Deli Draje || Draje Dergi

Page 1

İ L

E D

draje Aylık Ücretsiz İnternet Dergisi Sayı 4 Haziran 2009

SÖYLEŞİ:

“LÜKSÜZ BİZ ” LUXUS Acayip bir sohbet... SİNEMA:

DELİ PERDE

Bizim için delilik mahallenin ya da köyün delisi tarzındadır...

DELİ’LLER

“AŞK KARNINA”nın yazarı Özer Şahin’den

Ressam: René Magritte

DELİK SAKİNLERİ’NİN DİKKATİNE! Delilik... en sade hale getirirsek bu kelimeyi, elimizde ne kalıyor? “del-“.. Evet, bir nevi beynin delinmesidir delilik...


Fotoğraf: Alican Erkol

ULUSA SESLENİŞ

Bir Derginin Hatıra De

B

ilgisayarınızın başına oturup derginizi okurken soğuyan çayınızla konuşursanız bunda bir sorun yoktur. Kimsenin ruhsal durumunuzla ilgili endişeye kapılması gerekmez. Çevrenizdekiler için sorunun boy gösterdiği nokta, artık çayınızın da sizinle konuşmaya başladığı o andır.

kendine yol açan adama gülerken aynı anda korku, hüzün, acıma ve kıskançlık gibi duygulara gark olabilmemiz boşuna olmasa gerek... Çoğunluğun ahlakını, yasalarını, değer yargılarını, davranış kalıplarını, algılarını ve algı alanının dışında bıraktıklarını takmayan kişiler kime ürkütücü gelmez ki? Herkes gibi olmamanın cazibesine kim kapılmaz? Ve dahası...

Yasak, olağanüstü ve kaçak... Çayınızın sizinle konuştuğu an... Yıldızları sayarak huzur bulan bir romantiğin, yıldızlar yerine kaldırım taşlarını sayarak huzur bulmasıyla da başlayabilir her şey... Ya da plajdaki kum tanelerini... Çoğunluk denen ofset baskı aracı, havadaki toz zerrelerini saymanızı romantik bulmuyorsa, artık renkleriniz ve zevkleriniz herkes tarafından tartışılabilir demektir. Elindeki tencere kapağıyla trafikte

Deli Draje için kolları sıvarken işimizin zor olduğunu biliyorduk. Çayımızla, monitörümüzle, cep telefonumuzla konuştuk bol bol ve umutsuzca cevap almayı bekledik. Pixel pixel saydığımız hayaller bize huzur vermedi... Trafikte kendimize yol açamadık... Ama bir ayın sonunda dönüp arkamıza bir baktık ki, aslında yapmamız gereken çayımızı bizimle konuşmaya zorlamak değilmiş. Bazen usulca seslenip geri çekilmek ve kulak vermek


draje Genel Yayın Yönetmeni Erdinç Yücel Yazı İşleri Müdürü Birkan Can Evirgen Art Direktör - Grafik Uygulama Songül Yücel lugnosy@gmail.com Redaktör Derya Yücel

efteri

Koordinasyon Sorumlusu - Menajer İlknur Seda Bendeş

yetiyormuş işte. Yoksa bu kadar içimize sinen bir dergiyle karşınızda olamazdık. Kırık dökük sorulara iyi kötü cevaplar almaya gittiğimizde bize sıcak ve kocaman gülücükler veren Alper, Kamucan ve Ozan şahsında Luxus’a teşekkürler... Neşenizin hastasıyız... Deli Draje’nin en büyük motivasyon kaynağı; “Büyüğü deli, küçüğü deli, beşikteki kafasını sallıyor” özdeyişiydi... Bu sözü dağarcığımıza işleyen Esme Yücel’e de teşekkürler. Rahat uyusun... Aramıza bu sayıda katılan muhteşem çizerlerimiz Özge, Tayfun, Cem ve Alettin hoşgeldiler... Ay boyunca kulağımızda Luxus’un şarkılarıyla yaptık ne yaptıysak. Dellendik mutluyuz... Antika Draje’de görüşmek üzere... Erdinç Yücel - Genel Yayın Yönetmeni

İnternet Uygulama Onur Şevket Bendeş

Editörler İlknur Seda Bendeş, B. Can Evirgen, Erdinç Yücel, Songül Yücel

Yaratıcı Drajeler Ali Ergin, Alican Erkol, Alp Serdar Aktürk, Alpay Erdem, Cem Güventürk, Cem Vurnal, Çılga Doğukanlı, Demet Özge Aykan, Ece Dericioğlu, Emre Alettin Keskin, Engin Arınan, Mark Town, Nazlı Karabıyıkoğlu, Özer Şahin, Pınar Karaaslan, Reha Gözügörmez, Tayfun Bayrakçı, Utku Atalay

info@drajedergi.com

Gelecek ay konsept konumuz: “ANTİKA” Herhangi bir yazı, illüstrasyon paylaşımı ve diğer katkılar için bizimle info@drajedergi.com adresinden iletişime geçebilirsiniz.


12

İlknur Seda Bendeş

DEFORME

6

Birkan Can Evirgen

8

Ece Dericioğlu

İLHAMİ Ece Dericioğlu

Cem Güventürk

ACAYİP BİR SOHBET...

ZİL ÇALSIN ARTIK YAAA!!!!!

“lüksüz biz” Luxus

54

Utku Atalay

53

SHINING

Ali Ergin

HER ŞEYE MAYDANOZ

Alpay Erdem

44

RUH ÜŞÜMESİ

32

34

26 Büyüğü deli, küçüğü deli... Songül Yücel 32 Oyun tarifleri Erdinç Yücel 38 Sıcak gündem Reha Gözügörmez 42 Herhangi bir sokakta bir gün Özgür Yetkinoğlu 46 Dünyanın en kendinin farkında başlığı Mark Town 50 Portakallar Nazlı Karabıyıkoğlu 52 Deliliğin içsel analizi Çılga Doğukanlı 56 Deli perde Havanik 58 Sıkıcı şeyler İlknur Seda Bendeş 60 Çıkan kısmın özeti Erdinç Yücel

iÇ iN D E K LE


ŞİZOFREN AŞK

28 GİZLİ DENİLEN GİZLİ Mİ OLURDU GİZ?

10

ZIR DRAJE

Emre Alettin Keskin

Cem Vurnal

18

20

Tayfun Bayrakçı

Alican Erkol

AKILLI

Ç N D E Ki LE 50

SERİN BİR AKŞAMÜSTÜ Birkan Can Evirgen

48

22 DELİK SAKİNLERİNİN DİKKATİNE! Demet Özge Aykan

AAĞBİİ, KELİM ÇIKTI SULAMAK LAZIM Pınar Karaaslan

DELİ DÜNYA

Özer Şahin

DELİ’LLER

40

Engin Arınan

36

24


6 deforme deforme deforme deforme deforme deforme de

İlknur: Kebap yapar yerim bu kor alevden akşamlarda, heyhat, nedir bu çile yorgun yorganlar altında, işte gidiyorum bitli böcekler misali derin kuyularda, etmesin beni tek yurdumdan dünyada cüda. Can: Şimdi değişeceksin, belki ters evrim geçireceksin. Sonra bir maymun olacaksın, o maymun bir ağaca çıkacak, dal onu taşıyamayıp kırılıp düşecek! Belki o odun ben olacak.


e deforme deforme deforme deforme deforme deforme def

Deli değil!

Ressam: René Magritte

G

eniş çerçeveli gözlüklerinin üstünden çocuksu bir bakış attı ve delisin sen dedi, manyak ayol. Beraber yürüdüğü arkadaşı bu lafına kızmış gibi görünmedi, zaten bunu gerektirecek bir durum da yoktu. İstiklal’de ilerlerken yanlarından geçen sakallı düşkün amca belki duysa bu sözlere alınırdı. Çünkü aynı kelimeyi onun için de kullanmıştı bizimki, ama tamamen başka bir tonlamayla. Halbuki adamın bağırıp çağırması bozuk ruh sağlığından değil, sıcak altında içtiği biralardan kaynaklanıyordu. Kızımızın imgelem dünyasına girdiğimizde bu sıfatı birçok ayrı tip insana kullandığını görebiliriz. Onun için bir mertebedir bu, seviyesini söylerken kullandığı tonlama belirler. Bazen bağırarak, bazen içinden geçirerek bazen de kocaman gözlüklerinin üzerinden şımararak telaffuz eder bu sıfatı. Fakat kızımızın bilmediği şey deliliğin bir düşün olayı olduğudur. Özgünlüğü ve asiliği barındırır. Yalnızlık ve anlaşılamamak asil duygularıdır. Ağızdan çıktığı gibi kolay değil, tabiri caizse zor zanaattir.

İlknur: Kuzum affedersiniz ama sizin kafayı sıyırmış olma ihtimaliniz çok yüksek. Bundan sonra imam olduğunuz varsayımı üzerine derince düşüneceğim ve cemaati osurtmamaya özen göstereceğim. Benden söylemesi… Can: O zaman kabız kuğular hep bir ağızdan şiir okurlar kabotaj bayramında ve lalettayin bir öğleden sonra gibilerdir Ankara’nın balta girmemiş ormanlarında.

Yazı: Birkan Can Evirgen E-mail: birkance@gmail.com İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

Bu bir


8

ZİL ÇALSIN ARTIK YAAA!!!!!

D

Yazı ve illüstrasyon: Cem Güventürk - E-mail: cemguventurk@windowzlive.com

irekt söylüyorum… Ben anladım…Ben çok şahane bir insanmışım… Dün anladım…. Niye.? Bak şimdi söylüycem.

1- Son derece sorumluluk sahibiyim 2- Küçüklerime sevgili büyüklerime saygılıyım 3- Derslerimde başarılıyım (Elmam kızarık) 4- Örf, adet gelenek ve göreneklerimize son derece bağlıyım 5- Mevsimlere göre giyinirim 6- Çevremde sevilirim, sayılırım 7- Adamına göre davranırım 8- S.kindirik olduğumu kabul ederim 9- İnsanları küçümsemem 10- Diş macununu ortadan sıkmam 11- Her zaman herkese 2. şansı veririm 12- Ben küstüm gidiyorum demem 13- Top benim oynatmıyorum da demem, herkesi oynatırım 14- Sofra adabı bilirim, fasulye yiyince çok güzel sıkarım kendimi. 15- 3 isteyene 5 veririm 16- Müziğin sesini altımızdakileri rahatsız edecek biçimde açmam 17- Kendimin bile duyamayacağı şekilde açarım. 18- Otobüste benden yer isteyen teyzelere amcalara yerimi veririm 19- Gazilere ve hamile bayanlara da veririm 20- Ama teyze ve amcalara yerimi vermek istemem 21- İstemeye istemeye veririm yani 22- İstemesin onlar yer. 23- Ayakta beklesinler nolcak? 24- Bizde de çanta var . mına koim

25- Ama bazı amcalar/teyzeler ver ben senin çantanı taşıyım diyo. 26- Aslında onun da içinden gelmiyo. 27- Biliyorum 28- Ama diyo. Ben de taşıma diyorum 29- Taşımasın benim çantamı ya! 30- Ne münasebet! 31- Ama bazı amcalar/teyzeler cidden taşıyım dio 32- Yani harbiden taşır o amca/teyze biliyorum 33- Ama taşımasın ya boşver. 34- Herkesin çantası kendine. 35- Benim çantam güzel 36- Orta 3’ten beri kullanıyorum 37- Memnunum 37,5 İlk çantam Ninja Turtleslıydı. 38- İlkokul birinci sınıfta ilk gün... 39- Tenefüse çantayla çıkmıştım ben 40- Koca okulun bahçesinde bi çantalı ben 41- Tip tip bakıyolardı bana 42- Ulan niye bakıosun? 43- Hayır, senin Ninja Turtleslı çantan yook. 44- Ondan bakıosun 45- Yani aslında sen çantana o kadar değer veriyosun 46- Ben çalınmasın diye çıktım ki çantamla yaa 47- tamam mı? 48- Sen çantanı önemsemiyosan bana ne? 49- Ben önemsiyorum! 50- Ninja Turtleslı olum bu çanta! 51- Herhalde tenefüse de onunla çıkcam.. 52- Sonuçta üstündekiler Ninja 53- Bi ağırlığı var... 54- Hem o gün koridor nöbetçisi kız bi tek beni aldı içeriye tekrar 55- Niye?

Cem, bir kızın “abi yeaaa!” diye konuşmasına, tuzlu bedene yapışan kuma ve şehirlerarası otobüs muavinlerine delirir. Bu mani, Cem’den bütün delirdiği şeylere geliyor: Deli deli, Ali Veli, kırk dokuz elli, evri badi lavz Reymınd…


56- Çünkü bi ben çıkmıştım çantayla 57- Oysa siz ağlıyodunuz olum... 58- Yok abla sandviçim içerde kaldı giriyim mi? Hemen çıkcam vallaa bak diye 59- Ama bi beni aldı içeri, ben çıkmıştım sonuçta çantayla 60- Sen çıkmamıştım 61- Nası yürüdüm o koridorda öyle be heeyyyyttt diyerekten... 62- Nası baktınız Ninja Turtlelı çantama arkadan 63- Bi ben girdim o gün 64- Heheheheh 65- Sen de çıksaydın çantanla 66- Seni de alırdı 67- Ama sen çantanla çıkmadın işte 68- Ben çıktım ama ben de çalınmasın diye çıktım.. 69- Sen de çalınmasın diye çıksaydın keşke 70- Ya çalsalardı o gün Ninja Turtlelı çantamı? 71- Sen mi vercektin parasını? 72- Ama ben tenefüste çantamla bi kenarda otururken sen bana güldün demi? 73- Niye gülüosun ki kardeşim ya? 74- Ninja Turtlelı o çanta 75- Ha Ninja Turtlelı olmasa çıkmazmıydım? 76- Gene çıkardım. 77- Ne biliyim ya? 78- Sanki güven problemi yaşadım o an. 79- İlk gitmişsin ortamı bilmiosun nerdesin noluyo derken. 80- Alıvermişim çantamı 81- Olsun. 82- Gene iyi yapmışım diyorum 83- Sığır olan onlarmış 84- Tip tip baktılar bana 85- Hapishane gibi lan! 86- Hani racon burda böyle ilerlemez yeni olduğun belli bugün öğle yemeğini bana vereceksin cinsinden 87- Bi de üstüne birisi binanın planını dövme yapsa getirse 88- Yemin ederim kaçış planı hazırlıcaz bizde 89- Bak gördün mü yaptığını? 90- Belki sen o gün öyle bakmasan 91- Ben okulu sevicem. 92- Çantamla arama girdiğin gibi

25

diyo.

Ama bazı amcalar/teyzeler ver ben senin çantanı taşıyım

93- Okulla da girmişsin 94- Kara vicdanlı! 95- Belki de Ninja Turtlelı değilde 96- Power Rangerslı çanta almalıydım diyorum 97- Ne fark eder onunla da çıkardım 98- Çantayla duygu, çantayla bağ var bende 99- Sende yok , ondan gülüyosun zaten neyse gidiyim ben, SAYGILARIMLA 100- Cem 101- Güventürk


10


“ZIR DRAJE” İllüstrasyon: Tayfun Bayrakçı E-mail: tayfun4alife@hotmail.com http://valjeanjean.deviantart.com


12

“LÜKSÜZ BİZ” ACAYİP BİR SOHBET...

