Nebevi Hayat Dergisi 51. sayı (2017)

Page 1

ŞUBAT 2017, CEMÂZİE'L-EVVEL 1438 • YIL 5 • SAYI 51 FİYATI 7,5 TL• dergi.nebevihayatyayinlari.com

GERÇEK ZAFER

İSTİKAMET

ÜZERE OLMAKTIR

‫و‬

Müjdelenen Ümmet • Mahmut Varhan

Cihadı Hz. Peygamber ( Okumak • Ahmet İnal

)’in Gözüyle

Zaferin Önündeki Engeller • Hakan Sarıküçük

28 Şubat’ı Hatırlamayan Gençlere • Nedim Bal


9-10-11-12. sı nı flar

“...Şüphesiz ki onlar, Rablerine iman etmiş gençlerdi...” (Kehf Suresi: 13)

Haydi Gençler Yarışmaya Konu: Kehf Suresi Tefsiri Yer: İmam Buhari Vakfı

Sınav Tarihi

23.04.2017 Saat: 11.00

1.ye

Tam Altın

Yarım Altın

2.ye

Çeyrek Altın

3.ye

Yarışma test usulüdür. Dereceye giren ilk 10 kişiye ÇEŞİTLİ HEDİYELER verilecek�r. Yarışmaya hazırlık kitaplarını Nebevi Hayat Yayınları’ndan temin edebilirsiniz. Yarışmaya lise 9-10-11-12. sınıfa giden veya 15-18 yaş arası gençler Çeyrekka�labilir. Altın Yarışma kız ve erkek öğrencilere yönelik�r.

“Amel, sözün efendisidir.” Güneşli Mah. Ayçin Sk. No:36 Bağcılar/İstanbul 0212 550 6377 | bilgi@imambuharivakfi.org | www.imambuharivakfi.org


5-6-7-8. sınıf lar

“Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik....” (Enbiya Suresi: 107)

Haydi Çocuklar Yarışmaya Sınav Tarihi

Yarım Altın

2.ye

30.04.2017 Saat: 11.00 Konu: Hz. Muhammed’in Hayatı ve Ahlâkı Yer: İmam Buhari Vakfı

1.ye

Tam Altın

Çeyrek Altın

p 2 Kita

3.ye

Yarışma test usulüdür. Dereceye giren ilk 10 kişiye ÇEŞİTLİ HEDİYELER verilecek�r. Yarışmaya hazırlık kitaplarını Nebevi Hayat Yayınları’ndan temin edebilirsiniz. Yarışmaya ortaokul 5-6-7-8. sınıflara giden veya 10-14 yaş arası gençler ka�labilir. Yarışma kız ve erkek öğrencilere yönelik�r.

“Amel, sözün efendisidir.” Güneşli Mah. Ayçin Sk. No:36 Bağcılar/İstanbul 0212 550 6377 | bilgi@imambuharivakfi.org | www.imambuharivakfi.org


Editör A

llah Azze ve Celle’ye hamd; Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’e, onun âline, ashâbına ve kıyamet gününe kadar kendisine tâbi olan mü’minlere salât ve selâm olsun. Kalbi ilâhi marifetle aydınlanmış ve Allah’ın rızasını kazanmaktan başka bir gayesi bulunmayan kulun ameller hususundaki hâli, ilahi rıza doğrultusunda yaşamak ve Kur’ân-Sünnet çerçevesinin dışına çıkmamaktır. Hayatını Kur’ân-ı mübin ve sünnet-i seniyye’ye hizmet etmeye vakfederek, din’i mübin’i İslam uğrunda hiç bir fedâkarlıktan geri kalmaz. Bu hususta en güzel örneği başta Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem olmak üzere selef’i sâlihindir. Onlar bütün hayatlarını, hayatı hibe eden Allah Teâlâ’ya adamışlardı. Kâh Rabbü’l-âleminin huzurunda huşu ile namaz kılar, kâh Allah yolunda cihad etmek için çöller aşarlardı. Bazen zikir meclislerinde imanlarını tazeleyip itmi’nân ve ihsan derecesine çıkıyor, bazen de ilim halkalarında ta’lim ve taallümde bulunuyorlardı. Hasılı bütün hayatı tüm vecheleriyle âlemlerin Rabbi olan Allah Teâlâ için yaşıyorlardı. Onlar hakkında şu ayeti kerime bütün

YIL: 5 Sayı: 50 Fiyatı: 7,5 TL Sahibi İmam Buhari İktisadi İşletmeler Adına Ahmet Özer Genel Yayın Yönetmeni Yusuf Mert Mali İşler Sorumlusu Hakan Sarıküçük Tashih, Redaksiyon Yusuf Yılmaz Grafik, Tasarım Yakup Hazman

Abone ve Dağıtım Sorumlusu Mürsel Gölbaşı (0543 654 46 63) (0212 515 65 72) Abonelik Hesap Bilgileri Posta Çeki Hesap No: 10204553 Hesap Sahibi: Hakan Sarıküçük Kuvveyt Türk Katılım Bankası A.Ş. Mürsel Gölbaşı Hesap No: 6847147 IBAN: TR13 0020 5000 0068 4714 7000 01 (Açıklama kısmına mutlaka isim ve telefon bilginizi yazınız.)

hakikatı ile tecelli etmişti: “De ki: “Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabb’i olan Allah içindir.” (En’âm: 162) Evet onların bütün hayatları ihlas üzere kurulmuştu. Nebevi Hayat Dergisi olarak bu hakikati göz önünde tutup 2017 yılının ilk sayısına, ihlas gibi amellerin kabulünün yada red edilişinin belirleyicisi olan kalbi bir amel ile başladık. Şu sözün sahibi Abdullah b. Mübarek ne kadar da meseleye manidar yaklaşmıştır; “Nice küçük ameller vardır ki, niyet ( ihlas) onu büyük yapar, nice büyük amel de vardır ki, (kötü) niyet onu küçük yapar.” Nebevi Hayat Dergisi olarak 5. Yılımıza girmenin ve okurlarımızın verdiği güven ile yol almanın mutluluğunu yaşamaktayız elhamdülillah. Abone olarak ve abone yaparak, değerli yazarlarımızın yazdıkları yazıları okuyup tahlil ederek bizimle iç içe olduklarını gösteren tüm kardeşlerimize de teşekkürlerimizi iletiriz. Ayrıca yoğun mesailerine rağmen fayda hasıl olsun diye kalemlerini bizim için oynatan tüm yazarlarımıza da muhabbetlerimizi sunarız.

Yönetim Merkezi Reklam ve Abone İşleri Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İst. Tel-Faks: (0212) 515 65 72 GSM: 0543 654 46 63 twitter.com/nebevihayat facebook.com/nebevihayat dergi.nebevihayatyayinlari.com bilgi@nebevihayatyayinlari.com

Abone Şartları 2017 Yılı Yurt İçi Abonelik Bedeli: 90 TL Yayın Türü: Aylık, Yerel, Süreli Yayın Nebevî Hayat Aylık Dergi (Türkçe) Baskı: Matsis Matbaa İstanbul, Ocak 2017 Yayınlanacak yazılarda düzeltme ve çıkartmalar yapılabilir.Yazıların bilimsel sorumluluğu yazarlarına aittir.


İçindekiler

İhlâs'ın Mahiyeti ve Semereleri Mahmut Varhan

04

Salih Amel Salih Niyetle Kabul Olur M. Sadık Türkmen

20

Mahallenin Şaşkın Yazar ve Siyasileri Nedim Bal

23

Ahlak Sonsuz Hazine Zafer Mert

28

Riyanın Tehlikesi ve Tedavi Yolları Hakan Sarıküçük

Allah'ın Dindeki Fidanları; Muhlisler Ahmet İnal

Nebevi Nasihatler Ümmetin En Şerlileri Bekarlar mı? Yusuf Yılmaz Nebevi Aile Halep İçin Dua Vakti Halime Yılmaz Davet ve Cihad Önderleri Hadim-i Haremeyn-i Şerifeyn (Mekke ve Medine’nin Hizmetkârı): Yavuz Sultan Selim (1470 - 1520) Cihan Malay

12

15

32

Haber Analiz Halep, İnsanlık ve Vicdan Emrah Seven

53

37

Serbest Köşe Zafer İnananlarındır Derya Fıçıcı

55

41

Serbest Köşe Alimin Ölümü Alemin Ölümüdür Ebubekir Eren

58

50

Serbest Köşe Her İyilik İçin Şükür Her Fenalık İçin Tevbe Ümit Şit

62

İslam Coğrafyası Müslüman Coğrafyalarının En Batı’daki Ülkesi: Fas Metin Eken


| Kapak Dosya

| Mahmut Varhan

MÜJDELENEN ÜMMET Â

lemlerin Rabbi olan Allah›a hamdederiz ki, O şöyle buyurmuştur: “Sizler insan-

İmdi; biz bu makalemizde ümmet›i Muham-

lık için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir üm-

çekleşmesi beklenen birçok müjdeye değinme-

metsiniz. İyiliği emreder, münkeri nehyeder

ye çalışacağız. Burada değineceğimiz müjdeler

ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân; 110) Uyarıcı ve müjdeleyici olarak gönderilen Pey-

ŞUBAT 2017

gamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e,

4

med’in mazhar olduğu gerçekleşmiş ya da ger-

özellikle İslam ümmeti ile düşmanları arasında gerçekleşen mücadele ve savaşlarda, İslam ümmetinin kazanacağı fetihler ve zaferlerle ilgili olacaktır. Gerçekleşmiş müjdelere değinmemi-

onun tertemiz ailesine, pâk ashabına ve kıya-

zin sebebi, gerçekleşmesi beklenen müjdelerle

mete kadar ona tâbi olan muhlis mü’minlere

ilgili yakîn sahibi olmamız ve bu hususta her-

salât ve selam olsun.

hangi bir tereddüdün kalbimizde yer etmemesi


içindir. Zira bu müjdelerin tamamını bize haber veren zât, Allah’tan haber alan Hz. Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem ve bu müjdelerin hepsini ondan bize nakleden kimseler, dinin tamamını bize nakleden güvenilir kimselerdir.

2- En Büyük Müjde, Kur’an-ı Kerim’dir Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in Allah’tan alarak insanlığa getirdiği en büyük rahmet hediyesi ve en büyük müjde Kur’an-ı Kerim’dir. Mü’minler için hidayet reh-

1- Müjdeleyen Peygamber

beri, onlara hayat bahşedecek bir ruh, sinele-

Bilinen bir husustur ki, peygamberlerin en temel vazifelerinden ve en başta gelen özelliklerinden biri de uyarmak ve müjdelemektir. Bu, Allah’a ve peygamberlerine iman etmeyen kâfirleri cehennem azabıyla korkutmayı, Allah’a ve peygamberlerine iman eden mü’minleri de cennet ve ebedi saadetle müjdelemeyi ifade etmektedir. Bununla beraber her peygamber ve hassaten Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, Allah Azze ve Celle’nin kendisine bildirmiş olduğu her kötülük ve şerre karşı ümmetini uyarmış ve her türlü iyilik ve hayırla da ümmetini müjdelemiştir. Peygamber Efendimiz’in, kendisinden sonra ashabının ve ümmetinin başına gelecek şerleri ve fitneleri haber vererek onları uyarması ve yine ashabının ve ümmetinin mazhar olacağı ilâhi tevfik ve fetihleri haber vererek onları müjdelemesi de bunun kapsamına girmektedir. Rasûl’i Ekrem sallallâhu aleyhi ve sellem bu meyanda pek çok uyarılarda bulunmuş ve pek çok müjdeler vermiştir. Bütün uyarıları söylediği gibi tahakkuk etmiş ve edecektir. Müjdeleri de haber verdiği gibi meydana gelmiş ve gelecektir.

bütün sıkıntı ve zorluklarda onlara teselli vere-

rinde bulunabilecek her türlü hastalığa şifa ve cek büyük bir müjdedir Kur’an-ı Hakîm... Allah Azze ve Celle Kur’an-ı Kerim’de iman eden ve salih ameller işleyen mü’minleri müjdelemektedir. Onları muvaffak kılacağını, onlara yardım ve zafer bahşedeceğini ve onları galip getireceğini haber vermektedir. Bu ilâhi müjdeye yakînen iman eden samimi mü’minler de imanlarının gereği olarak dini Allah’a halis kılmalı, salih ameller işlemeli, bâtıl ehli olan kâfir, müşrik ve münafıklarla mücadele etmek hususunda sabır ve sebat göstermelidirler. Sonuçta güzel akıbet muttakilere ait olacaktır. İfade edilen bu hakikati beyan eden yüzlerce ayet’i kerime bulunmaktadır. Ezcümle; peygamberlerin kıssalarını anlatan bütün ayet’i kerimelerin bu hakikati tescillemek ve sâdık mü’minlere teselli vererek onların kalplerini sabır ve sebatla yoğurmak için nazil oldukları açık bir şekilde beyan edilmiştir. Bu hususta birkaç ayet’i kerime kaydetmekle yetinelim: Allah Azzze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

“Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere vaad etmiştir ki, onlardan öncekilerini halifeler (iktidar sahibi) yaptığı gibi onları da mutlaka yeryüzünde halifeler yapacaktır. Kendileri için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleştirecek ve korkularından sonra onları mutlaka güvenli bir hale çevirecektir. Böylece onlar Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar...”

5

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

(Nûr; 55)


Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kisra yok olduğunda ondan sonra Kisra olmayacaktır. Kayser yok olacağı zaman, ondan sonra da Kayser olmayacaktır. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Kisra’nın da Kayser’in de hazineleri Allah yolunda harcanacaktır.”

“Yemin olsun ki Biz, zikirden (Tevrat’tan) sonra Zebur’da da: “Yeryüzüne mutlaka salih kullarım vâris olur” diye yazmıştık. Şüphesiz bunda, kulluk eden bir kavme tebliğ vardır.” (Enbiyâ; 105-106) Yine Allah Azze ve Celle, Firavun hanedanının azgın zulmünü ve bu zulümlerinin neticesinde helak oluşlarını anlatırken şöyle buyurmaktadır: “Firavun kavminden ileri gelenler dediler ki: “Mûsâ ve kavmini, yeryüzünde bozgunculuk yapsınlar, seni ve ilahlarını terketsinler diye mi serbest bırakıyorsun?” Firavun da dedi ki: “Oğullarını öldüreceğiz, kadınlarını sağ bırakacağız, şüphesiz ki biz onların üstünde kahredicileriz.” Mûsâ kavmine dedi ki: “Allah’tan yardım dileyin ve sabredin. Şüphesiz ki yer Allah’ındır. Onu kullarından dilediğine miras bırakır, âkıbet Allah’tan korkanlarındır.” Kavmi: “Sen bize gelmeden önce de ve bize geldikten sonra da eziyet edildik”

ŞUBAT 2017

dediler. Mûsâ da: “Umulur ki Rabbiniz düşmanınızı yok eder ve sizi yeryüzünde onla-

6

rın yerine geçirir. Sonra da ne yapacağınıza bakar” dedi.” (A’raf; 127-129) Görüldüğü gibi zulmün zirveye çıktığı bir anda Hz. Mûsâ aleyhisselam’ın mü’minlere vermiş olduğu müjde bir müddet sonra tahakkuk etmiş ve bütün ordularıyla birlikte Firavun, Kızıldeniz›in sularına gömülmüştür. Aynı şekilde Allah Azze ve Celle, azgın bir kâfir olan Câlût’a karşı cihad eden Tâlût’un kıssasını ve Hz. Dâvûd’un zalim Câlût’u öldürmesini haber verdikten sonra şöyle buyurmaktadır: “...Eğer Allah, insanların bir kısmını (kâfirleri) diğer bir kısmıyla (mü’minlerle) savmasaydı yeryüzü mutlaka fesada uğrardı. Fakat Allah, âlemlere karşı lütuf sahibidir.” (Bakara; 251) Yine Rabbimiz Celle Celâluhû, mü’minlere cihad izni verdiği ilk ayet’i kerimede şöyle buyurmaktadır: “Kendileriyle savaşılan mü’minlere, zulme uğradıkları için (cihad etme) izni verildi. Şüphesiz ki Allah, onlara yardım etmeye elbette kâdirdir. Onlar sırf, “Rabbimiz Allah’tır” dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah insanların bir kısmını (kâfirleri) diğer bir kısmıyla (mü’minlerle) önlemeseydi; manastırlar, kiliseler, havralar ve Allah’ın adının çokça anıldığı mescidler yıkılırdı. Şüphesiz ki Allah, kendisine (dinine) yardım edene mutlaka yardım eder. Muhakkak ki Allah, pek kuvvetlidir ve her şeye gâliptir.” (Hacc; 39-40) Bu ayet’i kerimeler gayet açık bir şekilde göstermektedir ki, imtihan ne kadar zor olsa da ve mü’minlere yapılan zulümler ne kadar şiddetli olsa da hayırlı âkıbet ve güzel netice Allah’ın dinine yardım eden mü’minlerin lehine olacaktır. Nitekim Yüce Mevlâ, iman eden ve salih ameller işleyen bütün mü’minleri -zaman ve mekân kayıtlarıyla kayıtlamaksızın- şöyle müjdelemektedir: “Allah, içinizden iman edip salih amel işleyenlere vaad etmiştir ki, onlardan öncekilerini halifeler (iktidar sahibi) yaptığı gibi onları da mutlaka yeryüzünde halifeler yapacaktır. Kendileri


için razı olup seçtiği dinlerini iyice yerleştirecek ve korkularından sonra onları mutlaka güvenli bir hale çevirecektir. Böylece onlar Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar...” (Nûr; 55) İman ve salih amel şartına bağlanan bu ilâhi vaad, şartı yerine getirenler için mutlaka gerçekleşecektir. Zira Allah asla vaadine muhalefet etmez.

3- Sünnet’i Seniyye’den Umûmi Bir Müjde Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem kendisinden sonra kıyamete kadar yeryüzünde kalacak olan ümmetinin durumunu, hem çekecekleri sıkıntıları hem de elde edecekleri başarıları bazen genel ifadelerle bazen de belirli olaylardan bahsederek bizlere haber vermiştir. Zaferin ancak sabırla geleceğini, kolaylığın zorlukla beraber olduğunu ve her sıkıntıdan sonra muhakkak bir çıkışın bulunduğunu ilâhi bir sünnet olarak bize bildirmiştir. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem genel bir müjde olarak bu ümmetin yüceleceğini, yardıma mazhar olacağını ve yeryüzünde iktidar sahibi olacağını bizlere müjdeleyerek şöyle buyurmaktadır: “Bu ümmeti parlaklık, yücelik, din sahibi olma, yardıma mazhar olma ve yeryüzünde iktidar sahibi olmakla müjdele! Bundan dolayı da onlardan her kim ahiret için yapılması gereken bir ameli dünya için yapacak olursa, onun için ahirette hiçbir pay olmayacaktır.” (1)

Müslümanların zayıfladığı her bir dönemde İslamî hayatı tecdid edecek, insanları Allah’a itaate ve ibadete yönlendirecek, Allah’ın dini uğrunda ve i’lâ’i kelimetullah için kâfirlere karşı cihad edecek ve böylece tekrar yeryüzüne ilâhi rahmeti, bereketi, adaleti ve şeriatı yayacak bir tâife’i mansûranın (Allah’ın yardımına mazhar olmuş topluluğun) bulunacağını da Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem bize haber vermiştir. Ebû Hureyre radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Muhakkak ki Allah Azze ve Celle bu ümmet için her yüzyılın başında, onun için dinini tecdid edip yenileyecek bir kişi (veya kişiler) gönderecektir.” (4) Muaviye radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in şöyle buyurduğunu işittim: “Allah her kim hakkında

7

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Yine Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem bu yücelik ve iktidar dönemlerinden sonra zayıflık ve dağılma dönemlerinin olacağını, ahiret için yapılması gereken işleri dünya için yapmaya başlayan Müslümanların hezimete uğrayacağını, sadece hakka tâbi olarak Kur’an ve Sünnet’i esas alan hakiki Müslümanların -aynen ilk dönemde olduğu gibi- bir gurbet hayatı yaşayacaklarını da bizlere haber vermiştir. Bu gurbet dönemlerinde hakka tâbi olan ve Allah’ın dinine yardım eden bu mübarek garipleri müjdelemiştir. Ebû Hureyre ra-

dıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İslam garip olarak başladı ve tekrar başladığı gibi garip bir hâle bürünecektir. Müjdeler olsun bu gariplere!” (2) Diğer bir hadis’i şerifinde ise Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem Irak, Şam ve Mısır’da İslam’ın hâkim olacağını müjdeledikten sonra, buralarda İslam’ın tekrar zayıflayacağını ve küfrün yönetime gelmesiyle bu büyük devletlerin İslam’ın hâkimiyetinden çıkacağını ve samimi Müslümanların buralarda gurbet hayatı yaşayacağını bizlere haber vermiştir. Ebû Hureyre radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Irak dirhemini ve ölçeğini ödemediği, Şam ölçeğini ve dinarını ödemediği, Mısır ölçeğini ve dinarını ödemediği zaman ve siz de ilk başladığınız hâle döndüğünüz, siz de ilk başladığınız hâle döndüğünüz, siz de ilk başladığınız hâle döndüğünüz zaman (durumunuz nasıl olacak)?!” (3) Nitekim bütün bu haber verilenler söylendiği gibi tahakkuk etmiş ve samimi Müslümanlar şu anda tekrar yeni baştan İslam binasını kurmaya başlamışlardır. Bu başlanmış olan inşa faaliyetinin başarıyla tamamlanacağını da yine Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem haber vermiştir.


ŞUBAT 2017

hayır murad ederse, onu dinde fakih kılar. Şüphesiz ben sadece bir taksim ediciyim, asıl veren ise Allah’tır. Bu ümmet Allah’ın emri/dini üzerinde dimdik ayakta devam edecektir. Onlara muhalefet edenler, onlara bir zarar veremeyeceklerdir. Allah’ın emri gelinceye kadar bu böylece sürüp gidecektir.” (5) İmran b. Husayn radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Benim ümmetimden bir tâife, kendilerine karşı koyanlara galip gelerek hak yolunda savaşmaya devam edeceklerdir. Öyle ki bunların son nesli Mesihu’d-Deccal ile savaşıncaya kadar bu böylece sürüp gidecektir.” (6) Enes radıyallâhu anhu dedi ki: Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Benim ümmetimin misali, yağmur gibidir. Başı mı hayırlıdır sonu mu bilinmez” (7) Diğer bir hadis’i şerifte şöyle buyurmaktadır: “Allah Azze ve Celle sürekli bu dinin (tarlasından) bir takım filizleri yetiştirecek ve onları kendisine itaat edilmesi hususunda istihdam edecektir.” (8) Bütün bu müjdelerin olduğu gibi gerçekleştiğine İslam tarihi boyunca ilim, irşad, ıslah, tecdid ve cihad hareketlerini inceleyenler şahitlik edeceklerdir. Yine Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem bu hayırlı ve mübarek ümmetin girişeceği bütün büyük savaşlardan âkıbette ve sonuçta zaferle çıkacağını ve Allah’ın yardımına mazhar olacağını da bizlere haber vermiştir. Nitekim Cabir b. Semure radıyallâhu anhu, Nafi’ b. Utbe radıyallâhu anhu’dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: “Ben Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’den elimle saydığım şu dört cümleyi ezberledim. Buyurdu ki: “Sizler Arap Yarımadası ile savaşacaksınız, Allah Azze ve Celle bunun fethini sizlere müyesser kılacaktır. Bundan sonra sizler Fars (Pers İmparatorluğu) ile savaşacaksınız, Allah Azze ve Celle bunun da fethini nasip edecektir. Daha sonra sizler Rumlarla (Bizans İmparatorluğu ile) savaşacaksınız, Allah Azze ve Celle onun da fethini nasip edecektir. Son olarak sizler Deccal’e karşı savaşacaksınız, Allah Azze ve Celle onun da fethini sizlere

8

bahşedecektir.” Cabir dedi ki: Nafi’ (bana) şöyle dedi: “Cabir! Bizans fethedilmedikçe Deccal’in çıkmayacağını zannediyoruz.» (9) İslam tarihini okuyan inceleyen herkes bu hadis’i şerifte anlatılan büyük olayların sırasıyla tahakkuk ettiğini bilmektedir. Geriye kalan ise İslam ile küfrün hesaplaşmasında en büyük savaş olan Deccal ve ordularına karşı yapılacak mübarek bir cihaddır ki, bunun da âkıbette muvaffak olacağını ve Allah’ın izniyle fetih ve zaferin mü’minlere nasip olacağını Efendimiz müjdelemiştir. Artık bundan şüphe edenler imanlarını ve Efendimiz’e olan bağlılıklarını gözden geçirmelidirler. Şüphe etmeden bu müjdeye inananlar ise, bu büyük müjdeye nâil olabilmek ve İslam’ın küfre karşı en büyük zaferini gerçekleştirebilmek için bütün güçleriyle gayret etmeli ve çalışmalıdırlar.

4- Gerçekleşmiş Müjdeler Müjdeleyici olan Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem, bütün sıkıntılı ve zor durumlarda ashabını teselli etmiş, onları müjdelemiş ve istikbalde İslam’ın güçleneceğini ve bütün dinlere galip geleceğini onlara haber vermiştir. Onlar da ilâhi vahyin eseri olan bu sâdık haberlere yakînen iman etmiş ve müstakbele büyük bir umutla bakarak Allah için her türlü fedakârlığa katlanmışlardır. Bu konuda pek çok hadis’i şerif mevcuttur. Biz bunlardan bazılarını seçerek aktarmakla iktifâ edeceğiz. a- Arap Yarımadası adalete ve emniyete kavuşacaktır: Habbab b. Eret radıyallâhu anhu anlatıyor: “Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem Ka’be’nin gölgesinde abasını yastık edinip uzanmışken bizler halimizi şikâyet etmek üzere onun yanına vardık ve: “Bizim için (Allah’tan) yardım dilemez misin, bizim için (Allah’a) dua etmez misin?” dedik. Bunun üzerine o şöyle buyurdu: “Sizden önceki ümmetlerden (iman eden) bir adam tutuklanır, onun için yerde bir çukur açılarak o adam çukura konulurdu. Daha sonra bir testere getirilip onun başının üs-


tüne konulur ve o adam ikiye biçilirdi. Başka bir adamın etleri kemiklerinden demir taraklarla taranırdı. Ancak bu, onu dininden döndürmezdi. Allah’a yemin ederim ki, Allah bu işi (dinini) tamamlayacak (galip getirecek)tir. Öyle ki bir süvari, San’a’dan Hadramevt’e kadar gidecek ve Allah’tan, bir de sürüsü için kurttan başka hiçbir şeyden korkmayacaktır. Ancak sizler acele etmektesiniz.” (10) Peygamber Efendimiz bu müjdeyi, Arap Yarımadası’nın küfür ve şirkle dolu olduğu, adalet ve güvenden tamamen yoksun bulunduğu, can ve mal güvenliğinin asla olmadığı ve ashabının Mekke’de müşrikler tarafından her türlü işkenceye maruz bırakıldığı bir zamanda vermiştir. Ve bu müjde kısa bir zaman sonra haber verildiği gibi gerçekleşmiştir.

c- Arapların kurmuş olduğu en büyük devletlerden biri olan Hîre Devleti fethedilecek, o dönemde dünyanın ikinci büyük devleti olan Pers İmparatorluğu ortadan kaldırılacak ve fakir olan Müslümanlar arasında mal alabildiğine çoğalacaktır: Adiyy b. Hâtim radıyallâhu anhu anlatıyor: “Ben Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem’in yanındayken bir adam gelerek fakru zaruretten şikâyetçi oldu. Hemen peşinden başka bir adam daha gelerek yol kesen eşkiyadan şikâyetçi oldu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (bana): “Ey Adiyy! Hîre’yi gördün mü?» buyurdu. Ben de: “Hayır, ben görmedim. Fakat Hîre hakkında pek çok haberler aldım” dedim. Şöyle buyurdu: “Şayet ömrün biraz uzayacak olursa, Hîre’den bir kadının yola çıkarak Ka’be’yi tavaf edinceye kadar yolculuk yapacağını ve Allah’tan başka hiç kimseden korkmayacağını göreceksin.” Bu arada ben kendi kendime: “Şehirleri ateşe veren Tay kabilesinin serserileri ve eşkiyaları nerede olacak acaba?” diye söylenirken, o şöyle devam etti: “Şayet ömrün biraz daha uzayacak olursa, Kisra’nın hazinelerinin fethedileceğini göreceksin.” Ben: “Hürmüz oğlu Kisra mı?!” diyerek şaşkınlığımı ifade edince, şöyle buyurdu: “Hürmüz oğlu Kisra... Şayet hayatın biraz daha uzayacak olursa, bir adamın avuç dolusu altın veya gümüşü alarak onu kendisinden kabul edecek birilerini arayacağını ve onu kendisinden alacak hiç kimseyi bulamayacağını göreceksin.” Adiyy der ki: “Ben, Allah’tan başka hiç kimseden korkmadan Hîre’den yola çıkarak Ka’be’yi tavaf eden kadını gördüm. Yine ben, Hürmüz oğlu Kisra’nın hazinelerini fethedenler arasında bizzat bulundum. Ve eğer sizin hayatınız uzayacak olursa, Peygamber Ebu’l-Kâsım’ın haber vermiş olduğu “avucunu dolduran adamı” göreceksiniz.” (12)

9

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

b- Araplar İslam’a boyun eğecek ve Arap olmayanlar da Müslümanlara cizye ödeyecektir: Abdullah b. Abbas radıyallâhu anhuma dedi ki: “Ebû Talib hastalandığı zaman Kureyşliler onun yanına geldiler. Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem de geldiğinde Ebû Talib’in yanında ancak bir kişinin oturabileceği kadar yer kalmıştı. Ebû Cehil, Peygamber Efendimiz’in oraya oturmasını engellemek için kalkıp oraya oturdu. Peygamber Efendimiz’i Ebû Talib’e şikâyet etmeye başladılar. Bunun üzerine Ebû Talib: “Yeğenim! Sen kavminden ne istiyorsun?” dedi. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Ben onlardan sadece bir kelimeyi kabul etmelerini istiyorum. Bunu kabul ederlerse Araplar onlara boyun eğecek ve Arap olmayanlar da onlara cizye ödeyecektir.” Ebû Talib: “Sadece bir kelime mi?” diye sordu. Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: “Sadece bir kelime... Amca! Sadece Lâ ilâhe illallâh demelerini istiyorum.” Kureyşliler ise: “(Bunca ilahlarımızı terkederek) tek bir ilah mı kabul edeceğiz?!” diyerek bunu reddettiler.” (11) Bütün Kureyş’in reddettiği ve diğer tüm Arapların şirk içerisinde bocaladığı bir zamanda, Peygamber Efendimiz’in en büyük destekçisi Ebû Talib’in dahi vefat etmek üzere olduğu böyle sıkıntılı bir anda verilen bu

müjde; daha üzerinden on sene geçmeden aynen tahakkuk etmiştir. Çünkü bu dinin sahibi olan Allah, bu dini kıyamete kadar bâki kalması ve diğer bütün dinlere galip gelmesi için göndermiştir.


