Kün Edebiyat/Temmuz2012/Sayı1

Page 1

KÜN EDEBİYAT

’lük Merhaba Son derece heyecanlı ve bir o kadar da sancılı geçen bir süreçten sonra, Kün Edebiyat’ı okuruyla buluşturmuş olmaktan mutluyuz. Anadolu’nun tam ortasında, eli kalem tutan, cemiyete ya da kendine söyleyecekleri olan, kültürel ve irfânî endişeler taşıyan bir gurup “gönül ehli ile bir yola çıktık. Yolumuz uzun mu kısa mı bilmiyoruz. Gittiğimiz yerde bizi ağırlayacak birileri olacak mı bilmiyoruz. Dahası, nereye gittiğimizi bile bilmiyoruz. Bunları düşünmedik çünkü. Yola çıkmak gerekti, hepsi bu. Seslerin neredeyse insan adedince çoğaldığı, bu nedenle kimin ne dediğinin pek anlaşılamadığı bir zamanda yeni bir sesin muhatap bulmasının son derece çetin bir iş olduğunun farkındayız. Ancak biz keyfiyyete dayandırdığımız bu sesi duyurmak için elimizden geleni yapacağız. Çünkü bu memleketin birçok yerinde, edebiyat dünyasındaki değer skalasının üzerine çıkabilmiş ancak sesini duyuramamış sayısız insan yaşıyor. Merkezin bir edebî bürokrasi tarafından kuşatıldığını, etrafına çelik duvarlar örüldüğünü bildiğimizdendir ki, yeni bir kale inşa etmeyi uygun gördük. Bu kale, geçmişte şifâhî kültürün merkezi olan, bu gün ise bu kültürün yavaş yavaş yazıya geçirilmeye başladığı taşrada inşa ediliyor. Ancak hiçbir şekilde yerel kültürle yetinmeyeceğiz. Amacımız, Türk edebiyatına gücümüz nispetinde bir katkı sağlamak olacaktır. İki ayda bir okurla buluşturmayı hedeflediğimiz dergimizin her sayısında ayrı bir konuyu işlemeyi planlıyoruz. İlk sayıda Taşra ve Edebiyat başlığı altında, Anadolu’da edebiyatın ne âlemde olduğunu, merkezin taşraya ve taşra-

nın merkeze nasıl baktığını irdelemeye çalıştık ve kapsamlı bir dosya hazırladık. Ayrıca, taşradan yetişip geniş kitlelere sesini duyurmayı başarmış bir öykücü olan İmdat Avşar ile bir söyleşi yaptık. Dergimiz tasarım aşamasındayken vefat haberini aldığımız büyük ozan Abdurrahim Karakoç’u da birkaç kelam ile yad ettik. Allah mekânını cennet eylesin. *** Kün Edebiyat ekibi olarak bir takım ilkeler doğrultusunda yayınımızı sürdürmeye çalışacağız. Her şeyden evvel şunu belirtmekte fayda var ki, hiçbir dünya görüşüne, hiçbir ideolojiye yaslanmayacağız. Dünyaya ya da ötesine nereden bakarsa baksın, söyleyecek sözü olan herkese kapımız açık olacaktır. Çünkü biz her bireyin sadece insan olmaktan dolayı değerli, her sözün insana kattığı ile önemli olduğuna inanıyoruz. Ancak tamamen bir başıbozuk çetesi olmayı da istemiyoruz. Moda tabiriyle bizim de bazı kırmızı çizgilerimiz var. Edebiyatı edeb dairesi içerisinde yapacağız. Milletin değerlerine saygılı olacağız. İnsanlık onuruna muvafık düşmeyen hiçbir düşünceye prim vermeyeceğiz. Bunları okuyucunun bilmesini istiyoruz. Bir de yazarların bilmesini istediğimiz şeyler var. Oluşturduğumuz yayın kurulu, Türkçe’nin doğru kullanılmadığı, imlası bozuk yazıları değerlendirmeye almayacaktır. Bunun yanında, yukarıda belirttiğimiz ahlaki ilkelere uymayan yazıları da... Edebî açıdan yetersiz görülen yazılar, daha önce başka bir yerde yayınlanmış yazılar, yayınlanmayacaktır. Son olarak, biz dünyada söylenecek sözün kalmadığına inananlardan değiliz. Daha söylenecek çok söz var! Bir sonraki sayıda buluşmak üzere..

1


KÜN EDEBİYAT

AYIN DOSYASI: TAŞRADA EDEBİYAT

Ali TavşancıoğluProf. Dr. Kenan ErdoğanDoç. Dr. Ziya Avşar Mehmet Ali ÇakırÖmer Faruk ÜnalanLütfi Ayhan

Türk edebiyatı bidayetten beri bir kulvar ve menşe’ sorunu yaşıyor. Çok geniş bir coğrafyadan besleniyor olması, edebiyatımızın tartışma konularını çeşitlendiriyor. Bu tartışma konularından biri de, günümüz edebiyatının profesyonelleşmesinin olumlu bir gelişme olup olmadığı. Bu tartışma, beraberinde merkez-taşra ayrımının bir takım yansımalarını da getiriyor. Merkez daha bir profesyonel iken taşrada edebî faaliyetler büyük ölçüde gönüllülük esasına dayalı yürütülüyor. Haliyle taşra dediğimiz coğrafyanın edebiyatçıları, seslerini duyurmakta ciddi sorunlar yaşıyor. Merkez edebî mahfillerinin bu sorunlara kayda değer bir çözüm arayışında olmadıkları da bir vakıa. Zaman zaman depreşen ilgiyi taşraya yöneltme hareketleri de, tabii mecrasında değil, belirlenmiş konumlar üzerinden yapılıyor. Edebiyatın “köye dönüş”ü kabilinden olan bu yaklaşımlar elbette sadra şifa olmaktan çok uzak kalıyor. Biz ilk sayımızda bu meseleyi bir dosya konusu yaptık. Her biri taşrada mukim olan yazarlarımız, taşra ve merkez kavramlarının edebiyatta neye tekabül ettiğini, taşranın edebiyatımızdaki yerini ortaya koyan yazılar kaleme aldılar. Tartışmaya bir kıyısından dahil olmuş olduk böylece. Gelecek sayılarımızda da yeri geldikçe konuyu irdelemeye devam edeceğiz. 2


KÜN EDEBİYAT

BİZE HER YER TAŞRA Ali TAVŞANCIOĞLU

A

z çok fikir sancısı çeken herkesin, insanı anlamak için hem kendine hem etrafına sorması gereken bir soru var. İnsanı imal eden şey dünya mıdır yoksa hayalleri mi? Kimliklerimizin giderek katmanlaştığı bir dünyada yaşıyoruz ve her katman bir şekilde coğrafî bölge ile etkileşim halinde oluşuyor. Irk, din, millet, kültür, gelenek, yetenek, meslek gibi insanı tarif eden her niteliği, yaşanılan bölgenin mevcut şartları bir şekilde etkiliyor. Hayal dünyasının sınırları ne kadar geniş olursa olsun, kimse gerçeğin imkânlarından yakasını kurtaramıyor.

alışkanlık sorunu değildir. Bu tanımlamalar, edibler arasında bir hiyerarşinin, bir kast sisteminin olduğunu, herkesin haddini(!) bilmesi gerektiğini inceden inceye zihinlere kazımaya çalışanların yaveleridir. Taşralıysan ikinci sınıfsın demeye getirirler. Haliyle, taşralılardan sadır olan edebî ürünlere ikrahla yaklaşılır.

Ancak hayaller de peşini bırakmıyor insanın. Hayatın sunduğu sınırlı verilerle yetinmeyen insan, hayalin vaat ettiği sonsuzluktan da kendini alamıyor. Bu yüzden hayatla hayal arasında deviniyor.

Mevcut durumun bir merkez-taşra ikilemi yaratmasının ardındaki sebepler, edebî olmaktan çok iktisâdîdir. Edebiyatı bir sektör hâline getiren modern yaklaşımlar, sektörün yan dallarını da oluşturmak durumundaydılar. Bu yüzden bir ürün ortaya konduktan sonra -hatta çoğu zaman ortaya konmadan önce- o ürün için bir pazarlama stratejisi geliştirilmek zaruret hâline geldi. Haliyle edebî ürün bir meta, edebiyat da ticârî bir faaliyet oldu çıktı.

Edebiyatçı dediğimiz canlı türü, işte bu devinimi en üst seviyede yaşamak ve yaşatmak gibi bir vazife ifa ettiği için, hayalini hayata yön verici bir etken olarak kullanmak zorunda kalıyor. Bu noktadan bakıldığında, edibin nerede, hangi şartlarda yaşadığının çok fazla öneminin olmaması gerektiği ortaya çıkıyor. Mademki aslolan hayallerdir, hayal atını sonsuzluğa kadar koşturabilmelidir. Ki, bu yüzden İstanbul’un göbeğinde yaşayan bir şair “Bir kum tanesiyim ama / Çölün derdini taşıyorum” mısralarını söyleyebiliyor. Olması gereken budur ama mevcut durum acaba böyle midir? Merkezle, daha doğrusu İstanbul’la ilişkisi olmayan edipler, taşralı yazar, taşralı şair olarak anılmaktan bir türlü kurtulamıyorlar. Tıpkı kadın yazarların “kadın yazar”lıktan kurtulamamaları gibi… Kuşkusuz bu basit bir tanımlama, bir

Oysa Türk edebiyatının temel taşları hep taşranın izlerini taşır. Örneklendirmeye hacet bile yok. Hangi edebî türün geçmişine baksanız, karşınıza o türü zirveye taşımış taşralı isimler çıkar. Böyledir, çünkü hayalin coğrafyası yoktur.

Artık edebiyat dünyasında gündemi belirleyenler profesyonel edebiyatçılardır. Bir eser, ancak reklame edilme şansı bulup pazara çıkabiliyorsa kıymet kazanıyor. İstanbul, ticaretin merkezi olduğu için, profesyonel edebiyat da İstanbul’da icra edilebiliyor. Edebiyatın coğrafyadan bağımsız oluşuyla çelişen bu durum, hakikatin hayale galip gelmesinin sonucudur aslında. Ancak bu mutlak bir galibiyet değil, “Sürü ters dönünce topal koyun en öne geçer” mütearifesinin bir yansımasıdır. Üç yüz kelimeyle yazanların büyük edib olarak pazarlanıyor olması ârızî bir durumdur yani. Zaman dediğimiz o kusursuz süzgeç, sonraki kuşaklara bilgi

3


KÜN EDEBİYAT

aktarırken gerekli ayıklamayı yapacak ve gerçek edebî ürünü kalb olandan ayıracaktır.

LEYLA AKŞAM ve ŞİİR

Şüphesiz, tüm bunlar gerçek edebî ürünün taşrada üretildiği gibi bir iddia içermiyor. Böyle bir iddianın en baştan “butlan ile malûl” olduğu bilinmelidir. Merkez şair/yazarları edebî yazının itici gücü olan imgelerle çok daha sıkı bir ilişkide olduklarından, onların daha kaliteli ürünler ortaya koymaları beklenir. Yani İstanbul’da yaşamak tek başına iyi şiir yazmak için yeterli olabilir. Taşradakiler ise bu durumu hayal güçleriyle telafi etmek zorundadırlar.

Siyami YOZGAT

Edebî ürünün gerçek değeri, aritmetik ortalama ile değil de ağırlıklı ortalama ile tespit edilmelidir. Yani ürünün oluşumunda etkin olan şartlar dikkate alınmalıdır. Bir gurup iktisatçının “emekdeğer” teorisi olarak formüle ettikleri anlayışa göre, ürünün değerini belirleyen şey, piyasanın o ürün için ödemeye razı olduğu fiyat değil, ürünün ortaya konması için harcanan emektir. İşte gerçek edebî ürünün değeri de böyle bir yaklaşımla belirlenmelidir. Taşralılığı bir de zihniyet olarak değerlendirmek gerek. Eğer taşralılık, hayal dünyasını bir takım aidiyetlerle sınırlandıran, hakikati hayaline muhafız belleyen bir anlayış ise, buna herkesten önce taşralı edibler itiraz etmelidir. Çünkü böyle bir anlayışın ortaya çıkaracağı sonuç, fikrî bir tecrid ve üstesinden gelinemez bir aşağılık kompleksidir. Hiçbir kompleksimiz olmamalı oysa. Bilmeliyiz ki, edebiyat bir coğrafya meselesi değil, bir fıtrat meselesidir. Güzel söz söylemenin, elest bezminde kulağımıza gelen o lâhûtî sözlerin bir yansıması olduğuna inanıyorsak, merkez ne ola ki? İnsan zaten bütün varlığıyla, bütün ruh dünyasıyla bir taşrada değil midir? Yeryüzünün en ihtişamlı saraylarında yaşasak da, asıl yurttan uzakta olduğumuz için gurbette değil miyiz? O halde, merkez-taşra çekişmesinde kendimize bir yer belirlemeye çalışmak abesle iştigaldir. Çünkü bize her yer gurbet, bize her yer taşra!

her akşam gözlerinde bir akşam böyle yoksul ve dokunsan ağlar mısın leyla leyla ki biraz çöl biraz hüzün değdiği yeri yakan ve akan ömrümüzün en onmaz akşamlarında gelir su mudur şiir midir avucundaki leyla ki gülüşü nehir gözü uçurum yangınlardan yıkımlardan kurtulmuş kırık kemanlarda kan revan olmuş som acı ve yoksul biraz acemaşiran ve sessizce çıkıp gelen akşamla acıyı ve aşkı içiyorum şimdi ben damla damla yanımda el değmemiş bir ay ışığı ince bir kasede gözyaşı ve kum gözyaşı ve kum Hadi leyla al siyah saçlarını tülden bir akşam gibi şiirine gir artık ne türkü söylenir doyasıya ne şiir mevsimidir güz rengi kervanlar geçer en uzak yollarından gönlümüzün ağır ve hüzün sessizliğinde leyla mı o artık bulut suretindedir ince usul ve dağılan bir geceye daha devrilir zaman yanımda el değmemiş bir ayışığı

4


KÜN EDEBİYAT

EDEBİYATIMIZDA MERKEZ-TAŞRA İLİŞKİSİ ve TAŞRANIN MERKEZLEŞMESİ Prof. Dr. Kenan ERDOĞAN

M

erkez- taşra ilişkisi, alış-verişi, hatta çekişmesi hemen her dönemde var olagelmiştir. Kültür ve edebiyat tarihimizde iktidarın cazibesiyle, onun nimetlerinden istifade etmek için sanatçıların merkeze yöneldikleri ve oraya geldikleri bir vakıadır. Sanat ve edebiyatın yeni tabiriyle sponsorluğunun, eski tabiriyle himayesinin ve patronajlığının yöneticiler eliyle yapıldığı bir dönemde bu gayet tabii bir durumdur. Bundan dolayıdır ki Sivas, Konya, Bursa Edirne ve İstanbul gibi eski ve yeni başkentlerin, yönetimin merkezi olduğu dönemlerde kültür ve sanatın da merkezi olduklarını söylemek yeni bir bilgi değildir. Onun içindir ki özellikle Osmanlı döneminde imparatorluğun her tarafından payitahta doğru bir gidiş ve yürüyüş olduğu, sanatçıların da bundan azade olmadıkları açık bir gerçektir. Burada sanatçıların kendi hüner ve marifetlerini göstermek için merkeze geldikleri söylenebileceği gibi yöneticilerin de taşrada bulduğu sanatçıları adeta kıymetli bir mücevheri halkına arz etmek için yanlarında merkeze götürdükleri söylenebilir. Bu yeni ifadeyle, bir “kazan kazan” düşüncesi sonucu hem sanatçının hem de yönetimin tanınması, şöhretinin ve gücünün tanınması, pekişmesi açısından gerekli görülmüştür. Padişahların bezm ve rezmde, yani barışta ve savaşta meclislerinde hadem ve haşemi ve diğer maiyeti içinde ulema ve şuaranın da olduğu, bunların gerektiğinde vakayi ve zafernamelerle, ilgili hadiseleri tesbit ve tanzim ettikleri, tarihçilerin ve araştırmacıların yazageldikleri bir husustur. Bunların bir istisnasının bazen belki de yöneticilere arz-ı ihtiyaç ve minnet etmeyen sufi şairler olduğu söylenebilir. Hatta burada bile iç içe geçgin iki tarz davranışın devam ettiğini söyleyebiliriz: Bir yanda kalabalıkları ve kenti irşat etmek için oralara gidenler, bir yanda kalabalık kentleri terk ederek taşrayı mesken edinip orayı bir merkez haline getirenler.. Bu sondakilere Akşemseddin’le Somuncu Baba’yı örnek verebiliriz. Bulunduğu yeri, taşrayı merkez haline ge-

tirmek güçlü şahsiyetlerin işidir. Burada rolünü iyi oynayan, büyük sanatçılar yetiştiren taşra, yeni bir merkez haline, bir adres haline gelebilir. Edebiyat tarihinde divan şiirinde belinde divitiyle doğan, adından önce mahlas konulan, baba diyecek yerde Farsça konuşan Prizren gibi Yenice gibi yerler nerdeyse büyük şehirlere rakip olurken tasavvuf şiirinde de bir Elmalılı Ümmi Sinan, Elmalı gibi küçük bir kazayı bir kültür havzası haline getirebiliyor, buradan 20 kadar şair yetişebiliyor. Ankara o zamanlar büyük bir yerleşim yeri olmamasına rağmen Hacı Bayram’la aynileşiyor, bir merkez haline gelebiliyor. Benzer bir durumu Hacı Bektaş-ı Veli için ve Suluca Karahöyük için de söyleyebiliriz. Hatta Beylikler döneminde hemen her Beyliğin merkezi olan o küçük şehirler, zamanla bir kültür merkezi haline geliyor. Bu gün Aydınoğullarının merkezi Birgi’yi böyle tarihi bir kent olarak ziyaret ediyor ve o dönemde taşranın merkezleşmesini gözümüzle görüyoruz. Ayrıca merkez-taşra kavramı değişkendir. Faraza Antalya, hatta Bodrum, Kuşadası, büyük şehirlerin dışında olmasına rağmen turizmin başkenti merkezi olabilirler. Bunun gibi mesela Maraş da yetiştirdiği büyük şairler ve şair oranıyla şiirin başkenti olabilir. Halıcılığın başkenti başka bir yer (Demirci) olabilir, şilebezinin, çileğin, elmanın.. vs. merkezi başka bir yer olabilir. Bu gün İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlere rağmen Anadolu’da kültürel mirasımızı yüklenmiş birçok küçük şehir vardır ki küçüklüğüne taşralılığına bakmaksızın omzuna büyük bir yük almış ve bir misyonu yaşatmaktadırlar. Bu gün kültür, sanat ve edebiyatımızın filizlendiği taşra dergileri bu yönüyle büyük bir misyon üstlenmişler, bulundukları yeri bir merkez haline getirmişlerdir, getirme azmindedirler. Kaldı ki artık ulaşım ve iletişimin kolaylaştığı, dünyanın küçük bir köye dönüştüğü bu çağda taşranın, büyükşehirlerin insanın zamanını hoyratça çalan trafik kalabalığından ve kişiliğini deforme eden eğlence çılgınlı-

ğından uzak, sakin huzurlu yapısıyla daha bir öne çıktığını söylemek yanlış olmaz. Burada önemli olan, taşrayı bir merkez haline getirecek o güçlü, himmetli gayretli eller ve onu destekleyecek fedakâr gönüllerin çevresinde bulunması, toplanması zaruretidir. Ayrıca bu gün artık büyük küçük denmeden hemen her şehre üniversite açılması bu anlamda taşranın güçlendirilmesi, hatta merkezileşmesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Bu imkânı iyi değerlendiren üniversiteler ve şehirler, şehir sanayi işbirliği gibi, sosyal ve kültürel yapıyla da bütünleşerek vakıflar, dernekler ve sosyal gruplarla, sivil toplum kuruluşlarıyla elbirliği içinde küçük şehirlerini büyütüp gizli güçlerini açığa çıkararak daha etkin bir konuma gelebilirler. Bu gün Yozgat gibi hep evlatlarını başka yerlere göndererek büyük şehirleri besleyen ve büyüten küçük şehirler de, artık kendi şehirlerini büyüterek kendi kabiliyetlerini ortaya koyarak, potansiyelini daha iyi kullanarak daha iyi yerlere gelebilir, bulunduğu yerde bir merkez tesis edebilir. İşte ülkemizdeki kültürel hayatın çoraklaştığı, insanların sığlaştığı ve sıradanlaştığı bir zamanda, Ali Tavşancıoğlu’yla birlikte önceleri Şehriyar dergisi ile meydana atılan ve Kün Yayıncılıkla onlarca kitap yayınlayarak Yozgat’ın saklı kabiliyetlerini ortaya çıkaran kültür ve sanatta bir adres olma yoluna, bir merkez olma yoluna giden Yozgat’ın önünde bir ışık, bir meşale yanmıştır. Buna sahip olmak, destek vermek başta valilik ve belediyenin, Yozgat içindeki ve dışındaki her Yozgatlının, Yozgat’taki her bürokrat ve idarecinin görevleri arasındadır. Başka alanlarda olduğu gibi, kültür ve sanat alanında da şehrimizi elbirliğiyle kalkındırmalı, yükseltmeliyiz.

5


KÜN EDEBİYAT

SÖZÜM TAŞRADAN DIŞARI Doç. Dr. Ziya AVŞAR

T

aşra, kendini merkez yahut merkezde sanan insanın, kendini “dış ve uzak” saydığı mekânlara mensup diğer insanlardan, üstün ve ayrıcalıklı olduğunu vurgulamak için icat ettiği zavallı bir kelime. Taşra, kendini merkezde sanan adamın kibrinden doğar. Her kibir, bir eziklik ve eksikliğin dışavurumu olduğu için aslında taşra, kibir kılığına bürünen ezikliktir. Taşra kelimesinde, aynadan kaçan çirkinin inkârı ve günahına keçi arayanın gülünçlüğü vardır. Taşra, haneden kovulan çocuk, yabana atılan yavru... Taşra kendimizden kaçıştır, ezikliğimizden firar. Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne mümkün!.. İnsan tuhaf bir mahlûk! Başının düştüğü yeri merkez sanıyor. Köye gitse yaban sayılır, şehre gitse köylü. Bu sayım, insanın maya ve doğasına sinmiş olan özge bir merkez ve iç bilinçten gelir. Merkez bizim daüssılamızdır. Ruh genlerimiz, aslî vatana karşı duyduğumuz derin bir özlem duygusu saklar. İnsanın kendini merkez sanışına yahut bir merkeze dahil olmak isteyişine eşlik eden temel duygu, bu derin özlem duygusudur. Lakin gizli bir bahçede yaylar iken taşlık bir yola düşerek yaşadığımız hayal kırıklığını, çok azımız fark eder. Bu düşüş, içimizdeki merkezi parçalayarak her birimizi bir taşraya savuran hazin maceramızın ta kendisidir. Gariptir, herkes savrulduğu yeri merkez, ötesini de taşra sayar. Bu durumda her yer hem merkezdir, hem de taşra. Bu bir paradoks mu? Hayır, tam bir dram! Peki, bu lüga-

6

zın çözümü nedir? Bu lügazın çözümü, bulunduğumuz yeri merkez değil taşra olarak görmektir. Taşra sanıldığının aksine dışarıda değil içerided ir. Taşrayı dışarıda sananlar, gün ışığında kıble arayanlardır. İnsan kamışlıktan kesilen bir kamış olduğunu çabuk unutur. Bu sebepten koparılıp yığıldığı otluğu asıl vatanı beller. Unutuş, gaflettir. Gaflettir ama kimin için gaflet? Unutuş, aydın için gaflettir, avam içinse aynıyla rahmet. Avam bu bapta evsizdir, o her gün bir haneye taşınır. Onun merkezi uğradığı ev, taşrası uğrayacağı evdir. Her uğradığı hanenin sancağını sallayan seyyal bir kitlenin ne taşrası olur, ne de merkezi. Bu rüzgâra kapılırsanız, iki saatte abat olursunuz, ama iki saat sonra da berbat. Bırakınız avam unutsun, onun unutuşu rahmet ve esenliktir. Aydının unutuşu gaflettir, gaflet dememiz sizi yanıltmasın maksadımız felakettir. Hoş aydın deyişimde de maksadın ne olduğunu söylemekte yarar vardır. Benim lügatimde aydın, Hakk’ın nuruyla gören adamdır. İlimle değil irfanla alakalı bir kelimedir aydın. Aslında aydından âriftir kastım. Ârif tarifle uğraşmaz malum. Tarif mektep ve medreseden gelen bilgidir, seyri ölüden diriye doğrudur. Ârifin bilgisine irfan denir ve seyri diriden ölümden berî olana doğrudur. Ölüm otluktaki kamış içindir, kamışlıktaki kamış her gün abı hayat içip “Hayy” rüzgârıyla salınır. İmdi, genel bir ilkedir; her şey zıddıyla bilinir. Ârif avamın zıddıdır, âlim de cahilin. Avam bilmeyen değildir, ama görmeyen de


KÜN EDEBİYAT

değildir. Avam, gören ama şaşı görendir. Şimdi denilecektir ki, “ Ey yazar efendi, konudan fazla taşra düşmedin mi?” Ben de derim ki, “ Mızıkçılık etme sevgili okur, tam da taşranın merkezindeyim!” İkimiz de deveciyiz kabul, ancak benim devem suyunu buluttan içiyor, seninki dereden. Avamın sadece görüşü değil, bilişi de şaşıdır. İrfandan nasibi olmayandır avam. Bu itibarla bu tayfanın bilgini de karabudundur, bilmezi de. Zihnimizi dolduran kelimeler ve onlara biçilen anlamlar genelde bu tayfanın damgasını taşır. Bu fakire öyle gelir ki, âleme gözümüzü açınca kucağımızda bulduğumuz bu kelimeleri, anlamlandırma ve dil felsefesi açısından yeniden tartsak her şey alt üst olur. Yunus Emre üstadımız, çok sağlam sandığımız bu itibarî dünyanın ne kadar iğreti bir temele oturduğuna, “Yerden göğe küp dizmek” metaforuyla işaret buyurur. Üstadımız ardından ne olacağını da şöyle beyan eder: “Altından birin çekseler/ Seyreyle gümbürtüyü!”. Dikkat ettin mi sevgili okur, üstadımız “dinle gümbürtüyü” demiyor, “seyreyle gümbürtüyü” diyor. Haydi gizleme, sana göre üstat mantık hatası(!) yapıyor, öyle değil mi? “Gümbürtü seyredilmez, duyulur” diye beytin kenarına kırmızı kalemle düştüğün notu görmediğimi mi sanıyorsun? İyi ama sevgili okur, Allah, Yunus Emre üstadımıza öyle bir göz ve kulak vermiş ki, onun gözü öncesi ve sonrasıyla görüyor, kulağı evveli ve ahiriyle duyuyor. Bunun nasıl olduğunu sana basitçe şöyle tasvir edeyim. “Zihnî ve hayalî olarak yerden göğe kadar küp diz ve şimdi alttan birini çek, ne görüyorsun? Küplerin yere doğru düştüğünü değil mi? Sonra ne oluyor? Küpler yere düştükçe gümbürtü kopuyor değil mi? Bak, gördün mü? Her küp aynı anda düşmüyor, kimi düşüp parçalanıyor, kimi de mesafeden dolayı düşmeye devam ediyor. Şimdi sen aynı anda hem küplerin düştüğünü görüyor, hem de parçalandıkça kopardığı gürültüyü duyuyorsun değil mi? Yanlış duymadıysam evet dedin, aferin sana!” İşte benim sevgili okurum, bilgin çelebim, Yunus Emre üstadımız bu duruma “seyreyle gümbürtüyü” demiş. Bitmedi, bu kısım onun, öncesiyle gördüğü açıdan işarî bir açıklama. Bir de bunun sonrasıyla gördüğü açıdan izahı vardır, ancak a bilgin çelebim, akıl ipin bağlandığı kazıktan kopmasın diye o fas-

lı geçiyorum. Ama öncelikle kalk, git de biraz önceki beytin kenarına, kıs kıs gülerek kırmızı kalemle, “Gümbürtü seyredilmez, duyulur” diye düştüğün herzeyi sil. Madem tutunmak için ot arıyorsun, o zaman ne cesaretle denize giriyorsun? Kaleme yemin oldun ki, Yunus Zünnundur, Zünnun Nun’dur, Nun da ulu deniz. Bak çelebi, sen kara kurbağasısın, deniz senin neyine! Benim bilgin çelebim, sinirinden küplere binsen de bu küp metaforundan kurtuluş yok. Bir daha seni nerde bulup da küpe koyacağım. Yunus Emre üstadımız, bir küp tüccarı değildi elbet. O, yerden göğe dek dizdiği bu küplerle bize bir şeyler anlatmayı murat ediyordu. Gel şimdi bu muradın ne olduğu üzerinde düşünelim. Çelebi, küpleri tekrar yerden göğe kadar diz de sırrı sana bir kenarından açayım. Yerden göğe kadar dizdiğimiz bu küplerin her biri bir kelime, küp dizisi de bu kelimelerle kurduğumuz akıl evrenidir. Duydun mu çelebi? Pardon, gördün mü diyecektim! Çelebi, madem her küp bir kelimedir, bu kelime küpleri dizisinde, bizim taşra kelimesi hangisidir, söyleyebilir misin? Bilmiyor musun? İyi ama bak bu yazıda onu arıyoruz. Çelebi, o zaman kadere kısmet, bu küplerden birini çek bakalım, belki de ilk çektiğimiz taşra gelir... “Helal sana çelebi, ilk çektiğin küp ‘taşra’ geldi!” “Geldi gelmesine de a ukala yazar efendi, tüm küpler yine devrildi?”. “Çelebi, bizim çektiğimiz küp, diğer küplerin kıyametiyse biz ne yapalım? Bu işten hiç bir şey kazanamasak bile, en azından elimizde şöyle bir önermemiz olur: Bu akıl evreninde tek küpe malik olabiliriz, diğer küplerin de gümbürtüsünü seyrederiz ” -Yazar efendi, yanılmıyorsam sen, “küp tektir” demeye getiriyorsun! -Aferin çelebi, sobeledin! -O zaman diğer küpler neyin nesidir? -O küpler, bu küpün taşrasıdır!

7


KÜN EDEBİYAT

TAŞRADAN TAŞANLAR

T

Mehmet Ali ÇAKIR

aşra; sözlüklerde bir ülkede başşehir veya diğer önemli şehirler dışında kalan yerler, dışarlık diye tarif ediliyor. Osmanlı Devleti’nde saray dışına taşra deniliyor. Taşralı ise dışarlıklı demek. Sözlük anlamlarına baktığınızda bu durumda bir gariplik yoktur ama taşranın ve taşralının çağrıştırdıklarına gelince iş değişir. Taşra artık sadece başşehir dışında bir yer, taşralı da orada yaşayan biri olmaktan çıkar. Taşra mahrumiyettir, taşra yokluktur, taşra çiledir, taşra geri kalmışlıktır, taşra medeniyetin uğramadığı, uzak durulması gereken bir yerdir. Arada belki gerçekten öyle düşünüldüğünden ya da fantazi olsun diye özlemi dile getirilir, Ömer Seyfettin merhum gibi; “Âlem-i taşra… Yani İstanbul’un dışında geçen hayat ne hoştur! Bunu ancak yaşayan bilir.” Bu arada Refik Halit Karay’ın Şeftali Bahçeleri’nde anlattıklarını da unutmamak lâzım. Yüksek ideallerle gelip, taşrada yaşayan memurlara uyarak gününü gün etmek zorunda kalan Agâh Bey gibi… Gerçeklerse bambaşkadır taşrada. Beytülmâl’den pay düşecekse önce merkez, sonra taşra, önemli bir hizmet olacaksa önce merkez sonra biraz taşra, hâsılı önce can sonra canan sözünde can payitaht, cânan taşra. Üstelik bu can-canan işi ne Fuzûlî üstadın Cânı için kim ki cânânın sever, cânın sever

8

Cânı kim cânanı içün sevse cânânın sever ya da Ya Rab bana cism ü can gerekmez Cânan yoğ ise cihan gerekmez dediği gibi ne de Rahmi Aksoy’un gazelindeki; Can cânan içindir Can nedir cânan için verilmeye dediği gibi bir ilişki değildir, olsa olsa; “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şeklinde bir muhataplıktır. Sonra bu taşranın sakinleri var; taşradakiler. Ne yapsalar, ne etseler göze giremeyen. Kül Kedisi masalındaki hizmetçi kız, üvey evlât… Lacivert pantolon altına beyaz çorap giyerler. Onlar bunu yaparken beyazın saflığı, temizlik sembolü olmasıdır akıllarından geçen ama kerameti kendinden menkul bir nezaket ve giyim estetiği onları burada da vurur. Görgüsüz olurlar, giyim zevkleri yoktur. Acılarını, saflıklarını, kandırılmışlıklarını anlatmak üzere hikâyeler yazmış merhum Nurettin Topçu. Hikâyelerinden birinin başlığı “Taşralı” hatta hikâyelerini topladığı kitabın adı da “Taşralı”dır. Kitaptaki hikâyelere gelince iyi niyetle ve uyandırmak üzere yazılmış olduğunu düşünmekle beraber yine de fakirliği, cahilliği, geri kalmışlığı, din istismarını anlatan hikâyeler. Taşralı olmak öyle bir şey ki; hem kendinizi geliştir-


KÜN EDEBİYAT

meniz için imkânlarınız sınırlı hem de bunun sonucu bulunduğunuz yer hor görülür. Ağzınızla kuş tutsanız “tüfek yok mu?” diyecekler. Aynı okullardan mezun olup aynı mesleklere sahip olsanız biriniz merkezde biriniz taşrada olduğunuzda; taşradaki kasaba avukatı, kasaba doktoru ve benzeri gibi… Adnan Menderes’in İstanbul’da yaptığı imar hareketlerinden sonra Münevver Ayaşlı: “Zavallı Menderes, şehircilik bilgisi nerede? Üstelik İstanbul sevgisi de yok. İstanbul’u tanımayan, hissetmeyen küçük bir taşralı” diyor. Münevver Ayaşlı’nın, Pertev Bey romanında da Azize Hanım’ın damadı milletvekili Muammer Bey ve annesi Sıdıka Hanım’ın durumu da aynıdır. Aradan otuz yıl geçtikten sonra da durum değişmiyor. Erzincanlı bir siyaset adamı başbakan oluyor ama hâlâ “Hal Müdürü”. Bütün bunlarda haklılık payı da yok değildir. Ama sebepler göz ardı edilmektedir. Bilimin, sanatın, estetik duyguların gelişmesi, bu alanda eserler verilmesi ve bunlardan nasiplenmek desteğe bağlıdır. “Marifet iltifata tâbîdir. Müşterisiz metâ zâyidir.” Taşranın imparatorluklar dönemindeki gibi sanatkârları koruyup gözeten, ulûfe veren, bahşiş dağıtan, Bâb-ı Âlî’de memurluk, makam veren padişahları, vezirleri yoktur. Sonraki dönemlerde sanatkârlara destek olan, kaynak sağlayan zenginleri, holding sahipleri de yoktur. Yüzyıllar boyunca merkezi beslemiş, harb etmiş, nesiller kaybetmiş taşranın, bırakın ilim adamlarını, sanatkârları destekleyecek, geçimini devam ettirecek hali yoktur. Ayrıca bu işler de mal zenginliği gibidir. Kültür de nesilden nesile aktarılan bir miras ve zenginliktir. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama batılıların şöyle söylediği rivayet ediliyor; “… gerçekten kültürlü olmak için üç üniversite diploması gerekir. Bu durum çok akıllı birinin ayrı ayrı üç fakülte bitirmesi değildir, arka arkaya üç nesil yüksek tahsilli olacak.” Taşralı, anılan sebeplerle kendini geliştiremediğinde başka bir sıkıntı daha doğuyor; kendini beğendirmek, ibra ettirmek için “miş gibi yapmak, miş gibi olmak”… O zaman da yaptığı üstünde iğreti hale geliyor, merkez onu da yeriyor. Bu durumu Refik Halit’te de görüyoruz: “Şehirli görünmek gururu kasaba kızının İstanbul’dan aldığı ilk kötü huy oldu ve birkaç hafta geçince babasıyla anasının yeni hayata kendisi gibi uyamayacaklarını, taşralı kalacaklarını anlayınca hırçınlaştı.” Taşralılık sanki bir alın yazısı. Altın karşısında değersiz bir maden olmak gibi, ne yapsanız altın ol-

manız mümkün değil. Buna rağmen bu kurak, çorak, hoyrat iklimden ilkbaharda her bitkiden önce karı delip baharı müjdeleyen kardelen misali taşradan taşan taşralılar da var. Bu yazıda hepsinden bahsetmek mümkün olmadığı gibi sözü edilecek olanlar taşradan merkeze gelip orada kendini gösterenler değil, taşrada merkeze karşı varlığını ispatlayıp hâlâ taşrada kalmayı sürdürenler, taşrayı güzel bulanlar ve taşrada Hakk’ın rahmetine kavuşanlar olacak. Bu yazının çıkacağı dergi bir edebiyat dergisi olacağı için de bilim adamları, sporcular ya da siyasetçiler olmayacak elbette, edebî şahsiyetlerden bahsedeceğim. Üç yazardan; Ahmet Turan Alkan, Nazan Bekiroğlu ve Nail Abbas Sayar’dan. İlk ikisinin yaşadığı şehirler bir zamanlar önemli olsa da payitahta göre taşra. Diğerinin yaşadığı şehir zaten öncekilerin yanında çocuk sayılır. Ahmet Turan Alkan, 1954 Sivas doğumlu, doğduğu ilden en uzun süreli ayrılıkları bir SBF tahsili bir de askerlik hizmetini yapmak vesileleriyle oluyor. Emekli olduğu yıla kadar Sivas Cumhuriyet Üniversitesi’nde öğretim üyesi ve Sivas’ta kalıyor. Sivas’ta kalışını; “Çünkü bu şehirde ‘mukîm’ kalabiliyorum ve üstelik bu ikamet düzenimi değiş-tokuş edebileceğim parlaklıkta bir vesile ile henüz karşılaşmadım. Tercihim kahramanca değil; aksine konformist bir izahı var. Taşralı zamanların durgun sularında kâğıttan kayık yüzdürmesi de işin cabası…” diye anlatıyor. 2008 yılında parlak bir vesile bulmuş olmalı ki taşralı zamanların durgun sularında kâğıttan kayık yüzdürmek yerine Boğaziçi’nde gemilere binmek üzere İstanbul’a göçüyor. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir”inden sonra “Altıncı Şehir”i kaleme alacak cesarette bir yazar, denemeci, üslûpçu. Yaşıyla mütenasip olmayacak şekilde imparatorluk dilini ve bu dilin zenginliklerini kullanabilen bir kalem. Bizler duyduğumuz ya da okuduğumuz bir kelimenin manasını bilebiliriz ama konuşmamıza yansımaz. Üstad bir kaynaktan su çıkar gibi, bir musluktan şırıldar gibi rahatlıkla kullanıyor, bu özelliğini de; “Bizim nesil okuma-yazma öğrenirken Türkçe, trajik kavşaktan geçiyordu; bir yanda Türkçe’ye Rönesans yaşatan, son Osmanlı, ilk Cumhuriyet kuşağı yazarlarından alınmış okuma parçaları Hayat Bilgisi kitabımızı süslüyordu. Gazetelerde, dergilerde Burhan Felek’ler; Falih Rıfkı’lar; Şevket Rado’lar; Yakup Kadri’ler; Orhan Seyfi’ler; Yusuf Ziya’lar; Refii Cevad beyleri okuma şansımız vardı.” diye izah ediyor.