Grubumuz yükselir diye bir k ışıklar demek. Aslı

Söyleşi İlkn

Bir Cuma günü Kadıköy Shaft’ta sahne olacak olan Luxus ile söyleşi için yola çıkan Drajeler, ertesi gün de Taksim Studio Live’da Luxus’u yalnız bırakmadılar. Röportaj tamamlandığında da bir sürü yeni dostumuz olmuştu. Bu müthiş grubun samimiyeti için bütün Luxus ailesine teşekkür ederiz. Draje: Grubun adının anlamı nedir? Alper: Ex Oriente Lux, Işık doğudan yükselir diye bir kavram var. Eskiden lüx lambaları vardı.. Luxus da ışıklar demek. Aslında biz son derece ukalaca “lüksüz biz ” şeklinde koyduk. İlk çaldığımız yerin, Araf’ın hem ortaklarından dem DJ’i olan Barış diye bir eleman var o koydu ismi. Biz de yok demedik yani. Güzel oldu güzel. Tek derdimiz Luxus çok kullanılan bir isim uluslar arası camiada. Bir sürü Luxus diye grup var, Danimarka’da, İtalya’da. Draje: Almanya’da gösteriniz mi vardı? Kamucan: Hasan Ali Toptaş diye bir adam vardır, bilir misiniz? Bilmiyorsanız hemen bilin. Onun “Yalnızlıklar” adlı şiirsel bir metni vardır. Onu oyunlaştırdılar ve ben de onlara katılmak için gittim.


” LUXUS

zun adının anlamı. Ex Oriente Lux, Işık doğudan kavram var. Eskiden lüx lambaları vardı. Luxus da ında biz son derece ukalaca “lüksüz biz ” şeklinde koyduk.

nur Seda Bendeş-Ece Dericioğlu

Fotoğraf Alican Erkol

Draje: Kamucan ne manaya geliyor?☺ Kamucan: Kamucan, halkın canı anlamına geliyor. “Halkın canı” derken, iki öz Türkçe kelime olarak konuyor babam tarafından fakat sonradan öyle olmadığını öğrendik. Can daha Farsça kaynaklıdır. 79 doğumluyum ben. 79 yılı Dünya Çocuk Yılı. Ne zaman bana bir şey almaya gitseler sürekli sert olaylarla karşılaşıyorlar. Düşünün, evleniyorsun, çocuk yapıyorsun, bebeğine beşik almaya gittiğinde gözüne bir şey sokup öldürüyorlar. Babam da, bakıyor devamlı halkı öldürme halindeler, babam da, “kızımın adını Kamucan koyayım ki, öldürülen halkların canı kızımın adında yaşasın” diyor. Ayrıca Kamucan’ın tasavvuf-

ta neşeli anlamları var. Hafif Nirvanavari, herkesin bir adının olduğu an. Cümlecan, Yunus Emre der ya, “Kamu âlem birdir bize.” Bir de yapılacak bir birliktelik demek. Draje: Şahsen merak ettiğimiz bir şey var, sizin gibi insanlar nerede yetişiyor? Siz nerden çıktınız? ☺ Kamucan: Ben bunu bir soru olarak alamam, ancak teşekkür edebilirim. Bizim birlikte, oturup birbirimize çaldığımız şeyler bunlar. Ayrıca okumuş ve alaylılarımız da var. Ne yapacağımızı değil, ne yapmayacağımızı çok iyi biliyoruz. Biraz eğlenen ve bir şeyleri bir araya getirmeye çalışan insanlarız. Yoksa doğu-batı


14

Alper Bakıner: Solo Vokal, Keman

Burak Beyrek: Davul

sentezi yapmaya çalışmak çok tehlikeli bir fikir. Bir bunun arkasında müzikolojik olarak durmuyoruz. Bizimki tamamen içtenlik ve samimiyet üzerinden yürüyor. Bu kılıkla yırtmayı da amaçlamaktan da bahsetmiyorum. Bunun altını elbette dolduruyoruz hayatımızla. Kimsenin canını yakmadan, haram seste gözü olmaksızın ses çıkartmaya çalışıyoruz. Alper: Herkes başka bir yerden çıktı aslında. Ben Adanalıyım mesela. İsmet abi Diyarbakırlı, Kamu ve Ozan İstanbul doğumlular ama kökenler Azerbaycan, Bulgaristan, Arnavutluk.. Draje: Balkan havası mı diyorlar sizin müziğe? Alper: O biraz moda olan durumlar var ya, biz bir türlü tanımlanamayan bir iş yapıyoruz. Aslında herhangi bir tanesini yapmak kolay bir iş ama biz yan yana birkaç iş birden yaptığımızda çok tanımlanamayan bir iş oluyor. İnsanlar da buna Balkan demeyi çok seviyorlar. Aslında albümde Balkan tınılı bir tane şarkı var. O da Balans ve Tolerans. Sahnede de böyle üç veya dört tane şarkı var. Yani Balkan grubu değiliz ama işte Balkan çingeneleri bir dünyayı karıştırdılar ya, ama ben bu nerden geldiniz sorusuna en çok şöyle cevap vermek istiyorum: Biz okulda buluştuk. İsmet abi ve Burak dışında hepimiz okulda buluştuk. İşte benim sürekli Teşkilat-e Esasiye dedi-

Gökhan Barış Bölükbaşı: Gitar

Ömer Erciyes: Bas Gitar

ğim şeyin özü bu okul buluşması oldu. Teşkilat-ı Esasiye diyorum çünkü Luxus tek kişiden kurulu bir şey değil, çok kalabalık bir ekip. Biz birbirini anlayan müzisyen sıkıntısı çekmeyiz. Mesela takip ettiniz mi bilmiyorum, Ömer ayrıldı bizden, kendi işi için ayrıldı. Süper başka bir projesi var. Şimdi Canay geldi. Ama onlar hala grubun içinde, ayrılmak söz konusu değil. Yani o teşkilat mevzusu okul kökenli ama şimdi okulda olup okulla sınırlı kalmayanlar bunların hepsi. Yani sokaktan geldik desem daha mantıklı. Gidip okuduk öğrendik bir şeyler ama sokaktan öğrendik daha çoğunu. Bir de böyle Diyarbakır, Adana gibi farklı kültürlerin de nefesi geldi gruba doğal olarak. Bir de neredeyse herkeste politik bir duruş, Bohem Anarşizme yakın bir duruş var. E böyle olunca da Luxus’un ne olduğu aşağı yukarı ortaya çıkıyor zaten. Draje: Hipnotik eğlence nedir? Kamucan: Bir etiketleme çabası sırasında ortaya atılmış bir fikir. Ama bu kesinlikle bir iddia değildir, analizdir. Buna birkaç yüz kez şahit olduk, insanların sapıtırcasına eğlendiği ve bizimle birlikte eğlendiği aslında. Sahne önündeki o kalın duvarın mümkün mertebe inceldiği söz konusu. Bir tür macera Luxus sahnesi. “Beni seven arkamdan gelsin.” Mantığı var. Bu bir seyirci olabilir, bizim için önemli olan, içki içen vea içmeyen, dans eden veya


Kamucan Yalçın: Klarnet, Vokal

İsmet Kızıl: Perküsyon

etmeyen herkes oradaki olayın bir parçası. Bu işte gâvurun yaptığı gibi bir “müzik performansı” değil. Bu hayatla ilgili bir şey ve sıklıkla ses çıkıyor. Bulunduğun ortamın güvenlik zaafı ne olursa olsun gözlerini bizle beraber kapatıp eğlenebiliyorsan, bu bizim için çok değerli ve mutluluk verici bir şey. Bu da bize hipnotik eğlence kavramını çağrıştırdı. Biz de bu esnada bu eğlenceye dahiliz. Burada bir hiyerarşi yok, toplu eğleniyoruz. Ozan: Biz öyle olduğumuz için olan bir hal değil bu. Bu, izleyicilere bir şey oluyor durumu da değil. Biz sadece “o anda sahnede olanlar” oluyoruz. Draje: Şarkılarınızı ilk dinlediğimizde gerçekten eğlenmiştik, daha sonra kafayı yatağa koyup da dinleyince çok derin anlamları olduğunu da fark ettik. Bu bilinçli yapılmış bir şey mi? Kamucan: Benim aklıma bu hep Cem Yılmaz’ın güldürürken düşündürmek mevhumuyla dalga geçişini getiriyor. Bizimki de böyle aslında. Bunu bilerek yapmak da mümkün değil, “haydi altına mesajı sıkıştıralım, portakal suyunda balık yağı hapı gibi” diye yapmak mümkün değil. Belki de bütün gün düşünceyle emek verip mesai yapmış bir adam bütün bunlardan kurtulmak için geliyor. Ama bu olmaksızın da bir şey yapmamız mümkün değil. Bilerek de değil bilmeyerek de değil. Sonuç olarak bir adam neyden beslenmek istiyorsa veya neyden beslenmek istemiyorsa ondan şarkı yapar. Luxus’un planlamaksızın oluşan şiiri, tamamen onun beslenme cetveliyle paraleldir. Turgut Uyar’ın öyle bir dizesi vardır: “Esmer güzeli Necla’nın baktıkça ‘bayıldım’ dediği gökyüzü / İşte ben bunu mutlak yazmalıyım, dedim” Yani zihin referanslarıyla konuşmak çok mümkün olmuyor.

Ozan Akgöz: Akordiyon, Trompet

Alper: Bu tarz içerikleri eğlencenin arkasına sakladık. Çünkü tutup yüzü asık yapsaydık bu işleri çok zor. Millet göbek atarken neye göbek attığını bilmiyor tabi ☺ Şaka bir yana, neşe kavramını çok seviyoruz hepimiz. Eğlenmek derken, sürekli gülmekten bahsediyorum ben. Ben mesela neşeli kadınlardan hoşlanıyorum, sürekli gülsün, espri yapsın istiyorum. Grubun felsefesi de buna yakın işte. Sahnede saim olduğumuzu söylüyorlar, yok aslında, biz sadece eğleniyoruz ve bunu belli ediyoruz, birbirimize bakmayı çok seviyoruz. Herhangi komik bir durum olduğunda kahkahalarla gülebiliyoruz orda. Bütün mevzu bu aslında. Draje: Kendinizde bir delilik seziyor musunuz yoksa tamamen normal insanlar olduğunuzdan emin misiniz? Alper: Zaman zaman. Mesela artık yaşlanıyorum, sağlığıma dikkat etmem gerekiyor. Bu ne kadar da normal insan durum değil mi? Günlük egzersizler yapmam gerekiyor, normal insan gibi. Ama aynı insan açıyor bir buçuk litrelik şarabı, alıyor eline gitarı… İki boyutlu gidiyor işte hayat. Hatta bazen sanki dünyanın en normal insanı benmişim gibi geliyor. Geri kalan herkes deli gibi geliyor. Draje: Küçükken iyi bir çocuk muydunuz? Alper: Çok iyiydim, bütün mahalle çok seviyordu beni. Hala da efsaneyim mahallede. Kamucan: Şirin babayla ilişkimizi şöyle bir gözden geçiriyorum. 6 yaşına kadar sustum, 6 yaşından sonra deli gibi konuştum. (Deli diyor.) Ozan: Onu Şirin babaya sormak lazım. Ama önemsediğim şey, Şirin babayı görmek değil de, onun bizi görmesi olabilirdi. Ben iyi çocuk olunca bakalım o


16

beni görebilecek mi diye düşünürdüm sanıyorum. Ama Şirinleri hatırlıyorum. İnanç dünyasıyla bazen dönüşümlü olarak yayınlanıyordu ve perşembe günleri eve gidip de “Şirinleri izleyeceğim” şeklinde bir motivasyonla gidip, daha önceleri Allah zannettiğim müezzinin Kuran okuyuşunu dinlemek, ilginçti… Bizim zaman tuhaftı çünkü. Bir hafta Şirin Baba, bir hafta Allah baba, o yüzden işler biraz karışık. Yeterince iyi çocuk olma durumu bana biraz sıkıcı bir ödev gibi geliyor. O yüzden ben de her Türkiye’de okuyan öğrenci gibi “keşke bunu çalışmadan yüzü çaksak” şeklinde büyüdüm. Ozan: (İlknur’un gözü rahatsız olduğu için 4 numara gözlerindeki lensleri çıkarmıştır. Bu yüzden sıradaki soruyu okuyamaz.) Kiminle konuştuğuna nasıl emin oluyorsun? ☺ Draje: İyi çocuklar Şirin Baba’yı görüyorlar, şarkınızda da oradan mı esinlendiniz? Alper: Bizim asıl şarkıyı söyleyen mafya babasının rakibi. Ama sürekli gülen bir mafya babasıdır. Şizofrenik bir durum var ortada, ne yapacağını bilmeyen, bir yandan gidip kafasına sıkabilecek, bir yandan da acayip romantik bir adamdan bahsediyoruz. Ona rakip olarak da Şirin Baba’yı seçtim. Draje: Delinin tanımı nedir sizin için peki? Bize sevdiğiniz delileri sayabilir misiniz? Kamucan: Bence deli denen şey, normal diye belirlenenin dışında olan, itilen veya tercih eden neşeli kişidir. Bilim mevzusunun muhalefet kısmıdır. Ben bunu kendim keşfettim sanıyorum ama bir Deleuze veya bir Foucault bunu zaten keşfetmişti ben okuduğumda. Bir kravatlı zihin sahibi vardır normal olan, onun dışındakiler deli olarak adlandırılır. Bundan 200 yıl önceye buradan adam yollasak o zamanın delisi olacaktır. Yani delilik dediğimiz şeyin parametreleri durmaksızın değişiyor. Yine de 500 yıl öncesinde deli olarak adlandırılan biri yine deliliğini koruyabiliyor.

Yani bu kadar güncelliğini ve enerjisini koruyan deliler geçmiştir bu dünyadan. Alper: Tamamen sistem dışında kalmayı becerebilen herkes bana göre delidir. Louis Althusser: Zaten deli hastanesinde bitti hayatı. İhsan Oktay Anar; tanıdığım en son deli. 5 tane kitabı var, çok geç gündeme geldi. Puslu Kıtalar Atlası diye bir kitabı var. Bence bu ülkeden çıkmış en iyi iş. Yarattığı karakterler müthiştir. Hakikaten bir delinin kafasından çıkacak işler onlar. Ben şimdi Efrasiyab’ın Hikâyeleri’ni okuyorum, orada bir hikâye anlatmış, yirmi sayfalık bir bölüme kadar çok şey sığdırılabileceğini kanıtlamış. Üst kurmaca diyorlar buna. Tem realizm de diyemezsin, tam sürrealizm de diyemezsin. Sonra, Müslüm Gürses.. Bizim ekibin tamamı deli. Kamucan: Thelonious Monk: Tourette Sendromu’ndan muzdariptir kendisi çok sevdiğim bir müzisyendir. Rabelais. 1500’lü yıllarda Gargantua gibi bir şeyi yazabilmek ve hâlâ kasıklarını tuta tuta seni güldürmesi, incelikli muhalefet gerçekten çok sağlamdır. Ursula Kroeber Le Guin var bir de. Ozan: Ben üç deliyi sayıyorum: Mahzar-Fuat-Özkan. Şaka bir yana, Larry Flynt, dünyaca ünlü bir porno dergisinin sahibi. Ama tavsiye ediyorum, hayatıyla ilgili bir film de var. Adam bildiğiniz kör cahil, bilgisizliğin gücünü kullanan bir adam. Bob Flanagan. Bu adam hastalığını kendini ifade biçimi olarak kullanmaya başlamış, performans sanatçısı. Farklı olma ve bunun delilik olma konusunun ayrışmasında deliliğin ticari olarak kullanılması da var. Yani bu pazarlama stratejileri içinde var olan veya olmayan veya pazarlamak için geliştirilen bir delilik olabilir. Ben burada samimiyetle ilgili problem görebilirim. Ahlaki, ciddi sorunlar taşıyan bir şey. Bunu pazarlamayı iş edinmiş kişilere pek de iyi gözle baktığımı söyleyemem. Parlak, iyi kariyerli, iyi öğrenci olan araştırma görevlisi olarak kalabilecek tipte, iyi evlat vb. televizyonda sık pazarlandığını gördüğümüz bir şey. Deli olan birinin de pazarlanma tehlikesi büyük sıkıntı yaratabilir.


