demo

Page 1

2012 Eylül, Ekim, Kasım

[SURİYE ÇERKESLERİ]

Suriye olarak anılan topraklar o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun Suriye (Şam), Halep ve Beyrut vilayetlerinden, Musul vilayetinin bir kısmından, Kudüs ve Lübnan sancaklarından oluşuyordu. Suriye (Şam) vilayetine bugünkü …


2

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012


Derleyen: Murat Papsu Çerkes Memlukları döneminde Mısır’ın hâkimiyeti altında bulunan Suriye’deki garnizonlarda önemli sayıda Çerkes bulunuyordu; varlıklarını Osmanlı döneminde de sürdürdüler. Ancak Suriye’de bugün Çerkes diasporasını oluşturanlar 19. yüzyılda, büyük sürgünde buraya gelenlerin torunlarıdır. Suriye olarak anılan topraklar o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nun Suriye (Şam), Halep ve Beyrut vilayetlerinden, Musul vilayetinin bir kısmından, Kudüs ve Lübnan sancaklarından oluşuyordu. Suriye (Şam) vilayetine bugünkü Suriye ve Lübnan’ın bir kısmı ile Ürdün dahildi. Halep vilayeti bugünkü Suriye’nin kuzeyi ile şimdi Türkiye sınırları içinde bulunan Urfa sancağı, Antep ve İskenderun kazalarından oluşuyordu. Musul vilayetine bağlı Deyr-ez-Zor mutasarrıflığına bugünkü Suriye’nin doğusu dahildi. Kudüs sancağı Filistin’in güneyini, Lübnan sancağı da bugünkü Lübnan’ın iç dağlık bölgelerini kapsıyordu.

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012

Çerkeslerin Suriye’ye yerleşmesi Kafkasya’dan doğrudan ve Balkanlar’dan olmak üzere iki aşamada gerçekleşti. 1860 ortalarında Kafkasya’dan gelen ilk gruplardan biri Suriye’nin kuzeyine, Maraş sancağına yerleştirildi ve bunlara Ermenilerin yaşadığı Zeytun bölgesini ‘gözetme’ görevi verildi. 1881’de Maraş sancağında 6 köyde 800 Çerkes aile yaşıyordu. 1865-1866 doğusundaki

3

yıllarında Suriye’nin Rasul-Ayn bölgesine ve

Diyarbakır sancağı sınırına, yakınlarındaki Bedevilerin ve Kürtlerin baskınlarını durdurmaları için küçük gruplar halinde 13.648 Çeçen yerleştirildi. Birçoğu yerel çatışmalarda ve çeşitli hastalıklar yüzünden öldü, bir kısmı da başka bölgelere göç etti. 1880’de Rasul-Ayn çevresinde yaklaşık 5 bin Çeçen kalmıştı. 1872 yılında Hama ve Humus şehirleri yakınına ve Havran sancağında bulunan Golan Tepeleri’ne yaklaşık 1000 Çerkes yerleştirildi. Yaşlıların aktardığına göre, önce gemiyle Samsun’a, oradan Uzunyayla’ya gelmişler, daha sonra da Suriye’ye geçmişlerdi. Çerkeslerin Suriye’ye esas yerleşimi, 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında ve sonrasında Osmanlı’nın Balkan topraklarından oldu. Osmanlı Hükümeti, Berlin Antlaşması’na göre Balkanlar’dan çıkarılan Çerkesleri Anadolu’ya, Suriye’ye ve Filistin’e yerleştirdi. Çerkes göçmenlerin bir kısmı Bulgaristan ve Romanya’nın Karadeniz limanlarından gemiye binerek boğazları geçiyor, bir kısmı da karayoluyla Yunanistan’ın Ege kıyılarına ulaşıyor, oradan gemilere binerek Akdeniz’in doğu limanlarına iniyordu. Sonra da karayoluyla Suriye’nin iç kesimlerine geliyorlardı. 1878 ilkbahar başlarında Suriye kıyılarına göçmenleri taşıyan gemiler gelmeye başladı. Fransa konsolosunun bildirdiğine göre Mart başında Beyrut limanına 1000 Çerkes indi. 3 Halep’teki Rusya

konsolosundan İstanbul’daki elçiliğe gönderilen bilgilere göre Mart 1878’de İskenderun’a Kafkasya ve Kırım’dan gelen 20 bin göçmen indirilmiş, üçte biri hastalıklardan ve yokluktan ölmüş, kalanlar da ya İstanbul’a dönmüş ya da ne olduklarından haber alınamadan çöllerde kalmışlardı.4 Bu göçmenlerin içinde


Çerkesleri, daha önce Bulgaristan’ın Adliye kazasında yaşayan Abzehler oluşturuyordu.5 Onları Halep vilayetine

yerleştirdiler. Aynı sıralarda yine Balkanlardan gelen bir grup Havran sancağında Golan tepelerine yerleştirildi. 1878 Eylülünde Suriye’nin değişik limanlarına çıkan Çerkeslerin sayısı 45 bine ulaşmıştı. Onların ve Selanik’ten gelmesi beklenenlerin Nablus çevresine yerleştirilmesi planlanıyordu.6 Şam ve Halep şehir merkezlerine de az sayıda Çerkes yerleşmişti. 1878’de Bulgaristan’dan gelenler tarafından Şam’da küçük bir mahalle kurulmuştu. Çerkesler Suriye’de en yoğun olarak, askeri hat şeklinde Golan tepelerine yerleştirildiler. Hat Dürzi bölgelerinin karşısında uzanıyor ve Bedevi kabileleriyle bir tür sınır oluşturuyordu. 13 köy 4 ila 17 km arayla idare merkezi Kuneytra çevresine yerleştirilmişti.

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012

1877-78 savaşından sonra Rusya’ya geçen Batum ve Kars bölgelerinden de buralara küçük Çerkes grupları gönderildi. Kafkasya’dan doğrudan gelen göçmenler de oluyordu. Çerkes göçünün temposu 1880’lerin başında düşmeye başladı.

4

1878-1880 yıllarında Suriye’ye yerleşenlerin tam sayısını tespit etmek zordur. Yönetim tarafından kayıtları tutulmadığı gibi büyük bir nüfus da göç sırasında ve yerleştikten sonra ölmüştür. Rusya konsoloslarının verilerine göre, anılan dönemde 45.000’den fazla Çerkes göç etmiştir. Daha önce gelenlerle birlikte Suriye’deki Çerkeslerin sayısı 70.000’e kadar çıkmıştır. 1880’lerin sonunda göç azalsa da hala devam ediyordu. Hem çevrelerindeki aşiretlerle çatışmalar hem de toprakların

verimsiz oluşu nedeniyle göçmenler daha toparlanamamıştı. 1888’de 10 yıllık vergi ve askerlik muafiyeti sona erdi ve bu hala yerleşemeyen göçmenler için ağır bir darbe oldu; ayaklanmaya kadar varan karışıklıklar çıktı. İstanbul Muhacir Komitesi Suriye’deki makamlara Çerkeslerin yerleştirilmesi için gerekli masrafları komite hesabından karşılama yetkisi vermişti. Fakat göçmenlerin yerleşimini düzenlemek, para, tahıl, hayvan, iş aleti sağlamak ve konut yapımında yardımcı olmak için Şam’da bir yardım komitesi hükümetin emriyle ancak 1902 yılında kurulabildi. Fakat verilen paranın ve yardımın azlığı, çorak topraklara yerleştirilmeleri gibi nedenlerle komitenin varlığı da Çerkeslerin sorununu çözemedi.


bir süre daha yerlerinde kalmaları için ikna etti.

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012

Suriye’ye göç 1920’lere kadar sürdü. Son grup Çerkes göçmeni İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra geldi. Bunlar çoğunlukla Almanlara esir düşen ve savaştan sonra Kafkasya’ya dönmeyen Kızılordu’nun eski askerleri ile 1942’de Kuzey Kafkasya’nın Nazi Almanyası tarafından işgalinde Alman ordusuna alınan gençlerdi . Komşu aşiretlerle çatışmalar, toprağın verimsizliği gibi nedenlerle 1920’lere kadar Çerkes nüfusun yer değiştirmesi devam etti. Bazı gruplar Suriye dışına göç ettiği gibi daha elverişli topraklar arayan bazıları da Suriye içinde yer değiştirdi; küçük yerleşimler büyüklerle birleşti. Örneğin, Şam’da bulaşıcı hastalıkların kurbanı olanlar Kuneytra’daki soydaşlarının yanına yerleştiler. Nüfusun bu hareketliliği ve yüksek ölüm oranı nedeniyle sayı tam olarak tespit edilemese de Çerkes nüfusunun o yıllarda belirgin şekilde azaldığı görülmektedir.

5

1904 Şubatında Şam valisi Nazım Paşa vergi toplayabilmek için Havran’da sayım yaptırmak istedi. Çerkesler bunu kabul etmedikleri gibi kendilerine Maan bölgesinde tarıma uygun toprak verilmesini istediler. Nazım Paşa itaat etmeyen Çerkeslerin Kafkasya geri gönderilmesi için Rusya konsolosluğuna başvurdu, fakat iki devlet arasında göçmenlerin dönüşünü yasaklayan bir anlaşma olduğu için bundan vazgeçmek zorunda kaldı. Eylül 1905’te görüşmeler için görevlendirilen Çerkes asıllı Hüsrev Paşa uzun ve sert tartışmalardan sonra soydaşlarını itaatsizlikten vazgeçmeleri ve

Şam’daki Rusya konsolosu danışmanı Zuyev’in verdiği bilgilere göre, 1904 Şubatında Suriye vilayetinde 36.690 kişiden oluşan 6065 Çerkes aile yaşıyordu.8 30 ve 40 bin sayılarını veren kaynaklar da vardır. Ancak en doğru veriler Suriye’de 1920’de Fransız manda rejiminin kurulmasından sonra elde edilenlerdir. Fransız araştırmacı de Pru, 1930’ların ortasında Suriye topraklarında 25 bin civarında Çerkesin yaşadığını düşünüyor.9 1935 yılında Fransız manda yaptığı Çerkes nüfus yönetiminin sayımının sonuçları aşağıdaki tabloda yer almaktadır. (Bir ailede 5-8 kişi üzerinden yapılan hesapla, o dönemde Suriye’de yaklaşık 25 bin Çerkes olduğu


6

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012


Sancak

Kaza

CebelHalep Sman Minbec Azaz Antakya İskenderun Kırıkhan

Deyr-ezZor

Hama

Humus

Humus

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012

Şam

7

Şam

Halep şehri

Hane Sayısı 100

Hanasir köyü

100

Kabardey

Minbec köyü Ayn Dahan köyü Bedriguan köyü Rihaniya köyü Yenişehir köyü Harran köyü Salahiya mah. Rakka köyü Ras el Ayn köyü Kara köyü Safih köyü Tel Ruman köyü Mireic Eddar köyü Tel Snan köyü Tel Adda köyü Deyl el Acel köyü Cessin köyü

400 15 35 120 95 60 20 100 70 50 80 10 50 120 60 50 30

Humus şehri

50

Ayn Zat köyü Tel Amri köyü Abu Hamama köyü Asil köyü Deyr Fur köyü Tlil köyü Muhacirin mah. Marj Sultan köyü Boydan köyü

180 150

Abzeh Abzeh Abzeh Abzeh Abzeh Abzeh Çeçen Kabardey, Çeçen Çeçen Çeçen Çeçen Çeçen Bjeduğ Bjeduğ, Abaza Bjeduğ Kabardey Dağıstanlı (Avar) Dağıstanlı (Avar, Lezgi, Kumuk) Bjeduğ Bjeduğ

30

Bjeduğ

60 160 50 60 70 30

Bjeduğ Dağıstanlı Bjeduğ Bjed., Kab., Abzeh Abzeh Karaçay, Balkar

Yerleşim Yeri

Etnik Yapı Kabardey, Abzeh


Kuneytra

Havran

Alavitı

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012

Toplam

8

-

Bley köyü Kuneytra şehri Mansura köyü Ayn Zivan Mumsiya köyü Cuveyza köyü Breyka köyü Bir Acam köyü Surman köyü Koçniya köyü Faham köyü Fazara köyü Hamidiya köyü10 Ayn Surman köyü Ruhina köyü Sandaniya köyü11 Farac köyü Ceblya köyü Arab el Mülk köyü Sukass köyü -

150 400 120 150 50 100 150 70 120 150 20 10 30 30 25 10 14 50 20 15 4039

Karaçay, Balkar Abzeh, Kabardey vd. Bjeduğ, Abzeh Abzeh Abaza Abzeh, Kabardey Abzeh Bjed., Kab., Abzeh Bjeduğ Kab., Abzeh, Abaza Abzeh Oset Kabardey Kabardey Abzeh Çeçen Oset Bjeduğ Bjeduğ Bjeduğ


Osmanlı makamları Çerkesleri idari görevlere ve başta inzibat gücü olmak üzere askeri hizmete almaya başladılar. Önce Amman çevresinden, başında Kumuk Mirza Vasfi’nin bulunduğu 300 kişilik bir süvari bölüğü kuruldu. Kuneytra, Halep, Ceraş ve Kerake’de de aynı şekilde birlikler oluşturuldu. Suriye’nin doğusuna ve Diyarbakır vilayetine yerleştirilen Çeçenlerden kurulan, başında Şamhalbek Tsug’un bulunduğu 1000 kişilik süvari alayı Diyarbakır şehrine yerleştirildi. Görevleri halktan vergi toplamak, yolları korumak ve hükümete itaatsizlik eden aşiretleri gözetim altında tutmaktı.

Suriye Çerkesleri | 1/1/2012

Çerkes atlı birlikleri asi Bedevi aşiretlerine karşı ve Dürzi isyanlarının bastırılmasında kullanıldı. 1893 ve 1910 yıllarında Kerake şehrinde çıkan isyanın bastırılmasında etkili oldular. Kendilerine düşmanca davranan farklı etnik topluluklar içinde küçük gruplar halinde yerleştirilmiş Çerkesler için Osmanlı askeri gücünde yer almak bir tür

9

zorunluluktu. 1920’lerde, Suriye’nin Fransa mandası altında bulunduğu dönemde Çerkesler bu kez iç düzeni sağlayan süvari birlikleri olarak Fransız yönetiminin hizmetindeydiler. Bu dönemde Çerkes aydınları Emin Semguğ önderliğinde kültürü canlandırma çalışmalarına başladılar. Çoğu Kuneytra bölgesinde bulunan 40 kadar okul açıldı. 1928’de Arapça, Fransızca ve Latin harfleriyle Çerkesçe olarak yayınlanan haftalık "Marc" gazetesi çıkmaya başladı. Fakat 1936’da Fransız manda yönetimi sona erince Suriye hükümeti okulları, gazeteyi ve açılan yardımlaşma derneğini kapattı. Fransızlar gittikten sonra Çerkesler için durum daha kritik hale geldi. Arap milliyetçiler Çerkesleri Fransız işgalcilerle işbirliği ile suçlayarak Çerkes karşıtı bir kampanya başlattılar. Fransız birliklerinde görev yapanlar ve kültür adamları Suriye’yi terk etmek zorunda kaldılar.