9


KÜN EDEBİYAT

Taşralı ama sıkıntısı yok. 1994’te mahallî gazetelerde “makale döktürerek” başladığı yazarlık hayatı, günümüze kadar daha da olgunlaşarak devam ediyor. “Günün birinde yazdığım şeylerin beğenildiğini fark edince şaşırdım; bence beğenilecek kadar iyi değildi, o gün bu gündür aynı kanaatimi muhafaza ediyorum. İçimde daima adam kıtlığında yazarlık bostanına dalıp ortalığı kırıp döken, en azından yazar geçinen bir adamın ezikliği, mahcubiyeti var. Sanki birilerini mütemadiyen aldatıyormuşum gibi; benim gibileri tedavülde tutacak kadar yufka yazarlığın bana kazandırdığı tecrübe işte bu.” diyecek kadar mütevazı. Yazıları gazete ve dergilerde yayınlandıktan sonra kitap haline geliyor. Bu toprağa, bu toprağın insanına dair yazmadığı hiçbir şey yok sanki, ama kendisi bunu; Türkçe ve Türkiye gibi iki ana başlık etrafında özetlediğini söylüyor. Kendisine sorulan “.. ‘Sivas simalarından yükselen’ nam-ı diğerinizle Merkez- Periferi, İstanbul-Taşra ilişkisini nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuna; “Bu vadide söylenecek çok şey var: Rumeli’ni kaybettikten sonra bizim devletimizin her mânâda dengesi alt-üst oldu. Cihan harbinde sadece toprak değil, İstanbul’un iştihasını gemleyecek kültür ve irfan mahfellerini de kaybettik. Bağdat, Şam, Medine, Kahire, Beyrut, Selânik, Filibe, Üsküp vs. Devlet-i Âliyye’yi mânen besleyen ve destekleyen küçük cazibe merkezleri idi, şimdi tek böbrek idare etmeye çalışan bir bünye haline geldik. İstanbul’u doyurmak kolay değil; İstanbul taşranın ışıklarıyla aydınlanan sevgili validemizdir artık. Coğrafyanın mantığını kaybettikten sonra kültür-coğrafya münasebetlerini değerlendirebilmek bile artık kolay değil…” diye cevap veriyor. Demek ki Cumhuriyetimizin başşehri Ankara bile taşra! Kendi ifadesiyle Türkçe ve Türkiye ana temalı yazan yazarımız bir bakmışsınız kurşun kalem diyor ve bir ibadeti anlatır gibi babasının kurşun kalem açmasını anlatıyor, kitabına “Kurşun Kalem Yazıları” adını veriyor, bir bakıyorsunuz iş ciddiye binmiş; devlet-millet tecrübesi, medeniyetimiz, geri kalmışlığımız, çağdaşlaşmamız söz konusu ve “Ateş Tecrübeleri” doğuyor. Sonra ülkenin içinde bulunduğu siyasetin yoğun yaşandığı bir dönemde vatan- milletbayrak diyenlerin, Eylül’de kırılanların hikâyesi “Yatağına Kırgın Irmaklar” gibi akıyor; hemşehrisi Aşık Veysel’in: Dünya dolsa şarkıyınan Türküz türkü çağırırız Yola gitmek korkuyunan Türk’üz türkü çağrırız

10

dediği gibi öyle korkusuz, içinde biraz türkü ama daha çok milletimizin yolculuk macerası “Yol Türküleri”. Kabalığı, cahilliği, ince zevkten uzaklığı peşinen tescillenmiş, ne yapsa üzerinden çıkarıp atamadığı bir elbise haline gelmiş taşralının saflığı, farkına varılmamış inceliği Bir tenhada can cânanı bulunca Gönülden gönüle gider yol gizli diyen aşık misali açıktan söylenemeyen sevgilerin, aşkların anlatıldığı “Üç Noktanın Söylediği”, eğitim maceramız ve “Gemilerde Talim Var”larımız, “Kalem İşleri”miz, “Meşk Olsun”lar. Taşralıysak da “Biz Böyle Güzeliz.” Ahmet Turan Alkan, bir taşralı edasıyla hayatı tîye alan Recai Güllapdan’dır, aydınım diyen, entelektüelim diyen, entelektüel geçinenlerin eksiklerini, noksanlarını, “Memleketimin Münevverlerine Dair”inde gözler önüne seren İrfan Külyutmaz’dır. (Hilmi Yavuz) Kısaca Ahmet Turan Alkan; sevgili validemiz İstanbul’u aydınlatan taşranın ışıklarından bir ışık, parlayan bir ziyadır. *** Nazan Bekiroğlu’nun yazdığı kitapların başındaki biyografilerinde sadece artan eserlerinin adı değişiyor, diğer kısımlar hep aynı: “3 Mayıs 1957 Trabzon. Dört yıllık üniversite hayatı hariç hep bu kentte yaşadı. Bulut. Deniz. Yağmur. Türk Dili ve Edebiyatı eğitimini Erzurum’da aldı. Kar. Rüzgâr. Ova. Halide Edip’le doktor, Nigâr Hanım’la doçent. Şimdilerde Trabzon, KTÜ Fatih Eğitim Fakültesi’nde Profesör: Suyun kıyısında. İki kız çocuğuna anne. Görünürdeki hayatı bundan ibaret.” Trabzon elbette nev-zuhur değil. Pontus geçmişi var, şeyhzade şehri. Kendisini taşra kılan İstanbul fatihinin fethettiği şehir. Görüldüğü gibi Nazan Bekiroğlu da hep Trabzon’da, sanki bir zamanlar inançsız düşmanlarından korunmak için sarp kayalıklara yaptıkları manastıra sığınan Sümelalı inanmışlar gibi Trabzon’a sığınmış. Yaşadığı şehri çok seviyor, o kadar seviyor ki yağmurlarına bile âşık. Hem yağmurlar hem de çok sevdiği ve iyi kullandığı dili için hayıflanmaları var, niçin çeşit çeşit yağan yağmurların türlü çeşitli adı yok diye. Akademisyen, denemeci, hikâyeci, romancı. Kendine has üslûbu var. Her şeyi yazıyor. Yazılarında bir bakmışsınız kayıtlara geçmeyi bir türlü başaramayan ev kadınının şekvası, bir bakmışsınız ÖSS, LYS, KPSS, KPDS, LGS vs. gibi bir sürü ne olduğunu muhataplarından başkasının bilmediği, Türk çocuklarının ve gençleri-


KÜN EDEBİYAT

nin kâbusu haline gelmiş imtihan sabahlarından biri. Mübarek kanları yere düşmesin diye şanlarına uygun özel seçilmiş iplerle boğulmak zorunda kalmış padişah kardeşleri, çocukları, torunları. Yeryüzünde alışılmış Aslı ile Kamber, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin gibi âşık erkek maşuk kız kalıbının dışında, aşık kadın maşuk erkeğin anlatıldığı, peygamber kıssasının romanı; yeryüzünde yaşanmış, yaşanabilecek en iffetli, en mahcup, en olamayacak aşk hikâyesi “Yusuf ile Züleyha”. Bence Züleyha ile Yusuf. İnsanlığın ataları dip dedesi ile dip babaannesi- anneannesinin serencamı, kısacık kıssadan kocaman bir roman, Adem ile Havva’nın romanı: “Lâ”. Ademoğlu’nun Ademkızı’nın devam eden hayatları, iyilik ve kötülüğün kavgası, hasetlik, fesatlık. İlk kıskançlık, ilk katil, ilk maktul; Kabil, Habil. Her şeye O’nun adıyla başlamak, rahmetine ve merhametine sığınmak, besmele, besmelenin hepsi değil, be’si bile değil, “Be’nin Noktası”ndan çıkmış deneme. “Hangi tekkede, hangi şeyhin dizinin dibinde oturmuş?” diye sorasınız geliyor. Bir ülkü uğruna yola çıkanların, nereye gittiklerini, nerede olduklarını bile bilmeyenlerin soğuktan, ayazdan, buz kestikleri, kendilerinden geçtikleri, şehadet şerbetini içtikleri Allahüekber dağının yürek sızısı, ezikliği, inlemesi. Kaldırıp getirildiği Güney ülkesinden “Anadilini zihninde, tek ve biricik Tanrı’yı kalbinde, kuzey denizinin en güzel halini gözlerinin içinde taşıyan” prenses… Kendisine sorarsanız her şeye rağmen yine de istediği gibi yazı yazamamaktan şikayetçidir. “Aslında biliyor musunuz, ben kendi istediğim yazıları daha yazamadım. Bir spor yazısı yazmak isterim örneğin. Trabzonspor-Fenerbahçe rekabetinin taraftara sirayetteki ölçüsüzlük nedenlerini, taşra-payitaht, fakir delikanlı-zengin adam ölçeğinde ve özellikle sosyolojik düzlemde çözümlemeyi denemek isterdim…” (…..) Sonra ‘Ne Zaman?’ diye başlayan liste: Söz gelimi anneler yavrularını yol tarafından değil kaldırım tarafından yürüttükleri gün. Dilin nezahetine menşe ayrıntılardan çoktan vazgeçtim, radyo/tv konuşanları, cümlelerini ‘ama, fakat’ ile bağlamadıkları, ‘örneğin, meselâ’ ile örnek vermedikleri, ‘duygu ve hislerini’ anlatmadıkları gün. İyi niyetle de olsa bilmediğimiz yolları tarif etmenin kötülük anlamına geldiğini fark ettiğimiz, güzel şiir okumanın tiyatro yapmak ve çok bağırmakla karıştırılmadığı gün.” Okuyucularından da bir başka özür diler: “Hakkınızı helâl edin. Okumaya tahammül edemedikleriniz çoktur, bilirim; benimki de size helâl u hoş olsun. Sade, anlaşılır bir yazı olsun dedim de…

Alt kattaki komşum, üst kattaki komşum, bakkal Hasan amca, manav Hüseyin… Bir türlü sizin istediğiniz türden bir şey yazamadım. Ne bileyim işte, kışa girerken konserve hazırlamanın gayri sâfî millî hasılaya olan katkıları, naftalin kokusunu gidermenin çareleri, çiçek bakımı gibi… Beni bağışlayın. Bağışlamasanız da yüzüme öyle kırgın kırgın bakmayın yeter.” Çünkü taşrada yaşasa da yazıları çoğunlukla taşraya ait değildir. Payitahta aittir. Payitahtın acılarını, üzüntülerini, zevklerini, yüksek estetik değerlerini barındırır. Bu gün ne manaya geldiğini unuttuğumuz bir tevazuun sahibidir. Nazan Bekiroğlu, yaşadığı şehirde suya da, denize de, denizde yüzen gemilere de aşinadır, alışkındır ama onun yaptığı olmaz gibi görülen, olması çok zor olan bir şeydir. Nazan Bekiroğlu, Trabzon’da “Cam Irmağında Taştan Gemiler” yüzdürmüştür. *** Nail Abbas Sayar, 1923 Yozgat doğumlu. İlk, orta, lise öğrenimini Yozgat’ta tamamlıyor. Yokluk yüzünden üniversiteye gidemiyor. Kısa süreli Türkoloji öğrenimi, yedek subaylığı, İstanbul’daki evliliği ve son evliliği dışında hep Yozgat’ta. Son evliliğini geçirdiği yer de yine bir taşra ilçesi Ayvalık. Abbas Sayar’ın yazarlık hikâyesi de çıkardığı gazete, kurduğu matbaa ile başlıyor. Şiirler yazıyor, sonra romana dönüyor. Onun taşradan taşması, “Yılkı Atı” romanından dolayı aldığı, TRT Roman Başarı Ödülü ile oluyor. “Çelo” TDK Ödülünü, “Can Şenliği” Madaralı Roman Ödülü’nü alıyor. Bütün bu ödüllere rağmen onun edebiyat dünyasında tanınmışlığı sınırlı, çünkü o bir taşralı. İlginçtir onun da bir taşralısı vardır. Onun taşralısı da Yozgat’ın köylüleridir. O da, “Yozgat Var Yozgatlı Yok” diye şikâyetlenir Abbas Sayar’ın romanları bir zamanlar gündemde olan toplumcu köy romanlarına örnek gösterilebilir. Onun da arkasında duran lobileri ve güçlü destekçileri olsaydı Fakir Baykurt, Necati Cumalı, Orhan Kemal kadar yaygın şöhreti olabilirdi diye düşünüyorum. Anadolu insanının acıları, sıkıntıları, gurbete düşmeleri vardır romanlarında. Kimi Alamanya’nın “Dik Bayır”ına yolunu vurup eski dirlikten olur, kimi “Yorganını Sıkı Sar”dırıp gittiği yerde yoldan çıkar. Yaşadığı şehrin geçmişi vardır, dili vardır, duyguları vardır. Eğer bir Yozgat ağzı çalışması yapacaksanız sahada gezmenize hacet kalmaz, hepsini Abbas Sayar romanlarında bulabilirsiniz. Duy-

11


KÜN EDEBİYAT

madığınız deyimler, atasözleri, dualar, beddualar… Bütün bunlar somut şeylerdir. “Yılkı Atı”nın duygularını aksettirmekse herhalde her babayiğidin harcı değildir. “Noktalar”ı vardır hayat üzerine koyduğu. Siyaset yaptığı için taşrada siyaseti, Mustafa Kutlu ustanın “Tufandan Önce”sinden önce “El Eli Yur El de Yüzü” diye anlatmıştır. Söylemiştim, taşralıysa “Hor görme Garibi” diye, onun da ince yanları, hassasiyetleri vardır. Abbas Sayar’da; eşi-yoldaşı, oğlu-kızı kalmamışın “Can Şenliği” merkebidir, onunla halleşir, derdini döker. Gariptir ama onurludur. Bir köşesine sığındığı hanın sahibi bu günün diliyle damping, promosyon, indirim yapmak için “İlaaan! Bundan böyle Hoşet Efendi’nin handa adam da beş kuruş, eşek de beş kuruş” diye tellal çağırttığında; eşeğin adam yerine konulmasına da, adamın eşek yerine konulmasına da kendisi razı olup “Benim kabulüm. Amma ümmet-i Muhammed’in ne suçu var? Kim kabullenir eşekle bir muamele görmeyi?” diyen,

aldığı olumsuz cevap üzerine hanı terk eden bir roman kahramanıdır. Ne kadar muhafazakâr olsa ne kadar dindar görünse de bilir kendi insanının dindarlık ölçüsünü, Rabb’binden beklediklerini; Gündüz oruç, gece kumar Deli gönül cennet umar… *** Dileğimiz dilimizin döndüğünce taşrayı, taşralıyı, taşradan taşanları anlatmaktı. Muradımızsa ülkemizin her yanından taşradan taşanlar çoğalsın. Her beldemiz payitaht olsun. Geçmişte atalarımızın vahşi hayvanları evcilleştirerek başladıkları ve üzerine devlet teşkilatı kurdukları, Selçuklu, Osmanlı medeniyetleri gibi; yaşadığımız, içinde bulunduğumuz Cumhuriyetle de yeni ve özgün bir medeniyet inşa etmek, yurdumuzu her alanda payitaht, diğer ülkeleri bu medeniyetin yanında taşra görmektir. Ne kadar çalışsalar hep bir adım geride…

TAŞRA ÜSTÜNE BİR MASAL DENEMESİ Seydahmet KARAMAĞARALI Kaf dağının eteklerinde yapışmak zorunda kalan bir bilge, dağdan üzerine yağan asit yağmurlarıyla cebelleşe cebelleşe temiz kalmaya çalışarak uzunca bir zaman yaşamış şahsı serüvenin ama ne mümkün! Dağın zirvesini katrana bandırılmış poşu gibi saran karanlık bulutlardan inen oluk oluk ziftten ne kadar korunmaya çalışsa da bu işi hakkıyla becermiş sayılmazmış; en azından paçalarını kurtaramamış. Dizkapaklarına kadar ulaşan zift bulaşığıyla dolaşmaya çıktığı bir gezide sığırcıktan küçük, serçeden büyük tepesi tüylü incikleri kubalı bir kuşçukla karşılaşmış. Kuşçuk zebercet gagasının arasında bir minnacık tohumcuk taşımakta onu selametle bırakabileceği, rahmiyle birleştirebileceği bir karışlık toprak parçası aranmaktaymış fakat toprağın güvenlisini kim yitirmiş de o bulacakmış Ama dur! Bilge kişi eski bir masalı hatırlıyormuş. Geçmişi atalarından dinlediği doğruysa Kaf Dağının uzaklarında taşra diye bir yer varmış galiba toprağın

12

hası da oradaymış tohumun en GDO’suzu da.. Sığırcıktan küçük serçecikten büyükçe olan kuşçuk heyecanlanmış duyduğu haber karşısında. Anka’dan miras, ibrişimden örgülü atlas maviliğindeki incecik kanatlarını çırpa çırpa dönmüş bilge babanın ak saçlı başının etrafında. “Nerede?” diye sormuş. “O bahsettiğiniz diyar, Taşra…” Bilge dönmüş aydınlık yüzünü mor tüllere sarılmış flu ufka.İ uzun parmağıyla işaret etmiş uzakları: “Güneşin doğduğu yerlerde…” demiş özlemle. Evet toprağın hası da, ışığın en parlağı da, tohumun en katıksızı da, hamurun en safı da, teknenin en sağlamı da orda…” Küçük kuş “cikir cikir” bir tur daha atmış bilgenin ekvatorunda; “Nasıl ulaşırım oralara?” diye sürdürmüş sorusunu. “Hep güneşe, tan yerine ve şafak aydınlığına doğru uçarak...” diye cevap vermiş bilge adam. “Taşra ışığın gözünde seni bekliyor olacak.” Şimdi sıra kuştaymış. Uçma sırası…


KÜN EDEBİYAT

BÂD-I HAZAN ESTİ BAĞLAR BOZULDU Lütfi AYHAN Bâd-ı hazan esti bağlar bozuldu

B

öyle başlar eski bir türkü. Nedense insanlar daha önceki zamanların daha güzel, daha hoş, daha bereketli olduğunu düşünürler. Şüphesiz bu olgunun değişik psikolojik, sosyolojik nedenleri vardır. Ben kendi açımdan bakınca bu duruma neden olarak birkaç saptamada bulunabilirim. Mazinin geri gelmeyeceğini bilmek insana “atış yapması” için cesaret veriyor. Nasrettin Hoca’nın “ ah gençlik ah!” sızlanışı gibi bir şey bu! Bunun yanında elden çıkan ve geri gelmeyecek zamanlara, hasretli bir bağlanış da seziliyor bu sızlanmalarda. M.Ö 2500 yıllarında yazılmış bir tablette şunların yazması sizlere de ilginç gelmiyor mu? “Artık dünya çok bozuldu. Nesil çok ahlaksızlaştı. Böyle giderse fazla sürmez batar bu dünya…” Hani derler ya ”kör ölür badem gözlü olur, kel ölür sırma saçlı olur.” Bir de, “kaçan balık büyük olur.” diye bir söz vardır bu mevzuda.

Taşra-Merkez Ayırımının Bittiği Günleri Yaşıyoruz İletişimin, ulaşımın bu kadar gelişmediği devirlerde her konuda olduğu gibi, edebiyat konusunda da merkezde olmak büyük bir avantaj sağlıyordu sanatçılara. Tabi ben burada Merkezi “devletin başkenti” veya bazı çalışmalarda merkez görevi yapan büyük şehirleri, ( mesela İstanbul günümüzde başkent olmadığı halde ekonominin, sanatın, sporun basının merkezi konumundadır ve bu konularda Ankara da taşradır) taşrayı da onun dışında kalan yerleşim yerleri olarak kullanıyorum. Günümüzde bazı insanlar

taşra-merkez ayırımını, kırsal kesim şehir ayırımı ile karıştırıyorlar. İkisi çok farklı!

İnternet Sanatı Öldürüyor mu Katkı mı Sağlıyor? Sanal âlemin (internetin) yazılı basını, yani günlük gazeteleri bile bitirme noktasına getirdiği günümüzde gerek merkezde gerekse taşrada edebiyat yapmak, sanat üretmek bir yandan çok zorlaşmışsa da iletişimin bu akıl almaz imkânları sanatçılara çok büyük kolaylıklar sağlıyor. Düşünebiliyor musunuz, bir zamanlar Anadolu insanı büyük şairlerin şiirlerini aylar sonra birer nüsha olarak kervancılardan alabiliyorlardı. Ya şimdi? İsteyen herkes bütün kaynaklara, sanatçıların eserlerine bir tuşla ulaşabiliyor. Veya bir şair şiirini, bir yazar eserini henüz dumanı üzerinde servis edebilir tün dünyaya. Tabi alıcısı varsa. Olaya birde şu açıdan bakalım: Daktilonun çıkmadığı dönemlerde elle yazılan, daktilodan sonra da onunla yazılan bir sahife yazı bir yanlışlık yapıldı mı tüm sahifeyi tekrar yazmak zorundaydınız. Ya şimdi? İstediğiniz kadar yanlış yapabilirsiniz. Bilgisayarla istediğiniz kadar yanlış yapma hakkınız var. Hatta yüzlerce sahifeyi bir tuşla istediğiniz yazı stiline dönüştürebilirsiniz. İsterseniz yazdığınız metni, şiiri anında arkadaşınıza, üstadınıza gönderip fikrini alabilirsiniz. Bu yönü ile günümüzde Edebiyat çalışmalarında Taşra – Merkez ayırımı ortadan kalkmıştır. İletişimin bu kadar gelişmesi sanatçılara eserlerini çok hızlı bir şekilde topluma ulaştırma imkânı da sunmaktadır. Teknoloji İletişim Sanatı Ucuzlatıyor Merkez, taşra ayırımı yapmadan

iletişimin sanata verdiği en büyük zarar görselliğin mücerredi boğması, nimete çok kolay ulaşmanın verdiği rehavetten dolayı eserlerin değerlerinin takdir edilememesi hususudur. İşte bu gerçeğin ışığında kamu adına görev yapan kurumların devreye girmesi gerekiyor. Bu konuda gazetelerde çıkan bir haber doğrusu beni umutlandırdı. Buna göre Kültür Bakanlığı özgün ve edebi değeri bulunan eserlere maddi katkıda bulunacak. Bu haber inşallah doğrudur. Ve inşallah bu tavır başta belediyeler olmak üzere diğer kamu kurumlarına örnek olur. Çünkü sanatçıların ürettikleri eserler yaşadıkları dönemin birer aynasıdırlar. Bu eserler aynı zamanda günümüzü geleceğe bağlayan birer köprüdürler. Bu aynaları parlak tutmak, bu köprüleri sağlam bir şekilde inşa etmek toplum adına karar veren harcama yapan kurumların ve bu kurumları yönetenlerin vazifeleri arasındadır. Ne demişler Marifet iltifata tabidir. Eğer zamanın gereği, çağın icabı bu iltifat yok olmuşsa gelecek nesilleri yüce gönüllerin, erişmiş kalplerin, derin düşüncelerin, ince zihinlerin eserleri olan bu güzelliklerden, bu değerlerden mahrum bırakamamak için toplum adına karar verici konumunda bulunan başkanlara, bakanlara cebi ve gönlü zengin , İslam tarihinde “hami”, Batıda ”Mesen” olarak adlandırılan hakşinas insanlara da ihtiyaç olduğu kesin. “Edebiyat Bağımızda badı hazanlar esmeden, şiir Gülistanımızda katmer güller solmadan, hikaye Ormanlarımızdaki şecerler üzülmeden, roman dağlarımızdaki sünbüller kurumadan “ abı hayat elinde bulunduranların imdada koşması şart.

13


KÜN EDEBİYAT

“TAŞRADA EDEBİYAT”

NE DEDİLER?

Prof. Dr. Cihan OKUYUCU

Taşra Dergileri Ümit Işığı

S

on yıllarda taşrada, yani Anadolu şehirlerinde dergicilik açısından hareketli ve bereketli bir süreç yaşanıyor. Elazığ’da çıkan Külliye, Darende’de çıkan Somuncu Baba, Kayseri’de çıkan Berceste vs. bana geldiği için daha yakından tanıdığım bu tür dergilerden sadece bir kaçı. Bunların bir kısmının gerek baskı kalitesi, gerekse içerik zenginliği bakımından “taşralı olmayan” dergilerden hiç de geri kalır yanları yok. Aslında günümüzün iletişim imkânları hatırlandığında taşralılığın da biraz izafi bir mahiyete evrildiğini söyleyebiliriz. Çünkü iletişim imkânları sayesinde bedenen olmasak da zihnen ve bilgi olarak her an her yerde olduğumuz bir çağı yaşıyoruz. Nitekim Anadolu dergileri de sadece o şehrin sakinlerinden beslenmiyor, merkezlerden de takviye alıyor ve bilhassa kalem erbabı hemşehrilerinden de destek görüyorlar. Özel sayılar bir yana, içeriklerine bakıldığında yerel dergilerin yerelliklerinin sadece bir kaç motiften ibaret kaldığı, esasta memleket gündemine tabi oldukları görülüyor. Bu tip dergilerinin asıl işlevi zannımca bir şehrin kalem erbabını kendi etraflarında toplayarak edebi bir hareketliliğe yol açmaları ve bir nevi edebiyat okulu hizmeti görmelerinde. Bendeniz uzun yıllar kaldığım Kayseri’de iki derginin -Erciyes ve Berceste’nin - nasıl edebî bir mahfil oluşturduklarına ve yeni heveskârlara uygun zeminler oluşturduklarına şahit oldum. Malum olduğu üzere her edebî ve fikrî mayalanma ancak böylesi zeminlerde mümkün.. Hasılı böylesi dergilerin -biraz bata çıka da olsa- var oluşlarını sürdürmesi edebî geleceğimiz açısından bir ümit ışığı..

14

Şeref AKBABA

Taşrayı Merkez Yapmak

Erzurum’da Nurullah Genç, Mustafa Yürekli, Necdet Subaşı’nın da katkı sağladığı Üniversiteli bir dergi, Adana’da Recep Garip’le Yeni Sıla’yı çıkarmış biri olarak adına taşra denilen mahallerde yapılan dergiciliği bilirim. Oradaki heyecanı, oradaki zorlukları, oradaki sinerjiyi bilirim. Orada ne tür külfetlere katlanıldığını, orada ortak sesin ne olduğunu bilirim. Bu isimle bu tür dergiciliğin anılmasının sebebi, Anadolu’nun muhtelif şehirlerinde çıkmış olmasından kaynaklanıyor. Okuyan, yazan, kültürel aktiviteleri önemseyen insanların zaman ve imkânlarını bu tür bir faaliyete hasretmeleri, bir şeyler ortaya koyabilme çabalarıdır ki, takdir etmek lazım. Bu meyanda Anadolu’da çıkan birçok dergi, içerik olarak zengin, ruh olarak engin. Benim de takip ettiklerim var. Adı taşra, ama merkez dergilerinden birçoğunun önünde gidiyor. Birileri araştırmacı kabiliyetten ve mantaliteden uzak, bu disiplinden habersizler olmalılar ki, kendilerince tasnifler yapıyor, karıştırıyor, merkezi taşra, taşrayı merkez yapıyor, nitelik arayışı yerine küçümseme alameti olarak görüyor. Habis ruha sahip mantığa, söyleme, eyleme acımak lazım.. Yayıncılığın merkezinden uzak mahallerde bu tür aktiviteleri göğüsleyen arkadaşları kutluyorum. Oralarda bir kulvar açmak, oralarda bir kabiliyetin elinden tutmak, uzak mahallerde kültür siteleri oluşturmak kolay değil. Bizi ilgilendiren de, onun iç dokusudur. Gerisi laf-ı güzaf.


KÜN EDEBİYAT

Yrd.Doç.Dr. Gökhan TUNÇ

Taşra Bazen Sürgündür

Edebiyat kuramcılarının modernlikle modern edebiyat arasında kurduğu ilişki dikkat çekicidir. Örneğin Georg Lucas’ın Roman Kuramı adlı yapıtında modern romanın oluşumunu burjuva toplumunun oluşmasıyla ilgili değerlendirmesi ufuk açıdır. Daha yaratıcı bir görüş ise Walter Benjamin’in Baudelaire okumasıyla gerçekleşir. Benjamin Pasajlar adlı kitabında Baudelaire’in modernliğini Paris merkezli bir tartışma ile ortaya koyar. Hâl böyle iken taşranın modern edebiyatta yeri ne olabilir konusu tartışmalı bir nitelik kazanır. Temel sorulardan biri modern romanın sadece metropol şehirlerde mi yazılacağı konusundadır. Bu soruya, Yusuf Atılgan örnek olarak düşünüldüğünde olumsuz cevap vermek gerekir. Yusuf Atılgan, Manisa’nın bir ilçesinde döneminin hem teknik hem de içerik olarak en modern romanlarından birini, Aylak Adam’ı yazmıştır. Bu bağlamda taşrada yaşamanın modern roman yazma konusunda bağlayıcı bir yanı olmadığı söylenebilir. Yazarlık konusunun yanı sıra okur olmak taşrada nasıldır diye sorulduğunda, uzun yıllar taşrada yaşamış biri olarak taşra sıkıntısının ve taşrada zamanın çokluğunun eğer okumayı seviyorsanız sizin için çok avantajlı bir durum olduğunu söyleyebilirim. Ancak geniş kütüphanelerde araştırma yapmak sizin için nefes almak kadar önemliyse, taşra, size bir sürgün yeri hissi uyandırabilir… Vedat Ali TOK Taşralılık Bir Zihniyet Meselesidir Anadolu’da bir edebiyat dergisi çıkarmanın zorluğunu bilerek yola çıkmak ancak aşk ve yürek işi olarak değerlendirilebilir. Yozgat’ta nefes alacağından haberdar olduğumuz Kün Edebiyat dergimize her şeyden önce uzun ömürler diliyorum. Anadolu’da dergi çıkarmanın ve uzun ömürlü olmanın, maalesef birçok şehrimizde hâlâ kırılamayan, taşra zihniyetine mukavemet göstermekle mümkün olacağına inanıyorum. Günümüzde taşra kavramının coğrafî anlamda düşünülmesi ancak bir bahanedir; mesele taşralılığı zihinde kabul veya reddetmektir. Bir dergi, maddî problemlerini halletmiş olsa bile hedefini iyi tayin edememişse, bir atımlık mermili askerlerle yola çıkmış, biz yerine ben anlayışına sahipse ve dostun hatırına kalitesiz ürünlere yer veriyorsa o derginin Anadolu’da çok rastlanan dergiler mezarlığındaki yerini alması kaçınılmazdır. Ne yazık ki Anadolu’da yazarlar, şairler; yazısı, şiiri yayınlanmadığı zaman gelir sizden hesap sorarlar, mukayeseler yaparlar. Bunlara kulak tıkayan ve hizmet ve hedefine kilitlenen dergilerin kalıcı olacağına inanıyorum.

Mehmet GÜRBÜZ

Küresel Dünyada Yerel Kalabilmek

Taşrada sanatla, kültürle, edebiyatla uğraşmak hayli zor olsa gerek. Zira bütün üretimlerde olduğu gibi sanat üretiminde de tüketim esastır. Ortaya konulan edebî ürün ve onun üreticisi, halk tarafından kabul görmeyi, okunmayı, yorumlanmayı ve eleştirilmeyi bekler. Ancak bu süreç, yeni eserlerin oluşumunu besler. Oysa okuma, özellikle de yorumlama ve eleştirme faaliyeti için hem bireyde hem de toplumda yerleşik bir kültürel birikim gereklidir. Elbette her ölçekteki bütün toplumlarda egemen, hatta baskın olan bir kültürel birikim vardır. Ancak sanat ve sanatçı hep farklılığın, değişimin peşinde koşarak yenileşmenin kapısını aralama çabasındadır. İşte taşrada sanat uğraşını zorlu kılan da bu yerleşik olanla orijinallik peşinde koşan arasındaki çatışmadır. “Taşra” ifadesi bütün bir toplum tarafından genel kabul görmüş “merkez”in dışında kalan yerleri tanımlamak için kullanılan bir ifadedir. Sözü edilen merkez, bilimin, kültürün, ekonominin, sanayinin, yönetimin merkezi olduğu kadar sanatın da merkezidir ve merkez olmanın cazibesiyle bütün diğer alanlardaki insanlar gibi sanat dallarında mahir olan insanları da kendisine çeker. Bu cazibe merkezi de bütün farklılıkları potasında eritip kendi popüler kültürünü üreterek bütün bir topluma dayatma eğilimindedir. Özellikle dünyanın küresel bir köye dönüştüğü modern zamanlarda çok daha büyük bir güce sahip olan popüler kültüre karşı durup yerel renkleri yaşamaya ve yaşatmaya çalışmak oldukça zor... Taşrada sanatla, edebiyatla uğraşmak, sanatçının beslendiği toprakların kültürünü sanatına taşımak anlamına geliyorsa eğer; popüler olanla yerel olan arasında bir çatışmanın yaşanması da kaçınılmazdır. Bu noktada öncelikle sanatkârın bu çatışmanın farkında olarak bunu göğüsleyebilmesi ve toplumda kendi değerlerine ilişkin bir farkındalık meydana getirebilmesi gerekir. Bu da –günümüz koşulları düşünüldüğünde- adeta yeni baştan bir kültürel inşa anlamına gelir ki oldukça zorlu bir süreçtir.

15


KÜN EDEBİYAT

ŞİİR DİYE BİR ŞEY Celal KAPUSUZOĞLU Rivayet olunur ki İmam Şamil mücahitlerin mealini bozuyor diye şiir yazmayı yasaklamış, yardımcıları, “Ey İmam, şiir nasıl yasaklanır?” demişler. İmam Şamil; “Sahte şairler benim korkumdan yazamazlar, gerçek şairler ise bana rağmen yazarlar.” demiş. Şiir her şeye rağmen yazılır. Ama hangi şiir? Meğer bütün şiirler yazıldı. “Bütün güzel şiirler yazıldı, bize yazacak bir şey bırakmadılar.” Elimiz böğrümüzde bekleyecek miyiz? Biz de onların yazmadığı şiirleri yazmalıyız. Tabii, şiir sitelerine gönderilen yüzde doksanı hastalıklı sözleri kastetmiyorum. Herkesin kendi çağını yaşaması kuralsa, herkes de kendi çağının şiirini yazmalı. İstenmeyen bir evlat gibi şiiri kendi hayatından kovan bir toplumun yürek yapısı nasıl olur? Bu çağın insanına bu çağın anlayışıyla, bu çağın şiiriyle hitab etmek nasıl olacak? Kalbini duygulardan temizleyerek onun yerine kalbe yakışmayan, işe yaramaz bir sürü şey koyan günümüz insanının içine bir damla şiir iksiri atılacaksa, bu iksirin hakiki bir iksir olması gerekir. İksir de zaten vazifesini bihakkın yapar. Öncelikle, kendine şair diyen kişinin içindeki rafineri ham duyguları inceltmeye yetecek ölçüde mi? Uçak benzini gibi en ince olanı şair nasıl bulacak? Elbette rafineriyi sürekli çalışır

vaziyette tutarak. Bundan çalakalem yazmayı kastetmiyorum. Şiiri sürekli içinde yaşayarak, yaşatarak, rafineriyi faal tutup, uçak benzinini bulabilecektir. Öyle gelişigüzel söylenen her söz şiir olsaydı, ortada şiir diye bir varlık olmazdı. Şiir varlık mıdır? Zannım o ki varlıktır. Ucu şairin kalbine bağlı, bir kalp bağıyla ondan beslenen canlı bir varlık gibi büyüyen ve gelişen varlık. Gün yüzüne çıktığında artık bir şahsiyeti vardır. Hakkında ileri geri söz söylenebilecek nevi şahsına münhasır bir varlık. Bu varlığın dili, dini, ideolojisi olmamalı ama rengi ve kokusu olmalı. O sade bir varlık olarak karşımıza çıkmalı. Her türlü aidiyetten uzak, yalın, şeffaf, benzerlerinden kolayca ayırt edilebilecek bir varlık. Eşref saatlerinde insanın duygularına tercüman olacak o sihirli sözleri söylemek kolay mı? Zannım o ki şairin yüreği peygamber yüreği gibi tertemizdir. Ondan doğan sözler de o derece temizdir. Kolay mı kalp ağrılarını, sükut ve hayallerini, acılarını ifşa etmek? Aczini itiraf etmek, birine yalvarmak, bir şey istemek… Şiir severin ezberlemeye mecbur kalacağı şiirleri yazmak… Eşref saatlerinde okuyacağı, kendine bir çeşit psikoterapi yapacağı şiirleri yazmak… Belirli gün ve haftalar için yazılmış,

Ethem BARAN

Taşra Her Yazıda Yeniden Biçimlenir

Taşra, belirsizliğini kendi içinde saklayan bir kavram. Bir yerlerde bir merkez olduğunu varsaydığımız için onun dışında kalan yerlere taşra demeyi ve ona tuhaf bir yabancıya bakar gibi bakmayı seviyoruz her nedense. Edebiyatın içinden baktığımızda ise, taşra söylemi ve imgesi bir metinden diğerine taşınırken sınırlarını genişletmekte ve belirsizleşmektedir. Böyle olunca da işaret ettiği şeyin önüne geçmekte, ondan daha kalıcı bir gerçeklik kazanmaktadır. Edebiyat sürekli olarak yeniden biçimlendirmek, yaratılan ve yansıtılan dünyayı yeniden görüp yorumlamak, en kestirme haliyle söylenecek olursa, her defasında dönüştürmek olduğuna göre, taşra da her yazıldığında, yazana ve yazılana göre yeniden biçimlenen kavramlardan biridir. Her yazar taşrasını kendine göre

16

lazım olduğunda kitaptan okunan şiirleri değil, her an dilimizin altında duran veciz, sihirli sözleri yazmak. Nasıl olacak? Bu çağda kimse şaire “dolu” içirmeyeceğine göre… Kaabiliyet, eğitim, öğretim ve en önemlisi emek. İlhamı göz ardı etmiyorum ama sürekli ilhamı beklersek daha çok bekleriz. İlham, içimizde yazılan şiirin doğacağı andır herhalde. Tabii uğurlu, tuhaf bir an… Ustalar bizden önce neler yapmışlar? Şair, şiir çeşmesinden ne kadar çok su alırsa kendi şiir suyu da o kadar orijinal olur. Gerekli emeği harcadığında kendinin de bir şiir çeşmesi olur kim bilir? Dinleyenlerin “falanın şiiri” diyebileceği, kendinin olan, kendi şiir tarlasının ürünü, yüreğinin kokusunu, rengini taşıyan bir çiçeği… Eğer varsa bir şiir ülkesi, oraya nasıl gidilecek? Bizden öncekilerin ayak izlerini görecek gözümüz var mı? Onların bu yolda dağa taşa sinmiş seslerini duyacak kulağımız. Mesela Fuzulî’nin “gök kubbeye attığı ve hâlâ çınlayan çığlığını” duyabilecek şair kulağı… Her nasılsa vardığımız şiir ülkesinde çiçeklerin hangisi sahici, hangisi naylon, ayırt edecek kabiliyetimizin varlığı da ayrı bir mesele. Zaman kalburunun gözleri çok iri. Her şair, her

kurmaktadır satırlarının arasında. Okur da kendi taşrasını bulup çıkarır sayfaların içinden. Taşra, merkeze benzemeye çalıştığı için “taşrada” kalmaktadır bana göre. Merkez ise, kendisine benzemeye çalışan taşrayı değil, kendi hayalinde var ettiği taşrayı bilir. “Ben bir şeyin taklidiydim ama neyin taklidi olduğumu unuttum.” der Oğuz Atay. Merkezle taşranın ilişkisini tanımlayan, yerine yakışmış bir sözdür bu. Suretle asıl birbirine karışmıştır. Suretin sureti, taklidin taklidi olarak çıkarlar karşımıza. Çünkü Yozgat Ankara’nın, Ankara İstanbul’un, İstanbul Paris’in taşrasıdır. Taşrada entelektüel olmak, olmaya soyunmak, merkeze varlığını duyurma çabasıdır bir anlamda. Taşralı yazar, merkezdeki okuru düşünerek, ya da okurun merkezde


KÜN EDEBİYAT

Emir Kalkan

İstanbul Sanatın Müzayede Salonu

şiir kalburun üstünde kalamıyor. Yeni şeyler söylediğimizi zannediyoruz ama yeninin ölçüsü ne? Bu zaman kalburundan elenmiyorsak, demek ki yeni şeyler söylemişiz. Bir ressam eşyaya bakarken nasıl gölgeyi ve ışığı aynı anda, yerli yerince görüyorsa şair de sözü yerli yerince söyler. O duygular “öyle” söylenmesi gerektiği için “o” kelimelerle “öyle” söylenmiştir. Ne eksik, ne fazla... “Ben güzele güzel demem güzel benim olmayınca…” Bir anlatım aracı olan dile saygı, şairin gözetmesi gereken konu olmalıdır. Dile ait olmayan “yadırgı” kelimeleri kullanırken şairin içi sızlamalı. O saygı olmazsa herhalde şairdeki olması gereken kuyumcu hassasiyeti de ortadan kalkıyor. Dili, dilin ifade imkânlarını bir yerden bir yere getirmeli. “Ben şiirimi yazarım, baba ne dilden.” demek ne anlama gelir? Mısraların kanatlarına istiab haddini aşacak imgeler, çağrışımlar yükleyerek, onu bırakın uçmayı, yerinden kalkamaz hale getirmenin sebebi nedir? Dile gerekli hassasiyeti göstermemektir. Her şiir bir iddiada bulunur, tema ve ses olarak. Varlığıyla dili ve şiiri bir yerden bir yere götürme iddiasındadır. Şiir, bunu yaptığı ölçüde şiirdir. Ya da değildir…

olduğunu varsayarak, oradan onay bekleyerek sunar yazdıklarını. Çünkü kendi çevresinde yazdıklarına gönül indirecek, ilgi gösterecek, onu derinliğine ve gereğince kavrayacak muhatap yoktur. Hangi amaçla yapılmış olursa olsun “taşra” nitelemesi olumsuz bir niteleme gibi durmuştur yakın zamanlara kadar. Her şeyi tüketen merkez, sanki yeniden keşfediyormuşçasına taşraya bakmaya başlamıştır son günlerde. Anlamadığı, tanımadığı, hatta küçümsediği taşrayı, orada yaşayanların elinden alıp onlara anlatmaya hazırlanmaktadır.

