvik Ödülü İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nden Doç. Dr. Engin Özçivici, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nden Doç. Dr. Nurcan Tunçbağ ve Marmara Üniversitesi’nden Prof. Dr. Safa Barış’a takdim edildi. EKİM-ARALIK 2019 / PS 71


GUNCEL

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

‘Birlikte HIV’den Güçlüyüz’ Sabancı Üniversitesi ve Gilead Sciences Türkiye iş birliğiyle ‘Birlikte HIV’den Güçlüyüz’ temasıyla gerçekleştirilen IV.Ulusal Duyarlılık Konferansı’nda HIV/ AIDS’in ölümcül bir hastalık olmadığına, tanı ve teşhis konulduğunda tedaviden sonuç alma başarısının Türkiye’de çok yüksek olduğuna işaret edildi. Konferansın açılış konuşmasını yapan Sabancı Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Fuat Keyman, Sabancı Üniversitesi’nin bu yıl kuruluşunun 20’nci yılını kutladığını belirterek;‘‘Topluma duyarlı olmak, toplumsal sorunların çözümüne dahil olmak çok önemli. Gilead Sciences Türkiye’ye bu konuda Sabancı Üniversitesi ile birlikte çalıştığı için çok teşekkür ederim” dedi.

“Türkiye’de HIV” belgeseli Gilead Sciences Türkiye’nin desteği ile 5N1K yapımcısı Cüneyt Özdemir ve ekibi tarafından Türkiye’de toplumsal farkındalığı artırmak amacıyla hayata geçirilen, HIV/AIDS hakkında bilim insanlarının ve sivil toplum kuruluşlarının temsilcilerinin katılımıyla gerçekleştirilen belgesel ile toplumun bilgilendirilmesi ve toplumsal farkındalığın artırılması hedefleniyor.

72 PS / EKİM-ARALIK 2019

‘‘HIV Artık Ölüm Fermanı Değil, Hep Birlikte Sonlandıracağız’’ “Türkiye’de HIV konusunda neredeyiz?” konulu panele katılan Uluslararası AIDS Sağlık Hizmeti Sağlayıcıları Derneği (IAPAC) Başkanı Dr. Jose M. Zuniga, Türkiye’nin teşhis ve tedavide çok başarılı olduğunu ancak tanı konulma aşamasında bu başarıyı yakalayamadığını söyledi. IAPAC’ın 2014 yılında 26 şehrin Paris’te oluşturulan Fast Track Cities girişimine destek verdiğini hatırlatan Dr. Zuniga, “HIV konusunda belirlenen 9090-90 (%90 tanı, yüzde 90 tedavi, yüzde 90 Baskılanma) ve sıfır stigma hedeflerine ulaşılması için bu girişimi başlattık. İstanbul ve diğer illerin de bu girişime katılmasını ümit ediyoruz” dedi. Panele katılan Prof. Dr. Deniz Gökengin, HIV’le mücadelede küresel anlamda yüzde 23 azalırken, Türkiye’de son 10 yılda ciddi sayıda hasta artışı olduğunu belirtti. “Türkiye’de her yıl 3-4 bin arasında yeni vaka ekleniyor. Biz aslında HIV’le yaşayan hastaların sadece yarısına tanı koyabiliyoruz, bir bu kadar daha HIV’le yaşayan hasta olduğunu tahmin ediyoruz. Uzun yıllardır Türkiye’deki hasta sayımız düşüktü. Ancak ihmal edilen bölgelerde bu artış kaçınılmazdı, bizde de yayılıyor.” Hacettepe Üniversitesi’nden Prof. Dr. Serhat Ünal ise Türkiye’de HIV’li hasta sayısının 10 yılda yüzde 465 arttığına dikkat çekti.“Türkiye’de anonim test merkezlerinin yaygınlaştırılması önemli. Asıl vakaları böyle yakalarsınız. Ne yazık ki farkındalık konusunda ilerleme kaydedilemiyor. Bugün 20 bini kişi HIV’li, yarın 40 bin olur. Oysa tedavilerin hepsine sahibiz. Bu sadece tıbbi bir sorun değil. Çağın veremi oldu hatta onu geçti bile. İlerde daha çok hayat kaybedebiliriz.’’

Gilead Sciences Türkiye Medikal Direktörü Dr.Tahsin Gökçem Özçağlı ise “Epidemiyi kontrol altına alabilmek için pek çok paydaş var. Birini dışlayarak bir şey yapma şansınız yok. Devletin politikaları oluşturması lazım. Sadece tedavi değil önleme korunma konularında da yeni yaklaşımlar geliştirilmeli. Örneğin Gilead Sciences, Elton John Vakfı ile pilot bir çalışma yapıyor Kazakistan’da. Ayrıca “Sıfıra Ulaşmak İçin” diye yeni bir proje başlattık. 100 bin Pound’a kadar proje desteği sağlayacağız” dedi. Pozitif-iz Derneği Başkanı Çiğdem Şimşek de “Bu bir eşcinsel hastalığı değildir, kadın ve çocukları, gençleri de etkiliyor. Biz ağırlıklı gençlerle çalışıyoruz. Konuyu multidisipliner bir şekilde ele almak gerekiyor. Önyargıyı engellemekte de toplumun tüm kesimlerine görev düşüyor. Önyargı ve ayrımcılık yüzünden çok yanlış bilinenler var” dedi. Konferansın “Üniversitelerde HIV/AIDS Eğitimi Konusunda İyi Uygulama Örnekleri” başlıklı bölümünde ise Sabancı Üniversitesi Toplumsal Duyarlılık Projeleri Yöneticisi Zeynep Bahar Çelik, bu konudaki projelerini anlattı. Sağlıkta Genç Yaklaşımlar Eğitim Koordinatörü Pelin Anılan Sabancı Üniversitesi ile ortak yürütülen Akran Eğitim Projesi’ni katılımcılarla paylaştı. Başkent Üniversitesi’nden Prof. Dr. Simten Malhan, Başkent ve Hacettepe Üniversitesi’nin birlikte yürüttüğü dünyanın en büyük HIV/AIDS Farkındalık Araştırması sonuçlarını aktardı. Malhan; ‘’Toplumumuzun %77 gibi büyük bir kısmı bu konuda bilgi sahibi değil. Yine toplumun %75’i HIV pozitif bireylerin normal bir yaşam yaşayabileceği bilgisine sahip değil. Bu durum da toplum açısından ciddi bir risk oluşturuyor” dedi


GUNCEL

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

HIV TEŞHİS VE TEDAVİSİNDE YAŞANAN EN ÖNEMLİ SORUN AYRIMCILIK Prof. Dr. Volkan Korten

HIV DEĞİL ÖNYARGILAR ÖLDÜRÜYOR

Doç. Dr. Derya Öztürk Engin

Prof. Dr. Hüsnü Pullukçu

Prof. Dr. Serhat Ünal

HIV VE AIDS AYNI ŞEY DEMEK DEĞİL.

1 Aralık Dünya AIDS Günü kapsamında GSK Türkiye’nin desteği ile gerçekleştirilen basın buluşmasında uzmanlar HIV (Human Immunodeficiency Virus – İnsan Bağışıklığı Yetmezlik Virüsü) ile ilgili güncel bilgiler paylaştı. ŞÜPHELERE VE AYRIMCILIĞA SON VERİLMELİ Prof. Dr. Serhat Ünal HÜ.Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Anabilim Dalı Başkanı ve HAKED Genel Sekreteri “Ayrımcılık, korku ve bilinçsizlikten oluyor. HIV pozitif bireylerin toplum tarafından dışlanması teşhisi ve tedaviyi engelliyor. Şüpheli cinsel ilişki yaşayan herkes test olarak HIV şüphesinin önüne geçebilir. Önyargıların önüne geçmek için ise HIV’in bulaş yollarına dair şüphelerin giderilmesi, ayrımcılığa son verilmesi gerekiyor.Toplumdaki ayrımcılık ve farkındalıkla ilgili problemler nedeniyle hastalara ulaşım zor. HIV konusunda bu zamana kadar yapılan en önemli çalışmalardan biri hiçbir kimlik bilgisi paylaşmadan test yaptırabilecekleri anonim test merkezlerinin kurulması oldu. Şişli (İstanbul), Beşiktaş (İstanbul), Çankaya (Ankara), Konak (İzmir), Mersin ve Bursa ilk kurulan yerler. Bu anonim merkezlerin çoğaltılması hepimizin en büyük görevi.”

Prof. Dr. Volkan Korten MÜ.Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Öğretim Üyesi-KLİMİK HIV/AIDS Çalışma Grubu Başkanı “HIV ve AIDS aynı şey demek değil. HIV pozitif olan bireylerin hepsi AIDS hastası olmuyor. AIDS, HIV pozitif olan bireylerin tedavi edilmezlerse gelecekleri son radde oluyor. 1997 yılı AIDS hastalığının en çok görüldüğü, 2004 yılı ise AIDS’e bağlı ölümlerin en çok olduğu yıl. Bu tarihlerden sonra bu rakamlarda azalma oldu, ancak bizim bulunduğumuz coğrafyada artış var. Sağlık Bakanlığı’nın açıkladığı son rakamlara göre Kasım 2019 itibaryla Türkiye’de toplam 24 bin 219 HIV tanısı alan birey bulunuyor. 2018 yılında 3 bin 719 yeni tanı alan birey varken, 2019’da bu sayının 4 binden fazla olması bekleniyor” EN ÖNEMLİ NEDEN KORUNMASIZ CİNSEL İLİŞKİ Prof. Dr. Fehmi Tabak İÜ.Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi-HIVEND Başkanı “HIV enfeksiyonunun bulaşmasında en önemli neden korunmasız cinsel ilişkidir. Türkiye’de kan yolu veya anneden bebeğe geçiş yüzde 1’lerin altında. HIV, birlikte yemek yemek, sarılmak, öpüşmek ile bulaşmaz. Korunmalı bir ilişkide ise HIV’in buluşması söz konusu olamaz.”

Prof. Dr. Fehmi Tabak

TEST YAPILMADAN HIV POZİTİF BİREYLERE ULAŞMAK İMKANSIZ Prof. Dr. Hüsnü Pullukçu Ege Üniv. Tıp Fakültesi Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Öğretim Üyesi-AIDS ve Cinsel Yolla Bulaşan Hastalıklar Derneği temsilcisi “HIV şüphesi olan kişiler aynı gün tanı alıp aynı hafta tedaviye başlayabiliyor. Düzenli tedavi alan hastalar normal hayatlarını sürdürebiliyor. Türkiye HIV tedavisinde ilaç erişimi çok yüksek bir ülke. Her hasta için uygun tedavi uygulayabiliyoruz.” ANCAK FARKINDALIKLA HIV POZİTİF BİREYLERDE AYRIMCILIĞI ENGELLEYEBİLİRİZ! Doç. Dr. Derya Öztürk Engin, İstanbul Fatih Sultan Mehmet Eğitim ve Araştırma Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Öğretim Üyesi ve EKMUD temsilcisi “Bireyler, HIV pozitif olduklarını söyledikleri zaman işe alınmama, işten çıkarılma, eğitim hayatlarını devam ettirememe gibi sosyal sorunlar yaşayabiliyorlar. Toplumda yaşanan önyargı HIV pozitif bireylerde ayrımcılığa neden oluyor. HIV enfeksiyonu belirli bir grubun hastalığı olarak algılanıyor. Bu algının kırılması için herkes üzerine düşeni yapmalı. Bulaş yolları bilinerek ayrımcılığı engelleyebiliriz.”