ŞUBAT 2017

Ebû Hureyre radıyallâhu anh diyor ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öldüreceklerdir. Hatta Yahudiler taşın ve ağacın arkasına saklanacak, taş veya ağaç da “Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir. Hemen gel de onu öldür” diyecektir. Yalnız Garkad ağacı müstesna. Çünkü o, Yahudilerin ağacıdır.»

d- Dünyanın süper devletleri olan Bizans İmparatorluğu ve Pers İmparatorluğu yıkılacak ve onların bütün hazineleri Allah yolunda infak edilecektir: Cabir b. Semûre radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kisra yok olduğunda ondan sonra Kisra olmayacaktır. Kayser yok olacağı zaman, ondan sonra da Kayser olmayacaktır. Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Kisra’nın da Kayser’in de hazineleri Allah yolunda harcanacaktır.” (13) Ebû Hureyre radıyallâhu anhu’nun rivayetiyle bu hadis’i şerifte Kayser ile ilgili şöyle denilmektedir: “Kayser de ileride helak olacaktır ve ondan sonra Kayser olmayacaktır.” (14) Bu da Kayser’in Kisra’dan sonra helak olacağını ve Bizans Devleti’nin Pers Devleti’nden sonra yok olacağını göstermektedir. Nite-

10

kim böyle de olmuştur. Kisra ve Pers Devleti râşid halife Hz. Ömer döneminde yok olurken, Kayser ve Bizans Devleti ise büyük bir Müslüman fâtih olan Sultan Muhammed döneminde yok olmuştur. e- İslam ümmetinin hâkimiyeti doğuda ve batıda yayılacaktır: Sevbân radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Allah Azze ve Celle benim için yeryüzünü dürdü ve ben yeryüzünün doğusunu ve batısını gördüm. Muhakkak ki benim ümmetimin mülkü, yeryüzünden benim için dürülen (ve benim gördüğüm) bölgelere ulaşacaktır. Ayrıca bana (benim ümmetime Bizans Devleti’nin hazineleri olan) altın ve (Pers Devleti’nin hazineleri olan) gümüş hazineleri verilmiştir.” (15) Bu büyük müjde de haber verildiği gibi tahakkuk etmiş ve İslam ümmetinin hâkimiyeti doğuda Çin Seddi’nden, batıda Balkanlara ve diğer taraftan Endülüs’e kadar uzanmıştır. Dünyanın kuzey ve güney taraflarında ise bu kadar büyük bir yayılma meydana gelmemiştir. Her ne kadar İslam’ın hâkim olduğu bu büyük alanlar son yüzyıllarda peyderpey İslam’ın hâkimiyetinden çıkmış ve 20. yüzyılda İslam ümmetinin siyasi anlamdaki hâkimiyetine son verilmiş olup, küfür devletleri her tarafı işgal etmiş olsalar da; Allah’ın izniyle işgal edilen bütün İslam memleketleri geri alınacağı gibi daha fethedilmemiş birçok yerler de yeni baştan fethedilecektir. Şimdi de bu husustaki müjdeleri aktaralım.

5- Muhakkak Gerçekleşecek Olan Müjdeler Günümüzde İslam âlemini kapkaranlık bulutlar sarmış ve Müslüman toplumların acıları katlanarak artmıştır. Bütün Müslüman memleketler direkt ya da dolaylı olarak düşmanlar tarafından idare edilmekte ve sömürülmektedir. Halkı Müslüman olan ülkeler askeri, siyasi, iktisadi ve kültürel açılardan işgale maruz kalmış ve düşmanların hegemonyası altına girmiştir. Bütün bunlarla birlikte Müslüman halklar ara-


sında tevhid akidesi zayıflamış, Allah’a ibadet etmenin izleri silinmiş, sünnet kaybolmuş, bid’atler her tarafa yayılmış ve ma’siyetler her tarafı sarmıştır. Bu ahvali bütün vecheleriyle müşahede eden bir insanın gelecek hakkında umutsuzluğa kapılması mümkündür. Ancak peygamberlerin tarihini bilen, İslam ümmetinin tarihine vâkıf olan, Kur’an ve Sünnet hakkında fıkıh sahibi olan ve içinde yaşadığı şartların baskısı altında ezilmeyip Allah’a hakkıyla tevekkül eden hakiki bir mü’min bütün gücüyle şunu ilan edecektir: İstikbalde en gür ses, İslam›ın sesi olacaktır.

ümmetine en fazla kin bileyen ve en sonunda İslam hilafetinin ortadan kaldırılması ve İslam şeriatının yürürlükten ilğa edilmesi hususunda başat rol oynayan Yahudi kavmiyle İslam ümmeti arasında büyük bir savaş olacaktır. Yetmiş senedir Müslümanların en kutsal mekânlarından biri olan Mescid-i Aksa ve Filistin’i işgal ederek bir terör devleti kurmuş olan ve Müslümanları tedrici bir şekilde soykırıma tâbi tutan bu siyonist Yahudiler, Müslümanlar tarafından nihâi bir hezimete maruz bırakılacak ve Allah’ın izniyle artık bellerini doğrultamayacak bir şekilde kahredileceklerdir.

Peygamber Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem ilâhi vahye dayanarak bu büyük hakikati de bizlere müjdelemiştir. Şimdiye kadar meydana gelmemiş ve şu andan sonra meydana gelecek olan pek çok sıkıntıları ve zorlukları ve bu zorluklardan sonra elde edilecek birçok fetihleri bizlere haber vermiştir. Bu konuda birçok sahih hadis’i şerif vârid olmuştur. Biz bunların arasından bazılarını seçerek arzetmeye çalışacağız.

b- Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında tarihin en büyük savaşlarından biri meydana gelecek ve pek çok sıkıntı ve zorluktan sonra Müslümanlar kesin bir zafer kazanacak ve Hıristiyanları nihâi bir hezimete uğratacaklardır. Şam topraklarında cereyan edecek olan bu melhame’i kübrâ (büyük savaş)tan sonra kesin bir zafer kazanan Müslümanlar İstanbul’u fethedeceklerdir. Ebû Hureyre radıyallâhu anhu diyor ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Rumlar (Avrupalılar) Amik Ovası’na yahut Mercidâbık’a karargâh kurmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Onların karşısına şehirden (Haleb’ten) o gün yeryüzü halkının en iyilerinden bir ordu çıkacaktır. Ordular karşı karşıya gelince Rumlar: “Bizimle bizden esir alınanların

11

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

a- Müslümanlarla Yahudiler arasında yapılacak büyük bir savaşta Yahudiler kesin bir yenilgiye uğrayacaklardır. Ebû Hureyre radıyallâhu anh diyor ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. Müslümanlar onları öldüreceklerdir. Hatta Yahudiler taşın ve ağacın arkasına saklanacak, taş veya ağaç da “Ey Müslüman, Ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudidir. Hemen gel de onu öldür” diyecektir. Yalnız Garkad ağacı müstesna. Çünkü o, Yahudilerin ağacıdır.» (16) Tarih boyunca İslam ümmetine büyük sıkıntılar yaşatan, Müslümanları içeriden yıkıma uğratmak için türlü türlü fitneleri kışkırtan, düşmanlar içerisinde İslam


ŞUBAT 2017

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu din gece ve gündüzün ulaştığı her yere muhakkak ulaşacaktır. Allah, çamurdan yapılmış olsun ya da kıldan yapılmış olsun (şehirli ya da bedevi olsun) her eve muhakkak bu dini girdirecektir. Bu da kiminin aziz olmasıyla diğer bazılarının da zelil olmasıyla gerçekleşecektir. Öyle bir izzet ki, Allah onunla İslam›ı aziz kılacak ve öyle bir zillet ki, Allah onunla da küfrü zelil kılacaktır.”

(Müslüman olanların) arasını serbest bırakın, onlarla savaşalım” diyeceklerdir. Müslümanlar da: “Hayır! Vallâhi sizinle din kardeşlerimizin arasını serbest bırakmaz, sizi onlarla başbaşa bırakmayız» cevabını vereceklerdir. Bunun akabinde onlarla savaşacaklardır. Müslümanların üçte biri (savaşmayıp) hezimete uğrayacaktır. Allah bunların tevbesini ebediyyen kabul etmeyecektir. Onların üçte biri ise öldürülecektir. Bunlar Allah katında şehitlerin en üstünleri olacaklardır. Üçte biri de (Hıristiyanlara karşı) muzaffer olup fetih kazanacak ve onlar asla fitneye düşmeyeceklerdir. İşte bunlar İstanbul’u da fethedeceklerdir...” (17) İstanbul›un fethiyle ilgili birçok hadis bulunmaktadır. Bazı hadislerde mutlak olarak “İstanbul fethedilecektir” şeklinde geçerken, diğer bazı hadislerde İstanbul›un

12

fethiyle ilgili tafsilatlı bilgiler verilmiştir. Yukarıda geçen keyfiyetten farklı olarak İstanbul’un silah kullanlmadan ve savaşmadan tekbir ve tehlillerle fethedileceği de sahih hadislerde sabit olmuştur. Bu da göstermektedir ki, Fatih Sultan Mehmed’in yapmış olduğu fetih de her ne kadar hadislerdeki müjdenin altına girse de; asıl kastedilen büyük fetih daha gerçekleşmemiş ve Allah’ın dileyeceği bir zamanda ve dilediği şekilde gerçekleşecektir. c- Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında başlayan ve İstanbul’un fethini netice veren bu savaşlar devam edecek ve Allah’ın izniyle Katolik Hıristiyanların en kutsal şehri olan Roma’nın fethiyle sonuçlanacaktır. Böylece Ortodoks Hıristiyanlarla birlikte Katolik Hıristiyanlar da nihâi hezimete uğrayacaklardır. Ebû Kabil dedi ki: “Biz Abdullah b. Amr b. Âs›ın yanındayken ona şöyle soruldu: “Şu iki şehirden hangisi önce fethedilecek, İstanbul mu yoksa Roma mı?” Abdullah radıyallâhu anhu halkaları bulunan bir sandığın getirilmesini istedi ve onun içinden yazılı bir kitâbe çıkardı. Abdulah şöyle buyurdu: «Bizler Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem’in etrafında yazarken, ona şöyle soruldu: Şu iki şehirden hangisi önce fethedilecek, İstanbul mu yoksa Roma mı?” Bunun üzerine Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “İlk önce Heraklius’un şehri (yani Kostantiniyye) fethedilecektir.” (18) d- Hulefâ’i râşidînden sonra tatbik sahası bulamayan ve sâdık bütün Müslümanların gaye’i ulyâsı haline gelen nübüvvet minhacı üzere râşidî bir hilafet kurulacaktır. Huzeyfe radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Aranızda peygamberlik Allah’ın kalmasını dilediği kadar kalacak, kaldırmayı dilediği zaman da kaldıracaktır. Sonra peygamberlik minhacı (yolu) üzere olan bir hilafet olacak, Allah’ın kalmasını dilediği kadar kalacak ve Allah Teâlâ kaldırmayı dilediği zaman onu da kaldıracaktır. Sonra ısırıcı bir krallık/saltanat olacak, Allah’ın kalmasını dilediği kadar


kalacak ve Allah Teâlâ kaldırmayı dileyince onu da kaldıracaktır. Sonra zorba yönetimler olacak, Allah’ın kalmasını dilediği kadar kalacak ve Allah Teâlâ ortadan kaldırmayı dileyince onları da kaldıracaktır. Sonra (tekrar) peygamberlik minhacı (yolu/yöntemi) üzere olan bir hilafet olacaktır.” Sonra sustu.” (19) Bu hadis’i şerif İslam ümmetinin tarihi mukadderatını açık bir şekilde çizmektedir. İslam tarihini beş merhaleye ayırmaktadır ki, son merhale hariç bütün bu merhaleler tahakkuk etmiş ve son merhale de tahakkuk edecektir. Özetle belirtecek olursak; Birinci merhale: Nübüvvet merhalesi ki, hâtemü’l-enbiyâ olan Efendimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in ahirete irtihaliyle son bulmuştur. İkinci merhale: Nübüvvet minhâcı üzere hareket eden râşid halifeler dönemi ki, bu da başka sahih hadislerde belirtildiği üzere otuz yıl sürmüş ve dört halifeden sonra son bulmuştur. Üçüncü merhale: Isırıcı meliklik ve saltanat merhalesi ki, Emevilerle başlamış ve Osmanlıların yıkılmasıyla son bulmuştur. Bu dönemin temel özelliği, yönetim şekli olarak Kur’an ve Sünnet’e uygun olmayan tevârüs (yönetimin babadan oğula geçme) yöntemi esas alınsa da genel olarak İslam şeriatı yürürlükte kalmış ve hukukî nizam olarak tatbik edilmiştir.

Beşinci merhale: Biz Müslümanlar için büyük bir müjde olan râşidî hilafet merhalesidir ki, diğer bütün merhaleler tahakkuk ettiği gibi bu da Allah’ın izniyle gerçekleşecektir. e- İslam her tarafa hâkim olacak, İslam›a girenler aziz, girmeyi kabul etmeyenler de zelil olacaktır. Hz. İsa aleyhisselam nâzil olacak ve onun zamanında İslam dışındaki bütün dinler ve sistemler yok olacaktır. Temim ed-Dâri radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bu din gece ve gündüzün ulaştığı her yere muhakkak ulaşacaktır. Allah, çamurdan yapılmış olsun ya da kıldan yapılmış olsun (şehirli ya da bedevi olsun) her eve muhakkak bu dini girdirecektir. Bu da kiminin aziz olmasıyla diğer bazılarının da zelil olmasıyla gerçekleşecektir. Öyle bir izzet ki, Allah onunla İslam›ı aziz kılacak ve öyle bir zillet ki, Allah onunla da küfrü zelil kılacaktır.” (20) Ebû Hureyre radıyallâhu anhu dedi ki: Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Benimle onun -yani İsa aleyhisselam’ın- arasında peygamber yoktur ve o mutlaka inecektir. Onu gördüğünüz zaman tanıyın. O, orta boylu kırmızıya çalan beyaz benizli bir adamdır. Sarımtırak renkte iki elbise içerisinde olacaktır. Başına bir ıslaklık değmese de sanki

13

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Dördüncü merhale: Zorba ve tâğûti yönetimler merhalesi ki, Osmanlı hilafeti ilğa edilip İslam şeriatı tatbikten kaldırıldıktan sonra yaşadığımız şu son merhaledir. Takriben yüz yıldır devam eden bu merhalede, Müslüman toplumlara küfür ve şirk kanunları tatbik edilmekte, laiklik ve demokrasi gibi bâtıl düzenlerle Müslüman halklar idare edilmektedir. Bunun sağlanması ve devam ettirilmesi için de Müslüman toplumlara her çeşit zulüm reva görülmektedir. Bu merhalenin ne zaman

son bulacağını her şeye kâdir olan Allah bilir. Allah’tan ümidimiz, bütün zulümlerin sebebi olan bu tâğutların bir an önce yok etmesidir.


ŞUBAT 2017

su damlıyor gibidir. İsa, İslam adına insanlarla savaşacak, haçı kıracak, domuzu öldürecek ve cizyeyi kaldıracaktır. Onun zamanında Allah, İslam dışındaki tüm dinleri iptal edecektir. İsa, Mesih Deccal’i öldürecek ve yeryüzünde kırk sene kalacaktır. Sonra vefat edecek ve Müslümanlar cenaze namazını kılacaklardır.”(21)

vaşlar yoğunluklu olarak iki cephede cereyan

f- Hz. Mehdi ile birlikte İslam uğrunda savaşan Hz. İsa aleyhisselam, insanlık tarihinin en büyük fitnesi, en şerli zalimi ve en büyük kâfiri olan Mesih Deccal’i öldürecek ve böylece küfrün beline öldürücü darbeyi indirecektir. Ona itaat eden ve ona kulluk eden bütün küffâr ve özellikle Yahudi kavmi kesin bir hezimete uğrayacaktır. Yukarıda geçen İstanbul’un fethiyle ilgili hadisin devamı şöyledir: “...(İstanbul’u fetheden) bu gaziler kılıçlarını zeytin ağaçlarına asmış, ganimetleri taksim ederlerken, aniden şeytan onların içinde şöyle bağıracaktır: “Gerçekten Mesih Deccal, arkanızda ailelerinizle baş başa kaldı.” Onlar da hemen çıkacaklar, fakat bunun asılsız bir haber olduğunu göreceklerdir. Ancak onlar Şam’a geldiklerinde Deccal çıkmış olacaktır. Bu defa onlar savaşmak için hazırlık yaparken ve birlikleri düzenlerken namaz için kamet getirilecek ve Meryem oğlu İsa inerek onlara imam olacaktır. Allah’ın düşmanı Deccal, İsa’yı gördüğü zaman tuzun suda eridiği gibi erimeye başlayacaktır. Eğer İsa onu bırakmış olsa o eriyerek tamamen kendiliğinden helak olacaktır. Fakat Allah onu, İsa’nın eliyle öldürecek ve kanını onun mızrağında onlara gösterecektir.” (22)

da sanki bunu gösterir gibidir.

g- Bu ümmetten iki tâife Allah’ın koruması altındadır. Allah onları cehennem ateşinden koruyacaktır. Sevbân radıyallâhu anhu dedi ki: Peygamber sallallâhu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Benim ümmetimden iki topluluğu Allah Azze ve Celle ateşten koruyacaktır. Hindistan’da savaşan topluluk ve bir de İsa b. Meryem aleyhisselam ile birlikte olan topluluk...” (23) Bu iki topluluğun birlikte zikredilmesinin hikmeti -Allah en doğrusunu bilir ya- şu olabilir: Bu dönemde İslam uğrunda yapılan sa-

14

edecektir. Bir cephenin merkezi Şam diyarı olmak üzere Hz. İsa tarafından idare edilecektir. Diğer cephenin merkezi de genel olarak Hindistan olacaktır ki, burası Afganistan, Pakistan, Keşmir ve Hindistan’ın diğer bütün bölgelerini kapsamaktadır. Şu andaki gidişat

------------------------

1. İmam Ahmed, Müsned: 5/134 (21220); Hâkim, Müstedrek: 4/311. Sahih bir hadistir. Übey b. Ka’b radıyallâhu anhu’dan... 2. Müslim: 370 3. Müslim: 7206; Ebû Dâvûd: 3035 4. Ebû Dâvûd: 4291. Sahih bir hadistir. 5. Buhari: 71 6. Ebû Dâvûd: 2484. Sahih bir hadistir. 7. Tirmizi: 3086; İmam Ahmed, Müsned: 12327. Sahih bir hadistir. 8. İbni Mâce: 8. Hasen bir hadistir. 9. Müslim: 7213; İbni Mâce: 4091 10. Buhari: 6943 11. Tirmizi: 3232; İmam Ahmed, Müsned: 2009. Tirmizi dedi ki: “Bu Hasen-Sahih bir hadistir.” 12. Buhari: 3595 13. Buhari: 3619; Müslim: 2919 14. Buhari: 3618; Müslim: 2918; Tirmizi: 2216 15. Müslim: 2889; Ebû Dâvûd: 4252; Tirmizi: 2186 16. Buhari, Cihad: 94 (7268); Müslim, Fiten: 82 (2922) 17. Müslim, Fiten: 34 (2897). Amik Ovası, Hatay’ın ovasıdır. Mercidâbık ise, Haleb’e yakın bir ovanın ismidir. 18. İmam Ahmed, Müsned: 6645; Hâkim, el-Müstedrek: 4/555. Hâkim dedi ki: “Bu hadisin isnadı Sahih olup, Buhari ve Müslim bunu rivayet etmemişlerdir.” İmam Zehebi de bu konuda Hâkim’e muvafakat etmiştir. Ancak Şuayb el-Arnavut’un tahkik ettiği Müsned nüshasında hadisin senedinin Zayıf olduğu belirtilmiştir. 19. Ahmed b. Hanbel, Müsned: 18406. İsnadı Hasendir. 20. İmam Ahmed, Müsned: 4/103 (16957). Sahih bir hadistir. 21. Ebû Dâvûd, Melâhim: 14 (4324); İmam Ahmed, Müsned: 2/406. Sahih bir hadistir. 22. Müslim, Fiten: 34 (2897) 23. İmam Ahmed, Müsned: 22396; Nesâi: 6/42,43. Hasen-Sahih bir hadistir.


| Kapak Dosya

Hakan Sarıküçük |

ZAFERİN ÖNÜNDEKİ

ENGELLER H

amd; “Dikkat edin Allah’ın yardımı yakındır” (1) ilahi buyruğuyla bizlere zaferin yakın olduğunu haber veren Allah’a,

Salat ve selâm; “Muhakkak yardım ve zafer sabır ile birliktedir.” (2) buyurup zafere giden yolun sabırla mümkün olabileceğini bildiren peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e Allah’ın yardımı ve zafer müjdesi İslâm’a sımsıkı sarılıp bu uğurda canıyla ve malıyla mücadele eden dava erlerinin üzerine olsun.

(3)

buyurulmaktadır. Dolayısıyla

zafere giden yolda dikkat edilecek ilk husus:

1. Sabırsızlanmamak ve davanın gidişatına zarar verecek aceleci kararlar almaktan sakınmaktır. Yüce Rabbimizin kulları için uyguladığı sınav sabrı gerektirmektedir. Müslüman bir kişinin dini uğrunda karşılaştığı eziyet, sıkıntı, musibet ve daha nice kederli ve üzüntülü hususlarda sabra ihtiyacı vardır. Allah yolunda sebat etmede ve düşmanlara karşı cihad etmede de yine sabra ihtiyaç vardır. Hz. Ömer radıyallahu anh, Absoğullarına mensup bazı yaşlı kimselere düşmanlarına karşı ne ile savaştıklarını sorduğunda onlar şöyle cevap verdiler: “Bizler düşmanlarımıza karşı sabırla

15

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Kur’an’ı Kerim’i incelediğimizde zafer ve yardımın sabır ile ilintili olduğu sonucu ile karşılaşırız. Kuran’ı Kerim’de yetmişin üzerinde yerde sabır ve sebattan bahsedilmektedir. Sabır öyle büyük bir haslettir ki iman ehli kullara devamlı surette bildirilen ve din uğruna talep edilen bir husustur. “İmana göre sabır, cesede göre baş

yerindedir.”


Müslüman bir kişinin dini uğrunda karşılaştığı eziyet, sıkıntı, musibet ve daha nice kederli ve üzüntülü hususlarda sabra ihtiyacı vardır. Allah yolunda sebat etmede ve düşmanlara karşı cihad etmede de yine sabra ihtiyaç vardır.

Allahu Teâlâ’nın dini hususunda bu çok önemli bir etken değildir. Sebepler dairesinde zahiri bir bakışla sebep sonucu gerektirse de bizim inancımıza göre her zaman böyle olmaz. Nitekim yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Nice az bir topluluk, Allah’ın izniyle çok sayıdaki bir topluluğu yenmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (4) Ve yine şu ayeti kerimede sözünü ettiğimiz hususa delildir. “Sizden bin kişi olursa iki bin kişiye galip gelir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (5)

3. İhlassızlık ve samimiyetsizlik savaştık. Hangi toplulukla karşılaştıysak onların bizim karşımızda sabredip direndikleri gibi biz de onlar karşısında sabredip direndik.” Aceleci davranmak ve istenilen şeyin zamanından önce gerçekleşmesini beklemek umutsuzluğa ve başarısızlığa sebep olur. Her şeyin bir zamanı vardır ve şartlar oluşmadan neticenin ortaya çıkmasını beklemekte ilahi iradenin dilemesi haricinde dünyevi sebepler dairesinde mümkün olmaz. Tohum ekmeden hasat elde etmeyi ummak veya ekip, sulamadan ve ilaçlamadan ağaçtan meyveyi zamanından önce elde etmeyi ummakta böyledir.

ŞUBAT 2017

2. Her meseleye sebep sonuç ilişkisi içinde bakarak ilahi yardımın ve desteğin uzak olduğuna inanmak Düşmanın sayısından ve kuvvetinden çekinerek Müslümanların zayıf olduğuna ve küfrün asla yenilmeyecek bir güce sahip olduğuna inanmak Müslümanın inancıyla bağdaşmaz. Güç ve kuvvetin bütünüyle Allah’ın elinde olduğuna itikat etmek Müslüman için tek çıkar yoldur. Zaferin kazanılmasında zahiri sebepler açısından bakıldığında her ne kadar sayı çokluğu önemli ve etkili bir sebep gibi gözükse de

16

Cihadın şartlarından biri ve belki de en başta geleni temiz bir niyete sahip olmaktır. Nitekim “Ameller ancak niyetlere göredir. Her kişi için ancak niyet ettiği şey vardır.” (6) hadisi şerifi zaferin kazanılmasında samimiyetin ve ihlaslı olmanın önemini ortaya koymaktadır. Çünkü bu iki husus her ibadetin şer’an muteber olmasının da şartlarındandır. İhlastan uzak olmak ve Allah’ın rızası dışındaki dini maksatlara muhalif niyetler, ilahi yardımın önünde büyük engellerin oluşumuna ve dolayısıyla zaferin kaybedilmesine sebep olacaktır. Dini arzuları geri plana atıp dünyevi ve nefsi istekleri öne çıkarmak, beklenen zaferi hiçbir zaman getirmeyecek, ihlassızlığın ve samimiyetsizliğin neticesinde hüsran ile karşı karşıya gelinecektir.

4. Dava uğruna çaba ve gayret göstermemek Zaferin önündeki engellerden bir diğeri de savaşılması ve mücadele edilmesi gereken her şeye karşı -ki bunlar nefs, şeytan ve din düşmanlarıdır- gayret göstermemektir. Oysa Yüce Rabbimiz: “Ey İman edenler! Allah uğrunda hakkıyla cihad edin” (7) (yani gizli ve açık tüm düşmanlarınıza karşı müdafaa hususunda elinizden gelen tüm gayreti gösterin) buyurmak-


tadır. Yan gelip yatarak veya gayret ve çabayı başkasından bekleyerek boş vermiş bir tavır takınmak bir Müslümana asla yakışmaz. Mümin yaptığının ecrini Rabbinden umarak tek başına kalsa dahi Allah’ın rızasını kazanmak uğruna elinden gelen tüm gayreti göstermek zorundadır. İnsanların ümitsizliği ve dünyevi ihtiraslarına kapılmış bir halde yaşamaları onu davaya hizmet etmekten alı koymamalıdır.

5. Birlik ve beraberlikten uzak durmak Zaferin önündeki engellerden bir başkası da sıkı bir birlik ve beraberlik içinde olmamaktır. Nitekim bir gün sahabeler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den, Cenab-ı Hak katında makbul olan amellerin en güzelinin hangisi olduğunu öğrenmek istemiş ve bu yolla mallarını ve canlarını feda etmeyi arzulamışlardı. İşte o sırada Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e şu ayetler nazil oldu: “Şüphesiz ki Allah kendi yolunda sanki kendileri birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever.” (8) Bu sebeple müminler de Allah’ın sevgisini kazanabilmek ve onun zafer vaadine nail olabilmek için birbirine iyice kenetlenmiş bir şekilde tek bir vücut halinde bulunmalıdırlar. İhtilaflar ve kavgalar ilahi yardımın inmesinin önündeki en büyük engellerdendir. Nitekim yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Allah’a ve Rasûlüne itaat edin. Birbirinizle çekişmeyin, sonra korkar (gevşer)siniz, (Başarı ve galibiyet) rüzgârınız (kesilir, kuvvet ve devletiniz elden) gider. Bir de (düşmanlarla mücadelede) sabredin. Çünkü Allah sabredenlerle beraberdir. (Nihayetinde onlara yardım eder.) (9)

6. Şahsi arzu ve istekleri İslâmi menfaatlerin üstünde tutmak Zaferin önündeki engellerden bir diğeri de şahsi istekleri ümmetin faydasına olacak hususların önünde tutmaktır. Maalesef günümüzde cemaatinin maslahatı ve mensuplarının selâmeti uğruna, sanki yeryüzünde sahih ve sağlam tek itikada sahip olanlar kendileriymişçesine bir tavır takınıp kendilerinden olmayan herkesi öteleyen ve gerek kendi elleriyle gerekse de küfrün önüne servis etmek suretiyle kendilerinden olmayan herkesi yok etmeye çalışan grupçuklar bulunmaktadır. Maalesef böylelerine grupçuk kelimesi dışında söyleyebilecek daha münasip başka bir söz bulamıyoruz. Dillerimiz ve imanımız bizlere onların bizim için söylediklerini söylemeye müsaade etmiyor. Onların bizlere attıkları iftiraların ve lakapların benzerlerini onlara söylemeye izin vermiyor. Biz böylelerini Allah’a havale ediyor ve hakkımızı alması hususunda O’nu vekil tayin ediyoruz. Nitekim Bizim Rabbimiz “Ne güzel bir Mevla ve ne güzel bir yardımcıdır.” İşte böyleleri yüzünden bugün ümmet paramparça bir hale düşmüş ve kendisinin dini temsil ettiğine inanan bu türden fırkalar sebebiyle bu acı verici halleri yaşamaktadır. Eline fırsat geçince Müslümanları tek bir kalıba sokmaya çalışan ve kendi itikatlarına inanmak zorunda bırakan bu gibileri yüzünden zafer gecikmekte, şahsi istekleri uğruna diğer Müslümanların gözleri önünde ölmesine veya öldürülmesine ses çıkarmamaktadırlar. Elde edecekleri bir avuç toprak veya ganimetten daha fazla pay alabilmek uğruna ya da nam salıp tanınmak arzusuyla ve Müslümanların tek temsilcisinin kendisi olması adına, ümmetin başında bulunması

17

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Öyleyse boş ve gereksiz cedelleşmelerin ve ihtilafların Müslümanlara hiçbir faydası yoktur. Ölüm kalım savaşlarının verildiği böylesi zaman ve yerlerde bu gibi kötülüklerin ortaya çıkaracağı zarar, telafisi mümkün olmayan büyük yaralar açacak ve Müslümanlara çok büyük bir zarar verecektir. Ümmet, tek vücut

olana dek bu başarısızlıklar devam edecek ve zafer gecikecektir. Küfür, ne acıdır ki bunu Müslümanlardan daha iyi anlamış ve hedefini daima Müslümanları “böl-parçala-yut” esasları üzerine kurmuştur.


“Ey iman edenler! (Kâfir) bir toplulukla karşılaştığınız zaman artık (Allah’a sığınarak) sebat edin ve Allah’ı çok anın. (Harp yerinde O’na dua edin, O’nun yardımını isteyin ve bekleyin) umulur ki siz, muradınız (olan feth ve zafere, yardım ve sevab)a erersiniz.” (Enfal: 45)

gereken en üst akıl ve gücün kendisi olduğuna inanarak diğer grupları hedef tahtasına oturtan bu tür grupçuklar İslâm’a hiçbir zaman fayda vermemiştir. Onların bu içten pazarlıklı hallerini her şeyin iç yüzünü en iyi bilen Rabbimiz izhar ederek ümmeti temsil etme fırsatını onlara tanımamıştır. Çünkü yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır. “And olsun ki, Tevrat’tan sonra Zebûr’da da yeryüzüne ancak salih (iyi) kullarımın mirasçı olduğunu yazmıştık.” (10) Şunu unutmamak gerekir ki ümmete yapılacak ihanetin hesabını yine onun mevlası ve yardımcısı olan yüce Rabbimiz layıkıyla soracak ve bu hainliğini izhar ederek tüm Müslümanların önünde onları rezil ve rüsva edecektir.

ŞUBAT 2017

7. Düşmana mukavemet göstermemek Zaferin önündeki engellerden bir diğeri de düşmanla karşılaşma esnasında sebat ve mukavemet edemeyip arkasını dönüp kaçmaktır. Müslüman kişi şiddet zamanlarında ümitsizliğe ve sıkıntıya düşmeden Allah’a sığınmalı, her

18

halükarda Allah’ın lütfuna güvenip tüm varlığıyla Allah’a yönelmelidir. Yardım ve zaferin sadece O’ndan olduğuna inanarak sebat etmeli ve bu düşünceyle düşmana karşı mukavemet göstermelidir. Nitekim yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Ey iman edenler! (Kâfir) bir toplulukla karşılaştığınız zaman artık (Allah’a sığınarak) sebat edin ve Allah’ı çok anın. (Harp yerinde O’na dua edin, O’nun yardımını isteyin ve bekleyin) umulur ki siz, muradınız (olan feth ve zafere, yardım ve sevab)a erersiniz.” (11)

8. Önder ve Emirin meşru isteklerine itaat etmemek Zaferin önemli şartlarından birisi de amirlerin ve komutanların meşru türden olan emirlerine itaat etmektir. Nitekim iyi veya günahkâr olsun, her bir emirle birlikte cihad etmek Müslümanlar üzerine vaciptir. Mücahidlerin, emir sahibi olan kişinin Allah’a ve Rasûlüne isyan olmayan türden isteklerine uyması ve bunları yerine getirmesi vazifelerindendir. Bu hususlarda emir sahibine itaat Allah’a ve Rasûlüne itaat manasına gelmektedir. Konuyla ilgili olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimiz şöyle buyurmaktadır: “Her kim bana itaat ederse o, Allah’a itaat etmiştir. Her kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiştir. Her kim emir sahibine itaat ederse o, bana itaat etmiştir. Her kim emir sahibine isyan ederse bana isyan etmiştir. (İyi bilinmelidir ki) imam ( yönetici, lider, emir) bir siperdir. Onun önünde (onun kumandası altında) savaşılır, onunla (düşmandan) korunulur. Eğer o, (millete) takva ile emir ve adalet ederse, şüphesiz ki bununla kendisi için bir ecir vardır. Eğer bundan (bu takva ve adaletten) başkasıyla emr ve hükmederse, artık şüphe yok ki bundan olan (günah) ana aittir.” (12) Mutlak surette komutanın zafer kazanması, komutası altındakilerin itaatleriyle mümkündür. Uhud savaşındaki okçuların bir anlık gaf-


letleri ve emri unutmaları ilk etapta elde edilen bu zaferin başarısızlığa dönüşmesine ve mağlubiyete sebebiyet vermiştir. Unutulmamalıdır ki, itaat zafer ile itaatsizlik de bozgunculuk ve helak ile birliktedir.