Evet, maalesef bir merkez ve taşra gerçeği var. Ama bu gerçeklik ev sahibi, kiracı olgusu gibi yüz kızartıcı bir gerçeklik. Buna pek kabullenemiyorum, içim ısınmıyor. Oysa sanatın merkezi, taşrası olmamalı. Çünkü kalite, merkezde de taşrada da kalitedir. Nazım Hikmet, Cemil Meriç, Necip Fazıl Sivas’ta yaşıyor olsalardı, Sivas taşra olur muydu? Merkezden kasıt İstanbul tabii. Ama İstanbul sanatın merkezi değil, sanatın pazarlandığı yer, müzayede salonu. Ve taşranın sahip olmadığı pek çok imkânlara sahip. Yazarı, eleştirmeni, televizyonu, radyosu, dergisi, gazetesi ile bir monopol oluşturmuş adeta. Kutupları, pirleri, şeyhleri, müritleri var. Burada da kapitalizmin kuralları işliyor. Modayı dayattıkları gibi edebiyatı da dayatıyorlar. Medya var gücüyle yükleniyor üstünüze. Kafanıza vura vura satıyorlar. Getirisi yüksek olan bu alana da kimseyi sokmak istemiyorlar. Bu monopol istesin, bir odundan bir başyazar yaratabilir. İstanbul’u sanatın merkezi yapanlara bakın. Hiç birinin yeni bir sözü, bir fikri derinliği var mı? Gönülleri coşturan, beyin fırtınaları estiren, fikirleri alevlendiren bir tek eser var mı? Her biri Yunus Emre’nin, Mevlana’nın, Şems’in, Hayyam’ın cebinden harcıyor. Araştırmacı gazetecilik gibi bir şey yani. Moda bu. Liseli kızlara göre kitaplar. Ama milyon satıyorlar, trilyon kazanıyorlar. Bu rakamlar gerçekse Orhan Kemal’e, Kemal Tahir’e yazık oldu demektir Onlar kapitalizmin vurucu gücü reklâmlarla üstünüze üstünüze geliyor, okuyucu da hep aynı gölde yıkanmayı seviyor, kimin adını çok duyarsa onu okuyor. Yeni çağlayanlardan haberi bile yok. Eleştirmenler, edebiyat sayfası yapanlar da öyle. Boyunları tutuk, taşraya bakamıyorlar. Bunu söylerken duygusal davranmak, taşra her şeydir demek istemiyorum ama roman ve hikâye dünyamızın en ünlü isimleri taşralı; Bekir Yıldız, Abbas Sayar, Orhan Kemal, Ahmet Turan Alkan, İmdat Avşar, Nazan Bekiroğlu, Hasan Ali Topbaş, Mustafa Kutlu taşralı… Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Evet, bir merkez ve taşra gerçeği var. İmkânları bol ve güçlü bir merkez. Taşralı yazarın tek sermayesi kalemi. Taşra bu tasalluttan kurtulmak istiyorsa kalemini iyi kullanmak, kendine güvenmek, kültürünün, fikirlerinin, hayallerinin, inançlarının arkasında durabilmek ve üstün eserler vermek zorundadır. İstanbul emperyalizminden kurtulmanın yolu bu olsa gerek.

17


KÜN EDEBİYAT

SAÇLARIN TUNA NEHRİ GÖZLERİN TANRI DAĞI Mehmet Nuri YARDIM

Fatih KOCATEPE

Anadolu Eski Zorlukları Aştı

Acılar büksün beni Volkanlar yaksın beni Sana gülemiyorsam Depremler yıksın beni

Arkadaşımız Ercan Köksal, “Taşrada edebiyat” başlıklı bir konu hakkında benden görüş isteyince, doğrusu “taşra” demeye dilim varmadı. Ne de olsa “taşra”, kelime olarak “dışarı” kökünden geliyor. Dolayısıyla “taşra edebiyatı” değil de “Anadolu edebiyatı” tabiri bana daha sıcak geldiği için bu söyleyişi tercih ediyorum. Elbette Anadolu’da edebiyatla uğraşmak İstanbul’dakinden daha zordu düne kadar. Dergi mi çıkaracaksınız, gerektiği kadar yazıları bulamayabilirsiniz. Kapağını yaptıracağınız ressamdan mahrum olabilir bulunduğunuz şehir. Mizanpaj konusunda zorlanabilirsiniz. Anadolu’da kitap mı hazırlıyorsunuz. Ömrünüzü adadığınız bir romanı yayınlatmak o kadar kolay değil. Önce yayınevi bulamazsınız, bulsanız bile beğendiremezsiniz. Hadi Anadolu’daki yayınevi bin bir zahmetle romanınızı neşretti, bu defa dağıtımda ve tanıtımda zorluklar yaşanır. Velhâsıl Anadolu’da kitap neşretmek de, dergi yayınlamak da o kadar kolay değil. Peki bu zorluklara rağmen İstanbul dışındaki 80 vilayetimizde edebiyat yapılmıyor mu? Elbette yapılıyor ve bence daha içten duygularla örülüyor mısralar… Hikâyeler romanlar daha sâkin ortamlarda kaleme alınıyor ve kültür dünyamıza çok hoş ve has eserler armağan ediliyor. Buna rağmen Anadolu’da edebiyat kolay değil? Öncelikle niyet lâzım, sonra sabır gerekiyor, ardından kararlılık ve ümit… Bütün şartlar oluşmuş ve çalışmalarınızı yayınlanmış olarak görseniz de bu defa çok tirajlı gazetelerde ve diğer medya organlarında duyuramazsınız sesinizi. Çünkü o ekranlar ve o sayfalar medyatik isimlere tahsis edilmiş, popüler adlara adanmıştır. Ben gazetecilik hayatım boyunca Anadolu’da çıkan dergileri destekledim, yurdumuzun muhtelif şehirlerinde yayımlanan kitapları tanıtmaya çalıştım. Çünkü biliyorum ki, İstanbul’daki kolaylıklar yok oralarda. Bin bir sabır ve emekle, göz nuruyla, alın teriyle ve samimi duygularla ortaya çıkıyor o kitaplar, dergiler… Bence Anadolu, artık o eski zorlukları aştı. Şimdi İstanbul’daki kadar kaliteli kitaplar ve dergiler hazırlanıyor diğer şehirlerimizde de. Bu anlamda ben ümitliyim. Özellikle Anadolu’da birçok şehrimizde üniversitelerimizin kurulması, kültür ve sanat dünyamızın, ilim ve fikir âlemimizin daha da genişlemesine, yaygınlaşmasına ve bereketlenmesine katkı sağlayacaktır düşüncesindeyim.

Tek tılsım bu kayıtlı, ufuklar ötesinde Köhnemiş sandallarda, kürekler çekiyorum Efsane bir sükunet, kaplıyor tüm afakı Al kibrit alevinde, yıldızlar yakıyorum Sanki asırlık özlem, içimde büyüttüğüm Gece şehirler kurup, seherde yıkıyorum Peşime düşen gölge, dibimdeki büyük iz Saçların Aras Nehri, gözlerin Karadeniz Çileler örsün beni Pranga sarsın beni Sana varamıyorsam Kurşunlar vursun beni İki türlü yüzün var, kah hayattır kah memat Gülüşün bir karanfil, kızışın bil ki zakkum Hasreti darağacı, vuslatı saray görse Titreyen ellerimde, yanarken üşür bir mum Gidişinde harp eder, ayrılık yüreğimle Yokluğun çölde kaya, varlığın denizde kum Katrana katılan bal, zindan ardında ölü Saçların İdil Nehri, gözlerin Hazar Gölü Kılınçlar kessin beni Yağılar bassın beni Sana gelemiyorsam Urganlar assın beni Kanatları kırılmış, bir garip kartal isem Yarama em ver gayrı, şu özümden geçeyim Libas giyip aşkından, kuşanıp umudumu Doğrulup da ayağa, sana kanat açayım Divanına varınca, cemalinle mest olup Uzattığın tesdiden, ab-ı hayat içeyim Budur kavgamın dili, sevdamın asil yolu Saçların Orkun nehri, gözlerin Anadolu Tamular alsın beni Kederler bilsin beni Seni saramıyorsam Tarihler silsin beni Dillerde türkü türkü, divitte şiir şiir Satır satır romanlar, hep seni anlatmalı Bir çoban, kavalıyla, tüm ozanlar sazıyla Bozkırda kurda kuşa, hep seni dinletmeli Yükselirken ezgiler, göğe doğru usulca Cümle dağ taş bir olup, semayı inletmeli Yüzüme çarpan rüzgar, hançer ucunda ağı Saçların Tuna Nehri, gözlerin Tanrı Dağı

18


KÜN EDEBİYAT

ŞU TAŞRADA KUŞ OL/SAYDIM Ömer Faruk ÜNALAN

M

erkezin dışında kalan ve merkezle az/çok bağlantılı; gezegenimizin ekseri doğu, batı, kuzey, güney gibi ana yönleri ile ara yönlerinden herhangi bir tarafını işgal eden yerleşim birimlerinin genel adıdır taşra. Yönünün tayini, merkezin takriben hangi ana veya ara yönü civarına düştüğüyle ifade edile gelmiştir. Dolayısıyla öncelik, merkeze sunulmuş bir haktır. Sonradanlığın gelenekselleşmesi ağzımızda yöresel bir tat bıraksa da ötekilik, mahrumiyetin sembolü olarak lengüistiğimizde hak ettiği yeri almıştır. Taşranın zihnimizde ilkellikle dirsek temasında bulunuyor ve hatta öz kardeş gibi bir samimiyet sergiliyor olmasını eşimize dostumuza anlatmakta hiç de güçlük çekmeyiz. İşte bu canlantıdan yola çıkarak ilkelliğin kötü bir olgu olduğunu savunanların tam aksini savunma durumunda kalabilirim. İlkelliğin zannedildiği gibi öyle kötü bir yaşam biçimi olmadığını ispatlamak için ne gerekiyorsa yapabilirim. Günümüzde işlenmiş/modern insanın durumu belli ve ortada iken ilkelliğin irticai bir faaliyet olmadığını anlamamız lazımdır. İnsan beyni keşfe ve buluşa doymayan harikulade bir makinedir. Bu makine, modern insanın temelini atarken insanî vasıflarını kaybeden insanın bir çıkmaza, bir uçuruma sürüklendiğini hesap edebilmeliydi. Modernizmin yeryüzüne getirdiği rahatlık tartışılmazken vaat ettiği mutluluğun tartışılabilirliği, durumu özetleyen en önemli argümandır.

Merkez, modernizmin bir sonucu olarak el bebek gül bebek büyütülmüş mahallenin mutsuz ve şımarık çocuğudur. Taşra ise ilkel, mağdur, mahcup, mağlup gibi sıfatlarla literatürümüze girerken bu özelliklerden dolayı da meşhur zevat tarafından övgüye değer bulunmuştur. Türkülere girmiş midir bilmiyorum ama “Beni böyle sev seveceksen, olduğum gibi göreceksen” düz mantığının başka bir versiyonudur “Ben taşralıyım sevgilim” diyebilmek. Kimi zaman övgüye değer bulunan, safî duyguların memleketi olarak görülen taşra; kimi zaman stabilize bir yolla ancak ulaşılabilen mahrumiyetin başkentidir. Ekonomik, sosyal, kültürel yoksulluğa bir de kafaların yeniliğe yabancılaşması (yenilikten kasıt modernizm değildir), hatta düşmanlığı eklenince yazın ve sanatla uğraşmanın güç koşullarda gerçekleştiğini görebilmek hiç de zor değildir. Sanatsal anlamda mahrumiyetin dil, din, ırk, mezhep, meslek, bölge, il, ilçe, kasaba, köy gibi kavramlardan ziyade bizzat insanın içselliğiyle ilgili olduğunu savunanlardanım. Bu bağlamda sanat, sanatçının kendisini en iyi şekilde ifade etme ihtiyacından ortaya çıkar ve diğer insanların teveccüh ve iltifatıyla kendisine bir yaşama alanı oluşturmaya çalışır. Yaşama alanı oluşturma faaliyetini taşra veya merkez gibi iki bilinenli bir denkleme indirgemekten ziyade bireyin ihtiyaçlarına indirmemiz daha sağlıklı olacaktır. Dolayısıyla taşra, olumluluk veya olumsuzluktan birini veya her ikisini birden ifade ediyor ise bile “Taşra içimizde” sözü bizi izah eden en güzel slogan olacaktır.

19


KÜN EDEBİYAT

Vakti zamanında (bu milada yakın bir zamana tekabül eder ki; kâğıttan, balmumu levhalardan ve papirüsten de önceye ithafendir vakit vurgumuz), herhangi bir ülkede; çevresiyle uyumsuz, aklına düşeni yapmak için zaman kaybına tahammülü olmayan, okuma yazması düzgün kendi halinde bir mütefekkir yaşar imiş. İlim, irfanda kendisini hayli geliştirmiş olmalı ki “Vatana millete daha faydalı bir birey olabilmek için ne yapmalı?” sorusuyla çelik çomak oynar iken aniden aklına bir fikir gelir: Entelektüel bir toplum için neşriyat olmazsa olmazdır ve altışar aylık dönemler halinde süreli yayın işine girişecektir. Bay mütefekkir, mahallenin gençleriyle muhtelif zamanlarda bir araya gelir; taşlara, çanak ve çömleklere yazılmış metinlerden dersler okur ve yapacağı neşriyat işiyle ilgili gerekli alt yapı oluşturmaya ve yetişmiş eleman ihtiyacını karşılamaya çalışır. Toplantılarda kimi zaman fikir telakkisinde bulunulur, kimi zaman mevzu’un dışına çıkılır ve türlü türlü meseleler tartışılıp çözüme kavuşturulurdu. İnsan familyasına mensup bireylerin psikolojisinden, varlık ve yokluk kavramlarının felsefeyi sarsan yönlerine kadar; sanatın sınırlarından, sanatsal metinlerin sanat için mi toplum için mi sorunsalına karşı geliştirilen tezlere kadar insan temelli bütün düşünceler irdelenirdi. İnce eleyip sık dokumalar neticesinde makul olan bütün fikirler insanî ve saygıdeğer bulunurdu. Bu birikimlerini toplumla paylaşma vaktinin geldiğine inanan bir avuç entelektüel, çevrede ne kadar üzerine yazı yazılabilecek taş, kırık çanak, çömlek parçası var ise toplamaya koyulurlar. Her mahalleye bir adet süreli yayın düşmesi için gereken yüz doksan iki parça taş türünden materyalin on altı taşfasına öğretici ve sanatsal olmak üzere muhtelif yazılar yazıp tarihin ilk

20

taş dergisinin temelini atmış olurlar. Yazılar dönemin yazın hayatına göre gayet üst düzeymiş. Hatta yazıların değişik motiflerle süslenmesi (Süslemeler ileriki yıllarda taş oymacılığını özendirecek çalışmalara örnek teşkil etmiştir), bu işi ne kadar ciddiye aldıklarını gösteriyormuş. İşlerin bitimi açısından sona yaklaşılırken içlerinden biri, “ Sevgili kardeşlerim! Her şey çok güzel ama bizim bir eksiğimiz olduğu kanaatindeyim” diyerek orda bulunanların beyinlerinde kekremsi bir tat bırakmayı başarmıştır. Sözlerini “İnsanların öğrenmeye, bilmeye ve sanatsal zevkini geliştirmeye ne kadar ihtiyacı varsa gülmeye de o kadar ihtiyacı vardır kardeşlerim…” diye de devam ettirmiştir. Buna mukabil bir müddet topluluktan çıt çıkmaz . Neden sonra gözleri çekik mi çekik bir genç “ Bir de gülmece taşfası ekleyelim olsun bitsin muhterem” deyip sessizliğin rahatlamasına vesile olarak büyük bir sevaba girmiştir. Sabahlara kadar süren tartışmalardan sonra “gülmece” fikrinde mutabık kalınmış ve rey çokluğuyla da gülme amaçlı bir taşfa düzenlenmesine karar verilmiştir. İçinde çiftçi, doktor ve değirmenci olan bu gülmeceyi kurgulamak zor olmadı onlar için: Bir çiftçi ile bir değirmenci fazla kilolardan rahatsız olup civarda diyetisyenlik hususunda nam yapmış bilge bir tabibe giderler. Tabip bunlara farklı bitki köklerinden bir macun hazırlar ve ilacı nasıl kullanmaları gerektiğini de tarif ederek ücretini alıp bu ikiliyi evlerine gönderir. Değirmenci, macunu tabibin anlattığı gibi kullanmıştır. Kilo vermek şöyle dursun göbek bölgesinden kilo almaya da devam etmiştir. Çiftçi ise işlerin yoğunluğundan olsa gerek ilacı, ilk gün hariç, kullanmamıştır. Fakat gözle görülür bir şekilde kilo kaybına uğramıştır. Bu duruma anlam vereme-

yen iki arkadaş tabibin yanına gitmişler, durumu bir bir anlatmışlar. Tabip hiçbir harfi kaçırmadan anlatılanları sessizce dinlemiş ve “dünya üzerinde ne kadar tabip varsa düzenbaz, değirmenciler oburdur tamam. Ey çiftçi! Ya sen kara boğaza nasıl engel oldun? ” diyerek tarihe geçiveren bir laf etmiştir. On iki elle yazılan süreli yayın bu ironik gülmecenin eklenmesiyle dağıtıma hazır hale getirilmiş ve her mahallenin okuma yazma bilen, önde gelen kişilerine teslim edilmiştir. İlk intibalar olumlu olmakla birlikte gülmece sayfasına bozulan doktorlar, değirmenciler ve çiftçilerin olduğu söylentisi kulaktan kulağa yayılmıştır. Hatta bir iki tabip, bir iki çiftçi ve tam üç tane değirmenci bilgenin yanına gelerek rahatsızlıklarını bildirmişler. Bilge, düşünmüş taşınmış ve ne şiş yansın ne kebap sözünü doğrular bir manevrayla taş derginin tamamının toplatılması gerektiğini genç arkadaşlarına gerekçeleriyle birlikte ifade etmiş. Beş tane süreli yayın hariç (ortadan kaybolma nedeninin ilim, irfanla uzaktan yakından bir ilgisinin olmadığını düşünüyoruz) diğerlerine ulaşılmış ve gülmece taşfası sökülüp imha edilerek kalan kısım tekrar dağıtılmıştır. Bu geri adıma mukabil bu üç meslek gurubundan temsilciler, yanlarına kasaplardan bir temsilci de alarak mahallenin muhtarına taş derginin imhası hususunda baskı yapmışlardır. Muhtar bu durum karşısında ne yapacağını şaşırmış ise de sözü geçen dört meslek grubuna yaranmak için tebasını satışa getirmekten geri durmamıştır. Muhtar gülmece taşfası çıkarılmış süreli yayın konusunda o kadar rahatsız olmuş numarası yapmış ki bir gece vakti gizlice ineklerin bulunduğu ahıra yakın bir bölgede balyoza benzer bir aletle toplattığı süreli yayınları kendi


KÜN EDEBİYAT

elleriyle bir bir imha etmiştir. Numaradan rahatsız olma durumuna ise herkesi inandırmayı başarmıştır. Mahallenin bilgesi ve genç yol arkadaşları olanlar karşısında çok üzülmüşler. Üzülmek şöyle dursun kahrolmuşlar ama bu kahroluştan ne meslek guruplarının ne muhtarların ne de diğer eşref-i mahlûkatın haberi olmuş. Haberi olanların da bu durum umurlarında olmamış zaten. İş bu hikâyede bahsi geçen durumun dünyanın bütün iklimlerinde mükerreren yaşanabileceğini varsayarsak taşranın içimizde olduğunu inkâr etmek de abesle iştigal olsa gerektir. Kitap okumayan kavimlerin sanata ve sanatçıya takındığı ilgisiz tavır ve görmezlikten gelme düz mantığına bir de yok etme ülküsünü ekler isek durumun vahametini daha net anlarız. İnsanın damarlarında dolaşan öfke, nefrete dönüşünce anlam kazanır hümanist felsefe. Kaş yapıp göz çıkarmalarımız irtifa kaybederse gönüllerde, işte o zaman hiçbir düşünce akımının arkamızda durası gelmez. İşte o zaman çekirgelerin fillere kafa atası tutabilir ve bu kaosun en mühim nedeni olarak tarihe geçebilir. Hayatında hiç patates görmeyen biri patatesin yenebilecek bir besin olduğunu tahmin edemezken geri kalmış bir bireyin de bağnazlığın bağnazlık olduğunu bilmemesi gayet doğaldır. “İnsan bilmediğine düşmandır” fikrinin rüzgârına kaptırıp kendimizi, taşranın serin taşlarına dost olmak uğraşıyla meşgul olalım bir vakit daha. İçimizdeki şehirli duyguların kırsala galebe çalmasıyla ortaya çıkan boşluktan hiçbir toplu fikir akımı sorumlu tutulamaz. Sorumluluk duygusunu üzerinde taşımaya görevli olan bizzat ferdin kendisidir. Kendi olamayan bireylerin en temel sorunu sürü olmayı gayet iyi beceriyor olmasıdır. İlericilik ve gericilik kavramlarını

tartışmaya açıp taşları ait oldukları yerlere koyduktan sonra gericiliğin temelinde yatan psikolojik sebepleri, gerekirse hipnoz gibi sürrealist unsurlarla da güçlendirerek ortaya çıkarmakta büyük fayda vardır. Çünkü gericiliği salt kültürel unsurlara bağlamak yanlıştır. Öyle olsa dahi merkezin salt kültür unsurlarını muhafaza etmediklerine yakinen şahit olmaktayız. Çünkü İ. ve A. diye adlandırdığımız büyük şehirler en nihayetinde taşranın kente taşınmış halidir. Memleketinde gericiliği meslek edinmiş bir bireyin de göç sonucu gittiği yerde aniden keskin ilerici sınıfa dahil olmasındaki mantıksal hatayı dillendirmeye gerek görmüyorum. Taşrada sanat yapmakla ilgili türlü teorilerin varlığını ve bu teorilerin kuramsallaşmadan şifa niyetine muhtelif işkencelerden geçirilip muvazenesiz türlü denemelere tabi tutulduğunu akl-ı selim her kişi bilir. Zihnî durumumuzu sorgulamadan “yeni şeyler söylemek” ilmini başarabilmemiz mümkün değildir, şayet derdimiz bu ise. Böyle bir derdimiz yok ise zaten yuvarlanıp gidiyoruz kör kuyulara. Sanatçıya “öz” eşinin bile vebalı bir deli gibi bakması, hatta görmesi ikinci bir tufanı çağrıştırır mı bilmiyorum. Bildiğim ise yeniliklere kapalı beyinlerin “Koca koca adamların uğraştığı işlere bak” sözüyle belli yaşlardaki insanların yapacağı işleri kategorize etmekte bir sakınca görmemeleridir. Bu tür beyinlere göre 0-2 yaş grubu yürümekle, 3-11 yaş grubu konuşmakla, 12- 39 yaş grubu takım tutmakla, 40-66 yaş grubu kategorize etmekle, 66’dan sonrası ise ölmekle meşgul olmalıdır ve bu görevler standarttır. Bunların dışına çıkılmaz, çıkanlara da “bundan bir cacık olmaz” anlamında “bundan adam olmaz” denilerek garabet yaftası yapıştırılır. Ortak yaşam alanlarının paylaşımında fiktif problemler ortaya

çıkabilir. Hatta alnına “sanat adamı” mührü vurularak gülünüp geçilebilir. İşte bu ahval ve şerait içinde kendine yabancılaşan, iç seslerinden habersiz tüm bireyler için yas tutmak mı lazımdır yoksa süreli yayın işine mi girmek lazımdır bilemiyorum. - Biz yine ikincisini tercih edenlerdeniz galiba. İkinciyi tercih etmek sistematik bir ölümdür aslında ve ölüm tüm yaşayanlar için gereklidir. Hem sistematik ölümler ani ölümlerden daha az acıtır. Tersi olsa dahi “Acı duymak ruhun fiyakasıdır” tesellisiyle en kibar ifade biçimine çark etme derdindeyiz. Taşra içimizde, taşra içimizde…

KALBİM Celal KAPUSUZOĞLU Ah kalbim! Ağlamak istiyorsan akşamı bekle Sesine bir avuç yıldız uyansın Sevdanı Hüzün oyalı bir mendile sar Serseri bir kuyruklu yıldızın Peşine takılıp giden Kırk belikli sevgiliye gönder Bilsin ki Gelmeyeceğini bile bile Hâlâ onu bekliyorsun

21


KÜN EDEBİYAT

BİR TAŞRA EKOLÜ OLARAK

DİVAN ŞİİRİ

Y

Ali TAVŞANCIOĞLU erleşik algıların köküne kibrit suyu dökmek neredeyse imkansız. Bir şartlanmalar, ön kabuller, ön yargılar hamûlesi olan insan havsalası, bilgisine mugayir gerçeklerle karşılaşmaktan hazzetmiyor ve tamamen insiyakî bir refleksle yeni bilgiyi reddediyor. Einstein’a izafe edilen şu sözler; işte bu durumu hakkıyla ifade etmesi açısından kayda değerdir: “Tanrım! Atomu parçaladık ama önyargıları kıramıyoruz!” Hiç şüphesiz, divan şiiriyle ilgili olması beklenen bir yazıda Einstein adının geçmesi, meseleye yerleşik algılarla bakanlara şaşırtıcı gelecektir. Bu bakış, en hafif şekliyle yazarın saçmalayacağını, bu yazıdan sadra şifa bir şeylerin sadır olmayacağını daha en baştan kabul edecektir. Bundan daha aklı başında olması beklenen bir diğer bakış da, zihninde az çok yer etmiş olan divan şiiri algısından hareketle, divan şiirinin bir taşra şiiri olarak zikredilmesini abesle iştigal sayacaktır. Nasıl saymasın ki? İlk mektepten başlayarak zihinlere kazınan bir divan şiiri tarifi var ve bu tarif tuhaf bir şekilde genel kabul görmüş bir tariftir: “Ağdalı ifadelerle oluşturulan bir yüksek zümre edebiyatı..” Hiçbir ön bilgisi olmayan biri için bu tarif çok da matah bir şey değil. Seçkinler sınıfının seçkin sözlerle yazdıkları şiir deyip geçmek mümkün. Ancak bu tarifin arka planında şöyle bir gizli vurgunun varlığı seziliyor: “Bu şiir, halkın anlamayacağı dille yazılmıştır ve sadece merkezin (daha açığı, sarayın) şiiridir..” Bu gizli mesajı verenlerin, halk adına bir şiir endişesi taşıdıkları zannedilmesin. Bir yandan böyle söylerler, diğer yandan halkın ürettiklerine kem gözle bakarlar. Bu mesele, hakim güçlerin halk ile aralarına koydukları muhayyel sınırlarla alakalıdır. Geleneğimizin zayıflatılmaya başladığı andan itibaren bu güçler, kendilerinde vehmettikleri imtiyazları, donanımları, birikimleri mutlaklaştırıp, bunlardan yoksun olan her türlü eylemi, düşünceyi,

22

ürünü halka layık görmek gibi bir aymazlık içerisinde oldular. Sade bir dille, hece vezniyle yazılan şiirlere halk şiiri dediler. Bu şiirlerin tegannîsi ile meydana gelen, nota, sentaks, şan gibi teknik kavramlara ihtiyaç duyulmaksızın üretilen mûsikî külliyatına halk müziği dediler. Kısacası, sanat açısından değer skalası nispeten düşük olan her şeyi halka izafe ettiler. Bu algı, yıllar boyu zihinlere öyle yerleşti ki, yüksek bir zevk ve estetik ürünü olan hiçbir sanat eseri halka yakıştırılamadı. Bu köktenci yaklaşım, divan şiiri konusunda da cârî oldu ve konuyla akademik düzeyde ilgilenenlerin bile birçoğu bu algının esiri oldular. Farkında olarak ya da olmayarak… Belki de, baştan sona bir hayaller mecmuası olan divan şiirini, hayal kurma yetisinden mahrum gördükleri halkın idrakine muvafık görmediler. Halk irfanı denen o muhteşem algı düzeyini anlayamadıkları için… İmdi, hakkında bu kadar kesin hükümlerin husûle geldiği divan şiirini, bir taşra şiiri, dolayısıyla halkın şiiri olarak takdim etmeye kalkışmanın ne çetin bir iş olduğu ortadadır. İşe, divan şiirinin tarihî serencamı ile başlamakta fayda var. Kaynakların ittifakına göre divan şiirinin ilk ürünleri on üçüncü asırda görülmeye başlamıştır. Henüz Osmanlı yokken yani.. Anadolu’da şehir devletlerinin hüküm sürdüğü, eline kılıcı alanın devlet kurduğu bu dönemde, divan şiiri özelliklerini taşıyan şiirleriyle Sultan Veled, Yunus, Hoca Dehhânî gibi isimler öne çıkar. Bunlardan yalnızca Sultan Veled bir merkez şairidir. Diğerleri kelimenin tam anlamıyla taşralıdır ve merkezle irtibatları zaruret ölçüsündedir. Osmanlı’nın kuruluşu ve gelişimi döneminde arz-ı endam eden şairlerde de durum çok farklı görünmüyor. On dördüncü asrın şöhret sahibi şairleri olan, Şeyyad Hamza, Ahmedî, Gülşehrî, Âşık Paşa, Kadı Burhaneddin, Seyyid Nesîmî gibi isimlerden hiç biri merkez şairi değildir. Gerçi bu dönemde henüz bir merkezden bahsetmek de mümkün değil-


KÜN EDEBİYAT

dir ancak en azından taşra bütün özellikleriyle mevcuttur ve bu şairler bu taşradan yetişmişlerdir. Bunlar dışında, isimleri pek bilinmemekle birlikte, Türk şiirinin oluşumunda katkıları bulunan Kastamonulu Şâzî, Ladikli Mehmed, Kayserili Îsâ gibi şairler, künyelerinden de anlaşılacağı üzre taşra şairleridir. Divan şiirinin saraya izafe edilmesi, devletin bir imparatorluk halini almasından sonraki sürece atıfladır. Özellikle Fatih’ten sonra, bir medeniyet projesi olan hanedan, medeniyetin bütün bileşenlerini tahkim etmeye başlar ve bütün imparatorluk coğrafyası bundan nasibini alır. Medreseler bir yandan dinî ve fizikî ilimler üzerinde ihtisas imkanı sağlarken, diğer yandan şiir ve belâgatın en ince ayrıntılarına kadar öğretildiği bir ilim-irfan yuvası haline dönüşür. Bunun yanında tasavvuf dünyası da son derece hareketlidir. Şiir, medreselerde öğretilir ama mutasavvıflar eliyle pratiği yapılır ve en yüksek şiir dili tasavvuf dünyasında oluşur. Nihayetinde, insanlık tarihinin en görkemli şiir külliyatı meydana gelir. Bu külliyatı oluşturan şairlerin kahir ekseriyetinin taşralı oluşu sadece istatistikî bir veri değil, aynı zamanda divan şiirinin beslenip büyüdüğü coğrafyanın asıl olarak taşra muhitleri olduğunun da göstergesidir. Örneklere bir bakalım şimdi. Bu gün konuya tamamen yabancı olan insanların, divan şiiri dendiğinde akıllarına ilk gelen isim Fuzûlî’dir. Fuzûlî, ömrünün hiçbir döneminde merkezde yer almaz. Ömrü Bağdat ve havâlisinde geçer. Eğitimini orada alır, şiir dilini orada oluşturur. Divan şiiri geleneğinin en büyük şairi olmak için merkezle irtibat ihtiyacı hissetmez. Muasırı ve muakkibi olan bir çok şair de benzer şekilde, her biri bir taşra muhiti olan coğrafyanın farklı bölgelerinde yetişir ve şöhretlerini merkeze taşırlar. Hayalî Bey, Hayretî ve Usûlî Yenicevardarlı, Rûhî Bağdatlı, Yahyâ Bey Taşlıcalı, Zâtî Balıkesirli, Nev’î Malkaralı’dır. Bu dönemde merkez şairi olarak adı öne çıkan şairler Şeyhülislam Yahya ve Bâkî’dir. Bundan sonraki dönemde, sarayın bir

edebî mahfil olmasından dolayı, imparatorluk coğrafyasının hemen her yerinde aynı kelime kadrosuyla yazan şairlerin, merkezde yer alabilmek için taşrayı terk ettikleri görülür. Bu durum, divan şiirinin merkez şiiri olarak algılanmasının en önemli sebeplerindendir. Söz gelimi, geleneğin en büyük kaside şairi Nef ’î, Hasankaleli, hikemî tarzın zirve ismi Nâbî Urfalıdır ama her iki şair de İstanbul’a taşınıp, orada yaşamıştır. Bir şiir geleneğinin en büyük şairleri, özgün bir tarz ortaya koymayı başaran ve kendinden sonraki şairlere aşılmaz bir hedef koyan şairlerdir. Bunlar aynı zamanda o geleneğin kurucusu kabul edilirler. Divan şiiri geleneği için kurucu kabul edilen şairler müttefikunileyh, Fuzûlî, Hayâlî, Bâkî, Nâbî, Nef ’î, Nedim ve Şeyh Galib’dir. Bu isimlerden yalnızca üç tanesi İstanbullu, diğerleri taşralıdır. Bu küçük istatistik bile taşranın divan şiiri üzerindeki hakimiyeti göstermesi bakımından mühimdir. Kurucu şairleri taşralı olan bir şiir okulunu, merkez şiiri olarak tavsif etmek hakkaniyetli olmasa gerektir. Osmanlının son döneminde, merkezde meydana gelen yenileşme hareketleri tabii olarak edebiyatı ve şiiri de etkiler. Batılılaşma cereyanı altında yeni bir şiir dili arayışı, beraberinde çok çetin tartışmaları da getirir. Anadolu’nun – dolayısıyla taşranın- bu değişime intibakı zaman alacaktır. Bu yüzden Cumhuriyet döneminde dahi hemen her şehirde divan şiiri geleneği devam etmektedir. Son dönem şairlerine bakıldığında, hemen hepsinin aruzla şiir yazdıkları, geleneksel şiirin nazım şekillerini muhafaza ettikleri görülür. Meselenin bir başka boyutu daha var ki, o da, divan şiiri ıstılahâtının direkt olarak taşrayla ilgili oluşudur. Malumdur ki divan şiirinin vezni arûzdur. Hecelerin uzunluk ya da kısalığıyla ilgili olan bu vezin, temelde Arap edebiyatına aittir. Zaman içerisinde Acem ve Türk şiirini de kuşatmıştır. Pekâlâ, bu arûz kelimesi nereden doğmuş ve literatüre nasıl girmiştir? Lügatlere baktığımızda bu kelimenin ilk anlamının,

“bedevîlerce çadırın ortasında bulunan istinat direğine verilen isim” olduğu görülür. Ayrıca, bu veznin develerin yürüyüşlerindeki ritmden mülhem icad edildiği rivayet dahilindedir. Bidayetten beri şiire düşkün olan Arap bedevîlerin günlük hayatlarından alınıp bir kavram haline getirilen arûz, tabii olarak taşralı bir kavramdır. Zira bedevî dediğimiz, çölde yaşayan Arap’tır ve çöl Arap coğrafyasının taşrasıdır. Tıpkı bunun gibi, divan şiirinin nazım birimleri olan beyit ve mısra kelimeleri de yine bedevî kültüründen neşet etmiştir. Hal böyleyken, divan şiirinin bir merkez şiiri olduğu iddiasının temel dayanağı nedir pekâlâ? Bu sorunun cevabı, kültür ve medeniyetin tabiatında aranmalıdır. Medeniyet, iki önemli kelimeden neşet eder: Din ve şehir. Bunun anlamı şudur: Eğer bir medeniyet kurmak iddiasındaysanız, hem sağlam bir din algınız hem de ihtişamlı şehirleriniz olması gerekir. Bu ikisi tek başına yeterli değildir elbette. Medeniyetin bir de alt bileşenleri vardır ki, onları tahkim etmedikçe, onları himaye altına almadıkça medenî olamazsınız. Bu alt bileşenler, şiir, mûsikî ve mîmârîdir. Osmanlı, bir medeniyet projesiydi. Bu yüzden alt bileşenlerini, hem tahkim etmek hem himaye altına almak için merkezde topladı. Akabinde sarayda bir şiir gündemi oluştu. Bir müddet sonra saray, her şeyin olduğu gibi şiirin de merkezi haline geldi. Sadece bu bile bize şunu gösteriyor: Divan şiiri saraydan doğup taşraya taşan bir şiir değil, taşradan doğup sarayda temerküz eden bir şiirdir. Elbette tüm bu lüzumsuz bilgiler, divan şiirinin taşra şiiri olduğu iddiasını ispat etmeye yetmez ancak bunun tam tersi bir iddia karşısında da hükümsüzdür. Unutmamalı ki, hükümsüzlük yetersizlikten daha vahim bir durumdur! Yetersizlikle malûl bir iddia ile kelime sarfetmenin faydası nedir pekâlâ? Kim bilir, belki de içinde hiçbir beyit geçmeyen bir divan şiiri yazısı yazılabileceğini göstermektir!