EKİM-ARALIK 2019 / PS 73


DAMAR SAĞLIĞI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ÜLKEMİZDE HER YIL YAKLAŞIK 30BİN KİŞİ TROMBOZ’DAN HAYATINI KAYBEDİYOR HAREKET EDEREK BU SAYIYI DEĞİŞTİREBİLİRİZ! “Halk

arasında kısaca pıhtı atmak olarak söylenen ama pıhtının gittiği organa göre adı değişen bu hastalık grubu; Venöz tromboemboli (VTE), derin ven trombozu (DVT) ve pulmoner emboliyi (PE) kapsıyor. Sık görülmesi, tekrarlama riskinin yüksek olması, yaşam kalitesini düşürerek sağkalımı azaltması ve yüksek maliyetlere yol açması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Bir kan damarının, kan pıhtısı nedeniyle tıkanması anlamına gelen ve toplumda görülme sıklığı her geçen gün artmakta olan bu hastalıklar için en önemli risk faktörlerinden biri hareketsizliktir. Hareketli bir hayatı seçerek hastalık risklerimizi azaltabiliriz. Prof. Dr. Tankut Akay Ulusal Vasküler ve Endovasküler Cerrahi Derneği Başkanı

74 PS / EKİM-ARALIK 2019


DAMAR SAĞLIĞI

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

3 GRUP RİSK ALTINDA: • HAREKETSİZ KALANLAR • DAMAR DUVARINDA HERHANGİ BİR SEBEPLE HASARLANMA OLUŞANLAR • KAN TABLOSUNDA PIHTILAŞMA AÇISINDAN DOĞUŞTAN RİSK ALTINDA OLANLAR EN DİKKAT ÇEKEN BELİRTİ:

AĞRI Prof. Dr. Tankut Akay

Ulusal Vasküler ve Endovasküler Cerrahi Derneği Başkanı

‘‘TEDAVİDE ÖNEMLİ GELİŞMELER OLDU” Prof. Dr. Kürşat Bozkurt Türk Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği

Nasıl Önlenebilir? Nelere Dikkat Edilmeli?

“Ülkemizde her yıl on binlerce kişide derin ven trombozu (DVT), yani bacaklar, kollar, karın ve göğüsteki toplardamarların içerisinde kan pıhtılaşması hastalığı görülmektedir. Bunların yarısına yakınında da bu pıhtı bulunduğu yerden kopup akciğerlere atmaktadır. Akciğer embolisi gelişen hastalarda açıklanamayan nefes darlığı, derin nefes alırken göğüste ve sırtta şiddetli, batma tarzı da olabilen ağrı, öksürük ile beraber kan tükürmek gibi belirtiler bulunabilir. Eğer bu durum gelişmişse kişinin hayatına kastedebilecek kadar önemli bir pulmoner emboli tablosu karşımıza çıkabilir.

“Derin ven trombozu, öldürebilen ama önlenebilen bir hastalıktır, alışkanlıklarımızda yapacağımız değişikliklerle önlenmesi mümkün. Hayatımıza mümkün olduğunca hareket katmak, gereksiz kilo alımından kaçınmak, akdeniz diyeti ile beslenmek, düzenli egzersiz yapmak, kıtalararası uçak yolculuklarında alkol ve kahveden kaçınmak ve yolculuk sırasında varis çorabı kullanmak ve elbette su kaybını karşılamak için yeterli miktarda su tüketmek gerekmektedir.

Venöz tromboembolinin (VTE), ortalama yıllık görülme sıklığı her yıl 100 bin kişide 100-200 civarındadır. Görülme sıklığı yüksek riskli olgularda ise her bin kişide 68’e kadar çıkmaktadır. Genel olarak toplumun yaşlanması, kanser hastalarındaki artış gibi etkenlerden dolayı son yıllarda VTE sıklığının arttığı görülmektedir. Ülkemizde her yıl yaklaşık 30 bin kişi tromboz’dan hayatını kaybediyor. Her dört kişiden birinin ölümünden sorumlu olan bir hastalıktan bahsediyoruz.

Meme kanseri, akciğer kanseri ve araç kazalarından ölenlerin toplamından daha fazla insanı damarlardaki pıhtılaşma nedeni ile kaybetmekteyiz. Belirtilerini bilmek ve erken dönemde durumu fark etmek hayat kurtarıcı olabilir. Hastaların büyük kısmı aniden ortaya çıkan çok şiddetli ağrı ve şişlikle doktora başvuruyor.’’

Son yıllarda gelişen teknoloji ile hem yeni jenerasyon pıhtı önler ilaçlar, hem de pıhtının mekanik olarak temizlenmesini sağlayan cihazlarla tedavide önemli gelişmeler yaşanmaktadır. Erken dönemde mutlaka uzman bir kalp damar cerrahının derin ven trombozunun tanı ve tedavisi için devreye girmesi gerekmektedir.”

“Genellikle aniden ortaya çıkan ve çoğu zaman baldır bölgesi civarında oluşan ağrı. Derin VenTrombozu’nda oluşan pıhtının büyüklüğü ve seviyesine bağlı olarak, değişik şekillerde ortaya çıkan şişlik. Eğer, pıhtı seviyesi kasık bölgesine kadar ulaşmışsa genellikle tüm bacak; eğer pıhtı diz toplardamarı seviyesinde ise baldırda şişme olur. Çoğu zaman bacak şişmesine, renk ve sıcaklık değişiklikleri eklenir.”

“UZUN MESAFE UÇAK YOLCULUKLARI BAŞLI BAŞINA BİR RİSK FAKTÖRÜ” Doç. Dr. Soner Yavaş Ulusal Vasküler ve Endovasküler Cerrahi Derneği Başkan Yardımcısı “Esas olarak 3 grup risk altında. Hareketsiz kalanlar, damar duvarında herhangi bir sebeple hasarlanma oluşanlar ve kan tablosunda pıhtılaşma açısından doğuştan risk altında olanlar. Toplardamarlarda pıhtı oluşması ve bu pıhtının akciğere yayılmasının özellikle beyaz yakalıları, bilgisayar başında vakit geçirenleri, masa başında uzun saatler boyunca çalışmak zorunda olan ofis çalışanları ve ders çalışan öğrencileri tehdit ediyor. Uzun mesafe uçak yolculukları başlı başına bir risk faktörüdür. Uzun süre hareketsizlik ve yatakta kalmak pıhtı riskini artırıyor! Kanser hastalarında, pıhtı oluşumu riski artıyor. Sigara kullanımı da içeriğinde bulunan zararlı kimyasal maddeler yüzünden kanın koyulaşmasına ve pıhtılaşmasına neden oluyor. Ayrıca, uzamış hareketsizlik ve uzun süre yatakta kalmak (uzamış yoğun bakım yatışı, hastanede yatış, felç nedeniyle yatağa bağlı kalmak gibi), genel anestezi gerektiren uzamış ameliyatlar (özellikle kalça çıkığı gibi büyük ortopedik ameliyatlar sonrasında, varis hastalığında genişleyen toplardamarlar içindeki türbülanakım nedeniyle kanın göllenmesi de pıhtı riskini artıran nedenler arasında. Gebelik hem hormonal değişiklikler hem de bebeğin anne karnında büyümesi ve damar sistemine baskı yapması sonucunda başlı başına bir risk faktörüdür.’’ EKİM-ARALIK 2019 / PS 75


NÖROLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

GELECEKTE NÖROLOJİK HASTALIKLAR DÜNYADA OLDUĞU GİBİ ÜLKEMİZDE EN SIK KARŞILACAĞIMIZ SORUNLARIN BAŞINDA OLACAK!

MS’den inmeye tüm nörolojik hastalıkların masaya yatırıldığı ve ana temasını “Hareket Bozuklukları” olarak belirlendiği 55. Ulusal Nöroloji Kongresi’ne yurt içinden ve yurt dışından bin beş yüzü aşkın nöroloji uzmanı, nöroloji asistanı ve alanla ilgili çalışanlar katıldı. Kongre kapsamında düzenlenen basın toplantısına katılan Türk Nöroloji Derneği yönetim kurulu üyeleri Türkiye’de en sık görülen nörolojik hastalıkların tanı ve tedavisindeki yeni gelişmeleri aktardılar.

‘‘ÇOK SAYIDA PEDİATRİ NÖROLOJİ UZMANINA İHTİYAÇ VAR.’’ Prof. Dr. Şerefnur Öztürk Türk Nöroloji Derneği Başkanı

Türk Nöroloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Şerefnur Öztürk Nöroloji alanına giren hastalıkların gelecekte öne çıkacağına dikkat çekti, özellikle Pediatrik Nöroloji

alanında uzman eksikliğimizin olduğunu ve bu konuya acil çözüm getirilmesi gerekliliğinin altını çizdi.

“Bu yıl kongremizin ana teması “Hareket Bozuklukları” olarak belirlenmiştir. Parkinson hastalığı başta olmak üzere, tüm hareket bozuklukları güncel nöroloji pratiğinde önemli bir yer tutmaktadır. Parkinson hastalığı, Alzheimer hastalığından sonra en sık görülen nörodejeneratif hastalıktır. Bugün için ülkemizde 150 bin civarında Parkinson hastası olduğunu tahmin etmekteyiz. Türkiye’nin hızla yaşlanan toplumlar arasında olması nedeniyle, önümüzdeki yıllarda Parkinson hastalığı ile daha çok uğraşmak zorunda kalacağımızı biliyoruz. Bunun yanı sıra en sık görülen nörolojik hastalıklardan olan “Esansiyel Tremor” da erişkin populasyonun yüzde 4 kadarını etkilemektedir. Parkinson hastalığı başta olmak üzere tüm hareket bozuklukları için bilgi birikimimiz büyük bir hızla artmakta, hastalık süreçlerini giderek daha iyi anlamaktayız. Buna paralel olarak klinikte uyguladığımız medikal ve cerrahi tedavilerde yeni ve daha başarılı yaklaşımlar gündeme gelirken, çoğu nörodejeneratif nitelikte olan bu hastalık süreçlerine karşı etkin koruyucu veya düzeltici yöntemler bulma konusundaki çalışmalar da artmaktadır.” ÜLKEMİZDE ÇOCUK HASTA SAYISI GİDEREK ARTIYOR! “Bu oldukça önemli bir konu.Ülkemizde çocuk hasta sayısı yaş grubunda giderek artıyor ve önemli bir nüfusumuzu çocuk-ergen yaş grubu oluşturuyor. Bu çocuklarda başlamış ya da başlayack olan nörolojik hastalıkların pediatrik nöroloji uzmanlarınca tedavi edilmesi gerekiyor. 76 PS / EKİM-ARALIK 2019