Suriye Çerkesleri | 1/1/2012

10

Kasım 1947’de Filistin iki devlete bölününce Suriye ve İsrail birlikleri arasında çatışmalar başladı. Çerkesler, daha sonra Ürdün hava kuvvetleri komutanı olan İhsan Şurdum liderliğinde gönüllü birlikler oluşturarak Filistin’de savaşa katıldılar. 1948-49 yıllarında Arapİsrail savaşına Çerkeslerin gönüllü ve etkili katılımı Araplar ile Çerkesler arasındaki ilişkilerin düzelmesini sağladı. Savaştan sonra Suriye’de art arda meydana gelen askeri darbelerde savaş yeteneği ve disiplini yüksek Çerkes birlikleri etkin rol oynadılar. 1960’ta Suriye Çerkeslerinin nüfusu 38 bine düşmüştü. 1967 Haziran’da başlayan Arap-İsrail savaşı Suriye Çerkes toplumunun sosyoekonomik ve siyasi durumunda büyük değişikliklere yol açtı. İsrail’in Suriye’ye ilk ve en büyük darbesi Çerkeslerin çoğunun yaşadığı Golan tepelerinden geldi. O sırada Kuneytra’da ve çevresindeki köylerde 16.000 Çerkes yaşıyordu.12 Kuneytra ayrıca Suriyeli Çerkeslerin kültürel merkezi sayılıyordu. Uçak ve tankların desteğinde ilerleyen İsrail birlikleri karşısında büyük kayıplar veren Suriye ordusu geri çekilirken Çerkesler umutsuzca direndiler. İsrail birlikleri 9 Haziran’da Kuneytra’yı aldılar; şehri ve çevresindeki Çerkes köylerini tamamen yaktılar. Golan’ı terk etmek zorunda kalan Çerkesler, Suriye Çerkes Yardımlaşma Derneği tarafından Şam’da geçici olarak okullara ve hastanelere yerleştirildiler. Bu dönemde gençlerden bir grup Kafkasya’ya dönmek için kampanya başlattı. 3000 kişi adına SSCB elçiliğine başvuruda bulunuldu, fakat Sovyetler Birliği’nin Çerkesleri hemen kabul etme imkânının olmadığı ve isteklerinin daha sonra değerlendirileceği cevabı verildi. Çerkes mültecilerin durumuyla ABD hükümeti ilgilendi. Golan’daki topraklarından vazgeçmeleri karşılığında

isteyenlerin ABD’ye, çoğu İkinci Dünya Savaşı mültecisi olan Kuzey Kafkasyalıların yaşadığı New Jersey Paterson şehrine yerleşmesi teklif edildi. İlk grupta ABD’ye bin kişi yerleşti. Suriyeli Çerkeslerin ABD’ye peyderpey göçü o zamandan beri devam ediyor. Mültecilerin bir kısmı Ürdün’e, diğer Arap ülkelerine veya batı Avrupa ülkelerine göç etti. Suriye’de kalanlar ise Şam ve civarına yerleşti. Suriye’de bugün 30 bin civarında Kafkas göçmeni bulunuyor. Çoğunluk Şam ve çevresinde, bir kısmı Suriye’nin kuzeyindeki Halep ve Minbec şehirlerinde ve çevresindeki köylerde, bir kısmı da Humus, Hama ve yakındaki 8 köyde yaşıyor. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Suriye ve Sovyetler Birliği arasında gelişen iyi ilişkiler sayesinde Suriyeli Çerkesler Kafkasya’da yaşayan soydaşlarıyla ilişkilerini geliştirme imkanı buldular. Özellikle 1960’lar parlak dönemdi. Kafkasya’dan çok sayıda kitap, gazete, dergi, kaset vb. getirildi. Suriyeli Çerkesler genel olarak kültürlerini ve kimliklerini korusalar da az ve dağınık nüfusları, Suriye hükümetinin kültürel haklar konusunda cimri olması gibi nedenlerle son yıllarda dil ve kültürlerini kaybetme tehlikesini daha fazla hissediyorlar. Kaynak: Anzor Kuşhabiyev; Çerkesı v Sirii (Suriye’deki Çerkesler). Nalçik 1993.


2012 Eylül, Ekim, Kasım

[BAĞIMSIZLIĞA GİDEN YOL “ABHAZYA”] Abhazya kritik bir sürece girmişti. Sovyetler dağılıyordu ve yerine neyin konacağı henüz belli değildi. Gürcistan’da Abhazya’yı ilhak heveslisi milliyetçiler Zviad Gamsakhurdia öncülüğünde güç kazanıyordu. Kısa süre önce, 1.000 kadar milliyetçi Gürcü militanın Abhazya’ya saldırısı 16 kişinin öldüğü çatışmalarla püskürtülmüştü. 3-4 ay içinde Abhazya’da parlamento seçimleri yapılacaktı ve Ardzınba, Abhaz ulusal hareketi Aydgılara (Birlik) tarafından desteklenen adayların başında yer alıyordu. Daha şimdiden Abhazya’nın yakın geleceğine hükmedeceğini…


Abhazya halkı, 14 Ağustos 1992’de Gürcistan’ın saldırısı ve işgal girişine karşı başlattığı ulusal kurtuluş savaşını 30 Eylül 1993’de kazandı. 30 Eylül, Abhazya için özgürlük günüdür. 30 Eylül, hepimiz için özgürlüğü hatırlama günüdür. Abhazya halkının inanç, cesaret, kararlılık ve üstün beceri örneği göstererek kazandığı bu zafer haksızlığa ve zorbalığa karşı verilen mücadelenin en parlak örneklerinden biri olarak insanlık tarihine geçti. Bu zafer, dünyada özgürlük, barış ve adalete inanan ve bu uğurda mücadele veren tüm insanlara umut, güç ve cesaret verdi. Bu zafere öncülük eden tüm siyasi ve askeri liderleri, bu mücadelede saf tutan tüm kahramanları selamlıyor, önlerinde saygıyla eğiliyorum.

Vladislav Ardzınba

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

1990’da acemi bir parlamento başkanıydı, kritik süreçlerde sınav verdi; halkının kaderine hükmetti ve ülkesini bağımsızlığa taşıyan “gerçek” bir kahraman oldu…

Hiç kuşku yok ki, Abhazya bugünlere, Vladislav Ardzınba’nın bilge, kararlı, karizmatik lider kişiliği sayesinde ulaştı. O’nu 1989’da Abhazya’yı ilk ziyaretimde tanımıştım. O zaman, ekonomi editörü olarak çalıştığım Hürriyet Gazetesi adına, Türk-Sovyet Karma Ekonomi Konseyi toplantısı için Moskova’ya davet edilmiştim. Genel Yayın Yönetmeni Çetin Emeç’den 1 hafta ek izin koparmış, Moskova programı sonrası, Sovyet Yazarlar Birliği’nden Rady Fish ve Vera

12

Feyenova’nın yardımları ile Abhazya’ya gidebilmiştim. Gorbachev’in “glasnost” ve “perestroyka” fırtınası devam ediyordu ya, yine de 23 Ekim 1989’da, Moskova’dan bir uçağın diğer yolculardan tecrit özel bölümünde, tek başıma yolculuk ederek Sohum’a ulaşmıştım. 130 yıl sonra anavatanla kucaklaşmanın coşkusu, doğal güzelliğin ve 87 derecelik “çaça”nın sarhoşluğu, akrabalar, yazarlar, şairler, parlamenterler, bakanlar derken, 27 Ekim günü, Abhazya Tarih ve Bilim Enstitüsü Başkanı (1988’de bu göreve seçilmişti) ve SSCB Halklar Meclisi üyesi (B. Şinkuba ve F. İskender ile birlikte o yıl Abhazya’yı temsilen seçilmişti) V. Ardzınba’nın odasındaydım. 1985’de Hatti-Hitit tarihi üzerine doktorasını tamamlamış genç bir akademisyenken (14 Mayıs 1945 doğumlu) Abhazya’yı da içine alan büyük değişimin anaforunda politikanın içine sürükleni vermişti. Dinamik ve karizmatikti. Abhazya’da tanıştığım kişiler içinde en etkileyici olanıydı ve hiç kuşku yok ki, herkesten bir adım öndeydi. Eski Sohum Limanı’na bakan Enstitü binasındaki ofisinde 4 dilin (Abhazca, Türkçe, İngilizce ve Rusça) harmanlandığı 1,5 saate yakın görüşmemizde, O Abhazya’nın ahvalini anlattı, ben de Türkiye’ninkini… Ardzınba’nın etnik contentinde Türklük vardı. Annesinin baba tarafı Abhazlaşmış Türk’tü, Osmanlı’dan kalan… Abhazya kritik bir sürece girmişti. Sovyetler dağılıyordu ve yerine neyin konacağı henüz belli değildi. Gürcistan’da Abhazya’yı ilhak heveslisi milliyetçiler Zviad Gamsakhurdia öncülüğünde güç kazanıyordu. Kısa süre önce, 1.000 kadar milliyetçi Gürcü militanın Abhazya’ya saldırısı 16 kişinin öldüğü çatışmalarla


püskürtülmüştü. 3-4 ay içinde Abhazya’da parlamento seçimleri yapılacaktı ve Ardzınba, Abhaz ulusal hareketi Aydgılara (Birlik) tarafından desteklenen adayların başında yer alıyordu. Daha şimdiden Abhazya’nın yakın geleceğine hükmedeceğini biliyor gibiydi. Sonunda, “Abhazya için yeni bir gelecek başlıyor. Buraya gelmeli ve bize katılmalısın” diyiverdi. Henüz politikanın acemisiydi ama inandırıcılığı ve ikna gücü yüksekti. En azından bana söktü… “Bunu düşüneceğim” dedim. En az bir yıl sürecek mazeretim vardı.

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

30 Ekim’de (tam da 30. yaş günümde) Abhazya’dan yüksek duygular ve karmaşık düşüncelerle ayrılmıştım. Söz yerindeyse vurgunu yemiştim. Sohum’dan Batum’a sekiz yolcu kapasiteli pervaneli bir uçakla katederek, henüz yeni açılan Sarp sınır kapısından geri dönmüştüm. Üç beş gün içinde, İstanbul’un da, gazeteciliğin de, yaşamımın da katlanılmaz derecede sıkıcı olduğunu anlayıvermiştim (!). Çetin Emeç “parlak bir kariyerin var, yazık etme” dedi; oğul Simavi, “Moskova’da büro açma iznini yeni aldık, istersen Moskova temsilcimiz ol” önermesinde bulunmuştu. Arkadaşlardan “deli misin”ler, aile çevresinden de “olmaz”lanmalar yükselmişti. Doğruydu, iyi bir mesleğim, işim, eşim, çevrem vardı. Kariyerim “parlak”tı. Kısa süre önce TÜSİAD tarafından “yılın gazetecisi” seçilmiştim vs. Herkes haklıydı .

13

Zaman kazanmak için, daha önce planlanmış (orada yaşayan sevgili biraderim sayesinde) Amerika macerasına sığındım; “dilini geliştir, yeni dünyayı keşfet vs.” cinsinden bir program... Sekiz ay sürdü. Kendi “eski”sine, köklerine dokunan birine onlarca “yeni dünya” verseniz ne yazar. Ben de yeni dünyanın eski insanlarına takıldım; biraz Kızılderili biraz Amish (savaşı ve teknolojiyi reddeden bir halk) dolanıp durdum. Çetin Emeç’in öldürüldüğünü (7 Mart 1990) New Echota’da (Gordon County/Georgia) sürgünde ölen Çeroki’lerin (Cherokee) anısına yapılan “Gözyaşı Yolu” anıtını ziyaret edip 1984’de 9.000 Nevajo ve Apaçilerin (Apache) 500 kilometre yürütülerek sürgün edildiği Bosque Redondo’ya (Fort Summer/New Mexico) doğru yol almaktayken öğrendim. Döndüm, 1991’in 14 Nisan’ında iki valiz eşya ile Abhazya’ya teslim oldum. İki gün sonra Ardzınba’nın huzurundaydım. Biraz şaşkın biraz memnun karşıladı. “Düşünmek epey uzun sürmüş” dedi. Böylece Sohum’un iki gözde binasında (Ritsa Oteli ve Parlamento Başkanlığı) “yeni hayat”a başlangıç yaptım.


Ardzınba, beklendiği üzere, 1990’un başında yapılan seçimlerde parlamentoya ve ilk oturumda da Parlamento Başkanlığı’na seçilmişti. Abhazya’nın siyasi yapılanmasında Parlamento Başkanlığı en üst makamdı. 1922’de kurulan Sovyetler Birliği 1991’in başında dağılmıştı. Dağılma süreci birliği oluşturan cumhuriyetlere bağımsız ülke statüsü kazandırıyordu. Ancak birlik içinde yer alan onlarca özerk cumhuriyetin, özerk bölgenin, kray ve oblastın ne olacağı belirsizdi. Birliği dağıtan Gorbachev bu kadar detay düşünmemişti. Rusya, kendisine bağlı özerk yapılarla Federasyon oluşturmuştu. Bunun diğer ülkelere de örnek olması bekleniyordu. 28 Nisan 1991’de Gürcistan bağımsızlığını ilan etmiş, Mayıs ayında yapılan seçimde de Zviad Gamsakhurdia devlet başkanı seçilmişti. Gürcistan yönetiminin Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ve Güney Osetya özerk bölgesi ile nasıl bir “gelecek” öngördüğü belirsizdi. Kısaca, Abhazya’nın kaderini yakından etkileyecek gelişmelerin göbeğindeydik.