9. Ölümden korkmak Zaferin önündeki engellerden bir diğeri de ölümden korkmaktır. Ölümden kaçmak Müslümanları korkaklığa, korkaklık ise bozguna uğratır. Oysa zaferin şartlarından birisi asla ölümden korkmayıp şehit veya gazi olacağı ümidiyle düşmana taarruz etmektir. Müslümanın düşman karşısında korktuğu gün onun mağlup olduğu gündür. Çünkü düşman ölüm değildir, ecel değildir. Bilakis ecel ve ölüm Müslümanın düşmandan kaçması ve Allah’ın arzı olan yeryüzünün belli bir kısmını kâfire terk etmektir. Müslümanın taşıdığı can kaygısı aynı şekilde düşmanı için de söz konusudur. “Düşman topluluğunu izlemekte gevşeklik göstermeyin. Eğer siz acı duyuyorsanız, kuşkusuz onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı duyuyorlar. Üstelik siz Allah’tan onların ümit edemeyecekleri şeyleri umuyorsunuz. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (13) Eğer bizler hayatı, selefimiz gibi küçümser, ölümü atalarımız gibi hiçe sayar ve düşmanlarımız karşısında mukavemet göstererek yiğitçe ve kahramanca savaşırsak, işte o zaman Allah ve Rasûlü bizden razı ve memnun olur. Hiçbir nefis için ölümden kaçmak ve kurtulmak mümkün değildir. Bunu bizlere Yüce Rabbimiz “Her nefis ölümü tadıcıdır. Sonra (tekrar diriltilip) bize döndürüleceksiniz.” (14) buyurmak suretiyle bildirmektedir. Öyle ise her Müslüman mutlaka bir gün öleceğini hatırında tutarak bu ölüm şeklinin en güzel surette olması için gayret sarfetmelidir.

miş) olanlar muhakkak (birer sebeple evlerinden ayrılacak, ölüp) yatacakları yerlere çıkıp gidecekti.” (15) Rasûlulah aleyhisselâm da konumuzla ilgili olarak: “Öyle bir zaman gelecek ki, aç insanların yemek kabı üzerine üşüştükleri gibi yabancı milletler de sizin başınıza üşüşeceklerdir!” Sahabeler: “Ey Allah’ın Rasûlü! O gün bizim azlığımızdan mı bu olacaktır?” diye sorunca, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Hayır, bilakis sizler çok olacaksınız, fakat sel üzerindeki çer-çöp gibi olacaksınız. Allah, düşmanlarınızın kalbinden sizden çekinme duygusunu çekip alacak sizin kalbinize ise “vehn” sokacaktır.” Sahabeler: “Ey Allah’ın Rasûlü! “Vehn” nedir?” deyince, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: “Dünyayı sevmek ve ölümden nefret etmektir!” (16) şeklinde buyurdu.

19

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

De ki: “Şayet siz evlerinizde olsaydınız bile üzerlerine öldürülmesi yazılmış (takdir edil-

Ölümden kaçmak Müslümanları korkaklığa, korkaklık ise bozguna uğratır. Oysa zaferin şartlarından birisi asla ölümden korkmayıp şehit veya gazi olacağı ümidiyle düşmana taarruz etmektir. Müslümanın düşman karşısında korktuğu gün onun mağlup olduğu gündür.


10. Günahlardan ve hatalardan tevbe etmemek.

edin. Umulur ki, Rabbiniz sizin kötülükle-

Zaferin önündeki engellerden bir diğeri de iş-

rinizi örter, peygamberi ve onunla birlikte

lenen günahlardan ötürü pişman olup tevbe

iman edenleri utandırmayacağı günde Allah

etmemektir.

sizi, içlerinden ırmaklar akan cennetlere

Tevbe etmemek Allah’ın azabına ve musibetler-

“Ey iman edenler! Allah’a içtenlikle tövbe

sokar. Onların nurları önlerinden ve sağla-

le imtihanına sebep olur. “Görmüyorlar mı ki,

rından aydınlatır, gider. “Ey Rabbimiz! Nû-

onlar her yıl bir veya iki kere belaya çarp-

rumuzu bizim için tamamla, bizi bağışla;

tırılıp imtihan ediliyorlar. Sonra ne tövbe

çünkü senin her şeye hakkıyla gücün yeter”

ederler, ne de ibret alırlar.”

derler.” (22)

(17)

Allah’a yönelip bağışlanma dilememek ve yap-

Rabbimiz bizleri işlediği günahlardan tevbe

tığından ötürü pişmanlık hissetmemek ilahi

eden, sadece kendisine yönelip O’ndan korkan,

yardımın gelmesine mani olur. “Ey kavmim! Rabbinizden bağışlanma dileyin, sonra ona tövbe edin ki, üzerinize bol bol yağmur göndersin ve gücünüze güç katsın. Günahkârlar olarak yüz çevirmeyin.” (18) Kul yanlış yaptığının farkına varıp yüce Rabbinden bağışlanma dilemedikçe Rabbi Zu’l

dini uğrunda mücadele edip sabreden, ihlaslı ve samimi kullarından eylesin. Ümmetle birlikte olma şuurunu yakalayıp bu uğurda kendini Allah’ın dinine adayan ümmetçi, itaatkâr, cesaretli ve gayretli kullarından eylesin. Selam ve dua ile.

Celâl’in kendisini affetmesini beklemesi doğru olmayacaktır. Ancak samimi bir kalple Rahman’ın huzurunda duranlar için mağfiret ve

------------------------

lütuf mümkün olur. “Ancak tövbe edenler, durumlarını düzeltenler, Allah’ın kitabına sarılanlar ve dinlerini Allah’a has kılanlar müstesnadır. Bunlar mü’minlerle beraberdirler. Allah mü’minlere büyük bir mükâfat verecektir.” (19) “Allah, size (hükümlerini) açıklamak, size, sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek istiyor. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (20) Öyleyse Atamız Âdem aleyhisselam’ın metodu bizlere örnek olmalıdır. “Derken Âdem, Rabbinden birtakım kelimeler aldı, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardı. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz

ŞUBAT 2017

O, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağışlayandır.” (21)

20

1. Bakara, 214. 2. Sahih bir rivayettir. 3. Deylemi 4. Bakara, 249. 5. Enfal, 66. 6. Buhari. 7. Hacc, 78. 8. Saff, 4. 9. Enfal, 46. 10. Enbiya,105. 11. Enfal, 45. 12. Buhari. 13. Nisa, 104. 14. Ankebut, 57 15. Al-i İmran, 154. 16. Ebu Davud. 17. Tevbe, 126. 18. Hud, 52. 19. Nisa,146 20. Nisa, 26. 21. Bakara, 37. 22. Tahrim, 8.


| Kapak Dosya

M. Sadık Türkmen |

GERÇEK ZAFER İSTİKAMET ÜZERE OLMAKTIR H

amd âlemlerin rabbi olan Allah’a mahsustur. Salat ve selam Rasûlullah’a, onun ailesine ve ashabına olsun. Zirveye çıkmak, oradan güneşin doğuşunu seyretmek veya sadece zirveye çıkmanın keyfini tatmak zannedildiği kadar kolay değildir. Çünkü bir dağın başına ulaşmak, bir tepenin en üst noktasına varıp bayrak dikmek uzun bir hazırlığı gerektirmektedir. Bu hazırlık maddi anlamda tüm aletleri tedarik etmeği içerdiği gibi, o zirveye varmak sadece bununla da mümkün olmaz. Kendisine doğru gittikçe senden uzaklaştığını zannettiğin, bir tepeyi aştıktan sonra başka bir tepenin önüne çıktığını gördüğün bir yolculukta elbette dağlar kadar sağlam bir iradeye ve azme sahip olman gerekmektedir.

Cennette kulun ulaşabileceği en üstün nokta, Allahu Teâlâ’yı görmekle şereflenmesidir. Süheyb radıyallahu anh’tan rivayet edildiğine göre Nebi sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Cennettekiler cennete girdikten sonra yüce Allah şöyle buyuracak: ‘Size bundan daha fazla vermemi istediğiniz bir şey var mı?’ Onlar: ‘Yüzlerimizi ağarmadın mı? Bizi cen-

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

21


Kendisine doğru gittikçe senden uzaklaştığını zannettiğin, bir tepeyi aştıktan sonra başka bir tepenin önüne çıktığını gördüğün bir yolculukta elbette dağlar kadar sağlam bir iradeye ve azme sahip olman gerekmektedir.

onlar sadece dünya hayatını arzulamaktadırlar, ahirette muhasebe edilmeyeceğini, başkalarının kendi günahlarını yükleneceğini, sayılı günler azap edileceğini veya hiç diriltilmeyeceklerini zannederler. Dünyada yaptıkları şekilden öteye geçmeyen ibadetleri ise onlarda Allah’tan çekinme ve onun hududuna tazim etme gibi bir durum oluşturmaz. Kendisine Allah’ın dinini zafere ulaştırmayı hedef edinen Müslüman bu hedefe ulaşma konusunda bazı ilkelere sarılmalıdır. Çünkü o zafere ulaşmanın ancak belirli ilkelerle gerçekleşeceğini ve bu ilkelerden nasibini almayan bir zaferin Allah katında hiçbir ehemmiyetinin olmayacağını bilir. Zafere ulaşmadaki manevi etkileri şöyle sıralayabiliriz;

1. Allah’a tevekkül etmek

ŞUBAT 2017

nete koyup ateşten korumadın mı?’ diyecekler. (Allah Rasûlü) buyurdu ki Cenabı Allah hicabı açar, onlara rablerine bakmaktan daha sevimli bir şey verilmiş olmayacaktır. (1) Cerir radıyallahu anh “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ayın on dördünde aya baktı ve şüphesiz ki sizler şu ayı gördüğünüz gibi rabbinizi göreceksiniz” buyurdu. (2) Hadiste görüldüğü gibi Allah, zorlanılmadan görülecektir. Allah’ın kullarına bundan daha büyük bir nimet verilmemiştir. Dünyada ulaşılmak ve üzerine bayrak dikilmek istenen zirve ise yarışanı çok ve hiç birinin diğerini yanında istemediği, güneşin doğuşunu sadece kendisinin görmek istediği bir yerdir. Yarışanının çok olmasıyla beraber zirveye ulaşmak isteyenler iki grupta toplanmaktadır. Birincisi tüm çeşitleriyle cahiliye taraftarları, ikincisi ise sadece Allah’ın boyasıyla boyanmış Müslümanlar. Cahiliye; Kendi hedeflerine varmak ve zafere kavuşmak için, her yolu mubah görür. Çünkü

22

Tevekkül; Kalbin içten bir inanışla Allahu Teâlâ’nın, dünya ve ahiretini ilgilendiren bütün işlerinde kendi hayrına olanları vereceğini veya zararına olanları uzaklaştıracağına inanmak ve bütün işlerinde vekil olduğuna güvenmektir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Kim Allah’a tevekkül ederse O ona kâfidir.” (Talak, 2) Tevekkül tam bir çalışmayı gerektirir. Gayret olmadan yapılan tevekkül aslında tembelliktir. Ömer b. Hattab radıyallahu anh’dan rivayet edilen hadisi şerifte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Eğer sizler gerçek anlamda Allah’a tevekkül etmiş olsaydınız, tıpkı sabahleyin kursakları boş olarak çıkıp akşam dolu olarak dönen kuşları rızıklandırdığı gibi sizleri de rızıklandırırdı.” (3) Hz.Musa’yı, Firavun’dan kurtaran sebep, Allah’a derin tevekkülü idi. O İsrail oğullarını Mısır’dan çıkartmak için elinden gelen gayreti gösterince nihayet Kızıl Deniz’in sahillerine ulaştılar. Ancak bu hicretten haberdar olan Firavun ve ordusu, Hz. Musa ve beraberinde-


kileri deniz kenarında sıkıştırmıştı. Önlerinde deniz, arkalarında düşmanı gören İsrail oğulları artık sonlarının geldiğini düşünüp peygamberlerini kınamaya başlamışlardı. İşte o esnada Hz. Musa (a.s): ‘’Hayır muhakkak ki rabbim benimledir. Bana yol gösterecektir’’ dedi. (Şuara, 62) Ve asası ile denize vurunca deniz yarıldı. İsrail oğulları karşı sahile selametle varmış ve düşmanları kapanan Kızıl denizde helak olmuşlardı.

2. Sağlam bir iman ve Salih amel Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabı Mekke döneminin başlangıcından hicrete kadar olan süreçte büyük zorluklara maruz kaldılar. Bu dönemde İslam, Arap yarım adasında dahi bir meçhul idi. Mekke’nin müstekbirleri bu dini doğmadan ve duyulmadan boğmaya çalışmışlar, bu konuda son derece ciddi tedbirler almışlardı. Ancak işkence, toplumdan tecrit etme, öldürme ve sürgün etme dâhil tüm tedbirlere rağmen müminlerin sağlam imanları ve vazifelerini yerine getirmeleri karşısında aciz kalmışlardı. İslam bu iman ve iman uğrundaki samimi gayretlerle meçhuller denizinden kurtulmuş ve tüm insanlığın umudu haline gelmişti. Mekke döneminde Kuran’ın tabiri ile müminlerin durumu şöyle idi: ‘’Şunu da hatırlayın ki bir zamanlar yeryüzünde azınlık idiniz ve az görünüyordunuz…’’(Enfal, 26) Medine döneminde ise iman ve salih amellerin

Üstad Abdulhamid Bilali şöyle diyor; “Daha üstün ve daha iyi olduğunun şuurunda olmak zafer kazanmada ana faktördür. Çünkü daha zayıf, daha zelil ve daha kuvvetsiz olmayı hissetmek ard arda hezimete uğramadan başka bir şey getirmez. Çünkü böyle bir duyguya sahip olanlar kendilerini liderliğe layık görmezler. Bu durumda İslami hareketin mensuplarının üstünlüklerinin şuurunda olmasının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu duygu onları sürekli harekete zorlayacak ve bu tavır Allah’ın izniyle zaferin kazanılmasına sebep olacaktır.”

dünyadaki neticesi ortaya çıkmış ve bu sonraki nesiller için bir örnek teşkil etmiştir. Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: ‘’Allah içinizden iman edip salih amel işleyenlere şunu vaad etti. Onlardan öncekileri halife yaptığı gibi and olsun ki kendilerini de muhakkak yeryüzünde halife kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için iktidar yapacak. Nur, 55)

23

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Önceki korkularını güvene çevirecek…’’(-


3. Cahiliyeyi Bilmek

da ilk dönem Müslümanlarının başına gelenler

Cahiliye, İslam’ın düşmanı olduğuna göre onu tanımak, İslam ve Müslümanlar için kurduğu tuzakları bilmek gerekir. Ankebut Suresinde cahiliye örümcek yuvasına benzetilmiş ve güçsüz olarak tarif edilmişse de onu tanımada gösterilecek gevşeklik onun ömrünü uzatacaktır.

her dönemde aynı dava yolcularını da bekleye-

4. Üstün Olmanın Şuurunda Olmak

şeklik göstermeyen bir sebattır. Bu konuda Al-

Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor: “Gevşemeyin, üzülmeyin. Eğer iman edenlerseniz üstün olan sizlersiniz.” (Â-li İmran, 139) Üstün olma bilinci konusunda Üstad Abdulhamid Bilali şöyle diyor; “Daha üstün ve daha iyi olduğunun şuurunda olmak zafer kazanmada ana faktördür. Çünkü daha zayıf, daha zelil ve daha kuvvetsiz olmayı hissetmek ard arda hezimete uğramadan başka bir şey getirmez. Çünkü böyle bir duyguya sahip olanlar kendilerini liderliğe layık görmezler. Bu durumda İslami hareketin mensuplarının üstünlüklerinin şuurunda olmasının ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Bu duygu onları sürekli harekete zorlayacak ve bu tavır Allah’ın izniyle zaferin kazanılmasına sebep olacaktır.”

5. Sebat

ŞUBAT 2017

İslam davasına gönül veren ve onun için çalışan Müslüman şunu çok iyi bilmelidir; Bu davanın zafere ulaşması Allah’ın vaadidir ve bu mutlaka yerine gelecektir. Allahu Teala şöyle buyurmuştur: “Müşrikler istemeseler de dinini bütün dinlerden üstün kılması için Peygamberini gönderen O’dur.”(Saff, 9) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in yeryüzünün doğusuna ve batısına bu dinin hakim olacağını müjdelemesi de bu vaadi tekit etmektedir. O halde zafere ulaşıncaya kadar büyük bir gayretle çalışmak gerekir. Tabii ki bu yolda karşılaşılacak imtihanlar ve musibetler olacaktır. Elbette bu uğurda nice elemler ve acılar tadılacaktır. Bu dava uğrun-

24

cektir. Fakat böylece yürümekten ve mücadele etmekten başka çıkar yol yoktur. Müslüman, zaferin dünyadaki neticelerini görmeyi kendine hedef edinmemelidir. Asıl zafer dağlar gibi sağlam bir iman ve bu imana davette asla gevlahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Eğer Allah’a yardım ederseniz Allah da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit kılar.” (Muhammed, 7) Sebat konusunda İmam Hasan el-Benna şöyle diyor: Müslüman bir kardeşin zafer ne kadar gecikirse geciksin, yıllar ne kadar uzarsa uzasın, gaye uğrunda cihad edip çaba sarf etmesi ve Allah’a bu şekilde kavuşmasıdır. Böylece iki iyilikten birine nail olur. Sonuçta ya gayesine ulaşır ya da şehitlik mertebesine. “İnananlardan Allah’a verdiği sözü yerine getirenler vardır. Kimi bu uğurda canını vermiş kimi de beklemektedir. Sözlerini hiç değiştirmemişlerdir.” (Ahzab, 23) (4) Bu ilkeler çerçevesinde çalışıp neticeyi Allahu Teâlâ’ya bırakmalıyız. Allah’ın dininin zaferi nasıl yüce bir netice ise o neticeye götüren etkenlerde öyle yücedir. O halde asıl zafer Allah katında yüzlerin ak, amellerin de sadece Allah için olmasıdır. Zafer ilkelerine sımsıkı sarılıp yoluna devam edenlerin olacaktır. Güzel netice takva sahiplerinin olacaktır…

------------------------

1. Müslim 2. Buhari 3. Tirmizî, İbni Mâce 4. Er- Risale


CİHADI

HZ. PEYGAMBER

| Kapak Dosya

Ahmet İnal |

’in

GÖZÜYLE OKUMAK

"Andolsun ki Allah’ın Rasûlü, sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için güzel bir örnektir." (1)

A

llah celle celâluhu bizden kendisine kul olmamızı isterken, nasıl bir kul olmamız gerektiğini de rahmetinin tecellisi olarak gönderdiği, Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in şahsında bizlere sunmuştur. Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in görevi sadece, kendisine indirilen ilahi vahyi ulaştırmak değil, aynı zamanda bu ilahi emirler manzumesini pratik hayatta sergileyerek insanlara örnek ol-

maktır. Bu nedenle Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem bizler için her alanda en güzel örnek olmuştur. Karşımıza kimi yerde iyi bir muallim, kimi yerde iyi bir baba ve eş, kimi yerde iyi bir arkadaş, kimi yerde hikmetli bir davetçi, kimi yerde de cesur bir komutan olarak çıkmıştır. Biz bu yazımızda Hz. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında cihadın yeri ve önemini ele alacağız inşallah. İbn Kayyim el-Cevziyye, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatında cihadın dört aşaması olduğunu belirtir. Bunlar; nefisle, şeytanla, kâfir

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

25


ve münafıklarla, zalim ve bidatçilerle cihaddır. (2) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem nefisle cihadın önemini belirtmek için; ‘’Mücahid, Allah’ın emrine bağlılık için nefsiyle cihad edendir.‘’ (3) buyurmuştur. İnsanın şeytana ve Allah düşmanlarına karşı sağlıklı bir savaş verebilmesi için ilk önce içerdeki düşmanı kontrol altına alması gerekir. Kişi, bunu yapmadığı takdirde kendini eriten bir muma döner adeta. “Beni azdırdığın için, andolsun ki, Senin doğru yolun üzerinde onlara karşı duracağım; sonra önlerinden, arkalarından, sağ ve sollarından onlara sokulacağım; çoğunu Sana şükreder bulamayacaksın” (4) diyerek açık bir şekilde düşmanlığını ilan eden Şeytan ise türlü türlü hile ve desiselerle insanoğlunun karşısına çıktığı için Cihad yolunda en çok dikkat edilmesi gereken hususların başında gelmektedir.

ŞUBAT 2017

Bu bakımdan,”Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” (5) ayet-i kerimesinin bir başka vecheyle izahı “Ölüm sana gelinceye kadar kulluk yolunda karşında engel olarak duran Şeytan ile Cihad et!” şeklinde olsa yanlış olmasa gerek. Kâfirlere ve zalimlere karşı yapılan cihad ise; yerine göre can, mal, dil ve kalp ile yapılır. Esasında, canını ortaya koyarak sefere çıkan bir mücahid, bu amelin zorluğuna/ insanların eziyetlerine katlanmak ve bunların hepsini yalnız Allah rızası için göğüslemek suretiyle nefsine karşı, onu bu amelden vazgeçirmek için yolunun üzerine oturmuş şeytana karşı ve hem kendisini hem de dinini yok etmeyi gaye edinmiş düşmana karşı cihad etmektedir. Allah yolunda olan bu mücahid, cihadın bütün merhalelerini, yaptığı bu amelinde toplamaktadır. Dolayısıyla yapmamız gereken, cihadın aşamalarını birbirinden bağımsız düşünmek yerine bunların birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu kavramaktır. Bizler Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatını incelediğimizde cihadın bu

26

aşama ve çeşitlerinin birbirine mezc olunarak en güzel şekilde tahakkuk ettiğini görürüz. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kendisinde bulunan cihad ruhunu beraberindeki müminlere de aşıladı. Sahabelerini öyle kıvama getirdi ki artık yedisinden yetmişine hepsi Allah yolunda canlarını ve mallarını feda etmek için birbirleriyle yarışır hale geldi. Umeyr isimli çok küçük bir çocuğun savaşa çıkma talebi reddedilince ağlamaya başlaması, bunun üzerine Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona izin verdiğinde savaş takımlarını kendisi giyemediği için abisi Sad b. Ebi Vakkas’ın radiyallahu anh yardım etmesi, (6) Umeyr b. Hümam el-Ensari’nin radiyallahu anh elindeki birkaç hurmayı dahi yemeye sabredemeyip cihad meydanına atılması, (7) Amr b. Cemuh’un radiyallahu anh topal ayağıyla şehadeti arzulaması, Ebu Eyyüb el-Ensari’nin radiyallahu anh onca yaşına rağmen İstanbul surlarına kadar gelmesi, bir ârâbinin Hayber’de kendi payına düşen ganimeti almayı reddederek -boğazına işaret ederek- ben buraya ok atılıp ölmek ve cennete girmek için tabi oldum demesi (8) ve buna benzer yüzlerce örnek onlardaki cihad aşkını ifade etmeye kâfidir. Cihad’ın Hz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve Ashab-ı Kiram’ın hayatındaki önemini kavramak için Peygamberliğin Mekke ve Medine dönemlerine göz atmakta fayda vardır. Allah celle celâluhu Mekke döneminde müminlere silahlı mücadele izni vermemişti. İbn Kesir bunun sebeplerini irdelerken düşmanın sayı çokluğunun yanında Müslümanların az olmasını, Mekke’nin yeryüzünün en şerefli yeri ve harem belde olması hasebiyle orda savaş emrinin başlangıçta uygun olmayacağını zikreder. (9) Seyyid Kutub da bu sebepleri şu şekilde sıralar: • Mekke döneminin Müslümanlar için eğitilip hazırlanma dönemi olması. Bu dönemde müminler duygularına hâkim olma,


Allah celle celâluhu rızası için sabretme ve önderlerinin emirlerine itaat etme noktalarında eğitimden geçtiler. • Kureyş gibi gurur ve onuruna düşkün ortamlarda barışçı davetin daha etkili olması, • Her evde bir çarpışma ve savaş alanı oluşturmaktan kaçınılması, • Müslümanların sayıca az olmaları ve Mekke’de kuşatılmış durumda olmaları. Bu dönemde Müslümanların toptan öldürülmeleri, İslam’ın dünyaya yayılmadan yok edilmesi anlamına geliyordu. • Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şahsının ve davetinin Haşim oğulları tarafından himaye edilmesi. Böylece davayı saklama ya da gizleme gereği duyulmuyordu. (10) Mekke döneminde fiili cihadın yasaklanmasını, Müslümanların cihad meydanlarından uzak tutulmaya çalışılması şeklinde anlamak şüphesiz yanlış bir değerlendirme olacaktır. Aksine bu dönem Müslümanların kalplerinin ve zihinlerinin İslam’a ve İslam’ı müdafaa etmeye hazırlandığı, cihadın temellerinin atıldığı bir süreçtir. Bunun en büyük göstergesi, bu dönemde sahabelerin cihadı arzulaması ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin istemeleri, Mekki surelerde geçen Cihad kavramı ve bu dönem surelerinde harekete geçirici bir üslupla anlatılan savaş sahneleridir. Mesela; Mekki bir sure olan Furkan Suresi 52. ayette geçen ‘’Cihaden Kebira (büyük cihad)’’ tabiriyle, müşriklere karşı Kur’an ile cihad edilmesi emredilmiş, yine Mekke döneminde nazil olan Adiyat Suresinde Allah celle celâluhu, cihatta düşman üzerine koşan atlara, bu atların ayaklarının altından çıkan seslere, savaştaki toz ve dumana yemin etmiştir.

iznini vermiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ensar ve muhacirden müteşekkil ‘İslam Ordusu’nun’ temellerini atmış, bu dönem içinde birçok gazveye katılmış ve seriyyeler göndermiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bizzat yönettiği savaşların sayısı Vakidi, İbn Hişam ve İbn Sa’d’ın tespitlerine göre 27’dir. (11) Seriyyelerin sayısı ise ihtilaflı olup 35 ila 56 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem bu savaşları büyük bir titizlikle yürütmüş, çoğu zaman düşmanın saldırmasına fırsat vermeden onları hazırlıksız yakalamış ve bu 27 gazveden sadece 9’unda savaş meydana gelmiştir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in savaşlarda gözettiği bir hukuk vardı. Bu hukukun ve Müslüman ahlakının gereği olarak fiilen savaşa katılmayan çocuk, yaşlı ve kadınların öldürülmesini yasaklamış, ashabına müsle yapmama-

27

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Medine dönemine gelindiğinde ise müminler savaşa hazır konuma gelmişler, hicretten kısa bir süre sonrada Allah celle celâluhu savaşma

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'in savaşlarda gözettiği bir hukuk vardı. Bu hukukun ve Müslüman ahlakının gereği olarak fiilen savaşa katılmayan çocuk, yaşlı ve kadınların öldürülmesini yasaklamış, ashabına müsle yapmamalarını ve esirlere iyi muamelede bulunmalarını emretmiş, ibadet yerlerinin korunması noktasında ihtimam göstermiştir.


Mekke döneminde fiili cihadın yasaklanmasını, Müslümanların cihad meydanlarından uzak tutulmaya çalışılması şeklinde anlamak şüphesiz yanlış bir değerlendirme olacaktır. Aksine bu dönem Müslümanların kalplerinin ve zihinlerinin İslam’a ve İslam’ı müdafaa etmeye hazırlandığı, cihadın temellerinin atıldığı bir süreçtir. Bunun en büyük göstergesi, bu dönemde sahabelerin cihadı arzulaması ve Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den izin istemeleri, Mekki surelerde geçen Cihad kavramı ve bu dönem surelerinde harekete geçirici bir üslupla anlatılan savaş sahneleridir.

larını ve esirlere iyi muamelede bulunmalarını emretmiş, ibadet yerlerinin korunması noktasında ihtimam göstermiştir. Ayrıca bu savaşlarda kendi değerlerinden de hiçbir zaman vazgeçmemiştir. Babasıyla beraber Mekkeli müşrikler tarafından alıkonan ve Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ordusuna katılmama sözünün karşılığında serbest bırakılan Huzeyfe b. El-Yemani’yi radiyallahu anh Bedir Savaşı’na katılmaktan engelleyen,

(12)

şüphesiz

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in -savaş

ŞUBAT 2017

durumu dahi olsa- verilen söze sadakat gösterilmesi ilkesidir.

