1. sayı

Page 1


İçindekiler

Sunuş| Sunuş – Sadık Yemni Öykü Odası|

Kaçıklar – Ayça van Ingen Mallar Güllere Emanet – İsmail Polat Dönüşüm – Nazan Bilen Yolculuk (1) İsmail Yiğit

Şiir Odası|

Jorge Luis Borges Atilla İpek

Fikir Yongalama Odası| TÖHAF – Sadık Yemni

Kitaplık |

İmdat Kaymaz – Düşün ve Zengin Ol

Sineoda | Aklın Sınır Berisi – Sadık Yemni Kısa kısa |

Nisan - Mayıs 2007 Sayı 1

ODA Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi Sahibi Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama Vakfı www.odasanat.org Dergiyi Yayına Hazırlayanlar Sadık Yemni Atilla İpek

İletişim

dergi@odasanat.org


Sunuş

Başlarken Oda Edebiyat ve Fikir Yongalama Dergisi kapağından anlaşılacağı gibi öykü, şiir, deneme ve sanat yazılarının sergilendiği bir sanal odacık.

Dergimizin başlıca amaçlarından biri yetenekli genç kalemlere Türkçe akislenen âlemde seslerini duyurtabilmektir. Sanal odamız prensip olarak Türkçe yazan herkese açıktır. Dost, tanıdık ya da tanımadık kimse bizden özel davet beklemesin. Odamızın kapısı hepiniz için ardına dek açık. Birinci sayımızda dört öykü yazarımıza yer verdik. Ayça van Ingen’den Kaçıklar, İsmail Polat’tan Mallar Güllere Emanet, İsmail Yiğit’ten Yolculuk(1) ve Nazan Bilen’den Dönüşüm. Sizleri farklı esin eşiklerinden geçirtecekler.

Şiir odamızın iki konuğu vardı. Birini ebedi konuk diye adlandırmak kesinlikle abartı olmaz. Jorge Luis Borges bir daha dünyaya gelse ne yapacağını ruhlarımıza perçin çakarcasına kelimelere dökmüş. Yanında da Atilla İpek’in ödül kazanmış bir şiiri yer alıyor.

Fikir Yongalama odamızda benim TÖHAF adlı bir denemem yer alıyor. Tam Özerk Hayal Film şirketlerimizin hali ve muhtemel geleceğinden söz edilmekte. Kitaplıkta okuduğunuz ve etkilendiğiniz kitaplar üzerine yazılarınız yer alıyor. İmdat Kaymaz, Düşün ve zengin Ol adlı kitapla zamanımızı yarı ironiyle yansıtan bir başlangıç yapıyor.

Sineoda, ODA vakfının yakın gelecekte kurmayı planladığı bir fillm kulübünün adı. Bu başlık altında film eleştiri yazılarınıza yer vermek istiyoruz. Filmlerin mutlaka vizyona giren en yeni filmler olması şart değil. Geçmişteki kaliteli ve unutulmaz filmlere de yer verebilirsiniz. Bir örnek olması için; Aklın Sınır Berisi adlı yazımda 2001 A Space Odyssey(Bir Uzay Macerası) ile Solaris adlı klasik bilimkurgu filmlerini kıyaslamalı olarak ele aldım. Dergimiz çeşitli ölçeklerde kenarda köşede kalmış yazı emektarlarımıza olan kollektif vefa borcumuzu ciddiyet ve samimiyetle üstlenmektedir. Gelecek sayılarımızda bu yazı emektarlarımızın portrelerine, söyleşilere, yapıtlarından örneklere sıkça rastlayacak ve sanıyorum olumlu anlamda hislenerek şaşıracaksınız. Kimler gelmiş, kimler geçmekte.

Yılda altı sayı olarak çıkartmayı planladığımız dergimize gönderilen yazılarda belli bir kalite ve özeni arayacağımızı şimdiden belirteyim. Öncelikle Ç,Ğ, Ş,İ gibi Türkçeye has harflerle yazmanız şart. Bir ekstra klavye edinmenin, niyetinizin niteliğini ve dile özeninizi ölçen mihenk taşı olacağı unutulmasın lütfen. Sözlerime ara verirken bir sürü işinin arasında bu sayının nisan ayına yetişmesi için bolca gayret gösteren Atilla İpek’e teşekkürlerimi sunmayı borç bilirim. Haziran başında ikinci sayımızda buluşmak üzere. Yazılarınızı merak ve sabırsızlıkla bekliyoruz. Sadık Yemni Hayal Tozu Gölgecisi

3


Öykü Odası

Ayça van Ingen Kaçıklar

‘Nesrin Hanım’ ‘Buyurun Selim bey?’ ‘Şu elimdeki dosyalar damgalanacak, son kontrolleri yapıldıktan sonra müdür beye, yardımcısına ve şefe imzalatılacak daha sonra herbiri ayrı ayrı zarflara konup, zarflara dosya içlerindeki pullar zarfların üzerine yapıştırıldıktan sonra, bunlar bilgi işlem dairesine elden verilecek.’ ‘Tabii efendim.’ Nesrin hanım çayını bir yudumda içti. Bu adam da tam zamanını buluyordu. Sabah gazetesine elini bile sürmemişti ve açıkçası hala uykuluydu. Damgaları teker teker mürekkebe batırıp ön sayfadaki damgaya ait boşlukları damgaladı. Boşları toplayan çaycıdan yeni çay almadı. Radyoda çalan eski bir aşk şarkısına farkında olmadan eşlik etmeye başladı. Bir demet yasemen... Esneyerek dosyaların sayfalarını çevirmeye başladı. Tarih, dilekçe, imzalar, diğer dokümantasyon, hepsi tamamdı. Tembel elleri her dosyanın içindeki pulları ahesta ağzına götürüp tükürükle ıslatarak gerekli yerlere yapıştırmaya başladı. İşi bitince masada dosyaları birbiriyle aynı hizzaya getirdi, sağ koluyla sardı onları sanki bir bebeği sarar gibi, özenle. Etekliğini, kolyesini ve saçını düzeltti. Emekliliğine gün sayan şefin yanına çıktı. Ne ilginç bir adam bu şef, diye düşündü. Yaz sıcakları bastırdı mıydı şile bezi gömleklerle yaka bağır açık işe gelir, sabo dediği takunyalardan giyer, koltuğunun altına sıkıştırdığı çantasında her daim leblebi ve kolonya taşırdı. Memuriyet ciddiyetine ve de kalıbına kesinlikle sığmayan bir adamdı şef. ‘Günaydın, şefim..’ ‘Ooo günaydın nerelerdesiniz Nesrin Hanım, aman aman her geçen gün daha da güzelleşiyorsunuz. Dün göremedim sizi, hayırdır?’ ‘Biraz rahatsızdım da..’ ‘Yaa..İnşallah iyisinizdir şimdi.’ ‘Çok şükür.’ ‘Buyrunuz.’ ‘Elindeki dosyalara imzanız gerekiyor da.’ ‘Hay hay, sizi kıracağıma kafamı kırarım.’ Her zaman aynı espriyi neden yapıyor diye düşünerekten zoraki gülümsedi. Şef gülümsemesine sevinmişti, dosyaların hepsine çaktı imzayı, sonra bulmacasına döndü. ‘Teşekkür ederim.’ İki oda ötede çalışan müdür yardımcısı Seda Hanım’ın odasına girerken yüzü gerildi, çizgileri ortaya çıktı, dudaklarını ısırmaya başladı. Hiç sevmiyordu şu Seda Hanım’ı. Bu kadın bu dairenin son üç müdürüyle işi pişirmiş, bu sayede müdür yardımcılığına yükselmişti. Çiçekbozuğu yüzünü aşırı makyajla kapatır, saçlarını abartılı tarardı, parfümü insanı bayıyordu ve modası geçtiği halde bacaklarının her noktasını ortaya çıkaran taytların altına uzun topluklu ayakkabı giymekten vazgeçmezdi. Basbayağı orospuydu bu kadın. Maalesef Müdür yardımcısıydı ve Seda Hanım’ı cennet vatanın herhangi bir köşesine sürdürmek iki dudağının arasındaydı. Onu bir an kel müdürle al takke ver külah halde gözünün önüne getirdi, içi kalktı. Bir an önce şu lanet dosyayı imzalatıp yoluna gitmek istiyordu. ‘Günaydın Seda Hanım.’ ‘Kızım sen kapıyı tıklattın belki ama yanıtımı beklemedin ki. Ne diye böyle lap diye giriyorsun odama? Belki meşgulüm şu sırada? Hiç devlet dairesinin ciddiyetine, nezaket kurallarına uyuyor mu bu davranışın? Yönetmeliklerde böyle mi deniyor? Ne var hadi ne var?’ ‘Efendim imzanız gerekiyor.’ ‘Getir hadi getir.’ Dosyaları uzun uzun incelemeye başladı. Her dosyada bir noktaya kulp takıyor. ‘Yapamıyorsunuz işinizi hakkıyla, her şey yarım yamalak.’diyerek homurdanıp duruyordu. Her dosya üzerine bir bir talimat verdi. ‘Bak imzalıyorum ama bunları düzelteceksin ha ona göre.’ ‘Emredersiniz efendim.’ 4


‘Aferim, al bakalım hadi iş başına.’ Sabah fırçasını böylece yemiş olan Nesrin Hanımın alnında boncuk boncuk ter birikmişti, burnundan soluyordu. ‘Hadi bakalım Nesrin yine iyi atlattın vartayı’ diye aklından geçirirken başka bir departmanda çalışan Piraye ile karşılaştı. ‘Selam kız, n’aber?’ ‘Sorma, seninki yine muayyen gününde galiba.’ ‘Sus kız, duyacak şimdi.’ ‘ Aman duyarsa duysun, canımdan bezdim vallahi.’ ‘Sırf sana mı yapıyor zannediyorsun, dişi sineklere bile işkence ediyor kaltak.’ ‘Öyle valla. Derdi neyse, deli orospu n’olacak.’ ‘Geçen gün Necla’yı hüngür hüngür ağlatmış.’ ‘Aaa, nasıl olmuş ?’ ‘Müdür beyin odasına bir girmiş, müdür bey Necla’nın sigarasını yakıyormuş. Galiba Necla da müdüre bazı problemlerini açıyor, izin istiyormuş. Çok bunalmış kızcağız.’