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Ardzınba’nın gündeminde yapılacak çok iş vardı. Benim de… İlk haftalar daha çok geçmişi öğrenmek bugünü anlamak üzerineydi. Tarihle yüzleştim. Dilimdeki, yüreğimdeki pası attım. Abhazya’nın etnik dengeler üzerine kurulu siyasi, hukuki ve idari yapısını hatmettim. Isındım… Bir bilgisayar operatörü (Mişa), bir Rusçaİngilizce çevirmen (Luda), iki Macintosh (Kiril ve Latin shift), bir renkli printer ile oluşturduğumuz enformasyon merkezimizde kolları sıvadım. Parlamento Başkanlığı’nın resmi yazışmaları için kurumsal bir konsept oluşturarak işe koyulduk. Önceliği ekonomi ve dış ilişkiler (özellikle diaspora

14

ile ilişkiler) alıyordu. Abhazya’yı tarihi, siyasi, hukuki, ekonomik ve sosyal yanlarıyla özet olarak tanıtan Türkçe ve İngilizce bir dosya hazırladık ve yavaş yavaş Abhazya’nın envanterini çıkarmaya, sektör analizleri yapmaya başladık. G. Gagulya’nın başkanlığında Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi’ni kurduk. Yatırım ve Kalkınma Ajansı için çalışmalara başladık. Oçamcira limanı ve çevresini kapsayacak bir serbest bölge projesi geliştirdik. Sohum-Trabzon arasında doğrudan deniz ulaşımının sağlanması ve Sohum Gümrüğü’nün kurulması, diasporadan olası geri dönüşçüler için kurumsal bir yapı oluşturulması vs. çalışmalarına başladık. Türkiye’den Abhazya’ya ilk iş gezisini gerçekleştirdik. Sevgili dostum Mümtaz Demiröz (o sıralar Abhaz Derneği başkanıydı) ile birlikte bir otobüs dolusu potansiyel yatırımcıyı ve çeşitli yayın kuruluşlarından 7 gazeteciyi İstanbul-SarpBatum üzerinden (macera dolu bir yolculukla) Abhazya’ya getirdik. Böylece ilk ortak yatırım projeleri hayata geçmeye başladı. (Bu gezi ile Abhazya’ya gelen İzmirli iki Türk genç girişimcinin (Cahit ve Cem) öyküsü özel önem taşıyordu. Torbalı’da kiremit-tuğla fabrikası sahibi bu gençler Abhazya İmar ve İnşaat Kurumu Başkanı A. Arşba ile Tkvarçal bölgesinde ön yatırım tutarı 1 milyon 300 bin dolar olan bir kiremit-tuğla fabrikası kurulması için anlaşmışlardı. Cahit ve Cem 1991/92 kışında Abhazya’ya defalarca geldiler. Sonunda proje detaylandırıldı ve işin başlaması için Gagrabank’da açılan ortak hesaba 100 bin Dolar para yatırdılar. Bu para ile fabrikanın kurulacağı alanda hafriyata başlanmıştı. 14 Ağustos’ta savaşın başlaması ile A.Arşba -ortaklarına karşı sorumluluğunu yerine getirerekbankada kalan 78.000 Dolar’ı çekip Nalçik’e götürdü, Cahit ve Cem’i arayarak


parayı Nalçik’ten alabileceklerini söyledi. Cem ve Cahit Nalçik’e gidip A. Arşba ile buluştular paranın yarısını Abhazya’ya destek için bıraktılar. Bu para, savaş sırasında Türkiye’den Abhazya’ya yapılan ilk yardım olarak kayıtlara geçti. Cahit ve Cem’e cömertlikleri için, Arşba’ya da dürüstlüğü ve örnek davranışı için teşekkür ediyorum.)

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Abhazya’ya gelen gazeteci dostlarımın haberleri ve benim çeşitli gazete ve dergilerde çıkan yazılarımla, Türkiye’deki hem kendi camiamızın hem de genel kamuoyunun ve iş çevrelerinin Abhazya’yı tanımaları yönünde güçlü adımlar attık. Bu sayede Türkiye’den Abhazya’ya çok hızlı geliş gidişler başladı. Çeşitli sektörlerde (tarım, inşaat, turizm ve orman ürünleri) ortaklıklar kurulmaya başlandı. Bu gelişme Abhaz-Adige işadamlarını da harekete geçirdi, kurdukları çok ortaklı şirketle (Nartaş) Abhazya’da iş yapmak üzere kolları sıvadılar. Diaspora ile ilişkileri daimi ve sistemli hale getirmek amacıyla Türkiye’den üç kişiye -Atay Ceyişakar, Cengiz Gül ve İrfan Argun- Abhazya’yı temsil yetkisi verdik. (Kısa süre içinde dış temsilcilerimiz arasına ABD’den Yahyaİnal Kazan ve İngiltere’den George Hewitt katıldı. Nalçik’ten Moskova’ya, Kazan’dan Ufa’ya temsilcilik ağı genişledi. UNPO/Temsil Edilmeyen Halklar Örgütü ile gayet verimli işbirliği kuruldu). Bu arada, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinden 25 kadar gencin Abhazya’ya üniversite okumak üzere gelmesi umut ve heyecanı daha da artırdı. (Bu öğrencilerin bir kısmı kaldı ve Abhazyalı oldu; halen milletvekili ve Abhazya Ticaret Odasi Başkan Yardımcısı olarak görev yapan Soner Gogua, Kardeşlik Vakfı Başkanı Oktay Çikatua ve Geri Dönüş Komitesi’nde görev yapan Erkan Kutarba ilk akla gelenler.)

15

Velhasıl diaspora-anavatan köprüsü kurulmuştu ve işler iyi gidiyordu. Öyle ki, gelen-gidenle ilgilenmekten, hayali proje ve önermeler dinlemekten sıkılmaya bile başlamıştık. Kiminin milyar dolar sermayeli şirketi vardı, kiminin de Türkiye’yi yönetenleri yönetecek kadar siyasi gücü… İlkokul mezunundan uluslararası siyaset, marangozdan makro ekonomi dersleri almaya alışmıştık. Dahası Abhazya ekonomisini bir anda düze çıkarmak için organize işler (sahte Dolar basmaktan, kenevir-esrar yetiştirmeye kadar) öneren avantürler de peyda olmuştu. Olsun, Apsua dediğin “yüksekten uçar”dı… Gördüm ki, Abhazya’nın en acil sorunu dış dünya ile haberleşmesindeydi. Rusya ve Gürcistan’a entegre bir telefon sistemi vardı; çok eski ve hantaldı. Bu sistemle uluslararası görüşme yapmak hemen hemen imkansızdı. Yeni bir sistem için Türkiye’den destek arayışına başladım. Dönemin Maliye Bakanı Adnan Kahveci ile ilişkilerim iyiydi, Ankara’ya gelerek kendisi ile görüştüm. Abhazya’ya, toplam bütçesi 600 bin Dolar’ı bulan 10 bin abone kapasiteli bir telefon sistemi kurulması konusunda “yardım” sözü aldım. Ancak Abhazya’nın Moskova ve Tiflis ne der kaygısından kaynaklanan kararsızlığı ve Kahveci’nin görev yaptığı ANAP iktidarının sona ermesi nedeniyle bu proje


gerçekleşemedi. (Kaderin şu cilvesine bakın ki, 5 Şubat 1993’de Adnan Kahveci, eşi ve kızının trajik ölümünün kısmi tanığı oldum. 5 Şubat 1993’de Abhazya Dışişleri Bakanı Sait Tarkıl ve Yazarlar Birliği Genel Sekreteri Rauf Bijnu ile temaslarda bulunmak üzere geldiğimiz Ankara’dan İstanbul’a dönüyorduk; eski bir Suzuki 4 çeker içinde, yeni açılan TEM’de ağır aksak yol alıyorduk. Yol tenhaydı ve Gerede’ye 30-40 kilometre kala hızla bizi geçen siyah Mercedes’i kıskanmıştık. 20 dakika sonra Gerede çıkışına geldiğimizde polis araçları ve ambülanslar arasında o siyah Mercedes’in hurdaya dönmüş halini görüp halimize şükretmiştik. Yarım saat sonra radyodan Kahveci’nin Gerede’de trafik kazasında öldüğü haberini dinliyordum. Araç o araçtı.)

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları vardı. Yine de, 1991 sonlarına doğru şartların giderek ağırlaşması O’nu da kaygılandırmaya başlamıştı.

Ardzınba’nın bitmeyen enerjisi ve geleceğe dair büyük umutları vardı. Yine de 1991 sonlarına doğru şartların giderek ağırlaşması O’nu da kaygılandırmaya başlamıştı. Gürcistan, Abhazya ve Acaristan özerk cumhuriyetleri ile Güney Osetya özerk bölgesi ile ilişkilerini düzenleyen anlaşmaları ve federal yapıdaki 1978 anayasasını feshederek, 1921

16

anayasasına dönmüştü. Abhazya’nın Gürcistan yönetimine “yeni dönemde nasıl bir siyasi-hukuki ilişki içinde olacaklarının” konuşulacağı görüşme talepleri yanıtsız kalıyordu. Abhazya bu sancılı süreçten geçerken Gürcistan’da da işler karışıyordu. Gamsakhurdia karşıtları güçlenmiş, iktidar savaşı kızışmış, Tiflis ve Kutaisi gibi büyük kentlerinde sokak çatışmaları başlamıştı. Gürcistan’ın da karmaşık bir yapısı vardı; farklı etnik, sosyal ve siyasal klanlar arasında öldüresiye bir iktidar savaşı yaşanıyordu. En büyük hesaplaşma, kendilerini “asil Gürcü” sayan Kartveller ile “Gürcüleşmiş” Megreller (Lazlar) arasındaydı. Abhazya Parlamentosu’nda Abhaz ve Gürcü-Megrel vekiller arasında uzun, sert ve sonuçsuz tartışmalar yaşanıyordu. Abhaz aydınları ve halk temsilcileri tarafından kurulan, liderliğini Sergey Şamba’nın yaptığı Aydgılara (Birlik) hareketi, siyaset üzerinde baskısını artırıyordu. Abhazya Özerk Cumhuriyeti’nin yönetim modelinde (protokolünde) en üst siyası otorite parlamento başkanıydı. Üç yardımcısı (Gürcü-Megrel, Ermeni ve Rus) vardı. Protokole göre, Abhazya Parlamentosu 28'i Abhaz, 26’sı GürcüMegrel, 6'i Ermeni, 4’ü Rus ve 1’i Rum olmak üzere 65 milletvekilinden oluşuyordu. Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun siyasi yetkisi sınırlıydı. Daha çok gündelik idari işlerle ilgili yetkilere sahipti. Başbakan Gürcü-Megrel, bir yardımcısı Abhaz, bir yardımcısı da Ermeni idi. Diğer bakanlıklar da Abhaz, Gürcü-Megrel, Ermeni ve Rus’lar arasında paylaştırılırdı. Dışişleri ve savunma


bakanlıkları yoktu, bunlar Sovyetler’in yetki alanındaydı.

Gürcü-Megrel halkın sokak gösterileriyle destekleniyordu.

Bu denli karmaşık ve hassas dengeler üzerinde kurulu yapıda karar almak ve iş yapmak giderek imkansızlaşıyordu.

Abhazya ile birlikte Güney Osetya’da da sıcak gelişmeler yaşanıyordu. Gürcistan’ın Güney Osetya’nın özerkliğini kaldırma girişimi çatışmalara yol açmış, Osetya Parlamentosu 1 Aralık 1991’de bağımsızlığını ilan ederek kendi silahlı birliklerini kurmuştu. Gamsakhurdia’nın “eli silah tutan tüm Gürcüler Güney Osetya’ya” çağrısı Rusya’yı harekete geçirmiş ve Rus ordu birlikleri Güney Osetya’yı desteğe gelmişti.

Yine sonuçsuz kalan bir parlamento toplantısının ardından, acemiliğin çaresizliğe dönüştüğü bir günün sonunda Ardzınba ile dertleşiyorduk. Bana genellikle ya soyadımla ya da “danışman” diye hitap ederdi. Liderlik mi, diktatörlük mü? Soruyordu, “Söyle bakalım danışman, ne yapmalı”… Sözü dolandırmadım, “yetkileri tek elde toplamak gerek. Abhazya’nın artık parlamento başkanına değil siyasi iradeyi üstlenecek güçlü bir lidere ihtiyacı var. Buna hazır mısınız?” Soruyordu, “Bana öneriyorsun”…

diktatörlük

Cevap, “diktatörlük değil, güçlü liderlik… Bunu siz üstlenmezseniz başkası talip olur”.

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Hızlı ve keskin siyasi gelişmeler ister istemez Ardzınba’yı “lider”liye itiyordu. İlk adım, yönetim protokollerini zorlayarak, yasama ve yürütmeyi tek elde toplayacak fiili “Devlet Konseyi”nin oluşturulmasıydı. Bu adım doğaldır ki parlamentodaki ayrışmayı hızlandırdı. Gürcü-Megrel vekiller kazan kaldırmıştı. Abhaz, Ermeni, Rus ve Rum vekillerin desteği ile Ardzınba ipleri tek elde toplamaya başlamıştı. Gürcü-Megrel vekiller kısa süre sonra Parlamentodan çekilerek, Turbaza Hotel’de ayrı bir “parlamento” oluşturdular. Saflaşma,

17

Bölgedeki siyasi-askeri gelişmeler Abhazya yönetiminin de önceliklerini değiştirmişti. Gerginlik çatışmaya doğru sürükleniyordu. İki kademeli bir strateji oluşturuldu; (1) Gürcistan’ın askeri müdahale hevesini kırmak, soruna görüşmelerle çözüm aramak için Gürcistan Yönetimi’ni ikna etmek, (2) olası bir askeri müdahaleye karşın hazırlık yapmak… Abhazya’nın coğrafi konumu, tarihi, siyasi ve kültürel bağları dikkate alındığında nereden destek aranacağı belliydi; Rusya ve Türkiye…

21 Mayıs 1991’de, kardeş Kafkas halkları temsilcileri Abhazya’ya destek için Sohum’daydı. Gelenler arasında en dikkat çekici kişi, hiç kuşku yok ki, siyah fötr şapkasıyla Cahar Dudayev’di… Ve Dudayev Rusya’ya meydan okuyordu…


bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Rusya Federasyonu ile ilişkiler Federasyonda yer alan Kardeş Kafkas halkları ve cumhuriyetlerinin de katkılarıyla iyiydi. Ardzınba Moskova yönetimi ile ilişkileri, S. Baburin gibi birkaç “etkin” siyasetçinin desteği ile geliştirmeye çalışıyordu. Rusya’nın, Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısına hemen müdahale etmesi Abhazya’da güven yaratmıştı. Bu arada, Kuzey Kafkas Halkları’nın birliğini sağlamak amacıyla 1989’da kurulan Kafkas Halkları Konfederasyonu, 1-2 Kasım 1991 tarihinde Sohum’da toplanan genel kurulunda Abhazya’ya “tam destek” kararına varmıştı. Güney Rusya’daki Kazaklar Abhazya’yı desteklemek üzere kalabalık bir heyet göndermişti. Ayrıca Abhazya gibi Gürcistan ile ilişkileri askıda bulunan Acaristan ve Güney Osetya yönetimleri ile “ortak tutum” belirlemek üzere temaslara başlanmıştı. 1991’in 21 Mayıs’ı (Kafkasya’dan Osmanlı’ya sürgünün yıldönümü) tüm kardeş Kafkas halklarını Abhazya’ya destek verdiği büyük bir gövde gösterisine dönüşmüştü. Adige’den Kabardey-Balkar’dan, KaraçayÇerkesya’ya, Çeçenistan’dan, Osetya’dan, Dağıstan’dan yüzlerce delege Sohum’un eski limanındaki “Muhaceret Anıtı”nda bir araya gelmişti. Konuşmacılar arasında en fazla dikkat çeken siyah fötr şapkasıyla Cahar Dudayev’di. Sovyet Strateji Hava Kuvvetleri Tümen Komutanlığı (Tümgeneral) görevinden ayrılmıştı ve 27 Ekim 1991’de Çeçenistan’ın devlet başkanı olacağı siyasi yürüyüşünün başında bulunuyordu. “Tüm kötülüklerin anası olarak” tanımladığı Rusya’ya meydan okuyan konuşması kalabalık üzerinde derin bir sessizlik yaratmıştı. (Yanımda duran Kafkas Halkları Konfederasyonu Başkan Yardımcısı Genadi Alamia’nın, “Bu adam Rusya’ya

18

ve Ruslara karşı nefret dolu. Tanrı hepimizi bu nefretten korusun, Kafkasya’ya kan ve gözyaşı getirmesin” diye kulağıma fısıldayışını dün gibi hatırlarım.) 21 Mayıs anması çok dokunaklıydı. Hava karardığında tören katılımcılarının tümü sahile yayılmıştı ve her birinin elinde meşaleler, mumlar vardı. Sahili aydınlatıyorlardı, ‘sürgünde giden kardeşleri dönerse yolu bulabilsinler’ diye. Çıplak ayaklarıyla Karadeniz’e dokunan Hibla Gerzmava (dünyaca ünlü soprano), “Deniz kardeşimi geri ver” diye ileniyordu.