Bu neden bu kadar önemli? Çünkü; hem çocuk olmanın getirdiği farklılıklar var hem de yetişkinlerde görülen hastalıkların çocuklarda farklı şekillerde ortaya çıkışı söz konusu. Tanı almalarından, tedavilerine farklı tedavi yaklaşımları gerektirmektedir.Ayrıca; yetişmeleri sırasında mental ve fiziksel olarak sağlıklı bireyler olarak gelişmelerinde pediatrik nörologların bu anlamda da önemi göz ardı edilmemelidir. Çocuklarda en çok epilepsi, inme ve beyin kanamaları, doğum ve doğum sonrası yaşanan travmalar görüyoruz. Bunlar tedavi edilmez ise çocukları, ailelerini ve biz hekimleri gelecekte daha büyük sorunlara götürebilecektir.Genetik hastalıklar ve akraba evlilikler hala yüksek görülmektedir.Diğer taraftan, gelişim bozuklukları gebelik öncesinde başlayan hastalıklar da var. Nörologlar olarak çocuklara farklı bir yaklaşımla bakıyoruz ama spesifik olarak çocuk nörologlarınca takip edilmesi daha doğru ve oldukça önemlidir. Ülkemizde neredeyse 1-2 pediatrik nöroloji uzmanı var. Şu an mevcut yasalar nörolog orjinli kişilerin önünü kapatmış durumda. Önceleri bu alanda çalışmak isteyen pediatri veya nöroloji uzmanları ayrı bir eğitim ve sınav sonrası uzman olabiliyorlardı. Eğer bu devam ettirilebilseydi, şu an ülkemizde çok sayıda pediatrik nöroloji uzmanı olacaktı. Avrupa ülkelerinde nörologlara pediatrik nörolog olma yolunun açık olduğunu görüyoruz. Bir nörolog veya pediatri uzmanı bu alanda yüksek ihtisas yapmak istiyorsa veya nöroloji temelli ise bu kadar ağır bir alana gönül vermiş demektir. Ayrıca, Avrupa Bord sınavlarında başarılı olan ve Avrupa genelinde en fazla sertifikaya sahip olanlar da Türk Nörologlarıdır. Bunun önünde engel olmamalıdır.”


NÖROLOJİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Soldan sağa

Prof. Dr. M. Akif Topçuoğlu - Prof. Dr. Nerses Bebek - Prof. Dr. Neşe Çelebisoy - Prof. Dr. Şerefnur Öztürk Prof. Dr. Raif Çakmur - Prof. Dr. Cavit Boz - Prof. Dr. Kayıhan Uluç

Prof. Dr. Raif Çakmur TND Hareket Bozuklukları Çalışma Grubu Moderatörü Hareket bozuklukları, temel olarak kuvvet kaybı veya spastisite olmaksızın istemli ve otomatik hareketlerde ortaya çıkan hareket azlığı veya fazlalığı ile giden nörolojik tabloları tanımlar. Parkinson hastalığının gelişimi için en önemli risk faktörü, yaşlanma olarak tanımlanmıştır. Toplumlar yaşlandıkça görülme oranındaki artış aslında aciliyet göstermektedir. Dünyanın en kalabalık ülkelerinde 2030 yılına kadar Parkinson hastalarının nerdeyse 2 katına çıkarak 30 milyona ulaşacağını düşünmek korkutucudur. Eğer hepimiz 100 yaşın üzerine kadar yaşayacak olursak büyük olasılıkla bu hastalıkla karşı karşıya kalacağız. Parkinson hastalığı tipik olarak orta ve ileri yaşın hastalığı olup, ortalama 60 yaş civarında başlar. Hastalık genç yaşlarda da başlayabilmektedir. Ancak yaşlanma ile görülme sıklığı artmaktadır. Yapılan çalışmalar, Parkinson hastalığının erkeklerde kadınlara göre biraz daha sık görüldüğünü göstermektedir. Parkinson hastalığının motor bulguları beyinde hareketlerimizden sorumlu olan hücrelerin ufak bir bölümünün hasara uğraması ve eksilmesi (dejenerasyon) sonucu ortaya çıkar. Bu hücreler bilgileri

“2030 YILINDA DÜNYADA 30 MİLYON PARKİNSON HASTASI OLACAK” bir sinir hücresinden diğerine gönderen dopamin adı verilen kimyasal bir madde salgılar. Beyinde yeterli dopamin yapılamazsa hareket ve duruş işlevleri etkilenerek Parkinson hastalığı belirtileri ortaya çıkar. Dopamin eksikliğinin temel belirtileri hareketlerde yavaşlama, hareket yeteneğinin azalması ve titremedir. Hastalık yavaş bir şekilde ilerler. Hastadan hastaya belirtilerin varlığı, şiddeti ve hastalığın ilerleme hızı farklıdır.Parkinson hastalarının yaklaşık olarak %50 ile %75 kadarında başlangıç bulgusudur ancak hastaların bir bölümünde titreme hiç görülmeyebilir. Parkinson hastalığının tedavisine tanıyı takiben ağızdan verilen ilaçlar ile başlanır. Parkinson hastalığı ilerledikçe ağızdan alınan ilaçlar giderek yetersiz kalabilir. Eğer tüm ayarlamalara karşın hastanın yavaş/donuk olduğu dönemler günde toplam 4-5 saatten daha fazlaya ulaşır, iyilik dönemleri de istemsiz hareketler gibi yan etkilerden dolayı yeterince iyi geçmezse cerrahi yöntemler düşünülür. Cerrahi öncesi veya cerrahiye uygun olmayan hastalarda kullanılabilecek iki yöntem daha vardır. Bu yöntemlerden

birinde ilaç cilt altına konulan küçük bir iğne ve buna bağlı bir pompa aracılığıyla sürekli verilirken, diğer yöntemde karından açılan küçük bir delikten bağırsağa uzatılan küçük bir hortum ve bir pompa aracılığıyla ilacın sürekli uygulanması gerçekleştirilir. Parkinson hastalığının ameliyat ile tedavisi, uygun hastalarda yararlı olabilir. Ablasyon ve beyin pili olarak bilinen bu yöntemler her hasta için uygun değildir. Hiç bir cerrahi yöntem de hastalığı tamamen ortadan kaldırmaz. Hastaların hemen hepsi ameliyattan sonra da ilaçlarını kullanmaya devam ederler. Yapılan bilimsel çalışmalar, cerrahi tedavi sonrasında hastalık belirtilerinin %50 ve ilaç gereksiniminin %80 oranında azalabildiğini göstermiştir. Bu oranlar her hasta için bireysel değişkenlik gösterir. Parkinson hastalığında araştırılan yeni tedavi yöntemleri ise kök hücre araştırmaları, hücre nakli yöntemleri, gen tedavileri ve büyüme faktörü yöntemleri ile aşı araştırmaları olarak özetlenebilir. Şu an için klinik kullanıma bu tedavilerin hiçbiri yansımamıştır. Yukarıdaki yöntemlerin biri ya da birkaçı olumlu sonuçlandığı takdirde önümüzdeki dönemde Parkinson hastalığının tedavisinde önemli gelişmeler söz konusu olacaktır. EKİM-ARALIK 2019 / PS 77


NÖROLOJİ

“ERKEN VE UYGUN TEDAVİ İLE MS KONTROL EDİLEBİLİR.” Prof. Dr. Cavit Boz Multipl skleroz bilimsel çalışmalar ışığında giderek daha çok çözebildiğimiz, yeni ve etkin tedaviler ile tedavi seçeneklerinin arttığı, MS’lu birey ve nöroloji uzmanı arasında sıkı bir işbirliği gerektiren, sosyal, ailesel ve toplumsal desteğin önemli olduğu bir hastalıktır. Geçmişte bundan 20-25 yıl önce MS hastalığına özel bir tedavi seçeneğinin olmadığı günlerden 10’dan fazla tedavi seçeneğinin olduğu bir dönem yaşıyoruz. 1993 yılından önce MS için onaylanmış hiçbir tedavi bulunmazken bugün, hastalığın farklı gidişine ve aşamalarına yönelik olarak farklı tedavi alternatifimiz vardır. Ancak son yıllarda MS hastalığı tedavisinde hastalığın seyrini olumlu yönde etkileyecek daha fazla tedavi seçeneği ile karşı karşıyayız. “MİGREN, EN SIK İŞ GÜCÜ KAYBINA NEDEN OLAN PRİMER BAŞ AĞRISIDIR.” Prof. Dr. Neşe Çelebisoy “Primer baş ağrıları olarak adlandırılıp altta yatan başka bir hastalıkla ilişkili olmayan baş ağrılarının en sık nedeninin Migren. 20-65 yaş arası bireylerde yaklaşık %16 sıklığında görülür. Kadınlarda sıklığı erkeklerden 2.5-3 kat fazladır. Toplumda doğurganlık yaşında her 4 kadından yaklaşık birisi migrenlidir. Çocuklarda görülme sıklığı %5 civarında iken ergen yaş grubunda %10 lara çıkar. Migren kişinin iş ve sosyal yaşamını sürdürmesini zorlaştırması nedeniyle önemli bir sağlık problemidir ve kişi için kısıtlılık oluşturmaktadır.

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Migren koruyucu tedavileri ile ilgili gündemde olan gelişme migren ağrısının ortaya çıkışında rol alan CGRP adlı peptidi veya bağlandığı bölgeyi işlevsiz hale getiren ilaçlardır. Bu konuda geliştirilmiş monoklonal antikorlar CGRP aracılığı ile gerçekleştirilen ağrı iletimini engelleyerek ve yine CGRP aracılı nörojenik yangı ve damar genişlemesini ortadan kaldırarak migrene özel mekanizmalar üzerinden etki göstermekte ve tedavide umut vaat etmektedirler. Söz konusu etki mekanizmasına sahip üç ilaç FDA onayı almış ve yurt dışında kullanılmaya başlanmıştır. Türkiye’de henüz onay aşamasında olan tedaviler aylık veya üç aylık enjeksiyon yöntemi ile uygulanmaktadır. EPİLEPSİ HASTALIĞI YÜKSEK ORANDA BAŞARIYLA TEDAVİ EDİLEBİLİR. Prof. Dr. Nerses Bebek Epilepsi nöbetlerle kendini gösteren, nöbetler dışında genellikle başka bir neden yoksa bireyin sağlıklı ve üretken hayatına devam edebildiği kronik bir hastalıktır. Bulaşıcı değildir. Günümüzde epilepsi nöbetlerinin gelişmesini önlemeye yönelik ilaç tedavi seçenekleri geliştirilmiştir. Hastaların %60-70’i düzenli ilaç kullanarak, doktor kontrolünde kalarak, ilaç tedavisine özen göstererek sorunsuz bir hayat yaşayabilirler. Burada esas nokta ilacın düzenli kullanılmasının yanı sıra sağlıklı yaşam kurallarına özen gösterilmesidir. Bireyler beklenen uzunlukta bir hayatı yaşayabilir, evlenebilir, çocuk sahibi olabilir, eğitimlerine devam edebilir ve çalışabilirler. Kişilerin düzenli olarak takip edildikleri sağlık merkezi ve hekimleri tarafından bilgilendirilmesi, karşılaşabilecek sorunlar,

sosyal destek, olası yan etkilerin takip edilmesi, evlilik ve çocuk sağlığı konusunda danışmanlık verilmesi son derece önem taşımaktadır. Bireyin hastalığını tanıması, olası sorunları, riskleri bilmesi, doktoruna değişiklikleri bildirebilmesi ve tedavi sürecinde aktif rol alması en az ilaçlar kadar etkili görünmektedir. İNME MERKEZİLERİNİN PİLOT UYGULAMALARI BAŞARILI Prof. Dr. M. Akif Topçuoğlu Halkın giderek yaşlanması ile ülkemizde inme sıklığı artmıştır. İnme tedavisinin ‘hemen’ ve ‘bölgesel’ bağlamda yapılması zarureti nedeniyle bu tedaviyi uygulayabilecek inme merkezlerin iyi bir planlama ile yurt sathına yayılması gerekiyor. Bu planlama Sağlık Bakanlığı tarafından yürürlüğe konulması beklenen inme tebliğinin çizeceği esaslara göre olacaktır. Ankara ve İstanbul gibi illerde başlanan pilot uygulamalar başarılı olacağımızı gösteriyor. Şimdi nörologlar olarak tebliğin yayınlanmasını ve ardından hemen işe koyulmayı bekliyoruz. İNME BELİRTİLERİ GÖRÜLDÜĞÜNDE ACİLEN 112 ARANMALI İnme, erken müdahale edildiği takdirde geri döndürülebilir bir hastalıktır. Bir kişide ani bir şekilde yüzde eğilme, konuşmada bozulma veya kol ya da bacakta kuvvetsizlik ortaya çıkması akla hemen inmeyi getirmelidir. Bu bulgular ortaya çıktığında hastanın kendisi, ailesi etrafta kim varsa vakit kaybeden 112’yi aramalıdır. Takiben hasta 112 tarafından sahada doğru bir şekilde değerlendirilip, acil inme tedavilerini uygulayan inme merkezlerine yönlendirilmelidir.