Draje: Gitmek istediğiniz kentler var mı? Alper: Gidip yaşamak istediğim yer olarak Barselona diyebilirim. Fas, Cezayir veya genel olarak Kuzey Afrika, Jamaika. Draje: O kentleri sevmenizin sebebi coğrafi değil herhalde? Alper: Yok, değil. Bir toprağa ait olmak değil bahsettiğim. Manu Chao orada yaşıyor diye diyebilirim mesela. Ayrıca diğer ülkeler için birbirine yakın kültürlerden bahsediyoruz. Manu Chao da benim için bir delidir bu arada, bir gururdur benim için. Keşke onun kadar yaratıcı olabilsek. Fransız bir grup “Manu Chao’nun cüzdanı bende olsa” diye bir şarkı yaptı. Doğrudur, muhalifler parayı gördü mü ne muhaliflik kalır ne bir şey ya hani, bu da Manu Chao’yu öyle suçluyor. “Senin cüzdanın bende” olsa ben de söylerim öyle şeyleri filan diye. Şarkıyı Manu’ya gönderiyor. Manu ne yapıyor? Şarkıyı çok beğenip prodüktör arayışına giriyor ve grubu Barselona’ya davet ediyor. Tamamıyla egoyu sıfırlayıp bir yere bırakmış. Bir yere gömmüş, muhalefet anlayışı çok güzel. Slogansı değil. Tam ince ayrıntıları çiziyor. Başka bir deli; Yıldırım Türker. Ama hiçbir zaman sistemi makro düzeyde analiz etmez, mikrodur hep. Yani herhangi bir doğuştan gelme özelliği yüzünden normal bir şekilde ayrımcılığa oynayan insanı analiz eder. İşte Manu’nun da sistemle olan genel alakası bu. Yani oturup küresel sistemi eleştirmez de, İspanya’daki mültecileri eleştirir. Ya da mesela çok sevdiğim bir lafı: Too Much Too Much Morality, Habire Habire ahlak diye çevrildi. Habire habire ahlak, suça yöneltir diyor. Benim de şarkı yazma anlayışım aşağı yukarı bu doğrultuda. Tabi o biraz daha net koyuyor mesafeyi ortaya, ben biraz daha gizliyorum. Draje: Müziği edebiyatla mı birleştiriyorsunuz? Nasıl algılıyorsunuz? Alper: Oyunlarla ve edebiyatla şarkıları bağlantı-

landırmayı çok severim. Şimdi yeni bir şarkı geliyor mesela, askerdeyken başlamıştım sözlerini yazmaya, bambaşka bir yerden çıktı, bambaşka bir mecraya girdi. Şarkı aslında Notre Damme’ın kamburunun aşk ızdırabını anlatacak komik bir dille. Bukowski’nin bir hikâyesi vardır, hikâye son derece normal Bukowski diliyle gider gider, bir polis onu sorgulamaktadır… En son Bukowski dilinin tamamen dışına çıkar. Dışarıda kuşlar uçuşuyordu, insanlar normaldi… Şaşırıyorsun, kitabın son paragrafı böyle mi bitirecek diyorsun, en son şu şekilde bitiriyor: “Ve bir köpek karşıdaki ağacın dibine işiyordu…” Ben de aldım bu cümleyi koydum şarkıya, şimdi şarkı Bukowski’ye doğru gitti. HAZİRAN AYI KONSER TARİHLERİ: 5 Haziran 2009: Studio Live Dip Ankara 12 Haziran 2009: Shaft İstanbul 26 Haziran 2009: Shaft İstanbul


“AKILLI” Fotoğraf: Alican Erkol



Yazı: Cem Vurnal - E-mail:cemvurnall@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

20

ŞİZOFREN AŞK


N

dıktan sonra, benliğimin en derin noktasında beni ben kılıp bana acı verdiği için ondan utanıyorum. Deliliktir işte bize olmayanı olduğu gibi yaşatan ve ikilem labirentlerinde kaybolmamızı sağlayan. Çaresizliktir bazen insanın kaderi olan. Kötü yazılmış senaryoda başrol oynamak kadar zordur. Onu kötü yapan diğer unsurları yok sayarak elinden gelenin en iyisi yaparak başarmak büyük bir haz verebilir insana. Bazen sadece senaryo değil birçok şey etkiler sahnedeki oyunu. Herşey hazırdır. Donk sesinden sonra yerlere kadar uzanan kırmızı perde birden açılıverir. Spotların ışıkları gözünü alır. İzleyiciler seni görse bile sen onları göremezsin. Gözlerini kaparsın ve hiçbir şeye aldırmadan aylarca emek harcadığın, alnından akan ter damlacıları artık son defa akacaktır. Artık oyunun Buğulu hayaller ve ıslanmış gerçekler yatağıma uzandığımda beni deli ediyor. Hatta aptal bir katil gibi yastığı çıplak ellerimle yüzüne sonuna gelinmiştir, bastırıyorum ve sonra küçük bir çocuk gibi sarılıyorum yastığa hüzünlü son sözler söylenbir şarkı mırıldayarak.Gözlerimi kapamadan derin bir nefes alıp, son miştir. Prens sevgiligözyaşlarını harcıyorum. sine kavuşamadan hayatını yitirmiştir. Sahnede prensin son defa sevgisini rıklığı temalı yapbozun son parçaları. Belki de almayı unuttun çekip giderken. söylerken düşen kılıcının sesi yankılanır izleyicilerin kulaklarında. Ardından gözKapının gıcırtısını duymadım yoksa gityaşları ve alkışlar. Işıklarla birlikte başrol medin mi. Sessizliğin oturuyor hâlâ cam oyuncusununda gözleri açılmıştır. Çakenarındaki koltuğumda. Kelimelerden yoksunluğun sevgimi sana hissettirmeye basını son defa seyircileri selamlayarak bitirmek ister, onu izleyen bir seyirci topbaşladı sanırım. Suss! Konuşma! Çünkü luluğu varsa eğer. Kalp atışarını çaresizlik bana sevdiğini söyledikçe , sadece ve hüzün artırır. Elini göğsüne koymana beni sevdiğini düşünmeye başlayacakgerek yoktur, kulaklarında yankılanır. sın gene.. Perdeyle birlikte hayallerinde sona erer. Buğulu hayaller ve ıslanmış gerçekler yatağıma uzandığımda beni deli ediyor. Umut en son ölürmüş desemde sana, umut çoktan ölmüştür. Hatta aptal bir katil gibi yastığı çıplak Ve işte sırıksıklam yine! Fırlattığın izmaritin ellerimle yüzüne bastırıyorum ve sonra üzerine basıyorum usulca, haydi üşütme küçük bir çocuk gibi sarılıyorum yastığa kapat pencerini. Gözlerini kapamana hüzünlü bir şarkı mırıldayarak. Gözlerimi gerek yok istesende göremezsin zaten kapamadan derin bir nefes alıp, son öptüğümde ıslanan dudaklarını. Ruhun gözyaşlarını harcıyorum. Yorgun ve ıslanmış bir kere.... çaresiz aşkım sessiz şekilde uykuya dalemli bir oda, mavi perdeleri kaldırılmamış,çarşafları toplanmış boş bir yatak ve dinlenmemeye yüz tutmuş müziğin notalarıyla çevrelenmiş bir oda. Düşün içinde yalnız ben ve duvara yaslanmış bir resim. Elimde gene mürekkebi bitmek üzere olan bir kalem ve sana yazılmayı bekleyen boş bir kâğıt. Belki de kim bilir yokluğundur ellerimin arasından bedenimi boşluğa salmamım nedeni. Kafamı kaldırdım düşerken gökyüzünün mavisini göreyim diye, yarısına kadar aralık pencereden içeri sızan rüzgâr beni yana savurdu birden. Derin bir iç çekişin ardından yoksul bir uyanış karanlık hayallerden. Şakaklarımdan akan sıcak terin ele geçirdiği soğuk bir beden,masum bir dokunuşun bıraktığı anlamsız bir tebessüm. İşte son zamanlarda bende bıraktığın hayalkı-

İlknur Cem’e, sayfa altı metniyle ilgili birkaç soru hazırlayıp cep telefonu mucizesi ile göndermiştir. Fakat kontörü olmadığını varsaydığı Cem, iki gündür kendisine bir cevap yazmamış olmakla beraber, Cem’den istenen “içinde -deli- geçen şarkı söyler misin?” sorusu yanıtsız bırakılmıştır. Bu şarkı İlknur’dan Cem’e gidiyor: Manga – Dünyanın sonuna doğmuşum…


Yazı: Demet Özge Aykan- E-mail: d.ozge.aykan@gmail.com- İllüstrasyon: Demet Özge Aykan

22

DELİK SAKİNLERİ


İ’NİN DİKKATİNE! D

elilik... en sade hale getirirsek bu kelimeyi, elimizde ne kalıyor? “del-“.. Evet, bir nevi beynin delinmesidir delilik... bazen kişi kendi beynini delip delirir bazen de dış etkenler tarafından deldirir kendini. Kendini delmeyen veya deldirmeyen herhangi bir kimse tanımıyorum şahsen. Hele de bugün bu düşüncem daha da kuvvetli. Hayat şartlarıdır , ekonomik krizdir, maddi-manevi depresyonlardır, tutkulu aşklardır hatta ve hatta çoğu kez mutluluklardır insanı delirten. Aşırı adrenalin alan her insanın doğal tepkisidir belki de bu. Her iki deliliği Bu yazı gösteriyor ki, deliliğe bu yaşamış biri kadar anlam yüklediğime göre delilik çok da benimsediğim, herkesin de benimsemesini olarak söyleistediğim bir şeydir. yebililirim ki, mutluluktan gelen deliliğin yerini hiçbir şey tutamaz. Fakat şöyle bir zararı da yok değil. Siz gayet hayattan zevk alarak delilik belirtileri gösterirken karşınızdaki insanın dehşet içindeki bakışları veya eteklerini toplayıp olanca gücüyle sizden uzaklaşması sahnesi karşısında bakakalabilirsiniz. Benden söylemesi. Şimdi akıllarda bir soru işareti oluşmuş olabilir. Hani herkes delirmiş birer yaratıktı? Madem öyle neden delilik karşısında kaçıyorlar? Hemen cevabını verebilirim bu sorunun: Çünkü onların sahip olduğu şey gizli delilik. Gizli özne

gibi bir şey yani. Aslında kişinin hücrelerinde dolaşıyor fakat henüz açığa çıkmamış. Kişisel düşünceme göre en tehlikelisi de bu çeşidi. Çünkü ne demiş atalarımız: “Sessiz atın çiftesi pek olur”. Gizlice damarlarda dolaşan delilik o kadar birikir ki, en ufacık bir dürtmede bile insanı baştan aşağı titretebilir. Ve nihayetinde kendine getirir. Her normal insan gibi siz de artık bir delisinizdir. Tescilli deli. Delilik beyindedir. Kana karışır, damarlarda dolaşır. Bir çocuğun parmaklarının ucundadır. Her zeki insanın dişlerinin arasındadır. Her ceketlinin cebinin içindedir. Aşkın ta kendisidir. Kapalı kapıları zorlamaktır. Ya siyahtır ya beyaz. Aslında dahiliği getirir. Rutinin baş düşmanıdır. İnsana “dir’li-dır’lı” cümle kurdurur; o derece etkilidir. Ve bu yazı gösteriyor ki, deliliğe bu kadar anlam yüklediğime göre delilik çok da benimsediğim, herkesin de benimsemesini istediğim bir şeydir. Yaratıcılıktır: Büyük bir karton aldım, koydum önüme. Hayatımda olmasını istediğim her insan için bir deli-k açtım. O insanların her birini deli-klere koymaktı amacım. Her biri şimdi deli-ğinde, mutlu. Bir tanesi mızıkçılık yaptı; deli-ğe girmek yerine deli-k üzerinden bakıyor. Aldım onu yerine yerleştirdim. Evet, bu sefer ben birini del-dim. Şimdi deli-kte.

Özge, illüstrasyonlarını hazırlarken fonda Michael Jackson – Billie Jean çalıyordu. Bir tane zeytini bile gıdım gıdım ısırarak yiyen Özge’nin gece 00.28’de aklına gelen ilk şey yemek yemek olmuştur. Ayrıca izlediği Bad Biology adlı filmi de okurlara “şiddetle” tavsiye etmediğini belirtmektedir.


Yazı: Pınar Karaaslan - E-mail: pinar.karaaslan@gmail.com İllüstrasyon: Pınar Karaaslan

24

AAĞB , AAĞBİİİ, KELİM KEL M ÇIKTI SU LAZIM


H

er şeyin giderek zorlaştığı, kapıları çalmaktan bıkmış ellerimiz ve aynı soruyu sormaktan tiksinmiş dudaklarımızla tekerrür çizikleri atıyoruz, beynimize. J.P.Sartre okumaya gerek kalmıyor. Bulantı kaçınılmaz ne de olsa. Kendiliğinden oluyor minik yanardağlar; da, patlatamıyoruz bir türlü.

yandan. Bekledikçe asidi kaçıyor çünkü kelimelerin. Kaç kez deneyimledik ama değil mi? Aynı zamanda karşıdakinin de duymaktan hoşlanabileceği, muhabbet seviyesini aşmayan ve elbette ki sıradan bir demogoji olmalı, bu ilk tepki. Uzun ve yorucu bir yolculuğa çıkmaya gerek kalmadan kıvrımlarında beynin, akla geliveriyor kategoriyi belirleyici, vefalı ilk cümle. O rahatlamış sarkıklık yayılıveriyor yüze hemen. Ya da tam tersi gözleri pörtleten, koca ağız zorluyor yüz kaslarını. Bir şimşek çakıyor ki; bir de kaçınılmazı oynayan “ağbi” kelimesi ya-

Saaakiin saakin oturup vermek gerekiyor tepkileri. Yoga yapayım diyor insan kendine. Sanki kendini sakinleştirmekten çok, çıkıp bir yumruk savurmanın yararlarını anlamıyormuşçasına zırvalıyor beyin. Bir noktadan sonra da Zeki Müren plakları çalmaya başlıyor Saaakiin saakin oturup vermek içimizde. Ya sessizleşesimiz geliyor gerekiyor tepkileri. Yoga yapayım diyor insan ya da içip, durgunlaşasımız. Aynı kendine. Sanki kendini sakinleştirmekten kapı değilmiş gibi!

çok, çıkıp bir yumruk savurmanın yararlarını anlamıyormuşçasına zırvalıyor beyin. Bir noktadan sonra da Zeki Müren plakları çalmaya başlıyor içimizde. Ya sessizleşesimiz geliyor ya da içip, durgunlaşasımız. Aynı kapı değilmiş gibi!