28

Buraya kadar anlatılanlar cihadın tüm yönleriyle Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayatındaki yeri ve önemine işaret etmektedir. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in hayat özetinin 'İman, Hicret, Cihad' olduğunu söyleyen Hz. Ömer’in de dikkat çektiği nokta bu olsa gerek. Burada sözü Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in kendisine bırakalım: ‘’Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim ki, Müslümanlara meşakkat vermeyecek olsam, Allah yolunda gazveye çıkan hiçbir seriyyeden asla geri kalmazdım. Ancak onları(hayvana) bindirecek imkân bulamıyorum. Onlar da beni takibe imkân bulamıyorlar. Benden geri kalmak da onlara zor geliyor. Muhammed’in nefsini kudret elinde tutan Zat-ı Zülcelal’e yemin ederim ki, Allah yolunda gazaya çıkıp öldürülmeyi, sonra tekrar hayat bulup gazada tekrar öldürülmeyi, sonra tekrar gazaya çıkıp öldürülmeyi ne kadar isterim!” (13) ‘’Kıyametin kopmasına yakın bir zamanda kılıçla gönderildim. Ta ki sadece Allah’a kulluk edilsin ve ona hiçbir şey ortak koşulmasın...!’’ (14) ‘’Ben savaş peygamberiyim, ben rahmet peygamberiyim.’’ (15) Günümüzde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tüm bu hakikatlere rağmen maalesef sadece basit bir güle indirgenmiş, adı gül peygamberi olmuş, rahmet peygamberi denmiş; ancak savaş peygamberi olduğu hiç gündeme getirilmemiş ve kendisini bu şekilde tavsif etmesine rağmen savaş ve peygamber kelimelerini yan yana getirmemek için bin bir takla atılmıştır. Bunları söylerken Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in savaş meraklısı, kan akıtmaya düşkün birisi olduğunu iddia etmiyoruz. Zaten yapılan gazveler sonucunda ölü sayısının azlığı(müşriklerden en fazla 250, müminlerden en fazla 150) (16) bunu açıklıyor. Ancak onu tamamen savaştan uzak bir peygamber olarak tanımlamak da ona yapılmış en büyük haksızlıktır. Cihad ve Hz. Peygamber’i sallalla-


hu aleyhi ve sellem birbirinden ayırırsak onun hayatındaki onca gazveleri, seriyyeleri, cihad arzusuna dair sözlerini nasıl anlamlandırırız? “Ey peygamber! Müminleri savaşa teşvik et!” (17) ilahi buyruğunu nasıl izah ederiz? “Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Allah celle celâluhu’dan sulh ve afiyet isteyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelince de sabrediniz ve biliniz ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (18) Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem elbette savaşı sulha tercih etmiyordu. Sahabesine de savaşı temenni etmemeyi tavsiye ediyordu. Ama savaş emri gelince de yerlerine çakılıp kalmalarını istemiyor, onları savaşa teşvik ediyor, cihad meydanların(d)a en önde giderek ashabına örnek oluyordu. Peki, savaşı temenni etmemesine rağmen O’nu sallallahu aleyhi ve sellem savaşmaya sevk eden saikler nelerdi? Niçin silahlı mücadeleye başvurma ihtiyacı hissetmişti? Bu soruların cevaplarını, Hudeybiye gününde Mekke’ye alınmadığında söylediği sözlerde arayalım: “Yazık Kureyş’e! Daha önce kendilerini(Bedir ve Hendek’te) yiyip bitirdiler. Ne olurdu benimle diğer Arapların arasını serbest bıraksalar! Şayet öteki urban (bedeviler) bana galip gelirse istedikleri olmuş olur. Eğer Allah beni onlara üstün kılarsa topyekûn İslam’a girerler. Girmezlerse güçleri varken savaşırlar. Kureyş ne sanıyor! Allah’a andolsun ki Cenab-ı Hakk’ın beni gönderdiği şu dava uğrunda O, beni muzaffer kılıncaya kadar yada şu başım gövdemden ayrılıncaya dek durmadan kendileri ile cihad edeceğim.” (19) Abdullah İbn Abbasradiyallahu anh diyor ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem İslam’a davet etmeden hiçbir kavme savaş açmadı.” (20)

Farsların ordu komutanı, şerefli sahabi Rib’i b. Amir’e; ‘Sizi buralara getiren nedir?’ diye sorduğunda Amir’inradiyallahu anh; “Allah bizleri, dileyen kimseleri kullara kulluktan Allah’a kulluğa, dünyanın darlığından genişliğine ve diğer dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine çıkarmak için göndermiştir. Aynı zamanda bizi onun dinine davet etmemiz için insanlara elçi olarak göndermiştir.” (21) cevabını vermesi, Müslüman’ın savaşının altında, tüm insanlığın hidayet ve merhametinin yattığını gözler önüne sermektedir. Evet! Cihad, Müslüman davetçiyle insanların arasındaki engelleri kaldırma amacıyla yapılan bir ameldir. Cihad, Allah’a karşı haddini aşmış toplum önderlerinin izale edilerek İslam davetinin insanlara ulaşması için çabalamaktır. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cihadı, davet yolunun karanlıklarını aydınlatan bir kandil olarak kullanmış ve karşısına çıkan engelleri bu araçla ortadan kaldırmıştır. Araç diyoruz; çünkü cihad bir “araç”, insanların gönüllerini ve zihinlerini İslam’la fethetmek ise “amaçtır.” Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in, düşmanlarının bulunduğu Mekke’de kıtlık başlaması üzerine fakirlere dağıtılması için 500 dinar göndermesi, (22) Mekke’nin fethinde Ebu Süfyan’ın evine sığınanlara dokunulmazlık hakkı vermesi, fetihten sonra onları affederek salıvermesi, İslam’a davet edilmeden esir alınan birtakım kimseleri serbest bırakması ve kendi yurtlarına kadar emin bir şekilde ulaştırması (23) gibi onlarca örnek Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in cihadının asıl amacına işaret etmektedir. Sonuç olarak diyebiliriz ki; Rasul’e iman, kendisini bize nasıl tanıttıysa o şekilde iman etmekle olur. Rasul’e iman, onun getirdikleri karşısında kayıtsız şartsız teslim olmakla ve onun yürüdüğü yolda yürümekle olur. Ne var ki Hz. Muhammed sallallahu

29

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Bu sözlerden anlaşılacağı üzere Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in asıl amacı insanları İslam’a davet etmek, onları dalaletten kurtarıp hidayete sevk etmekti. Şüphesiz bu yüce gaye

Rasûlullah’tan sallallahu aleyhi ve sellem o seçkin sahabelerine de intikal etmişti.


aleyhi ve sellem’in iman edenleri olarak bugün geldiğimiz nokta hiç de iç açıcı değildir. Bir Müslüman kadının iffetiyle oynandığı için ya da sadece bir elçisi öldürüldüğü için sefere çıkan peygamberin ümmeti olarak bugün bizler, katledilen binlerce çocuğun, iffeti ayaklar altına alınan yüzlerce kadının, kanı heder edilen milyonlarca Müslüman erkeğin çığlıklarına ve yardım seslerine kulak tıkayarak hala başka maslahatlar düşünür olmuşuz! Tebük seferinden geri kalan Ka’b b. Malik ve diğer iki kişinin durumuna düşmüşüz; ama onları aklayacak olan tevbeye nail olamamışız! Ebu Eyyüb el-Ensari’nin dediği gibi-cihadı terk etmek suretiyle- kendimizi büyük bir tehlikeye atmışız; ama bunun da farkına varamamışız! Bedirler’in, Hendek’lerin bugün karşımızda bütün sıcaklığıyla durduğunu görememişiz! Bilal’lerin, Yasir’lerin, Sümeyye’lerin feryatlarını duyamaz olmuşuz!

nından) kaçarsa Allah’ın gazabını hak etmiş

Yazımıza Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in şu hadisiyle son veriyoruz.

2. İbnKayyim, Zâdu’l-Meâd, Pınar Yayınları, İstanbul 2007,c. III, 21. 3. İbnHibban, 25. 4. Araf Suresi: 16-17. 5. Hicr Suresi: 99. 6. Kenzu’l-Ummal, c. VII, 53-57 7. Müslim, Kitabu’l-İmara, III, 1509-1511 8. Nesâi, Kitabu’l-Cenâiz, IV, 60-61 9. Bkz. İbn Kesir, Tefsîru’l-Kur’an’il-Azîm, Nisa Suresi, 77 10. Bkz. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’an, Nisa Suresi, 77 11. El-Megâzi, I, 7; es-Sîre, II, 608-609, et-Tabakât, II, 6 12. Kenzu’l-Ummal, c. V, no: 5348 13. Buharî, İman, 25; Cihad, 2, 119 14. Ahmed b. Hanbel, Müsned, no:4869 15. İbnTeymiyye, Siyasetu’ş-Şerîa, s. 8 vd.;Ahmed b. Hanbel, V, 405. 16. Bkz. Muhammed Hamidullah, Hz. Peygamber’in Savaşları, s. 13 17. Enfal Suresi: 65 ; Nisa Suresi: 84 18. Sünen-i EbîDâvud, III, 95, no: 253 19. el-Bidaye: 4/165 20. İmam Serahsî, el-Mebsût, X, 30 21. İbn Kesir, el-Bidaye ve’n-Nihaye, VII, 39 22. El-Mebsût, X, 91-92 23. Beyhâkî: 9/107 24. Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, Kitabu’l-İman, I, 42

ŞUBAT 2017

Beşir b. Husay’dan radiyallahu anh rivayet olunmuştur ki: “Ben Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem biat etmek için gittim ve dedim ki: ’Ey Allah’ın Rasûlü! Benden ne üzerine biat etmemi istersiniz? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem elini uzattı ve bana: -‘Eşi ve benzeri olmayan Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in sallallahu aleyhi ve sellem onun kulu ve rasulü olduğuna şehadet edeceksin, farz namazlarını vaktinde eda edeceksin, farz olan zekâtını vereceksin, (ömründe bir kere) haccedeceksin ve Allah yolunda cihad edeceksin.’ buyurdular. Ben de;-‘Ey Allah’ın Rasûlü! Bunların hepsine gücüm yeter; yalnız şu ikisine; cihada ve zekâta gücüm yetmez. Zira Allah’a yemin ederim ki benim üç beş deveden başka malvarlığım yoktur. Onların sütlerinden de ailemin ve çocuklarımın maişetini temin ediyorum. Cihada gelince, şüphesiz ben korkak birisiyim. Ve diyorlar ki: ‘Kim(savaş meyda-

30

olur. Ben ise savaş anında meydanı terk edip kaçmaktan korkuyorum. Zira Allah’ın gazabını hak etmiş olurum.’ Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Beşir’in radiyallahu anh elini tuttu ve salladı, sonrada ona: -‘Ey Beşir! Sadaka yok, cihad yok! O halde ne ile cennete gireceksin?” buyurdu. Ben de ona: -‘Ey Allah’ın Rasûlü! Uzat elini de sana biat edeyim’ dedim. Bunun üzerine Rasûlullah’a sallallahu aleyhi ve sellem saydıklarının tamamını yapmak üzere biat ettim. (24)

-------------------------

1. Ahzab Suresi: 21


| Olaylar ve Yorumlar

Nedim Bal |

28 ŞUBAT'I HATIRLAMAYAN GENÇLERE

Bismillahirrahmanirrahim 28 Şubat süreci, 28 Şubat 1997’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açık-

partisi sandıktan birinci parti olarak çıkmış, yüzde 21 oyla Meclis’teki 550 sandalyenin 158’ini kazanmıştı.

lanan kararlarla başlayan ve irticaya(yani İs-

Dönemin cumhurbaşkanı Süleyman Demirel

lam’a) karşı olduğu açıkça ilan edilen, ordu ve

istememesine ve açıkça engel olmasına rağmen

bürokrasi merkezli bir süreçti. O günleri yaşa-

Refah Partisi ile DYP koalisyon kurmuş, Nec-

yanlar için 28 şubat On binlerce mağduru ve

mettin Erbakan ise Başbakan olmuştu.

milyarlarca liralık yolsuzluğu ile hatırlanıyor..

Bu gelişme uzun süredir Müslümanlara kar-

Fakat 30 yaşın altındaki İslami gençlik o döne-

şı kin ve düşmanlık güden Kemalist rejimin

mi ve o dönemde yaşananları pek hatırlamıyor.

karanlık yüzlü yobazlarını ve kul hakkı ye-

Tabi ki bunun en büyük sorumlusu; geçmişin acı ve mücadele dolu günlerini genç kuşaklara aktaramayan bizleriz. Ne idi 28 Şubat süreci? Kısaca bir hatırlayalım: Kemalist rejim, 1992-94 yıllarında irtica adı

mekle semirmiş batıcı sermayeyi daha da rahatsız etmişti. Bir nevi ülkede ki İslami yükselişe karşı duyulan rahatsızlık muhafazakâr bir partinin seçimleri kazanmasıyla beraber bardağı taşıran son damla olmuştu. Strateji belirlenmişti. Emperyalizme ve Si-

cadeleye başlamıştı. 1995’te yapılan seçimler-

yonizm’e uşaklık eden Kemalist rejimin ege-

de Milli Görüş’ün lideri Necmettin Erbakan’ın

men güçleri yani askeriye, bürokrasi, yargı

31

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

altında İslam ve Müslümanlarla sinsi bir mü-


ve medya Refah partisi üzerinden tüm İslami cemaatleri vurmak, dağıtmak ve yok etmek istiyordu. Huzursuzluğun ilk sinyali Ağustos 1996’daki YAŞ (Yüksek Askeri Şura)’da belirmeye başladı. Erbakan’ın YAŞ üyelerine verdiği yemekte Oramiral Güven Erkaya’nın garsona ‘bana rakı getirin ‘ demesi gazete manşetlerine taşınmıştı. Bu gelişmelerin ardından demeçler birbiri peşine gelmeye başladı. Barolar Birliği Başkanı Eralp Özgen ile Yargıtay Başkanı Müfit Utku, adli yıl açılışındaki konuşmalarında şeriat ve laikliği gündeme taşıdılar. 2 hafta geçmemişti ki bu defa da TÜSİAD(batı yanlısı sermaye grubu)’nun açıklamaları gündeme oturdu. TÜSİAD, erken seçim talebini dile getirdi. Gerekçeleri ise ekonominin kötüye gitmesiydi. Erbakan’ın önce İran gezisi, ardından Ekim 1996’daki Mısır, Libya ve Nijerya üçlüsüne yaptığı ziyaret eleştirilmeye başlandı. Hatta Libya gezisi için mecliste Erbakan hakkında gensoru verildi ancak kabul görmedi.

ŞUBAT 2017

23 Ekim 1996’da meydana çıkan Aczimendi’lerle işin boyutu bilinçli bir şekilde başka yöne kaydırıldı. 2 ay sonra da Fadime Şahin olayı patlak verdi. Aczimendilerin lideri Müslüm Gündüz, Fadime Şahin’le bir evde basıldı. Daha doğrusu dini nikâhlı eşiyle yaşadığı ev basılıp canlı yayında tüm Türkiye’ye izlettirildi. Medyada bu olay günlerce tartışılırken dindar insanlar töhmet altında bırakıldı. Sonrasında ise sahte şeyh Ali Kalkancı sahneye çıktı. Tabii o da operasyonlara dâhil edildi. Günlerce Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı üzerinden İslam’a ve Müslümanlara hakaretler edilerek toplumda Müslüman nefreti oluşturulmaya çalışıldı. 3 Kasım’da meydana gelen Susurluk kazası(derin devletin farklı uzantılarının bir arada olduğu araba kazası) ve Erbakan’ın bu olay

32

için ‘fasa fiso’ demesi kendisini siyasi anlamda etkiledi. Bu olayın ardından İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etti, yerine Meral Akşener getirildi. Tarih 7 Aralık’ı gösterirken Ankara DGM savcısı Nuh Mete Yüksel, Başbakan Erbakan, Çalışma Bakanı Necati Çelik ile bazı milletvekilleri hakkında suç duyurusuna bulundu. 10 Aralık’ta toplanan Rektörler komitesi yayınladığı bir bildirgede, hükümete Susurluk ve basına baskı konusunda sert uyarılarda bulundu. Deklarasyonu YÖK Başkanı Kemal Gürüz okudu. Ülkede gerilim iyice tırmanmaya başlamıştı. 2 hafta sonra ise, oluşan kaygan siyasi zeminde koalisyon ortağı olan DYP’li bazı vekiller baskı ve şantajla partilerinden istifa ettirildi. Hemen akabinde Hüsamettin Cindoruk liderliğinde Demokratik Türkiye Partisi kurduruldu. Dolayısıyla Refahyol hükümeti derin bir yara aldı. 11 Ocak 1997’de “Meşhur İftar” yemeği gerçekleşti. Dönemin Başbakanı Necmettin Erbakan 11 Ocak 1997 Cumartesi günü Başbakanlık Konutunda tarikat ve cemaat liderlerine iftar yemeği verdi. Medyada da art arda çıkan “Taksim’e cami”, “Ayasofya ibadete açılacak”, “500 tarikat 5 bin şeyh”, “Defileler yasaklanıyor” gibi manşetler tetikte bekleyen askerleri de harekete geçirdi. Bu olaylar üzerine yüksek rütbeli subaylar Gölcük’te irtica toplantısı gerçekleştirdi.(hani şu 1999 depreminin merkez üssü olan yer) Gazeteler bu toplantıyı ‘orgeneral rütbesindeki 9 komutanın 72 saat boyunca üst üste toplantı yaptı’ şeklinde duyurdu. Yüksek rütbeli subayların Gölcük’te toplanarak irticanın iktidarda olduğunu tartıştıkları yazılıp çizildi. Tarihi MGK’ya 1 ay kala artık gazete manşetleri yoğun olarak irtica (İslam düşmanlığı) haberleriyle süsleniyordu.


Önemli Bir Dönemeç; Kudüs Gecesi 30 Ocak gecesi Sincan Belediyesi tarafından “Kudüs Gecesi” düzenlendi. Gecede sahneye konulan “Cihat” oyununun manşetlere taşınması adeta bardağı taşırdı. Sahneye konulan “Cihad” oyunu basında tepki oluşturdu. Aleyhte yayın yapan Star muhabiri Işın Gürel tokatlı saldırıya(!) maruz kaldı. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız tutuklandı ve jet hızıyla mahkûm edildi! O günlerden unutamadığımız bir sahne de şuydu; Müslümanların aleyhine yayın yapan Star muhabiri kadını tokatlayan genç 1 gün sonra kendisi teslim oldu. Genci sanki büyük bir cinayet işlemişçesine basının karşısına attılar. Onlarca fotoğraf makinasının flaşları patlıyor, çarşaf çarşaf resimleri çekilirken bir taraftan da kendisine sözlü sataşma ve hakaretler yapılıyordu. Bu alçaklardan bir tanesi bağırdı; “bir kadına tokat atmaya utanmadın mı?” diye. O gencin verdiği cevap ise bütün Müslümanlara ‘Allah senden razı olsun kardeşim’ dedirtecek cinstendi; “İsrail’in Köpekliğini Yapmaya Sizler Utanmıyor musunuz?”.. Velhasılı zor ama bir o kadar da imanların tadının alındığı günlerdi o günler. Ertesi gün önce Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Siyasi Partiler Kanununa aykırı davrandığı için Refah partisini uyardı. Ardından dönemin başsavcısı Vural Savaş, Erbakan’ın ülkeyi iç savaşa sürüklediğini ileri sürdü. 4 Şubat’ta Sincan’da askerler 20 tank ve 15 zırhlı araçla geçiş yaptı. Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya ‘İrtica(İslami düşünce), PKK’dan daha tehlikeli’ dedi.

11 Şubat’ta Ankara’da “Şeriata Karşı Kadın Yürüyüşü” yapıldı. Korku senaryolarıyla ilgili her gün televizyon ekranlarında haberler yapılıyor, gazetelere manşetler atılıyordu. Muhalefet, sendikalar, iş dünyası aynı korkulardan bahsediyordu. O korkunun adı ‘İrticaydı’. Yani “şeriat geliyor” yaygaraları. Televizyonlarda ve gazetelerde durmadan yalan-yanlış algıya yönelik haberler yapılıyordu. ‘Otobüslerde haremlik selamlık uygulayacaklar’, ‘El kesecekler’, ‘herkese çarşaf giydirecekler’ çarşaf giymeyenleri kırbaçlayacaklar’, ‘sakal bırakmak zorunlu olacak’, ‘ülkeye şeriat geliyor’, ‘rejim elden gidiyor’ türü haberler her gün, her saat yapılıyordu. Bu da yetmezmiş gibi istihbarat; kendi adamlarına sakal, cübbe, sarık gibi İslami görünümlere sokup, postu soyulmuş hayvan gibi vücudunu sergilemekten zevk alan modern görünümlü cumhuriyet kadınlarının(!) üzerine saldırtıyor ve ertesi gün yine yalan haberlerle toplumu geriyorlardı. Tabi medya da kendi üzerine düşeni yaparak sazan balığı gibi bu yalanların üzerine atlıyordu… “Yazıyor yazıyooor. Sakallı gericiler modern cumhuriyet kadınlarına saldırlar.

33

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Şubat ayının başlarında dönemin ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz «Türkiye kaosa gidiyor. Güç birliği yapmaya hazırız” açıklaması yaparken, Cindoruk “RP düzeni silahla değiştirecek” beyanını verdi.

5 Şubat’ta Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Başbakan Erbakan’a istifa etmesi için birkaç mektup gönderdi. Aynı dönemde Fetullah Gülen; Erbakan’a dolayısıyla refah partisine kanal D televizyonunda ‘beceremediniz bırakın gidin’ şeklinde açıklamalar yaptı.


Yazıyoooor…” Tezgâh, o günlerde bizlerin anlayamayacağı kadar büyük kurulmuştu!

Tarihi MGK Toplantısı Ve Tarih 28 Şubat 1997... En uzun Milli Güvenlik Kurulu toplantısının ardından Başbakan Necmettin Erbakan’a yapılan baskılar iyice arttı. O MGK’da “bin yıl sürecek” denilen süreç için önemli bir viraj dönülüyordu. Alınan kararlar hükümete bildirildi. Laiklik konusunda yasaların uygulanması istendi. 4 Mart’ta Başbakan Erbakan, MGK kararları yumuşatılmazsa imzalamayacağını söyledi ve imzalamadı. 13 Mart’ta 5 günlük direncin ardından Başbakan Necmettin Erbakan, MGK kararlarını imzalamak zorunda kaldı. Erbakan daha sonra bu kararları imzalamadığını sadece ön yazıyı imzaladığını söyledi. MGK kararlarını uygulama komitesi kurularak ülke çapında irticacı yani şeriatçı yani dindar Müslüman avı başlatıldı. Bu kararların uygulanıp uygulanmadığını denetlemek için BÇG (Batı Çalışma Grubu) kuruldu.

Askeriye’nin Dayattığı 28 Şubat Kararları “406” sayılı karar: MGK’nın, “406” karar sayılı “gizli” ibareli belgesinde şunlar kaydedildi: MGK, 28 Şubat 1997 günü Sayın Cumhurbaşkanı başkanlığında, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı, Milli Savunma Bakanı, İçişleri Bakanı, Kuvvet Komutanları, Jandarma Genel Komutanı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sektereterliği’nin iştirakleri ile aylık olağan toplantısını yapmıştır.

ŞUBAT 2017

-Görüş birliğine varılan hususlarToplantıda görüş birliğine varılan hususlar şöyledir:

34

a-) Ülkemizde şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı hedefleyen grupların, Anayasa’nın tanımladığı demokratik laik ve sosyal hukuk devletimize karşı çok yünlü bir tehdit oluşturduğu, b-) Cumhuriyet ve rejim aleyhtarı aşırı dinci grupların laik ve anti laik ayrımı ile demokratik laik ve sosyal hukuk devletini güçsüzleştirmeye yeltendikleri, c-) Devletin yapısal özünü oluşturan sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleri anlayışından vazgeçilemeyeceği, yasalar göz ardı edilerek yapılan çağdışı (İslami yaşam tarzı kastediliyor)uygulamaların takipsiz (cezasız) kalmasının hukukun üstünlüğü ilkesiyle bağdaşmayacağı.”

-Hükümete Tavsiye(!) a-) Türkiye’de şeriat hukukuna dayalı bir İslam cumhuriyeti kurmayı amaçlayan aşırı dinci grupların, demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti olan cumhuriyetimize karşı oldukları, çok yönlü tehdidin önlenmesi amacıyla EK’ A’ daki tedbirleri kısa, orta ve uzun vade içerisinde alınmasının Cumhuriyet Hükümetine tavsiye edilmesi,

İrticai Faaliyetlere Karşı Alınacak «Tedbirler” (özetlenmiş hali) - Tarikatlarla bağlantılı özel yurt, vakıf ve okullar, devletin yetkili organlarınca denetim altına alınarak, Tevhid-i Tedrisat Kanunu gereği Milli Eğitim Bakanlığı’na devri sağlanmalı. - Genç nesillerin körpe dimağlarının öncelikle Cumhuriyet, Atatürk, vatan ve millet sevgisi, Türk milletini çağdaş uygarlık düzeyine çıkarma ülkü ve amacı doğrultusunda bilinçlendirilmesi ve çeşitli mihrakların etkisinden korunması bakımından; 8 yıllık kesintisiz eğitim, tüm yurtta uygulamaya konulmalı (böylelikle imam hatiplerin orta kısmı fiili olarak kapanmış oldu) - Cumhuriyet rejimine ve Atatürk ilke ve in-


kılaplarına sadık din adamları yetiştirmek-

-İrticai faaliyetleri nedeniyle Yüksek Askeri

le yükümlü, Milli Eğitim Kuruluşlarının(İ-

Şura kararları ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nden

lahiyatlar, imam hatipler ve kuran kursları)

ilişkileri kesilen personel konusu istismar edi-

Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun özüne uygun

lerek TSK’yı dine karşıymış gibi göstermeye ça-

olarak ihtiyaç düzeyinde tutulmalı. (Neymiş

lışan bazı medya gruplarının, Silahlı Kuvvetler

efendim demek ki din adına kurulan resmi

ve mensupları aleyhindeki yayınları kontrol

kurumların asıl amacı; Cumhuriyet rejimine

altına alınmalı.

ve Atatürk ilke ve inkılaplarına sadık din

-İrticai (İslami) faaliyetleri nedeniyle TSK’dan

adamları yetiştirmekmiiiş!)

ilişikleri kesilen personelin diğer kamu kurum

-Yurdun çeşitli yerlerinde yapılan dini tesisler,

ve kuruluşlarında istihdamı ile teşvik unsuru-

belli çevrelere mesaj vermek amacıyla gün-

na imkân verilmemeli.

demde tutularak, siyasi istismar konusu yapıl-

-TSK’ya aşırı dinci kesimden sızmaları önle-

mamalı, bu tesislere ihtiyaç varsa, bunlar Di-

mek için mevcut mevzuat çerçevesinde alınan

yanet İşleri Başkanlığı’nca incelenerek mahalli

tedbirler; diğer kamu kurum ve kuruluşları,

yönetimler ve ilgili makamlar arasında koordi-

özellikle üniversite ve diğer eğitim kurumları

ne edilerek gerçekleştirilmeli.

ile bürokrasinin her kademesinde ve yargı ku-

-Mevcudiyetleri 677 sayılı yasa ile men edilmiş

ruluşlarında da uygulanmalı. - Aşırı dinci kesimin Türkiye›deki mezhep

surların (cemaatlerin ) faaliyetlerine son ve-

ayrılıklarını körüklemek suretiyle toplumda

rilmeli, toplumun demokratik, siyasi ve sosyal

kutuplaşmalara neden olacak ve dolayısıyla

hukuk düzeninin zedelenmesi önlenmeli.

milletimizin düşmanca kamplara ayrılmasına

35

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

tarikatların ve bu kanunda belirtilen tüm un-


yol açacak çok tehlikeli faaliyetleri mutlaka önlenmeli.

terör örgütüne de aynı bazda yaklaşarak, onları cesaretlendiren girişimler önlenmeli.

- Kıyafetle ilgili kanuna aykırı olarak ortaya çıkan ve Türkiye’yi çağdışı bir görünüme yöneltecek uygulamalara mani olunmalı, bu konudaki kanun ve Anayasa Mahkemesi kararları taviz verilmeden öncelikle ve özellikle kamu kurum ve kuruluşlarında titizlikle uygulanmalıdır. (Tesettürün yasaklanması)

-Büyük kurtarıcı Atatürk’e karşı yapılan saygısızlıklar ve Atatürk aleyhine işlenen suçlar hakkındaki 5816 sayılı kanunun istismar edilmesine fırsat verilmemeli. 28 şubat kararları ve irticaya(İslam’a )karşı alınacak tedbirler özetle bunlardı. Peki, bu kararlardan sonra ne oldu?

-Çeşitli nedenlerle verilen, kısa ve uzun namlulu silahlara ait ruhsat işlemleri, polis ve jandarma bölgeleri esas alınarak yeniden düzenlenmeli, bu konuda kısıtlamalar getirilmeli. Özellikle pompalı tüfeklere olan talep dikkatle değerlendirilmeli.

28 Şubat Sonrası Gelişmeler

-Kurban derilerinin, mali kaynak sağlamayı amaçlayan ve denetimden uzak rejim aleyhtarı örgüt ve kuruluşlar tarafından toplanmasına mani olunmalı, kanunla verilmiş yetki dışındaki kurban derisi toplattırılmamalı.

ŞUBAT 2017

-Ülke sorunlarının çözümünü “Millet kavramı yerine ümmet kavramı” bazında ele alarak sonuçlandırmayı amaçlayan ve bölücü

36

Refah partisine Kapatma Davası 21 Mayıs’ta Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, ‘’Ülkeyi iç savaşa sürüklediğini’’ söyleyerek, Refah Partisi’nin kapatılması için dava açtı.

Fişlemeler Ve Görevden Uzaklaştırmalar Olayları fişlemeler takip etti. Akademisyenler, öğretmenler, subaylar, memurlar ve yöneticiler görevlerinden uzaklaştırıldı.

Başörtüsü Yasağı Ülkedeki tüm kamu kurum ve kuruluşlarında ve özellikle üniversitelerde tesettür


(başörtüsü) yasaklandı. Bu yasağı uygulamayan görevliler ya istifa ettiler ya da memuriyetlerine son verildi.

Üniversiteye Girişte Katsayı Engeli Meslek liselerinin ortaokul kısımları kapandı. Özellikle imam hatipli öğrencilerin üniversitelere girişi, katsayı uygulaması ile engellendi. Yurt genelinde 600 bin olan imam Hatipli öğrenci sayısı 65 bin’e düşmüştür. Yani 10 kat azalma görülmüştür.

Genelkurmay’dan Firmalara Ambargo 7 Haziran’da Genelkurmay, irticai faaliyetleri desteklediğini iddia ettiği tüm ticari firmalara ambargo koydu. Bunların içerisinde işyeri ismi İslami bir çağrışım yapan küçük esnaflar bile etkilendi.

Yargı Organlarına Brifing (!) 10 Haziran’da Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay başkan ve üyeleri Genelkurmay Başkanlığı’na çağrılarak kendilerine irtica (Müslümanlarla mücadele ) konusunda brifing verildi. Daha doğrusu direktif toplantısı yapıldı.

Başbakan Erbakan İstifa Etti 18 Haziran’da Necmettin Erbakan başbakanlıktan istifa etti.

Demirel’in Görevi Yılmaz’a Vermesi Ve Anasol-D Hükümeti 19

Haziran’da

Cumhurbaşkanı

Süleyman

Demirel, hükümet kurma görevini o sırada TBMM çoğunluğu olan DYP lideri Tansu Çiller’e vermeyip, ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’a verdi. 30 Haziran’da Mesut Yılmaz, Bülent Ecevit ve Hüsamettin Cindoruk’la birlikte ANASOL-D ……………..

Bunu daha iyi anlayabilmek için o dönemde bizzat bu zulümlere maruz kalan mazlumların sesine kulak verelim:

Bolu F Tipi Cezaevi’nde 23 yıldır yatan bir 28 Şubat mahkûmunun sözleri: “AK Parti iktidara gelene kadar kafamız rahat bir şekilde cezamızı yatıyorduk. Sonuçta bazı bedeller ödemeyi göze alarak bir dava için yola çıkmış ve Kemalist rejimin gadrine uğrayarak müebbede hüküm giymiştik. Gam değildi; kimi malını, kimi canını feda etmeyi, kimi de ömrünü betona gömmeyi göze almazsa, ümmet davasının yol alamayacağını hepimiz biliriz. Fakat AK Parti iktidar ipini eline alıp muktedir olmaya başladıkça, Sivas davası, İslami Hareket, İBDA-C, Menzil ve İlim (Hizbullah) grubu gibi davalardan hüküm giymiş biz hükümlüler bir boşluğa düşerek çelişki yaşamaya başladık. Zira dava, hedef, hissiyat ve düşmanlarımızın aynı olduğu bir iktidarın döneminde neden 30 yıl gibi uzunca bir süre cezaevinde yatmak zorundaydık? 23 yıldır yatıyorum. Hiç of demeden beş altı yıl daha yatarım. İçeriye düştüğümde 22 yaşındayken, şimdi 45 yaşındayım. Ve benim gibi 500-600 kişi bu haldedir. Sayın Adalet Bakanı yatmamızı gerektiren iki makul gerekçe bulsun, bugüne kadar olduğu gibi taş duvarla taş kesilip susarız.”

Diğer bir mağdur; Cihat Özpolat’ın abisi Özer Özpolat, kardeşinin 20 yaşında tutuklandığını ve 21 yıldır hapiste yattığını söylüyor. Özer Özpolat, kardeşinin mahkûm olmasından dolayı ailenin yaşadığı mağduriyeti şu ifadelerle anlatıyor: “An-

37

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Hükümeti’ni kurdu.