‘Öyledir, boşandığı eşi çocuğunu da aldı ta Eskişehirlere gitti, tabii izin alması lazım onu görebilmek için.’ ‘Sonracığıma bizim orospu müdürün odasından çıkar çıkmaz çekmiş Neclayı bir köşeye, ağzına geleni söylemiş.’ ‘Neler demiş ?’ ‘Neler dememiş ki terbiyesiz karı. Vermiş veriştirmiş, en sonunda Necla’nın sinirleri de bozuk zati, koyuvermiş gözyaşlarını.’ ‘Yaa.. Bu kimbilir bize neler yapar. Allah hepimize sabır versin.’ ‘Öyle valla. Hadi yemekte görüşürüz.’ ‘Tamam canım.’ Saçını başını bir defa daha düzelten Nesrin Hanım bu sefer müdürün kapısını çaldı, içerden gir komutu girince parmaklarının ucuna basarak girdi içeri. ‘Ooo.. Günaydın Nesrin Hanım’ ‘Günaydın efendim, bir imzanızı rica edecektim bu dosyalara.’ ‘Onlar kolay canım, sen gel otur şöyle bir, anlat bakalım.’ ‘Ne anlatayım efendim?’ ‘Hayat nasıl gidiyor, işler? Yeni aşk var mı ufukta, bak bana herşeyi anlatabilirsin..’ ‘Aman müdür bey, nereden çıkarıyorsunuz. Ben bir imzanızı rica edeyim.’ ‘Getir bakayım, sır küpü seni.’ Dosyaları imzalarken ‘Bu kız beni uğraştıracak galiba’ der gibi derin bir of çekti. İmzaları alır almaz odadan fırlayan Nesrin Hanım dosyaları oyalanmadan bilgi işleme götürdü. Bilgi işlemin kapısını özel bir düğmeye basarak çaldı, kapıcı kimin geldiğine baktı ve kapıyı Nesrin Hanım için açtı. Şirket sırları söz konusu olduğundan olacak, bu bölüme giriş yasaktı. Ancak dosya iletmek ya da bazen yeni dosyaları almak için girilebiliyordu buraya. Bir de tabii ki özel durumlarda izinli olarak dışarı çıkacaklar da kullanıyorlardı bu kapıyı. Ama bunun dışında elemanların sadakatle görevlerini yapmaları, kurallara harfiyen uymaları, dışarı çıkmamaları beklenirdi. Yönetmeliklere uygun davranmamak disiplin cezası demekti ve hiç kimsenin buna niyeti yoktu. Bilgi işlem bölümünün eli tespihli, beyaz önlüklü pos bıyıklı kapıcısı gülerek karşıladı onu. ‘Bugün nasılız bakalım Memure Nesrin Hanım?’ ‘Teşekkür ederim, dosyaları buyurun, işleme hazırlar.’ ‘Eksik olma canım, yeni gelenleri ben içeriye iletirim. Hadi işinin başına dön.’ ‘İyi günler.’ ‘Hadi canım, ikile. Deli karı seni.’ Nesrin Hanım son sözleri duymazlıktan geldi.

Bilgi işlem bölümünün beyaz önlüklü pos bıyıklı kapıcısı Nevzat Bey elindeki kağıt parçalarına bakıp başını iki yana sallayarak ‘La havle ve la kuvvete…’ dedi. Kağıtlar yer yer karalanmış, üzerlerine tükürükle başka kağıtlar yapıştırılmıştı. İğrenerek baktı elindeki kağıt tomarına. Başhekim: ‘Bugün seninkiler ne durumda Nevzat?’ diye sormasaydı herhalde anlamsızca elindeki kağıtlara bakmaya devam edecekti. Başhekimi gören hastabakıcı Nevzat hazırola geçti, ‘Her zamanki gibi Başhekimim, oyalanıyorlar böyle garipler.’ ‘Bu devlet dairesi oyunu ne kadar sürecek dersin?’ 5


‘Şirket oyunu onları iki ay idare etmişti, bu da o kadar eder herhal. Kaptırmış gidiyorlar. Bakın şu kağıtlara, sanki zannedersiniz bir Nüfus müdürlüğü, bir vergi dairesi ya da Emekli Sandığı. Büyük ciddiyetle sürdürüyorlar oyunu. Valla özenle seçilmiş buranın delileri.’ Başhekim güldü. ‘Öyledir. Sen boş kağıt, kalem vermeye devam et ama dediğim gibi sakın ha makas, delici alet, yapıştırıcı verme ha. Dikkat et gözünü seveyim. Mümkün olduğunca sakin olsunlar. Dün Nesrin Hanım kriz geçirdi biliyorsun. Bu tarz olayları hemen önce personele haber ver.’ ‘Emredersiniz başhekimim.’ ‘Hadi bakalım kolay gelsin.’ Başhekim kordorda kaybolana kadar arkasından baktı. Sonra ‘Yine kaldık bu kaçıklarla başbaşa’ diye geçirdi aklından. Allah için çok uslu akıllı delilerdi, aynen devlet memuru dersin.

6


İsmail Polat

Mallar güllere emanet Rozen Garderobe

Yıl 1968. Nisan ayı. Günlerden cumartesi. İlk aylığımızı almıştık. Arkadaşlar birlikte Amsterdam’ı gezmeye çıktık. Şehir merkezindeydik. Dükkânlarda çalışan insanların verdiği hizmete, kibar davranmalarına hayran kalmıştık. Cıvıl cıvıl insanlardı. Kimsenin giyimine, kuşamına,rengine,cinsiyetine, hareketine karışmayan bir ülkedeydik. Kimsenin rahatsız olmaması için toplu halde yürümedikleri izleniyordu. Biraz sonra Dam meydanındaki abidenin yanına vardık. Uzun saçlı, yarı çıplak uzanan insanlar arasındaydık. Kimi kafasını avucuna koymuş yatıyor, kimi kitap okuyor, kimi fotoğraf çekiyor, kimi öpüşüyor, kimi kaval, kimi başka bir alet çalıyordu. Gelip geçen insanlarsa onları hiç rahatsız etmeden normal günlük yaşantısına devam ediyorlardı.

Girmiş olduğumuz bir mağazadan epeyce kalem ve defter aldım. Keşke benim memleketimdeki çocukların hepsinin de bu kadar kalem defter alma imkânı olsaydı diye hayal ediyordum. Memlekette ilk okul birinci sınıfta kuru fasulye ile yazı öğrendiğim geldi aklıma. Yokluk içindeydik ama paylaşımı ne güzel biliyorduk. Biraz çamaşır, çorap, kalem, defter ve bir takım elbise almıştım. Arkadaşlarım da benim kadar olmasa da epey alış veriş yapmışlardı. Dükkânlar kapanmıştı. Atatürk kampına gitsek te yemekler çoktan dağılmıştı. Yine aç kalacaktık. Almış olduğumuz öteberi olmasaydı, bu gece sabaha kadar gezecektik. Bunu konuşa, konuşa Amsterdam merkez istasyonuna geldik. Oradan gelip bota binip Atatürk kampına gidecektik. Tam istasyonun önündeki meydandaydık. Gelin gezelim diye bir öneride bulundum arkadaşlarıma. Biri nasıl gezelim bu paketlerle birlikte. Keşke bu kadar malzemeyi almasaydık dedi. Öteki arkadaşım götürüp Atatürk kampına bırakıp gelip gezelim dedi. Bir başka biri, Atatürk kampına gittikten sonra bir daha gelemeyiz dedi.

Bunları konuşurken istasyonun önündeki meydanda 9 numaralı tramvayın durağına gelmiştik. Durağın yanındaki boşluktaki toprak alana çok güzel güller ekmişlerdi. Onlara baktım da baktım. Memleketteki bahçemizin gülleri aklıma geldi. Ne kadar güzel kokuyordu o güllerimiz. Yaklaştım onlara aynı kokuyu almak için. Hayır bu güllerde o bizim güllerdeki güzel koku yoktu. Neden bu diyardaki güllerin kokusu yoktu sorusu ve şu şiir belirdi kafamda. Bizdeki güllerin bakardın kokusuna/kordun onu kitabının,defterinin arasına /gitmezdi onun kokusu yıllarcasına/Ceketini,gömleğini,çantanı atardın gölgesine/ Saatler sonra geldiğinde saklamıştır onları serin, serin yaşarcasına/ Burada ki bu güllerde saklasın bu eşyalarımı. Getirelim o gülleri/götürelim bu gülleri/karışsın güller güllere/konuşalım tüm dilleri/serpişsin diller dillere/rahatlık versin gönüllere/ulaşalım zengin kültürlere/sevgi ile barış tüm dinlere,tüm dillere/böyle bir dünya bırakalım nesillere.