Her şeyin her şeyle alakası olması ve bir de üstüne üstlük haberi olmayanı oynamak zorunluluğu mideyi kaldırıyor ansızın. Günlük hayatımızda birçok şey aynı olduğundan her şeye şaşırasımız geliyor tabi akabinde. Sanki her detay, bildiğimiz ya da bilmemezlikten geldiğimiz her olay inanılmazmış gibi hudutlarında yaşıyoruz heyecanımızı... Yok olmaz diyoruz. Tepki vermek lâzım gelir, bu melodiye. Yorgun da çıkmamalı ses. Hani doldurmalı ortalığı, duygu çığlıkları. Çok sofistike de olmamalı. Toplum seviyesine inmeli, çağdaşlarına uymalı insan. Yalın, ama dolgun bir anlatım! Ani de olmalı tabi bir

pışıyor dudaklara... İlk tepkimiz, aaağbiii deli misin? oluyor. Ki, kendimizi duysak demeyeceğiz hani. Ah bir duysak! Bir de dinlesek tabi. Sadece duymakla da olmuyor bu işler. Belki bu ikisini birden yapsak, yağla suyu karıştırmaktan vazgeçip, suyu kele, yağıysa ele sürebiliriz? Aaağbiii deli misin? Yok! Ama olacağım. Az kaldı. Sen hele bi devam et!

Yoğunluğundan dolayı Kaçak Draje’deki yazısını geciktirerek bize ulaştıran Pınar, yazı ve görsel dahil iki yıl garantili erken gönderi sözü vermiştir. Deli Draje’nin en hızlılarından biri olduğu için kendisini İsveç’te bir gün tatille ödüllendirdik. Bu sayede, Antika Draje için yollayacağı yazı ve görseli 1 Haziranda göndermek zorunda kalmayacak...


26

Fotoğraf Cihan Keskin

H h a eee ta di yy te raf i çi yy b mk ın zg kı So as m i n l a g i n i n zla r n g ay i o el i b ül ın n lu n n a u Yü n n , m çiz a ce gi l ye

Havalar güzelleşmişti… Aniden açık havaya çıkan Art Direktör Draje’si Songül ve iş arkadaşları, Polonezköy oksijeninin beyinlere ulaşmasıyla beraber deli gibi eğleniyorlardı… Süslü Bahar, Civciv Serli ve Kuşum Büşra’nın; Deli Songül’ün gazabına uğrayış görüntüleri, Draje ekibi tarafından işte böyle ele geçirildi…

Ad ki da mın o l u e l i l i k bi r i d lük n a bi l ; s a e m iş gır stür. e c e k h ip y i n t lağın De l i n e n b a c a e ay n a s a r i n te üyük Ba h ba?! ı şey ıls ay ki i de dı ar A lp r m o ga i yd i n


Büyüğü DELİ, küçüğü DELİ... a a d şi mdi l b a gül dedi, a h u . n o i y S b u i m dedaşladı güze l y A civ a b en !!! c i v ğm ay l i l iği n atttt b o e de mda a e r İşt atı. İ i Gaz isp Se r l

Bu de l k adın de l i r i ve r c ağız n ey i r ti yo di . B ı bi l bır di b u r m u i l g e l g e bi yağ a k be n u n n e? i k ad l i rdi k Büş dıra c n i ya as lı? Eras a mı , m H ra w a Gül ğım s ! Ba k ey k u s er a n a öv adın ! Va güle l la… r


28

GİZLİ DENİLEN GİZLİ

Yazı: Emre Alettin Keskin - E-mail:alettin_keskin@hotmail.com İllüstrasyon: Emre Alettin Keskin

A

rkadaşlarca, bu örgütü gizli kurup, gizli yaşatmaya karar verdiler. Ceplerinde her daim sakız taşıyan insanlardı bunlar işin gerçeği Zaten bir süre sonra da aralarından şişmanca olanı karanlık odası olan bir evin Ter kokan divanında çirkin sayılır bir kızı etkilemek için söyleyivermişti her şeyi Kızın ilgisi yoktu şişman ve dişleri yamuk bu adama. Kız, uzun saçlının da bu işte olduğunu duyunca Meraklandı? Ne yapıyorlardı? Gizli denilen gizli mi olurdu ki giz ? Çok geçmedi. ilk önce uzun saçları olanını adamakıllı bir planla öldürdü şişman olanı. Tanıyordu onu oysa Beraber yemek yemişlerdi evinde, *Buluşmuşlardı bir kavşakta. Unutmuşlardı ayrılığı, Yok saymışlardı özlemeyi, Şarkılarına dalmışlardı. Saçlarını serbest bırak, daha yakışıklı görünüyorsun demişti ona. Beğenmişti ayakkabılarını Sayesinde veresiye altı tane roman almış. Peygamberini sevmişti sayesinde. 2 Ölünün eli çenesindeydi, Sakalı yoktu. Ölmeden önce düşündüğü doyasıya sakallar taramaktı.


İ Mİ OLURDU Kİ GİZ?


İllüstrasyon: Emre Alettin Keskin

30


Kovboy filmi seyredip, Ruhu özgürleştirme yöntemleri arardı. Gizlice yaptıkları son toplantı da Casteneda’yı arka kapaktan anlatmıştı hatırladığı kadarıyla. Masuma Baudrillard verdiydim. Dedi ölü. 3 Şişman, İlk önce elinde ki pamuğu burnuna götürmüştü onun, Ölünün burnuna kaçınca eli, “Anlamalıydım zaten bu kadar sakin olmayacağını ölünün” dedi kendine. Ardından çekti ondörtlüyü kalbine dayadı ölünün. Ve doyamayınca, bir defada dört kere daha sıkıverdi. (Bir keresin de de para verip yattığı zayıf bir kadını on dakika dört kere… Neyse.) Gözleri büyüdü önce, Sonra kanı yavaşladı. Karnından bir şeyler boğazına kadar yükseldi. Kustu, uzun saçlı ölünün üzerine Zaten poliste yaptığı bu iğreti durumdan buldu onu. Birkaç saat geçmeden Gizli birlikteki diğerleri yani Çekik gözlü, Ağzı yüzü mavi, Eğilip kendi yanaklarından öpen, Duydular cinayeti ve kusmuğu. Birkaç gün sonra da uzun kulaklı kuzu haber aldı gazeteden. O sıralar babasının bakkalını sabahları açması gerekiyordu. Toplandılar, gizlice. Zaten en başından beri gizli iş yapmak gereksizdi. Uzun kulaklı kuzu dükkândan çaldığı cikletten dağıttı herkese. Ağlaştılar. Ekip dağıldı sonra, Zaten resmen hiç kurulmamıştı. Kimse bir daha birbirini hiç hatırlamadı. Tekrar 3 Ölü not düştü toplantıdan sonra. “Orada sarılmışlar duruyorlar, yanlarından geçerken hayırlı günler dedim.” Dediler ki, “Hey Jim tam on iki yıl oldu.”


Yazı: Erdinç Yücel- E-mail: yucelerdinc@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

32

Gerekli Malzemeler:

0 Bir çift kardeş (Kız 7, erkek 5 yaşlarında) 0 Bir tencere dolusu zeytinyağlı dolma 0 Bir adet balkon (Caddeye bakmalıdır) 0 Bir adet züccaciye dükkanı (Balkonun altında olmalıdır) 0 Bir adet anne

No:4


zeytinyağlı fırlatmaca

oyunu

Oyunumuz, kardeşlerin sıcak bir yaz günü, bir tencere dolusu dolmayla birlikte balkona çıkmasıyla başlar. Dolmalar çok güzel görünse de çocuklar amaç dışı kullanımdan her zaman çılgınca zevk alan yaşam formlarıdır. Olduk olmadık her konuyu inatlaşmak için fırsat olarak gören çocuklar, kendi aralarında tartışmaya başlamalıdırlar. Tartışma konusu, dolmayı ilk kimin yemeğe başlayacağı olabilir. Kardeşlerden her ikisi de zeytinyağlı dolmadan hoşlanmadığı için, ilk lokmayı almak istememelidir. Bu tartışmada küçük olan, küçük olduğu için baskı altına alınır fakat yeryüzünde hiçbir güç bir çocuğa gerçekten yapmak istemediği bir şeyi yaptırabilecek kadar büyük bir güç değildir. Baskı altında kalan çocuk, eline aldığı dolmayı “yanlışlıkla” balkondan düşürür. Oyunun sonraki etaplarında artık “yanlışlık”lardan medet ummaları gerekmediğini anlayan çocuklar, dolmaları özgürce balkondan atmaya başlarlar. Dolmaların balkondan düşerek kaldırımda dağılmalarını

izlemenin onları yemekten daha zevkli ve eğlenceli olduğunu fark eden çocukar bütün dolmaları aşağı atmalıdır. Apartmanın altındaki dükkânın sahibini kudurtan bu oyun, annenin olayı fark ederek müdahale etmesiyle son bulur. Kardeşlerin rekabetini dışlayarak kolektif eğlence anlayışlarını geliştirmeyi amaçlayan bu oyunda; kazanan çocuklar, kaybedense büyükler olacaktır. Kaldırımı zeytinyağlı dolmalarla süsleyen çocuklara herhangi bir ceza öngörülmez. Çocukluk geçici bir akıl hastalığıdır ve yıllara yayılan bir disiplin süreciyle sağaltımı mümkündür. Atalarımız, eğitim - öğretim kurumlarını, çocukluk denilen bu iyileşebilir çılgınlığı tedavi için icat etmişlerdir. Kötü etmişlerdir. Yanlış yapmışlardır. Sağlık olsundur. Olan olmuştur bir kez... Bütün nesillerin hayatı kararmıştır ama oyun yine de devam etmektedir...

Zeytinyağlı dolma için gerekli malzemeler: 1 bardak pirinç için : 4 orta boy soğan,1 su bardağı zeytinyağı, 50 gr dolmalık fıstık, 50 gr üzüm, 1 tatlı kaşığı yenibahar, birer çay kaşığı tuz, kekik ve kuru nane, 2 su bardağı pirinç için : 1 kilo dolmalık yeşil biber ya da asma yaprağı veya 1 kilo pazının yaprağı, 3 adet kesmeşeker, 2 adet domates (dolmalık bibere kapak yapmak için) Kimse yemeyecekse zeytinyağlı dolma tarifini uzatmanın gereği olmadığı için yayınımıza kısa bir süre ara veriyoruz.


34

HERŞEYE MAYD

Yazı: Ali Ergin - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

Ne yani, aylarca toprağı çapalayarak, susuz kalmış dünyada sulamaya çalışılarak üretilen maydanozu ben bir ana dilimle üretiyorum fena mı? O yüzdendir dolabımda hiç maydanoz eksik olmaz.


DANOZ K

urt uyur. Kuş uyurken bir gece, bozuk çark teklerken şehrin sokaklarında, yelkenli bir geminin ayak sesleriyle uyandım ansızın. Kedinin kovaladığı köpeğin imdat seslerine kulağımı kapadım ve attım kendimi karanlık sokaklara. Şimdi “alakaya maydanoz” diyeceksiniz. Ne yani, aylarca toprağı çapalayarak, susuz kalmış dünyada sulamaya çalışılarak üretilen maydanozu ben bir ana dilimle üretiyorum fena mı? O yüzdendir dolabımda hiç maydanoz eksik olmaz. Her gece aynı sokakta yürürken, aynı noktada sırt üstü yerde kalmış, ayakları havada çırpınan bir hamam böceği… Düz çevirdiğimi düşünün; minnet duygusuyla peşimden ayrılmıyormuş, benimle eve gelip aynı yatakta yatıyormuş ve bir lokantada hamam böceğiyle yemek yemek… Korkuyla bağrışan kızlar ve hışımla onu ezmek için gelen bir görevliyle takışmak… Ve tabi ki kapı dışarı edilmek, kıçına tekmeyi yemek iğrenç bir durum olurdu. Tek avantajı, “hayvanla girilmez” tabelasındaki kedi köpek resmi var yani; ben “hamam böceğiyle girebilirim” de mi yasak? Yok! Eh bu hışım niye? Hemen böceği düzelterek ters istikâmete jaguar hızıyla koştum. Öyle ya, kedi köpeği bağlarsın da böceğe nasıl engel olacaksın? Tam kurtuldum derken bir sokak köşesinde yaykılarak konuşan iki sarhoş… Muhabbete tele kulak oldum… Kaşınıyorum biraz. Neyse, konuşuyorlar… - Leyla beni terk etme! - Etti işte ne olacak! - Gene de etmesin yani… Çıldırmamak elde değil ki! - Etti olum etti, diyerek çıldırdı. Diğeri gene malum bir şekilde; - Gene de etmesin… Bu muhabbet sabaha kadar çekilmez. Işınlanarak Leyla’ya gittim. Oh! Hatun uzatmış ayaklarını şekerleme yapıyor. Olan bizim iki sarhoşa oluyor tabi ki. Ve benim kulaklarıma fısıldarken gerçek aşka saygıyı ihmal etmeden, esnemekten yırtılan ağzıma boyun eğdim. Geceyle yarışmaya başladım. Yok, evden içeri girip ışıkları yakana kadar geçemedim karanlığı bu yarışta. Ve benim yenebilmem için güneş doğana kadar ışığı… Ve gözlerimi kapamamam lâzım. Düşünsenize; güneş doğana kadar koşuyormuşum. Niye? Karanlığı yenebilmek için. Tabi aptalca bir yarış olurdu… Derken, gözlerim de aynı fikirde ki, kapandılar ve yenildim yoksa bu muhabbet uzardı… Ali, okumuş olduğunuz yazısını Draje Cafe’de yazdı ve o sırada Bandista dinlemekteydi. Yazıdaki maydanoz esprisi, yazı kaleme alınmadan bir gece önce yatağına uzandığında aklına geldi. Yattığı yerde bir saat boyunca gülmekten kırılan Ali’yi neyse ki o sırada kimsecikler görmedi.


36 Obama mıdır, obua mıdır, artık neyse Amerika’ya başkan olmuş, aylardır onu konuşuyorlar. Ben şahsen sevdim çikolata gibi çocuk, sempatikte ama ben onda sinsi bir bakış gördüm inceden işler karıştırıyor gibi geldi. Amanın; yoksam! Yok artık, o kadar da değil. Dur ben bunu bir Kosso’ların gelinine sorayım.


DELİ DÜNYA D

Yazı: Engin Arınan- E-mail: enginarinan@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

ünya tırlatmış kimse farkında değil! Evet, dünya, bildiğimiz gezegen olan, elips şeklinde, 7 kıtadan oluşan, 7 katlı içinde yaşadığımız mavi şey. Kafa gitmiş ama biz sanıyoruz ki içindeki insanlar ayarsız. Yok, öyle bir şey. Bir bakın etrafınıza kaç tane aklı kaçmış kişi var. Ama bide dünyaya bakın. Durup dururken sırf eğlence olsun diye çorap örüp duruyor başımıza. Bin tane şey koyuyor önümüze işi gücü yokmuş gibi. Kendi işini yap, sakince dön dimi! Yok olmaz ille bir puştluk çıkaracak. Neymiş efendim krizmiş, Obamaymış, gripmiş. Gerçekten bunları bizim, insanların yapmış olduğuna inanabiliyor musunuz? Mümkün değil ya! Biz ki komşumuz açken tok uyuyamayız, aile ziyaretlerine gideriz, sokaklarda edebimizle yürürüz, sadakamızı veririz, günde 5 vakit namazımızı kılarız. Mazbut insanlarız hepimiz, düzgün yaşarız ama o dünya yok mu ah o dünya, ne kâfirdir o! Ahmetgilin oğlu sümüklü Latif geçen zırvalıyordu; domuz gribi diye bir şey çıkmış, salgınmış! Peh, ya şimdiye kadar salgın olmayan grip gördünüz mü Allah aşkına! Ne var bunda bu kadar büyütecek, ıhlamur yapıp içsinler bir şeycikleri kalmaz. İsmini domuz koymuşlar bide, elin gâvurları işte, düzgün işleri yok ki. Günah o, yenmez, nasıl bulaşacak ki insana. Obama mıdır, obua mıdır, artık neyse Amerika’ya başkan olmuş, aylardır onu konuşuyorlar. Ben şahsen sevdim çikolata gibi çocuk, sempatikte ama

ben onda sinsi bir bakış gördüm inceden işler karıştırıyor gibi geldi. Amanın; yoksam! Yok artık, o kadar da değil. Dur ben bunu bir Kosso’ların gelinine sorayım. Bir kriz lakırdısıdır gidiyor. Aman efendim taa Amerika’da ki para yokluğu yüzünden burada kriz yaşanıyormuş da, bilmem neymiş de. Ama bunu fırsata çevirecekmişiz de, teğet geçmişte, falanmış da filanmış. Boş laf! Madem bu kriz yeni çıktı ortaya, benim herif neden yıllardır bir iş bulamıyor? Alt mahallede ki Hacı Dursun’un kızları nasıl oluyor da 40 gün 40 gece düğün dernek yapabiliyor? Hep Dünya’nın pok yemesi bunlar. Ay’la o cenabet Venüs kafa kafaya verip aklını çeliyorlar bunun. Ama suç biraz da bizimkinde, Mars’la oturup iki tek atacağına o terbiyesizlere uyuyor. Bak gitti işte akıl makıl kalmadı, nerde garip şey onlarla uğraşıyor. Venüs demiş şuna geçen Ayşegilden duydum; bir savaş çıkar da keyfimiz yerine gelsin, sanki çengi oynatıyorlar. Plüton’a deyivericim şunun bir kulağını çeksin ama o da görünmüyor ne zamandır ortalarda. Öyle işte… Ne bakıyorsun öyle saf saf yüzüme Dünya uçmuş, Dünya kaçmış diyorum bu mal gülüyor. Allah Allah yaaaaa… Süleyman abinin üşütük eşi Şaziye Abla’nın dünya hakkındaki görüşlerini okudunuz. Sizce de söylediklerinde doğruluk payı yok mu?