“YENİ YAYINLANAN SUT TEBLİĞİ NÖROPATİK AĞRI TEDAVİSİNE ZORLUKLAR GETİRMİŞTİR. HASTALARIN TEDAVİ VE TAKİBİ AKSAMAKTADIR.” Prof. Dr. Kayıhan Uluç Nöropatik ağrı, azımsanmayacak kadar sık görülen, diğer ağrı tiplerinden farklı olarak basit ağrı kesiciler ve non-steroid antienflamatuvar ilaçlarla tedavi edilemeyen, şiddetli bir ağrı türüdür. Çoğu hastanın yıllarca ilaç kullanması gerekmektedir. Nöropatik ağrıyı azaltmak için işe yarayan ilaçlar sınırlı sayıdadır. Son yapılan SUT düzenlemesi, nörologların bu ilaçları yazmasını kısıtlamıştır. Artık antidepresan ilaçlar yalnız 6 ay süreyle nörologlar tarafından yazılabilecek, tedavinin devamı gerekiyorsa hasta ilaçlarını yazdırabilmek için bir psikiyatri uzmanına gitmek zorunda kalacaktır. Burada hatırlanması gereken bilimsel bir gerçek var. Nöropatik ağrı tedavisinde antidepresan ilaçlar doğrudan ağrı üzerinde etkili oldukları için reçete edilmektedir, hasta depresyonda olsun veya olmasın etki göstermektedirler. Ancak yeni uygulama antidepresan tedavinin devamını her koşulda psikiyatrist reçetesine mecbur kılmaktadır. Bu durum psikiyatri kiniklerinde gereksiz iş yükü artışına neden olacak, nöropatik ağrı tedavisi konusunda eğitim almamış olan psikiyatri doktorlarının kendi koymadıkları bir tanı için sorumluluk altına girmelerine sebep olacaktır. Ek olarak günlük pratikte hastaların psikiyatriste ulaşması güç olacağı için, hastaların gerekli tedaviye ulaşması engellenmiş olacaktır. Bu düzenlemenin özeti şudur: Kısıtlama getirilen diğer ilaç grubu gabapentinoidlerdir. Yeni düzenleme ile bu ilaçlar artık yalnızca 3. basamak hastanelerde 3 aylık süre ile çıkarılan sağlık kurulu raporları ile yazılabilecektir. Hasta bu ilaçları yazdırmak istiyorsa sadece Eğitim ve Araştırma Hastanesi veya Üniversite hastanesine başvurmak zorundadır. Aksi halde ne rapor alabilir, ne de reçete yazdırabilir. Bu hekimin mesleki yetisini elinden alan, hastasını doğru tedavi etmesini engelleyen bir durumdur. Bunun hasta-hekim ilişkisini olumsuz etkileyeceği de çok açıktır.

78 PS / EKİM-ARALIK 2019


NÖROLOJİ / SOSYAL SORUMLULUK

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

)

ın ıslıg anm Yas okusu K Yeni Bir Farkındalık Projesi Prof. Dr. Haşmet Hanağası Türkiye Alzheimer Derneği Başkanı

“UNUTMA SENİ YAŞANMIŞLIĞIN KOKUSU”

Çağımızın en önemli hastalıklarından biri olan Alzheimer sinsice ilerleyip sonrasında da yaşamımızda büyük sorun oluşturan en büyük sağlık probleminden biri olarak öne çıkıyor. Türkiye’de ise son 5 yılda 65 yaş üstü nüfus hızla arttığı için buna bağlı olarak Alzheimer’lı hastaların da sayısının yükseldiğini belirten Türkiye Alzheimer Derneği Başkanı Prof. Dr. Haşmet Hanağası, bu rahatsızlığı geçiren insanlarda erken tanının önemine dikkat çekiyor. “Son yıllarda özellikle Alzheimer hastalığının erken tanısı ile ilgili önemli gelişmeler yaşanıyor.Risk altındaki bireyler artık daha kolay tanınabiliyor. Ayrıca Alzheimer hastalığına eşlik eden patolojiler konusunda da ayrı bir bilgi birikimine sahibiz.” KOKULARI HATIRLAYAMAMAK ERKEN HABERCİ OLABİLİR “Bazı araştırmalar sonucunda erken evredeki Alzheimer’lı hastalarda hastalık tam ortaya çıkmadan bile kokuları tanıma kabiliyetinde bozulma başlıyor. Geçtiğimiz yıllarda çıkan bir araştırmaya göre, insanlar için en güçlü hafıza öğelerinden birinin koku duyusu olduğu belirtilmişti. Beyin insan yaşamını sürdürebilmek adına önemli kabul ettiği kokuları unutmuyor. Koku hafızamızın ise görsel hafızamızdan daha kuvvetli olduğu söyleniyor.Bu anlamda kişilerin, çocukluğundaki ve gençliğindeki güzel anıları, kokularla özleştirebilecekleri iddia ediliyor.”

Toplumda farkındalık yaratmak, Alzheimer hastalığının erken tanısının önemini vurgulamak amacıyla yeni bir proje hayata geçti. Prof. Dr. Haşmet Hanağası, Türkiye Alzheimer Derneği olarak hasta ve hasta yakınlarına özel “Unutma Seni-Yaşanmışlığın Kokusu” farkındalık projesi’nde eski ile yeni arasında bir bağ kurulması, hastalık hakkında farkındalığın artması için projeyi çok yararlı bulduklarını belirtiyor. Santa Farma’nın koşulsuz katkısı ile yürütülen “Unutma Seni-Yaşanmışlığın Kokusu” farkındalık projesi Alzheimer hastalarının ilk unuttuğu duyulardan kokuya odaklanıyor. Farkındalık projesi ile hasta yakınları sevdiklerini hatırlatan unutamadıkları kokularının hikayelerini topluyor ve o hikayelerin unutulmaması için parfümlere dönüştürüyor. Unutmaseni.org sitesinden hikayelerini paylaşan kişilerin, hikayeleri de unutma seni sosyal medya hesaplarında ve “Yaşanmışlığın Kokusu” kataloglarında yayınlayarak daha çok kişide farkındalık oluşturulması hedefleniyor.

Unutmaseni.org

EKİM-ARALIK 2019 / PS 79


KISA KISA...

13 EKİM DÜNYA TROMBOZ GÜNÜ’NDE PIHTIYI ÖNLEMEK İÇİN YÜRÜDÜLER... Ulusal Vasküler ve Endovasküler Cerrahi Derneği ile Türk Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği; kan pıhtılaşma sorununa dikkat çekerek bu durumun getirdiği riskleri azaltmak hedefiyle 13 Ekim Dünya Tromboz Günü kapsamında toplumu bilgilendirmek üzere ortak bir projeye imza attılar. Ana teması hareketlik olan ve yaşam tarzını biraz hareketlendirmekle hastalık risklerinin azaltılabileceğine dikkat çeken proje “Pıhtı için hareket et, pıhtı için dans et”

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

sloganı ile İstanbul Galata Kulesi’nde renkli görüntülere ev sahipliği yaptı. Odakule’den başlayan yürüyüşle Galata Kulesi Meydanı’na gelen katılımcılar halkı bilgilendirmek üzere broşür dağıttılar. EN ÖNEMLİ RİSK FAKTÖRLERİNDEN BİRİ HAREKETSİZLİK Ulusal Vasküler ve Endovasküler Cerrahi Derneği Başkanı Prof. Dr. Tankut Akay; “ Bu nedenle Ulusal Vasküler ve Endovasküler Cerrahi Derneği ve Türk Kalp ve Damar Cerrahisi Derneği olarak bu ortak etkinlikle toplumumuzu bilinçlendirip, doğru bilgileri vererek bu farkındalığı arttırmak niyetindeyiz” dedi.

“ÇOCUĞUM ÖZEL KAMPI” Hastalıkla mücadele eden hasta yakınlarına ruh ve beden sağlıklarını dengede tutmaları için yol gösterecek Özel çocukların bakımını sağlayan şefkatli yürekler, Çocuğum Özel Kampı’nda yaşamlarını nasıl dengeleyeceklerini, doğru desteğin tedaviye olumlu etkilerini uygulamalarla öğrenecekler

Saba Deniz Uzun-Prof. Dr. Raşit Vural Yağcı-Ela Şeker

Zihinsel ya da bedensel engeli bulunan, kronik hastalığı olan, kanser gibi ağır süreçlerden geçen özel çocuklara sahip hasta yakınlarının ruh ve beden sağlıklarını korumaları, dengelemeleri, hastalıkla mücadele ederken duygu durumlarını kontrol altında tutabilmelerine destek olmak üzere projelendirilen Çocuğum Özel Kampı; hasta yakınlarına profesyonel yol haritası çizerek, uygulamalarla yol gösterecek.

HAYAT KURTARMAK İÇİN KOŞTULAR! Organ bağışı konusunda farkındalık yaratmak amacıyla İstanbul Organ Nakli Derneği önderliğinde gerçekleştirilen ve İstanbulluların büyük ilgi gösterdiği “Hayat Kurtarmak İçin Yarıştayız” koşusu 20 Ekim Pazar günü yapıldı. Koşuda, Türkiye genelinde organ nakli bekleyen 27 binin üzerindeki hastaya dikkat çekilerek, organ bağışı çağrısında bulunuldu. Medicana Sağlık Grubu’nun desteğiyle bu yıl 5.’si düzenlenen etkinlik, Gençlik ve Spor Bakanlığı, İstanbul Valiliği, Spor Genel Müdürlüğü, Sağlık Bakanlığı, Türkiye Atletizm Federasyonu, Türk Kızılayı ve TÜRKÖK iş birliğiyle gerçekleştirildi. Sektöründe öncü markalar ve medya kuruluşları koşuya destek verdi. Caddebostan Sahili’nde düzenlenen organ bağışı farkındalık etkinliğine, Medicana Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Hüseyin Bozkurt, Medicana Sağlık Grubu Ceo’su Reha Özkaya, Medicana Eğitim Grubu Ceo’su Okan Dilik, Medicana Çamlıca Hastanesi Genel Müdürü Murat Kaya ve Medicana Sağlık Grubu Organ Nakli Bölüm Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer’in yanı sıra, nakilli hastalar, hasta yakınları ve içinde sporcuların da bulunduğu binlerce duyarlı vatandaş katıldı.