Arkadaşları ikna edip eşyaları o güllerin arasına koyup gezmekti amacım. Biri, bırakılır mı bu eşyalar bu güllerin arasına. Biri alır götürür. Bir başkası bu memlekette kimse tenezzül edip alıp götürmez eşyalarımızı, öteki, bırakmak önemli değil de, biri eşyaları götürür, sonra hırsızlığa bir nevi biz alıştırmış oluruz dedi. Uzun bir tartışmadan sonra bıraktık eşyalarımızı o güllerin arasına. Biz eşyaları güllerin arasına korken insanlar bize bakmaktaydılar. Geri döndük Amsterdam’ı gezmeye. Aldığım bu eşyaların bonosu ile tarihini bir kağıda not ettim. Günün birinde yazacağım kitaba yazarım diye. Fakat onu bir türlü bulamadım. Çünkü aradan geçen zaman az buz değildi. Neredeyse kırk yıllık bir süre içinde bu notlar ve bonolar kimbilir hangi bucağa girmiştir. Kim bilir belki bulurum bir yerde bir gün. Ansızın. Kahvelerde, barlarda, diskolarda insanlar sanki yıllardır birbirini tanıyorlarmış gibi kimse kimseyi rahatsız etmeden yan yana oturuyorlardı. Biz daha ilk olarak Amsterdam’ı geziyoruz. Biraz da içimizden bir çekingenlik vardı. Ama her girdiğimiz yerde insanlar bizim çekingenliğimizi anlamış, bize çok hoş davranmışlardı. Böyle kalırsa bu ülkeye gelen bir daha, bir daha gelir ve gezer. Hele bizim gibi çalışmak için gelen her gün gezmez ama, turist olarak gelen her sene gelir gezmeye. Eğlence yerlerinin kapısında duran taksilerin hizmet verme biçimi çok güzel. Fazla fiyat kesme diye bir şey yoktu. Halktan birisine, cebinde çıkarıp sorduğun adresi usanmadan sen anlayana kadar gideceğin adresi tarif etmeleriyle yediğin, içtiğinin ne kadar olduğunu bilmediğin halde,usanmadan sana defalarca anlattıktan sonra üstünü eksiksiz geri ödemeleri bu çalışma güzelliklerine ekstra bir güzellik katıyordu. Bu toplumla kaynaşabilme imkanları çoktu. Yeter ki bu kaynaşma kapısını açacak devlet, kurumlar, işverenler öncülük etse diye düşünüyordum. 7


Sabaha karşı istasyona geldiğimizde ilk olarak eşyalarımızı koyduğumuz güllerin yanına gittik. Eşyalarımız aynı koyduğumuz gibi duruyordu. Buna çok sevinmiştik. Eşyalarımız çalınmamıştı. O zaman bu memlekette hırsızlık yoktur diye düşünmüştük. Hey gidi günler hey!

8


Nazan Bilen

KRİNGLOOP: devir, dönme, dönüş Aslında özel birşey aramıyordum. Bir eşya almak istediğimde genellikle hislerime kulak veririm. Zaten çoğu zaman ben eşyaları değil de, onlar beni seçerler. Bazan bir lamba, eski bir bisküvit kutusu ya da artık kabukları soyulmuş incilerden oluşan bir kolye onu almam gerektiğini fısıldar kulağıma. Bir gün vazgeçilmiş bir evlilik albümü bile “Ne olur beni kurtar buradan.” diye yalvarmıştı. Hiç tanımadığım gelinle damadın en mutlu günlerini belgeledikleri fotoğraflara çok cüzi bir miktar ödeyip onları da kendi eskilerim arasına katmıştım. Devir-dönüşüm dükkânı o gün gayet sakindi. Önce kitaplara daldım: “Koma sonrası hayat”. Biraz sayfalarını karıştırdığım kitaptan yatağında çürümekte olan bir hastanın ve hastanenin kokusunu alabiliyordum. Artık evde hevesle anlatmadıkları listesine aldığı hastayı, zamanla bir mobilya gibi görmeye başlayan hemşireyi, akrabaların arası gittikçe açılan ziyaretlerini, azalan ve her seferinde biraz daha ucuzundan seçilen buketleri görebiliyordum. Giyecekler bölümünde ne ararsan vardı. Ayakkabılar, elbiseler, bale pabuçları, gelinlikler, minicik bebek çorapları. Hiçbirinden bir aynısı daha olmayan, zamanında “özel” diye adlandırılmış, nice terkedilmiş eşya. En çok da ayakkabılara bakarken bir zamanlar kullanıldıkları duygusuna kapıldım. Sandalyeler, modası geçmiş abajurlar, bazıları bir yerlerinden arızalı, yırtık, bazıları ise daha yepyeni koltuklar. Bütün bu eşyalar alıcısına sıcak bir ev ortamı hissi versin diye elden geldiğince bir oturma odasına benzer şekilde düzenlenmişti. Birbirine en çok uyan mobilyalar evcilik oynamaktan bıkkın, bir an önce gerçek bir evde yer alabilmek için sabırsızlarmış izlenimini vermekteydiler. Hiçbir lamba veya sandalyeyi gözümün bir yerden ısırmadığını düşünürken, kahverengi deri koltuğu gördüm. Bütün düğmeleri hâlâ üzerindeydi. Sol tarafındaki kedi tırnak izleri dışında sapasağlamdı. ***

En lezzetli kahveyi o yapardı. Evi sabah kahvesi ve bir önceki akşam yemeğinden kalma “gehaktballen met jus”1 karışımı kokardı. İlk defa elimde bir tabak yemekle aşağıya indiğimde oldukça şaşırmıştı. Böyle bir jeste tamamen yabancıydı. Birçok şeye alıştığı gibi buna da alışacak, kabağın, patlıcanın ne olduğunu bilmediği zamanları çabucak unutacaktı. Hiç ummadığı karışımlardan oluşan mantıyı, yoğurtlu makarnayı bile beğenerek yerken, “Evet çok güzel, ama ben kendi bir parça etim ve yanında soslu patatesimi tercih ederim.” demeden de edemeyecekti. Annem beni onunla ilk tanıştırdığında 74 yaşındaydı. Bir gün tesadüfen merdivenlerde karşılaşmışlardı. Kadın mavi gözlü ve sarışın olan anneme pek yabancılık çekmemiş, hemen ısınmıştı. Annemse onu yıllardır görmediği annesinin yerine koyup dört elle sarılmıştı. Böylelikle birbirlerini tamamlamaktaydılar. Aralarındaki tek sorun dildi. Başkaları tarafından Riek teyze diye çağrılan bizimse, Buurvrouw2 dediğimiz kadın yalnız oturduğundan her an sohbete hazır, kapısı her zaman açıktı. Aslında yalnız yaşıyor sayılmazdı. Poekie isimli kınalı bir kedi hayat arkadaşlığı görevini üstlenmişti. Evi eski fotoğrafların bulunduğu çerçevelerle doluydu. Bu fotoğraftakilerden birisi şimdi tesadüfen içeri girse kesinlikle tanınmazdı. Onun evinde herkes gençti. İlk Hollandaca derslerimiz anlattığı savaş anılarıyla başladı. Bu hikayeleri savaşı kendisi yaşamış birinin ağzından duymak çok ilgi çekiciydi. Bıkıp usanmadan anlatırdı. Kocası direnişçi olduğundan ve Naziler tarafından arandığından kaçmak, saklanmak zorunda kalmış, Groningen bölgesinde bir çiftçinin yanına sığınmışlardı. Bilardocu babası sırf İngiliz radyosunu dinlediği için tutuklanıp, kampa gönderilmiş ve bir daha da dönmemişti. İki haftada bir birlikte saklandıkları arkadaşlarından biriyle çift pedallı bisiklet üzerinde ta Groningen’den Amsterdam’a nasıl ekmek getirdiğini de anlatırken: “Kendimi Kırmızı Başlıklı Kız” gibi hissediyordum derdi. “Amsterdam’a gelirken yollar Alman askerleriyle dolu olurdu. Hiçbir zaman yüzlerine bakamazdım. Yanlarından geçerken korkudan kafamı tıpkı bir kaplumbağa gibi elimden geldiğince mantoma gömerdim. Bacaklarım öyle titrerlerdi ki bisikletimin de titrediği hissine kapılırdım.” Başlarda bize bu hikayeleri anlatma nedeninin onları heyecanlı ve bilgilendirici bulduğumuzu düşündüğü için olduğunu sanıyordum. Gitgide kendine bir kimlik arayan, zaman içinde kaybolmuş yaşlı bir kadın 1 2