23


KÜN EDEBİYAT

Söyleşi: İmdat AVŞAR

S

on dönem Türk hikayeciliğinin usta ismi İmdat Avşar, hikayede özgün bir üslup oluşturabilen ender isimlerden. Bozkır insanının çilesine, mutluluklarına, erdemlerine, kısacası varlığına ayna tuttuğu hikayeleri, Türkiye’de olduğu kadar Türkî cumhuriyetlerde de büyük bir ilgi ile takip ediliyor. Avşar ile, hikayelerinin beslendiği kaynak olan

B

ozkır ya da taşra, sizin hikâyelerinizde bir anayurt gibi. Bu, “taşralı” olmanızdan mı kaynaklanıyor yoksa taşranın hikâye için çok fazla malzeme içermesinden mi? Bozkır adı, niye zihinlerde olumsuz bir anlam çağrıştırıyor, ben bunu henüz anlamış değilim. Aslında bozkır, içinde barındırdığı türler açısından en zengin ve her mevsim değişen dokusuyla en renkli, en bereketli, en canlı iklimdir. Samimiyeti, sevdası, mertliği, cömertliği, garipliği, mahzunluğu, töresi, geleneği ile insanı da iklimi gibi rengârenktir bozkırın… Eğri büğrü sokaklar ve içindeki yüzlerce insanla bir tabut gibi göğe yükselen apartmanlarla kesilmez ufkunuz bozkırda. Ben bozkırda, bozkır insanının samimiyetinde bulurum kendimi. Bu yüzden, hikâyelerimin anavatanıdır bozkır. Bu taşralı olmamdan ya da taşranın hikâye açısından zengin malzeme içermesinden kaynaklanmıyor elbette. Bizler aslında hayat denen büyük hikâyenin içinden, ömür dediğimiz küçük hikâyelerimizle geçiyoruz. Bu yüzden hikâye ya da hikâye malzemesi her an, her yerde var. Şehirdeki hikâye malzemesi asla sarmıyor beni. Ben, bozkır ya da taşra gibi, sade, samimi, sıcak hikâyelerin peşindeyim. Bir temmuz akşamı, gökte ipil ipil yıldızlar elenirken, bir köy düğününde, koygun öten bir davul ile yanık yanık inleyen bir zurna sesini; neon ışıklarıyla renklendirilmiş sokak lambaları ile parlatılmış kalabalık caddelerin bodrum katlarından sızan ucuz şarkılara ya da havai fişeklerle, lazer ışınlarıyla kitleleri avlamaya çalışan sezonluk tüketime sunulmuş bağırtılara değişmem… Bozkır ya da taşra, milli kültürümüzün

24


KÜN EDEBİYAT

“TAŞRA MİLLİ KÜLTÜRÜMÜZÜN MAYALANDIĞI YERDİR” “Bozkırın değerlerini kuşaklar boyu yeniden üreten zurnacı Bağrıyanık’ın taşralılığı, elbette konservatuvarı bitirip eline bir flüt alarak bizi türkülerimizden uzaklaştırmaya çalışan Nusret Hoca’ya karşı bir duruş hem de asil bir duruştur.” mayalandığı yerdir. Taşralılık sizce bir coğrafi konum meselesi midir yoksa bir duruş mudur? Bir diğer ifadeyle, Muhterem’in müzik hocası Nusret Bey mi taşralıdır yoksa Muhterem’in babası mı? Taşrayı, coğrafi konuma indirgemek mümkün değildir. Fuzuli, yaşadığı devrin kültür sanat merkezi olan İstanbul’da değil, taşra sayılan Irak’tadır ama devrinin en parlak şairidir. Gogol, yine bir taşra yazarıdır ancak onun kullandığı dil, merkezî Rusça’yı adeta işgal etmiştir. Öte yandan Türk tarihinin en önemli merkezlerinden biri Konya iken, zamanla bu şehir taşraya dönüşmüştür. Taşra ve merkez tartışmasının temelinde aslında doğu ve batı medeniyetinin değerler mücadelesi vardır. Benim Muhterem adlı hikâyemde, taşra ile merkezin, flüt ile zurna eksenindeki mücadelesi vardır. Konservatuvar mezunu Nusret Hoca ve onun temsil ettiği batılı değerler, Muhterem’i ve onun temsil ettiği değerleri okuldan kovmaya ve zurna yerine flütü ikame etmeye çalışır. Bu hikâye, merkez denilen İstanbul’un veya İstanbul’un temsil ettiği değerlerin, taşraya dikte edilmesi ve taşranın temsil ettiği değerlerin okullardan ve hayattan kovulmasının hikâyesidir. Bozkırın değerlerini kuşaklar boyu yeniden üreten zurnacı Bağrıyanık’ın taşralılığı, elbette konservatuvarı bitirip eline bir flüt alarak bizi türküleri-

mizden uzaklaştırmaya çalışan Nusret Hoca’ya karşı bir duruş hem de asil bir duruştur… Yazı hayatınız boyunca, kendinizi taşralı hissettiğiniz, hayıflandığınız oldu mu? İlk kitabım Çiğdemleri Solan Bozkır yayımlandıktan sonra sanat ve edebiyat çevresinden pek çok eleştirmen, hikâyelerim hakkında değerlendirmelerde bulundu. Star Gazetesinden sayın Yakup Öztürk, “2009’un Hikâyesine Bakarken” adlı makalesinde; “İmdat Avşar Çiğdemleri Solan Bozkır’da günümüz hikâyesinin terk ettiği bir dünyadan

okura sesleniyor. Avşar, hayat tecrübesinden yola çıkarak Anadolu insanını adetleri, duyguları, şiveleriyle anlatarak adeta yeniden edebiyatımıza davet ediyor. Bozkır, yazarın gözünde dünyanın rengi oluyor. Yazdığı hikâyeleri okurken, Avşar’ın zapt edemediği kaleminin bozkırdan ötelere kaçamayacağını da anlıyorsunuz…” diye yazmıştı. Ben, aslında bu övgü dolu yazıyı okuduğumda, kendimi bir bozkırlı yani taşralı olarak hissettim ancak, hayıflanmak şöyle dursun, bununla gurur duydum. Çünkü ben, zapt edemediğim kalemimi zaten bozkırdan öteye kaçırmak

25


KÜN EDEBİYAT

istemiyorum. Sürekli taşraya vurgu yapmakla, sizce bir “ötekileştirme” yapmış olur muyuz? Yoksa Anadolu’yu taşra kabul edenlerin tavrı mı ötekileştirmedir? Taşra kavramını derinlemesine sorgulamanız beni rahatsız etmiyor. Çünkü ben hem taşrayı hem de taşranın bir yazarı olarak kendimi bu milletin, bu kültürün mayası, özü olarak görüyorum. Dolayısıyla ötekileştirme olarak algılamıyorum bunu. Bana göre Anadolu’yu taşra kabul edenlerin düşünce arka planında, asırlardır öz değerleri ile mayalanıp yoğrulan Anadolu’nun, kendini her dem yeniden üretmesi ve “Anadolu Taşradır!” diye bağıran koronun hoyrat şarkılar söyleyen solistlerinin arzu ettikleri tipte bir toplumsal değişimin, belki modernleşmenin önüne aşılmaz engeller koyması vardır. Uzunca bir dönem, siyasetten edebiyata kadar hayatımızın her alanında hâkim tepelere konuşlananlar ya da konuşlandırılanlar, Anadolu’ya hep yüksekten baktılar. Sovyet döneminde, yazarların taşradan yetişip gelmesi önemsenir ancak taşrayı yazmalarına şiddetle karşı çıkılırdı. Bu gün bizde de Anadolu’yu, taşrayı yazmak benzer tepkileri beraberinde getiriyor. Bunu anlamak mümkün değil. Bu ötekileştirmeyi yapanlar, Anadolu’nun siyaseti

olduğu gibi edebiyatı da kuşatmasından rahatsız oluyorlar galiba. Hikâyelerinizle Anadolu insanına ayna tutuyorsunuz, dahası ayna oluyorsunuz. Bu da, bu toprakların değer yargılarına sahip olduğunuzu gösteriyor. Hayat sizi İstanbul’a taşımış olsaydı, aynı dili ve üslubu oluşturabilir miydiniz? İnsanın yaşadığı çevre, onun, diline, davranışına, hayata bakışına, zevklerine, ilgilerine, inancına, kısacası her şeyine etki ediyor. Bu bir gerçek, ama ben nerede olursam olayım, beni çeken hikâye hep taşra oluyor. Hayatın İstanbul’a taşıdığı Abbas Sayar, Bekir Yıldız, Zeki Bulduk gibi yazarlar yine bozkırın diliyle konuşuyor. Galiba ben de aynı dil ve üslubu yakalardım… Çünkü ben İstanbul’da da sadece bozkır hikâyelerini fark ediyorum. Geçen yıl İstanbul’da vapur beklerken, simidini martılarla bölüşen mutlu insanları, sevinçli martıları seyrettim bir süre. Sonra kanadının birini nasıl olmuşsa kaybetmiş, uçamayan bir martıya ilişti gözüm. Benim için hikâye, o kanadı kırık martıydı, İstanbul, o martının garip hali içinde eridi, gitti, kayboldu birden… Yaklaşık bir yıl önce, Amsterdam’daydım. Kendimi sokaklara vurdum, hiç bilmediğim şehirde. Kaldığım otelin adresi yazılı kart vardı elimde. Nasılsa bir taksiye binip gelirdim otele. Geceleyin, o kalabalık, rengarenk ışıklarla süslü şehirde hayli dolaşıp kaybolduktan sonra, taksilerin bulunduğu yere doğru ilerledim. Taksilerin yanından geçerken duyduğum bir ses beni kendine çekiverdi. Bir abdal eli tarıyordu sazın telini ve “sevdana düşeliiii, büküldü beliiiim…” diye inleyen bir Anadolu sesi… Atladım taksiye, Konyalı bir vatandaş… Binlerce hikâyenin içinden, beni çeken hikâye buydu… Kahramanlarınız son derece sıcak kanlı, samimi. Sanki bizim mahalleden, sizin köyden çıkıp gelmişler gibi… Gerçek hayattan

26

mı seçiyorsunuz onları? Benim kahramanlarımın hepsi de gerçek hayattan seçilmiştir. Davulcu Adem, Zurnacı Bağrıyanık, Kör Bekteş, Hamdi Kirve, Ayvaz Usta, Rahman Dayı, Molla Emmi, Kerem, Abdal Kocası, Mir Seyit… Ben bu kahramanlara edebiyat dünyasında yaşayacakları bir ömür verdim. Şimdi bu hikâye kahramanları, bir yandan gerçek hayatta kendi ömürlerini yaşıyorken, diğer yandan da edebiyat dünyasında yaşıyorlar. Geçenlerde benim hikaye kahramanlarımdan biri olan Davulcu Adem, değerli sanatçımız Bayram Bilge Tokel’in Salkım Söğüt adlı televizyon programına konuk olmuştu. Bayram ağabey, ona: İmdat Avşar senin hikâyeni yazdı, bundan haberin var mı, okudun mu diye sordu. Adem ise “Bilmez olur muyum gurban olduğum, Ben Hagi’ye sitem edip bağırdıydım, İmdat hoca benim dediğimin aynısını kitaba yazmış!?” diye cevap verdi. Yani ben gerçek olaylar ve gerçek hayattaki sıradan insanlardan yola çıkarak oluşturuyorum hikâyelerimi.. Anadolu’daki edebî hayatı takip etme şansınız oluyor mu? Oluyorsa, nasıl bir edebî ortam görüyorsunuz? Anadolu’yu elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum, Bizim Külliye, Mavi, Kümbet Altında, Akpınar, Berceste, Erciyes, Alkış, Çıngı ve daha birçok edebiyat dergisini takip ediyorum. Amatör ruh ile yayın yapan bu dergilerde, çok iyi hikâyelere, şiirlere rastlıyorum. Ama henüz bu dergiler etrafında güçlü bir edebi topluluğun, güçlü bir edebi geleneğin oluştuğu söylenemez. Bunun yanında taşrada, yazdığı hikâyeler ile merkezi sarsan Emir Kalkan gibi çok güçlü hikâyeciler de var. Anadolu edebiyatı için endişelendiğim bir husustan da söz etmek isterim. Anadolu’da yayınlanan bazı edebiyat dergileri, adını duyurduktan sonra merkeze taşınmak gibi bir yanlışlığa düşüyorlar. Ancak merkezde halihazır-


KÜN EDEBİYAT

da bir dergi enflasyonu var. Arkasında nispî bir destek bulunan dergiler arasında, bu dergiler yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyorlar. Bu da, taşradan doğup taşradan beslenen kalemleri zayıf düşürüyor. Bu yüzden Anadolu’daki edebî muhitlerin daha canlı tutulması ve bir edebî geleneğin oluşturulması, bu kalemlerin sabit-kadem ya da sabit-kalem olmalarını gerektiriyor. Edebiyatın profesyonelleşmesi gerekiyor mu sizce? Bana göre profesyonellik samimiyeti ortadan kaldırır. Para karşılığı yapılan bir edebiyat, parayı ya da iktidarı elinde bulunduranların hizmetine girer. 1934 sonrası Sovyet edebiyatı, rejimin emrine girmiş ve intihar etmiştir. Türk edebiyatının da bir dönem benzer bir badire atlattığı düşünülebilir. Ayrıca profesyonellik, tanımı gereği meslekler için cârî olan bir kavramdır. Oysa edebiyat bir meslek değildir. Kültür Bakanlığı yeni yazarlara finansal destek vermek gibi bir girişimde bulundu geçtiğimiz aylarda. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Finansal destek, amatör yazarları profesyonelleştirir mi? Sanıyorum bu destek, yazarların bakanlığa sunduğu projelerin değerlendirilip kabul edilmesinden sonra verilecek. Devlet desteği ile sanatın yürüyeceğini sanmıyorum. Bakanlık, sonuçta bir siyasi parti temsilcisinin yönettiği kuruluştur. Yani iktidar organlarından biridir. İktidarın siyasi görüşü aksine bir proje ya da eserin bakanlıktan destek alacağını hiç sanmıyorum. İktidarlar değiştikçe, destek alan yazar ve eserler de değişecektir. Son olarak…? Kün Edebiyat dergisine, yayın hayatında başarılar diliyorum…

İmdat AVŞAR 1967 yılında Kırşehir- Kaman’ da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Kaman’da tamamladıktan sonra, 1989 yılında Kırşehir Eğitim Yüksekokulundan mezun olarak öğretmenliğe başladı. Malatya ve Erzurum illerinde bir süre öğretmenlik yaptı. 1993-1997 yılları arasında İnönü üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Yöneticiliği ve Deneticiliği anabilim dalından mezun oldu; 1997-1999 yılları arasında Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Yüksek Lisansını tamamladı. 2000 Yılında aynı üniversitede Eğitim Bilimleri Anabilim Dalında doktora öğrenimine başlayan AVŞAR, doktora öğrenimine devam edemedi. 1999 yılında Iğdır’a ilköğretim müfettişi olarak atanan yazar, halen Kayseri de eğitim müfettişi olarak görev yapmaktadır. Avrasya Yazarlar Birliği, Azerbaycan Yazarlar Birliği ve Dünya Genç Türk Yazarlar Birliği üyesi ve Türk Dünyasının ortak edebiyat dergisi olan “Kardeş Kalemler’in” yazı kurulunda da görev yapan Avşar’ın 2007 yılından bu yana yazdığı şiir ve hikâyeleri, Türkiye’de Kardeş Kalemler, Türk Edebiyatı, Bizim Külliye, Berceste, Şehriyar, Gökbayrak; Türkiye dışında ise Türk lehçelerine çevrilerek, Kardeşlik (Kerkük) Bayrak (Bağdat) Ulduz, Yazı, Edebiyyat Gazeti (Azerbaycan), Cengi Alatoo, Kırgız Adabıyatı (Kırgızistan) Juldız (Kazakistan) Agidil (Başkurtistan) Nenkecan Yıldız (Kırım) gibi dergilerde yayımlandı. Birçok Türk lehçesinden hikâye ve şiir çevirileri de yapan AVŞAR’ın bu çevirileri, Türk Dünyasının ortak edebiyat dergisi olan Kardeş Kalemler’de yayınlanmaktadır. İmdat Avşar, 2009 yılında “Abbas Sayar Hikâye Yarışmasında,” “Şehnaz Hanım Koleji” adlı hikâyesiyle; 2011 yılında “Yunus Emre Anısına Sevgi” konulu hikâye yarışmasında “Soğuk Rüya” adlı hikâyesiyle iki kez Türkiye birinciliği ödülünün sahibi oldu... Avşar ayrıca, “Gecenin Suskun Nağmesi” adıyla yayımlanan şiir çevirisiyle 2010 Yılı “Uluslararası Resul Rıza Ödülüne;” “Aydınlık Geceler” adıyla yayımlanan hikâye çevirisiyle Avrasya Yazarlar Birliği tarafından 2012 Yılı “En İyi Hikâye Çevirisi” ödülüne; Türk lehçelerinden çevirdiği eserler ve yaptığı diğer çalışmalar nedeniyle, Azerbaycan Yazarlar Birliği Tarafından, 2012 Yılı “Bahtiyar Vahapzâde Adına Uluslararası Türk Dünyası Edebiyatına Hizmet” ödülüne layık görüldü. Eserleri: Çiğdemleri Solan Bozkır (2009), Evliya Çelebi’nin İzinde Azerbaycan (2012), Soğuk Rüya (2012), Anamın Saatları (Azerbaycan Türkçesiyle Bakü-2012) Çevirileri: Aydınlık Geceler(Elçin Efendiyev-2009), Komutanın Maymunu(Ejder Ol-2010), Nazım Hikmet: Kerem Gibi (Anar-2010), Gecenin Suskun Nağmesi (Resul Rıza-2010) Kara(b)ağlayan Hikâyeler (Eyvaz Zeynalov-2011), Sılaya Dönüş (Elçin Hüseynbeyli-2011), Çaresiz Yolcu (Novruz Necefoğlu-2012)

27


KÜN EDEBİYAT

TÜRKÜLERE DESTAN Dr. Mehmet GÜNEŞ Oğlum Ahmet Kürşad’a -IYanık yüreklerden yâre yakılan, Bir içli destandır bizim türküler… Gönülden çağlayıp dile dökülen, Kutlu bir fermandır bizim türküler…

Düğünde, dernekte, toyda söylenir, Şehirde, yaylada, köyde söylenir, Halayda, sinsinde, çayda söylenir, Cenkte mehterândır bizim türküler…

Erenlerin divanına duranlar, Pir Sultan’la saza nakış vuranlar, “Gelin canlar” diye semah kuranlar, Candan öte candır bizim türküler…

Davul vurur, kıt’aları titretir, Çalar zurna, gökkubbeyi inletir, Hüznü nefes nefes mey’de dinletir, Sineyi yakandır bizim türküler…

“Kırklar Meclisi”nde mestâne olur, “Haydar”, “dâr’a düşer” divâne olur, Dil tutuşur, teller pervâne olur, Gönülde sultandır bizim türküler...

Âşığın gönlüne düşmüş sevdâdır, Yürek sızısına derttir, devâdır, Baraktır, zeybektir, uzun havadır, Hoyrattır, tatyandır bizim türküler…

Dadaloğlu söyler son nefesinde, Bozlaklar “Bozkırın Tezenesi”nde, “Zahidem” yaş döker yanık sesinde Yâr ile yârandır bizim türküler…

Asırların nefesinden iz vardır, Sevdâ ateşinden kalmış köz vardır, Her “âh”ın içinde binbir söz vardır, Ehline ayândır bizim türküler…

-IIYunus gibi “Gül” aşkını anlatan, Karacoğlan koşmasını dinleten, Köroğlu’yla Çamlıbel’i inleten, Bir ulu dîvandır bizim türküler…

Mahzûnî, gönülden gönüle akar, Veysel’in sözleri bahara çıkar, Davut Sulârî’nin sazında efkâr, Nidâ’ya lisandır bizim türküler…

Türkü vardır; şâhı dize getirir, Türkü vardır; Kaf Dağı’nda oturur, Türkü vardır; bizi alıp götürür, Bir tayy-i mekândır bizim türküler…

Emrah, duyguların saçını tarar, Sümmânî, Hakikat nûrunu arar, Dertli, gözyaşını kalbe oya’lar, İncidir, mercandır bizim türküler…

Bir pîrin bâdesi, bir dost selâmı, Bir şiir nefesi, bir aşk kelâmı, Gül yüzlü güzele gül ihtirâmı, Hak’tan armağandır bizim türküler

Gevherî, yürekler dağlayıp gider, Seyrânî, dillerde çağlayıp gider, Derdiçok, derdine ağlayıp gider, Âşığa meydandır bizim türküler…

-III“Gizli sırlarımı âşikâr” eder, Sırra kadem basar, sır olup gider, “Bir yiğit gurbete” düşünce ne der? Hâle tercümandır bizim türküler…

Mısralarda ışır gönül terimiz, İçinde saklıdır ruh cevherimiz, Ata yâdigârı mücevherimiz, Evlâda nişandır bizim türküler…

Leylâ, Mecnun olup çöle çıkarmış, Kamber’in gönlünde tek Arzu varmış, Aslı varsa Kerem aşkı yakarmış; Bir fasl-ı hazandır bizim türküler…

“Fitil işler” kalbimdeki yaraya, “Selvi boylum” hasret girdi araya, Diyârı gurbette döndüm çıraya, Ocakta dumandır bizim türküler…

Sevincin, elemin, aşkın, hicrânın, Hayata hükmeden en sıcak ânın, Türkülerde atar nabzı zamanın, Yaşanmış devrândır bizim türküler…

Ferhat dile gelir dağdaki izde, Bir Şirin ses verir yüreğimizde Duygular dizeye kanattır bizde, Ölümsüz ozandır bizim türküler…

“Kara bahta, kem tâlihe” sitemli, Felek vurmuş, bakışları elemli, Yine yağmur yağmış, gözleri nemli, Bir ebr-i nisandır bizim türküler…

Bir dut dalı can bulunca ellerde, Yaslayıp başını yatar kollarda, Hangi duygu dile gelmez tellerde, Bağlamaya şandır bizim türküler... Saz ustası; üstâdından el tutar, Yüreklere mızrap vurur, tel tutar, Perdelerde uzun ince yol tutar, Cihânı seyrandır bizim türküler…

28 28

Bir ömür türküler peşinde gezen, Ezgiler derleyip nağmeler süzen, Çiçekler açanda der “Sarısözen”; Bal dolu kovandır bizim türküler…


KÜN EDEBİYAT

Bulut gelir, kirpiklere yaslanır, “Kırmızı gül” gözyaşıyla ıslanır, “Nenni” deyi yavrusuna seslenir, Vuslattır, hicrandır bizim türküler…

“Çamlığın başını” bir tütün alır, Aşkın her çıngısı “Sürmeli” olur, “Seher vakti” yol gösterir, yol bulur, Dertliye dermandır bizim türküler…

Gönül goncasına “höllük eleyen”, Hayâlleri umutlara beleyen, “Ayrılık” derdinden “aman” dileyen, “Gam yüklü” kervandır bizim türküler…

“Kırklar Dağı”ndaki “Turnalar” hasta, “Kınayı getiren” “aney”ler yasta, Karşı dağı “duman kaplar” Sivas’ta, “Kar ile boran”dır bizim türküler…

“Bayram” gelir, yüreklere “kan damlar”, Sînemize demir atar akşamlar, Her ağıt duyanda göğerir gamlar, Âh ile figandır bizim türküler…

“Diyarbekir”, Güzelses’le “şâd akar”, “Urfa Dağları”ndan marallar bakar, “Çayda”ki “çıra”yı bir gazel yakar, Âteş-i sûzândır bizim türküler…

Kırık havaların kıvraktır hâli, Dağıtır kasveti, döker melâli, “Havuzu dolanan” ezgi misâli, Bazen de fettandır bizim türküler…

“Maraş’tan bir habar” geliyor bize, “Merik kan kusuyor”, ne hacet söze, Mezar kazılınca “sıladan yüze”, Taşı ağlatandır bizim türküler…

“Bulguru kaynatıp” bir fasıl açar, “Güzeller içinde” kendinden geçer, Sevinçle oynayıp, neşeyle uçar, Ak saçlı civandır bizim türküler…

Karadeniz kemençeyle coşuyor, Her nağme içinde hüzün taşıyor, “Eşref Bey Ağıdı” yürek deşiyor, Hançerden yamandır bizim türküler…

Bir bakarsın “pencereden kar” gelir, Her mısraın menziline yâr gelir, “Gönül dağı” türkülere dar gelir, Sâhilsiz ummandır bizim türküler…

Yaz “Kâtibim”; “Gemilerde tâlim var”, İstanbul’da “Bahriyeli yârim var”, “Aman doktor” benim dertli hâlim var, Hastaya Lokman’dır bizim türküler…

“Oğrun oğrun kaş altından” baktırır, Mor sümbülü, gül sîneye taktırır, “Yeşil köşkün lambasını” yaktırır, İlahî ihsandır bizim türküler…

“Çeşm-i siyahım”la derdim uyandı, “Bir of çektim” dağlar kana boyandı, “Yandı Çukurova” âhımdan yandı, Dilde “Mihriban”dır bizim türküler…

“Garip bülbül gibi” gülleri deren, “Seyreyle” diyerek gönlünü veren, “Kudret-i Mevlâ”ya duâ gönderen, Rahmân’a mihmandır bizim türküler…

“Bitez Yalısı”nda oturur zeybek, “Çökertme” söyleyip, diz vurur zeybek, Efeden kızana dik durur zeybek, Zâlime isyandır bizim türküler… Meriç, selâm söyler dertli Aras’a, Erciyes el eder Ağrı’ya, Kars’a, “Ezgiden bir köprü” nerede varsa, Oraya revândır bizim türküler…

-IV“Yemen”i yâd edip ağıtlar yakmış, “Tez gel ağam” diye yollara bakmış, Hüznün her rengini miras bırakmış, Yaralı ceylandır bizim türküler… “Çanakkale” içre “Aynalı Çarşı”, “Onbeşliler” gider düşmana karşı, Sessiz hıçkırıklar inletir arşı, Kırılmış fidandır bizim türküler…

“Şu uzun gecenin” yorgun düşünde, Erzurum’da “Sarı Gelin” peşinde, Hasret ocağının aşk ateşinde, Aşk-ı gülistandır bizim türküler…

-VTutsak sevdalara, sürgün düşlere, Ay-Yıldız aşkına vurgun düşlere, Yâd ellerde kalmış yorgun düşlere, En kuytu limandır bizim türküler… İsimleri “mahnı” olur, “yır” olur, Çalgıları “kopuz” olur, “tar” olur, Hudutlar ötesi nazlı yâr olur, Göklerde “Çolpan”dır bizim türküler... Ay hüzünle doğar Tanrı Dağı’nda, “Kuşlar hem feryat”tır dostun bağında, Issık Gölü titrer yâr dudağında, Göygöl, Tiyan-Şan’dır bizim türküler… Kırım’da kırılır, Kerkük’te yanar, Karabağ deyince yarası kanar, “Gülleri soldu” mu deliye döner, Bülbül-ü nâlândır bizim türküler… “Altın hızma” diyen dil pâre pâre, “Mum kimin yanarım”, “gayrı ne çâre” “Arda boylarında” kaldım bîçâre, Dîde-i giryândır bizim türküler… “Ramizem”in gözlerinde hasret var, “Alişim”in yüreğinde gurbet var, Duygular hicranlı, yine hicret var, “Zülfü perişan”dır bizim türküler… “Estergon Kal’ası” ya şimdi neyler? “Akmam” diyen “Tuna” neyi dert eyler? “Şehriyâr’ın şeherleri” ne söyler? Ahvâli beyandır bizim türküler… Sen nerdesin “Gara gözlü ay balam”, “Men sana hayran”ım “gadalar alam”, Yürekten yüreğe “mehebbet salam”, “Gözele gurban”dır bizim türküler… Saz çalanda ruhumuzu kuş eyler, Bu türküler gönlümüzü hoş eyler, Üsküp’le Taşkent’i bize eş eyler, Cânıma cânândır bizim türküler… Gönül cemresidir, aşk mayasıdır, Bu toprağın sevincidir, yasıdır, GÜNEŞ’in sevdâsı, sözün hasıdır, Gülzâr-ı vatandır bizim türküler…

29 29


KÜN EDEBİYAT

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN ARDINDAN Süleyman ÇINARER

7

Nisan 1932 tarihinde Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesine bağlı Ekinözü (Cela) köyünde dünyaya gelen Karakoç’un küçük yaşlarda şiirle uğraşmasının en büyük nedeni aile büyüklerinin (dedesi ve babası) de bizzat şair olmalarıyla ilgilidir. 1958 yılında bulunduğu kasaba belediyesinde mesul muhasip olarak memuriyete giren Karakoç, 1981 yılında emekli oldu. 1985 yılından itibaren çeşitli dergi ve gazetelerde şiir ve makaleler yazdı. On iki şiir, bir tane de nesir kitabı çıktı. Abdurrahim Karakoç şöyle anlatır kendini: “Ebedî kudretin tek sahibinden alınan emir üzerine 1932 yılında dünyaya gelmişim. Çocukluğum şöyle-böyle geçti. Kıt imkânlara, kıtlık yıllarına rağmen hâlâ o günleri özlerim. Birçok kimseye o yılları anlatsam, ‘Özlenecek neresi var? ‘ diyebilirler, amma ben hep çocukluk yıllarımı sevdim. Şiir yazmaya küçük yaşlarda başladım. Zaten bizim oralarda her genç şiir yazar. Bu tutku başka bir meşgalenin veya işin olmayışından kaynaklanıyor gibime geliyor. Ben de avareydim, boşluğumu şiirle doldurmaya çalıştım. Benimle şiire başlayanlar yalnızlıktan, yardımsızlıktan dökülüp gittiler. Bana gelince: Sağ olsunlar, iktidarların ve muhalefetin irikıyım politikacıları, ihtilal cuntacıları, ‘bilimsel’ cüppeliler, entelektüel züppeler, millî soyguncular, sosyete parazitleri, sermaye sülükleri, zulüm-işkence makineleri, adalet katleden hukukçular, dalkavuklar, üç kağıtçılar v.s. hep bana yardımcı oldular. Şiir malzememi veren onlar, öfkemi bileyen onlar oldular. Yardımlarını inkâr etmiyorum, fakat teşekkür de etmiyorum. Dinsizlerin değil, din düşmanlarının, yani İslâm düşmanlarının da az yardımı olmadı. Bir bakıma dinî duygularımın kuvvetlenmesine vesile oldular. En uygun zamanda yaşadığıma inanıyorum. Yardımcılarım (!) var oldukları sürece yazmaya devam edeceğim. Allah (C.C.) kısmet ederse...” Bir ara politikaya girdi ve sonrasında

30

ayrıldı. Niçin girip ayrıldığını soranlara: “Allah rızası için girmiştim, Allah rızası için de ayrıldım.” demiştir. Abdurrahim Karakoç; imanlı, şahsiyetli, inancından taviz vermeyen, hayatını din ve millet uğruna mücadele ederek sürdüren Müslüman bir Türk’e yakışan nitelikte bir insandı. Aynı zamanda memleketin sosyal, siyasi, iktisadi bütün meselelerini mısralara dökebilme kabiliyetine sahip müstesna ozanlarındandı. İslam’ın gericilik, yobazlık, sosyal meselelerden uzak diye nitelendirildiği zamanlarda şair şöyle haykırıyordu: Askerlerin miğferine Kağnıların tekerine Buda´nın tunç heykeline Hak yol İslâm yazacağız. Herkes duyacak, bilecek Saklanmaz gayrı bu gerçek Yaprak yaprak, çiçek çiçek Hak yol İslâm yazacağız. Böyle bir inanca sahipti kendileri. Herkesin korktuğu bir zaman ve zeminde imanı olanların korkak olmadığını iddia ve ispat ediyordu. İlk şiir kitabının adı “Hasan’a Mektuplar” dır. Burada ismi geçen Hasan bendim, sendin. Hasan milletti, Hasan devletti; Hasan imandı. Böyle bir düşünce içerisinde şöyle diyordu: “Mektup yazdım Hasan’a, ha Hasan’a ha sana…” Onun şiiri memleketin durumundan bağımsız değildi. Memleketin derdi, gidişatı, içinde bulunduğu durum, Türk Dünyası’nın çıkmazlığı Karakoç’u yiyip bitiriyordu. Üzüntüsü bu yüzdendi. Memleketteki sosyal çöküntünün, ahlaki bozukluğun hızla ilerlediğini görmüş ve kendisine gelmesi için insanımıza uyarılarda bulunmuş ve bu yozlaşmayı şiirlerinde işlemiştir:


KÜN EDEBİYAT

Asalet babasız çocuk doğurdu, Nazlı hürriyeti haydutlar vurdu Viraneye döndü Türkhan’ın yurdu, Köyün tadı tuzu kaçtı be Hasan… Zeynep bize küskün, İffet sürgünde, Rezalet, felaket yağar her günde, Yedi Haslet verem oldu bir günde, Ülkü kötü yolu seçti be Hasan… Karakoç, aydın olmanın memleketi satmaktan ibaret olmadığını bilenlerdendi. Çağdaş ve ilerici olarak vasıflandırılan, sahte, memleket savunucularının kendisi gibi düşünenlere dil uzattığı bir ortamda; Karakoç, adalet nizamının bozulduğunu, ideolojiye göre hukukun uygulandığını dile getiriyordu. Dinsiz devlet olurdu; ama adaletsiz devlet olmazdı ona göre. Gene tehir etme üç ay öteye Bu dava dedemden kaldı hâkim bey Otuz yıl da babam düştü ardına Siz sağ olun o da öldü hâkim bey Mülkün temeliydi adalet hani Bizim hak temelde saklı mı yani Çıkartıp da versen kim olur mani Yoksa hırsızlar mı çaldı hâkim bey Adaleti böyle dile getirirken şair, ülkenin diğer meseleleri bitmiyordu ki! İnsan yaşantısı hiç önemli değildi, insanın hiçbir değeri yoktu. Parası olanın yaşadığı, parası olmayanın ölüme terk edildiği bir ülkede yaşıyorduk. Bunu da şöyle dile getiriyordu: Yedi baş horanta yıkık hanede Tüm kazancım bini bulmaz senede Yüz pangunot helal olsun gene de Ben nereyim beş yüz nere doktur bey. Memur gelir karşılarsın köşeden Zengin gelir kırılırsın neşeden Öte kaçma bizim garip Eşe’den Bakıp boynundaki kire doktor bey. Bütün bu olayların bir de idare edildiği yer vardı. Orası da Türkiye Büyük Millet Meclisi idi. Bizim seçip gönderdiğimiz mebuslar, genel başkanlarının emirleri doğrultusunda hareket ediyor; kendi menfaatlerini düşünüp milleti ikinci plana itiyorlardı. Ül-

keyi refaha götürmek zorundaydılar. Ama Karakoç öyle olmadığını söylüyordu: Vallahi sıtkımı sıyırdım senden, Tiksintimi naz belleme mebus bey, Yoksulluktan yanan kara bağrımı, Isınacak köz belleme mebus bey. Mostoran meydanda sağ ol, çok yaşa, Benim tütüne zam, senin maaşa, Bulgur bulamazken çorbaya aşa, On kuruşu az belleme mebus bey. Abdurrahim Karakoç’un bir mevzu olsun ki hislerini şiire dökmesin. Fakirliğin bağrını deldiği bir ailenin bayram sabahını anlatırken insan gözyaşlarını tutamıyor ve bazen ülkeyi idare edenlere ne söyleyeceğini kestiremiyor. Vicdanların kalktığını, merhametin yok olduğunu bu şiirle dile getiriyor: Güneş yükselmeden kuşluk yerine Bir adam camiden döndü evine Oturdu sessizce yer minderine Kızı “Bayram” dedi, yalın ayaklı Adam “Bayram” dedi, tam ağlamaklı. Düşündü kış yakın, evde odun yok Tenekede yağ yok, çuvalda un yok Yok yoka karışmış; tuz yok, sabun yok Avrat “Bayram” dedi, eğdi başını Adam “Evet” dedi, sıktı dişini. Karakoç, siyasilerimizin dilinden bir türlü düşürmediği “Demokrasi” vurgusunu da mısralarında çok güzel işlemeyi bilmiştir: Dedim ki demokrasi geldim sizin eve, Dedi gelse ağırlar, beslerdim seve seve, Açık koymuş kapıyı belki gelir diyerek, Pencereden fil girmiş, bacadan girmiş deve. Sonuç olarak Abdurrahim Karakoç için yazılanların, onun gerçek değerini anlatmasına imkân yoktur. Çünkü onun şiirleri insanı kendinden alıyor, sonu olmayan düşüncelere salıyor. Bu vesile ile Hakk’ın rahmetine kavuşan Abdurrahim Karakoç’a Cenab-ı Hak’tan rahmet dilerim. Mekanı cennet, kabri pir nur olsun. Allah taksiratını affetsin

31


KÜN EDEBİYAT

USTA Halil DERVİŞ

Ç

ocukluğumun, hafızamda yer eden enstantanelerinden birinde Abdurrahim Karakoç adı var. Kendisi de şiirden behreli olan babam, bir gün elinde bir kitapla geldi. Kapağında tabanca şekli verilmiş bir besmele hattı vardı ve üzerinde “Vur Emri” yazıyordu. Devir, siyasi ortamın son derece gergin olduğu, her gün birilerinin birilerini vurduğu, muhataralı günlerin devriydi. Çocuk zihnimde vurmanın hayatın bir gereği olduğu fikri oluşmuş olmalı ki, hiç yadırgamadım bu kapağı, hiç korkmadım. Kitabın sayfalarını açıp okumaya başladığımda, içimden bir şeylerin ılık ılık aktığını hatırlıyorum. O güne kadar babamın sarı yapraklı defterlere yazdığı, her biri parmak hesabıyla mevzun şiirlerden başkasını okumamıştım. Vur Emri’nin sayfalarında gördüğüm şiirler, ne kadar da babamın şiirlerine benziyordu. Mesela babam; Bak ne diyeceğim dinle sözümü Gel birer cigara yakalım berber Şu tıraşla fena yaktın özümü Biraz da hatırın yıkalım berber diyordu bir şiirinde. Vur Emri’nde ise sanki aynı kaynaktan gelmişçesine şöyle bir dörtlük vardı: Avrat yeğin sayrı benim karnım aç Keyf için gelmedik bura tohtur bey Fukara harcından yaz da bir ilaç Olsun derdimize çara tohtur bey Heceleri saydım, her ikisi de aynı. Her ikisi de bizim insanımızın çilesine, yoksulluğuna, çaresizliğine dair sıcacık mısralar içeriyordu. O halde Abdurrahim Karakoç bizim gibi bir insan olmalıydı. Bir bozkır evladı, acıyı bal eylemeyi bilen, içinde çağlayan hisleri şiir şiir büyüten bir halk ozanı..