Gürcistan’a karşı safları sıklaştırma çabası hararetli bir tempoda devam ediyordu. Ardzında sık sık Moskova’ya gidiyor, Rusya ile ilişkileri güçlendirmeye çalışıyordu. Eksik olan Türkiye ile yönetim düzeyinde ilişki kurmak ve büyük nüfusa sahip Abhaz-Adige diasporası ile ilişkileri daha güçlü hale getirmekti. Bu çerçevede Ardzınba ve beraberinde üst düzey bir heyetin Türkiye ziyareti, gerekli ve öncelikli hale gelmişti. Bunda ısrarlıydım, çünkü olası bir çatışmada diasporanın desteğini kazanmak önemliydi. Öte yandan bu ziyaretin çeşitli riskler taşıdığının da bilincindeydim. Rusya tarafından nasıl karşılanacağı belli değildi. Zira ete-kemiğe bürünmeye başlayan Rusya desteğini, karşılığı olmayan bir adımla riske atmak akıllıca olmazdı. Ayrıca, Türkiye’nin resmi


olarak Abhazya meselesini nasıl algıladığı belirsizdi ve başarısız bir ziyaretin Gürcistan’a karşı elimizi zayıflatacağı muhakkaktı. Arzınba’nın da kafasında aynı sorular vardı. Ben, Türkiye’de temsil yetkisi verdiğimiz 3’lü (A. Ceyişakar, İ. Argun ve C. Gül) ile ziyaretin detaylarını kotarmaya çalışırken Ardzınba da Rusya’nın nabzını ölçmeye çabalıyordu.

Shevardnadze’nin gelişi Abhazya’da yalancı bir umut yarattı. Gamsakhurdia gibi şoven ve saldırgan olmayacağı, Abhazya ile ilişkilerde “akıl yolu”nu tercih edeceği beklendi. Ancak kısa sürede umutlar “boş”a çıktı. “Beyaz Tilki” selefini aratacak denli “densiz”di… Shevardnadze’nin Batı’daki kredisi Gürcistan’a ihtilaflı konuma rağmen Birleşmiş Milletler’e ve AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) gibi uluslararası kuruluşlara üyelik sağladı. Bu üyeliklerle Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya Gürcistan toprağı olarak tanımlanmıştı. Abhazya’da gerilim tırmanırken Haziran ortasında Güney Osetya’da savaş patlak verdi. 18 Haziran 1992’de Gürcistan birlikleri Güney Osetya’ya saldırdı. Rusya’nın müdahalesi ile 4 Temmuz’da ateşkes imzalanarak güvenlik koridoru oluşturulmuştu.

Gürcistan’da iç savaş sonunda 6 Ocak 1992’de Gamsakhurdia devrildi, yerine “Beyaz Tilki” lakaplı Shevardnadze geçti. “Beyaz Tilki” selefini aratacak denli şovendi…

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Gürcistan’da şiddetlenen iç savaş iktidarın devrilmesiyle sonuçlanmıştı. 6 Ocak 1992’de Zviad Gamsakhurdia ülkeyi terk etti ve Çeçenistan’a sığındı. Devirenlerin oluşturduğu Devlet Konseyi yönetime el koydu ve Devlet Konseyi Başkanlığı için Moskova’dan Eduard Shevardnadze davet edildi. “Beyaz Tilki” lakaplı Shevardnadze, Sovyetler Birliği’nin son dışışleri bakanıydı ve Gorbachev ile birlikte “Sovyetleri yıkan” lider olarak Batı’da yüksek krediye sahipti.

19

O hafta Ardzınba Moskova’ya gitti. Beş gün sonra döndüğünde yanına çağırdı ve Türkiye ziyaretini en kısa süre içinde yapmamız gerektiğini söyledi. Bunu farklı ihtimaller ışığında yorumladım; (1) Moskova’dan umduğunu bulamamıştı, (2) Rusları kızdırmak pahasına Türkiye şansını kullanmak istiyordu, (3) Ruslara, “siz destek vermezseniz başka kapılar açarız” mesajı vererek etkilemek istiyordu, (4) Ruslar, Türkiye ziyaretine onay vermişti. “Hangisi” diye cevabını vermişti.

sorduğumda

“hepsi”

24-31 Temmuz tarihlerini belirledik. Cumhurbaşkanı (Turgut Özal), Başbakan (Süleyman Demirel), Başbakan Yardımcısı (Erdal İnönü) Dışişleri Bakanı (Hikmet Çetin), Parlamento Başkanı (Hüsamettin


Cindoruk), muhafete parti başkanları (Mesut Yılmaz ve Bülent Ecevit) ile görüşmeleri de hedefleyen bir program için çalışmalara başladık. Elbette, diaspora ile şaşalı bir kucaklaşma ihmal edilmeyecekti. Ardzınba ile birlikte Türkiye’ye gelecek heyet K. Ozgan (Parlamento Dış Ekonomik İlişkiler Komitesi Başkanı), G. Dopua (Enerji, Ulaştırma ve Haberleşme Bakanı), N. Çanba (Kültür Bakanı), G. Alamia (Parlamenter, Kafkas Halkları Konfederasyonu Başkan Yardımcısı), A. Cergenia (Ardzınba’nın Özel Temsilcisi ve Başdanışmanı) ve benden oluşuyordu.

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Abhazya, Sovyetler Birliği’nin gözde turizm merkezlerinden biriydi. 500 bin civarında insanın yaşadığı bu ülkeye her yıl 5 milyondan fazla turist gelirdi. Sovyetler’in dağılma süreci Abhazya’ya turist gelişini büyük ölçüde engellemişti. Gelen turist sayısı 1990’da 1 milyona, 1991’de 400 bine ve 1992’de de yüz binin altına düşmüştü.

1992’de iyice tırmanan gerginlik yüzünden Abhazya’da yaşam giderek zorlaşıyordu. Ruslar ve Rumlar Abhazya’yı terk etmeye başlamıştı. Korku ve karamsarlık kanser gibi yayılıyordu. Korkuya meydan okumak üzere bir şey yapmak gerekiyordu. Ve ünlü açık hava şenliği böyle başladı... Güney Osetya’daki çatışmalar, o sıralarda Gagra, Pitsunda, Gudauta ve Sohum ve

20

Oçamçira sahillerinde tatil yapanları kaçırmakla kalmamış, yerli halkı da sindirmişti. Sohum’da yaşam giderek soluyordu, hava kararmadan kent yaşamı duruyordu; insanlar sokaklardan çekiliyor, evlerine kapanıyordu. Sohum neredeyse ölü bir kent olmuştu. Rumların Yunanistan’a, Rusların Rusya’ya göçü hızlanmıştı. Karamsarlık kanser gibi Sohum’u rehin almıştı ve ben insanları sokaklarda tutmak için ne yapmak gerektiğini düşünüyordum. Rotsa Oteli’nin deniz tarafında Ermeni Agop’un işlettiği cafe ve çevresinde haftada bir şarkılı-danslı bir açık hava etkinliği düzenlemeye karar verdim. Türkiye’den gelen öğrencilerin ve yakın dostlarımın desteği ile Haziran’ın ikinci yarısı Cuma öğleden sonrası şenlik başladı. Müzik ve dans gruplarının performanslarıyla desteklenen bu mütevazı şenlik iki hafta içinde, taa Gagra’dan, Gudauta’dan, Oçamçira ve Tkvarçal’dan da insanların geldiği, binlerce kişinin katıldığı, umut ve yaşamın korku ve karamsarlığa meydan okuduğu bir karnavala dönüştü. Abhaz, Rus, Ermeni, Gürcü, Rum şarkı ve danslara rap, vals, slow, tango eklendi... Sergiler, sokak tiyatrosu, mim gösterileri, şiir düelloları izledi. Bu küçük adım o kadar etkili oldu ki, yazarlar, şairler, ressamlar, parlamenterler, bakanlar icabet etmeye başladı. Herkes Cuma’yı iple çeker oldu. Ardzınba da dayanamadı, geldi, 10 yıldır ilk kez dans etti. Beni, “sen sihirbaz mısın” diyerek kucakladı. Velhasıl “Sezai’nin Karnavalı” taa Nalçik’e, Maykop’a, Moskova’ya, Leningrad’a kadar uzanan bir efsane oldu. O hafta karnaval varsa savaş yok demektiSavaş yaklaşıyordu ve Ardzınba, “Savaştan çok, sonrasını düşünüyorum. Gürcüler bizi yenemez ama


bu savaşta en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz. Zaten nüfusumuz az ve geride kalanlarla toparlanmamız kolay olmayacak” diyordu. Bu dokunaklı sözler bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan Ardzınba’nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere dönüşmeye başladığını anlattı...

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Türkiye’ye gelişimizden kısa süre önce Ardzınba’nın ofisinde hazırlıkları gözden geçiriyorduk. Yorgundu, gergin ve tedirgindi. Ayağa kalktı, geniş pencerelerden eski limana, dev okaliptüs ağaçları arasından Karadeniz’in maviliğine uzun uzun baktı. Sesi titriyordu, “Biliyorsun Şevardnadze tüm çağrılarımızı ve görüşme taleplerimizi reddediyor. Bugün bir kez daha telefonla ulaşmaya çalıştım, görüşmedi, yardımcısı kaçamak cevaplar verdi. Artık savaşın çok yakınımızda olduğunu hissediyorum. Bu, her bakımdan haksız bir savaş olacak. Gürcistan hırsızı, uğursuzu, narkomanı üstümüze salacak, biz ise tam tersine en iyi, en nitelikli gençlerimizle kendimizi savunacağız. Savaşın en büyük haksızlığı burada. Bizi yenmeleri, Abhazya’yı ele geçirmeleri mümkün değil. Tarihte hiçbir güç Abhazya’yı ele geçiremedi. Gürcüler de bunu yapamayacak. Ancak en değerli insanlarımızı kaybedeceğiz. Savaşın kendisinden çok sonrasını düşünüyorum. Zaten nüfusumuz az ve geride kalanlarla yeniden toparlanmak hiç de kolay olmayacak” dedi. Bu dokunaklı konuşma bana, tanıdığımda politikanın acemisi olan Ardzınba’nın artık halkının kaderine hükmeden bir lidere dönüşmeye başladığını anlattı. Konuşma dramatikti ama benim açımdan güven vericiydi. O’nu teselli edecek hiçbir söz yoktu. Sadece, bu konuşmanın kendisine

21

olan inancımı ve saygımı pekiştirdiğini söylemekle yetindim.

Tekrar masasına döndü ve önündeki dosyalara bakarak, “Önümüzdeki parlamento toplantısında egemenlik meselesini görüşeceğiz ve karar alacağız. Zira artık Gürcistan Parlamentosu’nun ve Gürcistan Devlet Konseyi’nin aldığı kararlar sonucunda bizim Gürcistan’la hiçbir hukuki ilişkimiz kalmadı. Bu durumda biz de kendi yolumuzu belirlemek durumundayız.” diye devam etti. Önümüzdeki parlamento toplantısı 23 Temmuz Perşembe günü (1992) yapılacaktı. Türkiye ziyareti ise 24 Temmuz Cuma günü başlayacaktı. “Bu durumda Türkiye ziyaretini erteleyecek miyiz ya da siz gelmeyecek misiniz” diye sordum. Zira egemenlik kararının Gürcistan’ı kızdıracağı, ayrıca hemen Türkiye’ye gitmenin Rusya tarafından nasıl algılanacağı da belli değildi. Haydi, bunları bir tarafa bıraktık, bu denli kritik bir karar sonrası bir numaralı liderin ülke dışına gitmesinin halk tarafından nasıl değerlendirileceği düşünülmeliydi. Bunları sordum. Gülümsedi. “Hepsini düşündüm. Türkiye’yi ziyaret programı şimdilik aynen devam edecek” dedi. Biraz daha üsteledim. Zira Türkiye’den (yönetimden ve


diasporadan) karşılığı olmayan yüksek bir beklenti içinde olmasından korkuyordum. Türkiye ziyaretinin önemi ve beklentiler konusunda hep ölçülü ve temkinli değerlendirmeler yapmıştım. Bu kritik dönemde, Abhazya’nın bağımsızlığı yolunda atılacak en önemli ve bir o kadar da tehlikeli bir adımdan hemen sonra Türkiye’ye gitmekle beklenti çıtasını çok mu yükseltiyorduk? Ayrıca Türkiye’de hedeflenen görüşmelerin çok gerisinde bir ziyaret programı oluşmuştu. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı ile görüşme henüz konfirme edilmemişti. “Bunları önümüzdeki günler düşünmeye ve değerlendirmeye devam ederiz” dedi. Düşünme ve değerlendirme son ana kadar devam etti.

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

23 Temmuz 1992’de Abhazya Parlamentosu “egemenlik” kararı aldı. Parlamento ve çevresinde toplanan coşkulu kalabalık bağımsızlık yolunda atılan bu adımı kutluyordu. Muhteşem bir gündü ve üç gün önce Abhazya’ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman (Milliyet’ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin doğuşuna, kuruluşuna şahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu.

22

23 Temmuz sabahı, Abhazya’nın hemen her bölgesinden gelen binlerce insan Parlamento binasının etrafında coşkulu bir kalabalık oluşturdu. Sloganlarla, bayraklarla, pankartlarla, çiçeklerle, şiirlerle, şarkılarla Parlamento’ya destek veriyorlardı. Tam bir bayramdı. Saat 15:00 sularında Parlamento oybirliği ile (Abhaz, Rus, Ermeni ve Rum vekillerin tamamının oyu ile) Abhazya’nın egemenlik kararını aldı ve ilan etti. Egemenliğin simgesi olarak bayrak ve devlet arması kabul edildi, milli marş için karar alındı. Muhteşem bir gündü ve üç gün önce Abhazya’ya gelen gazeteci dostum Nazım Alpman (Milliyet’ten) tanık olduğu bu anı, “ilk kez bir devletin doğuşuna, kuruluşuna şahit oldum, inanılmaz” diye özetliyordu. (Nazım Alpman, bir haftalık Abhazya ziyaretini Milliyet’te kapsamlı bir yazı dizisi ile milyonlara aktarmış, Abhazların “Tanrı tüm halkları özgür, mutlu ve müreffeh kılsın, Abhazları da unutmasın” duasına uluslararası ün kazandırmıştı. “Egemenlik Bayramı”nın sıcaklığını üstümden atıp Türkiye’yi ziyaret için hazırlıkları gözden geçirmek (görüşmelerde masaya konacak tanıtım ve proje dosyalarını tamamlamak ve ziyaret programına son şeklini vermek) üzere ofise geçmiştim. Saat 19:00 suları Ardzında kapıdan başını uzattı, “gidiyoruz” dedi. 24 Temmuz Perşembe günü saat 10:15’de, bizi Soçi’den İstanbul’a getirecek uçak havalandığında, hepimizi için için kemiren “Rusya veya Gürcistan’ın Rusya’daki eli Türkiye’ye gidişimizi engeller mi” tedirginliği yerini “işler yolunda” rahatlığına bıraktı. Ardzınba ve beraberindekiler, ülkelerini temsilen, Rusya dışında bir ülkeye ilk kez gidiyordu.