Hollanda usulü soslu köfte. Hollandaca. Komşu

9


gördüm. Anlattıkları ne kadar kötü ve acı verici hatıralar olursalar olsunlar, onun için güzel, genç, aşık ve umutlu olduğu zamanların öyküleriydi. Bir fırsatını bulur bulmaz hiç tereddüt etmeden kendisini bir yaprak gibi atıverirdi sürekli geriye doğru akan anılar nehrine. Onu avuttuğunu bildiğimden aynı hikayeleri kim bilir kaçıncı kez dinlediğim anlarda bile kızamazdım. Hayatı saati saatine kuruluydu. Günü birlik yaşamaya çalışmaktaydı. Bu yaşta bir şeye bağlanılmıyordu. Salı ve Perşembe günleri dışında hep evdeydi. İki haftada bir yakınındaki yaşlılar evinin kuaförüne gider, ardından içi daralarak bingo veya okey oynar, tadını hiç beğenmediği halde kahve içerdi. Bir keresinde ben de onunla gitmiştim. Sırf meraktan. Gittiğim yer yaşlılar evi değildi de ölümün bekleme odasıydı sanki. Bildiğim kadarıyla kendisi ölümden korkmuyordu. Karar veremediği vasiyetine yakılmasını mı, gömülmesini mi yazması gerektiğiydi. Kapalı yerlerden korkma fobisi olduğundan gömülmeye pek yanaşmıyor, ölü bir bedenin yakılması fikrine de yeterince sıcak bakamıyordu. Birkaç yıl önce kocası “I did it my way” müziği eşliğinde son yolculuğuna uğurlanırken, kendisi de ölüm korkusunun büyük bir kısmını yendiğinden, yakılmak ya da gömülmek sorunsalı yerine daha çok hangi müziği seçeceğine kafa yormaya başlamıştı. Zamanla güvenini kazanmış savaş anılarının yanı sıra arkadaş ve akrabaları hakkında da hikayeler dinlemeye başlamıştık. Biz onunla ellili yıllarda yaşıyor gibiydik. Oturduğumuz binada kimse kapısını kilitlemez, herkes bir diğerinin evine randevusuz girip çıkabilirdi. Eve her dönüşümüzde belleğimize yeni bir hikaye eklenmiş olurdu. Tır şöförü Roelof’un 20 yıllık karısını genç bir Romen kıza değişmesi, Lies teyzeninse buna rağmen kocasını ölene kadar beklemesi. Eşcinsel olduğu daha çok küçükken belli olan Tony’nin cinsiyet değiştirmek için ödemesi gerektiği ameliyat parasını bulmak uğruna yaptıkları. Üç adamdan, üç ayrı çocuk yapıp, çocuklarının nerede olduklarını bilmeyen Corie. Corie’yi biz de tanıyorduk. Zombiye benzeyen Hans isminde bir böbrek hastasıyla yaşıyordu. Durumları son yıllarda her yaz birkaç aylığına Benidorm’a tatile gidebilecek kadar düzeldiği halde Hans’ın soluk teni aynı kalmakta ısrar etmekteydi. Babam akşamları hep evde olduğundan ve onunla hiç geçinemediğimizden aşağıya yaşlı kadına inerdim. Genellikle aynı saatlerde gittiğimden her seferinde onu koltuğun ucuna ilişmiş, dudakları arasında Mantano sigarası (Ondan başka tanıdığım hiçkimse bu sigarayı kullanmıyordu) Çarkı Felek yarışmasını izlerken bulurdum. O zamanlar harfleri Leontin çeviriyordu. O gittiğinde yerine yeni bir kız bulabilmek için yarışma bile düzenlenmişti. Komşumuz hiçbir filmin izlenmeye değdiğine inanmaz, dizi takip etmezdi. Gösterdiği gerekçe :”Hayatım boyunca yeterince acı çektim. Savaş gördüm. Bir de başkalarının acısını görmek istemiyorum.” olurdu. O yüzden asla film izlemezdik. Ev onundu, televizyon da. İzlenecek programları o seçiyordu. Böylece Ron Brandsteder, Henny Huisman (De playback show), Frans Bauer ve diğerleriyle tanıştım. Sabahlarıysa Alman kanalında aynı yarışmayı izlerdi. Televizyonun açık olmadığı anlarda radyosu hiç susmazdı. Sky radio, arbeids vitaminen. Alman kanalınının spikerini bir fok balığına benzetirdim. Toi toi’un yarışmacılara başarı dilemek olduğunu da yaşlı kadından öğrendim. O benim bu söze her seferinde neden gülümsediğimi hiçbir zaman anlamayacaktı. Alman televizyonundaki geleneksel Bavyera türkülerini, nostaljik şarkıları, aşırı solaryum bronzu, dudakları pembe rujlu kadınların sürekli gülümseyerek katıldıkları dans yarışmalarını da kaçırmamaya özen gösterirdi. Böylece kısa yoldan savaşın iki komşu ülkenin yaşayanları yüzünden değil de başka nedenlerden kaynaklandığını da gördüm. Bir zamanlar babası götürüldüğü yerden bir daha dönmeyip, kocası kahrından ve stresten saçkıran olup, evini barkını hayati tehlike yüzünden terkedip, saklanmak zorunda kaldığı halde oturup Alman televizyonuna bakabiliyordu. Bir hayata ikinci dünya savaşının sıradan hatıralara dönüşmesi de dahil neler sığabilmekteydi. ***

Ev içinde kurumaya bırakılan çamaşırlar gibi anılarının asılı olduğu kocaman, kapalı bir odaydı. Anılar çoktan kurumuştu, ama yaşlı kadın onları bir türlü alıp, katlayıp yerlerine koymuyordu. İnsan yeni bir şey yaşamayınca eskilerine dört elle sarılıyordu. Arasıra bir iki kadeh yaban mersini liköründen sonra şimdiki hayatı hakkında bir şeyler anlatmaya çalışırdı. Ancak böyle zamanlarda bazı korkularını itiraf edebiliyordu. Uğruna yaşamak zorunda olduğu bir şey kalmamıştı. “Bir tek siz varsınız, oğlum, bir de Poeki diyordu.” Arkadaşlarının çoğu geriye kalan hayatlarını yaşlılar evinde geçirmekteydiler. O bu evde 56 yıl yaşamıştı, bu evde de ölmek istiyordu. Hâlâ takma diş kullanmıyor olması, saçlarının gürlüğü bu umutla yaşamasına yardımı dokunan etkenlerdi. “Liköre eşlik etsin diye” arada bir mutfağa gidip çerez tabağını tazelerdi. Bu daha çok konuyu fazla derinleştirmeden değiştirmeye yönelik bir girişimdi. ***

Yaşlı kadının bir üstündeki dairede yaklaşık 8 yıl oturduk. Bu süre içinde komşumuz ninemiz olmuştu. Başka bir mahalleye taşındıktan sonra bile annem sık sık ziyaretine gitmeyi ihmal etmedi. Neskafeden yaşlı kadının Douwe Egberts marka süzme kahvesine terfi ettiği, artık aynı kahveden kendisi de yaptığı halde 10


onunkinin yerini tutmuyordu. Bu kahve meselesi her zaman olduğu gibi bahaneydi, gönül muhabbet istemekteydi. Yaşlı kadın bu deyimi bilmese de o yürürlükteydi. Zamanla anılarımız, hikayelerimiz birbirine karışmıştı. Ona gidip bir fincan kahve içip, yanında bir hikaye dinlemek bize “evde” olduğumuz hissini veriyordu. Anneme kıyasla ben yaşlı kadını daha uzun aralıklarla ziyaret ediyordum. İş, okul, kendine ait bir ev, düzenli olarak bakılıp büyütülmesi gereken bir ilişki çok fazla zaman almaktaydı. Ona her gitmek istediğimde kafam sorulardan bulanırdı. “Bu sefer nasıl görünüyordur, sağlık durumu nasıldır?” Onu çökmüş bulmaktan o kadar korkardım ki bir zamanlar 78 inde Cha cha cha ve Foxtrot dans eden bir kadını evine kapanmış olarak görmektense, hiç görmemek daha iyiymiş gibi gelirdi. Bir süre kendimi böyle kandırır, ziyaret tarihini ertelerdim, ama bir an gelir içimdeki endişeyle boyalı merak ve özlem öyle büyürdü ki yine dayanamaz görmeye giderdim. Kapının önünde küçük bir tereddüt yaşarken içeriden merdivenler adeta birer mıknatıslarmışcasına parmağımı çekerlerdi. Zile basar, apartman kapısı çabuk açıldıysa kalbimin yarısı rahatlayıp normal ritmine döner, yukarıda mat pudralanmış, gülümseyen yüzünü gördüğüm de de kalbimin diğer yarısını huzura salıverirdim. Kahveyi hazırlanmış, tereyağından yapılmış bisküvitlerle dolu kristal kutunun kapağını da açılmış bulurdum. Ben altmışlı yıllardan kalma, evde çocuk olmadığı için eskimeyi bilmeyen, eskimediği için de kocasının yenisini almaya yanaşmadığı tek kişilik kahverengi deri koltuğa oturur, o da karşımdaki divana geçerdi. Dudak tiryakisi olduğundan hemen bir sigara yakardı. O zamanlar hem sigara içmediğimden hem de “Coffee and Cigarettes” filmini izlemediğimden bu dudak tiryakiliği bana anlaşılmaz gelirdi. Karşımda yaşlı kadın, onun arkasında nakışla işlenmiş elinde sigara tüttüren çingene kızının olduğu tablo sohbete dalardık. İkisi birlikte sigara içtikçe duvarlar sanki daha bir sararırdı. ***

İşte yine tek kişilik, kahverengi koltukta oturmaktaydım. Dışarıdan bakarken belliydi camın önündeki çiçeklerin kurumaya yüztuttukları. Yaşlı kadının oğlu biz gelene kadar bütün albümleri çıkarıp masanın üzerine yığmıştı. İstediğimiz her hangi bir şey varsa hatıra olarak alabilirdik. Televizyon, müzik seti ve buzdolabı gitmişti. Annem ve ben odalarda bir hatıra hologramıymışcasına gezinirken, yaşlı kadının oğlu da kahve yapmak için mutfağa gitmişti. Banyoda üzerinde hâlâ beyaz saç tellerinin bulunduğu tarağını gördüm. Sabunun ve içeride asılı kalmış parfümün kokusu hâlâ kullanılabilecekleri fikriyle haşır neşirdiler. Tarak bir zamanlar onunla saçlarımı tararsam yaşlılığın bana da bulaşacağını düşünüp, ürktüğüm anları hatırlatarak beni biraz utandırdı. Çok toydum. Ben ona gençlik hayallerimi, sevgililerimi, muhtemel geleceğimin perdelerini aralarken o da bana geçmişini, sevgisini gösteriyordu. Birçok akşamlarda karanlık yalnızlık dalgalarına karşı birlikte kürek çekmiştik. Oturma odasına geldiğimizde oğlu kahveyi bulamadığını söyledi. Bunun üzerine annem mutfağa gitti, evyenin altındaki dolaplardan birinde kahve kutusunu eliyle koymuş gibi buldu. Annem ve ben kahvelerimizi yıllardır kullandığımız aynı fincanlardan içiyorduk. İlk yudumdan sonra hayal kırıklığıyla dolu ilk bakışma. İkinci bakışta annemin “Ben öldüğümde sen kahvenin yerini bulursun değil mi?” kelimeleri gizliydi. Yaşlı kadının oğlu bu arada eşyaları götürmeleri için devir-dönüşüm dükkânını aramakla meşguldü.