32

O büyülü kitabı defalarca okudum. Diyebilirim ki, bir Vur Emri hafızı oldum. Kimi zaman koynuma alıp yattım onunla. Kim bilir belki de ondaki cevherlere ben de sahip olayım istedim. Ve belki bunun için, hece şiirini çok sevdim, has şiirin ancak heceyle yazılabileceğine iman ettim. Aradan zaman geçti, küçükler büyüdü, büyükler daha da büyüdü. Bir yandan kendimi ideolojik bir yapılanmanın içinde çırpınır buldum, bir yandan şiire dair ahkâm kesmeye başladım. Karakoç şiirinden öylesine etkilenmiştim ki, ona uymayan şiirlere sahte nazarıyla bakıyordum. Yarım kalan üniversite tecrübem esnasında modern şiirle ciddi bir ülfetim oldu daha sonra. Şiir okumalarının bazen işkenceye dönüştüğü demler oldu. Ne zaman bunalsam Dosta Doğru’nun, Gökçekimi’nin ferahlatan şiir bahçelerinde teneffüs ettim, bir kez daha şiire olan inancım arttı. Kanımın delicoş kaynadığı dönemlerdi. Mitinglerde Abdurrahim Karakoç’un “Yola ağaca pınara/ Esen yele yağan kara/ Yağmur yüklü bulutlara/ Hak yol İslam yazacağız” dörtlüğünü bağıra bağıra okuyordum. Heyecanlıydım. Kurtarılmayı bekleyen bir dünya vardı ve onu sadece benim gibi düşünenlerin ideolojisi kurtarabilirdi. Onun dışında herkes yanılgıdaydı, herkes cehenneme son sürat gidiyordu. Sonra bir gün, asla yıldızımızın barışmayacağını sandığım bir başka ideolojinin müntesiplerinin bir mitingine denk geldim. Hayret ki, onlar da aynı dörtlüğü benim kadar, belki benden de hararetli bir şekilde okuyorlardı. İşte o gün zihnimdeki buzdağının bir parçasının erimeye başladığını hissettim. Karakoç ülkücü dedi bilenler. Hayretler içerisinde kaldım o an. Nasıl olur da, benim gibi düşünen, benim gibi yaşayan, benim dertlerimi dile getiren bir şair ülkücü olabilirdi? Üstelik babam nasıl olurdu da bir ülkücü şairin kitabını evimize getirirdi?


KÜN EDEBİYAT

HÜZZAM AŞK Bu sorunun cevabını kabullenmem zaman aldı. Meğer ideolojiler, bize giydirilen ve o günkü bedenimize uygun düşen, ancak beden yaşlandıkça yakışığı kalmayan giysiden başka bir şey değilmiş. Meğer benim “öteki” dediğim, canımdan, kanımdan bir parça imiş. Benim gibi konuşan, benim gibi yaşayan, güldüğüme gülen, ağladığıma ağlayan insanlar niçin öteki olsunlardı ki? Ben bunlarla kafa yormaya başladım ancak etrafım henüz bu gerçeğe hazır değildi. Bu yüzden Karakoç okumalarımı gizli gizli yapmaya başlamıştım. Ta ki, şiirin aslında ayırıcı değil birleştirici bir mahiyeti olduğunu, olması gerektiğini anlayana kadar. İşte Abdurrahim Karakoç’un bendeki en büyük tesiri bu oldu. Keskin fikirlerim törpülendi, insana insan olduğu için değer vermek gerektiğini ondan öğrendim. Şiiri de ondan öğrendim ben. Şiirin bir ritim meselesi olduğunu, her kelimenin şiire yakışmayacağını, veznin bir gösterge olduğunu vesaire. Onun şiirlerini okumaktan dolayı kulağımda oluşan ritim, ileride aruzu da kavramama vesile oldu. Bendeki Abdurrahim Karakoç portresi, elinde kurşun kalemi, önünde boş sayfalar, kan ve gözyaşı, elem, keder, dert. Ama hep cemiyete dair. Bu milletin has evladı, has şairi. Kendini bir davaya adamış ama aşkı da yok saymamış. Şair işte, kelimenin tam anlamıyla şair.. Karakoç bir dava adamıydı, evet. Kendisini adadığı ve ilkelerini bütün hayatına nokta nokta yaydığı bir davası vardı. Ama o, bunun yanında bir de şairdi ki, ben en çok bu tarafını sevdim. Hem de “Aldanma ki şair sözü elbette yalandır” mısrasına muhalefet eden belki de tek şairdi. Şiirinde yalana, hilafa yer yoktu. İnandığı gibi yaşadı, yaşadığı gibi yazdı. Şiirini davasının hizmetkarı kılışı özel bir tercihtir, methedilir ya da zemmedilir. Ancak başlı başına şiirini yermeye kimsenin cüret edemeyeceği, kimsenin eline

su dökemeyeceği kıratta bir şair olduğu bir tercih meselesi değildir. Ona bu pencereden bakanlar hep dillere pelesenk olan harikulade şiiri Mihriban’ı öne çıkardılar. Gerçekten de hâzâ şiir denecek düzeyde ihtişamlı mısralarla kurulu olan bu şiir, Türk edebiyat tarihinin en nadide örneklerindendir. Hatta, halk şiirine ikrah ile yaklaşanları tövbe kapısına getirmeyi başaracak bir güce sahiptir. Çünkü onlar da biliyorlar ki; “Lambada titreyen alev üşüyor/ Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban” diyebilmek her babayiğidin harcı değildir. Aslına bakılırsa bu muhteşem şiir, Karakoç’un şiir gücünü perdelemek gibi bir talihsizliğe de uğradı. Mihriban bir şehir efsanesine dönüştü ve yüzlerce şiiri onun gölgesinde kaldı. Onunla ilgili hüküm verenler ya dava adamlığını ya da Mihriban’dan hareketle sadece ince duyguların şairi olmasını dikkate aldılar. Oysa onun şiirinde hikmetten, mizahtan hatta şathiyeden sayısız misaller vardır. Bu noktadaki ayrıntıları bir sonraki yazıya bırakmak üzere, Karakoç’un üzerinde çok durulmayan şathiyelerinden bir iki misalle sözü bağlayalım. Ve görelim ki, onun hayal gücünün sınırları ne kadar geniş, mazmunları ne kadar kendine has: Yırtıldı ruhlara çizdiğim resim Yazık kulaklara sığmadı sesim Yaşadığım şimdi beşinci mevsim Çağın çilesini sırtıma sardım …… Çelik testereyle kestim suları Yıkadım duvara astım suları Düşümde düşüme girdim dün gece Kendimi kendime sordum dün gece Son olarak Abdurrahim Karakoç’u hiç görmediğimi ama benim gıyâbî ustam olduğunu belirtmem gerekiyor. Mekanın cennet olsun Büyük Usta! Cennette yazdığın şiirleri okumak için sabırsızlanıyoruz!

Şafak YOLCU Hangi geceydi bilmem gelişin İçimde deliriyorken alıcı kuşlar Hiç hesapta yokken gözlerindeki yıldızlar Efsunlu bir şiirle avuçlarında Habersizce okşamıştın saçlarımı Ve mühürlemiştin alnımı Maviyi anlatan dudaklarınla... Çocuktu henüz sevdam, ağlamaklıydı Kapı eşiğimdeydi dönüşsüz bir göç Adamıştı dalındaki son sarı yaprağını, Tek kişilik gözyaşına Sen ise göğe kuşlar uçuruyordun, Aşkı arıyordun dipsiz kuyularda Yüzümün siyahına inat, “Mavi aşkına kal” diyordun, Ismarlama bir rüyaya... Çorak gözlerime hediye şimdi senden Bu sulu sepken Ektiğin çiçekler yas renginde kuruyor Ürperiyor, gecelerce tutuştuğumuz sular Can kuşum, Son/baharım, Yer değiştirir miydi hiç dağlar? Susma kurban olduğum, Neden çıkmadı Kaf Dağı’na Yürüdüğümüz yollar?... Tasviri imkansız bu kırmızının Yanıyor hep sayfalar, yanıyor kuşlar Adını sayıklıyor odamda titrek lambalar Gözleri çok yabancı bana, bu sızının... Varsın hüzzam olsun bu aşkın adı Varsın fırlasın yine, ok gergin yaydan Ardına sığındığım münzevi bir buluttan Yağamadan bir kez olsun alnına Derbeder yüzümü eğip toprağa Helal edip hakkımı Gidiyorum D/okunulmamış bu hazin masaldan... Varsın böyle olsun, suçlu arama Varsın bundan böyle Kendi omzunda ağla...

33


KÜN EDEBİYAT

ABDURRAHİM KARAKOÇ’UN CANINI ADADIĞI DAVA İhsan KURT

7

Haziran 2012 Perşembe… Önceleri sadece şiirleri ile tanıdığım, daha sonraları bir komşum, bir ağabeyim olan, kendisinin ifadesiyle onun “eskimeyen bir dostu” olarak kaldığımı söyleyen Abdurrahim Karakoç’u rahmeti rahmana uğurladığımız tarih. Bundan sonra da dualarımız üzerinde olacaktır elbette. Sözü fazla uzatmadan, ancak bir konuya da dikkat çektikten sonra sadede gelmek istiyorum. Bilmiyorum basını takip edenlerin dikkatini çekti mi? Onun ölümü hakkında haber yapanlar, birkaç satır yazmaya kalkanlar Karakoç’u hep ‘Mihriban’ şiiri ile öne çıkardılar. Öyle ki bu durum-da aşırıya gidenler neredeyse ‘Mihriban’ şiiri kadar başka şiirlerinin olmadığını ima etmeye çalış-makta gibiydiler. Bu anlayışın gerisinde eğer bilgisizlik yoksa pekiyi niyet aranmayacağını işaret etmek istiyorum. Çünkü Karakoç’un ‘Mihriban’dan daha kuvvetli şiirleri olduğu gibi, davası da, sevdası da sadece şahsi olarak kalmamıştır. Şiirleri topyekûn okunduğunda bu durum açıkça anlaşılacaktır. Mesela biz bu yazımızda sadece ‘Türk’ ve ‘İslam’ davasını konu edinen şiirlerinden birkaç örnek vermeye ve onun dilinden davasına işaret etmeye çalışacağız. Albayraktır anayurdun gelini Bu canı Türklüğe adadım anne. Oniki yaşında ettim yemini Bu canı Türklüğe adadım anne. … Yar saçına düğümlenmiş gül gibi Yıllar yılı meyve veren dal gibi Zarf üstünde mühürlenmiş pul gibi Bu canı Türklüğe adadım anne. Bu iki dörtlük Abdurrahim Karakoç’un “Adak “isimli şiirinden alınmıştır. Şiirde de ifade etmiş olduğu gibi Karakoç, en kıymetli varlığı olan canını on iki yaşında yemin ederek Türklüğe adamıştır. Diğer şiirlerinde de gördüğümüz gibi Karakoç Türklüğün kara sevdalısıdır. Çok erken yaşlarda etmiş olduğu yeminini hiç bir zaman bozmamış, ona her zaman sadık kalmıştır. Hatta çocuklarından birinin adını da TÜRK-İSLAM koymuştur. Buradan da anlaşılıyor ki Karakoç, Müslüman Türk’ün

34

aşığıdır! Müslüman Türk’üm bellidir dâvam, Derken ve; İçimde İslam’ın ince manası Önümde Türklüğün soylu davası ifadesini kullanırken, bu düşüncesini açıkça ilân etmiş olmaktadır. Karakoç, şiir dilinde duygularını dile getirdiği gibi Türklüğe canını adamakla kalmaz; Türk-İslâm davası denir ülküme; Nakış olur şiirime, türküme, diye açıkladığı yüce davasının saflarına katılanlara ve bunu destekleyenlere de “kurban” olur; Müslüman’ım, Türk’üm elhamdülillah Bu yolda ölürüm, diyene kurban. Abdurrahim Karakoç şiirlerinde Türklük sevgisini sadece ilan etmekle kalmaz. Müslüman Türkçün birlik, dirlik ve düzenlik içinde olmasını canı gönülden büyük bir arzu ile ister: Türk’üz; Türk yurdunda birlik isteriz Müslüman’ız; düzen, dirlik isteriz derken, bu emelini açıklamış olur. Hatta Müslüman Türkçün tarihindeki yiğit ve mertliği hatırlatan bir üslûpla, Türklüğü parçalamak isteyeceklere engel olacak Türk gençliğine selâm gönderir Sabrımız taşarsa deliyiz-deli... Ve bunu dost, düşman böyle bilmeli. Türklüğü bölmeye uzanan eli Kıracak sizsiniz, selâm sizlere. Karakoç, Türk tarihinin engin mazisini ve maziden alınacak dersleri göz önünde bulundurarak, son bağımsız Türk yurdu Anadolu’nun kutsallığının ve birliğinin korunmasını ister. Bunun için en küçük bir hatanın ve başkalarına güvenmenin en büyük tehlikeyi, yok olma


KÜN EDEBİYAT

tehlikesini doğuracağını bildiği için; Anadolu kutsal ülke; Türk’ten gayrı dost yok Türk’e der ve; “Anadolu Türk’tür, Türkündür elbet”, duyguları ile de bunu pekiştirmek ister. Karakoç, dünya üzerinde Türklük için oynanan fesat oyunlarının farkındadır. Fakat Müslüman Türkçün imânı karşısında bu engellerin bir yıldırma teşkil edemeyeceğini de bilir; Engeller yıldırmaz Müslüman Türk’ü; Şüphesiz, inandık, söz verdik çünkü... Karakoç, Türk Anadolulun içinde yaşasa da her zaman gönlünde bir gurbetin sızı ve sancısını duyar. Bu sancı O’nun Türklüğe olan sevgisini keskinleştiren bir bileyi taşıdır sanki… Zaten hiç bir gün rahat yatamayan ve Buları ıslatamayan şair, bu gurbetin, esir Türk illerinin hürriyet-sizliğini topyekûn varlığında yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir; Bir canım olsa da yurt için versem Ufka nakış nakış kanımı sersem Kalk kardeş, sılaya gidelim desem Ötüken yolunda gurbet yazılı. Abdurrahim Karakoç’un şairliğe soyunmadaki tek gayesinin yurt ve Türklük sevgisi olduğunu ileri sürmüş olsak, herhalde yanlış bir hüküm vermiş olmayız. Çünkü O’nun duyduğu dertler, tasa ve kederler, büyük sorumluluklar, hiç bir zaman şahsı duyguları olmamıştır, şiirin-deki konuları; bütün yolları ne kadar dolanırsı dolansın kapıları Müslüman Türklüğün huzuruna, sevgi ve yücelme davasına açılır. Hicvini, taşlamasını, koşmasını velhasıl şiir sanatını Türklük da-vasının emrine verir. Hürriyetsiz Türkçü düşünmek, esir soydaşların türkülerini dinlemek, O’nun duygularını alabora eder! Bilir misin kardeş Türk illerinde Havada yıldızlar, dağda kar üşür. Tutsak soydaşların türkülerinde Dört mevsim ötede bir bahar üşür. Şairimiz, Müslüman Türk”ün korkusuz savunucusudur. Zaten o davasında korkuyu yük olarak taşımayan ender kişilerdendir. Bunun için “ültimatom”unu çekinmeden verir; Haber veriyoruz; Türk’e, İslâm’a Alerji duyanlar korksunlar bizden. Karakoç,”Türk’üm” demekten korkanlara der ki; Bindirmişler bir gemiye Rotasından haberi yok. Korkuyor “Türk”üm” demeye Atasından haberi yok.

Bu dörtlüğün muhatapları kendi çıkarları için Karakoç’u kendi saflarına çekme gayretkeşliğinde bulunurlar.”Türk-İslâm davası basit dava mı?”sorusunu soran Karakoç, bu “Türk’üm” demeye korkanlardan neden ayrıldığını şöyle açıklar; İndir omuzundan dava yükünü; Bırak, boşver Türkmen’ini, Türk’ünü Hatır için imanını, ülkünü Sat, dediler; satmam dedim, ayrıldım. Karakoç, Müslüman Türk olmayı şereflerin ve şanların en büyüğü sayar. “Türksün, Müslümansın; dahası var mı?” derken, başka bir ün ve unvana gerek duymadığını belirtmek ister. O’nun için Müslüman Türk kimliği, kimliklerin en şereflisi, en asıl ve yücesidir. Hatta “Yaradana Dilekçe”sinde “TÜRKİSLAM motifli zarfta pul” olmayı bile şeref addeder: Fırsat ver de sana lâyık kul olak Bu vatanda yana yana kül olak TÜRK-İSLAM motifli zarfta pul olak Sabır ver Sen, Rabbim bize sabır ver. Müslüman Türk’ü ve değerlerini tanımaya “Davet” eden şair der ki; Aşk temiz, kin rezil, imân büyüktür; Ölüm hak, cihad farz, korku bir yüktür; Şarkının, türkünün Türkçesi Türk’tür. Saza sor, saza sor, saza sor, öğren. Karakoç, Türklük için yanar yakılır, Müslüman Türk milletinin, tarihin belli bir dönemindeki gibi yıldızının parlamasını ister. Elinden geldiğince, dili döndüğünce bunun için çalışıp çaba-ladığını haykırır. Fakat... Cemiyetimizin yaşayışında görülen ve gittikçe bozulmağa meyleden iç-timai bozukluklar, insanımızın içindeki ve dışındaki depremler, okumuşunun halk tarafından “diplomalı cahil” sıfatı ile adlandırılarak, halkın manevî değerlerini karşılarına almaları ve daha düzinelerce sıralanabilecek dert ve belâların yoğunluğu Karakoç”u da ürkütmektedir. 0,umudunu yitirmemekle birlikte, bu necip millet için Yaratanca “Dua” etmeyi unutmaz; Kur’an’ın, İsmi Âzam’ın hürmetine Bizlere rahmet ver, rahmet ver Allah’ım Türk milletine ve İslâm Ümmetine Huzur ver, sükûn ver, rahat ver Allah’ım. “Dua”sından sonra da bir “Çağrı” yaparak; Düşürme... sahip ol al bayrağına; Türk-İslâm mührünü gel, vur çağına, demeyi de ihmal etmez. NOT: Bu yazı Abdurrahim Karakoç ile ilgili hazırlamakta olduğum çalışmamdan aktarılmıştır. İ.Kurt

35


KÜN EDEBİYAT

YUNUS EMRE’DE KAF DAĞI ANLAYIŞI VEYA

KAFTAN KAFA ATILMAK Faruk ÇOLAK

E

debiyatımızda Yunus denince aşk, sevgi, gurbet ve dervişlik gibi kavramlar aklımıza gelir ve bu kavramlar onunla özdeşleşmiş olarak karşımıza çıkar. Aşk şairi Yunus, sevgi şairi Yunus, gurbet şairi Yunus veya Derviş Yunus gibi… Bu kavramların Yunus ile özdeşleşmesinin sebebi, bu kavramların onun şiirlerinin vazgeçilmez temaları arasında yer almasından ileri gelmektedir. Biz bu yazımızda Yunus’un tasavvufla bağlantılı bir başka yönüne işaret etmeye çalışacağız. Bilindiği veçhile Kaf dağı, üzerinde efsanevî anka kuşunun yaşadığına, Dünya’nın etrafını kuşattığına ve üzerinden aşılmasının imkânsız olduğuna inanılan efsanevî bir dağdır. Dahası bu dağın bir ucu yerin üzerinde durduğuna inanılan kayayla birleşir ki, yeryüzündeki depremlerin buradan kaynaklandığına inanılır. Yüksekliği, ulaşılması ve üzerinden aşılması imkânsız olduğu için edebiyatta ulaşılması, elde edilmesi imkânsız durumların anlatımında benzetme amacıyla kullanılır. Dünyanın etrafını kuşatması, büyüklüğü, genişliği ve kısaca sahip olunan her şeyi ifade etmesi açısında da tasavvufta mürşidin vücudu olarak algılanır. Kaf dağı kültürümüzü derinden etkilediği için, dil ve edebiyatla ilgili her alanda karşımıza çıkmaktadır. Bu babdan olmak üzere söz konusu dağ, deyimlerimize de girmiştir. “Burnu Kaf dağında olmak” ve “Burnu Kaf dağından büyük olmak” deyimleriyle anlatılmak istenen ise çok büyük gurur ve kibir sahibi olmaktır. Yukarıda sayılan özelliklerinden dolayı, edebiyatımızda hemen hemen her şair, konuya temas etmiş ve Kaf dağının bir yönüne işaret etmiştir. Bu durum edebiyatımızı vücuda getirenlerin, kültürel birikimlerinin sanıldığından da derin olduğu anlamına gelmektedir. Zirve şairlerimizden Yunus Emre, şiirle-

36

rinde Kaf dağına büyüklüğü, yüceliği ve erişilmezliği yönleriyle işaret etmiştir. Ancak o, Kaf dağına da bir hükmedenin olduğunu ve onun varlığının Kaf dağını da kapladığını haber vermektedir. Yunus’un şiirlerinde Kaf dağının yer almasının ana sebebi yukarıda bahse konu olan son inanıştır. Varlığını yağmaya vermiş Yunus gibi bir şair, ihtişam sembolü olan bir dağı şiirlerinde bunu için kullanır. Allah’ı ve onun kudretini başka nasıl anlatabilir ki? İmkânsız işlerin bir başka sembolü de zaman zaman Kaf dağıyla özdeşleşen gönüldür. Mesela gönül kazanmaktan daha büyük bir iş ve gönül kırmaktan daha kötü bir eylem olamaz. Gönlü en büyük padişaha benzeten şair, o padişahın mülkünü de Kaf dağının çevrelediği mekân olarak açıklar. Gönlün idare ettiği mekân olarak Kaf dağının verilmesi, onun yüceliğine de işaret eder. Gönlün alternatifi olmasa da onun karşısında olan nefis ise hem yüceliğe uzaktır, hem de sürekli olarak işret etme, boş işlerle uğraşma eğilimindedir. Yukarıda da işaret edildiği üzere mürşidin bedeni Kaf dağı olarak algılanmaktadır. Müridin varlığının tamamını mürşidin kapladığını varsayarsak, gönül tahtına oturan varlık küll ile cüz arasında gidip gelecektir. Burada söz konusu edilen mutlak varlık Allah olduğuna göre; mürşit, Hak’tan Kaf ’a, Kaf ’tan ise Hak’a gidiş gelişler yaşayacaktır. Gönül oturur tahta hükmeder Kaf ’dan Kaf ’a Nefis durmuş ırakta meyli işret içinde Cihanın sahibi olan varlık, her şeyin sahibi olduğu gibi Kaf dağının da sahibidir. Kaf dağı bu durumdan ayrı düşünülemez. Cihanı tutmak deyimi, cihanın tamamını kapsamak, onda tecelli etmektir. Cihanı tutan varlık, aynı zamanda


KÜN EDEBİYAT

onun sahibidir ve her şeyi istediği gibi yönetmektedir. Bu durum da her şeyin bir oyundan ibaret olduğu gerçeğidir. Her şey bir oyundan ibaret ise, o sahip âlem ve âlemdeki her şeyi istediği gibi oynatabilir. Varlığını yağmaya verebilir, malını istediği şekilde harcayabilir. İstediği canı alır ve istediğine can verebilir. Onun bu yaptıklarını kimse sorgulayamaz, sorgulama hakkı da olamaz. Sen bu cihân mülkünü Kaf ’dan Kaf ’a tuttun tut Ya bu âlem malını oynayuban tuttun tut Tasavvufta mürşidi kâmilin varlığı Tanrının kendisinden başka bir şey değildir. Kendini insanı kâmil makamına ermiş biri olarak gören Yunus, Tanrı ile bütünleşmiştir ki bu bütünleşme hâli Hallac-ı Mansur’un Ene’l-Hak sözünden başka bir şey değildir. Tanrı’nın varlığı ile büyüklüğü ve ihtişamı, mübalağa konusu olan Kaf dağı mukayese edildiğinde söz konusu dağ Tanrı’nın zerresi bile değildir. Burada zahiri algının büyüklük anlayışı ile batıni algının büyüklük anlayışlarına bir atıf yapılmaktadır. Kaf dağı zerrem değil ay u güneş bana kul Aslım Hak’dır şekk değil mürşiddir Kur’an bana Kaf dağında meydana gelen olaylar o kadar büyük ve şaşkınlık vericidir ki, oradaki zümrüt rengi su birikintilerinden yansıyan ışık bütün gökyüzünün maviye dönmesine sebep olmaktadır. Dememiz odur ki, Kaf dağının büyüklüğünü insan hafızası ve onun cüzi aklı anlayamaz, algılayamaz. Ancak insanı kâmil olmuş Hak âşığı, Tanrıyla bütünleşmesinden dolayı bu varlığı anlayabilir ve olaylarının gerçek sebebini bilebilir. Gerçek iradenin sahibi, bu tür olaylar karşısında şaşırmaz; çünkü bu olayları yaratan da kendisidir. Bu güce ermiş, fenafillâh makamını yakalamış bir insan için Kaf dağından atılan taşlar bir zarar teşkil etmez. Bu taşları da atan gerçek zatın kendisinden başkası değildir. Objektif realiteden hareket edersek, bütün kaza ve belalar, yüksek yerlerden yeryüzüne düşen kaza okları veya taşlarıdır. Açıkçası yükseklerden yeryüzüne taş atan varlık imgesi verilmektedir şiirde. Bazı yorumcular, buradaki taş atmayı sırrın ifşa olmasından dolayı dervişin halk arasında ayıplanması ve öylelik yer olarak da dünyayı alırlar. Aslında tanrı ile bütünleşmiş, onun sırlarına vakıf olmuş bir dervişe taş atma ve onu ayıplama da Kaf ’tan Kaf ’ı tutan varlığın cilvesinden başka bir şey değildir. Zaten kaza ve kaderi de o varlık belirlemektedir. Bu varlığın attığı taşlar, varlığın kendisinden başka bir şey olmayan dervişe herhangi bir zarar vermez, veremez. Onun

için metinde “bozdu” değil, “bozayazdı” kelimesini kullanır. Bu kullanım az daha bozacaktı anlamına gelmektedir ki, her şeye rağmen yine de bozulmadı anlamındadır. Bize göre bu taş atma da tesadüfî değil, onun cilvelerinden birisidir. Kaf dağından bir taşı şöyle attılar bana Öylelik yere düştü bozayazdı yüzümü Muhammed Mustafa’nın Kaf ’tan Kaf ’a hükmetmesi Tanrı’nın varlığıyla bütünleşmesi anlamına gelir. Muhammed Mustafa’nın Kaf ’tan Kaf ’a hükmetmesi bile dünyanın ona kalacağı anlamına gelmez. Dünya, her zaman geçicidir ve geçici olmak zorundadır, kalıcı olan tek şey Tanrı’dır. Buna aldanmamak gerekir, işte bak gör, kalan var mı? Gerçek apaçık ortada, bizden önce gelenler, mal mülk ve iktidar sahipleri nerede? Yoklar, çünkü fani olan geçicidir. Mutlak varlığın asıl amacı kalıcı olmaktır ki peygamber bile olsa, gerçek varlığa erişemeyen kalıcı olamaz. Kanı Muhammed Mustafa hüküm etti Kaf ’tan Kaf ’a Dünya kime kaldı vefa aldanuban kalanı gör Dünya, ahiret ve Kaf dağı gibi varlıklar; olgular; Tanrı’nın büyüklüğü, mülkünün genişliği ve melekût âlemi karşısında deryadaki bir katredir. Bu gerçek, tek ve sonsuz varlığın Tanrı ve onun mülkünün de sonsuz olduğu inancından kaynaklanmaktadır. Ne dünya âhiret ne Kaf u ne Kaf Bunlar katre deryâ melekûtun var Sefa, hoşluk güzellik ve mutluluk anlamlarında kullanılır. Sefasını sürmek deyimi bir durum veya anın mutluluğunu yaşamak anlamındadır. Derviş, Allah ile olan ünsiyeti yakalamışsa mutludur ve mutlu insanın duyguları dünyalara sığmaz. Yani Allah ile ünsiyet kurmuş herhangi bir derviş, Allah’ın kudretinden olanı kullanarak dünyalar üstü varlık ve mekânlara hükmeder. Allah’ın zatı ile bütünleşmiş ve fenafillah makamına ermiş bir derviş için Kaf dağına hükmetmek çocuk oyuncağından farksızdır. Çocuk oyuncağı niteliğinde işlerle uğraşmak ise güçlülerin işi değildir. Bu kadar güç sahibi olmuş derviş için güç ve saltanat, zayıflıktan başka bir şey değildir. Aynı zamanda güç ve saltanat zayıfların işidir ki, mülk sahibinin kendisinden başka birisi olmamasından dolayı derviş, bu tür kavramların veya olguların peşinden gitmez. Nice eskimiş şöhret ve saltanat sahipleri dervişin gücü ve ihtişamı karşısında zebun olmuş, aşağılanmışlardır. Onun için güç, kudret ve iktidar boş

37


KÜN EDEBİYAT

ve peşinden gitmeye değecek işler değildir. Burada gönül ile dünyevî varlıklar arsında bir karşılaştırma yapılmış ve dünyevî olanın gönül karşısında yok olacağına işaret edilmiştir. Varlığını Tanrıya adamın gönül sahibi bir derviş sefa sürerken, dünyevî olanlar zebun olmak zorunda kalmışlardır. Dervişler gönlü safa hükm eder Kaf ’dan Kaf ’a Ey nice selâtinler zebûnu dervişlerin Peygamberimizin sütkardeşi ve amcası Hamza, bu özelliklerinden çok cesareti ile ünlenmiş bir kahramandır. Derviş zaman zaman öyle bir hal içinde

bulunur ki, bu cesaret sembolü kahramanı Kaf dağından aşırmakta, elini ayağına dolaştırmakta ve taht sahibi pek çok başka sultanları alaşağı etmektedir. Burada gerçek gücün zahiri veya bilinen güç olmadığı, kaynağını Allah’tan alan gücün çok daha önemli ve üstün olduğu anlatılmaktadır. Hamza’yı Kaf ’dan aşıran elin ayağın şeşiren Çokları tahtdan düşüren hikmet ıssı sultan benim Dahası edebiyatımızda tabiatüstü olay, durum ve varlıklara hükmetmesiyle ünlenen Süleyman’ın aynı zamanda Kaf dağına da hükmetmesi olgusu, onun

Şiire dair üç beş söz Selami CELEBOĞLU

Ö

ğrencilerim, arkadaşlarım, karşılaştığım gençler zaman zaman sorarlar: “Hocam, şiir nedir?” Ben de onlara şunları söylerim genellikle: “Şiir, içinizdeki aşkı anlatma sanatıdır. Duygu ve düşüncelerinizi; gündelik dilin dışında, zengin sembollerle, ritimli sözlerle, seslerin uyumlu kullanımıyla, insanda güzel duygular uyandıran bir şekilde anlatmanın adıdır. Çağrışım zenginliği olan sözcüklerden oluşur şiir. Necip fazıl üstad “Bizce şiir, mutlak hakikati arama işidir. Eşya ve hadiselerin, bütün mantık yasaklarına rağmen en mahrem, en mahcup, en nazik ve en hassas nahiyesini tutarak ve nispetlerini bularak mutlak hakikati arama işi...” der. Nazım Hikmet’e göre: “...Şiir, nesirden bambaşka bir kimliktedir. Musikiden başka türlü bir musikidir. Şiirde ‘nefes’ ve ‘ses’ iki temel öğedir. Dizenin ayakları yerden kopmazsa ve uçmazsa ya da ister en hafif perdeden olsun, ister İsrafil’in sûru (borusu) kadar gür olsun, kulağı bir ses gibi doldurmazsa halis şiir değildir:” Eflatun, şiire; “Büyülü söz” der. Şiir, neredeyse dilin doğuşuyla beraber ortaya çıkan bir edebiyat türüdür. Şiiri tanımlamak için binlerce ifade kullanılmışsa da doğru ve değişmeyecek bir tanıma ulaşmak imkânsızdır. Ancak, kendine ait bir dil ya da söylem kullanması, müzik ve sesle yakın ilişki içinde bulunması ve estetik bir etkileme gücünün olması herkes tarafından kabul edilebilecek özelliklerdir. İşlek bir dil, özgün ve yeni imgeler olmazsa olmazıdır şiirin. Okudukça derinliği artmalıdır şiirin. Velhasıl tadı ve rengi olmalıdır şiirin. Kulağınızda kalan, yüreğinizde kalan, gözünüzde ve hatta damağınızda kalan.

38

Şiiri en iyi anlatan anekdotlardan birini sizinle paylaşmak istiyorum. New York’ta Broklyn köprüsünün üstünde kör bir dilenci dilenmektedir. Göğsünde bir tabela asılıdır. Tabelanın üzerinde “Ben iki gözü kör bir insanım” yazmaktadır. Gelip geçen insanlar üç beş cent ancak atmıştır. Dilenci, gelip geçene yalvarırken, oradan geçmekte olan biri yanına gelir ve; “Bak arkadaş, sen bu yazıyla para toplayamazsın. Ben bunu değiştireyim, o zaman insanlar sana daha çok yardım eder,” der. Tabelayı ters çevirir ve arkasına; “Bahar yine gelecek ama ben göremeyeceğim” diye yazar. Köprüden geçen herkesin gözü yaşarır, yüreği burkulur. Dilencinin önü bir anda parayla dolar. Bunu yazan bir şairdir ve kullandığı, insanı yüreğinden yakalayan bu dil de şiirin gizemli, büyülü dilidir. Aslında kullanılan kelimeler gündelik hayatımız da sürekli kullandığımız sıradan kelimelerdir. “Bahar, yine, gelmek, ben, görmek…” Fakat bu sıradan kelimeler, şiirin ilahi gücüyle öyle güzel bir araya gelmiş ki, insanları yüreklerinden yakalamıştır. Söz buraya gelmişken şiirle düzyazının farkı üzerinde kısaca durmak istiyorum. Şiirde önemli olan, tıpkı müzikte olduğu gibi, onu okuyanda belirli bir haz duygusu yaratmasıdır. Dolayısıyla şiirde estetik, semantiğe göre çok daha önde gelir. Düzyazıda ise durum tersidir. Düzyazıda anlam öndedir. Şiirin, anlamlı olmasını vurgulamak, onu öne çıkarmak, anlamda ısrar etmek, şiiri, çıktığı söz katından indirip dile dönüştürmektir. Mukarovsky dili, standart dil ve şiir dili olarak ikiye ayırır ve şöyle der: “Şiirsel dilin işlevi, Söz’ü azami ölçüde


KÜN EDEBİYAT

hükümranlık alanının genişliğini anlatması bakımından oldukça önemlidir. Şair, Kaf dağına hükmeden, yele binip kâinatı seyreden ve bu mülke Süleyman olanın kendisi olduğunu söylemektedir ki, bu durum fenafillâh makamına ermiş insanı ifade etmektedir. Bir diğer ifade tarzıyla, fenafillâh makamına ermiş bir derviş için yapılması imkânsız hiçbir şey yoktur. Fenafillâh makamına ermiş bir derviş için her şey mümkündür.

Sonuç olarak Kaf ’tan Kaf ’a atılmak ilk bakışta bir olumsuzluk gibi görünmesine rağmen, gerçekte Tanrının cilvesinden ibaret olan bir durumdur. Fenafillâh makamına ermiş bir derviş için Kaf ’tan Kaf ’a atılmak bir ülfettir, nimettir. Tanrısal boyuta ermiştir, varlığını yağmaya vermiştir ve varlığını onu verene kavuşturmuştur. Bu durum üzülmenin değil sevincin kaynağıdır.

Kaf ’dan Kaf ’a hükm eyleyen devleri hükmüne koyan Yele binip seyrân kılan bu mülke Süleyman benim

öne çıkarmaktır” Peki, sözün öne çıkması nedir? Dilin bir iletişim aracı olarak kullanılmasının, yani anlamın geriye itilmesidir. Wittgenstein ise şöyle der: “Şiir, iletişim dilinde yazılsa bile, bize bir anlam iletmez” Özetle: şiirde kullanılan bir imge ile o imgenin karşılığı olan anlam arasında bir ilişki olmayabilir. O imge sadece içinde bulunduğu metnin kendisine yüklediği anlamla var olur. Şöyle de diyebiliriz: dilin iletişim dili ve iki simge dili olmak üzere iki düzlemi vardır. İletişim dili, bilindiği gibi, anlamın öne çıktığı dildir ve aynı zamanda düzyazı dilidir. Öncelikli olan anlam iletilmesidir. Simge dili ise şiir dilidir. Özetin özeti: Dili, şiir dili ve düzyazı dili olarak ikiye ayırabiliriz. Düzyazı dilinde anlam öne çıkmakta, şiir dilinde ise anlam geriye itilmekte, dil imgeye gönderme yapmaktadır. Söz “imge”ye gelmişken ondan da bahsetmeden geçmeyelim. İmge; gerçekleşmesi özlenen şey, hayal, düş, tasarım… Pek çok şey söylenmiştir imge üstüne. Hala da bitmemiştir söylenecekler. “İmge, bir şiirin olmazsa olmazıdır.” “imge kelimelere kanat takmaktır.” Kelimelerin günlük anlamlarının ötesindeki anlamlarına ulaşabilmek, kelimelerden yola çıkarak yeni çağrışımlar yakalayabilmektir. Her şairin kendine has bir imge dili olmalıdır. İyi şiir yazmak aslında imgeleri birbirine uyumlu bir şekilde bağlayabilmek, bir ritm, bir musiki bütünlüğü içinde inşa etme sanatıdır. Her imge şiirin içinde ancak bir kez kullanılabilir. Yani aynı çağrışımı iki kez yakalayamazsınız. Kullanıla kullanıla yalama olmuş imgeler, şiire bir özellik ve güzellik katamaz. Yüzyıllar ötesinden gelen nice unutulmaz imgler var-

dır, şiirimizde türkülerimizde, manilerimizde. “Yüzünde göz izi var Sana kim baktı yarim” diyen Anadolu insanı, güzel ve farklı olana duyduğu hayranlığı ne güzel anlatmış bu imgelerle. “Sen geldin benim deli köşemde durdun Bulutlar geldi üstümde durdu Merhametin ta kendisiydi gözlerin Merhamet saçlarını ıslatan sessiz bir yağmurdu Bulutlar geldi altında durdu” der, Sezai Karakoç usta bu ulaşılmaz mısralarında. Baudelaure; Derin gökten mi geldin Ey güzellik! O kutsal cennetlik gözlerin Hem iyilik, hem de suç dolduruyor kadehe Diye ünler çok uzaklardan. Ben de; Unutulmuş kıyılarda kaldı artık Gözyaşından mısralar düşüren kızlar Gül desenli kilimlere Diye kendi imge düzenimi kurmaya çabalarım.