Ve Türkiye’deki Abhaz-Adige diasporası ilk kez anavatandan bu düzeyde bir heyeti karşılayacaktı. Yeterince heyecan vericiydi. Ve 7 günlük ziyaretin her anı heyecan dolu geçti. Resmi-gayrı resmi tüm görüşmelerin Abhazca yapılması konusunda mutabakata varmıştık. Ve tercüme işi bana düşüyordu. Abhazca’ya o denli hakim olmadığımı söyleyince, Ardzınba, “Abhazca’ya değilse de Abhazya’ya hakimsin. Benim de Abhazca’m iyi değil. Senden, görüşmelerde ne söylediğimi değil ne söylemek istediğimi anlatmanı istiyorum” diyerek özgüvenimi yükseltti.

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Gezi ufak tefek aksiliklerle başladı. Atatürk Havaalanı’nda bizi karşılayacak ekip yanlış uçağa gitmiş, çaresiz pasaport kontrolüne vardığımızda bizi bulabilmişti. Çıktığımızda ise kim hangi araca binecek kargaşası yaşandı. Hesapta olmayan bir oldu-bitti ile yüz yüzeydik; karşılama ekibinde Tarık Ümit de vardı ve Ardzında ile ben apar topar T. Ümit’in aracına bindirildik. Türkiye ziyaretinin “derin devlet” ve “mafya” ile şaibeleşmesi iyiye alamet değildi. Bu, pimi çekilmiş bir bombanın kucağa düşmesi gibi bir şeydi. T. Ümit Ardzınba ile aynı sülaledendi. Temsilcilerle birlikte daha önce Abhazya’ya gelmiş, “ilişki ağı, gücü ve becerisi” konusunda Ardzınba’yı etkilemeye çalışmıştı. T. Ümit konusunda temsilciler arasında da görüş farklılıkları vardı. Ancak baskın ve ele avuca sığmaz bir karakter olduğu için kimse başa çıkamıyordu. Ardzınba’yı akrabasından uzak durması konusunda ikna etmem o kadar kolay olmadı. Hiç değilse bu ilişkinin “özel” kalmasını, resmi ve açık görüşmelerde yer almamasını sağlayabildim.

23

Ardzınba ve heyeti Türkiye’deyken, Başbakan Süleyman Demirel ve Dışişleri Bakanı Hikmet Çetin Tiflis’e giderek Şevardnadze ile anlaşma imzaladılar. Bu, Şevardnadze’ye “Abhazya’ya saldır, destekliyoruz” demekti. Belleğimize, “arkadan hançerlendik” olarak kazındı...

Türkiye ekibimiz hükümet düzeyinde görüşme ayarlayamamıştı ancak Ardzınba’nın mevkidaşı TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk ile Dolmabahçe Sarayı’nın şaşalı ortamında yaptığımız görüşme, Cindoruk’un babacan ve insanı rahatlatan kabulü ile hepimizi motive etmişti. İyi bir başlangıçtı ve başarılı bir görüşmeydi. Akabinde Adapazarı’ndaki diaspora ile büyük kucaklaşma, Ardzınba’ya “iyi ki geldik” dedirtecek cinstendi. İstanbul’daki basın toplantısı, röportajlar, protokol yemekleri, İTO ziyareti, Ankara’da Anıtkabir’i ziyaret ve özel protokol defterine tarihte ilk kez Abhazca yazmak hepimizi kanatlandırmıştı. (Anıtkabir ziyaretimiz görülmeye değerdi. Devlet başkanı ziyaret protokolü uygulanmıştı. Aslanlı Kapı’da tören-protokol amiri (albay) tarafından karşılanmış, önde Ardzınba arkada 30-40 kişilik Apsua-Dzohua heyeti ağır adımlarla Anıtkabir’e yürümüş, iki askerin taşıdığı çelengin Ardzınba eliyle mozolenin önüne konulması sonrasında Anıtkabir özel defterinin yazılması törenine geçilmişti.


bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Bir gün öncesinden Ardzınba ile deftere yazılacak metin üzerinde çalışmış, Abhazca olarak bir paragraflık özlü bir metin oluşturmuştuk. Protokolün kendisini çok heyecanlandırdığını, defteri yazarken tuttuğu kolumu morartırcasına sıkmasından anlayabiliyordum. Yazı bitip dönüş yoluna koyulduğumuzda hala kolumu sıkıyordu; yüzü terlemiş ve için içini yiyordu. Kulağıma “kahretsin unuttum, bir sözcüğü eksik yazdım”, dedi. Ben de, önemli olanın o deftere Abhazca yazmak olduğunu, küçük bir eksikliği dert etmemek gerektiğini belirterek biraz yatıştırmaya çalıştım. Öyle ya, Türkiye’nin en yüksek protokolünde yerimizi almış, hem Abhazya’nın hem Abhazca'nın resmi kayıtlara geçmesi sağlanmıştı.)

TBMM’de, Meclis’te grubu bulunan siyasi parti yöneticileriyle seri görüşmelerimiz de iyi gitmişti. Hele DSP grubunda Genel Başkan Bülent Ecevit ile görüşmemiz çok

24

sıcak ve samimi geçmişti. (Bu görüşmenin ilginç detayını da sizlerle paylaşmak isterim: Refah Partisi grubundaki görüşmemizin bitimi ile DSP grubu ile görüşmemiz arasında 15 dakika kadar zaman vardı. Ekibin bir bölümü koridordaki tuvaletlere yönelmiş bir bölümümüzde Ardzınba ile birlikte biraz arkadakiler bekleyerek ağır ağır yürüyorduk. Rahmetli Ecevit gelmekte olduğumuzu duyunca koridora çıkarak bizi karşıladı ve arkadakileri bekleyemeden toplantı odasına geçtik. Tokalaşma ve tanışma faslından sonra büyük toplantı masasına oturduk. Ecevit tüm nezaketi ile “hoş geldiniz” konuşmasına başladı. 3-5 saniye sonra kapı çalındı, heyetten bir-iki kişi daha içeri girdi, Ecevit yerinden kalkıp onları kapıda karşıladı, yerlerine oturttu, konuşmasına devam etti. Derken kapı bir kez daha çalındı, yine aynı seremoni, tekrar konuşma, tekrar kapı... Ardzınba bu duruma çok kızmıştı, bana döndü, “vara” dedi, “patlayasıcalar, ya toplanıp birlikte girseler ya da koridorda bekleseler ya!”... Absürd ancak insani bir durumdu. Neyse ki Ecevit’in nezaketi ve hoşgörüsü ile sonrası iyi geçti. Ecevit, kendisine verilen özet bilgiyi dikkatle dinledi, yetinmeyip sorular sordu. Tam görüşme bitecekken G. Alamia Ecevit’i şair olarak bildiğini, şiirlerini Rusça çevirilerinden okuduğunu ve çok etkilendiğini söyledi. Ecevit memnundu, birkaç imzalı kitabını Gena’ya verdi. Bu görüşmenin başarılı geçtiğini, Abhazya’da savaş başlar başlamaz Ecevit’in yaptığı basın açıklaması ile bir kez daha anlayacaktık. Ecevit, 19 Ağustos tarihli açıklamasında, Gürcistan’ın Abhazya’ya saldırısında Türkiye’nin vebali olduğunu açıkça belirtecekti.) Ancak, ANAP (dönemin ana muhalefet partisiydi) Genel Başkanı Mesut Yılmaz’la


yaptığımız görüşme, dipten dibe nasıl bir blokajla karşı karşıya olduğumuzu anlamamızı sağladı. Yılmaz’ın, görüşme sırasında, Dışişleri Bakanlığı’nın kendisine Abhazya heyeti ile görüşmemesi konusunda telkinde bulunduğunu ancak bunu kabul etmediğini açıklaması, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Abhazya’ya olumsuz bakışını deşifre etti. Bununla kalsa iyiydi, bizim heyet henüz Türkiye’deyken Başbakan (S. Demirel) ve Dışişleri Bakanı (H. Çetin) ile görüşmek üzere randevu beklerken her iki zat 30 Temmuz günü Tiflis’e giderek Gürcistan’la -Abhazya, Acaristan ve Güney Osetya’yı da içine alan üniter devlet yapısını onaylayan- anlaşmalar yaptılar. Televizyondan, Demirel’in Tiflis Havaalanı’nda, “Türkiye ile Gürcistan arasında yepyeni ve sıcak bir ilişkinin kurulmakta olduğunu” ila edişini izledik. Demirel-Şevardnadze kucaklaşması ve taraflar arasında imzalanan 6 ayrı anlaşma... (Muhtemeldir ki, Şevardnadze’nin iki hafta sonra Abhazya’ya saldırı kararında Türkiye’den aldığı bu desteğin büyük payı vardır.) Hepimiz üzerinde büyük hayal kırıklığı yaratan bu durum, birçoğumuzun belleğine “arkadan hançerlendik” olarak kazındı. bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Ardzınba ve heyeti diaspora ile kucaklaşmanın heyecanı ve T.C. Hükümeti’nin tecridinin hayal kırıklığı ile Türkiye’den ayrıldı. Ben de onlarla geri dönecektim. Son gün akşam odasına çağırdı. “Burda kalmalısın. En azından 1-2 hafta kalmalı ve yaptığımız görüşmelerin takipçisi olmalısın.” dedi. İtiraz ettim, “Ya savaş çıkarsa”. “İyi ya” dedi. “Savaş çıkarsa Türkiye’de yapılacak çok iş var”... Ve çantasından kalınca bir zarf çıkardı, “Al, burada biraz para var. Senindir. Bir süre buradaki masraflarını karşılar”.

25

Olmazlanmalarım işe yaramadı. Üsteledi, “maaş olarak düşün” dedi. Zarfı çantama koydum.

Ertesi gün, heyeti yolcu ettikten sonra evde zarfı açtım, çoğu 5’lik, 10’luk toplam 2.280 dolar vardı. Bu parayı gönül rahatlığı ile kabul edebilir ve harcayabilirdim. (Zira bu gezinin yol ve konaklama masrafları hariç, Abhazya’da bulunduğum bir yılı aşkın süredir tüm masraflarımı kendim karşılamıştım.) Ancak paranın küçük banknotlardan oluşması, bir anda, bunun Sohum gümrüğünden giriş yapanlardan alınan 10 Dolar’lık vize paraları olduğunu anlamamı sağladı. Daha doğrusu, böyle olabileceğini düşündürttü. Pratik bir hesapla 228 kişiden toplanan 2 bin 280 Dolar. Eh, bu da makuldü; gümrük açılalı 8 ay olmuştu ve bu yolla Abhazya’ya ancak bu kadar insan giriş yapmıştı. Bu bir anlamda Abhazya’ya resmi olarak gelen dövizin toplamı idi. Ardzında, bu parayı heyetin yolluğu olarak yanına almış, ancak Türkiye’deki tüm masraflar ev sahipleri tarafından karşılandığı için harcanmamıştı. Sonuç olarak, Abhazya’nın sahip olduğu yegane döviz ellerimdeydi. Yüzümde acı bir tebessüm, ilk görüşmemizde Ardzınba’ya iade etmek üzere paraları zarfına koydum ve bu görüşme 12 Ekim 1992’de Lihni’da oldu. Zarfı uzattım, “Abhazya’nın döviz rezervini çarçur


edemezdim” dedim. Bunu nasıl anladığımı sordu. Sadece gülümsedim... 14 Ağustos’ta Gürcistan ordu birlikleri Sohum’a dayandı. Amaçları Sohum’u teslim almak ve Abhazya yönetimini lağvetmekti. Abhazların elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama direnmek için ihtiyaç duyulan iki şey vardı: Kararlılık ve cesaret...

bağımsızlığa giden yol “abhazya” | 1/1/2012

Ve Türkiye’de, Ardzınba’nın talimatıyla “yaptığımız görüşmelerin” takibi, camia ile ve basınla ilişkileri geliştirmekle uğraşırken ve 17 Ağustos’ta Abhazya’ya dönmek üzere hazırlık yaparken, 14 Ağustos Cuma günü, Gürcistan Abhazya’ya saldırdı. Gürcü askeri birlikleri ellerini-kollarını sallayarak Gal, Oçamçira ve Gulrıpş’ı geçmiş, Sohum’a – KrasnyMost (Kızıl Köprü)- kadar kolayca gelebilmişti. (Abhazya’nın, Sohum, Oçamçira ve Gudauta’daki Rus askeri kışlalarından edinilmiş birkaç yüz hafif silahla oluşturulmuş küçük milis-gerilla grubu dışında örgütlü bir askeri gücü yoktu. Yine de, Gürcü birliklerinin Sohum’a kadar hiç silah patlamadan nasıl kolayca gelebildiği, halen

26

sorgulanmaktadır.) Geç saatlere kadar taraflar arasında görüşmeler yapılmıştı. Abhazya Gürcü kuvvetlerinin çekilmesini, Gürcistan ise Sohum’un teslim edilmesini istiyordu. Taraflar birbirine 24:00’e kadar süre vermişti ve gece yarısı Krasny Most’ta (Kızıl Köprü) silah sesleri duyuldu. Böylece, 30 Eylül 1993’ kadar (410 gün) sürecek olan savaş başlamıştı. Ardzında ve Abhazya’nın yönetim kadroları o gece Gudauta’ya geçmişti. Abhazya’nın cılız direnişine karşı denizden ve havadan desteklenen Gürcü birlikleri 15 Ağustos akşamı Sohum’u büyük ölçüde ele geçirmişti. Gürcistan Abhazya’nın Rusya ile bağlantısını kesmek üzere Gagra’ya da çıkartma yapmıştı. Gal ve Oçamçira ile birlikte, Abhazya’nın hemen hemen yarısının, iki gün içinde Gürcistan’ın kontrolüne geçtiği anlaşılıyordu. Abhazya’nın elinde silah yoktu, cephane yoktu. Ama direnmek için ihtiyaç duyulan iki temel şey vardı: Kararlılık ve cesaret... SEZAİ BABAKUŞ.