11


İsmail Yiğit Yolculuk (1)

∞ [Bu güzel hikâyenin son cümlesiyle başlayalım öyleyse: “…”] Bütün güzel hikâyeler son bir cümle için yazılır. Belki kısa, belki uzun ama bütün hikâye boyunca anlatılan şey ne ise onu bir kez daha anlatan ve hatta hikâyeye noktayı koyan değil, tersine asıl hikâyenin o cümleden sonra başladığını anlatabilen son bir cümle, üç noktalı… Anlatılan hikâyenin ardını okur kendisi getirir ve bir tek hikâyeden pek çok hikâyeler doğar. Asıl hikâye de o sınırlı zaman diliminde okunan tek bir hikâye değil, ona muhatap olan kişi adedince ardı getirilen pek çok birbirinden farklı hikâye olur. Böyle bir durumda ‘en asıl hikâye’ hangisidir sorusunun en makul yanıtı da herhâlde ‘Hepsi’ olmalı.

Sonu ‘üç nokta’lı böyle bir son cümlenin öncesinde, o sınırlı zaman diliminde okuduğumuz hikâye de tek bir hikâye değildir. Ama yegânedir. Yegâne olan bir şeyin tek olmaması belki garip ama gerçek bu. Şöyle ki, hiçbir hikâye ona muhatap olandan bağımsız kendi başına bir gerçekliğe sahip değildir ve her hikâye aslında onu okuyan kimsenin okuduğundan anladığı hikâye neyse o hikâyedir. Yegânelik, herkesin anlayacağı şey yüzde yüz aynı olamayacağı gerçeğinden; bu yüzden elimizdeki her hikâyeyi ilk okuyan biziz demek yanlış olmayacaktır. Ve aynı sebepten ötürü de bir tek değil onu okuyan kişi adedince hikâye vardır ortada aslında. Peki, gerçekte hangisi ‘en asıl hikâye’dir? Hepsi.

Böyle, ‘son’u üç noktalı hikâyeler gerçekte son-suzdur da. Okur olarak böylesi, üç noktayla biter-miş gibi yapan bir hikâyeye muhatap olduğumuzda, o üç noktanın ardına yerleştirdiğimiz kendi hikâyemizin sonuna bir son nokta da koyamayız çünkü. Sadece bulanık bir şekilde bir şeyler hissederiz, ucu açık. Tıpkı sonundaki bir okla ‘Sonsuz’u işaret eden bir sayı doğrusu ya da -bizim gerçeklik boyutumuzun nesnelerini kullanarak bir örnek verecek olursam- gökyüzüne doğru uzatılmış bir işaret parmağı gibi. Yazarın ürettiği bir tek hikâye böylece, her bir okurun beyninde farklı farklı yansır ve sonu olmayan bir şekilde asılı kalır zihinlerde. (Paralel evrenler de ‘Büyük Yazar’ın yazdığı Tek bir hikâyeyi her an yeniden okuyuşunda zihninde asılı kalan böylesi hikâyelerden ibaret olabilir mi?) Hikâyenin kendisi de içindeki kahramanlarla beraber tekrar tekrar doğar ve hepsi sanal bir ebediyete ıraksamış olur. Güzel hikâyelerin uğruna yazıldığı o son cümle neye dair olmalıdır ki hikâye okunduğu sınırlı zaman diliminin ötesine taşabilsin? ‘Aşk’a? Mümkündür hatta uygundur da. Anlatılır ki, Miraç yolculuğunda Hz. Muhammed’e eşlik eden vahiy meleği Cebrail, Allah’a çok yaklaştıkları bir noktaya geldiklerinde ‘Buradan öteye gidemem, kanatlarım yanar’ dediğinde ‘Peki nasıl gidilir buradan öteye?’ diye soran Peygambere ‘Aşk ile…’ cevabını vermiştir. Dolayısıyla, okurların zihinlerinde ‘Son-suz’a ıraksamanın anahtarı Aşk’a dair bir son cümle, hatta aşkı anlatan güzel bir hikâyenin aşka dair son cümlesi olabilir. Bu güzel hikâyenin son cümlesiyle başlayalım öyleyse: “…” I

[O an bütün kâinat onu bulabilmem için sözleşmişti…]

Gönlüm ve zihnim yalnızdı. Sadece o an için değil, her zaman. Gönlümün ve zihnimin yalnızlığını giderdiğimi zannettiğim yanılsamalar yaşamışım sadece. Nihai durağa varıncaya dek bir geminin çeşitli limanlara uğraması misali, geçici molalar. Bazı insanların molaları hayatları boyu sürebiliyor ve gönül ve zihinlerinin yalnızlığını giderebilecek ruh eşlerini asla bulamayabiliyorlar. Bazıları ise zaten yolculuğa dahi başlayamıyor, korktuklarından ya da benlikleri gönüllerinin ve zihinlerinin yalnızlığını hissedemeyecek ölçüde her şeyi kapladığından. Her bir mola, son durağa varıp geriye doğru bakıldığında vakit kaybı gibi gözükse de aslında belki de son durağa tam zamanında varmasını sağlıyor insanın. Bir mola eksik verilmiş olsa, son durağa varıldığında, varılanın son durak olduğu dahi anlaşılamayacak belki de. Her mola, kişiyi biraz daha tamamlıyor, son durağın ‘son durak’ olduğunu görebilecek gönül ve zihin donanımını sağlıyor. 12


“Gönlümün ve zihnimin yalnızlığını giderdiğimi zannettiğim yanılsamalar...”, doğrusu ‘zannettiğimi bildiğim’ olacaktı. Zannederken, zannettiğimi bildiğim halde zannetmeye devam etmiştim. Biraz umut, çokça korkudan. Çıplak bir insan gözlerini kapadığında kendisinin çıplak olduğunu bildiği halde değilmiş zannedebilir.

Hayatın bazı küçük anlarının ve o küçük anlarda yapılan küçük hamlelerin çok büyük sonuçları olabiliyor. Bunun, o büyük sonuçları yaşadıktan sonra farkında olsak da çoğu zaman, her anın ve yapılan her hamlenin böyle bir potansiyeli içinde barındırdığını bilmek geleceğe dair umut verici, ama aynı zamanda korkutucu da. Dev kocaman bir duvarın dibinde, duvarın milyonlarca taşından her birini her saniye yerinden çıkardığınız jenga oyunu misali. Bir an geliyor ve duvar başınıza çöküyor. Hangi taş, hangi hamle meçhul. Ama o duvar çökmeden de duvarın çökmesinin iyiliğinize mi yoksa kötülüğünüze mi olduğunu bilemiyorsunuz. Duvar çökebilir, ama belki de ancak böylece duvarın ardındaki, duvar çökmemiş olsaydı asla keşfedemeyeceğiniz çok daha güzel bir yere adımınızı atabileceksinizdir. Benim durumumda olduğu gibi, bir ruh eşi bekliyor olabilir sizi orada. O taşı değil de başka bir taşı çekmiş olmak ya da o taşı o zaman değil de başka bir zaman çekmiş olmak, duvarın gene çökmesi-ya da çökmemesi-, ruh eşini orada bulmak ya da bulamamak, hatta orada o ruh eşinin olabileceğini dahi bilememek ve bilemeyeceğini dahi bilememek, hepsi meçhul. Bu yüzden insan hayatın getirdiği güzel şeyleri karşılarken duyduğu çok büyük sevinçlerin yanında, ya o güzel şeylere rast gelemeseydim diye düşünerek üzüntü de duyabiliyor. Belki de duymalı, çünkü o zaman ancak o güzel şeylerin gerçek kıymetini bilebiliriz. Bir şeyin güzelliği sadece kendisinin güzelliğinden değil, yokluğundaki çirkinlikten aynı zamanda. Bunları şimdi düşünebiliyorum. Küçük bir anda küçük bir hamle ile rastlamıştım sevgilime ben de, onun sevgilim olacağını bilmeden. İlk görüşte aşk olamazdı, çünkü rastladığım an onu görmemiştim. Sesini dahi duymamıştım. Sadece tek bir kelime, ki o da onun el yazısıyla yazılmış değildi, o kelimeyi herkes yazmış olabilirdi. Ona dair, onun parçası hiçbir şey yoktu onu bulduğum o küçük anda ama duvar çökmüştü ve o karşımdaydı. Ancak şimdi anlıyorum; o an bütün kâinat onu bulabilmem için sözleşmişti…

13


Şiir Odası

Jorge Luis Borges (1899-1986)

Eğer yeniden başlayabilseydim yaşama, İkincisinde daha çok hata yapardım. Kusursuz olmaya çalışmaz, sırtüstü yatardım. Neşeli olurdum, ilkinde olmadığım kadar. Çok az şeyi ciddiyetle yapardım. Temizlik sorun olmazdı aslında, Daha çok riske girerdim, Daha fazla seyahat ederdim, Daha çok güneş doğuşunu izler, Daha çok dağa tırmanır daha çok nehirde yüzerdim. Görmediğim birçok yere giderdim, Dondurma yerdim doyasıya ve daha az bezelye. Gerçek sorunlarım olurdu hayali olanların yerine. Yaşamın her anını gerçek ve verimli kılan insanlardandım ben. Yeniden başlayabilseydim eğer, Yalnız mutlu anlarım olurdu.

Farkında mısınız bilmem, Yaşam budur zaten: Anlar, sadece anlar, sizde anı yaşayın. Hiçbir yere yanında termometre, su , Şemsiye ve paraşüt almadan gitmeyen insanlardandım ben. Yeniden başlayabilseydim ilkbaharda pabuçlarımı fırlatır atardım. Ve sonbahar bitene kadar yürürdüm çıplak ayaklarla. Bilinmeyen yollar keşfeder, güzelin tadına varır, Çocuklarla oynardım, bir şansım olsaydı, eğer. Ama işte 85'indeyim ve biliyorum... Ölüyorum...