39


KÜN EDEBİYAT

ÂL-İ ÂBA SEMAHI

Ahmet YOZGAT Açtı tandırlar kızıl yüreklerini, Gözlerinde ocaklar yanan mekan üstü sevdalar, Perde perde ekşidi sisli zamanlar tünelinde. Kokuştu ferruh oğullarının kayalar gibi aşkı, Depreşti yaramaz toprak... O toprak ki özüdür semahta canın, Ve can abanın kuytusunda naif karanfillerin... Bir yıldızdır ki o, On binlerce köşesi dercolmuş bir sarışın şuaya, Ayrıntısız bir duaya duralım biz de dönerek. Göğünerek yanalım, Kapanalım kalbin eşiğinde sevdalar hönkürerek. *** Anımsar mısınız siz? Ama hatırlar sayfaları tarihi samaninin ki... Zamanın tadı burmuştu yalnızlığın ortasında, Aydınlığı aniden bulan aşkadamının dilini. İşte bu nedenle ışık uzadı, Ve uzaklaştı kaynağından kopmadan. Yakın yüreklere ulaştı birden bire, Bir sadme küçük dağlar ilahına, Bir vuruş yürekleri dolduran cüce kibire... Bizim de dilimiz ufukları yaladı bir uçtan diğer uca, Elleri öteye itti yüreğimizin yorgun aşkı, Korkunun acar gözlerinde okundu iki satir karanlık, Öğünerek yalancı zaferlerine bakıp bakıp... Deyin haydi bire canlar, Ayrıntısız bir duaya duralım biz de dönerek. Göğünerek yanalım, Kapanalım kalbin eşiğinde sevdalar hönkürerek. *** Zamanın en zalim, Ve en çatıkkaşlı bir zamanında, Aşkın gırtlağını sıkan eller çarpıldı. Bir ışık ibrişimli aba büründü cümle alem, Gölgede boy verdi bıyıkları terli karanfiller, Son kamil cöngünü yazmaya durdu kalem. *** Bilir ki tüm çöl çiçekleri, Ve bilirler ki dağ koyaklarına sığınmış canlar, Yorulmuşsa kuşlar göç yakın sayılır güzün,

40

Dilemma bir avuntu gibi gelse de hakikat, Bir şiire yaslanır, bir tarihine siyerin hayat. Amma, Her elin bir diyeti vardır. Heyhat ki ocaklar kendilerini yakar önce, Biz de nihayetin bitişine düşeriz sayfalar arasında, Her kuvvet önce kendinde dener acısını derler ya, Doğrudur canlar, Gözelerinde çiğdem açan kayalar, Sarı rengini seçer alaimisemanın. Çünkü bizler koyduk her dönen kayanın adını, Ve her taşın altındaki bin yıllık hamaylıyı... Durmak niye bu demde a canlar? Ayrıntısız bir duaya duralım biz de dönerek. Göğünerek yanalım haydin, Kapanalım kalbin eşiğinde sevdalar hönkürerek. *** Asumanın alt ucunda, Ayak bileklerinde ocaklar yanan atlar, Tezden ve sabahın yeşilinde yemlenirler zamandan. Dem ayaklanma vaktidir kanımızca, Kapaklanma vaktidir kızılca kıyamette kalp eşiğine, Ve hak aramak hak olmuştur haklıya. Ey can... Kalk ve dön sen de! Ve sen, ati bitti ise maziyi geviş getir ey aşk, Canlandıysa öfkemiz, bilin ki çiçekler kızaracaktır. Belki de içimizde sükunet çiçeği açacak her sonbaharda ama, Her ilkbaharda buhurdanlıklar kıvrım kıvrım ışık saçacaktır. *** Gecenin ay’a gebe kaldığı bir akşam üstü, Yerli yerince yıkıldıysa eğer, Asırlardan bu yana yalancı sarayların muhkem burçları, Hoş geldin sonu, ey sabırsız saltanatın. Sabırlı ve inançlı beklemekteyiz ki biz, Hudutlara ördüğünüz telin örgüsü de, Paslı askerlere yenik düşer yakında biliriz. Muhkemliğine güvenen surlar, Savaşın şiddetiyle tanışırsa vay haline... *** Ki ey can! Ayrıntısız bir duaya duralım biz de dönerek. Göğünerek yanalım, Kapanalım kalbin eşiğinde sevdalar hönkürerek.


KÜN EDEBİYAT

ULUS ÇARPMASI Mustafa ÇİFTCİ Ankara’da, Ulus’ta, Heykel’in dibinde, nereye gideceğini şaşıracak kadar terk edilmiş, ortada kalakalmış bütün Cafer’lere

GÖZLERİN Hüseyin AKBAŞ Her karanlık çöküşünde bilki gözlerin bana yön verir Umutsuzluğa kapılmadan yer veririm yönlere Tekrar yaşamak isterim o gözlerindeki karmaşaları Ama zaman kalmaz perde kapanır, sonsuza dek açılmamaya karar verir Bir gün vazgeçer bu kararından Ama fayda kalmaz arkadaşlarından Sadece duymak ister bir insan sesi Yinede sonuç yoktur, yaptıklarından Pişman olur karanlığa girdiği için Kimsenin bu hataya düşmemesi için Yardım elini uzatmadığı için Ve tüm yaptığı ölümler için Sadece pişmanım sana yaptıklarımdan ötürü Kendini neden ateş ve suya benzetmeye çalışıyorsun? Yanlız kendin ol! Yaradandan ötürü Hep sevgi duy! Tanı tanıma ama yinede sev bundan ötürü

A

nkara’da metronun kim bilir kaçıncı seferinde, Ulus durağında, iki genç biniyorlar vagona. Biri fena halde çarpılmış. Ulus çarpmış onu. Ulus’un kahverengi binaları, günah dolu kıvrımları, kusmuk, nara ve göbekli esnafın terli yakaları adamı çarpar. İşte bu genç hangi meyhanede bu havaya maruz kaldıysa çarpılmış. Cafer elini kaldırıp bağıracakken metro hareket ediyor. Bir anda boşlukta kalıyor, düşecekken arkadaşı tutuyor. Toparlanınca yarım kalan narasını tamamlıyor; “Hamide sen nasıl bir insansın, nasıl nasıl?” Sonra başlıyor ağlamaya. Ağladığı yer arkadaşının omzudur. Arkadaşı, yakasına bulaşan salyalı sarhoşu biraz iğrenerek, biraz çevresinden utanarak saklıyor. Hamide bütün yaşananları, sarhoş sevgilisini, daha doğrusu bu sabah itibariyle eski sevgilisi olmuş Cafer’i geri dönüşüm kutusuna çoktan göndermiştir. Ağzındaki sakızın içine dünyayı katmış çiğniyor. Ağzının her hareketiyle dünyanın anasını satıyor. Hamide şimdi bilgisayara günah çıkartmaktadır. Cafer ölmüştür onun için. Geriye bir tek Cafer’in hediye ettiği ve Hamide’yi havaya uçuran cep telefonu kalmıştır. Cafer ağlama krizinden kurtulunca metroda bulunanlara Hamide’yi anlatıyor. Anlattıkça Hamide karşısına gelip dikiliyor. Cafer tıslıyor “Lan

kör şeytan, git karşımdan, al şu kızı başımdan.” Metroda bulunanlar dinlemiyormuş gibi yaparak içine düşüyorlar Cafer ile Hamide’nin naylondan sevda hikâyesinin. Sevda naylon ya Cafer bitmiş. Oturanlardan biri yer veriyor. Artık Cafer’in hikâyesi tüm vagona mal olmuştur. Önce teyzeler, sonra orta yaşlılar, biraz da gençler Hamide’nin aslında Cafer’in sevdasını hak etmediğini anlatıyorlar. Arkadaşı, Cafer’e hepsinden önce yardımcı olduğu için gururla bakıyor etrafına. Bütün bunlar olurken bir genç; harp malulü bir gazi gibi bakıyor Cafer’e. Dudağının kenarına bir gülüş gelip konmuş. O gülüşe yakından bakınca Hamide yerinde bir “Sibel” görüyoruz. Sonra ayakta duran şu mavi ceketlinin yakasına yapışmış bir “Melike” gözümüze çarpıyor. Arkamızda sinirle ayağını yere vurup duran şu gözlüklünün gözlük sapına saklanmış bir “Ayşe” el sallıyor. Ne oluyoruz demeden karışımızda oturan akademisyen kılıklı gencin elindeki çantanın kilidine konmuş bir “Yeliz” görüyorsunuz. Sonra anlıyoruz ki bu vagonda oturanların, ayakta duranların, gidenlerin, gelenlerin bir de Cafer’in Hamide’si var. Sarhoş Cafer cesaret etmiş de vagonun tamamına derdini açmış. Ya bunlar, Ankara’da, metroda gidip gelenler onlar ne zaman cesaret edecekler de anlatabilecekler. Bir gün beni de Ulus çarpmıştı da böyle Cafer olmuştum diyecekler meçhul.

41


KÜN EDEBİYAT

HİLMİ YAVUZ’U ANMAK HİLMİYAVUZ’U ANLAMAK

Siyami YOZGAT

Ş

iirin de, şairin de ilgi gördüğü, saygı gördüğü günlerde doğmuştum. Şiir geceleri düzenleniyor, edebiyat dergilerinin en güzel sayfaları şiire ayrılıyor, peş peşe şiir dergileri yayınlanıyordu. Okurların ünlü bir şairi görebilmek için sokaklarda yattığı, kitabını imzalatmak için saatlerce kuyrukta beklediği günlerdi. Yazları İstanbul’da gazetelere karikatürler çizip, çocuk dergilerine öyküler, masallar yazdığım yıllardı. Nişantaşı’nda, Gelişim yayınlarının editörü iken tanıdım onu. Sanırım yıl 1977. “Bedrettin Üzerine Şiirler” yeni yayımlanmıştı. Diline çarpılmış, hazır İstanbul’da iken bu güzel şiirleri yazan adamı tanımak istemiştim. Nişantaşı’ndaki Gelişim Yayınları binasının 3. katına (sanırım) girdiğimde yüreğimi zapt edemiyordum. Beni Hilmi Yavuz’un odasına çıkardılar. Bir şairin, felsefecinin odası ne kadar sade olursa öyleydi oda. Sakallarına hafiften kır düşmüş, hüzün yüzlü bir derviş gibi duruyordu karşımda. Hani dememiş miydi? Hüzün ki en çok yakışandır bize Belki de en iyi anladığımız Benimle umduğumdan daha çok ilgilendi, zaman ayırdı. Bir süre devam etti görüşmemiz. Arada bir şiirlerimi götürdüm. Bir defasında özetle şöyle dediğini hatırlıyorum: “Bak delikanlı sende şiir damarı var. Bu şiirler güzel şiirler. Seni Attila İlhan’a göndereyim. Onun bu şiirleri daha çok seveceğine inanıyorum.” Ne kadar mutlu olmuştum anlatamam. Şairlerin büyülü dünyasına adımımı atıyordum. Önce Hilmi Yavuz, sonra Attila İlhan ve daha niceleri… Bu hikâyeye daha sonra döneceğiz.

42

Gelelim Hilmi Yavuz şiirine… Şiiri bir kuyumcu gibi işlemek bize klâsik edebiyat şairlerinden kalan bir mirastır. Hilmi Yavuz, bu geleneğin takipçisi olarak, hem imgeye, hem sese yaslanan büyük bir söz ustasıdır. Hilmi Yavuz hem geleneği reddeden, hem de geleneği yeniden üreten şairlerin karşısında durur. Şiirlerinde geleneksel şiirimizin, modern şiirin ve kültür tarihimizin önemli kaynaklarından faydalanır, her mısrasını, her sözünü kuyumcu gibi işler, yerine yerleştirir. Hilmi Yavuz’un şiirinde, hem imge, hem de ses önemli bir yer tutar. Modern şiirin çıkmazlarından biri de dildir aslında dilin tüm imgesel ve ses olanaklarından faydalanmak. Onun önem verdiği iki şairden Ahmet Haşim şiirinde imge, Yahya Kemal şiirinde ses öne çıkar. Hilmi Yavuz’a göre, “Şiir Dil değildir, Söz’ dür...” Dil, şiirin ana maddesi, özüdür. Yıllar, yüzyıllar boyunca işlenir. Şairin eline bu tecrübelerden sonra gelir. Şair, yılların şekillendirdiği dil”i kişiselleştirerek kullanır. Dil’i kendisi kılar, dil tam bu sırada, yani kişiselleştiği ölçüde söz’e dönüşmüş olur. İşlerliği, anlam ve çağrışım zenginliği artar. Hilmi Yavuz’a gör Şiir, söz’e dönüştükçe farklı anlamlara kavuşmaya başlar. Söz’e dönüşmesi demek kullanılan kelimelerin imge olmaya başlaması demektir. Şairin zihnindeki herhangi bir kelime dilin malı iken, şairin o kelimeye yüklediği yeni anlamlar, çağrışımlar o kelimeyi söz’e dönüştürür. “Hangi Söz’ ü bana verdin/ de benden geri aldın,/ey Dil?” mısraları, Hilmi Yavuz’un dil-söz


KÜN EDEBİYAT

ayrımı üzerinde durduğunu gözler önüne sermektedir. “Dil’in gurbetindeyiz/ ve Söz’e tutsak” mısraları ise şairin, şiirini yazarken dil’den uzaklaşıp söz’e yaklaşması zorunluluğunu anlatır. Şiirin çağrışım zenginliği, yoruma açık olması okuyanlarca farklı anlamlar yüklenmesiyle ilgilidir. Hilmi Yavuz, imge üzerinde çok durur. Ona göre imge, okuyucunun özgür yorumlarıyla bir anlama kavuşur. Şiir sözse, yorumlanabiliyorsa, okuyucunun zihninde farklı anlamlara kavuşabiliyorsa güzeldir. sevda sözleri! siz şimdi benim hangi tür hüzünlere ne ad verdiğimi nerden bileceksiniz? Der bir şiirinde Bedrettin Üzerine Şiirler, Doğu Şiirleri, Yaz Şiirleri, Gizemli Şiirler, Zaman Şiirleri, Söylen Şiirleri Ayna Şiirleri, Çöl Şiirleri, Akşam Şiirleri, Yolculuk Şiirleri… Bu kitap adları bile Hilmi Yavuz’un, imgesel anlatıma ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hilmi Yavuz’un hayatını besleyen üç önemli damar vardır: Tasavvuf, klâsik şiir, batılı ve laik okullar. Hilmi Yavuz’un annesi Vecide Hanım tarikat ehlidir. Vecide Hanımın tarikat ehli olmasından dolayı Kadirî zikirleri de Hilmi Yavuz’un dünyasına önemli bir yer tutar. Geleneklerine bağlı Siirtli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş, tasavvuftan, kelamdan, Gazâli’den, İmâm-ı Şâfi’den, Eş’ârî’den söz edilen bir Türk ailesinin atmosferinde yaşamıştır. Kaymakam olan babası akşamları eve geldiğinde klâsik şiirler okumayı ihmal etmez: “Şiir sevmeyi senden öğrendim. Hiç anlamadığım dizeler okumaz mıydın, yüksek sesle? Neler okurdun? Fikret miydi? Süleyman Nesib miydi? Yatakta bağdaş kurarak okurdun şiirleri.

Fârîsi’nin, Osmanlıca’nın o şimdi kolay bulunmaz oymalı, gergefli, usta işi vurgularını vere vere Nâili-i Kadîm’den bellediklerim... Ama Sâdi, Şirazlı Hafız… İmrü’l-Kays’ın MEB Şark-İslâm Klâsiklerinden yayımlanan Yedi Askı’sını elinden düşürmediğin geceleri anımsıyorum.” Babasının klâsik şiirin ses özelliğini ve güzelliğini Hilmi Yavuz’a tattırması bu anlamda onun şiirinin temelleri olmuştur. Klâsik şiir ve şairler, Hilmi Yavuz şiirinin en büyük ve en önemli damarını oluşturmuştur. Hilmi Yavuz’un şiiri, Türk şiir geleneği içerisinde yazılmış, klâsik şiire eklemlenmiştir. “Bir şiir, ancak kendinden önce yazılmış şiirler bağlamında var olabilir.” Ona göre, klâsik şiir bizi biz yapan her şeyin bir parçasıdır Edebiyat, usta-çırak ilişkisine dayanır. Hilmi Yavuz’un ustaları; Bâki, Yunus, Nedim, Şeyh Gâlib, Nev’i, Hâşim, Yahya Kemal’dir. Hilmi Yavuz, bu şairlerden manevî bir şekilde el alır. Klâsik şiir, onun şiirinde alttan alta akan ırmak gibidir. Hilmi Yavuz’un tasavvufa ve klâsik şiire yaklaşım tarzı yeniden üretmeye dayanır. Şair, şiirlerindeki duruşuyla geçmişe sırtını dönmez, kitaplar arasında kalmış şiirimizin tozlarını alır, oradaki imgeleri yeniden diriltir, yeni anlamlara kavuşturur, kendi imge düzenini kurar. Klasik şiirimize ve kültürümüze bağlılığını; “Biz bir hüzne başlarken sana çıraklık ettik Uçurduğun kuşlardır şimdi Baki Divanı.” ve “bize doğunun büyük şiiri kaldı.” mısralarıyla özetler. Hilmi Yavuz’un şiiri kültür şiiridir. Onun kullandığı tasavvufî ve klâsik şiire ait mazmunlar, ancak bu gele-

nekleri bilenler tarafından anlaşılır. Onu çağdaş bir dervişe benzetmek mümkündür. Hilmi Yavuz; klasik şiiri çoğaltan, çağdaşlaştıran en önemli Türk şairidir.

LÂ DİYORSA İÇİNDEKİ O GÂVUR Ali BOZOK Kaldır kapağını tembel yüreğim, Güneş çavar, Yol görünür gidene... Bir âleme ulaşmaksa ereğim, Öküz ölür, Deve kalır güdene... *** Sezer ehli sevda nedir tasavvur? “Çiğ yutma,” der hikmet “Ununu kavur,” “Lâ!” diyorsa içindeki o gâvur, Baldıran da, Bal görünür yiyene... *** Aslolan bulmaktır kaçkın yıldızı, Utandır ey imge, şahapsal hızı, Soyar öfke kalplerdeki albızı, Takke düşer, Kel görünür giyene... *** Dağdır, o da eğer başını bir gün, Doruklardan aşar son kutlu düğün, Üçken hiçe düşer gün gelir öğün, İbrişim şal, Çul görünür giyene... *** Düğündür bu kırk gün, Ve tam kırk gece, Hatadır hayatı sanmak eğlence, Eğlence denilen sade üç hece, Hepi topu bir anlıktır diyene...

43


KÜN EDEBİYAT

YOZGAT, HATİCE ve HERŞEY HAKKINDA Payidar ZARAMAN Bir güzel yıllardı ki Bir güzelim yıllardı bir görseydin Artık cenneti mecbur kılan cehennemden emin kılan diyeyim Anla beni buradan ne olur Biz o kadar fakirdik ki güya Umutlarımız karşısında ki dünya kadar Güya Hep iyi şeyler hayalledik Sandık ki doyuracak cihanı bir sulamalık yufkamız Biz o kadar güleçtik ki Sanırdık ağlasak alem taşacak O zamanlar dünya ve dağlar ve tanrı Yozgat’ta bulunurlardı Ne kadar büyü varsa artık hint masallarından acem masallarına kadar Hepsi dolaylarında yaşanırdı Yozgat’ın Hepsi Ama hepsi Karl Malden ve Michael Douglas bizim sokaklarımızda düşmüşlerdi kötülerin peşine Şahin Tepesi ve Dallas filan da oradaydı Zaten ben Cüneyt Arkın’ın ta kendisiydim Ali Osman”ın Hayati Clint Eastwood idi Misto’nun tepesinin hemen ardındaydı Vahşi Batı Orjinal çocuklardık Ta ki sümüğümüzden salyamıza Beş taşımızdan dalyamıza kadar Bir hayli çocuklardık Peter Sellers’i Pembe Panter yapan bizdik Ve çiğdem toplardık bazı günler Gerçektende bazı günler Dondurmayı sekiz yaşında görmüş ve Hatice’yi yedi yaşında öpmüş bir çocuk olarak Turgut Özal bana hiç şişman gelmezdi Kısa hiç Ecevit de zayıf gelmezdi yani Oysa hep güzel gelirdi Hatice Connie Francis ne söylese mesela Ama ne söylese köyümüzü şirinler basardı Ellerinde komünist broşürlerle gelirler ve hakkını verirlerdi mavi giyinmenin Cennetin lüzumsuz olduğu devirlerdi İbiş’in bağından yolduğumuz o müstehcen elmalar Ve o afrodizyak eriklerlen Harman zamanı Gavurun Tarlasında

44

Kendimize dair ne varsa saplara O içinde kaf emziren saplara Atınca başlardı güzellik namına ne varsa Cumartesi ne zaman cumadan sonra gelse Clemantine’ye aşık olurdum Hatice’den artakalan kalbimle Oysa De Niro’nun yanağında ki o babaç bene lanet olası bir salı akşamı denk gelmiş idim Ve bilmiş idim ki dokuz yaşımda Dünya eğlenceli bir köy oluverecekti Noodles Deborah’ı fena seviyordu çünkü Deborah fena güzeldi Annem bazı sabahlar omaç yapıyordu çünkü Çayımız da oluyordu bazı akşamlar Amerika Yozgat’a müttefikti üstelik Üç tavuk yumurtasına yüz gram leblebi veriyordu Muttaliplerin Mehmet Sırtına on üç ok saplanmasına rağmen ölmüyordu Cüneyt Ronald Reagon iyi bir amcaydı ve ona sarı üzüm verebilirdik Minibüsümüz mütemadiyen avlumuzdaydı ve biz her yere yaya giderdik Kamyonumuz her yere yaya giderdi Ve ben biliyorum ki Pancarın Bekir Pazar Konserlerinden nefret ederdi Bütün köy Hikmet Şimşek’ten nefret ederdi ve şapka kanununa harfiyen uyardı... lardı Kısmen sevilirdi Şakir Öner Günhan ve Süreyya Davulcuoğlu Ve Guiseppe Tornatore Cennet Sineması’nı köyümüzde çekmeye karar verdiğinde Ayetel Kürsi’yi ezberlemeye karar verdim Ve ne zaman Ennio Morricone dinlemeye niyet etsem Allah’a olan imanım arttı Freud beni keşfetti (bunun Hatice’yle alakası yok...biraz var... tamamen Hatice’yle alakalı) Pazarları TRT bize uçan bir kaz verirdi Eğer ki yıkanmayacağimi bilseydim pazarları O uçan kuşun sırtında Madagascar’a gidebilirdim Orada bir yerlerde olmalıydı peygamberimiz de Hatice sever biriydi o da Sonraydı daha sonraydı yani Ankara adında bir şehir gördüm inkar ettim gözlerimi Daha büyükleri de var dediler iyi mi... Allah’a gücendim camiye tezek götürmez oldum Köyümüzün dünya tarafından kuşatıldığını Ve aslında Hatice’nin bir sürtük Ve bir doktor olduğunu öğrendiğimde Cüneyt Arkın’ın Tam on üç ok yedim sırtıma Hala öyle gezerim Bana ne yapmışsa TRT yapmıştır


KÜN EDEBİYAT

KAKTÜSE VE ÖLME EYLEMİNİN NEDENSELLİĞİNE DAİR

Ömer Faruk ÜNALAN

Bir-c)

Bir-a)

Isıtıp gönlümüzde mevsimleri Evsiz bir sofraya çay olalım. Coca coladan gayrısına meyilsiz Filistinli dişlerine aşk olsun Diyelim ki bizsiz Kahrolmaz faşizm.

Azalıp bir bedende aşk içre Sırça saraylardan Kıl çadırlardan Stepten Bozkırdan Habersizce yaşamak gibi Ve içimize Korkusuzca ölümler saçan Ortak yaşam alanlarımız gibi Doğum sancılarımız olsun Gülsarı Garipleşmeyelim lütfen Korkuyorum ölümden.

Resimler neden sarı Gözlerin neden kahve Ruhun neden zenci? Saçlarının hükmü yeryüzünü bağlarken Hangi iklimin rüzgarından medet umar gökyüzü. Olsun Fahişeler gibi açılmış, saçılmışız Yetime Öksüze Aça tabi ki Sırtımıza kambur da yakışmıştı bir zamanlar Kulunç da Notre Dam’da

Bir-b)

Siyonizmi kınıyorum unutmadan Ölüyoruz sonuçta.

Gülsarı’ya

Herhangi bir ağacın altında Ağzının hakkını vererek öpmek gibi Elim kurgulara Ayrıksı kalasım tutmuştur. Fasulyeden muzdarip karın ağrılarına Merhem olmaklığımın suçunu Otomobillerin icadına karşı çıkmışlığıma ver Oyuncak arabalar tutar beni. Ve etimde karıncalar lüks içinde yaşar iken Beyazların Dünyaya verdiği rahatsızlıktan ötürü Amerika'nın keşfine maruz kalabiliriz. Senden başka kıblesi yoktur insanlığın Haydi otur mideme şimdi Cesedim kimliksiz kalmasın Ölüm zor zanaat Gülsarı.

Bir-z) Yalanlar Ve de yılanların ülkesinde Bedevi kalan yanlarımız aşkına Türkün üstünlüğü yoktur kürde Alnımızda uzayan yol kadardır ırkım Ve benim olmayan cisimler için Süt için İlkelliğimden vazgeçemem bir vakit daha İnsanlığımdan vazgeçemem Dedim ya Ölüyoruz sonuçta Tutunup deliksiz uykulara Deliliğe vuruyoruz başımızı Gülüyoruz.

45


KÜN EDEBİYAT

KÖPRÜ Hüseyin AKBAŞ

Z

amanın, şartların, ihtiyaçların, arzların, taleplerin, içinde bulunulan vaziyet her ne ise onların birbirinden ayırdığı, ayırmaktan da öte ayrı coğrafyalarda yaşama durumunda bıraktığı insanların zamana ve mekana şahitlikleri arasında fark vardır elbette. Anadolu’nun kıraç bozkırlarından, yaşadığı sıkıntıları hayatını devam ettirdiği yerden göğüsleyemeyeceğini düşünen nice yağız delikanlı bin umutla, hayalle, taşı toprağı altın farz edilen İstanbul’a hatta daha ötelere gitmek durumunda kalmıştır. Bu durumun bir yanılgı olabileceğini anlama fırsatı bile vermeyecek yerlere. Hepsinin hikayelerinin başladığı bir yer vardır, hesapları kazançlar üzerinden yapılan. Dede, gül mevsiminde, güller açmış asma çardağının gölgesinde, bülbüller eşliğinde, hasır yastığa yaslanmış, gül şurubu içilirken bekler oğlunu, torununu, gelinini. Kuş sesleri karışır beklemeye. Kavuşmanın heyecanı ak sakallar kaplamış yüzünde pembe güller açtırmış benzinin farkındadır. Yetmiş küsür yıldır böyle durumlarda yüzünün hangi renge bulandığını, kaşlarının hangi şekli aldığını, elindeki tesbihin dudağındaki cümlelerle ritminin uymadığını, sesinin on sekizlik delikanlı gibi titrediğini elbette bilmektedir. Olsun, bu heyecanı yaşamak yaşlı kalbine ağır gelse bile o her şeye hazırdır, razıdır. Misafirleri gelecektir. Oğlunu, gelinini, torununu yılın belli günlerinde görmenin ağırlığı üstünden kalkmayan nine ise daldığı derin düşünceler içinde hamur teknesinin önünde Sarıbursa buğdayının tam unundan kardığı hamurla meşgul olmaktadır. Ne ağır duygudur ömrünün son demine geldiğini düşündüğü zamanları, ömrünün güzelliklerinden ayrı geçirmek. Gelin hizmeti, evlat sevgisi, torun muhabbeti olmadan .Sohbet etme ihtiyacının komşuların insafına terk edildiği bir ortamda. Oysa bildiği, yaşadığı ne varsa onları anlatarak yaşamak isterdi bu demi, her sabah derin bir sessizliğe uyanmak yerine. Beklenen gün beklenenlerle birlikte gelir. Herkesin bir şekilde bildiği, tarife hacet olmayan malum

46

merasim yaşanır. Sofra hazırlanır, bağdaş kurulur, oturulur. Mevcut şartlarda her daim olduğu üzere ikramın en güzeli hazırlanır sunulur. Oğul gelin yerler, dedenin gözü torununda. Torun yemez. Bir şeyler ister, dede bilmez anlamaz. Sofrada istediği yok ki, yemez. Memleket bildiğim memleket, sofra ecnebi sofrası değil, gönüller tümden Anadolu. Dedenin gözü kulağı torunda, ne istediğini anlamaya çalışır ama nafile. Soramaz da. Çocuk susmaz, söylediklerinin dedenin dilinde, zihninde, gönlünde karşılığı yoktur. O torununu sevme gayretinde. Yemekten bir saat sonra güzelim memleketimin canı tez, kendi ez, işi tez insanlarının yetiştirdiği çaylar tavşan kanı kıvamını almış vaziyette, ince belli cam bardak ile -hoş, artık ince belli ile çay içilmiyor ya- çardak altına intikal eder. İlk yudumlarda duyulan hasret özlem sesinin güzelliğine, torunun kola isteyen yaygarası karışır. Dede kendinden emin, gülden emin torunuma gül şurubu getirin der. Şurup da soğuktur ve de renklidir nasıl olsa. Rengini, kokusunu, tadını gülden, ekşisini limon tuzundan, suyunu, bütün kış yağan karlardan beslenip bahar yağmurlarıyla coşan, bu gün yürekleri soğutan pınardan almış olan gül şurubu, ayarını ise mevsiminde gül toplayıp gül kokan yaşlı nineden almıştır. İçenin bir daha içmek için bir çok teşekkür cümlesi kurduğu gül şurubu bardağı çocuğun eline verilir. Bir yudumdan sonra çocuk yaygarasına arttırarak devam eder. Kola asidinin bozduğu damağı gül şurubu tadına elbette intibak edememiştir. Susturulamayan çocuğa mecburen anası müdahale eder. Bir müddet sonra çocuk bir elinde kola, diğer elinde cips ile susmuş ve mutludur, çardağa intikal eder. Çardak da, çardaktakiler de şaşırırlar duruma. Ağızlarına bu tür ne varsa vurmamış olan gül kokulu ihtiyarlar, vasatın üstünde kilolu torunlarını, kola ile cipsi çökelekli dürüm gibi yerken görünce hayrete düşerler. Geçmiş çökelekli dürümken gelecek kola ile cipstir. Ekin fesada uğrayınca nesil ne olacaktır?


KÜN EDEBİYAT

AKRABALIK HENGAMESİ Yusuf ÖZCAN Çığlığım yüreğime çarpıttıkça zorlanıyorum, umut kayalarımdan fiskeler kopuyor. Anutçular, değnekçiler, şehir şakileri, sevdamdan da har(a)ç alınız bari nasılsa cümlenize tık eden yok! Sokakta yürüyüşüm, yorulunca sekilenişim bile ücrete tabi sanki! Boş bulduğunuz aralığa, dönemeçli sokaklara çitil atın, kök salıp boylanmanız için ağır ağabeylerle, ağababalar vazifelerini ihmal etmezler, elbette! Babam Kır bıyık; “Ağca kızın ağusunu Karaca’sı alır” derdi. Hani nerede Köroğlu, nerede Mustafa Bey? Şimdilerde Bolu’da çoğaldı, Bey’i de. Akbabaların hengâmesi, şahinleri ürkütmez vallahi! Türedi tüccarlar, himayeli tacirler, göbeği kesik doğanlar, hazırcı oğlanlar, ağzınızı şapırdatırken;“yuttuğunuz lokmalar, bir gün kursağınızdan çıkacaktır, hem de sıka sıka!” Meselimizde; Bar açan ortaklar, veresi vermemek için yemin ederler, birisinde sadece beş lira vardır, diğeri ise meteliksizdir. İlki bira ister ve ücretini hemen öder, sonra yer değiştirirler, öteki siparişini söyler, aldığı parayla bedeli nakden öder. Akşama kadar bu olay tekerrürünü sürdürür. Kafayı bulan şerikler, kapanma esnasında kasada açık görünce “hep peşin çalıştık, bu zarar niye acaba?” diye apışırlar.

CAN PAZARI Pey sürün mezada pey sürün beyler Dostluk pazarına ucuz can geldi Bitmeden yetişin kazalar köyler Dostluk pazarına ucuz can geldi

SİTEM Hasan ÇEKEREK Dinleseydin… Yüreğimin burçlarından Latif bir nidayla seslendiğim kelimelerimi Dehlizime dizerek en derin manaları heceleri incitmeden sunardım Yormadan havsalanı ve sarsmadan serencamı Anlasaydın… Ketmedilen sözlerin gözlere nasıl da yansıdığını bakışlarımın hitabını anlasaydın Seçmezdim ucu sivri okları sehven kanatmazdım dikkatini Bilseydin… Avuçlarımdaki ürkek sevdamı hangi illetin endişesiyle sana emanet edemeden suskunluğuma hapsedişimi ve uzaktan sevmeye hüküm giyişimi Gururuna vesvese sunmazdın İnat, gerdiğin asabına konmazdı Görseydin… Niçin acıttığım kalbine hangi merhemi sürdüğümü akan kanın gözümden süzüldüğünü görseydin yanmazdı canın yanarken canım Bana ördüğün surlar ardından lanetlercesine bağırma sevgili Aşk tevazunun neyi olur haber et ben geleyim…

Turfanda meyveler burda var burda Korkmayın yetişir ite de kurda Dağıldı çok şükür sonunda yurda Dostluk pazarına ucuz can geldi

Kapalı değil ki açık ihale Bu yan bitpazarı ötesi kale Kamu malları hey hale bak hale Dostluk pazarına ucuz can geldi

Çekinmeyin aman pahası beleş Olanı bedava dahası beleş Cahile güç yetmez dehası beleş Dostluk pazarına ucuz can geldi.

Seç beğen karıştır ister süründür Reklam için vitrinlerde göründür İmalatınız bu taze üründür Dostluk pazarına ucuz can geldi

Cambaz kabzımallar sahte kasaplar Size göre size bütün hesaplar Keseri dönükler ey silik saplar Dostluk pazarına ucuz can geldi.

Beride olgunu ötede hamı Yarım tutun da bırakın tamı Özcan’ım çerçeve getirin camı Dostluk pazarına ucuz can geldi

47


KÜN EDEBİYAT

REÇEL Yasemin YILDIZ

G

ece uyku tutmadı. Sabah erkenden kalktım. Kahvaltı masasını çeşit çeşit reçellerle donattım. İşlerimi erkenden bitirip yola koyuldum. İnsanlara tebessüm ederek yürüdüm. Yaz gelmişti. Renk renk mutluluğu satın alma vaktiydi. Çocukluğum meyveliklerin arasında geçmişti. Çoğu geceler, ayın yorgun düştüğü vakte kadar reçel yapardık bahçede. Yakılan ateşlerde başka kokular başka tatlar olurdu. Annem, meyveleri zedelemeden kazana koyar, gün batınca da pişirirdi. Reçeller, gün değmeden kavanozlara doldurulunca güneşin kokusu sinmez derdi. Ben de hava kararınca güneşin meyvelerle birlikte kazana girdiğini düşünürdüm. Yıldızların altındaki ateşi, meleklerin gözlerine benzetirdim. Kazanda eriyen kayısıları, sıcaktan yükselip başka dünyalara güneş oluyorlar sanırdım. Çileklerin kaynadıkça kahkahalarını duyardım. Hele güller babaannemin anlattığı masallardaki kuğuların tüylerine benzerdi. Gece ayla saklambaç oynardık. Baykuşlar hangi ağacın arkasına saklansam gelip o ağacın dalına konar, yerimi söylerlerdi. Ama ay saklanınca kimse bulamazdı. Ateş böcekleri rüzgarın ocaktan savurduğu kıvılcımlar gibi, önce parlar sonra kaybolurdu. Meyveler düşerken zedelenmesin diye ağaçlara bağladığımız tülleri gelinlerin duvaklarına, düşen meyveleri de gözyaşlarına benzetirdim. Annem yaptığı reçelleri özenle kavanozlara doldururdu. Ağızlarını sıkıca kapattıktan sonra kumaşlar keser, kapaklarını o kumaşla çevirdikten sonra kurdeleyle bağlardı. Reçellerin son durakları kilerdeki raflardı. Hepsini rengine, mevsimine göre dizerdik. Canım sıkıldıkça kilere giderdim. Reçelleri

48

seyretmek yemekten çok daha zevkliydi. Ama birini daha, her gittiğimde orada bulurdum. Tam rafların karşısındaki minderin üzerine yatmış, mırıl mırıl mırıldayan kedimi reçelleri seyrederken görürdüm. İkimiz de renklerin bizi sürüklediği hayaller ülkesinden annemin sesiyle dönerdik. Hey gidi günler, diye diye pazara vardım. Aslında pazarları hiç sevmiyorum. Bahçelerdeki kahkahaları satın aldıklarını düşünürüm. Ama bu gün, annemin reçelleri, kedim, kilerdeki hayaller sabaha kadar aklımdaydı. Ben de her renkten meyve alıp reçeller yapacaktım. O günleri yeniden yaşayacaktım. Tezgahların önünde durup, pazarcıların tuhaf bakışlarına aldırmadan meyveleri uzun uzun kokladım. Pazarı dolaştıkça yüzüm asılıyordu. Reçel yapabileceğim tek bir meyve bulamamıştım. “Hep bu hormonların yüzünden, renkler de değişmiş kokular da!” diye söylenerek, hiçbir şey almadan ayrıldım pazardan. Eve gitmek gelmiyordu içimden. Yürümek, yoruluncaya kadar yürümek istiyordum. Gökyüzüne başımı kaldırdığımda, güneş bile samimiyetini kaybetmiş diye geçirdim içimden. Yolun kenarlarındaki ağaçları duyar gibi oluyordum. Nefes almakta zorlandıklarını, kimsenin onları anlamadıklarını söylüyorlardı. Dekor muamelesi gördükleri için üzülüyorlardı. Marketten aldığım su, köyümüzün çeşmesini hatırlattı. Her gece uyurken hiç durmadan akan çeşmenin sesi, ninnilerin en güzeliydi. Güneş yavaş yavaş neşesini kaybetmeye başlamıştı. Yol kenarları kalabalıklaşıyor, insanların yorgunluğu hallerinden belli oluyordu. “Ne insanlar şehirlerin, ne de şehirler insanların dinlenmesine


KÜN EDEBİYAT

izin vermiyor, ne zamana kadar devam edecek böyle?” diye söylenerek, caddenin en kalabalık tarafında bir banka oturdum. Yolun sağından ve solundan geçen insanlara “Reçel yapmasını bilir misiniz?” diye sormak için beklemeye başladım. Gözlerim anneme benzeyen birini aradı. Gün batımına kadar insanları seyrettim. Fakat anneme benzeyen hiç kimse geçmedi. Ama kararlıydım, soracaktım. Elinde pazar poşetleriyle gelen iki kadın görünce, “Belli ki bunlar ev hanımı, çoluk çocuklarına hazır yedirecek halleri yok ya, kesin biliyorlardır” diye yaklaştım: “Bakar mısınız?” Kadınlar dönüp, “Buyurun” dediklerinde “Reçel yapmasını bilir misiniz?” diye sordum. Önce birbirlerine baktılar, sonra birisi “Ne gerek var ki teyze? Marketlerde çeşit çeşit reçel var, gidip istediğini alıp çıkıyorsun” dediğinde, sustum. Öylece bakıyorum yüzüne. “Deli mi ne” diye uzaklaşıyorlar yanımdan. Sevgili olduklarını anladığım, iki genç yaklaşıyor. Kıza “Reçel yapmasını bilir misin kızım?” diyorum. “Git işine teyze yaa, başka işin yok mu senin? Reçel yapmasını bilir miymişim. Kafayı mı yemiş bu?” diye oğlanın koluna girip uzaklaşıyor. Buna da, şuna da sorayım derken yoldan geçen herkese sormaya başlıyorum. Bir süre sonra yolun karşısındaki banka oturmuş beni seyreden yaşlı bir kadın dikkatimi çekiyor. Soru sormaktan vaz geçip hızla giden arabaların arasından karşıya geçtiğimde, kadının anneme benzediğini fark ediyorum. “Anne!” diye seslenince başını kaldırıyor. Kırışmış suratındaki, gözkapaklarının ardına saklanmış üzüm gözleriyle bakıyor bana. Ellerini öpüyorum. “Ayşe, beni eve götür” diye ağlamaya başlıyor. Ama benim adım Ayşe değil ki! Yaşlılık işte, karıştırdı her halde. Hadi anne evimize gidelim diye koluna girip yoldan bir taksi çeviriyorum. Tam binecekken, “İmdat, yetişin adam kaçırıyorlar; annemi kaçırıyorlar!” diye feryat eden bir kadın taksinin kapısından tutuyor. Kadın bağırdıkça etrafımıza insanlar toplanmaya başlıyor. Birisi “Demek bu yüzden yoldan kim geçse çeviriyordu bu, kendine av arıyormuş meğer.” diyor, bir başkası “Yok yok bunlar yalnız dolaşmazlar, vardır sağda solda adamları.” diyerek başını sallıyor. Bağrışmalar, hakaretler… Ne olduğunu anlayamamış bir halde bakıyorum milletin yüzüne. Bir süre sonra polisler geliyor. Kalabalığın arasından çıkarıp araca bindiriyorlar beni. Polislerden biri “İşini de iyi yapıyorsun haaa. Deli gibi davranınca kimsenin dikkatini de çekmezsin. Yaşlı kadını kaçırıp da ne yapacaktın, parasını mı çalacaktın?” diye soruyor. “Ben sadece Osman amcanın bahçesinden erik çaldım. Reçel yapmasını bilirim’’ dediğimde, polis aracı azılı bir hırsızı yakalamış olmanın verdiği gururla sirenlerini var gücüyle çalıyor.