2012 Eylül, Ekim, Kasım

[PUSHKİN’İN NEFRETİ]

Çerkesler nefret ediyorlardı bizden. Geniş otlaklıklarından sürüp çıkarmışız onları. Köylerini yakıp yıkmışız köklerini kurutmuşuz. Onlarda git gide dağların derinliklerine çekiliyor, oradan baskınlar yapıyorlar. Barışçı Çerkes’lerin dostluğuna da güvenilmez…


Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

… Moskova’dan Kaluga’ya, Belev’e ve Orel’ gittim. Böylece fazladan 200 verst yol aldım ama, Yermolov’u gördüm buna karşılık. Kendisi Orel’de oturuyordu. Çiftliği kentin yakınlarında bir yerde. Saat sekizde uğradığımda evde yoktu. Yermolu’un dindar bir ihtiyar olan babasının evinde bulunabileceğini, kapısının da kentli memurlardan başka herkese açık olduğunu arabacımdan öğrendim. Bir saat sonra yeniden uğradığımda, Yermolov kendisine özgü sevimliliğiyle karşıladı beni. Daha ilk bakışta çoğu yandan yapılmış portrelerine benzemediğini gördüm. Yüzü değişmiş. Kil rengi gözleri pırıl pırıl, kır saçları fırça gibi dimdik. Herkül’ün bedenine bir kaplan başı kondurun; görünüşü tıpkı öyle. Yapmacık iğreti bir gülümseyiş dolaşıyor dudaklarında. Düşünceli olduğu ya da yüzünü astığı zaman çok daha yakışıklı oluyor. O sırada Dov’un şairane bir tablosunu andırıyor şaşılacak kadar. Yeşil bir Çerkes cepkeni vardı üzerinde. Odasının duvarlarında Kafkasya egemenliğinin anısı olan kılıçlar hançerler asılıydı. İşsizlikten ne kadar sıkıldığı hemen belli oluyordu. Acı bir dille Paskeviç’ten söz etti birkaç kez. Kazandığı utkuları küçümsüyordu. Onu, boru sesiyle yıkılan kalelerin fatihi Navin’e benzetti. Yerivan kontunu, İsrafil kontu olarak adlandırıp şöyle dedi:

Paskeviç’in İran seferi sırasında çok başarılı olduğundan farklı olduğunu göstermek isteyen zeki bir adamın bunu ancak biraz daha başarısız olmakla sağlayabileceği yolundaki bir sözü, Kont

27

Tolstoy’un sözünü Yermolov’a ilettim. Güldü. Kabul etmedi bunu.

Anılarını yazdığını ya da yazmak istediğini sanıyorum. Karamzin Tarihi’ni de beğenmiyor.

Prens Kurbski’nin anılarında con amore (coşku ile) söz ediliyordu. Almanlar da paylarına düşeni aldılar. “

Yanında iki saat kaldım. Küçük adımı çıkaramadığı için üzüldü. İltifat ederek gönlümü almaya çalıştı. Edebiyattan da söz ettik birkaç kez. Griboyedov’un şiirlerini okurken, gülmekten elmacık kemiklerinin ağrıdığını söyledi. Hükümetten ve siyasetten hiç söz etmedik. Kursk-Harkov yoluna sapacaktım az kalsın. Fakat Kursk meyhaneside yenilebilecek güzel bir yemeği (yolculuklarda önemsiz sayılmaz bu) gözden çıkardım; Kursk meyhanesinde daha ilginç olmayan Harkov Üniversitesini ziyaret etmek konusunda da bir istek duymayıp dosdoğru Tiflis yolunu tuttum. Yollar Yelets’e kadar çok bozuktu. Tekerlekler, Odesa çamurunu aratmayan bir çamura saplandı birkaç kez. Yirmi dört saatte topu topu elli verst yol aldığımız


günler oldu. Sonunda Voranej bozkırlarına ulaşarak geniş yemyeşil bir ovada hızla ilerlemeye başladık. Novoçerkeska’da, benim gibi Tiflis’e giden Kont Puşkin’e rastladım. (Puşkin yanındaki insanlarla daima alay eden bir insan olduğu için yardımcısına bu tarzda hitap ederdi) Birlikte yolculuğa karar verdik.

hazırlanıyordu. Orta yerde bir kazan kaynıyor; duman, çadırın tepesinde açılmış bir delikten çıkıp gidiyordu. Güzelce bir Kalmuk kızı oturmuş dikiş dikiyor, bir yandan da tütün içiyordu. Yanına oturarak adını, yaşını ve ne diktiğini sordum. 18 yaşında olduğunu ve şalvar diktiğini söyledi. Tütün çubuğunu bana uzattı; kendisi kahvaltıya oturdu. Kazanda koyun yağıyla tuzlu çay kaynıyordu. Kız kendi kepçesini bana uzattı. Onu kırmak istemedim. Dişimi sıkarak biraz yedim. Başka bir halk mutfağında bundan daha kötü bir şey çıkacağını sanmıyorum. Kemirmek için bir şey istedim. Bir parça kuru kısrak eti verdiler. Ona da şükrettim. Kalmuk kızının cilveleri gözümü korkutmuştu. Ve bozkır Kirke’inden (mitolojide bir kadın büyücü) hemen uzaklaştım. Stavropol’e gelince, beni dokuz yıl önce büyüleyen bulutları gördüm yine. Orada, aynı yerde, göğün enginlerindeydiler. Kafkas sıradağlarının karlı doruklarındaydı bunlar.

Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

Avrupa’dan Asya’ya geçiş saatten saate belli oluyor. Yiten ormanların yerini sık ve bitek çayırlar alıyor. Tepeler yassılaşıyor. Bizim ormanlarımızda bulunmayan kuşlar görülmeye başlıyor. Büyük bir yolun başladığını gösteren tümseklere gözcü gibi tünemiş kartallar yolcuları gururla süzüyorlar. Bereketli otlaklarda. Kalmuklar, menzil(yolcu arabalarının at değiştirdiği istasyon) kulübelerinin yakınlarına yerleşmişler. Çadırlarının yanında Orlovski’nin güzel desenlerinden tanıdığımız biçimsiz, tüylü katırlar yayılıyor. Geçen gün, beyaz keçe ile kaplanmış kareli çubuk örgüden bir kalmuk çadırına uğradım. Aile kahvaltıya

28

Georgiyevsk’ten geçerken imelere uğradım. Büyük değişiklikler olmuştu. Benim zamanımda banyolar derme çatma kulübelerdeydi. Hiç insan eli değmemiş kaynaklar kayalardan fışkırır; dumanlar çıkarak, arkalarında beyaz, kırmızımtırak izler bırakarak dağın tepesinden çeşitli yerlere doğru akıp giderlerdi. Kaynar suyu ağaç kabuklarından kepçelerle, ya da kırık şişelerin dipleriyle alırdık. Çok güzel banyolar ve evler kurulmuş şimdi. Ihlamur ağaçlarının gölgelediği bir yol Masuk dağının eteklerine kadar uzanıyordu. Her yanda sevimli patikalar, yeşil sıracıklar, düzgün çiçek tarhları, köprüler ve pavyonlar göze çarpıyordu. Kaynaklar onarılmış, kıyılarına kesme taşlar


döşenmişti. Banyo duvarlarına belediye yönetmelikleri asılmıştı. Her yerde bir düzen güzellik egemendi.

Kafkas içmelerinin şimdi çok daha kullanılabilir durumda olduğunu kabul ediyorum. Fakat onların o eski yabanıllıklarını daha çok seviyordum ben. Sarp kayalıklardaki keçi yollarını, fundalıkları ve ara sıra tırmandığım çitsiz uçurumları kederle anımsadım. İçmelereden üzgün bir yürekle ayrılarak gerisin geriye Georgiyevsk’e doğru yola çıktım. Az sonra gece bastırdı. Duru gökyüzünde yıldızlar kum gibi kaynıyordu. Podkum kıyısından ilerliyordum. Burada A.Rayevski ile oturur, ırmağın ezgilerini dinlerdik. Uzaklardaki yüce Peştu, çevresinde kümelenmiş uyduların arasında karardıkça karardı.; sonra sisler içinde büsbütün görünmez oldu. Ertesi gün daha ilerlere hareket ettik ve bir zamanlar il olan Yekaterinograd’a vardık.

Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

Askeri Gürcü yolu Yekaterinograd’dan başlıyor. Büyük posta yolu burada sona eriyor. Atlar Vladikafkaf’a kadar kiralanabiliyor. Koruyucu olarak bir Kazak muhafız birliği, bir yaya birliği, bir de top veriyorlar. Posta haftada iki kez kalkıyor ve yolcular da ona katılıyorlar. Bu fırsat sayılıyor. Çok beklemedik. Posta ertesi gün geldi. Üçüncü günün sabahı saat dokuz da yola koyulmaya hazırdık. Aşağı yukarı beş yüz kişilik kafile, toplanma bölgesinde bir

29

araya gelmişti. Davul çalındı; yola dizildik. Top, yaya askerlerinin eşliğinde, önde gidiyordu. Onun arkasında çeşitli tipte arabalar, bir kaleden başka bir kaleye giden askerlerin çadırlı arabaları dizilmişti. En arkadan gıcırdaya gıcırdaya iki tekerli yük kağnıları geliyordu. Yanlarda katır ve sığır sürüleri koşuyor; kementli kamçılı yılkıcılar, sırtlarında yamçıları, bir o yana, bir bu yana at sürüyorlardı. Bütün bunlar önceleri çok hoşuma gitmişti. Bir süre sonra sıkılmaya başladım. Top birliği çok ağır ilerliyor, fitili tütüyor, askerler çubuklarını oradan ateşliyorlardı. Yürüyüşün yavaşlığı (ilk gün sadece 5 verst ilerleyebilmiştik), kızgın sıcak, yiyecek ve içecek azlığı, geceyi geçirdiğimiz yerlerin rahatsızlığı ve kağnıların bitmek bilmeyen gıcırtısı en sonunda keyfimi iyice kaçırdı. Tatarlar kağnılarının gıcırtısıyla övünüyorlar. Şerefli insanların kimseden gizlisi saklısı olmazmış. Varsın yolculuk yaptıklarını herkes işitsinmiş. Bir daha şerefine bu kadar düşkün bir toplulukla yolculuk etmek istemem doğrusu. Yol, tek düze uzayıp gidiyor. Çevremizde tepeler var. Kafkasların dorukları gökyüzüne her gün biraz daha yükseliyormuş gibi geliyor insana. Sık sık kaleler çıkıyor karşımıza. Hendekleri o kadar ensiz ki, genç olsak bir hamlede atlayıp geçerdik. Toplar pas tutmuş, Kont Gudoviç zamanından bu yana ateş etmedikleri belli oluyor. Yıkık tabyalarda garnizonun tavukları, kazları geziniyor. Kalelerdeki kulübelerden on yumurtayla bir çanak yoğurdu güçlükle edinebiliyoruz. İlk ilgi çekici yer Minare Kalesi’ydi. Kafilemiz güzel bir vadi boyunca ilerliyordu. Ihlamur ağaçlarının, çınarların gölgelediği höyükler vardı çevremizde.


Vebadan ölmüş birkaç bin insanların mezarıydı bunlar. Üstlerinde, zehirli küllerden doğmuş çiçekler vardı. Sağda Kafkasların karlı dorukları parlıyor.; büyük ormanlık bir dağ yükseliyordu karşımızda. Klee, bu dağın arkasındaydı. Çevresinde bir köy yıkıntısı görülüyordu. Bu köyün adı Tatartub’muş ve bir zamanlar Büyük Kabarda’nın en önemli köyüymüş. İnce yapayalnız bir minare bir zamanlar burada insanların yaşadığını gösteriyordu. Kurumuş bir sel yatağının kıyısında taş yığınları arasında, ince bir güzellikle gökyüzüne yükseliyordu. İç merdiveni yıkılmamıştı daha. Basamakları tırmandım; artık molla seslerinin çınlamadığı şerefeye çıktım. Orada tuğlaların üzerine, ün düşkünü gezginlerin kazıdığı birkaç belirsiz ad gördüm.

Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

Görünüm gitgide güzelleşiyordu. Yalçın dağların eteklerindeydik. Tepelerinde, uzaktan böcekler gibi ufacık görünen sürüler yayılıyordu. Çobanı da görebiliyorduk. Belki de bir zamanlar tutsak düşmüş, öylece de yaşlanıp gitmiş bir Rus’tu bu. Ara sıra yıkıntılara ve höyüklere rastlıyorduk. Yolun kenarında birkaç tane mezar taşı vardı. Buraya Çerkes geleneğince en iyi biniciler gömülmüştü. Taşın üzerine oyulmuş kılıç ve hançer tasvirleri, savaşçı dededen savaşçı toruna anı olarak kalmıştı.

30

Çerkesler nefret ediyorlardı bizden. Geniş otlaklıklarından sürüp çıkarmışız onları. Köylerini yakıp yıkmışız köklerini kurutmuşuz. Onlarda git gide dağların derinliklerine çekiliyor, oradan baskınlar yapıyorlar. Barışçı Çerkes’lerin dostluğuna da güvenilmez. İsyancı yoldaşlarına her zaman yardıma hazırdırlar. Ruhlarındaki şövalyelikten de eser kalmamış. Kendileriyle eşit sayıdaki Kazaklara pek seyrek saldırıyorlar. Yay birliklerine hiç saldırmazlar. Topu görünce de tozu dumana katarak kaçıp giderler. Buna karşılık, güçsüz ya da savunmasız müfrezelere saldırmak fırsatını hiçbir zaman kaçırmazlar. Yaptıkları kötülükler dilden dile dolaşıyor buralarda. Kırım Tatarları gibi, bunlarında ellerinden silahlarını almadıkça yola gelecekleri yok. Fakat aralarında kan davası güttükleri için bu işi başarmak zor. Hançer ve kılıç bedenlerinin bir parçası olmuş. Bir Çerkes çocuğu daha konuşmayı öğrenmeden bu silahları kullanmayı öğrenir. Adam öldürmek basit bir benden hareketidir onlar için. Tutsaklarını, günün birinde fidye karşılığı salacaklarını umarak el altında bulundururlar. Fakat çok kötü davranırlar onlara. Öldüresiye çalıştırır, çiğ hamurla besler, akılları estikçe de döverler. Tutsakları çocuklar bekler. Bu çocuklar en ufak söz üzerine, küçük kılıçlarıyla onları öldürmek hakkına sahiptirler. Geçenlerde askerlere ateş açtığı için barışçı bir Çerkes yakalamışlardı. Adam tüfeğinin uzun süre dolu kaldığını söyleyerek kendini temize çıkarmaya çalışıyordu. Bu milletle nasıl uğraşırsın. Karadeniz’in doğu kıyılarını ele geçirerek Çerkeserin Türklerle ticaret yapmasına engel olabilir, böylece onları bize yakınlaşmaya zorlayabiliriz belki. Zenginlik karşısında gözleri kamaşır da, yola gelirler bakarsınız. Semaverde bakarsanız onlar içinde yenilik olurdu.


Sonra daha etkili, daha dürüst, çağımızın eğitimine daha uygun bir başka yol var: İncil’in öğütlenmesi. Çerkesler daha yakın zamanlarda kabul ettiler Müslümanlığı. Onlar etkileyen Kur’an havarilerinin serüvenleri olmuştur. Bu havarilerin arasında Kafkasya’yı uzun süre Rus egemenliğine karşı ayaklandıran, sonunda elimize geçip Soloveto Manastırı’nda ölen Mansur’un bu olağan üstü adamın seçkin bir yeri var. Kafkasya Hristiyan misyonerleri bekliyor. Fakat tembel insanlarız bizler. Canlı sözcükler yerine ölü harfler kullanmak, okuma yazma bilmeyen kimselere dilsiz kitaplar yollamak daha kolayımıza geliyor. Vladikafkas’a dağların eşiği olan eski Kapkay’a vardık. Çevrede Osetin köyleri var. Bunlardan birini ziyaret edeyim dedim de, bir cenaze alayına rast geldim. Bir dağ evinin kapısında insanlar birikmişti. İki öküz koşulu bir kağnı duruyordu avluda. Ölünün akrabaları ve dostları hüngür hüngür ağlayarak dört bir yandan geliyor, yumruklarıyla başlarını dövüyorlardı. Kadınlar ses çıkarmadan duruyorlardı. Bir yamçıya sardıkları ölüyü taşıyıp gittiler. İrlandalı şair Charles Wolf’un bir şiirindeki gibi …like a warrior taking his rest; with his martial clook around him Direnen bir savaşçı gibi; savaş giysisi içinde

Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

Kağnıya yerleştirdiler. Konuklardan bir merhumun tüfeğini aldı, barutunu üfledikten sonra cesedinin yanına koydu. Kağnı hareket etti. Konuklar da onun arkasından yürüdüler. Ölüyü köyün otuz verst uzağına, dağlara gömeceklerdi. Ne yazık ki kimse bu törenlerin anlamını açıklayamadı bana.