E y Engin duy beni, aş dağları gel beri! N umaran türksel olsa, durmaz arardım seni! G özüm gönlüm açıldı, Şaziye abla geleli, İ nsan bir mesaj atar, nasıl unuttun beni, N eyse artık gari, gel sevelim finalleri…


38 sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem

Bu Sessizlik Nereye Kadar?

HAYRİYE GÜLLE

Haber: Reha Gözügörmez -Fotoğraf: As Parajans

KAÇIRILDI!

Hayriye Gülle, tam bir işkolikti, ofiste bir sabahlamanın ardından sol gözü işlevsiz hale gelmişti...


m sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem sıcak gündem s Uluslararası Haber Ajansı As Parajans muhabiri Hayriye Gülle 28 Mayıs 2009 akşamı saat 19.00 sularında uzaylılarca kaçırıldı. İmza attığı şok haberlerle sık sık gündemi sarsan Gülle, istiklal Caddesi’ndeki binlerce kişinin gözleri önünde kaçırldığı halde kimsenin olaya müdahale etmemesi As Parajans camiasında infiale neden oldu.

U

zaylılar Odakule Önünde Olay günü, takip etmekte oduğu bir haber için Taksim İstiklal Caddesi’ndeki Odakule önünde bulunan Hayriye Gülle, saat 19.00 sıralarında havanın aniden kararak ısındığını hissetti. Kulakları sağır edecek ölçüde şiddetli bir uğultuyla gökyüzünde beliren bir cismin kendisine yaklaştığını gören Gülle’nin yaklaşan cisim iniş yapana kadar bulunduğu yerden kıpırdayamadığı da aldığımız bilgiler arasında. Odakule önüne iniş yapan araçtan çıkan yaklaşık bir metre boyundaki uzaylılar Hayriye Gülle’ye adıyla seslenerek dost olduklarını belirttiler. Yardıma ihtiyaç duyduğunu söyleyen yabancıların tavırlarından şüphelenen Gülle’nin kaçacağını anlayan uzaylılarsa As Parajans muhabirini bir ışın topuna hapsederek kaçırmayı başardılar.

S

inop Açıklarında Uzay Üssü Kendisini kaçıran uzaylıların muntazam bir Türkçe ile konuştuklarını belirten Gülle, Taksim’den alınarak birkaç saniye içinde Sinop açıklarında bir su altı uzay üssüne götürüldüğünü anlattı. Burada uzaylı bilim adamların-

ca testlere ve sorgulamaya tabi tutulduğunu belirten ünlü gazeteci, aynı gün söz konusu uzaylılarca kaçırılmış olduğu Odakule önüne götürülerek serbest bırakıldı.

N

e istediler? Sinop açıklarındaki su altı uzay üssünde yapılan sorgulamada uzaylıların Hayriye Gülle’ye sürekli olarak Ozan Akgöz isimli bir kişi hakkında sorular sordukları öğrenildi. Ozan Akgöz isimli kişinin Sirius Galaksisi’nin güvenliğiyle ilgili çok gizli bilgilere sahip olduğu düşünülüyor. Kimliğinin gizli tutulması şartıyla As Parajansa konuşan bir NASA yetkilisiyse dünyada Ozan Akgöz isimli bir kişi yaşamadığı ve uzaylıların muhtemelen yanlış iz peşinde oldukları şeklinde bir yorumda bulunarak bu haberi büyütmenin anlamsız olduğunu iddia etti.

T

oplumsal duyarsızlık İstiklal Caddesi’ndeki binlerce kişinin gözleri önünde cereyan eden bu kaçırma olayında kimsenin Hayriye Gülle’yi kaçıran uzaylılara müdahale etmemesi de yoğun tepkilere neden oldu. As Parajans’tan konuyla ilgili olarak yapılan açıklamada bir gazetecinin Türkiye’nin en kalabalık caddesinden uluorta kaçırıldığı halde binlerce kişinin buna seyirci kalmasının büyük bir utanç kaynağı olduğu belirtildi. Serbest bırakıldıktan sonra ilgili mercilere başvuruda bulanan dünyaca ünlü gazeteci Gülle’nin bu başvurulardan herhangi bir sonuç alamadığı ve görgü tanıklarının tanıklık yapmaktan özenle kaçındıkları da alınan bilgiler arasında.

Uzaylılar tarafından tüm kaçırılanların anlattıkları ortak bir nokta var; yaratıklar ortalama 1.20 m. boyunda, iri gözlü ve gri tenli. Hepsi de yaratıkların onları almak gökyüzünden geldiklerini söylüyor. Bu garip ziyaretçiler insanları hipnotize ederek evlerinden ya da arabalarından alıyorlar. Ve daha da garibi, bu olayları yasadığını söyleyenlerin çok azı yasadıklarının gerçekliğine inanıyor.


40

DELİ’LLER

A

man dikkat” dedi annesi üç yaşında elindeki elma şekerinden daha tatlı kızına. İnatçıydı ama ayşe ısrarla elma şekerini uzatıyordu saçı sakalı birbirine karışmış adama . “Olmaz” dedi annesi çekti kolundan kızı daha hızlı. Güneşin herkesi selamladığı bir günde Ayşe de selamlamak istedi deliyi ama annesi çok çekmişti delilikten. Bu yüzden boşamıştı kocasını, alkolikti adam içmeyi severdi kadını döver, kadınlığı söverdi.

Yazı: Özer Şahin- E-mail: ozsahinn@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

Evi bir gece terk etmiş sonra boşanmış elinde işi, ellerinde ise biricik kızı kalmıştı, kendince en iyisini yapmıştı Ayşe’nin annesi. Adam ayyaştı ve bu delilikten beterdi. Bunları düşünürken bir an başını kaldırdı. Bastonu elinde seksenlerinde bir dede ve beraberindeki torunları sarmıştı delinin etrafını. Dede hiç korkmuyordu “bırak gelsin kızı” dedi Ayşe’nin annesine” bak ne güzel oynuyorlar bişey yapmaz onun deliliği kendine” Hiç duymamış gibi bu yaşlı adamın sözlerini daha da sıkı sarıldı kızına annesi “ne yapacağı belli olmaz amcacım sizde çekin çocukları” deyince. Dede gülümsedi yüzündeki çizgilerde hayat yazıyordu bilgeydi. “Ah evladım aklıllıların ne yapacaklarını biliyormusun kaç cinayet haberinde kaç trafik kazasında bir delinin ismi geçiyor, sevgisizlikten başka bir delilik yoktur koyver kızını, hiç değilse tut elini uzaktan sevsin bir deliyi” dedi. Sevgi: Bu kelime Ayşe’nin annesini etkilemeye yetti tuttu ayşenin elinden çocuklarla beraber seyretti deliyi, kızı sevinçliydi yanakları elma şekeri.


Özer Şahin: 9.5.1967 İstanbul doğumlu, Sarıyer’de yaşıyor, spor hocalığı ve sağlık işinde çalışıyor. Lise mezunu, bekâr. On dört yaşından bu yana kısa öyküler ve şiirler yazmaktadır. İlk romanı “Aşk Karnına” Dinozor Yayınları’ndan birinci baskı olarak çıktı. Yazmaya başladığından beri insanı insana anlatmaya çalışıyor. Yazmaya başlamasının sebebinin, “belki de ilkokulda 48 kişilik sınıfta, okumayı en son söken öğrenci olmasından kaynaklandığını” söylüyor. Öyle ki, öğretmen ona koca okulda takmak için bir kordela bulamamış. Sınıfta değil tüm okulda en son okumayı söken öğrenci olduğunu söyleyen ve işin kötüsü eve geldiğinde “artık okuyorum okuyorum” demesine rağmen bunu küçücük bir kordelyayla gösteremeyişi ve ailesine okuduğunu inandıramayışı onu üzmüştü. Ama sınıfta bir ay sonra yapılan okuma yarışında “dakikada 119 kelimeyle sınıf birincisi ve okul ikincisi” olmuştu. Daha sonra ikinci ve üçüncü sınıflarda küçük yazılar belki de kısa şiirler denilebilecek satırlar yazmaya başladı. Defterin arkasına okul çantasının üzerine masaya, sıraya her yere...

”Aman dikkat” dedi annesi üç yaşında elindeki elma şekerinden daha tatlı kızına. İnatçıydı ama ayşe ısrarla elma şekerini uzatıyordu saçı sakalı birbirine karışmış adama “olmaz” dedi annesi çekti kolundan kızı daha hızlı. Güneşin herkesi selamladığı bir günde Ayşe de selamlamak istedi deliyi ama annesi çok çekmişti delilikten.

Çocukluğunda unutamadığı bir anısı. “Okul bahçesindeki çitlembik ağacına şiir yazılmıştı. Çocuk zihni hayaller kuruyor o ağacın yapraklarını paraya çevimek için bir iki satır yazıyor ve sonrada ağacın dibinde okuyordu. “Koca ağacın o küçük yapraklarını paraya çevirip yere düşürmesi ve onları toplamasıyla ilgiliydi şiir. Bunu bir kaç gün ağacın altında okuduğunu ve bir gün ağacın altında on lira bulduğunu hatırlıyor.” Şahin, o gün bir mucize gerçekleştiğine inanıyor. Yazmış, okumuş ve sanki kutsanmıştı. Tanrı bir çocuğu duymuştu onu simitle, gazozla ve artan harçlıkla doyurmuştu. Kitap Açıklaması : Tiyatro sahnesinde oyun sergiliyoruz hepimiz, kuliste gerçek kişiliklerimiz... Pekala biz bunu niçin yapıyoruz? Karşımızdakine olmak istediğimiz halimizi yansıtarak, ne elde edeceğimizi sanıyoruz... İlk yağmurda üzerimizden akıp gidecek ve meydana çıkacak gerçek rengimiz. Hepimiz tanrıya inanıyor, aslında şeytanı mı seviyoruz? Peki ülkemiz insanın %80’i zor durumdayken, birbirimizin gerçeklerine niçin tahammülsüzüz. Yalandan nefret ederken, doğrudan niçin bu kadar iğreniyoruz...


42

HERHANGİ BİR SO M

Yazı: Özgür Yetkinoğlu- E-mail: ozgryet@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

oskava’nın sisli puslu bir akşamında, bodur adam elinde bir küçük silah; sanki o kötü adamlardan korunabilecekmiş gibi kavramış sakin görünmeye çalışarak yürüyordu. Ama her adım duyduğunda takip ediliyormuşcasına ürperiyor ve bir tavşan gibi tetikte bekliyordu. Kendisinin tüm tehlikeleri önceden sezebileceğine inanırdı; belki de ondandır böylesine kafa tutmaları. ”Bir şey olursa” diyordu “Ben zaten anlarım ve de kaçarım.” Ama hayat hep sandığımız gibi gitmez ya onun da sezdiği gibi gitmeyebiliyordu. Yürümekten yorulmuş yorgun argın sokağın köşesinde dinleneyim dedi ve oturdu soğuk taşa, kıçını yavaşça bırakarak. Aradan üç dakika kadar geçti. Ne gelen vardı ne giden. “Tamam” dedi “atlattım. Epeydir de bir şey duymuyorum . Seziyorum kaybettiler izimi.” O orada öyle dinlenedururken öylece kafasını yere eğmiş, bir heybetli herif belirdi önünde. Gölgesi bile onu tamamen karanlık içinde bırakmaya yetmişti. Kafasını yukarı kaldırıp adama baktı. Yüzünü göremiyordu. Elinde bir şey olduğunu fark etti. Bir heykelcikti bu. Adam nefes nefese kalmış bir şeyler anlatmak ister gibiydi. Hiçbir şey anlaşılmıyordu söylediğinden. Zaten garip bir ses tonu ürpertici nefes alışları vardı. Bir de peltekti üstüne. Böylesine yorulmuşken de artık büsbütün anlaşılmaz olmuştu dedikleri. En sonunda anlatamadığının idrakına kendisi de varmış olsa gerek elindeki heykelciği uzattı. “Al” dedi. Sesi yine boğuktu ama anlaşılmıştı dediği. Bodur adam tam elini uzatmış heykelciği nedeni belirsiz bir şekilde karşı konulmaz bir içgüdüyle alacağı sırada bir araba belirdi caddede. Mavi pahalı oduğu belli bir arabaydı. Tam önlerinde durdu. Heykelciği uzatan adam hafif telaşlandı ama donakaldı. İki esmer adam çıktı arabadan ve yürüdüler, silahlarını çıkarıp heykelcikli adamın beynine sıktılar. Binip arabaya uzaklaştılar oradan. Heykelciği de aldılar tabi. Bodur adamınsa yüzü kanlar içinde kaldı. Beynin çeşitli parçalarının da yüzüne sıçradığını hissedebiliyordu. Bodur adam tir tir titriyordu, elindeki silahı taşa koydu. Gözleri faltaşı gibi açılmıştı. Biraz önce yanında bir adam öldürülmüş paramparça olmuştu. Taştaki silaha baktı. Aldı eline silahı yürümeye başladı. Tenhadan çıkp bir benzin istasyonuna doğru yürüdü. Oraya girip elini yüzünü yıkadı. İstasyondaki genç çocuk bodur adamın gelişini görmüş olsa gerek yanına geldi.