KENTİN AŞK GERİLLASI Ersin TÜRKKOL bir gelincik tarlasıyla bir molotof kokteylini karıştırırsak aynı cezvede fincana dökülen ben oluyorum. öfke’ye yaslanarak dik durabiliyor hayatın ortasında kalbim. mor bir düğme gibiyim yalnızlığa ilikli bu gece kadehlere bölüştürdüğüm Güzel şarabın Marmara’lı Nilgün’ü Ömer Hayyam ve ben şarâbi rubailer okuyoruz hüznün yüzüne karşı Aşk yakamızdan düşsün için aslında her Aşk yanmaya bir bahanedir kendine dönen bir pervaneyim nârım özümdedir bu gece dalgın gemiler geçiyor yine kıyılarından gözlerimin gene de tek başıma Çin ordusuyum karşısında kederin keder ki acı’nın ağır abisi kim hesaplayabilir ki hayal kırıklığımın hacmini yüklemi hep aynı, nesnesi çok bir cümle Aşk dediğin... aslında ben nâra aşıkım Aşk bana nâr bu gece buruk bir anons olup geçiyorum haber ajanslarının sarhoşluğundan : - dikkat ! kederden kanayan ağır bir yalnız için acele Aşk aranıyor... - aslında her Aşk okunmuş eski bir mektuptur, kalbimin köhne çekmecelerinin dibinde hangi birinize ağlayayım ne çok terk ettiniz beni be !

49


KÜN EDEBİYAT

KADIKÖY VAPURU “Şimdi otobüs gelir, biner gideriz. Dönmeyeceğimiz bir yer beğen, başka türlüsü güç”

Ercan KÖKSAL

S

imitçiler, kestaneciler, telaşla bir yerlere yetişmeye çalışan insanlar... Herkesin yüzünde ayrı bir ifade... Kimi biran önce evine ulaşabilmenin, kimi daha önce vermiş olduğu randevuya zamanında yetişebilmenin, kimi ise bu akşamki rızıklarını çıkarabilmenin telaşında... Meydan boyunca aralarında ilerlediği insanların koşturmacası ve telaşı onu hiç ilgilendirmiyordu. Birkaç dakika önce kendisine söylenen kelimelerin esiri olmuş, sessizce ve ağır adımlarla insanların arasında ilerliyor, zihnine çöreklenip onu esaret altına alan düşünceleri zihninden atmak istiyordu. Yanında onunla birlikte yürüyen Hülya’nın da ağzını bıçak açmıyordu. İkisi birlikte Beşiktaş iskelesinden vapura bindi ve vapurun üst katında cam kenarında bir yere oturdular. Oturduktan kısa bir süre sonra vapur hareket etti. Birkaç dakikalığına da olsa Hülya’nın söylemiş olduğu kelimeleri zihninden atmak istiyor, etrafını süzüyordu. Hemen karşılarında oturan küçük bir kız çocuğuna dikkat kesildi. Annesi telefonda bir şeyler anlatıyor, çocuk da ona telefondaki kişiye istediklerini söylemesi için ısrar ediyordu. “Anne bugün çok eğlenceliydi.” desene. Annesi, küçük kızın isteğini pek duymuyor gibiydi. Telefonu kapattığında kızın yüzü asılmaya, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. “Neden söylemedin?” Gözlerini ufka doğru çevirdi. Hülya’nın henüz yarım saat önce söylediklerini düşünüyordu. Parmağındaki yüzüğü çıkarıp uzatırken; “Çok düşündüm, artık birlikte olamayız” demişti. Duyduğu sözler karşısında hiçbir şey söyleme-

50

di. Sustu ve uzatılan yüzüğü aldı. Sonra oturdukları yerden hiçbir şey söylemeden kalktılar ve Kadıköy vapuruna binmek için yürüdüler. Vapurda hareket devam ediyordu. Birkaç dakika sonra; “Saygıdeğer beyler ve hanımefendiler, sizlerden birkaç dakikanızı rica ediyorum. Bu elimde görmüş olduğunuz mûcizevî alet...” diye başlayan satıcının sesi kulaklarında yankılanmaya başladı. Fakat başını çevirip sesin geldiği tarafa bakmak istemedi. Nasıl olsa bu satıcının da daha önce gördüklerinden hiçbir farkı yoktu. Basit bir eşyayı yüzyılın icadıymış gibi pazarlıyorlardı. Yüzünü camdan dışarıya çevirmiş denizi seyrediyordu. Sonra satıcının sesinin yerini bir şarkının nağmeleri aldı. Şimdi yalnızca bu şarkıyı dinliyordu. Dinlerken yüreği sızlıyordu. Adeta bir jiletle yüreğine çizikler atıyorlardı. O, bu ızdırabı yaşarken Hülya hemen yanıbaşındaydı. Elini uzatsa onun ellerini tutabilirdi. Fakat ellerini tutmaya, ayrılmayalım demeye gururu müsade etmiyordu. Sustu. Vapurda hareket devam ediyordu. “Çay isteyen var mı” diye bağıran satıcı el kaldıran yolcuların yanına yaklaşarak artistik bir hareketle tepsiden çayı alıyor ve yolcuya uzatıyordu. Hemen sağ tarafında oturan kızlı erkekli grup gülüşerek bir şeyler konuşuyorlardı. Konuşmalarından üniversite öğrencisi olduklarını anlamak pek de güç değildi. Kızlardan biri; “Yaa Kenaaan!” diye biraz sitem biraz da nazlanma belirtisi gösteren iki kelimeyle karşılık verdi. Kenan olduğunu zannettiği kişi kıza dönmüş ve


KÜN EDEBİYAT

bir şeyler anlatıyordu. Vapurla birlikte boğazın iki yakasında aralıksız sefer yapan martılara takıldı gözü. Vapurdan atılan bir parça simidi yakalamak için hedefe büyük bir ustalıkla adeta süzülerek uçuşuyorlar ve simidi yine aynı ustalıkla yakalıyorlardı. Bir martının bir amaç için göstermiş olduğu mücadeleyi düşündü. Tek derdi midesini doldurmak olan martı bu amacına ulaşabilmek için nasıl da mücadele ediyordu. İşte, hemen yanında oturan Hülya, bir martının bir lokma simit için göstermiş olduğu mücadeleyi gösterememişti. Kaç kez, bazı şeyleri elde edebilmek için mücadele etmek gerektiğini söylemişti. Şimdi bu sözlerin tamamının boş olduğunu anladı. Hülya’nın verdiği yüzüğü parmakları arasında dolaştırıyordu. Bir yuvarlak metal parçası iki insanı bir ömür birbirine bağlamak için yetmiyordu. İnsanların mutluğunu bir yüzük perçinleyemezdi. Bunun için gerekli olan şey başkaydı; Mücadele, sadakat, inanç... Vapur, iskeleye yanaşmış, içindeki yolcular hareketlenmeye başlamıştı. Tüm yolcuların salonu boşaltmasını beklediler. Salon boşalınca kalktılar ve binerken takındıkları sessizliğin benzerini takınarak iskeleye indiler. Yan yana bir süre yürüdüler, sonra durdular. Son kez birbirlerinin gözlerine baktılar. Hiçbir şey söylemediler. Hülya sanki son bir söz bekler gibiydi. Belki de gitme demesini bekliyordu. Fakat onun, Hülya’nın beklentisine cevap vermek gibi bir niyeti yoktu. Bir şeyler söylemeye başlasa, sanki arkası gelecek ve kelimeler kelimeleri, cümleler cümleleri takip edecekti. Buna kapı aralamadı. Hiçbir şey söylemeden Hülya’yı ardında bırakarak iskele boyunca ilerlemeye başladı. Ardına dönüp bakmak istemiyordu. Bir kez ardına baksa ayrılması bu kadar kolay olmazdı. O an duygularını dizginlemiş, nefes alıp veren fakat duyguları olmayan bir canlı haline gelmişti. Hülya, bir süre olduğu yerde öylece kalakalmıştı. Ondan böyle bir tepkiyi hiç beklemiyordu. Sanıyordu ki, o da bir şeyler söyleyecek, “ayrılmayalım” diyecekti.

Gerçi böyle bir söz söylemiş olsa da bir şeylere yeniden başlayabilme ihtimali yoktu. Zihninde her şeyi bitirmişti. Fakat hislerine daha fazla hakim olamadı. Ardından koştu ve onu durdurdu. “Böyle hiçbir şey söylemeden nereye gidiyorsun?” dedi. Birkaç saniyeliğine Hülya’nın gözlerine baktı ve “Ne söylememi bekliyorsun? Her şeyi zaten zihninde bitirmişsin.” diye cevap verdi. Bu kelimeler bir anda çıkmıştı ağzından. Belki daha önceden tasarlamış olsa bu kadar rahat söyleyemezdi. İskeleye, geldikleri yöne ağır adımlarla yürüdü ve kollarını demir korkuluklara yasladı. Boş gözlerle etrafını süzüyordu. Yanına yaklaşan çingene kızın “abi bozuk paran var mı?” sorusuna soğuk bir hayır ile cevap verdi. Kız her ne kadar ısrar etse de onun bu tavrına kayıtsız kalarak yönünü Haydarpaşa’ya döndü. Denizin yüzeyinde yiyecek bulma ümidiyle bir o yana bir bu yana süzülen martılara dikkat kesildi. Denizden esen sıcak rüzgâr yüzünü ve saçlarını okşuyor, Beşiktaş’tan kalkan bir başka vapur Kadıköy İskelesine yanaşıyordu. O ara hemen yanında sessizce bekleyen Hülya’ya döndü. Gözlerinden yaşlar döküldüğünü gördü. Küçümseyici bir tavırla; “Gözlerinden düşen damlalar, hayatı güzelleştirmeye yetmez. Bir şeylerin daha güzel olmasını bekliyorsan mücadele etmelisin.” dedi. Hülya hırsla yüzüne baktı, fakat hiçbir şey söylemedi. O, devam ediyordu. “Kusura bakma ama yalnızca sulu gözsün.” Bu kez dayanamadı. “Sen de çok acımasızsın, beni anlamıyorsun” dedi Hülya. “Ben gözyaşı borcumu yıllar önce peşin olarak ödedim, kusura bakma artık gözyaşı dökemem!” O ara yanlarına yaklaşan çiçekçi kadının uzattığı kırmızı gülü reddederek; “Sen bize beyaz gül getir” diye karşılık verdi.

Şaşkın bir ifadeyle birkaç saniye yüzüne bakan çingene oradan sessizce uzaklaştı. Tekrar Hülya’ya döndü; “Belki de sen haklısın. Artık birlikte olamayız. O yüzden şimdi istediğin yere gidebilirsin. Bunun için seni yargılamıyorum.” dedi. Hülya artık hiçbir şey konuşmuyordu. Sadece gözlerinden yanağına inen yaşları siliyordu. Bir şeylere yeniden başlanamayacağı belliydi. Yaslandıkları korkuluklardan doğruldular ve birlikte otobüs duraklarına doğru ilerlemeye başladılar. İskele meydanına geldiklerinde Hülya, Ona artık gelmemesini, şimdi vapura binip geri dönmesini söyledi. Kendisi otobüse bindiğinde bir çift gözün ardından çaresizce bakmasını istemiyordu. Hülya’nın düşündüğü şeyleri O da düşünüyordu fakat bunu belli etmemek için elinden geleni yapıyordu. “O halde hadi birlikte ayrılalım. Sen otobüse git ben de vapura gideyim” Hülya bunu kabul etti. Birlikte farklı yönlere doğru yürümeye başladılar. Arada bir farkettirmeden dönüp ona bakıyor, gitmekten vazgeçip “ben ayrılmak istemiyorum.” demesini bekliyordu. İstediği olmadı, Hülya bir süre sonra gözden kayboldu. Vapur iskelesine geldi. Boş bir banka oturdu ve birkaç dakika öylesine düşündü. Onun hayatından bir anda çıkmış olmasını kabullenemiyordu. Mutlaka bir şeyler yapmalıydı. Oturduğu banktan kalktı ve hızlıca otobüs duraklarına geçti. Durakta gözleri onu aradı, fakat çoktan otobüse binip gitmişti. Artık son şansını da kaybetmişti. Çaresiz geri döndü. İskeleye yakın bir çay bahçesine oturdu. Hemen karşısında duvarın üzerine konan martının ağzını açarak, kesik kesik adeta bir bebek gibi ağlayışına dikkat kesildi. Şimdi kendisi de o martıdan farksızdı; bu saatten sonra O da yalnızca o martının ağlamasına eşlik edebilirdi.

51


KÜN EDEBİYAT

MAZDARAN-I KEBİR VAHASINDA EZELİ SARMAL Faruk BAŞAK

E

n az dört saat çeken yolu iki saatte almıştı Bekki kervanı; ki bu hız, çöl havasına uygun değildi. Çünkü her daim yorgunluk çeken hecinler ve kervan yolcuları, böyle bir durumda susuzluktan çatlar ve her on adımda bir kırba su tüketirlerdi. Bu tüketime, kızıl tüylü develerin bütün yükü su olsa dayanmazdı ancak bu kez farklıydı, üzerlerinde bir parça bulut taşıyorlardı. Çöl yolcularının, bulut serinliğinde yol almaları daha sorunsuz oluyordu. Derken; kervan, yolda bir bedevi obasına rastladı. Oba reisi, yorgun kervancıları kucağında taşıdığı kocaman ve alabildiğine ilkel bir taş tanrıyla karşılamıştı. Duruyordu. Sonra sahte bir ifadeyle: “Ehlen, ehlen!” deyip temennalar yaparak tekrar ilerledi ve kucağındaki kaba saba heykeli yolun ortasına dikti; “Mezdar’ın korumasına girin beylerim. Obamızın baş ilâhı Mezdar sizi korusun!” diye çırpınmaya başladı. Esmer, gün yanığı ellerini kuru ağaç dalları gibi bir göğe doğru kaldırıyor; bir, yere indiriyordu; bu arada, tozdan griye çalan giysisinin yeni bazan bileklerine kadar dökülüyor, bazan da pazularına kadar sıyrılıyordu. Açılan kolunu kaplayan esmer sahtiyan görünümlü seyrek kıllı derisinde güneşin son ışıkları bılk bılk yansıyordu. Bedevi deveciler, adının Mezdar olduğunu öğrendikleri taş tanrıyı görünce, hep ellerinde tuttukları yular uçlarını birbirlerinin hayvanlannın hamut kemerlerine iliştirip çöl toprağını tozuta tozuta koşuşturdular. Yolun ortasında gri bir gübre yığını gibi duran Mezdar’ın çev-

52

resinde halka olup tıpkı oba reisinin yaptığı gibi kollarını indire kaldıra dönmeye başladılar. Tapınmanın verdiği huşu ile gözleri yan örtülmüş, elmacık kemiklerine doğru yayılan dudakları, yanak derilerini kıvrım kıvrım kıvırmış, yüzlerini körük soluklayan demirci çıraklarına benzetmişti. Mutluydular. Haftalarca süren, ilâhlar tarafından terk edilmişliklerine olan inançları veya onları ihmal etmiş olmanın verdiği üzüntü bir anda buhar olmuş, uçmuştu. Son tanrılarını yiyeli neredeyse bir ay oluyordu. Yaklaşık iki buçuk ay önce kervana katılıp kentlerin anasından ayrılırken, aslında yanlarına yeterli sayıda ilâh almışlardı. Ancak kavut karmacından yani kurutulmuş un hamurundan inşa ettikleri tanrılarını acıktıkça kolundan kanadından kopara kopara yemiş, artıklarını da develerin potuklarına yem yapmışlardı. En son yedikleri İlâhi yiyecek bir ay evveline dayanıyordu. Bu arada kervan, bir tek bile lahuti koruyucusu olmadan yol almış ve mutad tapınmalarını yapamayan yolcular, sürekli bir uğursuzluk beklentisi içinde ishal ya da kabız olarak bedeni sıkıntı çekmişlerdi ki, asıl ızdırap kafalarının içinde yaşadıklarıydı. Neyse ki, tanrısızlık ızdırabı Mezdar sayesinde sona ermişti. Sağolasın putçu Arabi... İşte, şu anda karşılarında bir tapınma bahtiyarlığı vardı. Bunu kaçırırlar mıydı hiç? Bedevi devecilerin, tavaflarını izleyen kervancı başı Hidar bin Ezvare, yanındaki Mekki medenilere dönüp, zarasız ama aptal bir teslimiyet içinde: “Biz de katılalım mı?” dedi. “Helva hamurundan döktürdüğüm Hübel minyatürlerinden


KÜN EDEBİYAT

yanımda hiç kalmamıştı. Hepsini beş gün önce yedim.” Kervancılar; “Kabul!” anlamında esmer başlarını ardıç tokmaklar gibi sallayıp: “Bizde de kalmamıştı.” diye karşılık verdiler. “Ne Menat, ne Uzza, ne de başkası kaldı hiçbirimizde.” İzci Mifa Zet, kuşağının arasına sıkıştırdığı cenbiye hançerini çıkanp orada bulduğu bir taşın üzerine emanet etti; diğerleri de kılıçlarını çözüp uygun yükseltilerin dallarına astı ve tapınmaya hazır hâle geldiler. Töre gereği ölüm aletleriyle ibadet olmazdı. Mekkiler de; “Siz de gelin ey kervancılar, obamın taştanrısına tapınmak sizin de hakkınız. Haydi, yürüyün onun koruma dairesine duhul edin. Ya Me! Ya Me!” diyerek, tüm kervancılan tapınmaya davet eden oba reisinin çağrısına uyarak ilerlediler. Baştan beri en arkada sessiz sedasız duran rahip Zerri Gina, sonunda dayanamadı; arkasında ergen zangocu olduğu hâlde zünnarını sallaya sallaya ayin alanına doğru koştu. Hidar bin Ezvare’nin önüne bir duvar gibi geçip elini kaldırdı: “Durun İsa aşkına!” diye bağırdı. “Ne baba, ne de oğul bu davranışınıza cevaz verir. Vazgeçin taşa toprağa ilâh diye tapınmaktan ve Pavlus’un çağrısına uyarak İncil’e dönün. Kurtulun!” Hidar bin Ezvare, Gassani rahibinin sözlerini başını iki yana sallayarak dinledi. Bu arada, deve bakıcısı Yemenli kızıl gözlü Sartazen araya girip: “Çekil yolumuzdan ey ihtiyar!” diyerek sert bir hareketle rahibi yana itti, sonra da toprağı okşaya okşaya kaba yontu Mezdar’a doğru ilerledi. Rahip Zerri Gina, tökezleyerek düştüğü yerden zangocunun yardımıyla kalkmaya çalışırken tüm kervancılar, bir süre önce başlayan ayine dahil olmuşlardı. Kollarını indirip kaldırarak; “Ya Me, ya Me!” hitabıyla tapınmanın

huşusu içinde transa geçtiler. Bir merkep, kervanı teşkil eden develer, rahip Zerri Gina, ve onun zangocu bir kenarda durmuş, şaşkınlıkla, önlerinde yaşanan garip ritüeli izliyorlardı. Arada bir Zerri Gina başının üzüntüyle iki yana sallayarak ellerini gökyüzüne doğru kaldırıyor, esmer zangocu ise istavroz çıkartıyordu sürekli; merkep arada bir yol kenarındaki dikenlerin topçuklarını koparıyor, develer ise salya sümük geviş getiriyorlardı. Nice sonra tapınanların ayaklarından kalkan tozların kül renkli bir çarşaf gibi örttüğü taş tanrısının yanına koşan oba reisi: “Obamı ve bu kervancıları koruman ve gözetmen altına dahil et eyya Me...” diyerek sakallarını ilâhının yüzüne gözüne sürmeye başladı. “Şükr!” Tapınma ayinini bitiriyordu, bu yüzden kervancılar da reisi taklit etti; sakallarına bulaşan çöl tozlarını yağlı cilbablarının yenlerine sile sile geri çekildiler. Oba reisi, ilkel taştanrısını kucaklayıp bir çuval gibi yol kenarına aldı; koşa koşa gerip dönüp: “Hanginiz kervanbaşısınız?” diye sordu. Sorusuna cevap olarak verilen işarete uyarak Hidar bin Ezvare’nin önüne gidip durdu. Hidar bin Ezvare, bedevi devecilerden birkaçına dönüp: “Reisin hakkını verin.” dedi. Deveciler, tabanı pembe sırtı esmer ayaklarına geçirdikleri terliklerinin topuklannı şipirdeterek koşuştular; develerinin en uygun denklerini gevşetip avuç avuç eteklerine dol- durduklan arpa, mısır, hurma ve birkaç kavut topunu birbirine karıştırıp geri döndüler. Kara gözleri ışıl ışıl yanan sivri çeneli oba reisi, etek dolusu üründen gözlerini ayırmadan: “Mezdar sizden razı olsun.” diyerek devecilerin eteklerindeki erzakı boynuna çaprazlamadan

astığı kıl torbaya dolduru dolduruverdi. Adamlarının yol boyunda tapınma ücretlerini ödeyen kervancıbaşı Hidar bin Ezvare; “Vahaya ne kadarlık yolumuz kaldı reis?” diye sordu, içi erzak dolu torbasını oba gençlerinin birinin kucağına veren reis: “Aradığınız şu karşı kumulun ardında bir yerde.” diye işaret etti. “Geçin uğurlar ola.” “Var kal sağlıcakla!” diyen kervan yeniden revan oldu yola. Develer, sallana sallana yürümeye başladı, deve yedicileri neşe içinde şakalaşmaya durdular. Böylece bugün de bitmişti çünkü güneş, kumların gözüne gömülmüş ve gölgeli bir alacalık bütün çölü kaplamıştı.

53


KÜN EDEBİYAT

YASİN OKUYUCUSU ve MİRANİ BEY diyarlardan ödünç alındığı belli olan sesiyle; “Biz, bunların boyunlarına ve çenelerine kadar boyunduruk vurduk. Bu yüzden dik başlıdırlar.” cümlesini taşıyordu mekâna...

Ahmet YOZGAT

K

oca kentin merkez mezarlığında, kapıdan giriş bölümünün en mor derinliğindeki mavi damarlı mermer mezar taşının yanından geçen yeşil şapkalı, karanlık gözlüklü ama aydınlık yüzlü Nişantaşı hanımefendisi yılan derisinden mamul çantasını mermer lâhtin kenarına koyduğunda hemen arkasında duran “Yasin Okuyucusu” tıpkı bir zaman gezgini gibi son “La ilahe illallah...” noktasında bitivermişti. Dilinde mesleğinin tekellümü; “Ya sin... Velkur’anilhakiym!” Ölüm, ansızın bitivermiş ve elli sekiz yıl, yedi ay, altı gün, üç buçuk saatine hâkim olmuştu, işte, yanı başındaydı. Safinaz Hanım, tabii ki böyle bir misafir beklemiyordu. Elinde kocaman bir boyunduruk tutan, boylu boyunca beyaz ve yakası tavşankulağı gibi kalkık ve sivri urbalar giymiş birkaç adam; “Vakit tamam.” diyor gibiydiler. Gözleri kara ve en az zemzem kuyusu kadar derindi. Birer çamdan çatal kapı iriliğinde hidrojen atomlarına binmişlerdi, yelelerinde birer tutam kontoryum... Yasin okuyucusu, o anda MIrani Beyin ayakucundaydı ve diz üstü çökmüştü. Kucağındaki sahtiyan kaplı kitabın açık sayfasındaki sekizinci sırayı tekellüm ediyor ve derin bir kuyudan spiral bir burgaçlanmayla çıkan, uzak

54

Safinaz Hanım, lâhtin geniş sahasının sol yanında durmuştu; yaprakları sararmaya yüz tutmuş yaşlı bir cami servisi gibi ha secdeye kapandı, ha kapanacak noktada ağlıyordu. Mirani bey, gövdesini kemiren, her biri parmak İnlindeki Araf kurtçuklarının annesinden biraz yiyecek kudret helvası ve bıldırcın kebabı İstemesi karşısında kendisinden geçmiş gibiydi. “Tini vez zeytuni...” girişine takılmış gerisini getiremiyordu. Sütü, özlü bir sakıza çalan erik ağacının güneşten yana kaygın yapraklarına binmiş ve mavi derinliklere doğru akıp giden kozmik bir sörfçünün bıraktığı İze baka baka kızarıyor ve kadim bir Arabî lehçesiyle kahırlanıyordu; saçları dimdikti, rüyasında İlk kez gördüğü teker İriliğindeki bir çift gözün kendisine bakışı karşısında panik halindeydi... Bir, bahçelerden bir bahçeye; bir, çukurlardan bir çukura gidip gidip geliyordu. Bu arada, beyaz elbiseli adam, dilsiz bir lisanla serüvenini aktarıyordu ölüm odasının manyetik alanına. Sonra elindeki, kahverengi budaklarından ışık sızan boyunduruğu getirip vuruyordu şişip şişip İnen şahdamarların dal kol attığı boyuna. Mirani Bey, acıyla inliyordu. Bir süre önce bir pazartesi gecesi gördüğü rüya anının rulolar halindeki masivasına bakıyor sonra giderek perde perde açılışına dalıyordu. Ucu baldırana batırılmış bir okun uçuş anını ye¬niden yeniden yaşıyordu. Dejavu dedikleri bu olsa gerekti. Çok İyi bir temayla dokunmuş bir dizi filmin saniyede bir yirmi dört karesi peş peşe uçup turnalar katarına kuyruk oluyordu. O katarın son karesine son bir kez daha göz sarkmak arzusunda olduğu belliydi Mirani Beyin. Gözü bunun için belerip belerip sönüyordu. Sonra tüm vücuduyla sarkıyor ama bir anda kendini boşlukta buluyordu. Her karede aynı çığlığı atıyordu; “Selâmün kavlenl” Ancak ve ancak lahtin yanı başına diz yıkmış olan yasin okuyucusu durmuyordu. Onun, dilinin üzerinden birer tespih boncuğu yağlılığında yuvarlanarak inen kozmik kelimeler, sanki birer üm-


KÜN EDEBİYAT

met bireyiydi ve diyordu ki: “Biz, onların önlerine arkalarına setler koyduk. Gözlerini bağladık... Artık onlar göremezler.” Çünkü demirden gözlükler çakılıyordu burun kemerlerine. Mirani Bey; “Yetiş annem!” diye Safinaz Hanımdan yana dönüyordu. Ama o annesi değildi ki, hanımıydı. Otuz beş yıllık kahra tahammül etmiş bir kader vurgunu... Birkaç beyit Mevlit karışıyordu havadaki düşüş anına. Mirani bey otuz sekizinci yaşında bir tesadüf sonucu katıldığı Ulu Cami Mevlithanlarından Kani Karacayı hatırlıyordu o zaman. Ancak o an kısacık bir ışık gibi yanıp sönüyordu. “Âmin!” diyordu. Bir âminle rahatlıyor muydu ne? Sonra yine boyunduruğun sıkıcı yakıcılığı... Belki de bu güzden göremyordu som altı kareyi. Ama hissediyordu. Bir ağaçlık yoldaydı. Ancak ağaçların neredeyse tamamı kuru iskelet artıklarına benziyordu, ilâç için bir yeşil yaprak be; bir tek... Ancak yoktu. Yol, o kadar kalabalıktı kİ... Belki de hiç olmadığı kadar yoğun ve bir o kadar sakız yapışıklığındaydı. “Nedir bu?” diye soruyordu gözleri tepesinde bir zebani... Altıncı göğün içi som gümüş renkli bir mantar ya da şemsiye göbeği gibi üzerinde beliriyordu Mirani Beyin. Kısa bir dinlenme molası veriyorlardı. işte, tam burada bir kınalı koç çıkmıştı. Annesi, kana bandığı sağ el İşaret parmağını oğlunun alnına basıyordu. Yasin tekellümcüsü; “Biz, sana Kevser’i vermedik mi?” diye soruyordu. “Öyleyse dua et ve kurban kes. Asıl ebter sana ebter diyenlerdir.”. Şemsiyenin tepesinden akan ter ta aşağıdaki okulun futbol sahası yanındaki dereye kadar iniyordu. Geride derin obruklar bırakıyordu. Sonra beyazlı adam, kısa bir süre gevşettiği boyunduruğu çenesinin altından iyice sıkılaştırdı. Safinaz Hanım, son bir kez baktı önündeki tabloya. Lahtin yabani otlarını yoldu, deste yapıp bir kenara koydu. Boyunduruk tekrar gevşedi. Bir ışılak ufo aktı şemsiyenin altından. Yedinci göğün sucusu, bucusu beyazlı adama yardım etmek niyetiyle boyunduruğa son düğümü arttığında artık yapılacak bir şey yoktu. Yaşlı bir akraba sulu mendil ucu sürdü dudaklarına. Mahallenin İmamı uzandı ve çenesini bağladı. Son-

ra akrabayı taallukat hep bir olup yattığı yerden kaldırmaya uğraştılar. Asasını yere dikti Musa ya da ben¬zer biri. Amir bir ses tonuyla “Kazın!” dedi bir kazmacı. O anı hiçbir yere oturtamadı Mirani Bey. An, zamandan bağımsız kaldı. Ortalık yerde serseri bir bal arısı gibi dönmeye başladı. Aslında Mirani Bey, o kadar ağır biri sayılmazdı. Ancak şu boyunduruk vardı ya şu bo¬yunduruk, asıl sıklet ondaydı. Burada Yasin okuyucusu devreye girdi ve bir satır daha okudu. Gönlünden turna katarı geçti Mirani Beyin; el salladı, “Selâmün kavlen!” diye seslendi. Yatakta tıpkı bıyıkları kendine benzeyen adamı taşıyan kalabalığın önlerindeki duvarda kocaman bir afiş asılıydı ve afişte, sülüs harflerle “Âlemlere akmaya hazır mısın?” diye yazıyordu. Bu kez erkek gördü, kadın göremedi. Gözlerinin önünde göllenen gözyaşlarını, başında İğreti bir dağınıklıkla duran yazmasının ucuyla sildi. Yılan deliğinin altındaki son ayrık otunu da kopardı. Bu konuda söylenecek bir söz bulamadı Yasin tekellümcüsü okuduğu satırlar arasında; işlem bu nedenle fetvasız kaldı. Safinaz Hanım onu da bir önceki desenin yanına koydu. Sonra ayağa kalktı. Yasin okuyucusu, Yasini tam ortasındaki satırda kesiverdi. Kadın onun orta yerde kestiğini anlayamadı, bitti sandı Boyunduruğun zelvesinin ensesini kestiğini hissetti Mirani Bey. Acıyla İnledi. Sonra beyaz urbalar giymiş adamın arkasından bir öküz gibi sürüne sürüne ilerledi, ikisi birden o afişin altından geçtiler ve az ötedeki karanlık bir tünele daldılar. Bu arada bir ayrık otu daha koparıldı ancak koparan kimdi bu bilinemedi. Mirani Bey onun kafasından koparıldığını sandı; şah damarı sızladı. Sonra tekrar kaldığı yerden sürünmesine devam etti. Sıkıntılı bir ateş sağanağına daldı sürüngen öküz. İnleyişini uzattıkça uzattı. Bu sırada yılan derisi çantanın ağzı açılmıştı. Kara kuru bir el içeri daldı. Kara kuru el, çantanın en ücra köşesine Mirani Beyle beraber itildi. Mirani burada sırtüstü yatırıldı. Safinaz Hanım oradan bir avuç toprak aldı. Yasin okuyucusuna uzattı. Okuyucu azımsadı. Bo-

yunduruk gevşer gibi oldu ama tekrar sıkılaştı. Safinaz Hanım, bir avuç toprak daha alıp tekrar okuyucuya uzattı, işte, burada boyunduruk biraz daha gevşemişti. “Safinaz!” diye bağırdı Mirani. “Ne olur bir avuç daha...” Ama Safinaz Hanım ne duydu bu sesi ne de duysa anlardı. Dil ayrı bir dil, ses ayrı bir sesti. Bir daha almadı. Derken, yılan derisinden mamul çantanın ağzı sıkı sıkıya kapandı ve bununla birlikte her yer kapkaranlık olmuştu. Yüzde yüz zifir. Yasin okuyucusunun yüzü, bu kez; “Bu kadar yeter.” der gibi ışılamıştı. Çenesinden sakalı yoksul adam dualar ede ede uzaklaştı. Safinaz Hanım, son bir ayrık otu daha koparıp ayağa kalktı. Hâlâ lâhtin kenarında duran çantasını aldı ve mezarlıktan ayrıldı. Bu ziyaretin etkisi tıpkı bir kelebek etkisi gibi kendi hayatına da yansıyacaktı. Ondan sonraki her cuma sabahı elinde bir ağırlık ve karıncalanma hissetti, durdu.