Evet, 28 Şubat; siyaset, ordu, yargı, medya, akademi ve sivil toplum mensuplarının, İslami duyarlılığı olan dindarlara karşı, irticayla mücadele adı altında sistematik ve kurumsal zulüm gerçekleştirildiği ve İslam düşmanlığının zirveye ulaştığı bir dönemdi.


nem o zamanlar 50’li yaşlarda bir hanımdı. Şu anda 78 yaşında. 21 yıldır Niğde, Bandırma, Eskişehir, Bolu, İstanbul, İzmit, bütün cezaevlerini gezdi. Mesela Niğde cezaevindeyken ziyaretlerimizi anlatayım ben size. Akşam saat 22:00’de otobüse biniyoruz, 07:00’de otogara iniyoruz. Görüş 10:00’da başladığı için, o saate kadar otogarda bekliyoruz. Kar kış fark etmiyor. Daha sonra cezaevinin önüne geliyoruz. O soğukta bir sürü abuk sabuk arama yapılıyor. Sanki adam öldürmüşüz gibi terörist muamelesi görüyoruz bir de. Görüşümüz bitince akşam 22’de kalkacak olan otobüsü bekleyip, İstanbul’a geliyoruz. İki gün uykusuz, perişan bir vaziyetteyiz. 15 günde bir bu işkenceyi çekiyoruz. Diğer cezaevlerinde de durum değişmiyor. Ne aileler gördüm yollarda, otobüs parasını zorla denkleştirmiş, kocasını, oğlunu ziyarete gidiyor. Yemek yemeye parası bile yok”

Başka bir mağdur;

ŞUBAT 2017

Kamuoyunda Telegram Davası diye bilinen davadan ağırlaştırılmış müebbet alan Burak Çileli, mart ayında tahliye oldu. “12 yıl cezaevinde yattıktan sonra çıktım. Benim şu anda dışarıda olmam bir şey değiştirmiyor, içeride benim durumumda olan birçok insan var.” “1996 yılında arandığımı duyduğumda kendi ayaklarımla gidip teslim oldum. İslami hassasiyetlerimizin dışında işlediğim bir suç yoktu, ama uzunca bir işkence faslından sonra

38

yüklenilen suçları kabul etmek zorunda kaldım. 28 Şubat, 15 Temmuz’dan çok farklı değildi. Biz 28 Şubat’ta fiili anlamda olmasa bile manevi anlamda duruşumuzla, kalemimizle o tankların üzerine çıkan insanlardık. Bedelini de ödedik. Allaha hamdolsun o bedeli ödemekten dolayı pişman değiliz. Çünkü işlediğimiz bir suç yoktu. O dönem, özellikle bize işkence yapan polisler FETÖ’nün adamıydı. İşkenceci komiser beni ters Filistin askısına astıktan veya elektrik verdikten sonra, namaz kılmaya gidiyordu.”

Diğer Bir Mağdur; İki sene önce kanserden babasının vefat ettiğini söyleyen Cemil Şahin’in kardeşi Yılmaz Şahin, annesinin de kanserden tedavi olduğunu, stresli bir hayatları olduğunu söylüyor. “Nasıl olmasın ki, ayda bir ziyarete götürüyoruz annemi, bir saat ancak görüşebiliyoruz. Abim içeri girdiği zaman ben de 4 sene tutuklu kalmıştım. Kardeşi, teyzesinin oğlu, halasının oğlu kim varsa çevresinde topladılar. Somut bir olay da olmuş değil. O dönemlerde türban yasakları vardı. Tüm Müslümanlar zulüm görüyordu, biz de onları söylüyorduk. Klasik cuma günü Beyazıt Camisi’nden çıktığımızda eylemlere katılırdık. Abim İBDA-C davalarından birinden mahkûmiyet aldı. 99- 2000 yıllarında başlayan yargılanmayla, 2010 yılında cezası kesinleşti. Yüksek bir ceza aldı ve 10 yıldır ceza-


evinde. Metris cezaevindeki isyan dosyasından dolayı da şartlı tahliyeden yararlandırmadılar.

Halil Kantarcı “Halil Kantarcı 17 yaşındayken dört arkadaşıyla birlikte İBDA-C’ye üye olmak iddiasıyla idam cezası almıştı. Eylemleri de meyhane camına taş atmak. Yaşları küçük olduğu için “idam” cezaları indirildi. (Yani yaşları küçük olmasa meyhanenin camına taş atmaktan dolayı idam cezası alacaklardı) Ana davadan aldığı cezasını çekerken, Bandırma’da çıkan cezaevi isyanı sırasında infazı olmadı. Şu anda ana davadan tahliye olduğu halde, cezaevi isyan davası devam ediyordu. 15 temmuzdaki darbe girişimine direnirken refiki alaya doğru yürüdü..

Bir annenin ıstıraplı hikâyesi; Malatya İnönü Üniversitesi’nde yasaklar başladı. Tıp Fakültesi’nde türbanlı hemşireler içeri alınmamaya başlandı, daha sonra öğrenciler de hiç bir şekilde okul sınırlarına sokulmadılar. Valiliğin önündeki eylemlerden bir tanesinde, imam hatip lisesi son sınıf öğrencisi olan kızım, “Özgürlük Türküsü” diye bir şiir okudu. 16 yaşındaki diğer kızımda özgürlük duası ettirdi. Rahmetli olan büyük kızım Nurulhak ise elinde fotoğraf makinasıyla olayları takip ediyordu. Eylemden sonra evime gitmedim. Ama kızlarım okullarından alınıp terörle mücadele

7 ay boyunca idam talebiyle, kızlarımla birlikte duruşmalara gidip geldik. 7 ay sonraki karar duruşmasında ceza 146’dan değil, 2911 sayılı toplantı ve gösteri yürüyüşleri kanununa mu-

şubesine götürüldüler. Yerim tespit edilinceye

halefetten verildi. Bir müddet hapis yatıp tahli-

kadar İntizar şiddetli şekilde dövüldü; boğul-

ye olduktan sonra bu seferde Yargıtay cezaları

maya, başı açılmaya çalışıldı. Gözaltına alındığımda, kızımın pardösüsünün kanlı olduğunu gördüm. İki oğlum hakkında ise, “Onlar dışarıda, trafik kazasına kurban gidebilirler” gibi tehditlerde bulunuyorlardı. Benimle aynı

az bularak kararı aleyhimizde bozdu. O sıralarda İstanbul’da yaşıyorduk ve kızlarım evden alınıp, önce Bakırköy’e daha sonra biri Konya

sıralarda alınan 28 kadın daha vardı. Gazeteler-

Akşehir’e, biri Bandırma’ya gönderildi ve fark-

deki “Başörtüsüne İdam” manşetini okuyunca

lı şehirlerde yattılar. 2003’te hapisten çıktığım

devleti yıkmaya çalışmak” gibi gerekçelerle hakkımızda idam davası açıldığını öğrendik.

vakit, toplam 3 yıl yatmıştım. En büyük kızım 2 yıl diğerleri de 1’er yıl hapis yattı…

39

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

146’ncı maddeden, “silahlı örgüt oluşturmak,


Bir başka 28 Şubat mazlumu; Hüseyin Akbalık

“Vurdukları iğne nedeniyle günlerce kendime gelemiyordum”

“Ağır işkencelerden geçirildim”

Cezaevi içerisinde ayda bir bana bir iğne vu-

“Ailem dindar ve İslam’a bağlı bir aileydi. Bende böyle bir ortamda büyüdüm. Bundan 24 yıl önce başka bir köyde ikamet eden kız kardeşi-

Kalktığımda yere düşüyordum. İğneyi vuran ‘bu iğne vurulduğunda 20 gün toparlanamaz’

ledi, beni de gözaltına aldılar. Kendi kendime

diyordu. Hakikaten de öyleydi. Cezaevindeki

karakolda beni bırakırlar dedim. Beni tutukla-

arkadaşlarımın yardımıyla ihtiyaçlarımı kar-

yacaklarını aklımdan bile geçirmedim. Çünkü

şılıyordum. Bir ay sonra tekrar iğne yapmaya

hiçbir suçum yoktu. Sonradan beni İdil’e götür-

geldiklerinde direndim ve bu iğnenin bana

düler. Tam bir ay boyunca gözaltında kaldım.

faydası yok zarar veriyor dedim. Vurmamaları

Gözaltında çok ağır işkenceler gördüm, bugü-

için ne kadar direndimse zorla vurdular ne için

nün şartlarında hiç kabullenmeyecek işkence-

vurduklarını da öğrenemedim.” dedi.

doluydu. Hiç alakası olmayan düzmece tutanaklar hazırladılar ve bize imzalattılar. Benim hakkımda ‘köyden kaçarken yakaladık’ diye yazmışlardı. Ama kesinlikle öyle bir şey yoktu. Köy meydanındaydım, asker geldiğinde kimli-

“Beynimde ur olduğundan haberdar değildim” “Ramazan ayının sonlarıydı, gelip ‘Seni Adıyaman Cezaevi’ne sevk edeceğiz’ dediler. Niçin

ğimi istedi, onlara verdim ve kız kardeşimi zi-

beni sevk ediyorsunuz diye sorduğumda ‘Bey-

yarete geldiğimi söyledim, beni alıp karakola

ninde ur var’ dediler. O zaman bu hastalığım-

götürdüler. Hiç bir suçum olmamasına rağmen

dan haberdar oldum, daha önce bilmiyordum.

ağırlaştırılmış müebbet verdiler. 24 yıldır ceza-

Sonradan Adıyaman’daki İnönü Üniversitesi’n-

evindeyim. Yakalandığımda 27 yaşındaydım,

de ameliyat oldum. İki gün beni uyutmuşlar

şimdi 50 yaşını geçtim. Bu yapılan sadece bir

kendime geldiğimde doktorlar ameliyat yap-

şahsa yapılan bir şey değildi.

tıklarını söylediler. Ben hiçbir şey hatırlamıyor-

“Aylarca mahkemeye çıkarmadılar”

dum, çok ağır bir ameliyat geçirdiğimi ve ame-

“İlk önce beni İdil Cezaevine götürdüler. Ara-

bir ay kaldım. Oradan da savcılığın kararıyla

dan birkaç ay geçmesine rağmen beni mahkemeye çıkartmadılar. Sonra avukatım geldi, dosyamda çok ağır suçlamaların olmadığını söyledi ve ‘birkaç defa seni mahkemeye çıkartırlar sonra seni bırakırlar’ dedi. Ama ağırlaştırılmış müebbet verdiler. Yardım, yataklık

ŞUBAT 2017

kalkamıyordum, direncim birden düşüyordu.

min evine gittim. Jandarma köye baskın düzen-

lerdi. Gözaltında bana verdikleri battaniye bit

40

ruyorlardı. O iğnenin etkisiyle artık ayağa

liyatın başarılı olduğunu söylediler. Yaklaşık tedavimin yapılması için beni eve gönderdiler. Şu an işlemlerimi yapıyorlar, inşallah işlemler bittiğinde tedavi merkezine gideceğim. İnşallah Rabbim bu hastalığımı kefaret olarak kaydeder. Hem ameliyat süreci hem sonrası bana

veya üyelik verselerdi her neyse derdik ama

çok dua edildiğini biliyorum ama tekrardan

dosyada müebbetlik bir suç olmamasına rağ-

tüm Müslümanlardan dua talep ediyorum.

men bu cezayı verdiler. O zaman avukat, ve-

Sadece kendim için istemiyorum. Cezaevinde

rilen cezada kasıt var ve bu ceza hukuki değil

bulunan sıkıntı çeken, yani duaya muhtaç tüm

dedi ama kimse dinlemiyordu.”

Müslümanlara istiyorum.”


“24 yıldır beni cezaevi cezaevi dolaştırıyorlar” “24 yıldır sürekli beni değişik cezaevlerine gönderdiler. Ailem yılda bir ya da iki defa zar zor geliyordu. Yanıma gelene kadar bir iki gün yolda kalıyorlardı. Çok sıkıntı ve zorluk çekiyorlardı. Babam vefat etti göremedim. Vefat edene kadar hasta haliyle ziyaretime geliyordu. O kadar yaşlanmış ve bitkin düşmüştü ki bana şunu söylüyordu; ‘Her seni ziyaret edip eve döndüğümde birkaç gün yatalak oluyorum, yataktan kalkamıyorum’ diyordu. Annemde hakeza yaşlı haliyle bin bir güçlükle gelip beni ziyaret ediyordu.”

Allah’ın Adaleti Tecelli Ediyor

Bu mazlum mücahid kardeşimiz hakkında son bilgiyi sizlerle paylaşalım mı? Mardin’in Nusaybin ilçesinde 24 yıl önce İslami kimliğinden dolayı gözaltına alındıktan sonra ağır işkencelerden geçirilerek düzmece suçlamalarla müebbet hapse mahkûm edilen ve geçirdiği beyin tümörü ameliyatının ardından tedavisine dışarıda devam edilen Hüseyin Akbalık, Mardin’in Nusaybin ilçesindeki Duruca köyünde bulunan evinde 2016’nın kasım ayında vefat etti. İnna Lillahi ve İnna İleyhi Raciun. Allah’ın rahmeti ve affı üzerine olsun.

Askeriye de Sürek Avı 28 Şubat sürecinde Diyarbakır’da Diş Tabibi olarak görev yaptığını belirten Yarbay Mete Bey o günleri şöyle anlatıyordu; “O dönemde 3 doktor arkadaşımız re’sen emekli edildi. Bize bu muameleyi yapan komutanımız ise terfi edilerek General yapıldı. Yarbay Mete; “Silahlı kuvvetler içerisindeki mütedeyyin/dindar in-

41

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Benim gibi binlerce masum kişiye ceza verip tutuklayan o zaman ki hâkim ve savcılar şimdi onlar tutuklanıp cezaevine gönderiliyor. Zamanında bize kurdukları çukurlara şimdi kendileri düşüyor Allah’ın adaleti işte tecelli ediyor. Bunların yüzünden binlerce masum insan yıl-

lardır suçsuz sebepsiz içeride yatıyor.


sanların olası bir darbe durumunda buna karşı çıkacağı düşünülüyordu. Bu nedenle ayıklanmaları gerekiyordu. Eşi başörtülü olanlar ve namaz kılanlar takibe alındı. Duyarlılıkları ölçmek için eşlerinin başlarını açmaları istendi. Bu konuda defalarca uyarıldık. ‘Eşin başını açacak, sosyal toplantılara katılacak’ diye uyarılarda bulunuyorlardı. “Eşinizin Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırı giyindiği, sosyal faaliyetlerin ordu içerisinde önemli olduğu bu nedenle sizi uyarıyorum. Eğer katılmazsanız cezai işlem uygulanacak” gibi ihtar yazıları geldi. Bu nedenle atılan arkadaşlarımız da oldu. Sicillerini bozduklarını sicil yoluyla atıyorlardı. Sicillerini bozamadıkları çalışkan, dürüst arkadaşları Yüksek Askeri Şura’ya (YAŞ) yönlendiriyorlardı. Böylelikle YAŞ kararlarıyla görevlerine son veriliyorlardı. (Demek ki gönderilen ihtar yazılarına göre, İslami tesettür Atatürk ilke ve inkılaplarına aykırıymışşş!)

ŞUBAT 2017

Bir başka 28 Şubat mazlumu Tayyar Tercan: 8 Mayıs 1996 günü Sincan’da evlendim. Düğünümden bir gün sonra polis tarafından arandığımı duydum ve emniyete gittim. Karakolda bana İBDA-C adlı örgütle alakalı olarak gözaltına alındığım söylendi. Ankara emniyetinde geçen iki gün sonrasında İstanbul emniyet mensuplarına teslim edilip İstanbul›a getirildim. Burada sebebini bilmeksizin günlerce ağır fiziki işkenceye maruz kaldım. Size günlerce süren askı, falaka, soğuk su, kaba dayak, elektrik, sapkın sadist fantezileriyle dolu işkence faslını teferruatıyla anlatabilirim. Fakat bu ülkenin meselelerine kafa yoran herkesin az veya çok bunları zaten biliyor olduğunu düşünerek girmeyeceğim. Günler süren işkence sonrasında kabul etmemi istedikleri eylemleri kabul ettiremeyince eşimi getirip gözlerimin önünde tecavüzle tehdit ettiler. Elbette önüme konan her şeyi kabul ettim, her kâğıdı imzaladım. Bugün kırk yaşındayım ve aynı şeyi tekrar yaşasam başka yolumun ol-

42

madığını acı bir şekilde biliyorum... Önce dokuz eylem yıkıldı üzerime. Sonra ‹yedi eylem yaptın› dediler. En son beşe düştü. Yakalama ve çözme primi için her şeyi yapacak polisler ve dönemin “İslami Terörist” avlama konjonktürü gereği emniyet faslı bu şekilde geçti. Sorgulanmamın hiç bir safhasında yanımda avukatım yoktu. O kadar yoğun işkence yapmışlardı ki, izleri silmek için sürdükleri kremler ve savcılığa çıkmadan önce bir iki gün hücrede tutulmama rağmen savcılığa çıkartılmadan önce götürüldüğüm Adli Tıp bana ‘ağır darp raporu’ verdi. Elbette savcılık ifademde; hiçbir suçlamayı kabul etmediğimi, bütün beyanlarımın işkence ile alındığını söyledim; ancak aldığım cevap ‘o belgeyi değerlendirmek sadece mahkemenin takdirinde, bizim işimiz değil’ oldu. İşkence raporuna rağmen hâkimin de kararında bir değişiklik olmadı ve tutuklandım. Size mahkemeyi nasıl anlatsam bilmem ki Yaptığımı düşündükleri eylemlerin hiçbirinin aslında hiçbir şekilde yapılmadığını resmi emniyet belgeleri ile ispat ettim. Ortada hiçbir delil olmadığını, bir tane bile şahidin beni herhangi bir eylem yaparken görmediğini beyan ettim. 32,5 yılla yargılandığım davanın tek delili bana işkence altında verdirilen ifadelerdi. Sonuç: 12,5 yıla mahkûm edildim. Yargıtay 9. Dairesi ve elbette o dairenin haşmetli başkanı Sabih Kanadoğlu Yargıtay itirazımı reddetti. Üstüne, ‘sadece örgüt üyeliği yetmez, her eylemden ayrı ayrı ve en üst sınırdan ceza almalı’ diyerek dosyamı tekrar yerel mahkemeye yolladı. Sonuç: Cezam 29,5 yıla çıkarıldı. 9 yılın sonunda, 2005 yılında hapisten çıktım. Hatta süreçte, 28 Şubat darbecilerinin yargılandığı mahkemede müşteki olarak yer aldım. Fakat ne oldu biliyor musunuz ‘Uyarlama davası’ adı altında dosyam yeniden ele alındı ve yeniden hapis cezası aldım. Doğru duydunuz. 28 Şubat darbecileri değil, ben ceza aldım. Tam 3 yıl oldu ceza verileli. Ve ben 3 yıldır hakkımdaki cezadan dolayı yurtdışında, ai-


lemden ve çocuklarımdan uzakta firari olarak yaşıyorum. …………… Hani bazıları diyordu ya 28 Şubat süreci bitmiştir! Adalet(!) Bakanlığının resmi açıklamasına göre 28 Şubat zulmünden dolayı 374 hükümlü var. Bunun 229’u müebbet hapis cezası almış durumda. Yani 229 tane Müslüman ömür boyu zindanda yatacak. Evet, ömür boyu zindanda yatacak bu kardeşlerimiz. Diğerlerinin ise 15 – 20 yıllık cezaları var. Bu verdiğimiz sayıya 2013 ten sonra ki İslami davalardan dolayı ceza alan ve hapse atılanlar dâhil değil. Bunlarda dâhil edildiğinde bu sayı 500’ü buluyor.

Yaşananlar Çileleri Bir Sonraki Kuşağa Aktaramadık Daha nice mağdur ve mazlumlar var o döneme dair. Fakat yaşanan onca zulmü bu sayfalara sığdırmak mümkün değil. Burada şu hususu belirtmeden geçemeyeceğiz. Maalesef ümmet olarak Müslümanların acılarına, sıkıntılarına ortak olamadık. Bu hususta kamuoyu oluşturamadık. İslami değer ve mücadelelerinden dolayı zulme maruz kalan kardeşlerimizin maddi manevi acılarına ortak olamadık. Uzaklara bakarken burnumuzun dibindeki mazlumları göremedik. Yaşanan onca zulmü bile bir sonraki genç kuşağa aktaramadık. Belki de bu mazlum kardeşlerimizin ahları vurdu bizi.. Geçmişini, acılarını, varlık mücadelesini bilmeyen, dostunu düşmanını tanımayan yeni nesil kime ve neye karşı mücadele edecek? Müslümanların görmüş olduğu zulmün binde biri Solcuların, Kemalistlerin, ulusalcıların, Marksistlerin başına gelse şuan yer gök inlerdi. Onlarca acıtasyon filmleri, dizileri yapılır ve yıllarca gündemde tutularak halk içinde taban bulunmaya çalışırlardı.

Sonuç olarak 28 Şubat darbe sürecinde; 11 bin öğretmen istifa etmek zorunda bırakılmış, 3 bin 527 öğretmenin görevine son verilmiştir. Eğitim hayatında 600 bin başörtülü öğrencinin okullara ve üniversiteye gidememesi, katsayı engeli nedeniyle 12 milyon 80 bin meslek lisesi öğrencisinin de istediği üniversitede eğitim görememesi nedeniyle, milyonlarca genç insanın geleceğiyle oynanmıştır. 1635 askeri personel YAŞ kararlarıyla meslekten ihraç edilmiştir. 4 bin 625 kişi fişlenmiş, 2 bin 500 kişi ise emekliye sevk edilmiştir. Takriben 300 kişi ömür boyu hapse mahkûm edilmiş, takriben 400 kişi; 10-15, 20, 25 yıl gibi ağır hapis cezalarına çaptırılmıştır” Zulüm hala devam ediyor! Bir dönem Ergenekon davası adı altında o dönem bu zulümleri yapan birçok komutan, bürokrat, öğretim görevlisi, siyasiler, yazarlar mahkeme önüne çıkarıldılar ve mahkûm da edildiler. Bu operasyon ve tutuklamaların birçoğunda FETÖ yanlısı hâkim, savcı ve emniyet mensubunun etkisi vardı. Tabi bu arada hiç suçu olmayan sadece FETÖCÜ kadrolara yer açmak için zulmedilen, hapsedilen, susturulan, sindirilen insanlarda olmuştu. Yani FETÖ arkasına aldığı rüzgârla bir dönem Müslümanlara yaptığı zulmün

43

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Özellikle genç nesle 28 Şubat sürecinde yapılan zulümleri daha geniş olarak okumalarını ve incelemelerini tavsiye ederiz. Bu topraklarda

İslami mücadelenin hangi şartlarda verildiğini, nereden nereye geldiğini bilmeyen, geçmişin emeğine, mücadelesine saygı göstermeyen, bu mücadeleyi veren büyüklerini rahmetle, minnetle anmayan, bu mücadeleden ilham almayan, dersler, ibretler çıkarmayan bir gençlik köksüz ve dipsiz bir gençliktir. Geleceğe taşıyacağı güçlü bir mirası yoktur. Dolayısıyla geçmişini bu güne taşıyamayan gençlik, geleceğe iz bırakacak bir nesli de yetiştiremeyecektir. Böyle bir neslin daveti de maalesef toplum içinde hayat bulamayacaktır.


benzerini bu sefer rakip gördüğü herkese karşı yapmaya başladı. Fakat şu iyi bilinmeli ki 28 Şubat sürecinde FETÖ’nün Müslümanlara yaptığı zulmün onda biri solculara, ulusalcı ve Kemalistlere yapılmamıştır. Nedenini sorarsanız? 28 Şubat sürecinde Müslümanlar; Filistin askısı, elektrik verme, soğuk suya ve ardından pervanelere karşı tutulma, çırılçıplak soyulma, ilaç vererek akıl sağlığını bozma türü alçakça işkencelere maruz kalmışken Ergenekon davaları sürecinde içeri alınanlara yönelik fiziki işkence vak’asına şahit olunmamıştır. Fakat Türkiye’de şuan rüzgârın yönü değişti. Hükümetin Gülen/Fetö mücadelesi kapsamında haklarında mahkûmiyet kararı verilen tüm Ergenekon sanıkları suçlu- suçsuz ayıklanmaksızın tahliye edildiler. Sebep; onları mahkûm eden hâkimler FETÖ’cüydü. 28 Şubat’ın darbeci zalimleri şuan serbestler. Özgürlüklerinin tadını çıkarıyorlar. Bizzat Özel Harp dairesinin, İstihbarat ve Jitem’in türlü türlü oyunlar, hileler ve yalanlarla mağdur ettiği binlerce mazlum Müslümanlar ise hâlâ cezaevindeler! Kendisinde tek bir kurşun, tek bir bıçak veya yumruk izi dahi bulunmayan Yahudi Jak Kamhi’ye saldırdığı iddiasıyla mahkûm olanlar 24 yıldır hâlâ cezaevindeler! Hiç kimseyi öldürmediler! Hiç kimseyi yaralamadılar! Ama hâlâ müebbet hapis cezasıyla cezaevindeler! Anlayın zulmün boyutunu..

ŞUBAT 2017

Binlerce masum insanın katili PKK’lılar ıslah olur umuduyla birkaç kere pişmanlık yasasıyla affedilirken, Kemalistlerin ve Fetö’cülerin kontrolündeki Özel Harp Dairesinin kumpaslarıyla hapishanelere tıkılan bu mazlum mahkûmlar, hâlâ “yeniden yargılanma!” haklarına bile kavuşamadılar! Hâlbuki bu mazlum Müslümanları mahkûm eden alçak FETÖ’cü hâkimlerin birçoğu bu-

44

gün ya görevden uzaklaştırıldı, ya tutuklu ya da firari durumda. Yani 28 Şubat darbecilerinin serbest kalmasına gerekçe gösterilen ‘FETÖ’cü hâkimler unsuru’ açıklaması niçin mazlum ve mahkûm Müslümanlar içinde gerekçe olmuyor? Bu şunu gösteriyor; FETÖ’cü hâkimleri gerekçe göstererek darbeci zalimleri serbest bırakan Kemalist ve ulusalcı yargının İslam’a ve Müslümanlara olan kin ve düşmanlıkları hala devam ediyor. Müslümanlar ahmak olmamalı ve her şeyi tozpembe görmemeli. Müslümanlar adına siyaset ve yazarlık yaptığını iddia eden siyasetçi, yazar ve çizerler meseleleri tespit ve tahlil ederken daha dikkatli olmalıdır. Müslümanları doğru yönlendirmeli, dost ve düşman saflarının karışmasına sebep olmamalıdırlar. Şuan FETÖ’ye karşı mücadelede ‘dereyi geçerken at değiştirmeyen’ hükümet mi, yoksa ulusalcı, Kemalist, sosyalist zihniyet mi galip gelecek? İşin sonucunun nereye varacağı Allah’ın takdiri. Tıpki 15 Temmuz gecesi gibi.. Fakat biz Müslümanların asgari müşterekler noktalarda safları daha sık tutması ve daha dikkatli olması gereken bir süreç. Müslümanlara hitaben deriz ki; yılardır zindanlarda yatan mazlum ve mağdur Müslüman kardeşlerimizin hala cezaevlerinde çile çekmeye devam ettiğini duyduktan sonra bu zulme sessiz kalmak ve kamuoyu oluşturmamak dilsiz şeytanlıktır. Onların maddi- manevi sıkıntılarına ortak olmamak, sıkıntılarını gidermeye çalışmamak Allah katında hesabı verilemeyecek büyük bir vebaldir. Hükümete hitabende deriz ki; yıllardır zindanlarda yatan mazlum ve mağdur Müslüman kardeşlerimizin hala cezaevlerinde çile çekmeye devam etmesi o dönemin zulmüne ortak olmaktır.

Selam ve dua ile .. Allah’a emanet olunuz.


| Kur'an'ın Gölgesinde

Zafer Mert |

DAVA ADAMLARI H

ak veya batıl olsun her davanın “adam”lara ihtiyacı vardır. Genel kural şudur ki;

َ ‫ص‬ ‫اي‬ َ ‫التِي َونُ ُس ِكي َو َم ْح َي‬ َ ‫" ُق ْل إِ َّن‬ " ‫ل َر ِّب ا ْل َعالَ ِمي َن‬ ِ ّ ِ ‫َو َم َماتِي‬

“adam”lar varsa davalar başarılı, yoksa başarısızdır. Yeryüzündeki en yüce ve kutsal dava olan dinimizin tebliği, ikamesi ve dünyada gerektiği konuma yerleşmesi için de her şeyden çok dava adamlarına ihtiyaç vardır. Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “Allah’ım! İslam’ı Ebû Cehil bin Hişam veya Ömer bin Hattab’la

“De ki: Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.”

kuvvetlendir!” diyerek dua etmesi de adam talebidir. Hakeza Hz. Ömer radıyallahu anhu’nun bir gün dostları ile otururken ‘Haydi, herkes bir şey dilesin’ demiş. Oradakilerden biri: ‘Ben, şu oda dolusu gümüşüm olsun da onu Allah yo-

(En'am: 162)

lunda harcamayı isterim’ demiş. da Allah yolunda harcamayı isterim’ demiş. Bir diğeri: ‘Bu oda dolusu mücevherim olsa

45

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Bir başkası: ‘Şu oda dolusu altınım olsun


Dava adamları en büyük yatırım olan ahiret tarlasına büyük eserler dikmek için önce hayal kurar, sonra da bu hayaller uğrunda sebeplere sarılır, çalışır, çabalar, engeller onun için bir set değil yıkılması için çalışılması gereken geçici imtihanlardır.

da Allah yolunda harcasam isterim’ demiş. Hz. Ömer ‘Başka?’ deyince, ‘Başka bir şey istemeyiz’ demişler. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anhu kendi arzusunu şöyle dile getirmiştir: “Ben, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Muaz bin Cebel ve Huzeyfe bin Yeman gibilerden şu oda dolusu insan isterim ki onları, Allah yolunda görevlendirebileyim.” Vakıa günümüzde de Ebu Ubeyde bin Cerrahlar, Muaz bin Cebeller ve Huzeyfe bin Yeman gibi dava adamları lazım ki, bu zor ve çetin günlerde dinimizi tekrar hak ettiği konuma yükseltebilelim. Bunun için dava ve dava adamlığından neyin kastedildiği iyi anlaşılmalıdır.

ŞUBAT 2017

Dava, inanılmış, gönül verilmiş, hayata biçim, yön ve renk veren düşünce ve inanç manzumesi, bu manzumenin gerçekleştirilmesini istediği hedef/gaye veya ülküdür. Davamızın gayesi ise sadece Allahu Teâlâ’ya hakkıyla kul olup O’nun rızasını kazanmak ve bu “kulluk şuuru” ile dünyayı imâr ve inşâ etmek için çalışmaktır.

46

Dava adamı ise bu yüce ülkü ve değerler uğrunda imanından aldığı güç ile Allah yolunda yılmadan, yorulmadan, bıkmadan, usanmadan çalışan sâlih mümindir. Şunu baştan ifade etmek gerekir ki dava adamı derken asla cinsiyeti ifade için bu kelimeyi seçmiş değiliz, kendini Allah’ın dinini yaşama ve yaşatmaya adayan her mümin ve mümine dava adamıdır. Hatta öyle kadınlar vardır ki adam gözükenlerin çoğundan makbuldür. Zeynep Gazaliler, Ümmü Nidallar, Esmalar bunun örnekleridir. Her davanın adamı olmak zordur ama İslam davasının adamı olmak çok daha zordur. Çünkü amaç ve gayeler büyüdükçe uğrunda harcanması gereken emek ve çabaların da büyümesi gerekir. Bu dünyadaki en büyük dava da İslam davası olduğundan, uğrunda dava adamı olunabilecek en zor yol İslam davasının adamı olmaktır. Çünkü dava bedel ister, fedakârlık ister, sabır ister, diğerkâmlık ister…

Dava adamı, vahye tabi olandır. Rabbimiz: “Allah ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (2) buyurmakta, Peygamber efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ise: “Arzusu benim getirdiğime tabi olmadığı müddetçe, herhangi biriniz iman etmiş olmaz.” Buyurarak dava adamının en önemli özelliğinin vahye tabi olmak olduğunu belirtmiştir. Sadece fikirle dava adamı olunmaz. Cahil kimseden dava adamı olmaz. Dava adamı olmanın birinci şartı ilme yani vahye; Kur’an ve Sünnet’e teslim olmaktır.