Atilla İpek KUŞ

Yabancı ormanda bir kuş, Ne ‘Martı Jonathan’ olabildi; Nede ‘ Bay’ kuş. Tünediği son dal da kuruyor mu ne? Çok dal kuruttu bu ormanda, Bütün yazı geçirdi bu ormanda, Tüyleri daha parlak olsun diye, Daha yükseklere uçabilsin diye Yükseldikçe yükseldi, Parladıkça parladı tüyleri. Ama farketti ki Meğer ne kadar matmış tüyleri, Oysa bir arpa boyu yükselmiş sanki. Göç ederken diğer kuşlar, ‘Siz gidin ama daha erken’ demişti. Oysa şimdi geldi kış, O hala çelimsiz bir kuş.

14


Fikir Yongalama Odası

Sadık Yemni TÖHAF TÖHAF?

Tam Özerk Hayal Film. Sizin film yapım şirketiniz.

Tek kişilik bir ekibin planladığı, adım adım gerçekleştirdiği eşsiz filmler için uydurduğum bir terimdir. Yapımcı, yönetmen, oyuncular, stüdyo falan hepsi bir buçuk kilogramlık beynimizin içersindedir. Vücut ağırlığının %2’sini kaplayan beynimiz vücuda giren oksijenin %25’ini kullanır, ama bunun karşılığını da verir. Matematik, fizik formüllerini keşfeden, kalp buran müzik besteleri yapan, harika yapıları planlayan bu eşsiz aparat sayısız işlevlerinin yanı sıra bize film çekme imkânı da sunar. Beynimiz oksijenle çalışan dev bir stüdyoya sahiptir. Dünyamızda şu anda çeşitli yetkinliklerde altı küsur milyar şahsi film yapımcısı vardır. Şimdilik tek eksiği bu filmleri perdeye yansıtma ve başkalarıyla görsel olarak paylaşma şansı vermemesidir. Peki, TÖHAF nasıl çalışır?

Film çekebilmek için önce bir fikir, sonra onun etrafında gelişen bir senaryo ve yapım aşaması gerekir. TÖHAF yapımlarında bu senaryolar 4 ana kaynaktan beslenirler. 1 - Rüyalar 2 - Dedikodudan efsanelere, olmuş vakalardan çeşit çeşit uydurtulara kadar her çeşit anlatı. Sözel girdi yani. 3 - Okuduğumuz kitaplar, öyküler. 4 - Seyrettiğimiz filmlerin kaçak nüshaları. Ya da alengirli yorumları.

Rüyalar Bir çoğumuz gördüğümüz rüyaların bazılarını neredeyse ömür boyu belleğimizde saklar ve sık sık yeniden izleriz. Bazen hiç aklımızda değilken ekranda belirirler. Hiç tanımadığımız ve tanışmayacağımız kimselerin rol aldığı filmlerde çeşitli roller ediniriz. Ben on yaşındayken bir rüya görmüştüm. Falanca yerdeymişim diye başlayıp gözleri hevesle parlayarak elli yıl önce gördüğü bir rüyayı anlatan kimselere çok rasladım. Siz de öyledir mutlaka. Ben şahsen otuz kırk yıl önceki rüyalarımdan yirmi otuz tanesini istediğim an gözümün önüne getirebilirim. Ya da ansızın zihnimin ekranında belirdiğinde bu şu zamandı, ilkokuldaydım, lisedeydim falan diye hatırlayabilirim. Rüyaların kaynağı psikolojide günlük olayların yorumları, beynini kendini irdelemesi, cemiyet hayatında bastırılmış duyguların dışavurumu şeklinde izah edilir kabaca. Dinde rüyalar üç kaynaklıdır. Nefis, şeytan ve Tanrı tarafından yollanan rüyalar şeklinde kategorize edilirler.

Bir gün rüyaları film şeklinde ekrana yansıtabildiğimiz bir an gelirse herkes kendi rüyalarının cdsini falan yapacaktır. Tabii o sıralarda cd diye bir şey olmayacaktır. Hatta belki bu kelimeyi hatırlayan da. Bazı teknik terimlerin hızla günlük sohbet dilinden uzaklaşması gibi cd’de tarihin tekno çöplüğünde yerini alacaktır. Tabii insanlık daha önce kendi kendini çöplüğe yollamazsa.

O sıralardaki internet teknolojisiyle çocukluk rüyalarını birbirlerine yollayan 200 yaşlarındaki insanları hayal edin. Dikkat, bu sözlerim bile bir çoğunuzda TÖHAF hareketliliği yaratacaktır. Anlatılar ve uydurtular 15


Birisi size bir yerde, okulda mesela, teneffüsün, aranın son iki dakikasında aceleyle başından geçen bir şeyi anlatır. Sıradan bir durumdur. Bahsi edilen şahsı tanımıyorsunuzdur. Ama hemen ona bir tip verir. Giyimini kuşamını uydurursunuz. Bunu olayın geçtiği yere de yaparsınız. Sonra hangi parmak save/muhafaza et düğmesine basar bilinmez yıllarca beyninizin TÖHAF videoteğinde saklarsınız. O şahısla yollarınız ayrılır. Adını falan unutursunuz, ama size anlattığı minik hikayeden çektiğiniz film daha uzunca bir süre film arşivinizde barınır. Mitolojilerin, eski masalların, din kitaplarında bahsi geçen vakaların, efsanelerin yazısız ortamdaki gücü, zamanımıza kalmasındaki becerileri beynimizin biraz da bu işleviyle yakından ilintilidir sanırım. Meddahlar, divan şairleri ve halk ozanları bu sözünü ettiğim videoteğin belki genetik olarak bile aktarabildiğimiz ana kıpırtılarını canlı tutan kimseler olmuşlardır.

Öyküler ve romanlar Öyküler ve özellikle romanlarla TÖHAF etkinliğimiz çok ciddi bir sıçrama yapmıştır diye düşünmekteyim. Masallar ve kısa öykülerle beslenen hayal gücümüz, kılı kırk yaran, ayrıntı bolluğu taşıran, karmaşık kurgulamayla senfonik anlatım dorukları sunan romanla karşılaşınca TÖHAF kendini buna uyarladı.

Ünlü, ama henüz filmleşmemiş romanlara bakalım. Marques’in Yüz Yıllık yalnızlığı’nı okuyan herkes beynindeki TÖHAF stüdyosunda bu harika öykünün filmini çekti. Herkesin kendi Yüzyıllık yalnızlık Filmi var. Bu filmleşmesi çeşitli açılardan zor olan roman bir gün ekranlara çıkarsa, kendi çektiğimiz film nedeniyle bizi hayal kırıklığı beklemektedir. Ben şahsen şu ana kadar önceden kitabını okuyup ta, kitaptan bile daha iyi dediğim çok az örneğe raslamışımdır. Bunlardan biri Boyalı kuş romanıyla ünlü olan Jerzy Kosinski’nin Being there adlı kitabı çok sıradan olmasına rağmen, 1979’da filme çekildiğinde Peter Sellers’in harika oyunculuğuyla da bence hoş bir toplumsal taşlama filmi haline dönüştü. Thor Heyerdahl’ın ünlü Kon Tiki adlı kitabını düşünün. Çocukken, gençken, biraz daha az gençken beş altı kez okumuşluğum vardır. Yıllar önce ellili yıllarda yapılmış bir belgeselini de izlemiştim. Ama TÖHAF’la yarattığım Kon Tiki filminin şimdilik mavi gezegenimizdeki yegane sahibiyim. Edgar Allan Poe gibi erken yaşlarda tanıyıp çok sevdiğim yazarın bir çok öyküsü çizgi roman ve film olmuştur. Örneğin William Wilson rolünde Alain Delon’u bile benim TÖHAF kalitemle başaçıkabilir görmemiştim. Büyük çocuk aklımla.

Kendi yazdığım romanlarım var malum. Muska örneğin. Tutkulu Muska okurları Türk sinemasının son yıllardaki atağına rağmen bu öykünün yeterli kalitede perdeye aktarılabileceğinden şüphe ettiklerini bana defalarca söylemişlerdir. TÖHAF’la çektikleri kendi filmleri var da ondan. İnsan bir romanı ne denli haz alarak okursa beynin yarattığı film de o denli kaliteli olur. Film versiyonları ya da nüshaları Çok sık duyduğunuz bir şey vardır. Özellikle macera filmlerinde. Oğlan ya da kız bir yerde hata yapıyor, halbuki arkaya doğru kaçacağı yerde bulunduğu yerde dursaydı ya da falanca şahsa güvenmeseydi şeklinde yorumlar yapılır. Sonra kafamızda o filme başka yönlenmeler verecek değişiklikler yaparız. Bayağı ısrarlı film tamircileri tanıdım. Bunlar bir yerden başlayarak filmin sonunun değiştirecek değişiklikleri yapıp bitirirler. Ve sanki öyle bir film varmış gibi anlatırlar. İki adet sonu olan bir filmdir artık gördükleri. Ve tabii bize seyrettirdikleri de. Beynimizin TÖHAF etkinliği bu denli karmaşık, becerikli ve şaşırtıcı bir şeydir.

Kanunsuz film kopyacıları nedeniyle Hollywood’un krize girebileceği bugünlerde sık sık dile getirilmekte. Benim korkum başka.

Umarım antidepresan kullanımı, afazi, çağımıza has imge bombardımanı, Hollywood’un imal ettiği birbirinden kötü ve yanlı filmler ve de özellikle kasıtlı bilgi kirliliği atmosferi bu eşsiz yetimizi köreltmezler.