SOKAK Emir Aslan KARAPAÇA Gökyüzüne baktı önce Sonra aydınlattığı soluk geceye Bir damla sekti sokak lambasından Ağır ağır süzüldü Bir kedinin gözlerine düştü Umursamadan Kasvetini bozmadan Uzandı bir kaldırım taşına Bir damla kaydı yanağından Vedasız, soluksuz bir ayrılık gibi Sabrını dener gibi Gözlerini o sokakta açan kaldırım taşının Islattı gövdesini Sokak lambası Kedi Ve kaldırım taşı Ağlaştılar Bir şehre yağmur yağdı

55


KÜN EDEBİYAT

ŞİİRLERDE TÜRKÜLERİMİZ İhsan KURT

Ç

ok çeşitli tanımlarının içinde “kültür”ü “hayat tarzı” olarak kabul edersek, kültür değerlerimize geniş boyutlar getirecek yaklaşımlarda kazandırılabilir. Folklor ürünleri olarak işlenen “atasözleri”nin yanı sıra “türküler” de insanımızın hayat tarzından yansıyan yaşama şekilleridir. Bu yaşama şekli sosyal yapının en çok söylenen ve dinlenen folklor ürünlerinden olması sadece “halk edebiyatı ile halk musikisinin türkülerde bir araya gelmiş olmasına” bağlanamaz. Çünkü insanımız sevdasını, sevgisini, sevincini, tasasını, yiğitliğini, hüznünü, kederini, umutlarını, kısacası hayatının büyük bir bölümünü türkülerin dilleri ile söylemiştir. Bazen de fertlerin ayrı ayrı olduğu kadar bütün bir milleti benzer duygularla birleştirme görevini yapmıştır. Yurdun çeşitli bölgelerinde çalınıp söylenen türküler milli duyguların da mesajlarını taşımakla folklorik değer olarak kabul görmüş, kabul görmeye devam etmektedir. Bir düşünürünün “bir milletin türkülerini yapanlar, kanunlarını yapanlardan daha güçlüdür” ifadesi çok anlamlıdır. Bu söz bile türkülerin, bir milletin hayatındaki önemini vurgulaması bakımından bir gerçeği ifade etmektedir. Bu gerçek de, bir milletin “hayat tarzı” içinde türkülerin kapsadığı bölümün oranını vermektedir. Millet hayatında bu kadar önemli yer tutan türküler, çobanını bir başka, işçisini, memurunu bir başka, sanatçısını, şairini bir başka şekilde etkilemiştir. Her kesim etkilenişini hayatında farklı biçimlerde yansıtmıştır. Şair ise elbette ki şiirleri ile yansıtacaktır. Şair, şiirin hasını da yazmış olsa Türk Milleti’nin içini dökmüş olduğu türkülerden ilham aldığı da olmuştur. Şiirlerde türkülerin farklı şekillerde işlendiği hemen dikkati çekmektedir. Türküler, konularından gelen özelliklerinden dolayı bazen şairin en güzel duygularına benzetilmiş, bazen türkülere benzemiş duygular. Özellikle bazı şairlerin, şiirlerinde türkülerin biçim ve muhtevasından faydalandığı açıkça görülebilmektedir. Hatta bazıları şiirlerinde türkülerden bir bölüm, bir mısra alarak kaynaklaştırmışlardır. Şairler, çeşitli vesilelerle şiirlerinin adına “... Türküsü”, gibi isimler vermelerinin yanı sıra, doğrudan türkülerden de etkilenmişlerdir. Öyle ki bazı şiirler biçim

56

olarak, söyleyiş kolaylığı ve duruluğu yönünden türküleri hatırlatabilmektedir. Hatta Türk şiiri ile türkülerin konularını karşılaştıracak olursak çok sayıda ortak konuları işledikleri görülmüştür. Mesela aşk, tabiat toplum, din, ölüm, yiğitlik, hasret ve gurbet, hüzün ve keder, vatan ve millet, kahramanlık gibi konular hem şiirimizde, hem de türkülerimizde ağırlıklı olarak işlenmiştir. Şair, şiirine imzasını atarken, “türkü yakan” imzasını atmaz. Ancak daha sonraki yıllarda türkülere imzasını atan bir yöre veya bütün bir millet olur. Kısaca türkülere, altına halkın imza attığı şiirler gözüyle bakılabilir. Şairlerin gönlünde, dilinde, açıkçası şiirlerinde türküler çeşitli çağrışımlar uyandırır. Öyle ki, bu çağrışımlar mısralarla mızrap olup gönül bağlarını titretir. Şair Siyami Yozgat’ın ifadesi ile; Issız bir köşesinde yüreğin Türküler buza keser, ama onlara acılar, hüzünler ve yaşanan duyguların zenginliği de yüklenir; Acıdır Yüklenir türkülerin omuzuna, diyen şair, aynı şiirin başka mısralarında türkülerle kaynaşır, türkülerle özdeşir; Hüzün bizim öz kardeşimizdi Bizler birer türküydük Hüznün defterinde eskiden beri. Şair gönlü türkülerin künhüne vakıf olmaya görsün. Şair dili hüznün defterinde türkü olur da, türkü dinlemez mi? Dinler ve dinlediklerinden biriken duygularını mısralarına taşır; Ve alır bağlamasını Konyalı can dostum Dursun Ali Dokunur tellerine inceden ince Dokunur do kanatlanır halk ağızında bir dize Alır bizi bir yere götürür Çöküp yüreğimize Ve her şey her şey bizim içindir Gezinir gönlümüzde yorgun ezgiler Sevdalar baş eğer önümüze Türküler dize gelir. Ne de olsa şair gönlüdür.Türküleri sever, türkülerden


KÜN EDEBİYAT

etkilenir, türkülerle özdeşir ama yine de onun sevdası karşısında türküler bile dize gelir. Bu sevda özellikle delicesine vatan sevdası, millet sevdası ise... Bu sevda, teknolojinin yürekleri makinalaştırdığı, duyguları çarklaştırdığı bir dönemde yeni baştan dirilerek gündeme gelebiliyorsa şairler susar mı? Susmaz elbet, susmayacaktır. Çünkü sevenleri henüz toprak olmamıştır. Şair Ayhan İnal’ın; Türküler içinde bu benim türküm Ne mutlu bana ki Müslüman Türk’üm, diye dile getirdiği gibi “benim türküm”, “bizim türkümüz” bir başkadır. Bunlar “Serhat türküleri”dir, “Kafkas türküleri”dir, “Bozlaklar”dır, ama hepsi birden “memleket türküleri”dir. Yusuf Akgül’e göre de türkülerde daha çok şeyler gizlidir; Bir mirastır, beş bin yıldır dillerde Davullarda, kavallarda, zillerde Yürek yürek, coşku coşku tellerde Hançer olur bağrımızı deler hey! Türkülerde neler gizli neler hey! ... Kalbi aklaştıran bir kalay türkü Türkü kaynaştıran bir halay türkü Her Türk bir türkücü, her olay türkü Dinleyenin benliğine dolar heyl Türkülerde neler gizli neler hey! Türk’ü kaynaştıran türküler, içlerinde çok şeyler gizli olan türküler... Türkülerce duru ve duyguları çağlayan bir yüreğe sahip Yavuz Bülent Bakiler, “Kafkas türküleri”nin ve bütün bir “memleket türküleri”nin gücünü çok iyi bilir. Önce “Kafkas türküleri “ ile sanki bir sırdaş gibi dertleşir; Şimdi sizi düşünüyorum Kafkas Türküleri Aldığım nefeste siz varsınız Perişan ve garip duygular içindeyim Halimi anlarsınız Bir kartal uçurdum Kafkas Dağlan üstüne Gagasında bayrak taşıyan bir kuş. Size varmadan Kafkas Türküleri Kartalım geldi ki vurulmuş... İşte o gün bugündür, Kafkas Türküleri Gayri bitmez tükenmez acılar içindeyim İşte o gün bugündür sizinleyim. Bu kadar kuvvetli bir bağla türkülere bağlanan şairin silahı, topu, tüfeği de “memleket türküleri” olup çıkar. Öyle ki; Düşman kurşunlarına inat köprü başında Memleket türküleri çağıracağım,

derken, bu duygularını dile getirmiş olur. Düşman kurşunlarına elbette türkülerle çıkılmayacağını bilir şair. Fakat türküler milli birliği oluşturan halkalardan biri olarak düşünüldüğünde şair yerden göğe kadar haklıdır. Nitekim Aşık Veysel de benzer duygular içerisinde türkülere ‘’milli birlik’’, ‘’kültürel birlik’’ sağlama görevlerini yükler; Türküz Türkler yoldaşımız Hesaba gelmez yaşımız Nerede olsa savaşımız Türküz türkü çağırırız. Bayramlarda düğünlerde Toplantıda yığınlarda Sıkılınca dar günlerde Türküz türkü çağırırız. Türkülerde ‘’söz’’, ‘’saz’’ ile birleşince şairin gönlüde ‘’bir hoş ,, duygular uyandırır. Hele de bu türkü bir Serhat Türküsü ise şairi geçmişin yasını çektiği ta serhat boylarına kadar sürükler. A. Metin Şahin bu sürüklenişini şu duygularla dile getirir; Kimmiş çalan bu serhat türküsünü? Sazın bir hoş, sözün bir hoş ay balam! Çeker gönlüm hep geçmişin yasını, Niye dertli kemanında yay balam? Kemanda yay, bağlamada teller nasıl dertli olmasın? Mızrap sazın bağrında yüreklere nasıl uzanmasın? Şairler dinledikleri türkülerde gurbeti duyar-duyurur, türkülerle yakaryakılırlar. Y. Bülent Bakiler’in dediği gibi; Bizim türkümüzde gurbet var artık Hasret var, yürek var, toprak var balam. Türküleri dinlemek, türkülerle dinlenmek gibidir. Nitekim aynı şair, türkülerin yürekten söylendiğinde türkülerde gam yüklü bir havanın olduğunu hatırlatır. Ama yine de türkülerden vazgeçemez. Sevdiğinin dahi türkülerle gelmesini ister; Bu nasıl yürekten söylenmiş makam? Dinlediğim bütün türkülerde gam. ... Biliyorum seni türküler yaktı Türkülü gözlerin ıslak ıslaktı. ... Ne derse aldırma şimdi artık el Gel bir akşam yine türkülerle gel! Türkülerden vazgeçmek mümkün mü? Gurbet olur da, hasret olur da, sevda olur do türküsüz olur mu? Yine cevabını bir başka şair Yahya Akengin verir; Şirin olmuş dağlar Ferhat gezeli,

Bir kutlu yazıdır gurbet alında, Yollar uğurlamış nice güzeli Türküsüz sevdalar kimin aklında? “Türküsüz sevdalar” olmayacağını, daha doğrusu bu tür sevdaların akılda kalamayacağını söyleyen şair biraz daha ileri giderek türküsüz yerlerin “sıla” olamayacağını da şu mısraında vurgular; Var git dedim gurbet elden trenlere, Türküsüzdür o bağlar, sıla değildir. Türküsüz sevda, türküsüz sıla olmaz da “gurbetsiz” türkü olur mu? Yağmur telli sazda kaldı bir türkü Bir daha özlemini duymadım ben, diyen Akengin; Gurbet bir türküdür müjde içinde, diyerek, gurbeti türkü ile eşleştirir. Öyle ya gurbette de hasret var, türkülerde de... Hasret ağıttan beter oturur yüreklere gurbet olur, türküler yürekleri yakar hasret olur. Bazen de şair Muhsin İlyas Subaşı’nın dediği gibi gurbet türküleriyle hasret birleşip zulmünü artırırlar; Gurbet türküleriyle Bana zulmeden hasret; Düşlerimde uyanıp, Sana koşuyor Leyla!.. Hasretin ve gurbetin zulmü sevdanın vuslatından daha tatlı gibidir. Çünkü hasret ve gurbet duyguları ile dolu türküler şair gönüllere zengin ilhamlar sunar. “Yanık ve yağız bir türkü doğar ayrılıktan.” Benzer türküleri dinleyen şair dilinde ise, içli ve samimi mısralar birbiri ardı sıra sıralanır; Bir dehlize varmış yollarım gerçek; Türkülerde gurbet, şarkılarda gam, diyen Yağmur Tunalı’ya, bir başka şair Şükrü Karaca doğduğu yörenin türkülerini, türkülerinden aldığı ilhamı şu mısralarda ifade eder; Bizim oralarda gelinlik kızlar, yeni yetmeler Türküler yakarlar sevda üstüne Bizim oraların türküleri ağıttan beter.

57


KÜN EDEBİYAT

AŞKI AŞK İLE YAŞAMAK Akın UYAR

G

eçmişten günümüze ne iş yapılırsa yapılsın, o işe şevkle başlamanın ve o şevkin aşka dönüşümüyle devam etmesinin sonucunda elde edilenin neler olduğunu düşünmek, insanı yaptığı işi aşk ile yapmaya yönlendiriyor. Bu yazıda da aşk ile gerçekleştirmek istediğim yazma eylemini, aşk üzerinden şekillendirmek ihtiyacı duyuyorum. Amaç aşk ile yapılan, söylenen, meydana getirilen işleri ve bunu başarabilen zirve şahsiyetleri anlatmak değil… Zaten sohbetlerden dinleyerek, kitaplardan okuyarak tanıdığımız devlerin resm-i geçit yaptığı bu coğrafyada, cücelere saygı duruşuna geçmek düşer mantığı ile bize de onları anlama ve hissetme çabası düşer. Sonucu hesaba katılmaksızın girişilen işin, aşk ile yapılması görüşünün çekirdeği olan aşkın nasıl anlaşıldığı, nasıl hissedildiği ve aşka dair eser verdiğini söyleyenlerin, âşık olduğunu söyleyenlerin bunu nasıl ifade ettiklerini tartışmaya açmak isterim… Ne yazık ki biz, aşkı Bamsı Beyrek’ten değil yalan rüzgarından öğrenmeye çalışan veya öğretilmeye çalışılan bir toplumsal sürece tanıklık ediyoruz. Böyle bir süreçten gelen ve bu süreci hâlâ yaşayan bir toplumun temelini oluşturan genç arkadaşlarımızın, ya duygu ya da ifade zorluğu çektikleri kanısındayım. Hepimizin, topluma açık alanlarda belki bir durakta belki bir banka ya da hastanede sıra beklerken belki günümüzün çağdaş durakları (!) kafe tarzı yerlerde gençlerimizin “sohbet diyemeyeceğim” konuşmalarına, anlattıklarını yüksek sesle ifade etmelerinden dolayı misafir dinleyici olarak katıldığımız anlar olur. Özelliklede o konuşmaların içeriği aşk ise özenle dinlemeye çalışırım. Diyebilesiniz ki özel hayata dair konuşmaları dinlemek doğru mu? Fakat sorun da buradan kaynaklanıyor. Çünkü konuşmalar özelden çıkmış ve gençler arasında genele yayılmış bir biçimde olunca siz de dinleyici olabiliyorsunuz. Belki insan hayatında bir defa -kişisine göre (!) birkaç defa- yaşanabilecek bir duygunun, bir değerin değersizmiş gibi yaşanması ve anlatılması beni endişelendiriyor. İçlerindeki kıpırdanmayı, beyinlerindeki fikir açısından beğenme hâlini yani hoşlanmayı hemen “aşk” sözcüğü ile ifade etmeleri çok şaşırtıcı. Bir ifade zorluğu yaşanıyor gibi geliyor bana. Üç harften oluşması sebebiyle aşkın söylenmesi kolay gibi algılanıyor herhâlde. En azından, böyle durumları çocukluk deyip geçiştire-

58

biliyoruz. Fakat o çocuğun (!) ifade şekli ve konuşmalarının içeriği toplumun ahlakî yapısı hakkında endişe veriyor. Nitekim çocuk sonra büyüyor ve hayatın aşamalarında bir bir aşkı yaşamaya başlıyor. Ülkemizde iş yapabilecek beyinlere, fikir ve eylem dışında her türlü etkinliği yaşatan üniversitelerimizde “aşk”, çimlerin üzerinde oturmak, ele ele dolaşmak, ağaç altında gitar çalmaktan ibaret yaşanıyor. Yaşanan bu durumun sonucu olabilecek evliliğin de hep böyle gideceği düşüncesi ile hareket edilmesi yaşanan boşanmaları normal karşılanmasına sebep oluyor. Sözde aşk üzerine kurulan yuvaya mı üzüleyim, ilim ocakları diye adlandırılan üniversitelerin kafe kültürüyle (!) çay ocakları hâline getirilmesine mi? Sorun olarak görülen durumların suçlusunu bulmak için sığındığımız bir liman olan “sisteme” sığınmak istiyorum. Daha doğrusu “sistemsizliğe”. Arz ve talep dengelerinin ters işlediği, okuma yerine izlemenin tercih edildiği hazırcı bir toplumda yansıtıcı özellikler taşıyan ürünlerin bu suçun ortaklarından olduğunu düşünüyorum. Yansıtma kuralı üzerine şekillenen ürünler toplumun algısını anlatmak açısından önemli ipuçları veriyor. Toplumun algısını anlamak için en çok izlenenler, en çok dinlenenler, en çok alınanlar, en çok satılanlar listelerine bakmak yeter gibi geliyor bana. Toplamı “lambada titreyen alev üşüyor” mısrasını vermeyen eserlerin bolca dinlendiği bir toplum olduğumuz anlaşılıyor. Sevgili karşısında yaşanan dil dolaşmasını, iç titremesini, belki de bir boşluğa düşmeyi; Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenhâ bulamam Seni tenhâ bulıcak kendimi aslâ bulamam şeklinde değil, “açılamama” ile ifade eden, o da yetmezmiş gibi üzerine bir de “oha falan olan” bir toplum olduk. Bunları da bilinçaltı mesajlar şeklinde çocuklarımıza ilettik. Lafı fazla uzatmadan, eser yerine ürün diyebileceğimiz yapıtların içeriğine fazla girmeden, sizlerin de bildiği sorunları abartmamak düşüncesi ile beklentilerimi de paylaşmak istiyorum. Yaşadığımız şartlar içerisinde insanların türkü yakmasını, beyitler dizmesini, çöllere düşmesini, dağlara çıkmasını beklemiyorum. Benim beklediğim türkülerdeki, beyitlerdeki, destanlardaki duyguları hissetmek ve hissedileni günümüz şartları içerisinde kendi duygu ve düşünce tezgâhımızda yeniden dokumak.


KÜN EDEBİYAT

Bir bakıma hissettiklerimizi ruhla ifade edip etmediğimizi bulmaya çalışmak ve Eflatun’un dediği gibi, ruhumuzu bir kaya parçası gibi karşımıza alarak, onu kalabalıklardan, fazlalıklardan yontarak dile getirilmesini ve bu doğrultuda ürün verilmesini beklemek. Kısacası Eyüboğlu’nun dediğinden yola çıkarak biraz da “yeşile yeşilin hakkını verme” beklentisi taşıyorum. Son zamanlarda popüler olan itibarı geri verme davalarının “aşk” için de açılacağı bir zamanı düşlüyorum… Sorunlardan sıyrılarak çözüme yönelik olarak da masanın üzerindekileri temizlemek ve yönümüzü ışığın geldiği yöne, “doğu”ya çevirmek gerektiğini düşünüyorum. Bir bakıma özün, doğunun sözleriyle özlenmesini, şekillenmesini ümit ediyorum İyi ama bu mümkün mü? Kültürel açıdan doğu, değerlere itibarını geri verebilecek hâkim konumda örneklere fazlasıyla sahip olsa gerek. Örneğin toplumsal açıdan, Efendimizin “Şüphesiz kadın, erkeğin şakayığıdır” hadisi şerifini biraz hissetmiş, anlamış olsak 2012’de kadına şiddet haberlerini izler olur muyduk? Ancak; türkü dinlemeyi modernlik dışı sayarak burun kıvıran gençlerin, doğuya yönelmeyi yobazlık, bağnazlık olarak algılayan çağdaş bireylerin bolca bulunduğu bu topluma örneklerle “batıda üzüm henüz icat edilmemişken doğunun sarhoş olduğunu” hatırlatmak gerekir. Hayatı yönlendirme, şekillendirme açısından önemli bir yere sahip olan hikâyelerden birini anlatarak korkumu da beklentimi de ifade edeyim: Baba erenlerden biri her yaz köy köy dolaşırmış. Her defasında yaptığı gibi dolaşmaya çıkmadan önce kafayı kazıtmak için bir berbere gitmiş. Kafa kazıtılmış biçimdeyken baba ereni tanımayan, yan dükkândaki esnafın çırağı içeri girmiş: -Kabağa bak, kabağa demiş ve kendini tutamayarak baba erenin kafaya da bir tokat atarak çıkmış. Baba ereni tanıyan ve mahcup olan berber ani bir ses duyarak kendini dışarı atmış. Baksa ki nasıl olduysa, o çırağa yokuş aşağı inen bir at arabası çarpmış ve delikanlı yerde yaralı yatıyor. İçeri giren berber, baba erene şöyle demiş. -Yahu baba eren çocuğa kızıp beddua mı ettin? Yazık değil mi, sana yakıştı mı? Baba eren cevap vermiş: -Kabak kızmadı da bostancı fena kızdı herhalde… Allah’ın insanları sevgiden yarattığı bir hakikat iken, bunun taşkın hali olan aşkı kabak yapmaya çalışanlar, aşka tokat atmaya çalışanlar bostancıyı biraz da celal sıfatıyla düşünsünler. Yoksa bostancıyı kızdırıp onun ödül olarak verdiği aşka hasret yaşamaya mahkûm olabilirler… Ne diyelim, aşk olsun aşk ile aşkı yaşayanlara, yaşatanlara; veyl olsun aşkı yozlaştıranlara…

FUZÛLÎ’Yİ TANZÎR Ali TAVŞANCIOĞLU Bu endûh u elem kâfı bir âh itsem ufanmaz mı Hudânun bahr-i eltâfı benümçün çalkalanmaz mı Necât urmaktadur belki yem-i hûnâbeye fülki Ana sürse felek kilki kara baht al boyanmaz mı Ciger bir kâse-i dil-cû ne demdür hûn ile memlû Benüm bahtum diyen câdû kanum içmege kanmaz mı Uyurmuş o yüzi mâhum sipihr içre hey Allâhum Aceb âh-ı sehergâhum tokundukda uyanmaz mı Gönül bî’akl u âvâre yolun ugratdı gülzâre Dayandıkda gül-i yâre aceb hâre dayanmaz mı Çözüp boynunda zencîri iletdim Kaysa tedbîri Benem ‘ışk ‘ilminün pîri disem Leylâ inanmaz mı Fuzûlî şi’ri bâlâdur beher tanzîri ednâdur Zuhûrînünki pervâdur bu pervâdan utanmaz mı

NEFRETİN MASALI Şakir YÜCESOY Yaşadığı toprakların müziği gibi Avının soluğunu kovalayan avcı peşinde Göbeği çan çiçekleri dolmuş Bir sabaha uyanmak Toprağa serilmiş Barikat kokan bir şehirde Yağmurla dolmuş bir oluktan Düşer gibi zamanda Birkaç santimetreküplük karanlığın içinde Kuruluyor binlerce darağacı Sevgi karşıtı sözcüklerle..

59


KÜN EDEBİYAT

KAHREDİCİ BİR YALNIZLIK Üzeyir SÜĞÜMLÜ Kahrredici bir yalnızlıktı onunkisi.

G

öz ucuyla, bir noktadan başka bir noktaya bir doğru çeker gibi baktı masaya ve sonrasında çaydanlığa. Yüz ifadelerinin bulanık ve karmaşık bir şekilde göründüğü çaydanlıktan gözlerini ayırıp, fırlatmak istediği soda şişesini eline aldı. İşte, iki nokta ortaya çıkmıştı kendiliğinden… Biri çaydanlıktı, bir diğeri soda şişesi… Biri masada duruyordu, bir diğeri elinde… Ve gözleri soda şişesi ile masadaki çaydanlık arasında net bir doğruyu anında çizdi… Şişeyi, bir sağa çeviriyor bir sola çeviriyor, fırlatmak üzere kaldırıyor ama nedense her kaldırışında sebebini anlayamadan tekrar masaya koyuyordu. “Cesaretimi yitirmiş olmalıyım. Her geçen gün cesaretimle birlikte hislerimi, yeteneklerimi ve gücümü de kaybediyorum.” diye dudaklarından zar zor okunacak bir mırıldanma ile söylendi. Cesaret kelimesinde takıldı kaldı. Tam dört kez yineledi. “Cesaret, cesaret, cesaret, cesaret…” Bu psikolojik güçlendirme de şişeyi fırlatacak itici gücü kendisine vermek için yeterli olamadı. Gözlerini yumdu ve zihin dünyasının derinliklerine bir yolculuk için derin bir nefes almaya çalıştı. “Tek ihtiyacım, spesifik ve derin bir kurgu…” Zihin dünyasının yolculuğundan geriye kalan kendisini bile şaşırttı: “Masanın üzerindeki çaydanlığa eliyle vurmak…” Aklından geçenlerin tüm karmaşıklığına şimdi de bu düşünce eklenmişti. O zaman elini kaldırmalı, tüm gücünü yumruğunda toplamalı ve çaydanlığa yumruğunu vurmalıydı. Bir yumruk atmalıydı iç dünyasına ve fırtına gibi kasıp kavurmalıydı bu yumruk onu… Her şey uçmalı ve dağılmalıydı. Birden tüm nesnelerin durdukları yerden havaya aynı anda yükseldiğini gördü… Gözlerini kırptı ve hepsi yerlerine geri deldi… Çaydanlık hariç…

60

Havada uçan bir çaydanlık hayali… Çaydanlığın üst kısmındaki çay ile alt kısmındaki su, vurulan yumrukla meydana çıkmış ve çaydanlıkla beraber uçuyordu. Tam olarak hayal ettiği görüntü buydu. Ve yere düşüş esnasında zihninin tüm karmaşıklığı da buhar olup uçacak ve böylece kendini bir kâbustan uyanmış gibi hissedecekti. Gözleri, çaydanlığın alt kısmının ucundan çıkan buhara odaklandı. Bu çayın yeni yapıldığı ve henüz soğuyacak kadar bile zaman geçmediği anlamına geliyordu. Bu durum az önce bir çay içtiğini ve sonrasında da soda içtiğini gösteriyordu. Çayın ardından hemen soda içmek… Evet, şimdi de bir soda şişesini bir silah olarak kullanıp dağıtmak istiyordu çaydanlığı… Şişe camdan, çaydanlık ise çeliktendi. Hayal dünyasında bu maddesel yapı farklılığı kimin umurundaydı? Ve çaydanlıktan ince ve nazlı bir buhar çıkmaya devam ediyordu… Çaydanlık, soda şişesi ve buhar… Kahredici yalnızlığına ve ona ilave karmaşık zihnine başka arkadaş yok muydu dünyasında? Somut nesneler üzerinden ruhsal fırtınanın bir çıkarımını ancak böyle yapabilirdi ve farkında olmadığı bir sürecin en büyük doğum sancılarını yaşıyordu şimdi. Kadın doğum yapardı da bir erkek neyin doğumunun sancısını çekebilirdi? Düşündü durdu dakikalarca… “Hadi oğlum sen de, kaldır ve fırlat, hepsi bu… Uyanacaksın bu rüyadan hadi yap bunu!” Masa günlerdir temizlenmemişti. Yediğinden içtiğinden arta kalanlar, günden güne birikmiş ve ortaya iç dünyasının somut tasviri çıkmıştı. Görüntü, kirliliğinin de ötesinde mideyi de rahatsız eden bir hâl almıştı. Bu görüntüye neden ihtiyaç duyuyordu acaba? Zihninde canlanması için kısa bir betimleme-


KÜN EDEBİYAT

ye gereksinim vardı. Zeytin taneleri, ekmek kırıntıları, kurumuş ve yapışmış bir vaziyette peynir parçaları, elma ve armut artıkları, portakal kabukları, içine çay dökülmüş ve günlerdir orada kalmış yumurtalı ve yağlı tava, birkaç noktada reçel lekeleri, soda şişeleri, çay bardakları… Ve neredeyse yarısı lekelenmiş notlar… En önemlisi de buydu sanırım… Hayallerine dokunamadığı gibi masaya da günlerdir dokunamamıştı. Zor geliyordu bunları temizlemek. Hayallerinin kaynağı zihnine dokunmaya ve ruhuna el sürmeye cesareti kalmamıştı gerçekten. Masa kirlendikçe o da karanlıklaşmış ve karmaşık hale gelmişti. Bu süreç son bir haftadır kahredici bir yalnızlıkla beraber anlamsızlığın da dibini buldurmuştu ona. Anlamını yitiren bir varlık tasavvurunu yapmak için zorladı zihnini ama pek başarılı olamadı. Ve tekrar etti üç kez… “Anlamını yitiren bir varlık… Anlamını yitiren bir varlık… Anlamını yitiren bir varlık…” Ve çaresizce kabullendi. En dipteydi… Dipler yüzey kadar geçirgen ve esnek değildi; sert ve acımasız çıplak gerçekliğin ta kendisiydi ve hata kabul etmeyen yerlerdi. Nefes alınması bile zor hale gelebilirdi insan için buralarda… Toprağın derinliklerine inildikçe, yaşamak canlılar için nasıl zor ve zahmetli hale geliyorsa, ruhun derinlikleri de insanı günden güne yaşamdan uzaklaştırıp, bir uçurumun kenarında ha düştü ha düşecek diye bekletip dururdu… Bu bekleyiş, insan ruhunu gerdikçe, gerilme bedene de yansır ve belirtiler kendini göstermeye başlardı… İki sayfayı biraz aşkın yazdıklarını, yarısı çay lekesi olmuş kâğıtlar yığınından ayırmak için doğruldu ve telefonunun tek bipli sesini duydu. Arayan eşiydi. Neden günlerdir eve gelmediğini, işinin ne zaman biteceğini ve hala neden evde olmadığını söylememesinin nedenini soruyordu. Bulunduğu atmosfere bakıp hafiften bir te-

bessüm ve tebessümün ardından kaşlarını çatarak konuşmaya başladı eşiyle… Yıllardır zaman zaman evden kaçışlaruzaklaşmalar yaşamıştı. Bunların bir kısmı iş gereği, şehir dışındaki üniversitelere konferans vermek amacıyla, bir kısmı yazdığı kitaplarla ilgili imza günleri düzenleyen yayınevinin fuar programları için, bir kısmı da kendi iç dünyasında bir şeyleri çözümlemek amacıyla yaşadığı uzaklaşmalardı. Hayır, sanırım sonuncusu bir uzaklaşma değil tam olarak bir kaçıştı… Sonuncusunu yaşıyordu şimdi. “Bunu defalarca konuşmuştuk. Bazen bir şeyler düşünebilmem için yalnızlığa ihtiyaç duyuyorum. Şimdi de bir eser üzerinde çalışıyorum. Neden beni anlamak istemiyorsun?” sitemini biraz kızgın biraz da şefkat dolu bir şekilde dile getirmişti eşine. “Anlıyorum, en azından anlamaya çalışıyorum ama bu evden uzaklaşman için yeterli ve mantıklı bir sebep midir? Biraz da sen, beni ve çocuklarını anlasan?” sitemi de bir o kadar çaresiz ve şefkat dolu bir şekilde söylenerek güçlü bir savunma yapılmıştı. “En kısa zamanda gelmeye çalışacağım. Yine söylüyorum, bu eseri bitirmeden gelemem. Yaşatmaya çalıştığım bir karakteri yarıda bırakamam… Aksi takdirde tüm emeklerim, kurgum buhar olup uçar.” dedi ve telefonu kapatmak istedi. “Sen böyle devam ettikçe zaten bir şeyler buhar olup uçuyor ama sen fark etmiyorsun bile.” cevabı güçlü bir savunmadan ziyade, beklenmedik bir saldırı olmuştu. Tek bir kelime etmedi bu sözlerin üzerine… “Kimse anlamıyor beni, en yakınım dahi beni anlamaktan kaçıyor. Ben bununla anlamlıyım, bu olmadan anlamını yitirmiş bir nesneden başka bir şey değilim.” dediğinde telefon kapanmıştı. Telefon onun istediği zaman değil beklemediği bir anda ve onun kontrolünün dışında kapanmıştı… Ve bu durum, kahredici bir yalnızlığın pençesinde daha çok boğulduğunu hissettir-

mişti… Masayı tam kaldırıp fırlatacaktı ki sebebini anlayamadığı bir güç onu olduğu yere çakılı hale getirdi. Kıpırdamadan duruyordu şimdi… Yazmaya çalıştığı karakter kimdi? Karakter ile kendisi yer mi değiştiriyordu? Bu soru zihninde bir çizik meydana getirmiş ve bir nesnenin sert bir şekilde başka bir nesneye çarptığındaki aksiyon zihninde meydana gelmişti. Korktu, oldukça hem de. Birden paniğe kapıldı. Yazmaya çalıştığı karakter ile içinde bulunduğu ortam arasında yüzde yüz benzerlik vardı. Karakteri yaşatmak için onun gibi olmuş hatta gibisi fazla tıpatıp o olmuştu. Düşünceleri, hisleri, bulunduğu oda, masa, çaydanlık, soda şişesi… “Bu roman hayatıma da mal olsa da yazmalıyım.” Bir roman yazmak neden bir insan hayatına mal olsundu ki? Soruları sordukça ilk soru ile sonraki sorular arasında bağ kopacak ve yaşamak daha da zor ve sıkıcı hale gelecekti. Kendisini kimsenin anlamadığını düşündüğü dünyasında, herkesin anlam arayışının ne bekledikleriyle ilgili olduğunu ve çoğu zaman kendisinin eşine bu düşünceyle bakmadığı gerçeğini zihni fısıldıyordu… Kim neyi kaybettiyse, neyin eksikliğini çekiyorsa onu mu arıyordu? Bir soru daha… Şimdilik hepsini bir kenara bırakmalı ve uyumalıydı. Uyku da en nihayetinde her şeyden ve herkesten bir kaçış değil miydi? Beklenmedik bir soru daha… İnsan, kaybettiğini bulmaya çabalasa da; kaçtıklarını da kaybettiğini fark etmeliydi… Son üç soru; cevabı herkese göre değişen ve çoğu zaman çıkmaza girilen… Neden kaçıyorduk? Kaçtıkça neleri kaybediyorduk? Hakikat bunun neresinde duruyordu?

61


KÜN EDEBİYAT

RAHATSIZ ŞİİRLER ELLA’YA GECE TARİFESİ Ahmet KESKİNKILIÇ Giriş Bana savaşlar bıraktın Ella, bana ceset torbaları bıraktın, zemheriyi ve difteriyi sahiplendi bir gece müdavimi esaslı bir kroşeydi Ella, gidişin buna nakavt diyoruz işte! buna heartshot! üstelik zippomu da kaybetmişim üstelik kan da kaybetmişim harbiden bir ürperti o bilirsin, ben saçlarını çok özlerim.

Bana ısmarladığın kefenler bir yorgan oluyor kışları üstüme hesaplayamadığın şeyler de var ne güzel! denizin dibindeydik ve ciğerlerimiz acıyordu artık nefes almak lazım geliyordu ve ve.. gerisi malum hikaye. Git ve özgürlüğünün tadını çıkar şimdi, dikkat et ipini de kesmeyi unutma!

Artık herkes beni öldürebilir Ella.

Bazı akşamlar işgal ediliyorum, kafamın içinde iki ordu kıran kırana çarpışıyor ben orda masum siviller görüyorum Ella, atom çekirdeğini doldurmayacak sebepler ama bir şekilde nifak tohumları ekiliyor bir şekilde darül-harp ve dikenli teller çekiliyor işte ben orda, o dikenlerin içinden geçerek sana ulaşmaya çalışıyorum kanıyorum, acıyorum, çok esaslı kaybediyorum ele güne karşı kaybediyorum bunu bir tek sen anlayabilirsin. Di.

-Gelişme

bu bir vicdanı reddir Ella, gidiyorsun ve bu matematiğe sığmıyor.

Git Ella. Kapıyı da açık bırak cereyan yapsın yüreğim, üşüyelim mümkünse tekmil dünya, ne var üşüyelim!

Sana biraz kendimden tüketeceğim; sen dağlardan anla ne kadar sıkıldığımı, sen nehirlerden anla ne kadar sayıkladığımı, suyun akışının bir tekrarı var, oysa çok şey istemedik Allahtan Allahtan çok şey istemedik ki mutluluk zor bulunur bir homojendir yeryüzünde yüzünde ne çok sabah vardı Ella, yüzünde ne çok doğru, ve her zaman bir yanılma payı bırakmaya çabaladık oysa bir perişanlık sızıyor şimdi kalbinden kalbime doğru.

62

-Sonuç isyan edebilmek bir kabiliyet meselesedir Ella, susmak ise zorunlu direniş. Gittin ve gitmek fiilini çekimledi zaman, her halükarda gittin. Bu beni çok güzel saçmalatır artık. Gittin ve bu eylem sırf artık beni herkes öldürebilsin diyedir. daha fazla konuşmak istemiyorum.


KÜN EDEBİYAT

ŞİİR SENİ İNANDIRSIN Nur SAKA başlangıçta sen yoktun elbet ben yoktum elbet yoktu aşk kimine kız oldun bugüne kadar kimine oğul kimine kral kimine padişah kimine cumhuriyet oldun kimine mahrumiyet çamurda yetişip de çamur gibi kokmayanım benim ah! dünyada konuşulmayan bir dille sevenim beni bir valizin içinde gezer gibi yaşıyorum artık iki parmak aralık bıraktım başucumu yedi kutsal tepe, yedi kutsal nefes gibi adını yazıyorum bir de gözümün değdiği, elimin gördüğü her yanıma nüfusuma geçirir, evlat edinircesine sahipsiz bütün çocukları o sokaklarındaki en şık en zarif haliyle Türkçenin şiir seni inandırsın… kötülük birdenbire gelirmiş meğer felaketler birdenbire bitermiş birdenbire aşk yüz otuz ölün, kırk dokuz ağır yaralın oluveririm birdenbire sana kalırsa gereksiz telaşlar yumağınım ya ben senin Avrupa’nın Afrika’yı nasıl yağmaladığını hatırla nasıl dayandıklarını ya da Gelibolu’ya kadar sokaklarında nasıl dolaştıklarını ve nasıl paylaşamadıklarını hâlâ Doğu’nun ortasını nasıl parçalandığını bazı ülkelerin birdenbire hatırla! Berlin Duvarı yıkıldı! yıkılsın! ama sen gider gitmez öldü ardından Attila İlhan da hatırla! peki sence sadece bir sözcük müdür özgürlük? yan yana gelmesi gibi bazı harflerin, vatansızlık nedir? nedir aşksızlık?

sence ne anlama geliyor “Devlet ve Tabiat” “Çocuk ve Allah” ensest ne yana düşer? ne yana düşer bu vahşet bu kanın kana tacizi… bence Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme devri bile değiliz de neyiz biz artık seninle? deli duam, mahcup dileğim hercaî meleğim ey hayatında gördüğü son güzel şey suyun ve ışığın sözcükler ülkesi şa(h)irim benim hadi bana bir söz ver n’olur yerinden edeyim bütün dillerini dünyanın

GÖL Mehmet BİNBOĞA bilir bizi gurbet kıyılarında geceyi gezdiren geyik gözleri yangılı bakışlar bilir uzun ve kösnül baharlar içre iki serseri kuş dili şarkılar söylerdik dağlara inat her öpüş bir mühürdü yeminsiz kavlimize iyimser nevruz durusu yüzünde gece kara bir şal olurdu cennetimize bilir bizi dağlar ve o dirimli göl nilüferleri gamsız ve urbasız ten özgürlüğünde cennet firarisi iki kaçaktık ay kardeş sular komşu yakamozlar çocuktu bir bayram sabahı harçlık telaşında ağaçlar şahitti tekliğimize sen ben ve göl nilüferleri bilir bizi omzunun dağlarında uyuyan kedi gerinirken orman uyanan sular kirpiklerinde açardı bir taze bahar gün ışığı çam kokusu yapraklar kıskanırdı ne varsa varlık adına aşkımızı çekemedi tanrılar

63


KÜN EDEBİYAT

BİR KİTAP BİR YAZAR

LÂ SONSUZLUK HECESİ

Nazan Bekiroğlu Şener ÖZDEMİR

Y

eryüzünün ilk hikayesi…. La, olumsuzluk eki, aynı zamanda tevhidin başlangıcı.

Hz. Adem önce “La” diyecek sonra “illallah”a varacak ve tövbe anı. Sürgün, ayrılık, vuslat ve nihayet Habil ile Kabil. Eser beş bölümde ele alınmış. Cennet Günleri, Yasak Meyve, Serendip Yolu, Atın Bu Hikayeye Girmesi ve Kör Atın Rüyası. Cennet Günleri; hepimizin bildiği yaratılış, secde, şeytanın başkaldırışı, Havva’nın Adem’e eş yaratılması ve Hz. Adem ile Havva’nın cennet günleri bu bölümde anlatılmış. Bildiklerimizden, duyduklarımızdan ve okuduklarımızdan oldukça sıra dışı. Olağan üstü kurgulanmış. Tasvirleri çok canlı ve gerçekçi. Film karesi gibi her anı gözlerinizin önünde. Yasak Meyve; merak… Adem ile Havva’nın şeytana kanması, yasak meyvenin cazibesi, neden yasak olduğunun merakı ve nihayetinde meyvenin yenmesi bu bölümde ele alınmış. Bilinen bir gerçeği merak ettirecek derecede iyi anlatılmış. Öyle ki meyveyi yeyip yemeyeceklerini bile

64

merak ettirebiliyor. Serendip ; dünyaya iniş, yalnızlık, ayrılık, tövbe, vuslat, annelik ve babalık duygusu. Habil ve Kabil’in hikayeye dahil olması. Toprağın, ateşin ve tohumun kullanılması ve dünyaya alışma evreleri, aile kavramı burada karşımıza çıkıyor. Ve diğer bölümler; şeytanın tekrar işbaşı yapması, Habil ve Kabil. İyi ve kötü, ilk kan... İlk şehit, ilk cennetlik ve ilk ölüm... Hz. Adem’in çabası, Hz. Havva’nın yürek yangını ve şeytanın yeryüzündeki ilk zaferi. Her anı sürükleyici ve kopması mümkün olmayan olaylar dizisi... Ve Hz. Adem’in sürgün cezasının bitmesi ; büyük vuslat. “Âdem ile Havva’nın hikayesini anlamak bütün bir insanlığın da hikayesini anlamaktır.’’ diyor Nazan Bekiroğlu. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın yanı başında, insanın yaratılış sırrına dokunacaksınız. Melek ve şeytan, Adem ile Havva, iyilik ve kötülük, şuur ve irade, kader ve kaza hakkında düşünüp duracaksınız. Dağların bile taşımaya takat yetiremediği teklifi hangimiz reddederdik?

Ödülle cezayı hangimiz ayırt edebilirdik? Yasak meyveyi hangimiz yemezdik? Adem’in hikayesini hatırlayan herkes, kendi hikayesini okur. Her şey kendi başından geçmiş gibi olur. Hz. Âdem ile Hz. Havva’nın yaratılış ve yaşam öyküsünün edebi ve şiirsel anlatımı. La & Sonsuzluk Hecesi.

Ve Nazan Bekiroğlu; Karadeniz Teknik Üniversitesi Fatih Eğitim Fakültesi’nde Profesör. 1957 Trabzon doğumlu.


Turn static files into dynamic content formats.

Create a flipbook
Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.