Dava adamı, örnektir. Dava adamı inandığı davanın en iyi yaşayanı olmaya çalışmalıdır ki iddiasının, davasının bir


sonucu olsun. Yaşantısı ile inandığı ve savunduğu davası bir olmayan kimseden dava adamı olmaz. Nitekim Rabbimiz de “Siz insanlara iyiliği emreder de, kendi nefsinizi unutur musunuz?” (Bakara, 44) buyurarak söz amel bütünlüğüne dikkatlerimizi çekmiştir. Bir insan, ağzından çıkan sözün canlı bir tercümanı, konuştuğunun müşahhas bir numunesi olmadıkça, söylediğinin hakiki bir temsilcisi olamaz. Sözler, amellerle süslendiğinde parlar, tesiri artar, kalplere girer, kulakta kalmaz. Aksi halde amelden uzak yaldızlı sözler bir kulaktan girer diğer kulaktan çıkar.

Dava adamı, fedakârdır. Her dava fedakâr fertler ister. Davanın yayılması, güçlenmesi ve iktidarı dava adamının fedakârlığı ile doğru orantılıdır. Fedakâr olmayan dava adamı olamaz. Herkes kadar uyuyan, gezen, çalışan, okuyan… kimse dava adamı olamaz. Dava adamı, herkes uyurken uyanık olan, herkes gezerken vazife başında olan, herkes ihmal ederken görevine dört elle sarılabilen kimsedir. Hayatın sorunlarını, dertlerini, işini-gücünü bitirdikten sonra, bu dava uğrunda çalışmaya hazır hale geleceğini söyleyenlerden, asla dava adamı olmaz. Çünkü ‘iş bitmez, dert bitmez,

çile bitmez, mazeretler bitmez ama ömür biter.’ Zaten, tüm bu sıkıntıları bitirmeye çalışırken biten şeyin adı değil midir ömür?

Dava adamı, zahmetsiz rahmet olmadığını, zaferin çileyi bilenlerin değil, çileyi çekenlerin hakkı olduğunu bilir.

mak zorunda kalmış, yeri gelmiş harplere katılmış ve yara almış bir peygamberin ümmetiyiz. Hakkın tarafında olan dava adamı, inandım demekle bırakılmayacağını bilen, bilakis imtihanlara maruz kalacağını yakinen müşahede eden adamdır.

Dava adamının Allah için hayalleri vardır. Büyük dava adamı Şehid Hasan el-Benna’nın “Dünün hayalleri bugünün gerçekleridir. Bugünün hayalleri ise yarınların gerçekleridir” dediği gibi dava adamının da Allah için hayalleri vardır. Sadece geçici dünya hayatına dair ev, araba, servet vs. gibi dünyevi hayalleri olan dava adamı

47

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Dava adamı, yolun bir bedeli olduğunu bilir. Bu yolda çile, eziyet, işkence, alaya alınmak, iftiralara maruz kalmak gibi sıkıntılar vardır. Çünkü biz; günlerce aç kalmış, yakınları tarafından en olmadık iftiralara ve suikastlara maruz kalmış, en cazip tekliflere de, en acımasız tehditlere de boyun eğmemiş, yeri gelmiş mağaralara sığın-

Davaya hizmet geçmişi, bugünü ve geleceği içeren bir süreçtir. Hafıza, bireyler için ne kadar önemli ise davanın geçmişinin bilinmesi de bir o kadar önemlidir. Dava adamı tecrübeler ışığında yürümeli, ana eksenden kaymamalı, ama hatalar ve eksiklikleri tespit ederek yenilenmeli ve yenilemelidir. Dolayısıyla dava adamı, geçmişi bilen ondan istifade ederek yenilenen ve yenileyen kimsedir. Geçmişin olduğu gibi taklidi içinde bulunduğumuz zaman dilimini kuşatamayacağı gibi, her yeni de iyidir diye bir anlayışın söz konusu olmayacağı bilinci ile dava adamı meseleleri tahlil etmelidir.


olamaz. Dava adamları en büyük yatırım olan ahiret tarlasına büyük eserler dikmek için önce hayal kurar, sonra da bu hayaller uğrunda sebeplere sarılır, çalışır, çabalar, engeller onun için bir set değil yıkılması için çalışılması gereken geçici imtihanlardır. Hayal yoksa hedef yoktur, hedef yoksa gidilecek bir yerde yoktur. Gideceği yeri bilmeyenin de enerjisi israf olur.

Dava adamı, derman adamıdır. Dava adamı sorun değil, sorunları çözmek için çalışan adamdır. Dava adamı, davasıyla kıyaslandığında sorun dahi edilmemesi gereken dünyevi sorunlarını davasının önüne bir engel olarak koymaz, onları aşar ve dava ehline yük olmaz. Bu hususta Said Havva’nın aktardığı kıssadan ders alınmalıdır. 1930’lu yıllar, Said Havva anlatıyor: “İhvan-ı Müslimin’i kurduğumuz yedi arkadaşımızdan biri de İsmail idi. İsmail, evlat hasretiyle yanan ve dokuz sene sonra kız çocuğu olan bir babaydı. Kızına ‘Canan’ anlamına gelen Ruhiye adını vermişti. İhvan-ı Müslimin, her akşam olduğu gibi yine gizli toplantılarına devam ediyor, Mısır’ın güvenlik güçlerine yakalanmamak için büyük bir titizlik gösteriyordu. Bir akşam yine İsmail’in evinde bir araya gelmiştik. İsmail, bize tatlı ikramında bulunuyordu. Toplantı gece saat 01.00’e kadar sürdü. Nihayet sona ermiş ve evlerimize dağılmak için kalkmıştık. Üstad Hasan El-Benna evden tam ayrılırken İsmail kolundan tuttu ve dedi ki; – Üstad’ım kızım öldü. Yarın cenazeye gelmeleri için arkadaşlara haber verir misin? – İsmail, kızın ne zaman öldü? – Biz içeride toplantı yaparken öldü.

ŞUBAT 2017

– Bize neden haber vermedin, biz toplantı yaptık, tatlı yedik, niçin bize söylemedin? – “ÜSTADIM KIZIM ÖLDÜ! DAVAM DEĞİL”

48

Allahu ekber! Bu yiğitlerle aynı davaya gönül vermek ne büyük bir nimet…

Dava adamı, idealisttir. Dava adamı idealisttir ama vakıadan habersiz değildir. İdeal seviyeye ulaşmak için vakıadan zirveye hedefi basamaklar ve yürür. Asla fevri, duygusal, hamasi kararlarla iş yapmaz. Yeterince hazır olmadan, özellikle de eğitimli, fedakâr, ihlâslı insan sayısı artmadan, plânlı-programlı bir çalışma ortaya koymadan, doğru olan yolu-yöntemi takip etmeden, başarının gelmeyeceği konusunda gerçekçidir. Ama bu davanın bu şartlarla hâkim olacağına inancı da tamdır. Birileri ona İslam Medeniyeti idealinin imkânsız olduğunu söyleyebilir. O bu lafların hiç birisini kale almaz. Hedefleri uğrunca tereddütsüz bir şekilde mücadele eder, yürür.

Dava adamı, makam-mevki, diploma, kariyer için davasını ihmal etmez. Dava adamı, tebliğinden vazgeçmesi karşılığında dünyadaki en büyük nimetleri kendisine vermeyi teklif eden Mekke’li müşriklere “Güneşi sağ elime, ayı da sol elime verseniz ben bu davadan vazgeçmem” diyen Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem gibi tavır koyabilen kimsedir. Dava adamını ancak Allah satın alabilir. Çünkü dava adamı hayatı, “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır…” (3) âyeti doğrultusunda yaşar.

Dava adamı, geçmişin ışığında geleceği inşa eder. Davaya hizmet geçmişi, bugünü ve geleceği içeren bir süreçtir. Hafıza, bireyler için ne kadar önemli ise davanın geçmişinin bilinmesi de bir o kadar önemlidir. Dava adamı tecrübeler ışığında yürümeli, ana eksenden kaymamalı, ama hatalar ve eksiklikleri tespit ederek yenilenmeli ve yenilemelidir. Dolayısıyla dava adamı,


geçmişi bilen ondan istifade ederek yenilenen ve yenileyen kimsedir. Geçmişin olduğu gibi taklidi içinde bulunduğumuz zaman dilimini kuşatamayacağı gibi, her yeni de iyidir diye bir anlayışın söz konusu olmayacağı bilinci ile dava adamı meseleleri tahlil etmelidir.

Dava adamı, görev adamıdır. Dava adamı, hizmete adapte olmuş görev adamıdır. Dava adamı benim bir işim var deyip işini merkeze koyan boş söz ve tartışmadan kaçınan kimsedir. Görevini ihmal edip, başkalarının işlerini konuşandan dava adamı olmaz.

Dava adamı, bedel ödemeye hazırdır. Dava adamları bilir ki, her davanın bir diyeti vardır. Dava adamlarının en büyük imtihanı ise tağûtî güçler, ışık almaz zindanlar, yokluk yahut sefalet değildir. Dava adına beraber yola çıktıkları vefadan yoksun sözde dava adamlarıdır. Zîrâ dava adamı, dışarıdan gelecek olan imtihanlara göğsünü peşinen siper etmiş durumdadır. Ancak beraber yürüdüğü ve güvenme ihtiyacı hissettiği kimselere karşı savunmasızdır. Dava adamlarının belini büken, sabırda sekteleten ve hatta istikâmet aynı olmak şartıyla başka bir yola sevk eden işte bu noktadan gelen haksız ve yıkıcı eleştiriler, vefasızlıklar ve karalamalardır… Bu durumlar dava adamlarının hayatlarında görüp görecekleri en büyük imtihanların başında gelir. Buna maruz kalmak dava adamları için geçirilen imtihanların zirvesidir. Burası birçok dava adamının tıkandığı ve tükendiği noktadır. Ancak bu, davasında samimi dava adamları için paydos yahut emeklilik veyahut son değildir. Yıkıldığı yerden başka bir kalkış ile kalkışın mukaddimesidir. Küllerinden istikâmete yeniden kuvvetle girişin başlangıcıdır. Niyetlerin tazelenmesi, ihlâs ve takvanın ıslahıdır.

Dava adamı, ümitlidir.

Peki, bunca güzel özelliklere sahip olan dava adamlarına nerelerde denk geliriz. Süslü konferans salonlarında mı, seminerlerde mi yoksa köşe bucak sayılan meşhur olmayan mekânlarda mı? Dava adamları kimi zaman ya bir çay ocağının etrafına atılmış alçak hasır iskemlelere kümelenmiş aydınlık alınlı gençlerle ya bir kitapevinin soluk ışıklı ortamında mutlaka bir şeyler anlatırken görürsünüz. Dünyanın bir köşesindeki Müslümanla heyecanlanır, açları, susuzları, sürgünleri duydukça kahrolur; elinde avucundakini bilmediği coğrafyalarla paylaşır. Yetiştirdiği gençler büyük makamlara gelmiş ama o hala orada, o köşesinde, yıllar önce neyi niçin savunuyorsa onu aynı kararlılıkla anlatmaya, okumaya, paylaşmaya devam ediyordur. Her birinin gözlerinde birer umut ışığı o gençlerden pek kimse kalmasa da. Geçen zamanın yüzündeki çizgileri derinleştirse, etrafı tenhalaşsa da o hala büyük anlatıların, derin mevzuların peşindedir. Yaşanmakta olanlar onu şaşırtmamıştır. Fikir öfkesi ve dava heyecanı hala diridir. Ümmet, hayatlarından feragat ederek çalışan, didinen bu dava adamlarına çok şey borçludur. Rabbim cümlemizi fikir öfkesi ve heyecanı diri olan dava adamlarının dizinden, izinden ayırmasın, kıymetlerini bilenlerden eylesin. Bizi onlara her iki cihanda onlara komşu eylesin. -----------------------1. En’am, 162. 2. Ahzab, 36. 3. Tevbe, 111. 4. Muhammed, 7.

49

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Dava adamı elinden geleni yaptığı takdirde Allah’ın yardımının geleceğinden şüphe dahi

duymaz. Çünkü Rabbi onu müjdelemiş ve garanti vermiştir. “Ey iman edenler! Eğer siz Allah’a yardım ederseniz (emrini tutar, dinini uygularsanız), O da size yardım eder ve ayaklarınızı sağlam bastırır.” (4)


| Nebevi Aile

| Halime Yılmaz

Çocuklarınıza

GÜZEL İSİMLER VERİN D

ünyaya gelen çocuğa yapılacak ilk iyilik ve ikram, onu güzel bir isim ve künye ile

süslemektir. Çünkü ilk duyulduğunda güzel isim, insan psikolojisi üzerinde belli bir etki bırakır. Nitekim Allah, kullarının kendisine en güzel isimler ile dua etmelerini emretmektedir.

(1)

(bk. Araf Sûresi 180. ayet, İsra Sûresi

10. ayet) İsim sahibiyle bir ömür boyu bütünleşir. O kişi görülünce ismi, ismi duyulunca da hemen o kişi zihinde canlanır. Bu yüzden bir ömür boyu kendisiyle bütünleşeceği bilinen, hatta ölümünden sonra da varlığını sürdürecek olan, kıyamet gününde de huzura onunla çağırılacağı zikredilen ismin güzel ve hayırlı olması gerekir. Çocuklara konulan isimler, niyetlerimizi, duygularımızı ve nereye ait olmayı istediğimizi en

ŞUBAT 2017

iyi belli eden özelliklerimizdendir. Onlar aynı zamanda bizim şuur derecemizi gösterir. (2)

50

Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem çocuklarının isimlerini seçerek koymuştur. Kendisinden sonra torunlarından Muhammed bin El-Hanefiyye’ye hürmet ve tazim için Muhammed adı verilmiştir. Sahabe, güzel isim koymakla alakalı hadisleri o kadar tatbik etmeye başladılar ki; İbnu’s-Salah’ın tespitine göre Abdullah adını alan sahabenin sayısı 220, el-Irakî’nin tespitine göre ise 300’ü bulmaktadır. Ebu’d-Derda’dan, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu ki; “Kıyamet gününde siz kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O halde isimlerinizi güzel koyunuz.” Hz. Peygamber’in güzel ve hikmetli davranışlarından birisi de doğduğu gün İbn Abbas’a Abdullah ismini vermesidir. Ebu Vehb El-Cusemi’den rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu; “Peygamberlerin isimleriyle isimleniniz, isimlerin Allah’a


en sevimli olanı Abdullah ve Abdurrahman, en sadık olanı Haris ve Hemmâm, en çirkin olanı ise Harb ve Mürre’dir.” (3) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, geçmiş mü’min nesillerin, çocuklarına peygamberlerinin ve salihlerin isimlerini koyduklarını ifade etmektedir. Büyük sahabe Zübeyr bin Avvam, çocukları için şehitlerin isimlerini seçmiştir. Böyle yapmakla o, çocuklarının onların yolunu takip ederek Allah yolunda şehitlik derecesine taşımalarını arzu etmiştir. Zübeyr dokuz çocuğuna dokuz şehidin adlarını vermiştir. Şeytan, bize çirkin ve gayri İslâmî isimleri telkin eder. İslâm’a göre çocuklara isim seçerken üç tercih hakkı doğar. a) Peygamberlerin ve salih kulların isimlerini seçmek Tabi niyetimiz onları sevmek, bu isimleri ihya etmek ve bu vesileyle Allah’a yaklaşmayı istemek olmalıdır. Dehlevi: “Şüphesiz, dinin en büyük hedefi insanların zorunlu beraberlik ve ilişkileri arasına Allah isminin sokulmasıdır. Çünkü bu, davet ve tebliğ fonksiyonu icra eder.” demiştir. b) Konulan isimler, harf sayısı az, telaffuzu kolay ve çabuk öğrenilen isimler olmalıdır. c) Çocuğun haline (cinsiyetine) uygun, manası güzel, akranı arasında ve yaşadığı toplumda kullanılan isimler olmalıdır. (4) Anne-babaya düşen görev; çocuklarına İslâmî ve güzel isimler koyup yasaklanmış, mekruh veya çirkinlik ifade eden isimlerden sakınmalarıdır. Zira isimler yaşam boyunca çocuklarla kalır, onlara ve ahlâklarına etki eder. İbn Kayyîm der ki; “Çirkin isimleri ancak çirkin kimseler üzerinde görürsün.” (5)

ÇOCUĞA İSİM VERMENİN VAKTİ

ise, onu nasıl tarif edeceğimizi de bilemeyiz. Onu var olduğu gün isimlendirmek mümkün olduğu gibi bu işi üç gün sonraya, hatta akikası kesilinceye kadar (yedi güne kadar) ertelemek de caizdir. Bundan önce ve daha sonra yapılmasında da bir sakınca yoktur. Bu konuda kişiye serbestlik tanınmıştır. (6) İbn İshak, Amr bin Şuayb’dan, o da babasından, o da dedesi Abdullah bin Amr’dan rivayete göre, “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çocuğun doğumunun yedinci gününde ona isim verilmesini, akikasının kesilmesini ve eziyetin ondan giderilmesini emretmiştir.” Abdulmelik bin Abdûlhamid şöyle der: “Çocuğa kaç günlük iken isim verileceği konusunda aramızda müzakere ediyorduk. Ahmed bin

51

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Bir şeye isim vermek, aslında onu tanımlamak demektir. Zira bir şey var olur da ismi bilinmez

İsim sahibiyle bir ömür boyu bütünleşir. O kişi görülünce ismi, ismi duyulunca da hemen o kişi zihinde canlanır. Bu yüzden bir ömür boyu kendisiyle bütünleşeceği bilinen, hatta ölümünden sonra da varlığını sürdürecek olan, kıyamet gününde de huzura onunla çağırılacağı zikredilen ismin güzel ve hayırlı olması gerekir. Çocuklara konulan isimler, niyetlerimizi, duygularımızı ve nereye ait olmayı istediğimizi en iyi belli eden özelliklerimizdendir. Onlar aynı zamanda bizim şuur derecemizi gösterir.


Hanbel bize dedi ki: Sabit, çocuğa üç günlük

“İbrahim’in öldüğü gün güneş tutulunca, in-

iken isim verileceğini Enes bin Malik’den riva-

sanlar ‘Güneş, İbrahim’in ölümünden dolayı

yet ediyor.”

tutuldu.’ dediler. Rasûlullah sallallahu aleyhi

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem de oğlu İbrahim’e doğduğu gün isim vermiştir. Konuyla ilgisi yok ama Peygamber sallallahu

ve sellem’de küsuf hutbesini irad ederek şöyle buyurdu: ‘Şüphe yok ki Güneş ve Ay hiç kimsenin ölümü ve hayatı için tutulmazlar.’ ” (9)

aleyhi ve sellem’in oğlu İbrahim’in vefatıyla il-

MÜSTEHAB İSİMLER

gili bir vakıadan bahsetmekte fayda olacağını

İbn Hazm diyor ki: “Âlimler; Abdullah ve Ab-

düşündüğümden zikredeceğim.

durrahman gibi “ALLAH” lafzına tamlama

Bera bin Azib radıyallahu anh diyor ki: “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, on altı aylık iken (başka bir rivayette 18 aylık geçmektedir.) ölen oğlu İbrahim’in cenaze namazını kıldı ve şöyle buyurdu: “Muhakkak ki İbrahim’in, cennette süt emme müddetini tamamlayacak bir sütannesi vardır.” (7) Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem İbrahim için cennette süt emme süresini tamamlayacak bir sütannesi olduğunu bildirmiştir. Bu da gösteriyor ki; Yüce Allah, cennetlik kullarının dünyadaki bazı eksikliklerini ölümlerinden sonra tamamlayacaktır. Bu konuda çok sayıda rivayet vardır. Hatta denilmiştir ki: “İlim tahsil ederken ölen bir kimse, ölümünden sonra ilmini tamamlayacaktır. Kur’an öğrenirken ölen kimse de böyledir. En doğrusunu Allah bilir.” (8)

yapılmış isimlerin güzel oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Allah’ın en sevdiği isim hakkında ise ihtilaf etmişlerdir. Allah’ın en sevdiği isimlerin Abdullah ve Abdurrahman olduğu görüşündedir. Said bin Müseyyeb ise, Allah’ın en çok hoşlandığı isimlerin peygamber isimleri olduğunu söylemiştir…” Ebu Vehb El-Cüşemi’den rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Kendinize isim olarak peygamberlerin isimlerini alınız. Allah’ın en sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrâhman’dır. En sadık ve doğru isimler Haris ve Hemmâm, en çirkin olanı ise Harb (savaş) ve Mürre (acı)’dır. (10) (11)

MEKRUH VE HARAM İSİMLER Çocuğa Abduş-Şems (Güneşin kulu), Abdul-Ali (Ali’nin kulu) gibi isimler verilmez. Nitekim İbn-i Ebi Şeybe’nin rivayetine göre, Hani bin Yezid şöyle dedi: “Hani bin Yezid bir topluluk içinde Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’in huzuruna gelmişti. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem içlerinden birinin Abdu-l Hacer (taşın kulu) diye çağırıldığını duyunca ona: ‘Senin adın nedir?’ diye sordu. O da Abdu-l Hacer dedi. Rasûlullah sallallahu

ŞUBAT 2017

aleyhi ve sellem de: ‘Hayır sen Abdullah’sın.’ buyurdu.” (12)

52


Peki, belirli bir şahsın herkesçe bilinen buna benzer bir ismi varsa ve böyle tanınıyorsa ona o ismiyle hitap edilebilir mi? Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’den şu şekilde sahih bir hadis bize ulaşmıştır: “Ben Peygamberim, yalan yok, Abdulmûttalibin oğluyum ben.” (13) Muayyen bir şahsı tanıtmak üzere bu şekilde bir ismi söylemek haram değildir. Nitekim Ashab-ı Kiram “Abdu'ş Şems (güneşin kulu) Oğulları” gibi klasikleri bu isimlerle çağırıyor, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem de buna mâni olmuyordu. O halde yeni bir isim koy-

İbn İshak, Amr bin Şuayb’dan, o da babasından, o da dedesi Abdullah bin Amr’dan rivayete göre, “Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çocuğun doğumunun yedinci gününde ona isim verilmesini, akikasının kesilmesini ve eziyetin ondan giderilmesini emretmiştir.”

ma hususunda caiz olmayan şeyler, diğerinde (daha önce konulmuş isimlerde) caiz olabilir. (14)

Melikû’l-Mülûk

(krallar

kralı),

Sulta-

nu’s-Selâtin (sultanlar sultanı), Şahinşah (şahlar şahı) gibi isimler vermek haramdır. Ebu Hu-

Kadı İyaz şöyle diyor: “Bazı âlimler melek isim-

reyre radıyallahu anh’den rivayetle Rasûlullah

leri almayı (Cebrail, Mikail, Azrail gibi) mek-

sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

ruh görmüşlerdir. İmam Malik, Cibril ve Yasin

ٌ ‫الل‬ ‫ا‘مك‬ ِ ّ ‫اسم عن َد‬ ْ ‫إ ّن‬ ِ ‫رجل ُت َس ّمى َم ِل َك‬ ٍ ‫أخ َن َع‬

isimlerini almayı mekruh görmüş, diğerleri ise

“Allah katında isimlerin en kötüsü Meli-

Buhari, Abdullah bin Cerrad’ın şöyle dediği-

kü’l-Emlak (krallar kralı) ismidir.”

(15)

ni rivayet eder: “Mute şehrinden bir adam ile

Çünkü bu sıfat sadece Allah’a yakışır.

birlikte Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem’e

Seyyidü’n Nâs (insanların efendisi), Seyyidü Veledi Âdem (Âdemoğullarının efendisi) gibi isimleri kullanmak da haramdır. Zira bunlar

mübah olduğunu söylemişlerdir. ”

geldik. Arkadaşım: ‘Ya Rasûlallah benim bir çocuğum oldu. En güzel isim hangisidir?’diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem:

yalnızca Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sel-

‘En güzel isimleriniz Haris ve Hemmâm’dır. Ab-

lem’e mahsus isimlerdir.

dullah ve Abdurrâhman isimleri de pek güzeldir.

Şeytanın isimlerini koymak mekruhtur. Ecda, Velhun (abdestten mü’minleri vesveseye düşürmeye çalışan şeytan), Hunzeb (namazda vesvese veren şeytan), Hubab isimleri bazı şeytanların isimleridir.

vermeyin.’ Adam: ‘Senin ismini de verebilir miyiz?’diye sordu. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Evet, fakat (karışıklığa meydan vermemek için) benim künyemi kullanmayın.’ buyurdu.”

isyankârlıklarıyla şöhret bulmuş kimselerin

Peki, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sel-

isimleri de mekruhtur.

lem’in ismiyle birlikte künyesi alınabilir mi?

53

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Firavun, Karun, Haman, Velid gibi zulüm ve

Peygamber isimleri verin fakat melek isimlerini


İmam Malik’e bu durum soruldu. O da bunda sakınca olmadığını söyledi.

Ebu Vehb El-Cüşemi’den rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle demiştir: “Kendinize isim olarak peygamberlerin isimlerini alınız. Allah’ın en sevdiği isimler Abdullah ve Abdurrâhman’dır. En sadık ve doğru isimler Haris ve Hemmâm, en çirkin olanı ise Harb (savaş) ve Mürre (acı)’dır.

Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in künyesi Ebu’l Kasım idi. Âlimler, Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in ismini almanın caiz olduğu konusunda icma etmişlerdir. Ancak Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in künyesini almak konusunda ihtilaf vardır. Ahmed’den bu konuda iki rivayet vardır: 1) Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in hem ismini hem de künyesini birlikte almak mekruhtur, bunlardan sadece biri alınabilir. 2) İster ismiyle birlikte, isterse tek başına olsun Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in künyesini almak mekruhtur. İmam Şafiî dedi ki: “Adı Muhammed olsa da olmasa da hiç kimseye Ebu’l Kasım künyesini almak helal değildir.” Diğer bir grup âlim ise; bunun helal olduğunu,

ŞUBAT 2017

yasaklanan hadislerin hükmünün kaldırıldığını söylemiştir.

54

Âlimlerden bir grup ise; bu yasaklama sadece Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in yaşadığı döneme mahsustur. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in vefatından sonra bu künyenin kullanılmasında sakınca yoktur. (16)

SEVİLEN VE SEVİLMEYEN BAZI İSİMLER Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, manası çirkin olan şahıs, yer, kabile ve dağ isimlerinden rahatsızlık duyar, bunlardan hiç hoşlanmazdı. Hatta bir yolculuğu esnasında iki dağın arasından geçerken bunların isimlerini sormuştu. Fadih (utandıran) ve Muhzin (rezil eden) denilince yönünü onlardan çevirdi ve aralarından geçmedi. İnsanın hoşuna gitmeyen ve fıtratlarıyla uyuşmayan manaları içeren Harb (savaş), Mürre (acı), Kelb (köpek) ve Hayye (yılan) gibi isimler de mekruhtur. İmam Malik’in Muvatta’sında şöyle bir hadis geçer: “Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem sağmal bir deve hakkında: “Bunu kim sağmak ister?” buyurdu. Biri sağmak için izin istedi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem ‘Adın ne?’ dedi. ‘Mürre (acı).’ dedi. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ‘Sen otur.’ dedi. Tekrar sorunca Harb (savaş) adında bir adam kalktı. Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ona da: ‘Otur’ dedi. Sonra da Yeiş (yaşar) adında bir adam kalkınca Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Onu sen sağ.’ buyurdu. Böylece Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem çirkin isim taşıyan kişinin süt sağmasını istememişti.” İmam Malik, Yahya bin Said’den Muvatta’da rivayet ediyor: “Hz. Ömer radıyallahu anh bir adama: ‘Adın ne?’ diye sordu. Adam: “Cemra” (Ateş koru) diye cevapladı. Hz. Ömer radıyallahu anh: “Kimin oğlusun?” dedi. Adam: ‘Şihab’ (Alevin oğlu). Hz. Ömer radıyallahu anh bu


kez: ‘Kimlerdensin?’ Adam: ‘Huraka (yangın) kabilesinden”. Hz. Ömer radıyallahu anh: ‘Nerede oturuyorsun?’ dedi. Adam: ‘Harra’tun-Nar (Ateş yangınında).’ Hz. Ömer radıyallahu anh: ‘Neresindensin’ diye sordu. Adam: ‘Zat-ı Laza (Ateş sahibi).’ dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer radıyallahu anh: ‘Hemen ailene yetiş, çünkü yanıyorlar’ dedi. Gerçekten Hz. Ömer radıyallahu anh’ın dediği çıktı.” Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hiçbir şeyi uğursuzluğa yormaz, her şeyden hayırlı bir anlam çıkarmayı severdi. Hz. Ömer radıyallahu anh de öyleydi. Ama olayda dikkat edilirse Hz. Ömer radıyallahu anh bunu dile getirinceye kadar, olayın meydana gelişini ertelemiştir. Nihayet bütün unsurlar eksiksiz bir şekilde tamamlanınca da olay gerçekleşmiştir. Zira başa gelen musibetler, ağızdan çıkan sözlerle irtibatlıdır. “Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e bir çocuk getirildi. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Adı ne?’ buyurdu. Saib (başıboş) dediler. Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem: ‘Ona Saib değil, Abdullah adını verin.’ buyurdu. Fakat Saib ismi ağır bastı ve sonunda çocuk akli dengesini kaybedip vefat etti.” (17) Yalnızca Allah’a mahsus isimleri almak caiz değildir. Samed, Ehad, Halik, Rezzak gibi. (18)

MASLAHAT GEREĞİ BİR İSMİ BAŞKA BİR İSİMLE DEĞİŞTİRMEK Abdullah bin Ömer’den rivayete göre; Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Âsiye’nin (Hz. Ömer’in hanımının) ismini değiştirmiş ve “Sen bundan böyle Cemilesin.” buyurmuştur. (19) (20)

ÇOCUĞA İSİM VERMEK KİMİN HAKKIDIR

Birden fazla isim almak caizdir. Ebu’d-Derda’dan rivayete göre Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur:

‫إ ّن ُك ْم ُتدْ َع ْو َن ي ْو َم ال ِق َيا َم ِة بأس َمائِ ُك ْم َواَ ْس َما ِء آبَا ِء ُك ْم‬ ‫فأحس ُنوا أسما َء ُك ْم‬

“Sizler (mahşer günü) kendi isimleriniz ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksınız. O halde isimlerinizi güzelleştirin.” (21) (22) Çocukların isimlerini güzel koyun ki, çocuklarınız arkanızdan isimleri için de size dua etsinler. (23)

------------------------

Kaynakça 1. Muhammed Nur Süveyd, Peygamberimizin Sünnetinde Çocuk Eğitimi, Uysal Yayınları 2. Muhammed Şerafettin Kalay, Hz. Peygamberden Anne Babaya 50 Nasihat, İlke Yayıncılık 3. Ebu Davud, Edep 61 4. Muhammed Nur Süveyd, Peygamberimizin Sünnetinde Çocuk Eğitimi, Uysal Yayınları 5. Abdurrahim Şe’ravi, İslam’da Çocuk Eğitimi, Dua Yayıncılık 6. İbn–i Kayyım El-Cevziyye, Allah’ın Hediyesi Çocukların Ahkâmı, İtisam Yayınları 7. Müsned-i Ahmed 18497; Beyhaki 6788 8. A.g.e. 9. A.g.e. 10. A.g.e. 11. Ebu Davud 4950, Ahmed Müsnedi 4/445; Nesai 3565 12. A.g.e. 13. Buhari 6864, Müslim 1776 14. A.g.e. 15. Buhari 6205, Müslim 2143 16. A.g.e. 17. El Camiu’l-Hadis 49 18. A.g.e. 19. Müslim Ebu Davud, Tirmizi 20. A.g.e. 21. Ebu Davud 22. A.g.e. 23. Muhammed Şerafettin Kalay, Hz. Peygamberden Anne Babaya 50 Nasihat, İlke Yayıncılık

55

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Anne-baba çocuğa verilecek isim hakkında anlaşmazlığa düşerlerse, bu hak babaya aittir. Bu konuda âlimler arasında ihtilaf yoktur. Nitekim “Filan oğlu Filan” denilerek çocuk, annesine

değil babasına nispet edilir.


| Davet ve Cihad Önderleri

| Cihan Malay

Mübarek Oğlu Mübârek: Abdullah bin Mübârek (rahimehullah) (736-797)

“Sahabe ile Abdullah bin Mübârek’i karşılaştırdım. Sahabenin, Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) ile arkadaşlıkları ve onunla beraber gazaya çıkmış olmaları dışında, İbnu’l-Mübârek’e üstün bir taraflarını görmedim.” Süfyân ibn Uyeyne (rahimehullah)

Mübarek Baba Kaynaklarda babası Mübârek b. Vâzıh’ın Beni Hanzele’den zengin bir tüccarın bahçesinde bekçilik yaparak geçimini sürdürdüğü kayde-

ŞUBAT 2017

dilmiştir.