TÖHAF yetimizin evrenin manasını derinden sezmeye yönelen bir pırıltı olduğunu, diğer farkındalıklarla ilişki kurabildiğini, yani sezildemliğimizin asal bir bileşeni olduğunu düşünmekteyim. Hepinize iyi yapımlar diliyorum sevgili TÖHAFzade dalgaboydaşlarım. 16


Kitaplık

İmdat Kaymaz ‘Düşün ve Zengin Ol’

Size çok güzel ve yararlı bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Kitabımızın yazarı Napoleon Hill, meşhur Andrew Carnegie’den aldığı ilhamla, hemen hemen bütün hayatı boyunca başarının nasıl yakalandığını uzun uzun araştırıp bizlere sunmuş. Napoleon Hill, bu güzel kitapta başarıya giden yolu, adım adım anlatarak, neyin nasıl yapılması gerektiğinin altını çizmektedir. Bu kitaptan mutlaka herkesin öğreneceği birşey vardır, en başta akla gelen bizim girişimcilerimiz, bizim iş adamlarımızdır..!

Kitabın orijinal adı; “Think and Grow Rich”, yani Türkçe’ye “Düşün ve Zengin ol” olarak çevrilmiş ve internetten de temin edilebilen bir kitaptır. Bir çok dile çevrilmiş olan bu kitap, Hollandacaya da birden fazla yayın evi tarafından, değişik değişik ISBN numarası altında piyasaya sürülmüş durumda.

Benim okuduğum ve Hollandacaya, Drs. Hans Keizer tarafından çevrilmiş olanı idi (yayınevi Verba, 1994 baskısı) ve bugüne kadar okuduğum kitaplar arasında, en iyi ve en öğretici olanların başını çekenlerindendir. “Denk Groot & Word Rijk”, öyle sanılacağı gibi, konunun para olmadığı ama ondan ötürü, sunulan sistemin mükemmelliğinden dolayı başarılı ve önemli bir kitaptır aslında. Bu plan, bu sistem, anlatıldığı gibi uygulandığı takdirde, hayatta her konuda başarılı olunabilir.. Yani, bunu maddi bir kazanç elde etmek için de kullanabilirsiniz, manevi kazanç/başarı içinde kullanabilirsiniz! Bir sürü gerçek olmuş örneklerle bu kanıtlanıyor. Bazı tanınmış ve tanınmamış kişilerin çalışma yöntemlerini kolay bir dil ile anlatılmakta ve yorumu yapılmaktadır. Ve bazı metafizik (fizik üstü) yasa ve prensiplerin, bu kişilere nerede veya nasıl yardımcı olduğunu anlatıyor. Verilen bilgiler bilimseldir ve çok kolay bir dilde anlatılmaktadır. Beynimizin çalışma yönteminden tutun, bilinçaltımızın çalışmasını bu kitapta bulmak mümkündür! Aynı şekilde temel korkularımızın ne olduğu ve onları nasıl yenebileceğimizi de anlatıyor, çünkü başarılı olmak isteyen kişi, mecburen bunları yenmelidir. Örneğin başarı sizin için Hollanda’dan Türkiye’ye, 36 saatte arabayla sağ sağlim gitmek ise, arabayı çalıştırarak bu (temel) korkuları yenmeğe benzer. Ondan sonra yolculuk başlayabilir ancak. Bu kitabın bir diğer özelliği ise, örneğin sadece özendirme hakkında belki yüzü aşkın kitap var iken ve bu (özendirme) belki basarının yüzde 10’u iken, 10 tane daha kitap okumanıza gerek yok basarı için. Sonuç olarak, bir çok kişi bu kitap sayesinde maddi yada manevi kazanç sağladı, siz bunu niye yapamıyasınızki...?

17


Sineoda

Sineoda sayfanız film eleştirisi yazacak kalemleri bekiyor.

Sadık Yemni

Aklın Sınır Berisi Aklın sınırında daima iki çıkış bulunur. Bilinç altının giriş kapısı ve daha üst bir farkındalığa ait azıcık aralık duran dev kanatlar. Y. Meyyin 1976 yılıydı, Amsterdam’da o yıllarda dünya çapında ünlü Melkweg’in(Samanyolu) sinema salonuna acaba ne oynuyor diye girdim. Niyetim on beş dakika kadar film seyredip çıkmaktı. Yarım saat sonra başlayacak bir tiyatro etkinliğini izlemek istiyordum. Daha Hollanda’ya geleli bir yıl olmamıştı. Filmin dili Rusçaydı, Hollandaca alt yazıların yarıdan fazlasını anlayamıyordum. Gene de yerimde çakıldım kaldım.

Tarkovski’nin Solaris’ine Chris Kelvin’in, Snow’la konuşması sahnesinde girmiştim.

“Eğer benden başkasına raslarsan, benden ve Sartorius’dan başka birine yani, o zaman…” “O zaman ne?” “O zaman bir şey yapayım deme.” “Kimi görebilirim ki? Hayalet mi?”

Sonradan filmi beş on kez daha izledim. Kitabını defalarca okudum. Beni en çok heyecanlandıran yer o sahne kalmaya devam etti. 1972 yılında yapılan Tarkovski’nin Solaris’inin Rusların, 2001 Bir Uzay Destanı(2001 A space Odyssey- 1968) filmine karşılık olduğu söylenip durmaktaydı. Rusların marifeti aklın 18


algının kavrama sınırına toslamasının ve bilinçaltının keşfedilemezliğinin serüvenini, bunu en iyi gerçekleştirebilecekleri bir kitabı kullanarak filme dönüştürmeleridir. Bu marifet 34 yıl sonra dahi aşılamamıştır.

2001 A Space Odyssey’in daha ünlü olması, sadece İngilizce dili, kavranamazın daha kolay anlaşılır şekilde çok derine inmeden işlenmesi ve tabii ki koruyucu süper bir babaya kapılanmanın evrensel huzurudur. BK kitap kalitesi olarak Stanislaw Lem’in Solaris’i, A.C. Clarke’ın Nöbetçi (The Sentinel) adlı bir öyküsünden hareketle, film senaryosundan bozularak kitaplaşan 2001’den kıyaslanamaz ölçüde üstündür. Bence algının tülden parmaklarla, yani ancak sezgiyle dokunabildiği yerlerden gelen yankılar filmi olarak 1972 yılından bu yana hâlâ zirvede durmaktadır. Carl Sagan’ın Temas isimli kitabından filme uyarlanan (Contact-1997) öykü hem yazarın, hem de yapımcıların yıllar sonra hâlâ Solaris’in etkisinde olduklarını göstermesi açısından çok ilginçtir. 2001 bir Uzay destanı bilindiği gibi ayda daha yüksek bir teknoloji tarafından bırakılmış bir siyah taş levhanın bulunmasıyla başlar. Bu monolit kazıyla çıkartılınca Jüpiter’in arkasında bir yere sinyal gönderir. Aradan kısa bir süre sonra Martin Bowman ve arkadaşları o sinyalin yollandığı yeri araştırmak üzere yola çıkarlar. Çok gelişmiş bilgisayar HAL kişilik krizi geçirip astronotları öldürür. Tek başına kalan Bowman HAL’ı safdışı etmeyi başararak sadece kendi aklıyla gemiyi o noktaya ulaştırmayı başarır. Kavranamaz büyüklükte bir zekayla safhaların anlamını kestiremediği bir buluşma yaşar. Her şey çok hızlı gerçekleşir. Bowman’ın ilkel! benliği uyarlanır ve dünyanın kayıtsız şartsız efendisi kılınır.

Clarke ve Kubrick film setinde

Kitap şu satırlarla biter: İşte önünde hiçbir Yıldız Çocuğunun karşı koyamayacağı bir oyuncak duruyordu. Bütün insanlarıyla dünya gezegeni. Tam zamanında geri gelmişti. Aşağıda o kalabalık küre üstünde, radar aygıtları harekete geçecek, büyük teleskoplar gökyüzünü tarayacaklar ve insanoğluna göre tarih dönemini yitirecekti. 1500 kilometre ötede ölümü simgeleyen yükün uyarılmış olduğunu fark etti. Dünya ekseni etrafında sarsakça dönüyordu. Sahip olduğu güçsüz enerji kendisini korkutmuyordu, ama daha belirgin bir geleceği yeğlerdi. Arzularına uydu, megatonlara dönüşen sessiz bir patlama ile kürenin yarı uyanık kısmına sahte, kısa bir aydınlık getirdi. Sonra düşüncelerini düzene sokup henüz denemediği gücünün yeteneklerini anlamak için bekledi. Şu anda dünyanın sahibiydi, ama ne yapacağına karar veremiyordu. Günün birinde yapılması gereken şeyi bulacak ve yapacaktı. Kesinlikle en iyi bir biçimde. Beleşten tanrılaşmak, megatekno-sınıf atlamak hiç de fena bir sonuç değildir Bowman için. Ama Solaris gezegenindeki araştırma gemisine gelen Chris Kelvin’i bekleyen gerçek bambaşkadır. Üç astronottan biri 19