OKAKTA BİR GÜN “İyi misiniz?” diye sordu. “İyiyim, sağolun.” Bir süre öylece durdular. Sonra bodur adam dayanamadı. İçinin huzursuzluğu engel oluyordu suskunluğuna. Tüm olanları kustu genç çocuğa bir bir anlattı. “Kim bilir ne derdi vardı o mafya kılıklı adamlarla şu kahverengi paltolu paspal herifin?” O sırada genç çocukta bir şey uyandı. Heykelcikli adamın tipini iyiden iyiye tarif etmesini istedi. Anlattı bodur adam. Dinledi genç çocuk. Hayretler içindeydi genç çocuk. Sonunda ölen adamın olduğu yere götürmesini istedi bodur adamdan. Götürdü. Baktı genç çocuk, gördü genç çocuk. Ağlamaya başladı. Tanıdı genç çocuk. Polise gittiler olanları anlatmaya. Bodur adam ne kadar korksa da kendi başının belası işlerden, peşindeki kötü adamlarla olan akıbetinden, gittiler. Anlattılar polise olanları. Polis de tanıdı ölen adamı. Genç çocuk anlatmaya koyuldu. - Kimseye zararı olmazdı. Herkes tanırdı onu. Hatta severdi de. Onun gibilerden korkulur genelde ama ondan korkmazdı kimse. Hani farklı derler ya o farklı değildi. Bizim gibiydi. Hepimiz gibi yani. Yardım bile ederdi mesela bakkal Hüseyin’in malları geldi mi taşımaya. Yalnız eşyaları alıp saklamayı. Sonra çıkarıp geri vermeyi severdi yine öyle bir şeydi heralde ama bu sefer kimden aldığını mı bilemedi nedir ben de bilemedim. Bodur adam polise döndü. “Siz de iyi tanır mıydınız onu? Mahalledeki herkes gibi bilir miydiniz?” Polis yanıtladı. - Hepimiz tanırız elbet. Orada burada gezerdi işte. - Ne oolacak peki şimdi? Polis güldü. - Ne olacakmış ki bunların hepsi böyle ölüp gider sokakta. Delü bunlar delü delü.

- Özgür ve İlknur, İzmir EGS Park’a giderler. Yürüyen merdivenden çıkarken ayağı takılan Özgür, önce duran bir kızın poposuna yapışıverir. Kız ne olduğunu anlayamayıp ters ters bakarken, İlknur gülme krizine girer. - İlknur bu maddeyi girerken Özgür, evde annesi ve Çağlarla beraber balık, bulgur pilavı ve salata yiyordu. - 3 Haziran 2009’da saat:14.00’da, Özgür’ün yönetmenlerinden olduğu “Yalancının Resmi” adlı tiyatro oyununa bütün Drajeler davetlidir, gösteri ücretsizdir…


Ruh Üşümesi

Fotoğraf: Alpay Erdem - alpyerdm@gmail.com


draje Okuması artık basit, fekat göze hâlâ faidelidir!


46

Yazı: Mark Town - E-mail: smanola@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

FARK

Yeni bir Draje konsepti belirlenirken, develer tellal ve aynı zamanda pireler berber iken, Mark, Genel Yayın Drajesi’nin soyadını hatırlamaya çalışırken, Mark’ın yanına Andy Warhol çıkagelmiştir. Mark da Erdinç’in soyadını “Varoğlu” olarak değiştirmeye yeltenmiştir. Bu gelişme üzerine Erdinç, Mark Town’un yazısını Minik Draje başlığıyla yayımlatmaya çalışmış ancak bir türlü muvaffak olamamıştır. Erdinç Mark Town diye birinin aslında var olmadığını iddia etmekte, Hayriye Gülle de ona katılmaktadır.


DÜNYANIN EN KENDİNİN KINDA BAŞLIĞI B

azı “aklının belirli bir yüzdesini başkalarınınkine göre daha verimli kullanan insanlar” (akıllı deriz bunlara) aklı başındalıklarına güvenemeyerek deli olduklarını iddia ederler ve o kadar akıllı deliler olurlar ki, bırakın başka insanların onları anlamasını, kendilerini bile anlamazlar ve bundan gurur duyarlar. Ben başka insanların benim dediklerimi anlamalarını istemememin altında yatan istekliliğin başka insanlar üzerindeki bezmişliğini kavrayacak kadar zeki olsam da başka insanlar, dediklerimin kendileri tarafından anlaşılmaması isteğimi kendi bezmişliklerinde yuvalarlar. Bu satırlardan anlayacağımız şey hiçbir şey olduğu gibi aynı zamanda yazı boyunca anlatmak istediğim herşey de olmayabilir, bazı şüphecilerin “hehe” dediği üzere. Görünümlerini, hasta insanların arasında moda olan biçimde değiştirip kendi markası haline getirenlerle bunları görüp alkışlayanlar arasındaki bağ genellikle gerizekalıyla salak arasındaki ilişkiye benzer. Bu benzerliği seyredenlerse kendi kovanlarına dönüp koskocaman bir kakofonide çizilmiş birkaç şekil olurlar. Bunu gören tanrı da onlarla ilişkiye giremediğinden ensest kavramının sınırlarını zorlar. Bu kadar bilgiye rağmen bugün dünyayı benim yarattığımı söylesem aksini nasıl kanıtlayacaksınız? Suyun şeffaf değil de şeftali renkli olduğunu, şeftalinin tatlı değil de tuzlu olduğunu, tuzun doğadan elde

edilmeyip yapay yollarla üretildiğini, üretimin aslında tüketim olduğunu söylesem aksini nasıl kanıtlayacaksınız? Kanıtlamaya çalışırkenki delillerinizin bir yansıma olmadığını nasıl kanıtlayacaksınız? Hep bir gerçek arayışı olsa da her şey imajinerdir! Bunu da kanıtlayamam. Perde kapandıktan sonra perdenin var olduğunu fark edersek binlerce yıl nasıl bir boşluğa inanç yatırımı yapmış olabileceğimizi düşündünüz mü hiç? Son derece komplike ve anlaşılması için kafa yorulması gereken cümleler ya yazarın kendine olan güven azlığından ya da ilgi çekmeye çalışmasından doğar. Amaç, yazılan yazıda bir şeyler anlatmak, okuyana bir takım düşünceleri aşılamaya çalışmaksa bunu köstekleyecek ilk şey de karmaşık cümle yapısıdır. Tabi kişinin amacı sayfasını deneme tahtası gibi kullanmaksa olayın boyutu değişir. Bir saniyeye sığdırabildiği nota sayısı kadar iyi olduğunu düşünen müzisyenlerin “hatası” ve “marifeti” de burdadır bence; birini eleştirmek onun yaptığı yalnışı düzeltmek içindir ama burada kaçırılan bir nokta var o da ortada bir doğru ya da yalnış olmadığıdır. Yapılan şey sanatsa bunun sermayesi duygular-arzulardır ve bunların eleştirmenliği de yalnızca sermayedara aittir.


48

SERİN BİR AKŞAMÜSTÜ

Yazı: Birkan Can Evirgen- E-mail: birkance@gmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

B

ir karşımda duran koskoca umumi saate baktım bir de elimdeki buluşma saatimizin yazıldığı kâğıda. Yanılıyor olamam, ikisi de aynı saati söylüyor, saat dört buçuk. Fakat kâğıdın söylediği bir yalan varsa o da onun şu içinde bulunduğumuz dakikalarda burada olacağı. “Tam heykelin yanında saat dört buçukta” diyor kâğıt bana. Ama yanımda duran iri kıyım amca aynını söylemiyor ne yazık ki. “Gelmez” diyor bana “ne zaman geldi sanki?” Siz boş verin ona dostum, sürekli sızlanmaktan başka bir şey yapmaz zaten bu eli ayağı fazla gelişmiş beyaz renkli amca. Ne zaman sevdiğimi beklesem, böyle üzerine vazife olmadan bana ahkâm keser. Yok unutmam gerekirmiş artık, yok beni terk etmiş o falan. Dönüp ters ters bakıyorum ona, her zamanki gibi. O da düşünceli zaten gülüp geçiyor bana. Geçiyor dediysem sanmayın işine gücüne bakıyor, sade bütün gün dalga geçer burada. Gelene gidene laf atar, meymenetsiz suratıyla etrafına sevimsiz bir hava yayar. Ben ne diyorum ama ona, senin yok mu çoluğun çocuğun, var git onlarla eğleş. Ne istersin burada, işine gücüne koşturan sabilerden? Sıkıldım biraz, kaç dakikadır bekliyorum onu. Ah bir gelse, baksam gözlerine söyle bir, özledim desem. Hem o zaman belki barışırız bile yanımdaki amcayla, bakarsın kaldırırım onu o üzerinden kalkmadığı taştan. Hava da soğukmuş biraz, hırkam beni korur fakat bu moruk nasıl donmuyor.

“Taş çeker amca! Kalsana oradan be!” Hiç dinler mi huysuz. Bir gün tersime gelecek, gidip Mazhar Amca’ya söyleyeceğim kerkenezi. O zaman gününü görür işte. Mazhar kim mi? O hoo ho, cihan tanır Mazhar Amcamı, okumuş adam kendisi, bir de bir şey diyorlardı ama neydi hiç hatırlamam. Ama şimdiye kadar bir şey yazıp, okuduğunu bilmem. Üzerinde pardösü, gözünde gözlük birilerini bekler o da. O yüzden pek kanım ısınır kendisine, kader yoldaşı sayılırız sonuçta. Tam bir saat oldu beklemeye başlayalı, yine kimsecikler yok. Hafif ürperti de geldi üstüme. Eli kulağındadır gelir şimdi o cadı. Ama siz onu da boşverin be, ne uğraşacağım elin delisiyle. Varsın belasını başkasından bulsun, hiç ilişmem ona. Ceza meza diyor sonra, ben çekiyorum acısını. Oh, siz de mi buradasınız saksağan bey, ne zamandır yoktunuz. Nasıl yavrularınız, sağlıklı mı? Aman iyi, siz mutlu olun bari. Hanımınız nerelerdeler? Tabi ya, nasıl düşünmem yavrulara kim bakıyor desenize. Ne? Geliyor mu? Bak sen yahu, daha sevdiceğim gelmeden yine damladı cadı. “Ne istiyorsun yine? Hayır, gelmeyeceğim daha!” Biraz debelendim ve yine çekiştiriyor kollarımdan. İstemiyorum hâlbuki o soğuk koğuşu tatsız ilaçları. O Düşünen Adam da kına yaksın bir yerlerine, haklı çıktı bir sefer daha! Bari Mazhar Osman’a bir allahaısmarladık diyebilseydim. Neyse, yarın yine aynı yerde olacağım aynı zamanda, bu sefer kesin gelecek sevgilim!

İlknur: Ben feribota binince genelde kıvırcık kafalı bir maymun gelir aklıma. Başımın derisini okşar ve benimle denize atlamaca oyunu oynar. Bu tip maymunlar genelde kızlar tarafından öpülmek istenen türdendir ve çok sıkıldıklarında belebbilihobarey diye bir ses çıkarttıkları gözlenmektedir. Bu maymunu tanıyor musunuz acaba? Can: Üç gün önce bizim okulun bahçesindeki en büyük ağaçta gördüm! Kısa kollu bir kazak giymişti ve kızların ayakkabılarına tükürüyordu.


Ü “Tam heykelin yanında saat dört buçukta” diyor kâğıt bana. Ama yanımda duran iri kıyım amca aynını söylemiyor ne yazık ki. “Gelmez” diyor bana “ne zaman geldi sanki?”. Siz boş verin ona dostum, sürekli sızlanmaktan başka bir şey yapmaz zaten bu eli ayağı fazla gelişmiş beyaz renkli amca. Ne zaman sevdiğimi beklesem, böyle üzerine vazife olmadan bana ahkâm keser.


50

PORTAKALLAR

Yazı: Nazlı Karabıyıkoğlu- E-mail: nazlikarabiyikoglu@gmail.com Vinyet: Cem Güventürk

K

üvetin içinde sırtımı döndüm ona. Şampuanlı ellerini saçlarımdan çekerek, duşu kafama tuttu. Ayak parmaklarımın arasından akıp giden kabarcıkları izledim, parmaklarımı yukarı aşağı oynatarak. “Daha iyi misin?” Hayır efendim, daha iyi falan değilim. Çünkü az sonra havluyu sıyırıp kıyafetlerime uzandığım anda kalkışacağın şeyi biliyorum ve şimdi bununla uğraşmak istemiyorum. Havluya iyice sarınarak odaya yürüdüm. Yatağa oturdum. Az ötedeki masada yanmakta olan mumlara baktım. Ne romantik! Yere uzanarak, içinden sigaralar saçılmış pakete uzanıp, içinde kalan üç sigaradan birini yaktım. Bacak bacak üstüne atarak, dirseğimi üstteki bacağımın üzerine koydum ve sigaralı elimi öne doğru sallayarak: “Peki, şimdi ne olacak?” diye sordum. “Ne, ne olacak?” Pekala. Gardımı almalıyım. Soruya soruyla cevap veren bir adam var karşımda, sesinin tonuna kattığı umursamazlıkla, az önce yaşananları yaşanmamış sayıyor. Üstelik havlunun kapatmadığı yerlerimde gezinen gözleri kısa kes dercesine fırıldak gibi dönüyor. “Susadım. Kadehimi doldur önce.” Portakalları kabuklarıyla dilimledikten sonra, etli kısmına dişlerimi geçirip kabuğa kadar emdiğim günlerden kalma bir hayaldi. Portakalın kabuğuna ulaşınca iyiden iyiye yanardı diş etlerim. Yine de çıkarmazdım kabuğu dişlerimin üzerinden. Dudaklarımı kapatıp, güya etrafımdan gelip geçeni portakaldan turuncu canavar dişlerimle korkuturdum. Ama yanardı diş etlerim. Acırdı. Ayağa kalkarak havluyu yavaşça sıyırdım üzerimden. Odanın diğer köşesinden yutkunduğunu duyar gibi oldum. Işığı sağ yanıma alarak ayakta dikildim, böylece sırtımdaki ışık oyunlarını doyasıya izleyebilecekti. “Çiğdem kızmayacak mı sana? Kızacak. Üstelik bütün bunları bir kadının yaptığını anlayacak.” Elimle yerlere saçılmış şeyleri göstererek devam et-

tim, “Bütün bu pahalı ve değerli şeyleri kaybetmenin yanında, üstüne bir de aldatıldığını öğrenmek pek iç açıcı olmasa gerek.” Sırtımdaki ışık oynaşmaları onu harekete geçirmişti. Yanıma gelerek omzumdan öptü. “Hepsini yerine koyarız. Ne önemi var. Hallederiz,” diye mırıldanırken, tam tahmin ettiğim gibi ellerini lanet olası etimde dolaştırmaya başlamıştı. Zaman zaman üzerinde sineklerin pike yaptığı etim. Bazen, köstebeklerin dar ve ince tüneller açtığı, beni utandıran tenim. Her sıkışımda parmaklarım arasında gevşeyen, kah hamile, kah âşık, kah cesur... Portakal çiçeklerini saçına takanınız oldu mu hiç? Az önce bu odadaki beni görmeliydiniz. Az önce kırlangıçların beynimde hiç durmadan pike yapışlarını seyretmeliydiniz. Az önce... Tırnaklarımla gözlerimi akıtacaktım. Çiğdem’in evde olmadığı sıradan bir akşamüstü. Karısının yokluğundan istifade birkaç güzel saat geçirecek olan saçı uzun, gözleri bozuk bir adam. Adamın karısını sevmediğine inanan, ayak parmakları simetrik, el parmakları asimetrik olan ben. Bazen dudaklarınızın arasından çıkan sıradan sorular, sivrisinek vızıltılarına benzer. Soruyu yönelttiğiniz kişi cevap vermek istemiyorsa ya da kaçıyorsa, önce duymazlığa verir sorunuzu, sonra bir kıpırdanır, rahatsız olur, daha sonraysa sorunuz uykularını kaçıracak denli tahammül edilmez bir hal alır. Cevap vermekten kaçınanlar, başlarının altından çektikleri yastıkla sizi çat diye duvara yapıştırabilirler. Cem.../Efendim?/Beni seviyor musun?/.../Seviyor musun?/Sen hiç sormazdın bu soruyu hani. Sormamakla da övünürdün./Duymalıyım. Şimdi. Hemen./ Seviyorum./Ne kadar?/Ne ne kadar?/Ne kadar seviyorsun?/Çok./Ne kadar çok?/Çok işte./Ama ne kadar çok çok ?/Of Selin! Ne biçim sorular bunlar. Çocuk gibisin./.../… ! Portakal istedi canım, gidip alır mısın bana?/Selin,