56

vap verir: “Ben hangi ağacın narının tatlı, hangisinin ekşi olduğunu bilmiyorum.” Bunun üzerine bahçe sahibi: “Şimdiye kadar bu narların tadına hiç bakmadın mı?” diye hayretini belirtir. İbnu’l Mübârek: “Bana narların tadına bakmam hususunda müsaade vermediniz. Benim görevim bah-

Bir gün bahçe sahibi ekşi bir nar getirmesini

çeyi beklemek ve korumaktır” der.

ister. O da gidip bir nar getirir ancak ekşi değil

Bahçe sahibi bu durumdan oldukça etkilenir

tatlı çıkar. Bahçe sahibi ikinci defa ekşi bir nar

ve onu kızı ile evlendirir. Bu evlilikten Abdul-

getirmesini emreder. Onun getirdiği nar yine

lah b. Mübârek dünyaya gelir. Kayınpederinin

tatlı çıkınca, bahçe sahibi ona ekşi değil de tatlı

zengin olmasından dolayı pek çok malın miras

nar getirmesinin sebebini sorar. O ise şöyle ce-

yoluyla ona geçtiği de ifade edilmektedir. (1)


Doğum Asıl adı Ebu Abdirrahman Abdullah b. Mübârek b. Vazıh el-Hanzali et-Temimi el- Mervezi olan ve etbau’t tabiin neslinin büyük imamlarından Abdullah bin Mübârek (rahimehullah), h.118’de (m.736) tarihinde Merv’de doğdu. Babası Mübarek Türk, annesi Harzemlidir. Künyesi, Ebû Abdurrahmân’dır.

İlmi İlim tahsili için ilk seyahate 23 yaşlarında iken çıkan Abdullah bin Mübârek, daha sonraki yıllarda bu seyahatlerini devam ettirdi. Zamanın ilim merkezlerinden olan Basra, Hicaz, Yemen, Mısır, Şam ve Irak’a yolculuklar yaptı. İlmi ile ‘Basra’nın hadis imamı’ kabul edilen Hammâd b. Zeyd’in takdirini kazandı. İlim tahsili için sürekli seyahat etmesi sebebiyle İmam Zehebi(rahimehullah) onu, “el-Seferi (sürekli seyahat eden)” olarak vasfetmektedir. İbn Ebi Hatim er-Râzi, babasından İbn’ul Mübârek’in yeryüzünün dörtte birini ve İslam coğrafyasının tamamını (Yemen, Mısır, Şam, Cezire, Basra ve Kufe) hadis dinlemek için seyahat ettiğini, işittiğini söyler. (2) Ma‘mer b. Râşid, Evzâi, A‘meş, Süfyân es-Sevri, Mâlik b. Enes ve Süfyân b. Uyeyne gibi meşhur muhaddislerden hadis okudu. Kendisinden de başta hocaları Ma‘mer b. Râşid ve Süfyân es-Sevri olmak üzere, Abdurrahman b. Mehdi, Abdürrezzâk b. Hammâm, Yahyâ b. Maîn, İshak b. Râhûye (rahimehumullah) gibi hadis ilminin önde gelen imamları hadis rivayet etti. İbnu’l Mübârek’in Merv’de büyük bir evi ve zengin bir kütüphanesinin olduğu, her gün ilim taliplilerinin bu evin avlusunda toplanıp ilmi müzakereler yaptığı, onun da burada ders verdiği rivayet edilmektedir. (3)

İlme düşkünlüğünü anlamak için şu olay yeterlidir. Abdullah ibn Dureys, Abdullah bin Mübarek’e: “Ey Ebu Abdurrahman! Daha ne zamana kadar hadis yazacaksın?” dedi. O da: “(Ölünceye kadar) belki yararlanacağım kelimeyi o ana kadar yazmamışımdır!” dedi. (5) Onun ilme düşkünlüğünü ispat eden diğer bir olay ise şudur: Şakîk b. İbrâhim şöyle demiştir: “Abdullah b. Mübârek’e bir gün: ‘Neden namaz kıldıktan sonra bizimle oturmuyorsun?’ diye sorulunca, kendisi şöyle cevap verdi: ‘Gidip sahabe ve tabiin ile oturuyorum.’ Ona: ‘Sahabe ve tabiin hani nerededir?’ denince o: ‘Gidip ilmime bakıp onların eserlerini ve amellerini idrak ediyorum. Sizinle oturup ne yapayım, siz insanların gıybetini yapıyorsunuz!’ dedi.” Horasan bölgesinde özellikle Merv’de hadisleri tedvîn (6) eden ilk âlim oluşu, onun adının yayılmasını sağlamıştır. Yahya b. Main, İbnu’l Mübârek’in kitaplarında 20.000’in üzerinde hadis bulunduğunu nakleder. Bir süre kaldığı Kûfe’de bir hadis hakkında ihtilâfa düşüldüğünde, “Geliniz bu ilmin tabibine gidelim” diyerek ona başvurulması, zamanında hadisleri en iyi bilen biri olarak kabul edildiğini gösterir. Ondan nakledilen hadislerin delil olarak kullanılabileceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Yine hadis ilminin temelini teşkil eden isnadın (7) değerini kavrayıp ortaya koymuş, ”dinini isnadsız öğrenmek isteyen kişiyi evinin damına merdivensiz çıkmak isteyen kimseye benzetmiş, isnad olmasaydı herkes aklına eseni söylerdi” demiştir. Hadis ilmindeki konumunu şu sözler özetler: “Hadisçiler arasında İbn Mübârek’in konumu, insanlar arasında emir’ul mü’mininin mevkii gibidir.” (8)

57

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

İmam Mâlik (rahimehullah), Abdullah ibn Mübârek’i ders halkasına: “Bu Horasan’ın fakihi İbn’ul Mübârek’tir!” diyerek takdim etmiştir.

İbni Hacer (rahimehullah) de onun fıkıh bilgisiyle güvenilir bir fakih olduğunu söyler. (4)


anlatır: “Abdullah bin Mübârek, Misis nâhiyesinde on yedi bin hadis rivayet etti.”

“Hadisçiler arasında İbn Mübârek’in konumu, insanlar arasında emir’ul mü’mininin mevkii gibidir.”

İbnu’l-Mübârek ilim öğrenmek isteyenlere şöyle seslenmiştir: “İlim öğrenmek isteyen bir kimse, önce doğru bir niyet sahibi olmalıdır. Sonra hocalarının sözüne canla-başla kulak vermelidir. Daha sonra iyice düşünmeli ve konuyu anlamalıdır. Arkasından o meseleyi ezberleyip, kendine mal etmelidir. Son olarak da öğrendiklerini yetenekli talebelerine öğretmeli ve yaymalıdır.” (11)

Cihadı Harun Reşîd, bir zındığın boynunun vurulmasını emreder. Zındık ona, “Niye boynumu vuracaksın” demiş, o da “Böylece insanları senden (şerrinden) rahatlatacağım” demişti. O da “Rasûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) nispet ederek uydurduğum 1000 hadis ne olacak?” deyince, Harun Reşîd ona şöyle karşılık vermiştir: “Ey Allah’ın düşmanı! Sen nerede, Ebu İshak elFezârî ve Abdullah b. Mübarek nerede? Onlar o hadisleri elekten geçirirler ve onların sahihlerini sahih olmayanlardan ayırırlar.” (9) İlim yolcularının ekonomik sıkıntılarını da göz önünde bulunduran İbnu’l Mübarek, bunu şöyle dile getirmiştir: “Ben ilim talep eden insanların sahip oldukları fazilet ve yücelikleri yanında, onların ihtiyaç sahibi olduklarını da biliyorum. Eğer bu insanlara yardım etmezseniz onların ilimleri kaybolur. Oysa onlara yardım elini uzatırsanız, ilmin yayılmasını sağlamış olursunuz. Nübüvvet makamından sonra ilim yaymaktan daha faziletli bir şey olduğunu bilmiyorum.” (10)

ŞUBAT 2017

İlme gösterilmesi gereken saygıyı bizlere şu olayı gösterir: “Meşhur zâhid Bişr el-Hâfî (rahimehullah) şöyle demiştir: “Bir adam yürüyor olduğu hâlde İbnu’l Mübârek’e bir hadisten sordu. O da şöyle karşılık verdi: “Bu, ilme saygı göstermekten değildir.” Savaşa gittiği dönemlerinde bile hadis rivayetinden geri durmayan Abdullah bin Mübârek’i Muhammed bin Abdurrahmân bin Sehm şöyle

58

Merv’de iken bir yıl ticâretle uğraşır, kazancının çoğunluğunu fakirlere dağıtırdı. İkinci yıl cihâda giderdi. Abbasi Halifesi Harun Reşid devrinde Misis ve Tarsus civarında Bizans’a karşı savaştı. Bu savaşlardan bir sahne: “Rumlarla yapılan savaşlardan birinde Abdullah (rahimehullah) ile beraber olan birisi şunları anlatmıştır: “Biz Rum beldelerinde Abdullah b. Mübârek ile birlikte bir seriyyede idik. Düşmanla karşılaştık. İki saf karşı karşıya gelince düşmandan bir adam çıkıp Müslümanları mübârezeye (savaş öncesi teke tek vuruşmaya) çağırmıştı. Karşısına birisi çıktı ve onu öldürdü. Sonra başkası çıktı onu da öldürdü. Müslümanlar bu adamın karşısına çıkmaktan geri durdular. Bu adam iki saf arasında devriye gezdi/dolaştı ve mübârezeye çağırdı. Bunun üzerine onun karşısına bir adam çıktı. Hızlıca ona saldırıda bulundu, onu yaraladı ve öldürdü. İnsanlar bu adama doğru doluştu. Ben de o insanlar arasındaydım. İnsanlar onun kim olduğunu bilmesinler diye hemen elbisesiyle yüzünü örttü. Ben de onun elbisesinin bir tarafını tuttum, onu çektim ve örtüyü yüzünden kaldırdım. Bir de gördüm ki Abdullah b. Mübârek.” (12) Başka bir rivayette -ki bu rivayet aynı olaydan da bahsedebilir farklı bir olay da olabilir- anlatıldığına göre bir Rum askeri bu şekilde 6 Müslümanı öldürmüş, sonrasında onun karşısına hiç bir kimse çıkamamıştı. Bu durumu gören Abdullah (rahimehullah) rivayeti aktaran


Ubeydullah b. Sinan’a, “Şayet öldürülürsem şunu şunu yap” diye vasiyette bulunmuş ve bu kâfirin karşısına çıkmıştı. Onu ve 6 kâfiri öldürmüştü. Sonra kâfirlerden kimse onun karşısına çıkamadı.”

‘es-Sünen fi’l-fıkh’ adlı eserinde onun usulünü

Zühd ve Takvası

tir: “İlim tahsili için birçok âlime ve şehre gidip

İbnu’l-Mübârek’e göre zühd, “Dünya ile alâkayı kesmek değil, dünyaya ve dünyalığa bağlanmamaktır.” Nuaym b. Hammâd’ın bildirdiğine göre, Kitâbü’z-Zühd’ü okurken öyle ağlardı ki yanına hiç kimse yaklaşamaz, o da hiçbir şeyin farkında olmazdı. Nuaym b. Hammâd (rahimehullah) diğer bir sözünde ise şöyle söylemiştir: “İbadet etmede gayreti ondan daha büyük birini görmedim.” Fudayl b. İyâd (rahimehullah), İbnu’l Mübârek’e (rahimehullah), “Sen bize zühdü, öğütlüyorsun ama senin Horasan beldelerinden Harem bölgesine ticaret eşyaları getirdiğini görüyoruz. Bu nasıl oluyor?” deyince, şöyle demiştir: “Ey Ebu Ali! Ben bunu insanlardan istemekten korunmak ve kendisiyle Rabbime itaatte bulunmaya yardım almak için yapıyorum. (Malî anlamda) Allah’a ait bir hakkı görmem ki muhakkak onu yerine getirmek için acele ederim.” Savaşta kendisine arkadaşlık yapan Muhammed bin Âyun şöyle anlatır: “Seferde bir gece, Abdullah bin Mübarek (rahimehullah) istirahate çekilmişti. Ben de mızrağıma dayanmış oturuyordum. Benim uyuduğumu zannedip kalktı ve fecr vaktine kadar namaz kıldı. Sonra beni namaza kaldırmaya geldi. Uyumadığımı, kendisinin durumunu gördüğümü anlayınca, hayasından yüzü kızardı. Sefer boyunca böyle devam etti.”

Ebu Hanife (rahimehullah) ile Bağı

İnsanların en fakihi diye nitelendirdiği Ebu Hanife’yi de ‘insanların en fakihi’ (13) olarak dile getirmiştir. Diğer bir sözünde de şöyle demişgeldim. Ebu Hanife ile karşılaşıncaya kadar helal ve haramın illetlerini bilmiyordum.” (14) Herhangi bir fetva veya fıkhi görüş hakkında, “Bu, Ebu Hanife’nin görüşüdür” yerine “Bu, Ebu Hanife’nin hadisi anlayışı ve açıklamasıdır” denilmesini daha doğru bulurdu. Ebu Hanife’nin vefatından sonra İmam Mâlik’in ders halkasına katılan İbnu’l Mübârek, fıkıhta Hanefi ve Mâliki mezheplerini birleştiren bir usul ortaya koymuştur. Genellikle Hanefîler’den sayılmakla birlikte bazı Mâliki tabakatında da kendisine yer verilmektedir.

Hayatından Tablolar Evladına Beddua Etme! Bir gün bir baba evladından çokça şikâyet olarak, Abdullah bin Mübârek’in (rahimehullah) yanına gelir. İbnu’l Mübârek, adama şöyle sorar: “Sen oğluna hiç beddua ettin mi?” Adam: “Evet, canımı sıktığı zamanlarda ettim” cevabını verdi. Bunun üzerine İbn Mübârek devamla şöyle dedi: “Öyle ise sen kendi elinle kötülük yapmışsın çocuğuna. Çünkü baba ve annenin çocuğu hakkındaki duası reddolunmaz. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem), Taif’te kendisini taşlayan kavme bile: «Ya Rab! Kavmime hidâyet eyle, onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!» diye dua etti, bedduaya asla yönelmedi. Sen de kızdığın evladına böyle sabırla dua etseydin!”

Sahabenin Fazileti Abdullah bin Mübârek (rahimehullah), sahabenin faziletini her zaman dile getirmiştir. Onun hayatındaki şu tablo bunun ispatı niteliğindedir:

59

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

İlk zamanlarında Ebu Hanife’nin (rahimehullah) talebesi olan Abdullah bin Mübârek, fıkıhta ilk olarak Ebu Hanife metodunu benimsemiş, fıkıh bablarına göre tasnif ettiği

esas almıştır.


“Ben ilim talep eden insanların sahip oldukları fazilet ve yücelikleri yanında, onların ihtiyaç sahibi olduklarını da biliyorum. Eğer bu insanlara yardım etmezseniz onların ilimleri kaybolur. Oysa onlara yardım elini uzatırsanız, ilmin yayılmasını sağlamış olursunuz. Nübüvvet makamından sonra ilim yaymaktan daha faziletli bir şey olduğunu bilmiyorum.”

Bir gün dediler ki: “Rasûlullah’ın arkasında atıyla giden Muâviye mi efdâl yoksa yüz sene sonra gelmiş olan müceddid Ömer bin Abdülâziz mi efdal?” Şöyle cevap verdi: “Vallahi, Hz. Muâviye’nin Resulullah’ın arkasında giderken atının yuttuğu tozlar dâhi Resulullah’ı görmemiş olan müceddid Ömer bin Abdüllaziz’den efdâldir!” Devamla şöyle dedi: “Efendimiz(sallallahu aleyhi vesellem) namaz kıldırırken “Semia’llahü limen hamideh” dedi Muâviye de arkasından “Rabbena leke’l hamd” diye ekledi. Rasûlullah (sallallahu aleyhi vesellem) bu eklemeyi duydu, yasaklamadı ve devamlı söylenmesine izin verdi. Bugün de namazlarımızda Hz. Muaviye’nin yaptığı bu eklemeyi halen okumaktayız. Bu olay bile yeterli delildir.”

Emanete İhanet Edemem!

ŞUBAT 2017

Abdullah bin Mübârek (rahimehullah), komşusundan emanet olarak aldığı bir atla Ürdün’e

60

gidiyordu. Yolda biri ona bir mektup uzatarak, Ürdün’deki akrabasına vermesi ricasında bulundu. O ise bu mektubu almaktan kaçındı ve şöyle dedi: “Ben sadece beni taşıyacağı sözüyle emanet aldım bu atı. Sahibinin haberi olmadan mektup dahi olsa atına başka bir yük yükleyerek emanete ihanet edemem!”

Hükümdar İşte Budur! Bir defasında Abdullah ibn Mübarek (rahimehullah), Rakka’ya gelmişti. Harun Reşid’de oradaydı. Şehre girdiğinde insanlar Abdullah’ın etrafında toplandılar. Çevresinde büyük bir kalabalık olmuştu. Harun Reşid’in câriyelerinden biri sarayın balkonundan kalabalığa baktı ve: “Şu insanlara ne olmuş?” diye sorunca, kendisine şöyle cevap verdiler: “Horasan’dan Abdullah ibn Mübârek adında bir âlim kişi gelmiş. İnsanlar onun etrafında toplanmışlar.” Verilen bu cevap karşısında câriye şöyle dedi: “Hükümdar işte budur. Yoksa kırbaç, değnek, tehdit ve teşviklerle etrafında adamların toplandığı Harun Reşid değildir.” (15)

Bir Çoban Kıssası Abdullah bin Mübarek (rahimehullah), bir gün Medine dışında yolculuk ediyordu. Yolda koyun otlatan genç bir çoban gördü ve kendi kendine, “Gideyim, ona Allah Teâlâ’yı tanıması için bazı şeyler söyleyeyim, bir kaç mesele öğreteyim” deyip genç çobanın yanına geldi. Ona selam verip, “Evladım, Allah Teâlâ’yı bilir misin?” diye sordu. Çoban, “Kul sahibini nasıl bilmez?” dedi. Abdullah bin Mübarek, “Allah’ı ne ile nasıl tanıdın, kim öğretti?” diye sordu. Çoban, “Bu koyunlarımla tanıdım. Düşünsene, bu bir kaç koyun sahipsiz ve çobansız olmaz, olan da bir işe yaramaz. Bunlara su ve ot verecek, kurttan ve diğer tehlikelerden koruyacak birisi lazımdır. Bundan anladım ki kâinat,


insanlar, cinler, hayvanlar, diğer canlılar ve şu üzerimde uçan kanatlı kuşlar bir koruyucuya muhtaçtır. Hem bunlar kendi kendine olmaz. Şu âlemde ki binlerce çeşit varlıkları yaratan, koruyan, kollayan, hepsine gücü yeten biri vardır. Bu Allah Teâlâ’dan başkası değildir. İşte bu koyunlarla Allah Teâlâ’nın varlığını böylece bildim” dedi.

İbnu’l-Mübârek’e göre zühd, “Dünya ile alâkayı kesmek değil, dünyaya ve dünyalığa bağlanmamaktır.”

Abdullah bin Mübarek, “Allah Teâlâ’yı nasıl bilirsin?” diye sordu. Çoban, “O`nu hiçbir şeye benzetmeden bilirim” dedi. Abdullah bin Mübarek, “O`nun hiçbir şeye benzemediğini nasıl bildin?” diye sordu. Çoban, “Yine bu koyunları düşünerek böyle olduğunu bildim. Şöyle düşündüm: “Ben bu koyunların çobanıyım, onları sevk ve idare ediyorum. Bakıyorum, ne onlar bana benziyor, ne de ben onlara. Bundan anladım ki, bir çoban koyunlarına benzemezse, bütün varlıkların sahibi olan Allah da kullarına benzemez” dedi. Abdullah bin Mübarek, “Güzel, doğru söyledin. İlimden bir şey öğrendin mi?” Çoban, “Ben bu sahralarda, nasıl ilim tahsil edebilirim ki” dedi. Abdullah bin Mübarek, “Peki, bu ferasetle başka ne öğrenmişsin?” diye sordu. Çoban, “Allah’ın yardımı ile üç çeşit ilim öğrendim. Gönül ilmi, dil ilmi ve beden ilmi. Gönül ilmi şudur ki; bana kalp verdi. Bu kalp ile O’nu bileyim. O’nun sevdiklerine gönülde yer vereyim. Sevmediklerine yer vermeyeyim ve böylelerinden uzak olayım.

Genç çobandan bunları dinleyen Abdullah bin Mübarek, işittiklerine hayret etti. Çok memnun oldu. Çobanı tebrik etti ve ona, “Ey genç, senin bu söylediklerin öncekilerin ve sonrakilerin bilmesi gereken ilimdir. İlmin aslını ve herkese lazım olanı sen söyledin. Şimdi o temiz gönlünle bana bir nasihat et” dedi. Genç çoban şunları söyledi: “Efendi, yüzünüzden âlim bir zat olduğunuz belli oluyor. Eğer ilmi Allah rızası için öğrendi iseniz artık insanlardan bir şey istemeyin, onlardan bir menfaat beklemeyin. Eğer din ilmini dünya kazanmak icin ögrenmişseniz âhirette bir faydasını göremezsiniz, cennete giremezsiniz. Ayrıca vebâli de sana kalır” dedi. Abdullah bin Mübarek (rahimehullah), genç çobana dua ederek ve yüce Allah’a şükrederek oradan ayrıldı.

Ya Abidel Harameyn!

Beden ilmi şudur: Yüce Allah bana beden verdi. Onunla kendisine ibadet yapmamı istedi. Hayırda koşmayı, kötü işlerden uzaklaşmayı emretti.”

Olayın devamında Muhammed b. İbrahim b. Ebi Sekine’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Abdullah b. Mubarek ile birlikte Tarsus’taki

61

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Dil ilmi şudur: Allah bana dil verdi. Bu dilimle kendisini zikretmemi, adını anmamı ve nimetlerini anlatmamı istedi. Dilime kötü sözü yasakladı.

Fudayl bin İyâd (rahimehullah) bir gün Abdullah b. Mübarek’e şöyle bir mektup yazar: “Sen Tarsus’a cihad için gideceğine gelip benim gibi Mekke’de ibadete kendini versene! Sen dışarı ile çok ilgileniyor, kendi nefsini ihmal ediyorsun.”


Fudayl bin İyâd ile Kabe’de bir araya geldim ve ona mektubu (şiiri) verdim. Okuduğunda gözleri ağlamaklı oldu ve şöyle dedi: “Ebu Abdurrahman (Abdullah bin Mübârek) doğru söyledi ve bana içten bir nasihatte bulundu.”

geçitte nöbetçiydik. Mektup ona ulaştı. Hacca gitmek istedim ve o zaman Fudayl b. İyâd, Kabe’de itikafta idi." Abdullah b. Mubarek şu beyitleri bana yazdırıp Fudayl b. İyad’a gönderdi: “Ey Harameyn’in âbidi! Eğer bizleri görseydin, Şüphesiz ibadetle oyalandığını bilirdin. Kimilerinin gözleri gözyaşlarıyla dolarken, Bizim boğazlarımız kanlarımızla boyanır. Bazılarının atı batılda yorulurken, Bizim atlarımız günün sabahında yorulurlar. Miskin kokusu sizin, Atlarımızın tırnaklarının tozu ve dumanı olan bizim kokumuzda bize... Şüphesiz Nebi›mizin sözü bize ulaşmıştır. Ki doğru sözdür, onda hiçbir yalan yoktur. “Allah yolunda savaşan atların sıçrattığı tozlar bir kişinin burnunda, Cehennem ateşinin dumanıyla birleşmez.” Aramızda konuşan bu Allah’ın kitabıdır,

ŞUBAT 2017

Şehit ölü değildir, bu yalanlanamaz. “Allah yolunda şehit olanlara “ölülerdir” demeyiniz. Hakikatte onlar diridirler. Fakat siz anlayıp bilemezsiniz.” (Bakara, 154)

62

Daha sonra, “Ebu Abdurrahman’ın mektubunu getirmenin karşılığı olarak benden şu hadisi yaz” dedi ve bana yazdırdı: “Mansur ibnu’l Mu’temir’in Ebu Salih’den onun da Ebu Hureyre (radıyallahu anh)’tan rivayetine göre bir adam Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem)’e gelerek şunu sordu: “Bana öyle bir hayırlı amel öğret ki Allah yolunda savaşan mücahitlerin elde ettiği hayrı elde edeyim.” Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem); “Namazı aksatmadan kılıp orucunu bozmadan oruç tutabilir misin?” diye sorunca, adam: “Ey Allah’ın Resulu! Buna kim güç yetirebilir?” dedi. Resulullah (sallalahu aleyhi ve sellem); “Nefsim elinde olan (Allah’a) and olsun buna güç yetirebiliyor olsaydın bile, Allah yolunda savaşan mücahitlerin seviyesine ulaşamazdın! Bilmez misin, mücahitlerin atları bile yaşadıkları müddetçe mücahitler için hayır kazandırır!” (16) --------------------------------

Kur’an İle Konuşan Kadın Abdullah İbn Mübarek (rahimehullah) anlatır: “Hacca gidiyordum. Yol üzerinde bir yerden geçerken tek başına yolculuk yapan bir kadınla karşılaştım. Ona selam verdim. Ancak kadın selamımı: “Çok merhametli Rabb›den bir söz olarak onlara selam vardır.” (Yasin, 58) ayetini okuyarak aldı. Ona: “Buralarda ne yapıyorsun?” diye sordum. Sorumu: “Allah kimi şaşırtmışsa onu doğru yola getirecek yoktur.” (Âraf, 186) ayetini okuyarak cevapladı. Yolunu kaybettiğini anladım ve nereye gitmek istediğini sordum. Yine soruma: “Bir gece kulu Muhammed’i Mescid-i Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya götüren (o zat) bütün eksikliklerden uzaktır!” (İsra, 1) ayetiyle karşılık verdi. Anladım ki, haccını tamamlamış, Kudüs’e gidiyor.


Ona: “Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin?” dedim. Bana: “Tam üç gündür.” (Meryem, 10) dedi. Ona: “Yanında yiyecek bir şeylerin de yok” dedim.Bana: “O’dur beni yediren ve içiren.” (Şuarâ, 79) ayetini okudu. Ona: “Peki, ne ile abdest alıyorsun?” dedim. Bana: “Eğer su bulamazsanız temiz toprakla teyemmüm edin.” (Nisa, 43) ayetini okuyarak cevap verdi.Ona: “Yanımda yiyecek-içecek bir şeyler var. (İstersen verebilirim)” dedim. Bana: “Sonra gece girinceye kadar orucu tamamlayın.”(Bakara, 187) ayetiyle karşılık verdi. (Oruçlu olduğunu anladım.) Ona: “İçinde bulunduğumuz zaman dilimi Ramazan ayı değil ki” dedim. Buna karşılık: “Her kim de, farz olmadığı hâlde gönlünden koparak bir hayır işlerse, hiç şüphe yok ki Allah şükrün karşılığını veren ve her şeyi bilendir.” (Bakara, 158) ayetiyle cevap verdi. Ona: “Yolculukta orucu bozmamız bize caiz kılınmıştır” dedim. Bana: “Eğer bilirseniz, oruç tutmanız sizin için daha hayırlıdır.” (Bakara, 184) dedi. Ona: “Neden benim gibi konuşmuyorsun” dedim. Bana: “İnsanın ağzından çıkan bir tek söz olmaz ki, yanında (onun söylediğini ve yaptığını kaydeden) hazır bir gözcü olmasın.” (Kaf, 18) ayetini okudu. Ona: “Hangi kabileden olduğunu sordum.” Bana: “Bilmediğin şeyin peşine düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül/kalp (gibi azaların) hepsi de sorguya çekilecektir.” (İsra, 36) ayetiyle cevap verdi. Ben: “Hata ettiğimi, dolayısıyla kusura bakmayıp hakkını helal etmesini istedim.” Bana: “Bugün size hiçbir kınama yoktur. Allah sizi affetsin.” (Yusuf, 92) ayetiyle cevap verdi. Kendisine, deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.

“Başınıza gelen her musibet, işlediğiniz günahlar sebebiyledir.” (Şûra, 30) ayetini mırıldandı. Biraz sabretmesini ve devesini tutup bağlayacağımı söyleyince, “Biz o meselenin hükmünü Süleyman’a kavrattık.” (Enbiya, 79) ayetini okuyarak, deveyi sevk etme konusunda benim daha başarılı olduğumu ima etti. Peşinden deveye bindi ve: “Bunları bizim hizmetimize veren Allah tüm eksikliklerden uzaktır. O lutfetmeseydi, biz buna güç yetiremezdik. Muhakkak ki biz sonunda Rabb’imize döneceğiz.” (Zuhruf 13, 14) ayetlerini okudu. Bağırıp çağırarak deveyi hızlandırdım. Bu defa: “Yürürken ölçülü yürü, konuşurken de sesini kıs!” (Lokman, 19) mukabelesinde bulundu. Yürürken şiir okumaya başladım. Bu kez: “Artık Kur’ân’dan kolayınıza geleni okuyun.” (Müzzemmil, 20) ayetini okudu. Ben: “Şiir okumak haram değil ki” deyince:”Ancak gerçek akıl sahipleri öğüt alırlar.” (Bakara, 269) ayetiyle cevap verdi.

63

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Bana: “Hayır olarak daha ne yaparsanız Allah muhakkak onu bilir.” (Bakara, 215) ayetiyle mukabelede bulundu. Devemi yanına

getirdim. Tam binecekken: “Mümin erkeklere bakışlarını kısmalarını söyle.” (Nur, 30) ayetini okudu. Ben de gözlerimi başka tarafa çevirdim. Tam bineceği sıra deve ürküp kaçtı, bu arada elbisesi de birazcık yırtıldı.