intihar etmiştir. Yıllardır yapılan araştırmalar zeka sahibi olduğu bilinen gezegenle anlaşılır düzeyde bir iletişim kurmaya yetmemiştir. Bu da yetmiyormuş gibi intihar ederek kendini öldüren sevgilisi ziyaretine gelmiştir. Kadının vücudu, yüzü, ısısı her şeyi eski sevgilisine benzemektedir. Ama fena halde o değildir. Nötrinodan yapıldığı için ölmesi, fizik zarar görmesi kolay değildir. Kadının yüzü, gözbebekleri, konuşma şekli tıpatıp ölü sevgilisinin aynısıdır. Hatta Kelvin’e kendi ölümünden sonraki devirlerde tanıdığı kimselerden söz ederken gerçeği bile aşmıştır. Bir iki çok anlamlı küçük fizik fark dışında. Soyunmaya çalışırken olağanüstü bir şey daha anlaşıldı:Giysisinde ne fermuar ne toka vardı, öndeki kırmızı düğmeler sırf süs içindi. Giysilerindeki ayrıntıların işlevsizliği kadının varlığının Kelvin’in zihninde kurgulandığı gerçeğini gözler önüne sermektedir. Buradan Bowman’ın insan bilinçli son anlarına geçelim usulca. Uzay küresindeki dairenin mobilyasız kısmından otel odası kısmına doğru yürüdü. Yaklaştıkça masanın ve iskemleningözden kaybolacağını sanmıştı, ama işte yine yanılmıştı. Her şey gerçekte olduğu gibi yerli yerine oturtulmuştu. Üstüne oturunca devrilmeyecekti. Sehpanın yanında durdu. Üstünde bir telefon rehberi, yanında da Bell telefon şirketinin videolu telefonu vardı. Eldivenli elleriyle rehberi aldı. Üstünde Washington D.C. yazılıydı. Bu yazıyı Amerika’dayken belki binlerce defa görmüştü. … Rehberin üzerinde sadece Washington yazısı okunabiliyordu. D.C harfleriyse bir gazete fotoğrafından kopye edilmiş gibi bulanıktı. Rehberi açıp sayfaları gözden geçirdi. Kağıda çok benzeyen, fakat dokunulduğunda kağıt olmadığı hemen anlaşılan beyaz bir maddeden yapılmıştı. Sayfaların hepsi boştu. Telefonu açtı, kulaklığı dinledi. Hayır ses gelmiyordu. Umduğu gibi hiç ses gelmedi. “Hatlar kesikti” anlaşılan. Demek bunlar çok başarılı birir kopyadan başka bir şey değildi. Aldatmak için değil, ona güvenlik vermek için yapılmıştı. Bu kadar üstün bir zekanın eşya kopyalamadaki eksikliği insan zihnini çağrıştırsa da Clarke burayı Bowman’ın eski yaşamını canlandıran bir tiyatro dekoru benzetmesiyle aşmayı dener. Bowman’ın karşılaştığı şeyler hep cansızdır. Tanrılaştığı için olmalı artık yalnızdır. Kevin’i bekleyen bir dizi şokun içindeyse saf insani duygular kıpırdaşmaktadır. “Nerdeyiz Rheya?” “Evdeyiz.” “Evimiz neresi?” Kadının gözlerinden biri açılıp kapandı. Upuzun kirpikleri avucuma değdi. “Chris.” “Ne var?” “Mutluyum.”

20


2001 Bir Uzay Destanı filmi 1968’de yapıldı. Üzerinden neredeyse 40 yıl geçti. Şu ana kadar bir yeniden yapım lafı duymadım. 1972’de yapılan Solaris, 2002’de Soderbergh tarafından yeniden filme çekildi. Bir aşk hikayesi olarak bu defa. Solaris gezegenindeki zekayla iletişim kuramamanın bunaltıcılığı, onu bir türlü kavrayamamanın şaşkınlığı, insanın çok güvendiği zekasının(aydınlanma meşalesinin) yaya kalmasından duyduğu yitiklik duygusu, akılcı böbürlenmenin çöküşü falan gibi hep güncel kalan gerçeklikler, felsefik düğümler iyice arka planlara itilmişti. George Clooney’e rağmen film kötü not aldı. Hak ettiği dereceyi yaptı yani. Lem ve Tarkovski’nin Solaris’leri hâlâ klasik erişilmezliklerini koruyorlar.

Chris Kelvin’in zihnin sınırının azıcık berisinde geçirdiği serüven kaliteli bilimkurgu okumayı sevenler ve yazma planları olanlar için anıtsal bir yapıttır. 2001’in ana konusuysa bugünlerde daha çok bir Orta Doğu masalını andırmakta. Alıntılar: Stanislaw Lem – Solaris - Maya yayınları 1983 Arthur C. Clarke – 2001 Bir Uzay Destanı - Deniz Kitaplar yayınevi 1983

21


Kardeş Kalemler beş kıtada

Kısa Kısa

Yeryüzünde Türkçe konuşulan coğrafyalara hitap amacıyla yayımlanan Kardeş Kalemler dergisinin ikinci sayısı çıktı. kardeskalemler@gmail.com

Stampot voor iedereen

Amsterdam’da yaşayan yazar Halil Gür’ün yakında bir şiir kitabı çıkıyor. Stampot voor iedereen adlı kitabın 13 nisan Cuma günü Amsterdam’da, Boekhandel Het Martyrium’da, Van Baerlestraat 170-172’de, 15.00-17.00 zaman aralığında tanıtımı yapılacak. Program şöyle: 15.00 De Geus’ün redaktörü Ad van den Kiesboom’un hoşgeldin konuşması. 15.15 Halil Gür, Herkes için stampot kitabından bölümler okuyacak. 15.30 Resepsiyon ve yazarın kitaplarını imzalaması NOT: Bu programa İran müziği eşlik edecek.

Geçen yüzyılın son Hababam sınıfı Sadık Yemni’nin geçen yüzyılın son Hababam Sınıfı olarak nitelendirdiği yeni kitabı Durum 429 adlı kitabı nisanda çıkıyor. http://www.siyahkahve.com/index.php?cmd=10&newsID=487 Yazar İzmir Kitap fuarında (21 -29 nisan) kitaplarını imzalayacak ve bir dizi konuşma yapacak. www.sadikyemni.net

Şair Mehmet Çetin’den bir duyuru www.utopiya.org adresinde yayıma başlayan e-ütopiya'nın 2. sayısı yayında. bilginize, ilginize. dostlukla.. M.Çetin

22


Birlikte Yaşama Sanatı Mevlana hoşgörü yılı nedeniyle Hollanda Türk Yazarlar Kulübü, HTYK’nin düzenlediği kompozisyon yarışmasına olan katılımı artırmak için başvuru süresini uzattık. Kompozisyon Yarışması

2007 yılı bildiğiniz gibi Unesco kararıyla Mevlana yılı seçildi. Bu nedenle Türkevi önderliğindeki Mevlana yılı kutlama komitesinde yer alan Hollanda Türk Yazarlar kulübü H.T.Y.K para ödüllü bir kompozisyon yarışması düzenledi. Konusu insanlığın şu anda en çok gereksinmesi olduğu haslet. Birlikte Yaşama Sanatı

Birincilik ödülü 500 euro İkincilik ödülü 300 euro Üçüncülük ödülü 200 euro Beş kişiye de 50 euro değerinde özendirme ödülü verilecektir.

01 Şubat 2007 tarihinden itibaren kompozisyonlarınızı bize yollayabilirsiniz. Son katılım tarihi 01 Ekim 2007’dir. Katılım şartları şöyledir: * 16 yaşından büyük olmak. * Avrupa’daki(şimdilik Türkiye hariç) herhangi bir ülkede sürekli oturuyor olmak. * Türkçe olarak yazmak. * Metinlerin 400 kelimeden az, 1200 kelimeden fazla olmaması. * Genel gramer ve yazım kurallarına uygun olmayan özensiz metinler (ı,ç,ğ,ş, ü,ö’lere dikkat lütfen) yarışmaya dahil edilmeyecektir. * Jüri birinciliğe değer bir metnin yokluğunda bu ödülü askıya alabilir.

HTYK ve Mevlana Etkinlikleri Komitesi olarak hepinize bol esinler ve başarılar diliyoruz. Yazışma adresi: S.Yemni Pres. Brandstr.320 1091 WS Amsterdam HOLLAND

htyk@yemni.nl www.sadikyemni.net 00.31.20.6650582 www.mevlana800.info

Yazarlık İşliği yapımda HTYK bu yıl sonuna doğru bir hafta sonu şeklinde yazarlık işliği (workshop) organize etmeyi planlamaktadır.

Her Yıl Bir Yazar HTYK bu yıldan başlayarak Her Yıl Bir Yazar adlı bir kitap çeviri, yazarlarla etkinlik projesini hayata geçirmeyi planlamaktadır. Ayrıntılı bilgi yakında yapılacak toplantıda. Haberi ayrıca verilecek.

23


Rotterdam’da Fikir Yongalama Sevgili Fikir yongacıları, Geçen bültende yaz sonrası düzenli programa geçene dek Borges’in benzersiz öykülerindeki felsefe tozlarını silkeleyeceğimizi bildirmiştim. Yerimiz belli oldu. Tarih: 15 Nisan Pazar Saat: 14.00 – 17.00 Yer : Meram Restoranı Mathenesserplein 91 3023 L Rotterdam 010-4780643

Rotterdam bölgesi Fikir Yongalama Kulübü için seçilen ilk öykü: Tlön, Uqbar, Orbis, Tertius’tür. Maalesef Google’dan Türkçesini bulamadım. İngilizce metin ilişikte. Toplantı günü bir miktar Türkçe metin fotokopi yoluyla çoğaltılmış olarak isteklileri bekleyecek.

Amsterdam’dan Işık Tüzüner bildiriyor 15 nisanda Amsterdam’da açık atölye var. www.cultuurplekkenamsterdam.nu Bir eylem yapıyoruz. 200 kültür yeri işyerini halka açıyor. Ben de atölyemde yeniliklerle sergi sunuyorum ve yeni heykellerim ve resimlerim var. 26 nisandaki demokrasi is een kunst the art of democracy sergisi www.artist4freedom.com Arti Amicitae, Rokin 112, saat 18.00’de acılışımız var. Arhan Günermengioğlu da katiliyor. Bilginize sunulur

24


25


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.