80 PS / EKİM-ARALIK 2019


KISA KISA...

HER DİYABETLİNİN HİKAYESİ BİRBİRİNDEN FARKLI Sanofi, toplumda diyabet bilincini artırmak amacıyla 14 Kasım Dünya Diyabet Günü çerçevesinde Ankara ve İstanbul’da iki önemli etkinliğe imza attı. Diyabet hastalığı konusunda 14 Kasım’da Okulda Diyabet Programı ile öğrenciler, 15 Kasım’da ise Evimizin Sağlık Elçileri projesi kapsamında anneler bilinçlendirildi. Okulda Diyabet Programı 14 Kasım Dünya Diyabet Günü’nde Milli Eğitim Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığı tarafından Sanofi Türkiye’nin desteğiyle yürütülen “Okulda Diyabet Programı” kapsamında, İstanbul’da Halkalı Bilim Koleji’nde Prof. Dr. Şükrü Hatun tarafından öğrenciler başta olmak üzere aileler ve öğretmenlere diyabet konusunda eğitim verildi.

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

Evimizin Sağlık Elçileri aileleri diyabet konusunda bilinçlendiriyor Sanofi Türkiye’nin desteğiyle, Çaba Derneği’nin hayata geçirdiği Evimizin Sağlık Elçileri de Dünya Diyabet Günü kapsamında özel bir etkinliğe imza attı. Tüm annelerin aile sağlığı, hastalıklardan korunma gibi konularda doğru bilgi sahibi olmalarını, sağlık okur yazarlığında seçiciliklerini arttırmayı hedefleyen Evimizin Sağlık Elçileri, bu defa kapsamlı bir programla Ankara’da sahne aldı. Çankaya Belediyesi Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Merkezi’nde Gazeteci Balçiçek İlter’in moderatörlüğünde; oyuncular Nilgün Belgün, Hamdi Alkan ve sosyal medyada Mavi Anne adı ile tanınan Fatma Erdem konukluğuyla ve Dr. Özlem Cankurtaran, Prof. Dr. Duygu Yazgan Aksoy, ÇABA Derneği yönetim kurulu ve gönüllüleri ve Sanofi yöneticileri diyabet hakkında bilgiler aktardılar.

17 KASIM DÜNYA PREMATÜRE GÜNÜ’NDE NICU ACADEMY ÖDÜLLERİ SAHİPLERİNİ BULDU 17 Kasım Dünya Prematüre Günü NICU Academy Ödül Töreni’ne katılan İstanbul İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Kemal Memişoğlu, İstanbul’da 2018’de gerçekleşen 246 bin doğumun yüzde 13’ünün erken doğum olarak gerçekleştiğini ifade etti. Bu durumun engellenebilir olduğunu belirten Prof. Dr. Kemal Memişoğlu, annelerin alışkanlıklarının bu süreçte belirleyici olduğunun altını çizdi. Prematüre bebeklerin hemşire, hekim ve ebeveynler için daha farklı bir his olduğu ifade eden Prof. Dr. Kemal Memişoğlu, bu sürecin doğru yürütülmesi gerektiğini söyledi. Prof.Dr. Memişoğlu konuşmasında şu ifadelere yer verdi: “Annenin doğru beslenmesiyle, sigaradan uzak durmasıyla, şeker ve hipertansiyon gibi etmenlerinin kontrol edilmesiyle prematüre doğumların yüzde 80’i engellenebilir. Prematüreyi ne kadar azaltırsak bu bizim için o kadar başarı göstergesidir. 2018 yılında sadece İstanbul’da 4 bin 500 prematüre doğum gerçekleşti. Bunların 2 bin 71’i, 28 hafta ve öncesinde doğanlardan oluşuyor. Günümüzde toplam doğumların yüzde 10’u erken doğum olarak gerçekleşiyor. İstanbul’da 2018 yılında gerçekleşen 246 bin doğumun yüzde 13’ünün erken doğum olarak gerçekleşti.Bu bebeklerin yaklaşık yüzde 10’u, 2 bin 500 gramın altında dünyaya geliyor ve bu kilonun altında doğanların da yüzde 70’i prematüre olarak ifade ediliyor. Tüm bu tabloya rağmen bu bebeklerin yüzde 80’ni yaşatılabiliyor. İstanbul’da 3 bin 200 yenidoğan ünitesinin 2 bin 500’ü ileri prematüre bebekler için hazırlanan üçüncü seviye yenidoğan ünitesi olarak tasarlandı. Bu rakamların şu an dünya standartlarının üzerinde olduğunu söyleyebilirim”dedi. NICU Academy Ödül Töreni’ne katılarak destek veren İstanbul İl Sağlık Müdürü Prof. Dr. Kemal Memişoğlu’na konuşmasının ardından plaketini Neonatoloji alanında Türkiye’nin ilk uzmanlarından olan Prof. Dr. Asiye Nuhoğlu verdi.Gecenin ödüllerini, İlk Bebek Dostu Yenidoğan Yoğun Bakım Ünitesi Ödülü alanında, Etlik Zübeyde Hanım Kadın Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi Başhekim Yardımcısı Op. Dr. Fatma Duran kazanırken Yenidoğan Yoğun Bakıma Emek Veren Klinik Şefleri ve Hemşireleri Ödülü’nü Sağlık Bilimleri Üniversitesi Eğitim Araştırma Hastaneleri klinik şefleri ve hemşireleri kazandı. Tüm prematüre bebekleri temsilen Yılın Savaşçı Bebekleri Ödülü ise Miray Usta ve Beyza Özdemir aldı.

YAPAY ZEKA DESTEKLİ “ISPAD MOBİL UYGULAMASI’ TİP 1 DİYABETİN İYİLEŞTİRİLMESİ İÇİN HİZMET VERECEK

Bahçeşehir Üniversitesi (BAU), Yale Üniversitesi ve Uluslararası Pediatrik ve Ergen Diyabet Derneği (ISPAD) güçlerini birleştirerek diyabet hastalarını rehber olacak bir mobil uygulama geliştiriyor. Bahçeşehir Üniversitesi’nde gerçekleştirilen lansman ile kamuoyuna tanıtılan uygulama, Türkiye’deki ve dünyada diyabet hastalarına ve bu alanda çalışan doktorlara bir yol haritası çizecek. Yazılım sürecini BAU Mühendislik Fakültesi’nin yürüteceği uygulama, tip 1 diyabetin iyileştirilmesi ve takip edilebilmesi için hizmet verecek. Sağlık ve teknolojiyi birleştirerek Türkiye ve Dünyadaki tüm diyabet hastalarına ve bu alanda çalışan doktorlara rehber olacak yapay zeka destekli ilk ve tek platform “ISPAD Mobil Uygulaması’ çok dilli ve ücretsiz indirilebilecek ISPAD akıllı uygulama, 6 ay içinde ilk versiyonu ile hizmete sunulacak Uygulama, hastaların ve doktorların diyabet ile ilgili tüm bilgilere, gelişmelere kısa sürede ulaşıp, etkin ve doğru yönlendirme alabilmelerini, şeker hastalığı karşısında sağlıklı karar alma süreçlerini, doğru beslenme, ilaç kullanımı, son tedavi yöntemleri, rehber eğitimler gibi bilgileri karşılayan kişisel sağlık danışmanı olmayı amaçlıyor. Mobil uygulamanın bilimsel yürütücülüğünü Yale Üniversitesi, Pediatrik Endokrinoloji ve Diyabet Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Eda Cengiz üstleniyor. Türk Profesör, Amerika’da “Yapay Pankreas” ve “Ultra hızlı etkili insülinler” alanlarında yaptığı çalışmalarla tanınıyor. EKİM-ARALIK 2019 / PS 81


SEKTÖR-ATAMA

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

BRİSTOL- MYERS SQUİBB TÜRKİYE’DE YENİ ATAMALAR DR. SEREM URUŞ

BMS KIDEMLİ MEDİKAL MÜDÜR İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi’nden 2006 yılında mezun olan Dr. Serem Uruş, 2015 yılında Boğaziçi Üniversitesi’nde İşletme Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 2018’den bu yana GlaxoSmithKline Tüketici Sağlığı’nda

Kıdemli Medikal Lider olarak çalışan Dr. Uruş, 2009-2018 yılları arasında Nobel, Takeda, Astra Zeneca, Novartis İlaç’ta hematoloji, onkoloji, endokrinoloji ve gastroenteroloji terapötik alanlarında medikal departmanda görev aldı. Dr. Serem Uruş, 7 Ekim 2019 itibariyle Kıdemli Medikal Müdür olarak BMS Türkiye ekibine dahil oldu. Betül Balta

BETÜL BALTA BMS KIDEMLİ PAZARA ERİŞİM VE KURUMSAL İLİŞKİLER MÜDÜRÜ

Dr. Serem Uruş

Boğaziçi Üniversitesi Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü’nden 2010 yılında yüksek onur derecesi ile mezun olan Betül Balta, Bilgi Üniversitesi’nde başarı bursuyla Finansal Ekonomi alanında yüksek lisansını tamamladı. Betül Balta, BMS Türkiye’ye katılmadan önce 2014

yılından bu yana Amgen’da hem Türkiye hem de TMEA bölgelerinde Sağlık Politikası-Geri Ödeme Türkiye Kıdemli Müdürü ve İş Planlama-Analiz Müdürü olarak çalışıyordu. Betül Balta, 2010 yılında Accenture’da İş Analisti, 2010-2014 yılları arasında ise IMS Danışmanlık’ta İş Analisti ve Danışmanı olarak görev yaptı. 14 Ekim 2019 tarihi itibariyle BMS Türkiye ekibine katılan Betül Balta, Kıdemli Pazara Erişim ve Kurumsal İlişkiler Müdürü pozisyonundan sorumlu olacak.

CEYHUN ÇAKAR GSK TÜRKİYE AŞI İŞ BİRİMİ DİREKTÖRLÜĞÜ’NE ATANDI GSK’ya 2013 yılında Lansman Mükemmellik Lideri olarak katılan ve son olarak Rusya Solunum Pazarlama Müdürü olarak görev yapan Ceyhun Çakar, GSK Türkiye Aşı İş Birimi Direktörlüğü görevine getirildi. Ortaokul ve lise eğitimi Robert Kolej’de tamamlayan Ceyhun Çakar, İstanbul Teknik Üniversitesi Uçak ve Uzay Mühendisliği Fakültesi’nden mezun oldu. Sabancı Üniversitesi’nden 2011 yılında MBA derecesini alan Çakar, GSK’ya katılmadan önce tüketici sağlığı ve ilaç sektörlerinin pazarlama alanlarında farklı rollerde görev aldı. GSK Türkiye’ye 2013 yılında katılmasının ardından yönetici adayları için geliştirilen ve global rotasyonların bulunduğu, 4 yıllık GSK ESPRIT programına dahil oldu. Bu program kapsamında ilk rotasyonunu solunum alanında kıdemli marka lideri olarak Türkiye’de gerçekleştirdi ve önemli lansmanlara liderlik etti. ESPRIT programındaki ikinci rotasyonunu GSK Genel Merkezi Londra’da solunum alanında Global Pazarlama Müdürü, üçüncü rotasyonunu Türkiye Aşı ekibinde, Aşı

İş Birimi Müdürü olarak tamamladı.ESPRIT kapsamında son rotasyonunu GSK Rusya’da, Solunum Pazarlama Müdürü olarak tamamlayan Çakar, 1 Ekim 2019 itibariyle başlayacağı yeni rolünde GSK Türkiye İlaç Liderlik Ekibi’nin de üyesi olarak görev alacak.