Bir süre yolculuğa devam ettikten sonra, evli olup-olmadığını sordum.”Ey iman edenler! Açıklandığı takdirde hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın!” (Maide, 101) ayetiyle cevap verdi. Derken bu hanımın kafilesine arkadan yetiştik. Kendisine kafile içinde kimsesinin olup-olmadığını sordum. Bana: “Mal ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür.” (Kehf, 46) dedi. Anladım ki çocukları var. Ona: “Onların hacda işleri ne?” diye sordum. “O Allah nice alametler yaratmıştır ve o insanlar yıldızlarla yol bulurlar.” (Nahl, 16) dedi. Anladım ki, çocukları yol bulma işi/ rehberlik yapıyorlar. Ona: “Onların isimlerini sordum.” Bana: “Allah İbrahim’i dost edinmiştir.” (Nisa, 125) “Allah Musa’yla konuşmuştur.” (4/Nisa, 164) ve “Ey Yahya! Kitaba kuvvetle sarıl.” (Meryem, 12) ayetlerini okudu. Ben: “Ey İbrahim, ey Musa, ey Yahya!” diye kafileye doğru seslendim. Nur yüzlü üç genç ‘Buyur!’ diyerek çıkageldiler. Kadın onlara para verdi ve: “Şu akçeyle içinizden birini şehre gönderin de, baksın hangi yiyecek daha hoş ve helal ise ondan size azık getirsin.” (Kehf, 19) dedi. Gençler gittiler, yiyeceği getirince bana: “Geçmiş günlerinizde yaptığınız güzel işlerden dolayı afiyetle yiyin, için!” (Hakka, 24) dedi. Bütün bu gördüklerim karşısında gençlere: “Şayet annenizin bu durumunu bana söylemezseniz, bu yemekten asla yemem!” dedim. Gençler dediler ki: “Annemiz, ağzından Allah’ın gazabını çekecek yanlış bir söz çıkar korkusuyla tam kırk yıldır bu şekilde sadece Kur’an ile konuşur. Bunun üzerine ben de:”Bu, Allah’ın lütfudur; O, onu dilediğine verir. Allah büyük

ŞUBAT 2017

lütuf sahibidir.” (Hakka, 21) dedim. (17) -----------------------

64

İyiliği Emretme, Kötülükten Sakındırmada Örnek Davranış Anlatılır ki Abdullah Bin Mübârek(rahimehullah) yaptığı bir yolculukta kendisine eşlik eden kötü huylu bir yol arkadaşından hayli ezâ ve cefâ görmüştü. Adam, olmadık laflar söylüyor, çirkinlikler yapıyor, daimî bir huzursuzluk veriyordu. Nihayet bu sıkıntı dolu yolculuk sona erdi ve o adam yanından ayrıldı gitti. Abdullah Bin Mübarek ise gözyaşlarına boğulup ağlamaya başladı. Etrafında talebeleri olan kendisini teselliye kalkıştı: “Efendim! O kötü huylu adamdan artık kurtuldunuz. Bakın, çekip gitti işte” dediler. O büyük insan, şu muhteşem cevabı verdi: “Ben o adamdan çektiğim sıkıntılar için ağlamıyorum; o kişide bulunan kötülükleri bir koca yolculuk boyunca düzeltemediğim için kendime ağlıyorum! O adam benim yanımdan nihâyet çekip gitti ama onun üzerinden o kötü hasletler çıkıp gitmedi. İşte buna ağlıyorum.” Abdullah İbni Mübârek, iyiliği emredip kötülükten men etmesi sebebiyle ‘Nasihu’l Ümmet (ümmetin nasihatçici)’ olarak bilinmektedir.

Vefatı Abdullah bin Mübarek, h.181(m.797) senesi bir gazâ dönüşü, 63 yaşında Bağdat yakınlarında Fırat nehri kıyısındaki Hît adlı yerde Ramazan ayında bir seher vaktinde vefât etmiştir ve oraya defnedilmiştir. Vefat etmek üzere iken kölesine “Başımı toprağın üzerine koy” demişti. Bunun üzerine kölesi ağlamış, Abdullah (rahimehullah); “Niye ağlıyorsun” deyince, “Senin içinde bulunduğun nimetleri hatırladım. Ama şimdi sen fakir ve garip (ehlinden ve vatanından uzak) bir halde ölüyorsun” demişti. Abdullah da ona şöyle dedi: “Sus. Ben, Allah’tan beni zenginlerin hayatı gibi yaşatmasını ve fakirlerin ölüşü gibi canımı almasını istedim.”


Abbasi halifesi Harun Reşid, onun vefatını duyduğunda, “Bugün âlimlerin efendisi öldü” der. (18)

7. Kitâbu’t-Târih: Günümüze ulaşamamıştır. Kaynaklarda Abdullah b. Mübârek’e atfedilen ve kırk hadis türünün ilk örneği olan el-Er-

Süfyan ibn Uyeyne’ye ise ölüm haberi ulaşınca şöyle demiştir: “Allah ona rahmet etsin! O; fakih, âlim, çokça ibadet eden, zühd sahibi ve cömert bir kimseydi. Çok cesur ve şairdi. İbnu’l Mübârek ve İbn Ebi Ziyad gibisi bize gelmedi!” (19) Fudayl ibn İyâd (rahimehullah) şöyle dedi: “Allah rahmet eylesin ona! Arkasında kendi gibi birini bırakmadı.” (20) Zehebi (rahimehullah) şöyle demiştir: “Allah’a yemin olsun! Onu Allah için seviyor ve onun hayrını diliyorum. Zira Allah onu takvalı olmak, çokça ibadet etmek, ihlaslı olmak, çokça cihad etmek, çok büyük bir ilim sahibi olmak, şeyh olmak, dengeli olmak ve övgüye değer sıfatlara sahip olmak ile nimetlendirmiştir.” (21) İmam Nesâi (rahimehullah) şöyle demiştir: “İbnu’l Mübârek’in döneminde ondan daha üstün bir kimse olmadığı gibi, onun sahip olduğundan daha faziletli bir kimse de yoktur.” (22)

Eserleri 1. Kitâbü’z-Zühd ve’r-Rekâik: Hz. Peygamber, ashap ve tâbiinin ibadet, ihlas, tevekkül, doğruluk, tevâzu, kanaat gibi ahlâki konulara dair sözlerini ihtiva eden eserdir. Türkçe olarak da basılmıştır. 2. Kitâbü’l-Cihad: Cihadın fazileti, sevabı ve İslam’daki önemine dair hadisleri ihtiva eden kitap, bu konuda yazılan ilk eserdir. Türkçe olarak da basılmıştır. 3. El-Müsned: Türkçe olarak da basılmıştır. 4. Kitâbü’l-Bir ve’s-Sıla: Türkçe olarak da basılmıştır.

6. Kitâbu’t-Tefsîr: Günümüze ulaşamamıştır.

eserler de günümüze ulaşmamıştır.

------------------------

KAYNAKLAR TDV Abdullah bin Mübârek maddesi, Raşit Küçük, c.1, s.122-124. Tarsus’a Gelen İlk Türk Hadis Âlimi: Abdullah bin Mübârek, Doç. Dr. Muhammet Yılmaz, (makale). Abdullah İbnu’l Mübârek (rahimehullah), Ömer Faruk, (makale). Şeyh’ul İslam Abdullah İbni Mübârek’in İtikadi Görüşleri, (makale). İlk Dönem Bilginlerinden Abdullah bin Mübârek’in Hayatı ve Fıkhi Görüşleri, Faizullo Abdukhalikov, Yüksek Lisans Tezi, Konya 2011. https://sorularlaislamiyet.com/abdullah-b-mubarek-ebu-hanife-hakkinda-bazi-ithamlarda-bulunmus-mudur 1. İbnu’l-Cevzi, Ebu’l-Ferec Abdurrahman b. Ali, Sıfatu’s-Safve, IV/134. 2. İbn Ebu Hatim, Takaddume el-Cerh ve’t Ta’dil, 1/264. 3. İbnu’l-Cevzi, Sıfetu’s-Safve, IV, 134. 4. İbn Hacer, Tehzib’ut Tehzib, 1/384. 5. İbnu’l Cevzi, Sıfat’us Safve. 6. Tedvin: Tedvinin kelime anlamı derleme, bir araya toplayıp kitap haline getirmektir. 7. İsnad: Hadis terimi olarak isnad, bir hadis veya haberi söyleyenine nisbet etmeye denir. 8. Hatıb el-Bağdâdi, Tarih’ul Bağdad, 10/156; Zehebi, Tezkiret’ul Huffaz, 1/276. 9. Zehebi, Tezkiratu’l-Huffaz, I/273. 10. İbnu’l-Cevzi, Sıfetu’s-Safve, IV, 138. 11. Dihlevi, Bustanu’l-Muhaddisin, s. 117. 12. Hatib el-Bağdadi, Tarihu Bağdad, X, 167. 13. İbn Hacer Mekki, Hayratu’l-Hısan, s. 66. 14. Muvaffak Mekki, Menakib-u Ebi Hanife, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, 198, s. 306. 15. İbn Kesir, el-Bidâye ve’n Nihâye, c.10; İbn’ül Cevzi, Sıfat’us Safve) 16. İmam Zehebi, Siyerü A’lami’n-Nübela’ 8/412. 17. Cevâhiru’l-Edeb, sf. 261. (Abdullah Yusuf Şarklı’dan) 18. Dihlevi, Bustanu’l-Muhaddisin, s. 116. 19. Kadı İyad, Tertib’ul Medarik. 20. Ebu Nu’aym el-İsfehani, Hilyet’ul Evliyâ; İbn’ül Cevzi, Sıfat’us Safve. 21. Tezkiret’ul Huffaz 22. Kadı İyad, Tertib’ul Medarik.

65

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

5. Es-Sünen Fi’l-Fıkh: Günümüze ulaşamamıştır.

baûn, Kitâbu’l-İstizân ve Kitâbu’l-Menâsik adlı


| Haber Analiz

| İbrahim Adak

Safiye’den Sofia’ya

DEĞİŞEN KİMLİKLER

Y

ŞUBAT 2017

eni Dünya Düzeni parolası ile dünyayı dizayn etmeye çalışan egemen unsurlar sadece fiziki devlet sınırları ve sistemleri değiştirmeye çalışmamış zihinleri ve fikirleri de bir değişim rüzgârına sokmuştur. Bu değişim rüzgârı kimliklerin DNA’sı ile oynanmasına ve yapay bir kimlik inşasının soyunulmasına kadar gitmiştir. Kimliğimiz bir tahribata uğramış, değişimin ve dönüşümün çarkına terk edilmiştir. Tek beden üzerinden iki farklı isim ile nitelendirilmelere maruz bırakılmıştır. Kimlikler başkalaştırılmaya, yabancılaştırılmaya çalışılmıştır. Kimlik bunalımları hızlı bir şekilde yükselişe geçmiştir. Olmak istediği ile olması istenilenler arasında bocalayıp duranların yaşadığıdını görmekteyiz. Bunun en yakın örneğini Balkanlarda yaşanan soykırım ve soykırım sonucunda azınlık duruma düşürülen halkların tarihine göz attığımız-

66

da açık bir şekilde göreceğiz. Annelerinin isimleri Safiye olanlara yaşatılan katliamlar sadece bedenlerde kalmamış, kızlarının adlarına Sofia olarak yansıdığını görebilirsiniz. Kimlik dediğimiz zaman isim ile fikrin örtüşmesidir uygun olan. Adı Hasan olup da fikirleri ve zihinleri Hans gibi çalışanlar gözümüzün önündeyken; kimlik tanımını tabi ki tanımlayamadık, algılayamadık, anlamlandıramadık, zihinlerimizde somutlaştıramadık. Kimlik sorunu yerine adına sömürü dedik uzak kaldı kulaklarımıza. Adına küreselleşme de dedik yine bir şey eksik kaldı. Adına yabancılaşma dedik bu da olmadı. Tanım olmayınca hep eksik kaldı bir şeyler.

Kimlik ve Kimlik Bunalımı Kimlik denince farklı tanımlar aklımıza nüfuz etmeye başlamış, sağlıklı bir kimlik tanımının


oluşturulamayışından kaynaklanan sorunlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Belki de yüzyıllarca süren bir uykunun vermiş olduğu rehavet de buna etken olmuştur. Kimlik dediğimiz kavram nüfus cüzdanlarında belirtilen kişisel bilgilerin (ad-soyad, doğum, cinsiyet ve adres vs.) kaydedildiği kâğıt parçası değildir. Bu yüzden kimlik tanımı önemlidir. Kimlik, ‘’bireylerin gerek kültürel gerekse yaşadıkları çevrelerdeki sosyal konum ve statülerinin karşılığı olan çok boyutlu, inanç, tutum ve değer yargıları gibi yaşam biçimini sembolize eden bir kapsama sahiptir.’’ Evet, son cümle yazımız için çok önemlidir. ‘’Yaşam biçimimizi sembolize eden’’ bir kavramdan bahsediyoruz. Demek ki bu tanımın tezahürüne gerekli önem atfedilmelidir. Bizi başkasından farklı kılan husus nedir? Sorusunun cevabı olan bu kavram bizim için önemli olmalıdır.

nimetlerinden faydalanan bu halk bir süre sonra karşısında Batı’nın nimetlerini görmüş ve Batı’ya kapılarını sonuna kadar açmıştır. Bu kapıdan içeri süzülen fikirler, toplumda hassas dengeleri bozmuş ve şu görüşü çıkartacak seviyeye gelmiştir. ‘’ Uygar toplumlar seviyesine yükselmemiz için Batı’nın dini Hıristiyanlığı seçelim’’ düşüncesi ilk mecliste fikir olarak ortaya konmuştur. Kimlik sahibi olmayanlar için fikirlerin bir omurgası yoktur. Onlar için fikrin bir tanımı da yoktur, modernlik adına ilericilik adına kendi topraklarının doğurduğu kimliği yok sayıp ihanet ederler. Ama İslami kimlik ile yoğrulan bu ümmetin evlatları kimliğinin gereğini zihinlerinde ve davranışlarında göstermiştir. Yüzyıllarca dünyaya hükmetmiş Osmanlı sonrası Balkanlardaki kimlik sorunu halan çözülebilmiş değildir. Bir yandan egemen düşüncelerin dayattığı ulusal konseptler, bir tarafta ise tarihiyle, demografik yapısıyla ortada duran gerçekler. Osmanlı’dan sonra balkanlarda Müslüman halk ciddi bir bedensel ve fikirsel kıyıma maruz bırakılmıştır. Hatta halkın, tarihi simgelerini gölgelemek adına şehrin merkezlerine dikilen devasa haç heykeller, Antik yunan figürleri şehirlerin dört bir tarafını süslemiş ve şehirleri tarihinden arındırmaya çalışmışlardır. Bir kuşak olan bitenleri anlarken sonraki kuşak kendini değiştirilmiş, dönüştürülmüş bir şehirde gördü. Kimliğini bu şehir ve kendisine dayatılan tarih üzerine bina etti.

67

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Kimlik tanımının anlaşılmasından sonra kimliğin nasıl yansıtıldığı da bir mesele olarak karşımıza çıkmaktadır. Kimliği üreten zihin ve kimliğe yön veren davranışların uyum içinde çalışmaması kimlik bunalımını doğurmaktadır. İşte burada da bir kimlik bunalımının tarifini yapmak gerekmektedir. Kimlik bunalımı: ‘’Kişilerin kendilerini hangi kimliğe dâhil edeceklerini bilememesi, kimliğin çeşitli nedenlerden dolayı kayıp olmasından kaynaklanan sorundur.’’ Çağımızda Küreselleşmenin etkisiyle de hemen hemen her toplum kimlik bunalımı tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır. Ülkemizin de bulunduğu coğrafya ise çeşitli fikir akımlarının kesiştiği bir noktada olduğu için içerisinde yaşayan halk ta bu durumdan tabii olarak etkilenmiştir. Kimlik bunalımı ilk meyvelerini Kurtuluş Savaşı yıllarından sonra yeni kurulacak devletin destekçilerine sirayet etmiştir. Belki de bu coğrafyanın evlatları ilk kimlik bunalımının tezahürünü cumhuriyetin ilk yıllarında görmeye başlamıştır. Yüzyıllarca dünyaya adaleti ve merhameti dağıtan bir devletin izzetli ferdi olmak ile vatan savunmasından güç bela çıkmış bir devletin ferdi olmak arasında elbette ki psikolojik ve sosyolo-

jik farklılıklar ortaya çıkacaktır. Yıllarca İslam’ın


| Serbest Köşe

| Derya Fıçıcı

RABBİN SENİ ÇAĞIRIYOR..! E

ŞUBAT 2017

y mutmain olmamış kalp... Her gün yeni bir mutluluk sebebi arayan, bulduğu mutlulukların süresi kısa olan, yeni arayışlar, yeni formüller, yeni keşifler peşinde ömrünü tüketen insan... Bir sabah giydiği elbiseyle mutlu olup diğer gün duyduğu güzel bir sözle, bazen biraz daha uzun süreli mutluluklar; aldığı bir ev, gittiği bir tatil, başarılı bir ticaret. Sebepler, seçenekler hep aynı döngü içinde. Bu döngü içerisinde kaybolmuş ruhlar, bedenler, yorgun yüzler... Mutluluklarınız geçici nedenlere bağlı ise ömür boyu mutluluğun, huzurun peşinde koşup yorulacaksınız demektir. Sonu ve başı olan şeyler, ölümlü olan, bitip tükenen, azalan, hedefi belli olan, dünyanın sınırlarına sıkışmış her şey geçici ve yalancı mutluluklar sağlar. Ve kalpler asla bunlarla doymaz, sakinleşmez, huzura ermez. Tıpkı açlıktan ağlayan bir bebeğin ağzına tutuşturulmuş naylon bir emzik gibi... O emzik bebeği doyurmaz,

68

sadece geçici bir sessizlik sağlar. Doymayan bebek artık daha fazla ağlamaya başlar. Bu defa bal veya tatlıya batırılıp verilir, yine kısa süreli bir sükunet sağlanır. Ancak bebeğin gerçek sükuneti için annesine ihtiyacı olduğunu, oradan beslenmesi gerektiğini biliriz. Bebek için mutluluğun gerçek kaynağı annedir. O insan yavrusu, mutluluk kaynağına kavuşunca gözyaşları diner, annesinin kucağında güven içinde hisseder kendini. Gözleri pırıl pırıl annesine bakar, teşekkür edercesine, sevgi dolu, minnet dolu bakışlar... Sonra tatlı bir uykuya dalar. İşte kalpler de böyledir, gerçek mutluluk kaynağını arar. Sahte olmayan, geçici olmayan, sonu olmayan, alternatifi olmayan, daima kalbi diri tutan... Hatta öyle bir kaynak ki; yaşama sebebiniz, sabah uyandığınızda içinizi kıpır kıpır harekete geçiren... O’nsuz yaşayamayacağı-


nız, nefes alamayacağınız, sevdiklerinizi sevme sebebiniz... Öyle bir kaynak ki, bütün hayatınızı kuşatıp, tüm kuralları belirleyen. İnsanlık tarihinden, Hz. Adem (aleyhisselam)’den bu yana sizi hiç yalnız bırakmamış, daima yol göstermiş olan... Size öyle bir meşguliyet vermiş ki, ta ölüm gelip çatıncaya kadar sorumluluklarınızın hiç bitmediği ve zirvesi en yüksek olan sorumluluk. Hiç kimse size böyle bir zirve vaad edemez. Ve o zirve dünyanın sınırlarına mahkum değil. Sizi, meleklerinde üzerine çıkaracak, onlardan kıymetli yapacak bir zirve bu... Hatta öyle bir kaynak ki, tüm mutsuzluklarınızı silen, acılarınızı bir bir dindiren, en yetim halinizi bilen, ümitsizliklerinizi yok eden, ince narin omuzlarınızı güçlendirip, o omuzlara davaların en kıymetlisini yükleyen, o davayla seni şerefli, izzetli ve iffetli kılan... Ve o dava uğruna yaşayıp, öldüğünde sana taçların en güzelini giydiren, necis olan kanından misk kokuları yükselten.... Seni, insanların en şereflisi olan peygamberlere komşu eyleyen, kariyerlerin en tepesine yükselten, seni taş ve çamurdan örülmüş duvarlardan çıkarıp, tuğlaları inci, mercan, yakut olan, sıvası miskten yapılmış köşklerde ağırlayan, pınarları kurumayan bir diyar vaad eden... Ve seni, yalnızlıkların, tenhaların, karanlık dehlizlerin, kuytuların, merhametsiz, şefkatsiz, korku dolu yüzlerin arasından adım adım huzuruna getirip hidayete ulaştıran... Secdelerde buluştuğun, dertlerin, hüzünlerin, ayrılıkların, acıların dindiği, güven, himaye, korunma, şükür ve hamdın dudakların arasından döküldüğü... Andıkça, dudakların kıpırdadıkça seni anan Rabbin... İşte mutluluk ve huzur kaynağın Ey İnsan..!

Zihnini, seni yoran gündelik meselelerden arındır!

RABBİN SENİ ÇAĞIRIYOR..! Şimdi bir zeytin ağacının altında ya da bir dağın zirvesinde, güneşin batışında, denizin dalga sesleri arasında, kuşların semada süzülüşünde, gözlerin bu nimetler arasında gezinirken, kalbin, Rabbinin sana seslenişine kulak versin. “O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (Rahman, 13) Bunlar iman edenlerdir. Allah’ın zikriyle gönülleri huzura kavuşanlardır. “İyi bilin ki kalpler ancak Allah’ın zikri ile mutmain olur.” (Rad, 28) Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır. Selam ve dua ile...

69

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Etrafına örülmüş duvarlardan, ellerine ayaklarına takılmış prangalardan kurtul!

Ey mutmain olmamış kalp... Her gün yeni bir mutluluk sebebi arayan, bulduğu mutlulukların süresi kısa olan, yeni arayışlar, yeni formüller, yeni keşifler peşinde ömrünü tüketen insan... Bir sabah giydiği elbiseyle mutlu olup diğer gün duyduğu güzel bir sözle, bazen biraz daha uzun süreli mutluluklar; aldığı bir ev, gittiği bir tatil, başarılı bir ticaret. Sebepler, seçenekler hep aynı döngü içinde. Bu döngü içerisinde kaybolmuş ruhlar, bedenler, yorgun yüzler... Mutluluklarınız geçici nedenlere bağlı ise ömür boyu mutluluğun, huzurun peşinde koşup yorulacaksınız demektir.


| Serbest Köşe

| Ümit Şit

HER İYİLİK İÇİN ŞÜKÜR HER FENALIK İÇİN TEVBE

“Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir. Ey Rasûlüm! Seni bütün insanlara elçi gönderdik. Allah’ın buna şahit olması yeter de artar!” (Nisâ, 79)

ŞUBAT 2017

S

en adı falan ya da filan olan, sen cinsiyeti kadın veya erkek olan, sen yaşı bu kadar ya da şu kadar yıl olan, sen ey insan bu yeryüzünde gezip dolaştığın süre içinde kendi aklın ve üstün yeteneklerin sayesinde başarılı olduğunu mu sanmıştın? Ya da başarısızlığının sebebini Allah’ın bir gazabı olarak mı algılamıştın? Eğer bu şekilde bir fikre kapıldıysan, eğer böyle bir düşüncedeysen sen İslam’ı tanıyamamış, sen iman noktasında olgunluğa erişememişsin.

70

Allah’tan başka ilah yoktur ve Muhammed aleyhisselam onun kulu ve elçisidir diyen ve bu minvalde yaşamaya gayret eden her mümin, bu ölçülerle dünyaya bakıp hesabını yapmaya çalışan her Müslüman, bunları muhakkak biliyor. Ancak bizimkisi hatırlatmaktan ibaret olan kalbi ve zihni şeytan denilen düşmana karşı kondisyonda tutmaktır. Müslümanlar hep birlikte düşünelim. Biraz geriye gidip biraz daha düşünelim. Hani sen hidayeti


arama gayreti içindeydin bir zamanlar. Hani bu şehrin günah işlenen her sokak ve caddeleri üzerinde yürürken kalbin sıkışıyordu. Hani Medine’deki üç Müslümandan biri gibi dünya sana da olağanca genişliğine rağmen dar geliyordu. Hani sen yolunu şaşırdığını fark ettiğinde içini bir sıcaklık kaplamıştı. Bunca yıl tanık olduğun haramlara, günahlara yaklaştığında hani sanki cehennem alevine giriyormuş gibi bütün organların ısınmaya başlıyordu. Hani insanlardan bunca yıl, arkadaş bildiğin insanların muhabbetleri artık boş laf satın almaktı senin için. Hani seni kimse dinlemiyor, dinleyen ise anlamıyordu. Gündüzleri dünya işlerinden bıkmış bir halde eve geliyor, televizyon odasını es geçerek odana dalıp gece olmasını bekliyordun. Annen baban bile aklını kaçırdığını düşünürken; sen, seni bu dünyada tek anlayabilen yüce Rabbine varıyordun secdelerde. Hani yaşadığın şehrin haramlarından iğrenen kalbin o gecelerde huzur buluyordu. Hani ihlaslı ellerin semaya kalkarken geceleri, gündüzleri tiksintiyle yere düşen gözlerinden yaşlar boşanıyordu. Bir iyilik bekliyordun ahiretini kurtaracak. Bir iyilik bekliyordun kafandaki soruların yanıtlarını verecek. Bir iyilik bekliyordun eğri olan yolunu sıratı müstakime çevirecek. Bir iyilik bekliyordun ki seni dünyanın darlığından alıp ahiretin genişliğinde; cennet bahçelerinde dolaştıracak, meleklerin selâmlarıyla kuşatacak, Rabbin olan Rahimin cemaliyle şereflendirecek. Ey Müslüman unuttun mu? Sen işte böyle biçare haldeyken, şaşkınlık içinde yüzükoyun yüzerken, Rabbin senin ne huşu içindeki secdelerini unuttu ne onun için boşanan sağnak sağnak gözyaşlarını ne de semaya kalkan titrek ellerini. “Seni dinin hükümlerinden habersiz bulup seçerek dosdoğru yola koymadı mı? Seni muhtaç bulup ihtiyacını gidermedi mi?” (Duha, 7-8)

71

CEMÂZİE'L-EVVEL 1438

Evet, herkes seni unutmuşken Rabbin seni unutmadı. Evet, hani sen Musa aleyhisselam

gibi Rabbine yönelip “Ya Rabbi! Bana lütfedeceğin her türlü nimete muhtacım!” (Kasas, 24) diye dua etmiştin. Hani sen “Rabbena! Bizi imana çağıran ve “Rabbinize inanın!” diye tevhide dâvet eden bir zatı duyduk ve icabet ettik. Artık sen bizi affet, kusurlarımızı bağışla ve iyilerle birlikte bizim canımızı al.” (Âli İmran, 193) diye temennilerde, isteklerde bulundun da Allah hidayet nimetiyle duanı kabul etti. Sen tevhide çağıran bir ses duymayı istedin Allah sana işittirdi. Sen iyilerle olmayı istedin Allah seni ehlisünnet üzere selefin yolunda ilerleyen Müslümanlarla tanıştırdı. Sen hep zanna uyarken, kulaktan dolma bilgilerle doluyken Allah sana öğretti de sen hakikati buldun. İşte beklediğin iyilik, işte beklediğin kurtuluş yolu sana ulaştı sende icabet ettin. Sen Allah’tan bir iyilik beklemiştin hâlbuki günahlar içinde yüzerken, canını almaması büyük bir iyilikti. Sen Allah’a bilinçsizce isyan ederken her günahla, “yoksa onlar güpegündüz eğlenirlerken azabımızın kendilerine gelmesinden emin mi oldular?” (A’raf, 98) ayetinin senin üzerinde tecelli bulmaması senin için büyük bir iyilik değil midir? Sana gelen her iyilik Allah’tan geldi ve sen ey Müslüman cahilliğin karanlıklarından İslam’ın aydınlığına yol aldın ve hala da yol almaktasın peki neden bu kadar cansızlaştın, peki neden bu kadar sıradanlaştın, neden ilk günkü huşun yok namazlarında? Neden nafile ibadetlerinde eksiklikler yaşanıyor? Neden ey nefis! Sen


yapmamandır. O’nun sözüne kulak vermediğin ve kalbini başkalarının sözüne daldırdığında ve

“Rabbena! Bizi imana çağıran ve “Rabbinize inanın!” diye tevhide dâvet eden bir zatı duyduk ve icabet ettik. Artık sen bizi affet, kusurlarımızı bağışla ve iyilerle birlikte bizim canımızı al.” (Âli İmran, 193)

bundan haz aldığında, O’nu zikretmeyi ve O’na nida etmeyi kalbinin özlememesidir. Başkasına kalbinin meyletmesinden dolayı bunun seni helake götürmesiyle bile seni zevklendiren bu şeyden kaçınmaman, Allah Teâlâ’ya yönelmemen ve cennetine koşmamandır. İşte bunlardan bile daha tuhafı var ki; o da, Onsuz bir şey yapamayacağını ve her şeyde O›na ihtiyacının olduğunu bildiğin halde O›ndan yüz çevirmen ve O›ndan seni uzaklaştıracak şeylere rağbet

ŞUBAT 2017

etmendir.” hiç kimseyken İslam sana kimlik kazandırdığı halde hiç kimse gibi davranmaktasın. Sen değil miydin karanlıklara savaş açan. Sen değil miydin ya rabbi bana bir fırsat ver de sana kendimi göstereyim diyen Enes bin Nadr gibi yalvaran gözlerle semaya bakan. Allah sana bunca fırsatı vermişken neden adımların gevşek, ruhun durgun, bedenin cansız. Unutma ki Allah’ın vermiş olduğu bunca iyiliği, fenalığa dönüştürecek olan nefsindir. Bir zamanlar rüyasını bile görmekte zorlandığın bir makama, bir mevkie veya istediğin bir göreve ulaştıktan sonraki durumun, nefsini öne geçirerek hata yapmandır. Bu hatalardan kaynaklı fenalıkların baş sorumlusu sen ve nefsindir. Önceden bilmiyordun şimdi biliyorsun. Önceden anlamıyordun şimdi anlıyorsun. Önceden yapmak için istiyordun şimdi ise isteğin gerçekleşmesine rağmen yapmıyorsun. Bu tuhaf durumu âlim İbn Kayyim el-Cevziyye (Rahimeullah) El-Fevaid eserinde şöyle tarif etmiştir: “Tuhaf konulardan birisi; bir şeyi bilmen sonrada sevmeyip istememendir. Çağıranı dinlemen ve sonrada icabet etmede geç kalmandır. Alışverişte kârda olduğunu bilmenle beraber başkasını tercih etmendir. Kızgınlığının derecesini bildiğin kimseye saldırmayı göze almandır. Günah işlediğinde aynı zamanda vahşeti arzulaman, sonrada Allah’a itaat ederek O’na dönüş

72

Samed olan Allah’a ihtiyacımız olduğunu bilmemize rağmen nedir bizi onun yolundan alıkoyan ya da yavaşlatan. Sen bir musibetle karşılaştığında sabırla, namazla Allah’a koştun. Peki, sana yardımını gönderdiğini unuttun mu ey nefis? Hani işsizlikten yakınıp içtenlikle dua etmiştin. İş bulduktan sonra sana rızık veren Allah’ın davasında yavaşlamana sebep olan şey, duanın birkaç ay sonra kabul edilişi mi? Sen Allah’a adayacağın bir çocuk istedin de Allah senden daha doğmadan bu Salih ameli kabul etmesi midir seni duraksatan? Sen borçlar içinde kıvranırken avazın çıktığı kadar yükseltirken sesini göklere şimdi borç verir duruma gelmen midir seni hareketsiz kılan? Sen evladı için hayrı isteyen anne ve baba duanız kabul olduğu için mi “evladım bunca kitabı okuyacak mısın?” diye sitemlerde bulunuşunuz. Ey nefis dön bir arkana bak ne kaldı dünyada dert olarak geride. Bütün dertleri, Samed olan Allah giderdi. Bir dert kaldı bundan sonra o ise hep ileride. “Biz, yüzleri ekşiten asık suratlı o günde Rabbimizin gazabından korkarız. Allah da onları o günün felaketinden korur, onların yüzlerine nûr, gönüllerine sürûr verir.” (İnsan, 10-11)


KAMPANYA

sa�s.nebevihayatyayinlari.com

NEBEVİ HAYAT YAYINLARINDAN OKURLARINA YENİ ÇALIŞMALAR

DA YAKIN

1. Müslüman Kardeşlerde Eğitim Metodu Roman boy Çift renk Ivory Karton Kapak 248 sayfa

Oku Yaşa Anlat

2. Önderlerimiz Roman boy Ciltli Çift renk Ivory 820 sayfa

0212 515 65 72 0543 654 46 63 Güneşli Mh. Ayçin Sk. No: 36 Bağcılar/İstanbul

facebook/nebevihayatyayinlari twi�er/nebevihayatyay www.nebevihayatyayinlari.com


Kuveyt Türk İmam Buhari Vakfı Suriye Yardım Fonu Hesap No: 7885000-7 İban: TR86 0020 5000 0078 8500 0000 07 Şube: Güneşli


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.