ne güzel uzanmışız şurada. Kaldırma beni şimdi./Hadi Cem. Gidip alıver. Çok istedi canım./Peki, peki. Dönünce intikamımı alırım ama. Yatak odalarının kapısını araladım. Gardrobu açtım. Vamp elbiseler. Jartiyerler. Çoraplar. İnce topuklu ayakkabılar. Parıldayan çantalar. Birer birer aldım elime hepsini. Evirdim çevirdim. Dolabın zemininde bir kâğıt parçası çekti dikkatimi. Aldım okudum. Bir hafta öncenin tarihini taşıyan bir mektup. Cem’den Çiğdem’e. Karısına mektup yazan adamlar kaldı mı canım? Ağır edebiyat karışmış ucuz satırlarına. Sanki yazarımız Kafka, karşısındaki de Milena! Bir dakika! Gözbebeklerim gözümün ardına yuvarlandı galiba. Çiğdem’in jartiyerlerini giymek istedim bir anda ve o parıldayan iç gıcıklayıcı elbiselerinden birini. Paris’in ucuz barlarından birinde Henry Tolouse’a bacağını kaldırıp donunu gösteren Cancan’cı kızlardan biri olmak istedim. Nitekim, oldum da. Portakalı dikkatlice soydum. Zedelemeden. İtinayla ibaş ucuma koydum. Mis gibi portakal koktu oda. Ama ben bir yalan uyduramadım. Etajerin üzerindeki beş şişe parfümün beşini de duvara çarpıp kırdıktan ve kırıkların üzerinde farkına varmadan yürüdükten, kırmızı saten bir elbiseyi üzerime geçirip kıçıma kadar yırtıp kendimce bir yırtmaç uydurduktan, jartiyeri takıp çorapları dizlerim üzerine kadar çekip kaçırdıktan, kanlı ayaklarımla en iyi kalite yer halılarını kirlettikten sonra. Müzik setine Beethoven’in delilik senfonilerinden birini koyup sesini sonuna dek açtıktan, şişedeki şarabı son yudumuna dek kafama diktikten ve genzim yandıktan, tuvalet aynasının önündeki pudrayı yüzüme sıvayıp rujları dudaklarıma ve ipek perdelere sürdükten, rimellerle kollarıma siyah izler çıkarıp aynaya gülümsedikten sonra. Dolabın içine girip kapağını kapayıp karanlıkta iki büklüm kendi

nefesimi dinleyip sutyenimin içine terliklerden kopardığım ponponları tıktıktan, akan burnumu koluma silip bir inek gibi böğürdükten, kanaviçe işli yatak örtüsünü omuzlarıma alıp kendimi bir prenses zannettikten ve kendi eksenim etrafında birkaç tur atıp yere yığıldıktan, hiçbir şey olmamış gibi kalkıp Cancan dansı yapmaya başladıktan sonra. Hani beni daha çok seviyordun, hani ben hem doğunun hem batının, hem kuzeyin hem güneyin prensesiydim, hani bana hani bana diye bağırdıktan hemen sonra. Burnuma bir koku çarptı. Portakal kokusu. Kapıda, elinde bir file portakalla dikilen Cem’in oyuklarına kaçmış gözleri “doğru banyoya küçükhanım!” dedi. “Peki, şimdi ne olacak?” diye yineledim sorumu kadehimi boşalttıktan sonra. Bir iç çekip uzaklaştı benden. Halledeceğim./Nasıl halledeceksin?/Temizleyeceğim ortalığı./Ya kıyafetler, makyaj malzemeleri, halı?/Halledeceğim. Babamın soyduğu portakal kabuklarını toplar, onlara saçımdan çıkardığım tel tokayla göz ağız burun yapardım. Nedense bütün portakaladamlarım korkunç görünürdü, her an çığlık atmaya hazır deli suratlarla bakarlardı bana. Ürkerdim. Portakal adamları üst üste koyar yerdim. Gözlerimden yaşlar aka aka, acılığına katlanarak çiğneyip yutardım portakaladamları. Deli misin kızım? demişti annem bir keresinde. Bilmiyordum o zamanlar. Annemin sorusunun cevabını portakallara sordum o gün. Ağırbaşlıydılar. Yavaş yavaş başlarını evet manasında salladılar. Bozuldum portakallara. deli miyim ben! Aşk olsun. Acımadım bu sefer. Kabuklarını dahi soymadan bütün bütün yuttum portakalları. Duma duma dum. Kırmızı mum.

Kaçırılan Hayriye Gülle, ne zaman Nicolas Cage’in Wild at Heart filmini izlese, Nazlı’yı küçükken bir delinin kaçırmış olabileceği ihtimali üzerinde düşünür durur. Bunun yanında Nazlı böyle bir vakayı, küçücük bir çocukken atlatmıştı. Hayriye Gülle şu an çok uzaklardayken Nazlı da, en sevdiği kitabı Betty Blue üzerine düşünüyordu…


52

DELİLİĞİN İÇSEL ANALİZİ Çelimsiz, pek çelimsiz, hacimsiz! Kol dedikleri yanlarında sallanan iki işlevsiz uzuv! Ve inanın bana, isterseniz kolayca kırabilirsiniz tüm kemiklerini!

D Yazı: Çılga Doğukanlı- E-mail: cilgadogukanli@gmail.com

eliliğin hiçsel analizi yapılabilseydi, bir tek X payına düşeni alırdı.

Varlığını sadece aklıyla sürdürüyordu. Ne duymak, ne görmek, ne işitmek çişinin sesini! En ufak bir hareket, narin kemiklerini kırabilirdi! Ama şanslıdı X, uyumaya çalışırken kol saatinin tiktaklarını duymak zorunda değildi. Her tiktakta ölüm korkusu, can sıkıntısı bir yanda; ne ironik! 7! uğursuz 7! bir çocuk farketmişti neden 7’den tiksindiğini. pastel boya kokusu, neşeli gökkuşağında her 7 yeşil, her yeşil kusmuktu, alkole dayandığı ergenlik çağlarında. Başka bir 7’de X kaybetmişti tüm algılarını -ne şans-, bu sayede kendi gerçekliğinin kapılarına dayandı. Çelimsiz, pek çelimsiz, hacimsiz! Kol dedikleri yanlarında sallanan iki işlevsiz uzuv! Ve inanın bana, isterseniz kolayca kırabilirsiniz tüm kemiklerini!

Oysa... Oysa X bildiğinizden fazlası. Başka evren bilmezbilse de hatırlamaz, hatırlasa da başkalarına bildiremez- kendi dünyasının tanrısı! O ki devrilemez bir ilah, korkusuz, ölümsüz... Asla bilmeyecek ne zaman gelecek ömrünün sonbaharı... Ve X ki güçlü bir tanrı. Beğenmediği eserini düzeltmeye çalışmaksızın yıkacak kadar küstah. Ve -ne şans!- onun birkaç dakikasını aldı, hükmünü sonlandırmak kendi yüce hiçliği üzerinde. Ne dünya bıraktı bize ki yaşasak -doyulmaz yaşamaya!-, ne de esaretten bitap bir köle... Sadece çürümüş bedeni. Kaybedilen bir tanrıydı o, masumiyetti, güzellik, saflık daha adını duymakla kaldığımız ne değerler! Belki vardı, belki yoktu. Zaten varsa bile bilemezdim. Bilsem bile bildiremezdim.

Çılga üç sayıdır yazısıyla birlikte kullanılacak görseli de kendisi hazırlama sözü verdiği halde ısrarla yan çiziyor. Çevresinde ucube, garip, tuhaf, uyumsuz... vb vb bir insan olarak tanınan Çılga, bu yazıyı yazarken ne dinlediğini özenle saklamaktadır. Draje Dergi ekibi olarak Çılga’nın gizli gizli İsmail YK dinliyor olduğundan şüphelenmekteyiz.


Shining

FotoÄ&#x;raf: Utku Atalay - dramod.deviantart.com


54

İLHAMİ

İ

lham perimin adı İlhami. İlhami biraz farklı bir peridir ve ayrıca da delidir. İnsanın deli bir ilham perisi olabilir mi diyebilirsiniz ama size diyaloglarımızdan örnek verince durumu anlayacaksınız. İşte aramızda geçen konuşmalardan bir kesit:

Yazı: Ece Dericioğlu- E-mail: ece-yc@hotmail.com - İllüstrasyon: Birkan Can Evirgen

İlhami: Ben geldimmm!!! Ben: Olamaz! Neden bu saatte İlhami? Neden? İlhami: Ee ancak geliyorum. Bak giderim şimdi. Bence kaçırma söyleyeceklerimi. Yeni fikirlerim var. Ben: Valla gündüz bekledim o kadar gelirsin diye.. Şimdi artık uyku moduna girdim kalkıp kalem kağıt arayamam. Sen ne söyleyecekceksen söyle aklımda kaldığı kadarını yazarım sabah. İlhami: Yok öyle olmaz. Sonra yarısında uyuyakalıyorsun. Kötü hissediyorum kendimi. Ben: Git o zaman İlhami. Ciddiyim çok yorgunum adam gibi bi saatte gel. Akşam üstleri boş oluyorum. Buyur o saatte gel. İlhami: Eh peki madem sen bilirsin. Ben: Ha bu arada unutmadan söyleyeyim. Şu draje dergi var ya bi dahaki ayın konusu ‘deli’ olacak. Aklına gelen fikir varsa söyle ya da üzerinde düşün işte.

İlhami: Düşünürüz bakalım. Tamam o zaman uçtum ben. Bye. Birkaç gece sonra yine gecenin bir yarısı! İlhami: Ben geldimmm!!! Ben: Zaten başka bi saatte gelsen şaşırdım. Bak sen! Pijamalarını da giymiş. Madem uyuyacaktın niye sabah gelmiyorsun? İlhami: Gıcıklık olsun diye... Ben: Buldun mu bişiler bari verdiğim konuyla ilgili? Bulduysan kalkıp kağıt falan alayım. İlhami: Hee buldum ama bu sefer öyle öykü möykü diil. Söylediklerimi yanlış yazıyorsun zaten rezil ediyorsun beni. Bu sefer başka bir şey buldum. Ben: Geceyarısı gelip söylersen sabaha ancak o kadarı kalıyor aklımda... Ne buldun bakalım? İlhami:Beni yaz. Ben: Süpersin İlhami. Senden iyi konu çıkar bak bu konuştuklarımı yazsam olur işte. ‘Deli peri İlhami’ nasıl ama? İlhami: Ay bi de kendi bulmuş gibi sormuyor mu sinir oluyorum. Hadi ben uçtum yine. İyi geceler... Ben: Peki İlhami, sana da iyi geceler...

Ece bir deli görse, kaçıp ilgisini daha da çok çekmez; etraftaki insanların arkasına sığınır, kamufle olmaya çalışır. Şayet, bir deli Ece’yi görüp kaçarsa, Ece üzülür ve o deli ile röportaj yapmayı çok istediğini söyler durur. Ece’nin hem bir deli hem bir Ece olduğunu düşünürsek, bu işi çıkmaza sürüklemek daha da mümkün olabilir. İhsan Oktay Anar, seni seviyoruz…



56

Yazı: Havanik- E-mail: havanik@hotmail.com

DELİ PERDE

A

merikan sinemasının bence en temel amacı, soyut kavramları somutlaştırmasıdır. Örneğin bir otistik abiye, sen otistiksin yerine “Vay be baba, tıpkı rain-man” sin demek ve böylece, hem kendinin hem de diğer insanların vakayı daha kolay algılamasını sağlamak. Dünya kamuoyunu baştan yaratabilen Hollywood sayesinde, Nicholas Cage’in son filmi Kehanet ile birlikte uzaylılara bakışımız tekrar değişti ve çocuğumuzu gözü kapalı teslim edecek bir noktaya gelmiş olduk. 20. yüzyılla yabancılaşan ve yalnızlaşan bizlerin hayatına giren psikoloji ve psikiyatri gibi meslek

dallarıyla birlikte Hollywood’un da bu lobiyi destekleyen filmlere yönelmesi beklenen bir olaydı. Akıl hastanesi konulu filmler, rolde delice, ama repliklerinde kullandıkları bizden normal laflar sayesinde, deli doktorlarının itibarını artırdı. Kullandığımız anti-depresan ilaçlar, pazarda son derece popüler bir hale geldi. Macar yönetmen Milos Forman tarafından beyaz perdeye uyarlanan Guguk Kuşu ve Amadeus filmlerindeki akıl hastaneleri ve akıl hastaları toplumlarda bir şekilde rol model oldu. Ünlü besteci Salieri (bence Mozart’a beş basar) hak ettiği üne yüzyıllar sonra kavuştu. İşin ilginç yanı, delilere bakış açımız değişti, korkmak yerine delisever bir hale geldik. Roman uyarlamalarında


bir deha olan Forman’ın Guguk Kuşu’nda sistem bir güzel sorgulanmış ve hepimizin soluğu bir gün orada alabileceğimiz gerçeği bilinçaltımıza kazınmıştır. Tabii orada intihar etme fikrini de bize aşılayan Amadeus filmindeki Salieri’dir.

“Anayurt Oteli’nin katibi Zebercet” ifadesiyle başlayan ve en iyi 10 Türk filminden biri sayılan Ömer Kavur’un Anayurt Oteli, sayıca az olan akıl hastası ana karakter filmlerine en iyi örnektir. Türk sinemasında bu tür psikolojik filmlere pek rastlanmaz, çünkü bizim için delilik mahallenin ya da köyün delisi tarzındadır. Akıl hastalığını sorgulamaktan ziyade, gülebildiğimiz deliyi severiz biz, Vizontele’deki Deli Emin gibi.

Guguk kuşu kült bir film olarak tarihe geçse de, bu tür filmlerdeki gelenek bozulmamış ve Jack Nicholson dışındaki hiçbir oyuncu hak ettiği noktaya gelmemiştir. Christopher Llyod, geleceğe dönüşlerle üç-beş kuruş kazanıp ancak dünyalığını yapabilmiştir. Danny De Vito ise, eh işte. Belki de en büyük şansı, kolejde Michael Douglas’ın oda arkadaşı olmasıdır. Guguk Kuşu’nun beyaz perdedeki hakları baba Kirk Douglas’ta, filmin yapımcısıyla oğul Michael’dadır. Hatta bir rivayete göre, yaşı tutsa McMurphy rolünü Kirk Douglas kendisi için düşünüyormuş. Ama rolü kapan Jack Nicholson, deli bakışları sayesinde bu alanda çok fazla ekmek yemiş, The Shining’teki deliren yazar misali, akıl hastanesine bağlı olmadığını gerekirse bir otelde de delirebileceğinin örneğini başarıyla vermiştir. Bizim kuşağın ilk tanıdığı delili film Yağmur Adam’dı, çocukken hepimiz, rain man taklidi yapardık. Ama hiç birimiz kâğıt saymayı beceremedik. Sonra sonra delilikle dahilik arasındaki ince çizgi empoze edilmeye başlandı, örneğin kuzuların sessizliği. Ruh hastalıkları çoğaldıkça, bunları bize tanıtan ve “ulan ben de böyle miyim acaba?” dedirten filmler vizyona girmeye başladı, aklıma gelen son örneklerden biri de Secret Window. Türk sineması da delilere kayıtsız kalmamıştır. Ancak, Türkiye’de yapılan filmlere baktığımız zaman, akıl hastaneli deli filmine görece az rastlanır, bunun nedeni, belki de hastanelerin burada zihinsel tedavi amaçlı olmaktan çok beden tamiratı amaçlı kullanılmasıdır. Gene de 1986 yapımı Ömer Kavur’un Anayurt Oteli’ndeki Zebercet, bir şizofrenin portresine yer verirken, Kemal Sunal’ın Deli Deli Küpeli tarzı filmleriyle Yeşilçam da bu konuya değinmiştir. Bu ayki yazımın sonuna gelirken beyazperdedeki son dönem en popüler delimiz olan Deli Emin’i, Anadolu köy delisiyle James Bond’un teknolojik danışmanı Q’nun kombinasyonu olan mümtaz genci de unutmamak gerek.