ASLI EKREN JANSSEN TÜRKİYE’NİN PULMONER ARTERİYEL HİPERTANSİYON İŞ BİRİM LİDERİ OLARAK ATANDI Ekim 2019 tarihi itibari ile Janssen Türkiye’nin Pulmoner Arteriyel Hipertansiyon (PAH) İş Birim Lideri pozisyonuna atananan Ekren, profesyonel kariyer hayatına 2007 yılında Roche İlaç’ta MT olarak başladı. Daha sonra Yardımcı Uluslararası Ürün Yöneticisi olarak atandı. 2009-2015 seneleri arasında Hematoloji ve Onkoloji departmanlarında ürün müdürü olarak görev aldı. Ardından Takeda İlaç’ta Gastroentroloji Pazarlama Müdürü olarak çalışmaya başlayan Ekren, son olarak Genetik Bozukluklar ve Nadir Görülen Metabolik Hastalıklar Departmanı’nda Franchise Lideri olarak çalışmaktaydı. 82 PS / EKİM-ARALIK 2019


SEKTÖR-HABER

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

NOVO NORDİSK ve NOOM

OBEZİTELİ KİŞİLERE YÖNELİK DİJİTAL SAĞLIK ÇÖZÜMLERİ İÇİN İŞBİRLİĞİ YAPACAK Global sağlık şirketi Novo Nordisk, obeziteli bireylerin yaşamını kolaylaştırmak üzere dijital sağlık danışmanlığı şirketi Noom ile iş birliğine gitti. Obeziteli bireylerin yaşamlarını iyileştirmek amacıyla kilo yönetimi ve eğitime odaklanan dijital sağlık çözümleri konusundaki bu iş birliğinden başlangıçta ABD’deki obeziteli bireyler yararlanabilecek Bu iş birliği; Noom’un etkisi kanıtlanmış, bilime dayalı alışkanlık değişikliği programlarıyla, Novo Nordisk’in kronik hastalıklarla yaşayan insanlara yardım etme konu- 4 BİNDEN FAZLA OBEZİTELİ BİREYLE BİR YILDAN ÇOK ÇALIŞTIK sundaki 95 yılı aşkın deneyimini bir araya getiren 8 aylık Noom kurucularından CEO Saeju Jeong ise “Sürdürülebilir değişim bir pilot programın devamı olacak. hiç yoktan meydana gelmez. Obeziteyle yaşayıp kilolarını yönetmek Novo Nordisk’in tedavileri geliştirme amaçlı pek çok iş isteyenler alışkanlıklarını değiştirmek ve kalıcı olarak kilo vermek için birliğinden biri olan bu ortaklık, alışkanlık değişikliği ve kişiye özel koçluğa ihtiyaç duyarlar. Bir yılı aşkın bir süredir Novo eğitime yönelik çözümlerini başlangıç olarak ABD’de Nordisk ekibiyle beraber 4 binden fazla obeziteli bireyle çalıştık. Heyecan verici geri bildirimlerden coşku duyuyor ve işe yarayan çöobezite ile yaşayan kişilere sunacak. zümleri birlikte test ederek, bilimsel ve iç görüye dayalı bir tedavi planı çerçevesinde çok ihtiyaç duyulan sürdürülebilir çözümlerle KİŞİLERİN YAŞAMINI DEĞİŞTİRMEK İÇİN destekleyeceğimizi biliyoruz” diye konuştu. ÇALIŞIYORUZ Novo Nordisk Başkan Yardımcısı Camilla Sylvest, “Obeziteli kişilerin yaşamını iyileştirmek için tutkuyla çalışıyor ve yaşam tarzı değişikliği ile medikal yönetim de dahil, saygılı ve tam kapsamlı bakımı destekleyecek yeni çözümler buluyoruz. Noom ve Novo Nordisk iş birliğinin obeziteli kişileri kilo vermeleri ve verilen kiloyu korumaları yönünde eğitip güçlendireceğine ve sağlıklı yaşamalarını sağlayacağına inanıyoruz” dedi.

Noom’un çözümleri, bireysel motivasyonlarla engelleri anlayıp, yapay zekâ dahil ileri teknolojiyi, 1,000’den fazla kişisel koçun sağladığı davranış koçluğunu, verileri ve esenlikle ilgili iç görüleri kullanarak insanları sürdürülebilir değişime yönlendirmeyi amaçlıyor.

STRYKER İSTANBUL’DA YENİ OFİSİNİ AÇTI Ali Aksoy: “Türkiye’deki geleceğimiz için sağlam adımlar

atıyoruz.”

Küresel çapta önde gelen bir tıbbi teknoloji şirketi olan Stryker, en yüksek standartlarda hizmet kalitesiyle birlikte son teknoloji Stryker inovasyonlarını sunmak için Türkiye’ye doğrudan yatırım yaparak İstanbul’da yeni bir ofis açtığını duyurdu. Stryker’ın yeni tesisinde, operasyon ve teknik servis olarak kullanılacak alan haricinde, ofis ve sağlık profesyonellerinin kullanımı için geliştirilen en son teknoloji ile üretilen ürünlere yönelik teorik ve pratik eğitimlerin eş zamanlı verilebileceği alanlar da yer alacak. İlk kez 2015 yılında Kayseri’de hastane yatakları üreten Muka Metal’i satın alarak Türkiye’ye yatırım yapan Stryker, bu yeni merkez ofisi ile Türkiye’deki yatırımlarını artırarak sağlık hizmetlerine kattığı değerin yanı sıra Türkiye ekonomisine de değer katmaya devam edecek. Açılışta konuşan Stryker Türkiye Ülke Müdürü Ali Aksoy, “80 yıllık geçmişi ile

Stryker, öncü medikal teknoloji firmalarından bir tanesi. Stryker, medikal teknolojinin pek çok alanında sağlığa değer katan çözümler üretmeye ve geliştirmeye devam ediyor. Dünya’da 7 binden fazla patent sahibi ve 862 milyon dolarlık Ar-Ge bütçesi ile katma değerli sağlık hizmeti için çözümler üreten bir şirket olarak Türkiye’ye yaptığımız doğrudan yatırım ile burada olmaktan mutluluk duyuyoruz. Türkiye, gün geçtikçe gelişen ekonomik gücü ve özellikle Sağlık Bakanlığı’nın sağlık alanında bir atılım hamlesi olan Şehir Hastaneleri projelerinin başarısıyla birlikte önemli bir sağlık üssü olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Bu hastane yapıları ile birlikte ülkemiz sağlık turizminin de merkezi olacak kapasitede. Stryker olarak, yüksek kaliteli, en son teknolojilerimizin yanı sıra sağlık profesyonelleri için hazırladığımız medikal eğitimlerimizin de desteğiyle Türkiye’nin

sağlık alanındaki gelişimine katkıda bulunacağımızdan eminiz.” Stryker’ın Sancaktepe’de hizmete soktuğu yeni tesis ve merkez ofisin açılış törenine T.C. Cumhurbaşkanlığı Yatırım Ofisi Başkanı Arda Ermut ve Amerika Birleşik Devletleri İstanbul Başkonsolosu Daria Darnell katıldı. Dünyanın önde gelen tıbbi teknoloji şirketlerinden biri olan Stryker, Ortopedi, Medikal, Cerrahi, Nöroteknoloji ve Omurga gibi alanlarda hasta ve hastane sonuçlarının iyileştirilmesine yardımcı olan yenilikçi ürünler ve hizmetler sunmaktadır. EKİM-ARALIK 2019 / PS 83


MÜZİK

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

İŞ SANAT YENİ KONSER SEZONUNDAN... 14 Kasım Perşembe akşamı Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ve keman sanatçısı Demirhan Gökbudak ‘ın açılış konseri ile başlayayan İş Sanat’ın yeni konser sezonu, klasik müzikten caza, dünya müziğinden dans gösterilerine, yerli projelerden şiir dinletilerine ve çocuk oyunlarına uzanan pek çok etkinliğin yer aldığı program yedi ay boyunca devam edecek.

Muzaların Türküsü 15 Ocak 20.30’da İş Kuleleri Salonu

Cahit Berkay Antolojisi 22 Ocak / 20.30 İş Kuleler

Cem Adrian, Feryal Öney Muzaların Türküsü projesinde bir araya geliyor! Zeugma Antik Kenti’nde bulunan Muzalar Evi’ndeki dokuz esin perisinin resmedildiği mozaikten yola çıkarak oluşturulan bu projede, yörenin türküleri batı müziğinin melodileri ile buluşacak. Müzik direktörü Sabri Tuluğ Tırpan, yönetmen Beyti Engin. Ünlü oyuncu Ayşenil Şamlıoğlu yazar Özen Yula tarafından kaleme alınan Muzaların hikayesini bizlere anlatacak.

Anadolu ve analog müziğinin en önemli temsilcilerinden olan Cahit Berkay, İş Sanat’ta dinleyicileri ile buluşacak. Sanat yaşamının bir antolojisi niteliğinde gerçekleşecek özel projede Berkay, sahnesinde sürpriz konuklarını da ağırlayacak ve en sevilen eserleri seslendirecek. Her zamanın ve jenerasyonun müziğini yapabilen usta sanatçının performansını kaçırmayın.

Latin ve caz müziğinin müthiş buluşması Omar Sosa Trilok Gurtu-Paolo Fresu 17 Aralık 20:30 İş Kuleler Latin cazın önemli isimlerinden piyanist Omar Sosa ve caz dünyasının yenilikçi ritm ustası olarak tanınan Hint perküsyonist Trilok Gurtu’nun da dahil olacağı konser dinleyicilerine unutulmaz bir deneyim yaşatacak. Enstrümanları ile adeta bir bütün oluşturan bu üç sanatçının yenilikçi ve geleneksel duruşları, müziği doyumsuz bir hale taşıyor.