31

Osetinler, Kafkas halklarının en yoksullarıdır. Kadınları oldukça güzel. Yolculara karşı iyi davrandıkları söylenir. Hapiste yatan bir Osetin’in karısıyla ve kızıyla karşılaştım kentin kapısında. Adama yemek götürüyorlardı. İkisi de dingin ve cesur görünüyorlardı. Fakat yanlarına yaklaştığımda başlarını eğdiler; yırtık pırtık çarşaflara sarındılar. Kalede Çerkes esirleri gördüm. Canlı güzel çocuklardı bunlar. Sık sık yaramazlık ediyor, kaleden kaçıyorlarmış. Durumları yürekler acısıydı. Paçavralar içinde yarı çıplaktılar. Pislikten yanlarına yaklaşılmıyordu. Tahta prangalar vurulmuştu kimilerine. Serbest bırakıldıktan sonra Vladikafkas’ta geçirdikleri günleri özlemiyorlardı sanırım.

Top birliği bizden ayrıldı. Yaya birliği ve Kazaklarla yola devam ettik. Kafkasya içlerine doğru ilerliyorduk. Gittikçe şiddetlenen boğuk bir uğultu geldi kulağımıza ve çeşitli yönlerde akıp giden Terek’i gördük. Biz nehrin sol kıyısında ilerliyorduk. Dalgalar, köpek kulübelerine benzeyen küçük Osetin değirmenlerinin tekerleklerini çeviriyordu. Dağların derinliklerine doğru ilerledikçe boğaz daralıyordu. Kayalar arasına sıkışan Terek bulanık dalgalarıyla onlara çarpa çarpa akıyor, boğazda bu akıntı boyunca kıvrıla kıvrıla uzayıp gidiyordu. Kayalar oyulmuş, parçalanmıştı. Ben yürüyerek ilerliyor, doğanın bu ürkütücü güzelliği karşısında büyülenmiş gibi sık sık duraklıyordum. Hava kapanıktı. Bulutlar dağların kararan


doruklarında biriktikçe birikiyordu. Fakat bu büyüleyici güzelliği hiçbir şeyle kıyaslayacak durumda değildim. Lars’a varmadan bir ara kafileden ayrıldım. Kocaman kayalıkların arasında hırçınlıkla köpüre köpüre akan Terek’e bakmaya başladım. Birden bire bir asker bana doğru koşarak burada durmamam gerektiğini aksi halde vurulabileceğimi söyledi. Şaşırıp kaldım. Meğer bu dar boğazda güvenlik içinde yaşayan Osetin’ler Terek boyunca yolculara ateş edermiş. Bir gün önce General Bekoviç’e ateş açmışlar. General kurşunların arasından zor sıyrılıp geçmiş. Gecelemek için Lars’ta kaldık. Burada karşılaştığımız bir Fransıız gezgin, yolculuğumuzun ilerisi için gözümüzü korkuttu. Arabalarımız Kobi de bırakıp yola atla devam etmemizi öğütledi. Fransız’la birlikte, ilk kez, pis kokulu bir tulumdan Hahenet şarabı içerek İliada’nın şölenini anımsadık.

Lars’tan yedi verst ötede Daryal Karakolu var. Geçit de aynı adı taşıyor. Birbirine koşut iki kaya duvarının arasından geçiyor gibiyiz. Çok dar bir geçit bu. Bir gezginin yazdığı gibi, görmekle kalmıyor, içinde de duyuyorsun bunu. Başımızın üstünde bir gök parçası mavi bir şerit gibi uzayıp gidiyor. Dağlardan kopup gelen küçük derecikler. Ganymede’in Kaçırılması’nı, Rembrant’ın tuhaf tablosunu anımsattı bana. Geçit tam Rembrant’ın zevkine göre aydınlatılmış zaten. Terek kimi yerlerde kayaların diplerini kemirmiş; kopup yuvarlanan taşlar yer yer yolu tıkamışlar. Karakolun yakınlarında, nehrin üzerine küçük gözüpek bir köprü kurulmuş. İnsan onun üstünde kendini değirmende sanıyor. Taşköprü sallanıyor; Terek de değirmen taşlarını döndüren bir çark gibi uğulduyor.

Burada Kafkas Tutsağı’nın (Puşkin’in ilk gençlik yapıtlarından biri) kirlenmiş, yıpranmış bir kopyası geçti elime. Onu büyük bir zevkle okuduğumu gizleyemeyeceğim. Eksikleri olan bir şiir bu. Acemice yazılmış. Fakat şair birçok şeyin farkına varmış ve içtenlikle yazmış bunları.

Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

Ertesi sabah yola koyulduk. Türk tutsaklar yol yapımında çalışıyorlardı. Yiyeceklerden yakındılar. Kara Rus ekmeğine alışamıyorlarmış. Bana, dostum Şeremetev’in Paris dönüşü söylediği sözü anımsattı bu: “Paris yaşanılacak yer değil arkadaş. Yiyecek bir şey yok. Kara ekmek bulamıyorsun”

32

Geçitin tam karşısında, yalçın kayaların üzerine bir kale yıkıntısı görülüyordu. Söylenceye göre, geçite adını veren


Kraliçe Darya saklanıyormuş bu kalede. Masal işte. Darya, eski Farsça’da kapı demektir. Pline’e göre, yanlış olarak Hazer kapıları diye adlandırılan Kafkas kapıları buradaymış. Geçit o zamanlar demir kirişli, ağaç kapılarla kapalıymış gerçekten de. Pline, bu kapıların arkasında Driodoris nehrinin aktığını söylüyor. Barbarların saldırısına karşı koymak için bir de kale kurulmuş burada; vs. Kont İ. Pototski’nin gezi notlarına bir göz atın. İspanyol romanları kadar ilgi çekici bulacaksınız. Daryal’dan Kazbek’e doğru hareket ettik. Troitski Kapıları’nı gördük burada. Bir zamanlar altından bir yol geçiyormuş. Yatağını sık sık değiştirerek Terek akıyor şimdi. Kazbek’e varmadan Azgın Dere’nin yakınından geçtik. Şiddetli yağmur yağınca korkunç seller geliyormuş bu çukurdan. Biz geçerken kupkuruydu. Azgınlığı adındaydı sadece.

İranlı bir prens bekliyordu. Kazbek’in biraz ötesinde karşımıza çıkan kaleska zaten dar olan yolu tıkamıştı. Arabalar geçeceği sırada kafile subayı, İranlı bir saray şairini götürdüğünü söyledi ve isteğim üzerine beni Fazıl Han’la tanıştırdı. Çevirmen yardımıyla, tumturaklı bir doğulu tavrıyla söze başlamıştım ki; Fazıl Han benim saçma sapan sözlerime akıllı uslu karşılıklar verince ne kadar utandım! Beni Petersburg’da yeniden göreceğini umuyor, görüşmemizin kısalığından hayıflanıp duruyordu vs. kızarıp bozardım. Şakacı tumturaklı konuşma tarzını bırakarak normal bir batılı gibi konuşmak zorunda kaldım. Böylece de biz Ruslara özgü o alaycılığın cezasını çekmiş oldum. Bundan böyle insanları, kafalarındaki papağa, ya da tırnaklarındaki kınaya bakarak yargılamayacağım.

Kazbek köyü Kazbek dağının eteğindedir ve Prens Kazbek’in malıdır. Prens kırk beş yaşlarında bir adam. Boyu Sezar’ın dönemi fligelmanlarından da (örnek asker) uzun. Duhan’da bulduk kendisini. (Gürcü meyhanelerine duhan deniyor. Bunların Rus meyhanelerinden daha pis daha pasaklı bir yer). Duvarda göbekli, dört ayağını açmış, öküz derisinden bir tulum asılıydı. Bizim dev, tulumdan cihir (bir Kafkas şarabı) çekerek birkaç soru sordu bana. Unvanına ve kalıbına uygun bir saygıyla karşılık verdim. Çok dostça ayrıldı.

Kobi karakolu Kreskovaya dağının eteklerindeydi. Bu dağı da aşmak zorundaydık. Geceyi karakolda geçirmeye karar vererek dağı nasıl geçeceğimizi düşünmeye koyulduk. Arabaları bırakarak Kazak atlarına mı binmeli yoksa Osetinlerden kağnı mı kiralamalıydık? Ben ne olur ne olmaz diye, buraların yönetmeni Bay Çilyayev’e bütün kafilenin ağzından bir dilekçe yazdım; arabalar gelene kadar yatmaya çekildik.

İnsan kısa zamanda alışıyor çevreye. Yirmi dört saat geçmeden, Terek’in uğultusu, tuhaf çağlayanları, kayalar ve uçurumlar ilgimi çekmez olmuştu artık. Bir an önce Tiflis’e varmak arzusuyla içim içime sığmıyordu. Bir zamanlar Çakırdağ yakınından da aynı umursamazlıkla

Ertesi gün saat 12 sularında gürültüler, haykırışlar işittik ve olağanüstü bir görünümle karşılaştık. Yarı çıplak bir Osetin kalabalığın sürdüğü 18 çift genç, lagar öküz; dostum O***’nun hafif Venedik kaleskasını güçlükle sürüyordu. Bunu görünce hemen kararımı verdim.

Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

33

geçmiştim. Fakat hava yağmuru ve sisli olduğu için, şairin ufkun dayanağı dediği karlı Kazbek yamaçlarını da göremiyordum doğrusu.


Ağır Petersburg kaleskamı gerisin geriye gönderecek, Tiflis’e atla gidecektim. Kont Puşkin buna yanaşmadı. Bir türlü ıvırla zıvırla dolu brıçkasını bir öküz sürüsüne çektirerek dağı tantanayla geçmeyi yeğledi. Ayrıldık. Ben, yolları gözden geçiren Ogarev’le birlikte hareket ettim. Yol, 1827 Haziran’ında oluşan bir toprak çöküntüsü boyunca ilerliyordu. bu gibi kayşalar genel olarak yedi yılda bir oluyor. Muazzam bir yığın çökerek bir verst boyunca geçide saçılmış ve Terek’i tıkamış. Aşağı bölgelerdeki nöbetçiler çatırtıyı işitişler ve nehrin nasıl hızla alçalıp kuruduğunu görmüşler. Terek iki saatten önce aşamamış bu bendi. Kayşa öylesine korkunçtu! Tepeye doğru yükseldikçe yükseliyorduk. Atlarımız, altında derecikler şırıldayan gevşek bir kar tabakası üzerinde güçlükle ilerliyorlardı. Ben şaşkınlık içinde yola bakıyor, arabaların buradan geçebileceğini aklım hiç kesmiyordu. Müthiş Kafkasya’dan tatlı Gürcistan’a geçiş insanı büyülüyor. Gut dağının tepesine vardığımızda, tehlikeli bir yolculuğun döne döne indiği üç verstlik bir uçurumun dibinde; minyatürleşen Kayşaur ovası, dört bir yandan saçılmış kayalıklar, bahçeler ve gümüş şerit gibi kıvrıla kıvrıla akıp giden Aragva deresi gözlerinizin önüne seriliyor. Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

Artık Gürcistan’dayım. İnsanı ürküten dağ geçitlerinin müthiş Terek’in yerini, şen Aragva’nın suladığı ışıklı ovalar aldı. Çıplak kayalar yerine yemyeşil dağlar ve meyve ağaçları görüyorum artık. Sık sık gördüğüm su kemerleri buralıların ileri bir uygarlık seviyesine sahip olduğunu gösteriyor. Hele bir tanesinin optik düzeni şaşkına çevirdi beni. Dağın üstünden gelen

34

su, aşağıdan yukarıya akıyormuş gibi görlüyordu. Paysanaur’da atları değiştirmek için mola verdim. İran prensini geçiren Rus subayına rastladım orada. Az sonra çıngırak seslerini işittim. Asya geleneğine göre yüklenmiş birbirine bağlı bir katır sürüsünün yola dizildiğini gördüm. Atların gelmesini beklemeden yürüyerek yola koyuldum. Ananur’dan yarım verst ötede, bir yol dönemecinde Hüsrev Mirza’yla karşılaştım.( Hüsrev Mirza, İran Şahının torunu oluyor.) Arabaları duruyordu. Prens beni arabasında otururken görüp başıyla selamladı. Karşılaşmamızdan biraz sonra Prens saldırıya uğramış ve arabadan fırladığı gibi atına atlayıp oradan hızlıca uzaklaşmış. Anamur’a hüç yorulmadan ulaştım. Atlarım gelmemişti daha. Duşet kentine 10 verstlik yolum kalmıştı. Akşam gelip çattı. Durmadan yükseliyordum. Fakat kaynak bölgelerin balçığı yer yer dizlerime kadar çıkıyordu. Adamakıllı yorulmuştum. Karanlık gitgide artıyordu. Köpek havlamalarını duymaya başlayınca sevindim. Ancak havlayanlar Gürcü çobanlarının köpekleriymiş. Karşılaştığım ilk adam beni hemen valinin yanına götürmeyi önerdi ve karşılığında abaz (Gürcü parası) istedi. Yaşlı Gürcü subayı olan vali, beni karşısında görünce şaşıp kaldı. Kendisinden ilkin soyunabileceğim bir oda, sonra bir bardak şarap, son olarak da kılavuzum için abaz istedim. Vali bana nasıl davranacağını kestiremiyor şaşkın şaşkın bana bakıyordu. Dilekleri yerine getirmek için herhangi bir harekette bulunmadığını görünce de la libertê


grande ( bu teklifsizlikten ötürü ) özür dileyerek oracıkta soyunmaya koyuldum. Bereket versin cebimde yol teskeremi buldum da, Rinaldo Rinaldini değil, kendi halinde bir yolcu olduğumu kanıtlayabildim. Kutsal belge etkisini göste

gözümü kırpmak kısmet olmadı. Sabahleyin adamım geldi. Kont Puşkin’in öküzler üzerinde karlı dağları aşarak Duşet’e selametle ulaştığını bildirdi. Bir an önce yola koyulmalıydım! Duşet’ten ayrılırken tatlı bir duygu vardı içimde. Çünkü geceyi Tiflis’te geçirecektim. Yollar ıssızdı. Fakat yine de çok güzel çok hoştu. Gortsiskal’dan birkaç verst sonra, Roma seferlerinden kalma eski köprü üzerinden Kura nehrini geçtik. Atlarımızı tırısa, arada bir dört nala kaldırarak zamanın nasıl geçtiğini sezdirmeksizin gece saat on bir sularında Tiflis’e vardık.