Bu yazı yazılırken yaşananlar: Dedektif Biraderler dizisinin televizyonda oynaması, Su gibi programına Amerika’dan katılan bir kişi, kumandayı bulamama sonucunda Fox’a saplanıp kalmak… Cuma günü, düğün günüymüş programda, Zonguldaklı Fadime’ye inşaat boyacısı Ayhan Bey geldi, Fadime elektrik alamadı ve salladı Ayhan’ı. Kumanda hâlâ kayıp.


58 sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı ş

JOHN FORBES NASH – M

Derleyen: İlknur Seda Bendeş- E-mail: bendesilknur@gmail.com

Bu sayıda, Deli bir bilim adamı bulmanın, benim için gerek yakıştırmak veya bir bilim adamını “deli” olarak anmanın s tarafından şizofren olduğu bilinen bir bilim adamının, John F hazırladım sizler için. D

Oyun Teorisi Nasıl Doğdu? İnsan davranışlarının oyunlar yoluyla açıklanabileceği fikrini ilk düşünen Macaristan doğumlu büyük matematikçi John Von Neumann oldu. Onun 1928’te yazdığı bir makale yolu açtı. Sonra 1944’te Oskar Morgenstern ile John Von Neumann’ın birlikte yazdıkları ‘Oyunlar Teorisi ve Ekonomik Davranış’ kitabı çıktı. Kitapla birlikte konu çok kısa zamanda üniversitelere ders olarak da girdi. Artık özellikle matematik bölümlerinde ‘Oyunlar Teorisi’ dersleri açılmıştı. Ancak Von Neumann ile Morgenstern’in kitabının üçte biri toplamı sıfır olan iki kişilik oyunlarla ilgiliydi. İkiden fazla oyuncusu olan oyunlarla ilgili bölüm yine kitapta geniş yer tutuyordu ama tamamlanmamıştı ve bu çeşit oyunlar için bir çözüm olduğu kanıtlanmamıştı. Kitabın son 80 sayfası ise toplamı sıfır olmayan oyunlara ayrılmıştı ve Von Neumann bu çeşit oyunları da aslında bir anlamda toplamı sıfır oyunlara çevirmeyi deniyordu. Toplamı “Sıfır” Olan Oyunlar Ne Demek? Oyuna katılanlardan bir tarafın kaybı, öteki tarafın kazancına eşit. Bunun en basit örneği futbol. Sizin takım 1–0 galipse, öteki takım da 1–0 mağlup demektir. Lig puan cetveli tablosunda atılan ve yenen golleri toplarsanız birbirine eşit çıkarlar. Bu çeşit oyunlar mutlak bir zafer ya da mutlak

bir yenilgi yarattığı için ‘oyun’ kavramının özünü oluştururlar belki ama gündelik hayatta, özellikle de insan ilişkilerinde ve ekonomide bu oyunlara pek az rastlanır. (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 29.07.2001 tarihli yazısı) Genel olarak oyunları toplamı sıfır olan oyunlar ve toplamı sıfır olmayan oyunlar diye ikiye ayırmak mümkün. Örneğin futbol, toplamı sıfır olan bir oyun. Bir takım diğerini 1-0 yendiğinde, diğer takım da 0-1 yenilmiş oluyor. Yenilgi ile yenginin toplamı sıfır. Benzer biçimde poker de toplamı sıfır olan bir oyun. Oyuna giren para miktarının toplamı, kazanan ve kaybeden oyuncuların önündeki para miktarının toplamına eşit, yani sonuç sıfır. Von Neumann’ın 1928’deki makalesi ve daha sonra Norveçli iktisatçı Morgensten’le birlikte 1943’te yayımladıkları kitap, toplamı sıfır olan oyunlar meselesini büyük ölçüde çözüyor ama toplamı sıfır olmayan oyunları çözmüyordu. Bugün bildiğimiz anlamıyla oyun teorisi, aslında iki teoreme dayanır. Bunlar, Von Neumann’ın 1928 tarihli minimum-maksimum teoremi ile Nash’e Nobel kazandıran 1950 tarihli denge teoremi. Nash, oyuncuların kendi aralarında işbirliği yaptıkları ve yapmadıkları oyunlar arasına ciddi bir mesafe koyar. Von Neumann’ın teoreminin gerçek hayatla pek bir ilgisi yoktur. Oysa Nash’in teoremi, tamamen gerçek hayatı izaha yöneliktir. Bu sayede Nash’in teoremi siyasetten ekonomiye, biyolojiden başka alanlara kadar pek çok yerde uygulamaya girdi. (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 09.03.2002 tarihli yazısı) Tutuklunun Açmazı (Mahkûm Teoremi) (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 05.08.2001 tarihli yazısı) Oyunlar Teorisi, esas olarak iki teorem üstüne kurulu. Bunlardan birincisini, yani min-max teoremi adıyla bilinen teoremi, geçen yüzyılın bir başka önemli matematikçisi John Von Neuman geliştirdi. İkincisi ve çok daha önemlisini ise Nash geliştirdi. Buna da ‘Nash Dengesi’ deniyor. Nash dengesiyle ilgili teorem hemen dönemin en iyi beyinleri tarafından test edildi. Bu testlerden biri için geliştirilen ‘oyun’lardan birinin adı ‘Tutuklunun Açmazı’ydı. Bu oyunu, Nash’in doktora hocası Al Tucker icat etmişti. Oyun şöyleydi: Aynı suçtan ötürü iki kişi tutuklanır ve ayrı ayrı odalarda sorgulanır. Her tutukluya üç seçenek verilir: 1 İtiraf etmek 2 Ötekini suçlamak 3 Sessiz kalmak Tutuklu açısından en iyi seçenek itiraf etmektir. Eğer


şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıcı şeyler sıkıc

MAHKUMLAR AÇMAZI

kten zor olduğunu söylemeliyim. Deliliği bir bilim adamına sakıncalı ve yersiz olduğu kanısındayım. Bu yüzden, herkes Forbes Nash’in Mahkûmlar Açmazı’ndan oluşan bir derleme Deli’sine iyi okumalar… öteki tutuklu da itiraf ederse, en azından çok ağır bir ceza almaktan kurtulacaktır, yok öteki sessiz kalırsa yegâne tanık olarak cezadan da kurtulabilecektir. Yani, itiraf ‘baskın strateji’dir. Ama işe bakın ki, eğer birlikte olsalar, ya da işbirliği yapabilseler, her iki tutuklu da kendi iyilikleri için sessiz kalacaktı. Yani, işbirliksiz (non-cooperative) oyundaki baskın (dominant) strateji ile işbirlikli oyundaki baskın strateji birbirinden epey farklıydı. ‘Tutuklunun açmazı’ oyunu, Nash’in denge kavramıyla çelişiyordu. Çünkü Nash, her oyuncunun kendi en iyi stratejisini izleyeceğini, çünkü öteki oyuncuların da öyle yapacağını varsayar. Oysa oyun bunun illa ki böyle olmayacağını gösteriyordu. Sovyetler Birliği ile Amerika arasında o zamanlar en hızlı zamanlarını yaşayan silahlanma yarışı, ‘Tutuklunun açmazı’na gösterilebilecek en iyi örnek aslında. İki ulus da, eğer işbirliği yapsalar ve yarışı bıraksalar kendileri için çok daha iyi olacaktı. Ama her ikisi için de baskın strateji sonuna kadar silahlanmaktı. Evet, Oyunlar Teorisi, sadece ekonomide değil, pek çok alanda kullanılacaktı. İkinci Dünya Savaşı, tarihte bilim adamlarının en çok doğrudan katkıda bulunduğu savaştı. Sadece matematikçilerin ve fizikçilerin değil bütün bilim dallarının katkısı gerekti savaşı kazanmaya. Bilim savaşın sonucunu değiştirdiği gibi savaş da bilimin kaderini ve ilerlemesini değiştirip yönlendirdi. O yılların mantığını da iyi anlamak gerekir. Matematik her şeydir, her sorunun cevabıdır o yılların inancında. Yeterince iyi hesaplarsanız, her şeyi matematiksel olarak izah edebilirsiniz yani. Oyunlar Teorisi’nin Nash tarafından 1950’lerin başlarında tamamlanmasıyla birlikte bu son inanç iyice yerleşti. Oyunlar Teorisi, askeri konulardan sosyal bilimlere, ekonomiden biyolojiye kadar pek çok alanda uygulandı. Nash, teorisinin bir bölümünü yaz aylarında çalıştığı RAND şirketinde tamamladı. RAND, Amerikan ordusunun bilimsel araştırma ihtiyacını karşılamak üzere silah üreticileri tarafından kurdurulmuş bir bilim şirketiydi. O yılların atmosferi, RAND’in hâlâ kendini koruyan gücü ve ilişkileri, Nash’in ve diğer matematikçilerin katkıları sadece bilim dünyasını değil edebiyat ve sinemayı da etkiledi. Nash Dengesi Poker tarzı oyunlardaki kısır bir döngü gibi uzayıp giden fikir yürütme biçimini Nash bir döngü olmaktan çıkartıp bir kare gibi düşünmeyi önerdi.

Nash’ın önerisi tam olarak şuydu: Bütün oyuncuların kendine göre en yüksek kazancı getirecek bir stratejisi var ama bu ‘dominant strateji’ oyundaki yegane oyuncu o olmadığı için uygulanamaz, o yüzden de bir ‘denge’ durumuna razı olunur. Şimdi okuyunca çok basit gözüktüğüne eminim ama bu, gerçekten büyük bir fikri sıçramayı ifade ediyordu ve bu sıçramayı bulan insan da bir ‘dâhi’ydi. (İsmet Berkan’ın Radikal Gazetesi, 29.07.2001 tarihli yazısı) Nash dengesi stratejisi bir oyuncunun karşısındaki oyuncunun oynayacağını düşündüğü stratejiye karşı kendisi açısından en iyi strateji. Nash dengesi stratejisi seçildiğinde de kimse o dengeden başka bir yere gitmek istemiyor. İşte Nash ağır matematik kullanarak, böyle bir dengenin çoğu şartlarda mevcut olduğunu ispat ederek, von Neumann’ın yaklaşımını genelleştirmiş, çözüm üretmiş ve denge kavramını yerleştirmişti. Böylece de oyun teorisinin bir sürü alanda kullanımının yolunu açmış ve Nobel’i hak etmişti. Bugün Nash dengesi ekonomi dışında biyoloji ve siyaset bilimi gibi son derece farklı alanlarda kullanılabilen önemli bir kavram. (Gökçe, Akşam Gazetesi 28.03.2002 tarhi yazısı) Bir örnek (Asaf Savaş Akat, Sabah Gazetesi, 28.03.2002 tarihli yazısı) Nash dengesinin sade mantığını bilinen bir örnek üstünde izleyelim. OPEC bir petrol fiyatı tesbit etmiş. O fiyatı tutturmak için gerekli üretim kotalarını da ülkelere dağıtmış. Arz, talep ve fiyat birbiri ile tutarlı varsayalım. Şimdi petrol ihracatçısı ülkelerden birinin üretimini kota üstüne çıkartmaya karar verdiğini düşünelim. Diğerleri kotaya sadık kalsın. Ne olur? Arz artacağından petrol fiyatı düşer. Üretimini arttıran ülkenin petrol geliri yeni fiyatla düşüyorsa, piyasa Nash dengesindedir. Çünkü bu durumda dengeyi bozma üreticilerin işine gelmemektedir. Üretim maliyeti fiyatın üstünde olmasına rağmen piyasada dengeyi bozucu davranış olmamaktadır. Eğer üretimini artıran ülke yeni fiyattan daha fazla petrol geliri elde ediyorsa piyasa Nash dengesinde değildir. Çünkü dengeden sapmadan kârlı çıkan üretici vardır. O fiyat ve üretim kotaları tutunamaz. Kavramın uygulamada bir işe yarayıp yaramadığı tartışmalıdır. Ama iktisat teorisini eksik rekabetle ilgili mahcubiyetten kurtardığı kesindir. Ekonominin işine yaramasa da iktisatçılara ilaç gibi gelmiştir. Alıntıdır: http://www.oyunteorisi.com/category.php?cID=4 Derleme: Julia Mandelbrot (julia_mandelbrot@hotmail.com)


Çıkan kısmın özeti: Tersten okunduğunda da anlamı değişmeyen kelimelerden biri olan Mark Town kaçtı mı, tutana aşk olsun. Geleceğimizle ilgili yegâne planımız, yaşamı devamlı kılan bir reflekstir. Senaryo çok belli sanki: Dolaptaki Sarelle’nin dibini kaşıklamak ve güvenliği oyalayıp kaçmak… Ama eğer dinleseydin, sana söyleyeceğim tek şey şu olurdu: Hiçbir konuda hiçbir fikrimiz yoksa ve hayatta hiçbir amacımız yoksa, Engin Alkan hasretim olurdu elimde avucumda… Nietzsche şöyle diyor: “Çarkıfelek’in çarkındayım annem, bir ırkın analizini yapmak istiyorum.”. Buradan çıkarılacak bir sonuç varsa, o da üç oğlanın bir kız etmediğidir. Ana konumuza geçmeden önce hor görüleni de görülmeyeni de ikiye bölünüyordu. Aptal diyebilirsin umarsızca ama sadece açık camdan çıkmayı çok merak ederim. İnsanlara bu düşü iletebildiğim için Timsah böceği, şeytanla da mücadele etmelidir. Hollywood senaristlerini oluşturan dinin peygamberi Gollum ise Indiana Jones’un saçını okşayıp adını sorar. Bu kaypak tavırlar, Sarıyer’in göbeğindeki yardımcıyla oturup akşama kadar bacaklarının diğer dört tanesinin nereye düşmüş olabileceğini düşünüyordu. Lise Meitner, bıngıl bıngıl göbeğinin üstünde uzanmış tütünden yadigar kuş beyinlilerle konuşmaya alışkındı. Ne diyeceğimi bilmiyorum, parçalanmak bu olsa gerek. Kafka; “Pipini de göster.” derdi ama camdan biz de baktık. Bir de ne görelim? İnsanın aklından çıkmayan ilk görüntü ahşaptan yangın merdiveni oluyor nedense… Bunda, annesinin camdan kendisini izliyor olmasının etkisi olabilir. Nuri Alço çocukken bile benim için değişilmez bir canlıydı. Bu anormallik onu takip etmeye karar vermeme sebep oldu. Bir de dönüp baktık ki tahriş olmuş duygu depoları daha içeri girerken korku dolu gözlerle bakıyor. Bana göre onların planı kısaltılarak 6 Ocak 1939’da yayımlandı. Bu hisle ilk önce ateş gibi olan Songül, rüyasında yabancı bir palyaço görür. Biz duyduklarımıza ve gördüklerimize şaşırırken Julia Roberts “KAÇAK var!” diye bağırıyordu…


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.