The Johann Strauss Gala 3 Ocak 2020 Cuma, Uniq Hall

Yeni yılda Strauss Gala’nın görkemli gösterisine hazır mısınız? Büyük besteci Johann Strauss’un 150. doğum yılı şerefine 1975’te kurulan topluluk, “The Strauss Gala” şovuyla 40 yılı aşkın süredir, izleyicisine 19. yüzyıl Viyana’sının zarafet ve romantizmini yaşatmayı amaçlayan benzersiz bir teatral deneyim sunuyor. Johann Strauss Orkestrası ve Dansçıları ile soprano Lizzie Holmes’un renklendireceği konseri John Rigby yönetecek. 84 PS / EKİM-ARALIK 2019


KİTAP

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

RİSK TIBBI: KORKUYU VE BELİRSİZLİĞİ TEDAVİ ETME ARAYIŞIMIZ Yazar: Robert Aronowitz Çeviren: Zeynep Alpar Koç Üniversitesi Yayınları

“Risk Tıbbı: Korkuyu ve Belirsizliği Tedavi Etme Arayışımız” isimli kitap, Koç Üniversitesi Yayınları (KUY) tarafından yayımlandı. Kitap, “Giderek daha da hassas hale gelen kanser tarama programları sayesinde daha iyi, daha uzun mu yaşıyoruz?”, “Kronik hastalıkların olası komplikasyonlarını öngörmeye ve önlemeye yönelik bitmek bilmez çabalar bizi daha sağlıklı, daha mutlu mu kılıyor?”, “Ne olur ne olmaz diye ameliyatların yapılması, yaşam kalitemizi artırma bahanesiyle sağlıklı dokuların alınması doğru mu?” sorularının yanıtını arıyor. Robert Aronowitz kitabında bu soruların cevabının her zaman olumlu olmadığını okuyucuya aktarıyor. Robert Aronowitz, günümüzde sağlık sisteminin ve klinik uygulamaların pek çok açıdan risk azaltmaya ve risk kontrolüne odaklandığını ortaya koyarken, son otuz kırk yıl içinde sağlık sektöründe, doktorları semptomları gidermek veya hastalıkları iyileştirmek yerine risk azaltmaya yönlendiren dönüşümleri inceliyor. Kitap, bu dönüşümün ardında, kısmen, ürünlerini nüfusun belli bir hastalıktan gerçekten mustarip ufak bir yüzdesi yerine, risk grubuna giren daha büyük bir yüzdesine pazarlamak isteyen ilaç şirketlerinin bulunduğunu savunurken, kanser tarama programları ve çeşitli önleyici aşılar gibi örneklerden yola çıkan yazar, günümüzde pek çok müdahalenin

asıl amacının, korkuları ve belirsizliği azaltmak olduğunu iddia ediyor. Modern tıbbın risk tanısına dikkat çeken kitap, risk azaltıcı müdahalelerin daha sıkı denetlenmesi ve sağlık sektörünün, hastalıklardan mustarip insanların tedavisine ve ıstıraplarının dindirilmesine odaklanması çağrısında bulunuyor.

“Yaşam Dediğin 9 Metre” Yazar: Uzm.Dyt.Prof. Dr. Murat Baş Yayınevi : Destek Yayınları Beslenme dünyasının saygın isimlerinden Prof. Dr. Murat Baş’ın mikrobiyota konusunda Türkçe en kapsamlı kaynak niteliğini taşıyan “Yaşam Dediğin 9 Metre” kitabı başucu kitabı olmaya devam ediyor. Türkiye’de ilk defa “Mikrobiyota Diyeti” ile tanışacağımızı söyleyen Baş, “İçimizde bir fabrika olduğunu düşünebilirsiniz. Bu fabrikaya gerekli olan ham maddeyi dışarıdan biz yolluyoruz. Bu ham maddeler yediğimiz ve içtiğimiz her şey. Sindirim sonrası, bağırsağımızdaki fabrikaya gelen yiyecekler, fabrikanın işçileri olan mikroorganizmalar tarafından işlenmeye devam ediyor ve sonrasında farklı ürünler ortaya çıkmaya başlıyor. Eğer yediklerimiz sağlıklı ise, üretilen ürünler de sağlıklı oluyor. Ama sağlıksız bir beslenme alışkanlığımız varsa, üretilen ürünler de sağlıksız oluyor ve bu ürünler genel sağlığımızı etkiliyor. Günümüzde yaygın olarak görülmeye başlayan otoimmün hastalıklar, diyabet, kalp ve damar hastalıkları, depresyon ve obezite gibi birçok sağlık probleminin kaynağının bağırsak mikrobiyotasındaki dengesizlikler olduğuna dair elimizde birçok kanıt bulunuyor. Yani bağırsaklarınızdaki mikroorganizmalar ne kadar dengeli ise, genel sağlığımız da o kadar iyidir” diyor. İnsanın ağzından anüse kadar süren sindirim yolculuğunun yaklaşık 9 metre olduğu bilgisini veren Baş, bu yolculuğunun sağlıklı olmasının genel sağlığımızı da nasıl etkileyeceğini kitabında detaylı olarak anlatıyor. Kitapta detaylı olarak anlatılan “Murat Baş ile Mikrobiyota Diyeti” 6 hafta süren bir beslenme programı, program sonunda “Akdeniz Diyeti” ne bağlanıyor. Kitapta aynı zamanda bu 6 haftalık programa uygun şekilde oluşturulmuş 100’den fazla reçete yer alıyor.

EKİM-ARALIK 2019 / PS 85


TURİZM

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

DÜNYA TURİZM SEKTÖRÜ EMITT’TE BULUŞMAYA HAZIRLANIYOR Gündemde Turizm 4.0 var Her yıl olduğu gibi 24’üncüsünde de rekor seviyede yabancı ziyaretçiyi ve turizm profesyonelini ağırlamaya hazırlanan EMITT – Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı, tüm katılımcılar için değer yaratan, birbirinden faydalı içerikler ve iş birlikleri ile sektöre yön vermeyi sürdürecek. Turizm alanında müşteri odaklı dijitalleşme, kişiselleşme, 2000 sonrası jenerasyonunun beklenti ve taleplerinin nasıl karşılanacağı, gibi konu başlıklarının 24’üncü EMITT Fuarı’nın gündemini oluşturacağını belirten Aydın, sözlerine şöyle devam etti: “EMITT 2020’de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından açıklanan ‘Turizm 4.0’ sloganını kapsamlı bir şekilde ele alacağız. Türkiye’nin marka algısını değerlendirme, ülke turizmine yol haritası oluşturma, güncel ve akıllı çözümler üretme konularını enine boyuna tartışacağız. Bu konuları konuşurken turizm tüketicisinin ihtiyaçlarını ön planda tutacağız. Dahası, turizm tüketicileri ve turizm profesyonelleri, EMITT 2020 için Hyve Group tarafından geliştirilen VR Deneyim Alanı’nda, sanal gerçekliğin turizmde nasıl etkili bir şekilde kullanılabileceğini ilk elden deneyimle şansına sahip olacaklar,” dedi. EMITT’de yoğun bir etkinlik programı var Her yıl olduğu gibi EMITT 2020’de de TTYD, TÜROFED, TÜRSAB gibi sektöre yön veren kurumların ağırlanacağı Başkanlar Forumu’nda dernek başkanları, beklentilerini, öngörülerini ve önerilerini paylaşacak. Sorumlu ve sürdürülebilir turizme dönüşümün nasıl gerçekleşeceği, yeni dönemde sektör profesyonellerini bekleyenler detaylarıyla konuşulacak. Fuarla eş zamanlı gerçekleşecek etkinlik programında; konferanslar, keynote sunumlar, atölye çalışmaları, yerel ve uluslararası katılımcıların sahne şovları ile dolu günler ziyaretçileri bekliyor olacak. Ayrıca Türkiye ekonomisinin taşıyıcı sektörleri için düzenlediği fuarlar ile her yıl binlerce yabancı yatırımcıyı yerli iş ortakları ile bir araya getiren Hyve Group, 30 Ocak – 2 Şubat 2020 tarihleri arasında turizm profesyonelleri ile tatil tüketicilerini 24’üncü kez EMITT Fuarı’nda ağırlayacak. Dünyanın en büyük 4 turizm fuarından biri olan EMITT, bu yıl T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı, T.C İstanbul Valiliği, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Türk Hava Yolları’nın kurumsal sponsorluğunda, KOSGEB desteğiyle Tüyap Fuar ve Kongre Merkezi’nde gerçekleştiriliyor. Türkiye Otelciler Federasyonu (TÜROFED) ve Türkiye Turizm Yatırımcıları Derneği (TTYD) de Fuar’ın iş ortakları arasında. EMITT Fuarı ülke turizminin yapıtaşlarından EMITT Fuar Direktörü Hacer Aydın, EMITT Fuarları’nın Türkiye’nin turizmde marka ülke olmasına büyük katkıda bulunduğunu ifade etti. Aydın şöyle devam etti: “Türkiye’de her gelir grubundan tüketicinin tatil alışkanlığı kazanmasına, şehirlerin, yörelerin markalanmasına ve ülkemizin pek çok kültür varlığının gelir getiren turistik değerlere dönüştürülmesine 23 yıldır önemli katkıda bulunan EMITT, Türkiye turizm sektörünün dünyaya açılan en önemli kapısıdır. “ 86 PS / EKİM-ARALIK 2019

EMITT’in katılımcı grafiği her yıl yükseliyor. Uzakdoğu’dan yoğun talep var Hosted Buyer programı EMITT’te davetli tur operatörlerini kapsıyor. Bu yıl da dünyanın dört bir yanından yoğun talep olduğunun altını çizen Hacer Aydın, “Asya, Avrupa, Uzakdoğu ve Latin Amerika ülkelerinden firmalar EMITT’e büyük bir ilgi gösteriyor ve programımıza başvuruda bulunuyor. En çok başvuruyu şu an için Uzakdoğu’dan aldığımızı söyleyebilirim. İlerleyen günlerde programla ilgili detayları paylaşacağız,” dedi. EMITT’in katılımcı grafiği her yıl yükseliyor Her yıl olduğu gibi 24’üncüsünde de rekor seviyede yabancı ziyaretçiyi ve turizm profesyonelini ağırlamaya hazırlanan EMITT – Doğu Akdeniz Uluslararası Turizm ve Seyahat Fuarı, geçen yıl 94 ülkeden 5.620 katılımcı ve 57.470 ziyaretçiyi ağırlayarak büyük bir başarıya imza atmıştı.Fuarın, ziyaretçileri, her yıl olduğu gibi bu yıl da ödeme avantajı sunan alternatif tatil paketleri, makul fiyatlı kültür turizmi rotaları, yeni yurtdışı destinasyonlar hakkında bilgi alabilecekler.

http://emittistanbul.com/


ÜRÜN

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

BIODERMA Yeni Yılda Güzellik Hediye Edin EVDE DERMATOLOJİK PEELİNG ETKİSİ: Sébium Night Peel Bioderma, karma, yağlı ve inatçı cilt pürüzlerine sahip ciltler için soyucu, arındırıcı ve cilt yüzeyini yenilemeye

yardımcı güçlü peeling etkili gece serumu Sébium Night Peel’i geliştirdi. Sébium Night Peel, inatçı cilt pürüzlerinin ve bundan kaynaklanan izlerin giderilmesine, parlamanın azaltılmasına yardımcı oluyor. Glikolik asit ile zenginleştirilmiş yoğun formülü sayesinde ciltten ölü hücre tabakasını arındırarak cildi tazelemeye, cilt yüzeyini pürüzsüzleştirmeye, cildi arındırmaya ve cildin doğal ışıltısını yeniden kazandırmaya destek oluyor ve cildi yatıştırıyor. FluidactivTM patenti sayesinde sebum kalitesinin ve dengesinin korunmasına destek olurken gözeneklerin tıkanmasını da önlemeye yardımcı oluyor.

DUDAKLARIN VAZGEÇİLMEZ BAKIMI: ATODERM Lip Stick & Atoderm Lip Balm Soğuk havalarda, dış etkenlerden oldukça etkilenen dudakların kurtarıcısı Bioderma Atoderm Lip Stick ve Atoderm Lip Balm oluyor. Atoderm Lip Stick, içeriğindeki shea yağı ve vazelin sayesinde dudakların beslenmesine ve onarılmasına yardımcı oluyor. Ahududu aroması içeren ürün dudakların nemsizliğini gideriyor. İçeriğindeki vazelin, shea ve avokado yağı ile dudakların beslenmesine ve onarılmasına yardımcı oluyor.

DERİNLEMESİNE TEMİZLENMİŞ, RAHATLAMIŞ BİR CİLT: Sensibio H20 Yeni yılda çarpıcı bir güzellik elde etmenin ilk aşaması derinlemesine temizlenmiş bir cilt! Sensibio H2O Misel Su eşsiz temizleme ve makyaj çıkarma gücü ile suya dayanıklı makyaj dahil tüm makyajı, kiri ve yağı cilde zarar vermeden temizliyor ve cildi derinlemesine arındırıyor.

HEM EL HEM DE TIRNAKLAR İÇİN BENZERSİZ BİR BAKIM: Atoderm Hand&Nail Cream Formülündeki shea yağı ve gliserin sayesinde tahriş olmuş el ve tırnakların yeniden yapılandırılmasına destek sağlıyor.

Atoderm Shower Oil İLE DUŞTA BAŞLAYAN KONFOR GÜN BOYU DEVAM EDİYOR! Atoderm Shower Oil Bioderma Laboratuvarları tarafından geliştirilen Skin Barrier Therapy™ patenti, yoğun cilt kuruluğuna neden olan dış etkenlerin ciltte tutunmasını ve çoğalmasını önleme yardımcı oluyor. Kuruluktan kaynaklı gerginlik ve kaşıntı hissinin giderilmesine destek olan Atoderm Shower Oil, cildi 24 saat boyunca nemlendiriyor. Gözleri yakmaz. Hipoalerjeniktir. Hassas, çok kuru ve yoğun cilt kuruluğuna sahip ciltlerin kullanımına uygundur.

TÜRKİYE’NİN İLK KOLAJEN PROTEİNLİ İÇECEĞİ RENEVA Türkiye’nin ‘ilk kolajen proteinli içeceği’ olarak kısa zaman önce raflarda yerini alan Reneva, içeriğindeki bioaktif kolajen peptitiyle, sonsuz gençliğin ve güzelliğin sırrını sunuyor. Kadınlar için özel olarak geliştirilen ve içeriğinde 3 gram kolajen peptit, vitaminler ve biotin yer alan Reneva Beauty, sporcular ve kas sağlığına özen gösterenler için geliştirilen ve içeriğinde 10 gram kolajen peptit, vitaminler ve mineraller yer alan Reneva Fit olmak üzere 2 çeşidi bulunan Reneva; içimi kolay ve aromatik lezzetiyle, ister tek başına isterseniz de yemeklerle beraber tüketilebiliyor. İçeriğinde şeker ve türevleri yer almayan Reneva, kolajen tüketmek isteyen ama ‘pratiklik ve lezzet beklentisi’ olan herkesin favori içeceği olmaya devam ediyor. Tendon, bağ doku, deri ve kaslar da dâhil olmak üzere vücudun çeşitli bölümlerini oluşturan bağ dokuların ana bileşeni olan kolajenin cilt güzelliği dışında, kemik yapısı ve dayanıklılığı açısından da önemli işlevi bulunuyor

EKİM-ARALIK 2019 / PS 87


42. TÜRKİYE ENDOKRİNOLOJİ VE METABOLİZMA HASTALIKLARI KONGRESİ 15 - 19 NİSAN 2020 SUENO KONGRE MERKEZİ ANTALYA BİLİMSEL SEKRETERYA Prof. Dr. Nuri Çakır, Prof. Dr. Erol Bolu, Doç. Dr. Mine Adaş Türkiye Endokrinoloji ve Metabolizma Derneği Meşrutiyet Cad. Ali Bey Apt. 29/12 Kızılay / ANKARA T : 0.312 425 2 072 • F : 0.312 425 2 098 president@temd.org.tr • www.temd.org.tr ORGANİZASYON SEKRETERYASI DMR Kongre Organizasyon Barbaros Bul. Akdoğan Sok. No:23/2 Beşiktaş / İSTANBUL T : 0.532 111 9 DMR (367) F : 0.212 258 50 29 temhk@dmrturizm.com.tr www.dmrturizm.com.tr

www.temhk2020.org


KONGRE TAKVİMİ

POPÜLER SAĞLIK DERGİSİ

ARALIK 2019 10. Uluslararası Sağlık ve Hastane Yönetimi Kongresi 11-14 Aralık 2019 Limak Atlantis Deluxe Resort & Hotel Belek Antalya Organizasyon:Dünya Kongre 12. Dermatoloji Kış Okulu 11-14 Aralık 2019 Ela Quality Resort Otel Belek Antalya Organizasyon: Global Turizm 9. Adrenal Gonad ve Nöroendokrin Tümörler Sempozyumu 13-14 Aralık 2019 Divan Express Otel Eskişehir Organizasyon: DMR Kongre Girişimsel Onkoloji: Multidisipliner Tedavi Yaklaşımı 13-15 Aralık 2019 Swiss Otel Ankara Organizasyon: DMR Kongre

ŞUBAT 2020 2.Uluslararası Türk Dünyası Multipl Skleroz Kongresi 13-16 Şubat 2020 Cornelia Diamond Otel & Kongre Merkezi Belek Antalya Organizasyon: Bros Group

3. Girişimsel Nöroloji Eğitim Toplantısı 21-22 Aralık 2019 Tasigo Otel Eskişehir Organizasyon: Flap Tour

Türk Nöroradyoloji Derneği 28. Yıl Yıllık Toplantısı 14-16 Şubat 2020 Maslak Hilton Otel İstanbul Organizasyon: DEKON Kongre

2. Uluslararası Beslenme Obezite ve Toplum Sağlığı Kongresi 26-27 Aralık 2019 Hilton Hotel Zeytinburnu İstanbul Organizasyon: ORP Danışmanlık

7. Marmara Pediatri Kongresi 20-22 Şubat 2020 Sheraton Grand İstanbul Ataşehir Organizasyon: Solo Event

OCAK 2020

AKAD 2020 20-23 Şubat 2020 Antalya Titatnic Beach Lara Resort Otel Organizasyon: K2 Kongre

8. Hepatoloji Okulu Yağlı Karaciğer Toplantısı 10-11 Ocak 2020 Wyndham Grand Kalamış İstanbul Organizasyon: Fortuna-Events Estetik Plastik Cerrahi Derneği 24. Ulusal Kongresi 10-11 Ocak 2020 Hilton Bomonti Hotel İstanbul Organizasyon: Seven Event Company

4. Hematolojik İmmünoloji Kongresi 27 Şubat-1 Mart 2020 Merit Crystal Cove Hotel K.K.T.C Organizasyon: Fortuna-Events iCure Stroke 27-29 Şubat 2020 Hilton Maslak İstanbul Organizasyon: DEKON

Türk Oral İmplantoloji Derneği XXXI. Uluslararası Bilimsel Kongresi 10-11 Ocak 2020 Çıragan Palace Kempinski Otel Organizasyon: Prime Kongre

Nöropatik Ağrı Sempozyumu 28 Şubat-1Mart 2020 Elexus Otel KKTC Organizasyon: Flap Tour

Meme Kanserinde Yeni Yaklaşımlar Eğitim Toplantısı-İstanbul 2020 11-12 Ocak 2020 Fairmont Quasar Hotel İstanbul Organizasyon: Humanitas Mice

MART 2020

TND-Nöroplastisite Nöromodülasyon 11 Ocak 2020 TND Binası Ankara Organizasyon:Flap Tour TOD 41. Kış Sempozyumu 24-26 Ocak 2020 Akra Barut Otel Antalya Organizasyon: Global Turizm

VI. Uluslararası 3. Yaş Baharı Turizmi ve Dinamikleri Kongresi 6-7 Mart 2020 Sheraton Otel Ankara Organizasyon: Ultra Kongre ve Turizm 5. Multidisipliner Baş Boyun Kanserleri Kongresi 5-8 Mart 2020 Papillon Aycha Kongre Merkezi Antalya Organizasyon: DMR Kongre Ulusal Akciğer Sağlığı Kongresi 11-15 Mart 2020 Sueno Deluxe Kongre merkezi Belek Antalya Organizasyon: OCT Mice XXI. Türk Klinik Mikrobiyoloji ve İnfeksiyon Hastalıkları Kongresi (KLİMİK 2020) 18-21 Mart 2020 Gloria Golf Resort Otel Belek Antalya Organizasyon: SÜER Turizm 10. Ulusal Alzheimer Kongresi 25-28 Mart 2020 Tasigo Otel Eskişehir Organizasyon: K2 Kongre ve Etkinlik Hizmetleri 13. Ulusal Çocuk Enfeksiyon Hastalıkları ve Bağışıklama Kongresi 25 – 29 Mart 2020 Limak Cyprus Deluxe Hotel KKTC Organizasyon: NET Kongre 8. Türk Tıbbi Onkoloji Kongresi 25 –29 Mart 2018 Rixos Sungate Kongre Merkezi Organizasyon: Serenas Turizm Kongre

9. Ulusal Çocuk Solunum Yolu Hastalıkları-Kistik Fibrozis Kongresi 5-7 Mart 2020 Çeşme Altınyunus Oteli Çeşme İzmir Organizasyon: MOTTO Turizm 15. TGRD Yıllık Toplantısı ve EVIS 2020 6-10 Mart 2020 Susesi Otel Belek Antalya Organizasyon: Serenas Turizm Kongre EKİM-ARALIK 2019 / PS 89


72. SAYI

ABONELİK: Popüler Sağlık Dergisi’ne abone olmak isterseniz; abone@populersaglikdergisi.com veya info@populersaglikdergisi.com adreslerine iletişim bilgileriniz bilgilerinizi yazarak talebinizi lütfen iletiniz. Popüler Sağlık Dergisi’ni dijital olarak da okuyabilirsiniz. https://issuu.com/populersaglik/docs

Yönetim Merkezi (İzmir) : 0232 465 32 32 -0232 422 08 38 Faks: 0232 465 30 94 İstanbul Haber Merkezi....: 0 216 355 02 59 GSM: 0 532 470 00 25 info@populersaglikdergisi.com www.populersaglikdergisi.com 90 PS / EKİM-ARALIK 2019


arı gibi.*

çok çalışkan. hızlı ve sürekli bir biçimde.

*AR-GE çalışmalarımızı İTÜ Arı Teknokent’e taşıdık. Etkinlik yönetim teknolojilerini kökten değiştirecek projemize başladık.


21/11/2018

17:00

ONLARIN BAŞARISINDA SİZİN DE YERİNİZ OLSUN.

İkinci baharınızda Darüşşafaka Rezidansları'nda yerinizi alın, çocuklarımızın eğitimine destek olun.

darussafaka.org

0212 939 28 00 - 2255 / 2425 / 2447 0216 380 48 68 -1003

Yıl: 15 Sayı:72 Ekim - Aralık 2019

1

POPÜLER SAĞLIK - Sağlıklı yaşam dergisi

rezidans iletisim 210x297 baski.pdf


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.