Pushkin’in nefreti | 8/4/2012

rmekte geckmedi. Odam ayrıldı; bir bardak şarap getirildi; klavuzum da abazını alıp gitti. Tabi kendisi aç gözlülüğünden dolayı vali tarafından azarlanmaktan kurtulamadı. Kazandığım utkudan sonra yorgun bir savaşçı gibi uykuya dalacağımı umarak kendimi divanın üzerine attım. Ne gezer! Çakallardan daha tehlikeli varlıklar olan pirelerin saldırısına uğrayınca bütün gece

35


2012 Eylül, Ekim, Kasım

[EDEBİYAT POLİTİKALARI VE KİMLİK RETORİĞİ] Tarihçi ve sosyologların elbette çok daha farklı bir vizyonla ortaya koyacakları İrlanda ve kimlik tartışasını edebiyat ekseninde yürütmek dolaylı bir yaklaşım gibi görünebilir; ancak edebiyat ve politika, ya da edebiyat ve milliyetçilik söylemi arasındaki ilişki İrlanda’da farklı öneme sahiptir. Bağımsızlık mücadelesi veren birçok ülkede görülenin aksine İrlanda’da kültürel reformları doğuran, elde edilen politik bağımsızlık değildir. İrlanda’nın bağımsızlığına giden yol, şair ve yazarların öncülüğünde başlatılan…


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

Yavaş ve karanlık olur ruhun doğuşu, beden doğuşundan daha gizemlidir. Bu ülkede bir adamın ruhu doğunca uçmasını önlemek için ağlar atıyorlar üstüne. Sen bana ulusçuluğun, dilin, dinin sözünü ediyorsun. *Sanatçının bir genç adam olarak portresi, James Joyce

37

Terry Eagleton “bugünlerde İrlandalı bir yazarın İrlanda kültürü ve tarihi ile ilgili tartışmalara girmesi her zaman riskli bir iştir, yarı yabancı biri için ise bu neredeyse bir intihar girişimidir” der. İrlanda’yı tamamen dışarıdan bir kimlikle okumaya çalışarak, bu riskten de fazlasını göze aldığımın bilincindeyim. İrlanda ve etnisite kelimelerini bir arada kullanmak ve dolayısıyla İrlanda tartışmasına kültür ve kimlik gibi para metrelerden yaklaşmak, beraberinde “sömürge sonrası” literatürüne ait dikotomilerle (kavramların kapsamlarını ikiye bölerek yapılan inceleme. Bu incelemede bazı unsurlar dışarda bırakılarak önemli kabul edilen olay ya da olgu incelenir) şekillenen bir dizi tanım getirmiştir. Kaldı ki, 1970’lerde Avrupa’da postmodernizim ile başlayan sömürge sonrası çalışmalar ve hızla popülerleşen kültür çalışmaları içerisinde özellikle 1978’ de Edward Said’in Oryantalizim başlıklı kitabı yayımlandıktan sonra, İngiltere’nin eski sömürgesi olan İrlanda da kendine düşen payı bu bağlamda fazlasıyla almıştır. Ülkenin kendi içinde barındırdığı farklı kültürel bileşimler nedeniyle, İrlanda edebiyatı da kültür çalışmaları için farklı ve ilginç bir laboratuar haline gelmiştir. Ne var ki, bu makalede de üzerinde duracağım gibi, kendi Oryantalizmini yaratan (Keltisizm) ve kimliksel ve kültürel bölünmesi diğer sömürge toplumlarından farklı olan İrlanda’nın bu genel tartışma içerisindeki yeri çok daha karmaşıktır ve

kendine has durumlar yaratmıştır. Sömürgecilik söyleminde genelde iki zıt kutup arasındaki çatışma ile ifade edilen İrlanda sorunu aslında, bütün bu klişeleri yutan ve böylelikle içinde barındıran bir bermuda şeytan üçgenidir. Dolayısıyla İrlanda’yı sömürge sonrası kurumlar çerçevesinde ele alan pek çok akademik çalışmanın da içinde savrulup durduğu bu söylem sarmalı, İrlanda’nın paradoksal yapısını tam anlamıyla yansıtmakta çoğu kez eksik kalmıştır.

Paradoks, dili kendi içinde tersine çeviren ve iki çelişkiyi aynı anda doğru kılan bir ifade şekli olarak, belki de, İrlanda’nın kimliksel varoluşunu tanımlayabilmek için kullanılabilecek en uygun formdur. Çünkü paradoks kuralları yerle bir eder ve sentaksın genellikle üzerini örttüğü ilişkileri gün yüzüne çıkarır; yapısı itibariyle herhangi bir merkezde yer alamaz ve tartışmanın objesini marjinale çeker. Geoffery Harpham’ın tabiriyle “tıpkı bir sfenks gibi, ortaya attığı bilmece çözüldüğünde kendisi de yok olur. İngilizlerin yüzyıllardır çözmeye çalıştıkları ve hâlâ zaman zaman patlayan bombalar eşliğinde sürüp giden İrlanda sorununu asla çözmemelerinin nedeni İrlandalıların sorunun içeriğini sürekli değiştirip durmasıdır. İrlanda hem Avrupalıdır hem değildir; kendi geçmişiyle bütünleşmeye çalışır hem de bu geçmişten


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

38

kurtulmak için elinden geleni yapar. Ülkesini bir daha geri dönmemek üzere terk eden ve kendi yurdunu “yavrularını yiyen yaşlı bir dişi domuz” gibi gören, ama yine de bütün eserlerinde İrlanda’yı anlatan James Joyce gibi, ne tam merkeze yerleştirilmeye çalışıldığı periferilere tutunabilmiştir İrlanda. “yanlış anlaşılmasının dehşeti içinde yaşıyorum” diyen ve dili, kullandığı paradokslarla ikonoklastik bir araç kılan Oscar Wilde’ın İrlanda kökenli olması ile İngilizce dilini ideolojik olarak ters yüz etmesi arasında hiç de tesadüfi bir ilişki yoktur. Birazdan okuyacağınız gibi, dil İrlandalı yazarlar için hem yabancılaştıkları bir kimlik öğesi, hem de kendileri ile ilgili yaratılan klişelere ve normlara karşı bir başkaldırı aracıdır. İngilizlerin asırlardır uyguladıkları asimilasyon politikaları sonucunda kendi dillerinde değil de İngilizce yazan İrlandalı yazar ve şairlerin bir kısmının dili yapı bozumuna uğratarak getirdikleri yenilikler sebebiyetiyle “İngiliz edebiyatı” antolojilerinde baş tacı edilmeleri de ayrı bir paradokstur.

kanlı kavşaklardır” ve İrlanda’da “savaşlar kitaplar üzerinde yazılmıştır”

Tarihçi ve sosyologların elbette çok daha farklı bir vizyonla ortaya koyacakları İrlanda ve kimlik tartışasını edebiyat ekseninde yürütmek dolaylı bir yaklaşım gibi görünebilir; ancak edebiyat ve politika, ya da edebiyat ve milliyetçilik söylemi arasındaki ilişki İrlanda’da farklı öneme sahiptir. Bağımsızlık mücadelesi veren birçok ülkede görülenin aksine İrlanda’da kültürel reformları doğuran, elde edilen politik bağımsızlık değildir. İrlanda’nın bağımsızlığına giden yol, şair ve yazarların öncülüğünde başlatılan kültürel reformların ve edebiyat hareketlerinin taşlarıyla döşenmiştir. Declan Kiber’in dediği gibi “tarihte edebiyatın ve politikanın kesiştiği noktalar

Ayrıca, edebiyat, kültürlerin birbirini “ötekilik” projeksiyonları ile tanıdıkları ve tanıttıkları bir alan olarak incelendiğinde; özellikle patriark, kolonyel ve sınıfsal yapılanmalardaki güç ilişkilerinin açığa çıkarılmasında etkili bir araçtır ve dil bu bağlamda merkezi bir rol oynar. Egemen söyleme hâkim olan grup(lar), sosyal hiyerarşinin çeşitli katmanları üzerinde egemenlik kurarlar. Bu hiyerarşik ilişkiler, güç ve kimlik çatışmalarının sahnelendiği alanlar olarak karşımıza çıkar. Dilin bu bağlamda, manipülasyonda oldukça usta olan İngilizler tarafından ideolojik bir silah olarak nasıl kullanıldığına bakmak gerekir. Diğer yandan, İngilizlerin Frankestian misali burunlarının dibinde yarattıkları iki

.

Avrupa’nın en batısındaki bu küçük ada tabiri caizse, Joyce ve Yeats gibi edebiyat devlerinin omuzlarında yükselmiştir. Edebiyat eserleri, İrlanda’nın ulusal kimliğini sürekli yeniden tanımladığı, geçmişle bugünün hesaplaştığı arenalar olagelmiştir.


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

39

başlı canavarın kimlik arayışı da yine dil merkezli olmuştur. İrlandalılar, İngilizlerin kendilerinden topraklarını almalarının ve kendi yasalarını getirmelerinin karşılığında, onlardan dillerini almış ve bütün zehirlerini ironi ve hicvin en âlâsıyla koyulaştırarak bu dil ile akıtmıştır. İrlandalı kimliğinin çeşitli şekillerde inşasında edebiyat politikalarının oynadığı rolü tartışmadan önce, İrlanda’nın heterojen kültürel yapısının tarih içerisinde nasıl oluştuğuna kısaca göz atmakta fayda olduğunu düşünüyorum. İstila emelleriyle İrlanda’ya gemilerini ilk yanaştıranlar elbette Anglo-Normanlar değildi. Bundan önce dokuzuncu yüzyılda İrlanda Viking istilalarıyla karşı karşıya kalmış, ancak ada halkı üzerinde egemen bir güç haline gelemeyen bu topluluk Keltlerin kültürüne asimile olmuş ve adada bölünme yaratmamıştır. Hemen hemen iki yüzyıl süren Viking istilaları ve Vikingleri adadaki varlığı Keltik İrlandalılar için kültürel bir krize neden olduysa da, Kelt toplumu bu meydan okumayı göğüsleyebilmiş, köklü inanç ve geleneklerini büyük ölçüde koruyabilmiştir. Oysa, on ikinci yüzyılda Katolik dinine hizmet etme kisvesi altında Papa’dan onay alarak ekonomik çıkarlarla İrlanda’ya ayak basan ikinci Henry, İrlandalılar için yüzlerce yıl sürecek çatışmanın tohumlarını ekmiştir. Keltler için ikinci bir kültürel kriz yaratan bu girişim, Keltik yaşam şeklini değiştirecek bir sürecin başlangıcı olmuştur.


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

40

Bu ilk İngiliz istilası sırasında, İrlanda’nın tek bir kral yönetiminde birleşen merkezi bir yapısının olmaması ve adadaki küçük krallıların kendi iç çatışmaları nedeniyle birlik olmamaları, Keltlerin İngiliz istilasına göğüs germesini olanaksız hale getirmiştir. Yine de İngiltere’nin etkisi bu ilk zamanlarda nispeten kısmidir ve bu yabancıların politik ve kültürel etkileri “Pale” adı verilen Dublin ve bölgesi ile sınırlı kalmıştır. Dublin bu bakımdan adadaki İngilizlerin gücünün sınırlarını çizen bölge olmuştur. Her ikisi de Katolik olan İrlandalı ve Anglo Norman topluluklar arasındaki dilsel ve kültürel fark zamanla bir dereceye kadar kapanmış, hatta adaya yerleşen bu ilk İngilizlerin bir kısmı “İrlandalılardan daha İrlandalı” olmuşlar ve adada çok net sınırlarla ayrılan bir kültürel hiyerarşi yaratmamışlardır. Gene de, zaman içerisinde kültürel ve ırksal açıdan iç içe geçen Keltik İrlandalılar ve Anglo İrlandalılar, bu karşılıklı etkileşimden ortak bir ulus yaratamamışlardır. Keltik İrlanda miti Viking istilalarından beri süre gelen söylemden kurtulamamış, yabancı istilacıyı sırtından silkip atmaya çalışan ulus görüntüsü İrlanda için geçerliliğini korumaya devam etmiştir. Böylece, İrlanda Ortaçağlardan çıktığında, adanın heterojen kültürel yapısını bünyesinde barındıran ortak bir mitten yoksundur. Yerli halk ile yabancılar arasındaki fark her ne kadar kültürel etkileşimler ve iki toplum arasında yapılan evliliklerle azalmışsa da, tamamen ortadan kalkmamıştır. On altıncı yüzyıla gelindiğinde, İngiltere’nin Avrupa’da özellikle İspanya ile olan diplomatik ilişkileri ve İrlanda’nın bu diplomatik çıkarlar bağlamında Atlantik Okyanusu’nda bir tampon bölge görevi görmesi üzerine başlamıştır. Birinci

Elizabeth dönemimde, İrlanda’nın kuzeyindeki topraklar, yani bugün Kuzey İrlanda’ya ait olan bölgeler boşaltılarak plantasyonlar kurulmaya başlanmış ve bu topraklara Britanya adasından getirilen İskoç Protestanlar yerleştirilmiştir. Toprak yönetimini hedef alan ve kendi politik, ekonomik ve eğitim kanunlarını beraberinde getiren bu Anglo-Protestan sınıf zamanla politik gücü elinde tutan yönetim sınıfına dönüşmüştür. Dolayısıyla, bu tarihten sonra, İrlanda’daki kültürel ayrım farklılaşmıştır, tartışmanın merkezi değişmiştir. Irksal ve kültürel üstünlük tanımı yeni bir boyut kazanmış, Katoliklik geri kalmışlığın simgesi haline gelirken Protestanlık üstünlük ve medeniyetin simgesi olmuştur. “Yeni İngilizler” ve “Eski İngilizler” terimlerinin yaratılmasını gerektiren bu süreçte “Yeni İngilizler” Kelt kültürüne ve Gaelic (İrlandaca) diline karşı yabancılık hissetmeyen ve bu kültüre bir dereceye kadar asimile olan “Eski İngilizlere” karşı da aşağılayan bir tavır takınmakta ve adada özellikle din temeline dayanan bir ayrışmanın temelini atmaktaydılar. Öte yandan daha makro bir düzlemde, İngiltere’de ulusal bir İngiliz kimliği yaratılmaya çalışılırken, emperyalist girişimleri haklı çıkaracak bir karşı kimlik yaratılmaya ve barbar İrlandalı stereotipi oluşturulmaya başlanmıştır. Bu süreçte edebiyatın oynadığı rol oldukça çarpıcıdır ve Edmund Spenser’in A View of the Present State of Ireland (İrlanda’nın Bugünkü Dönemine Bakış) (1596) adlı eseri buna iyi bir örnek teşkil eder. Bu eser iki bakımdan önemlidir: on altıncı yüzyılda edebiyat ve politik güç arasındaki ilişkiyi ortaya koyar ve İrlanda’ya karşı yürütülen sömürgeleştirme politikalarının dinamiklerini açığa çıkarır.


Spenser’ın eseri Eudoxus ve Irenaeus adlı iki karakterin diyalogları üzerine kuruludur ve ikisi arasındaki konuşma, bir süre İrlanda’da bulunan Eudoxus’un büyük bir şaşkınlıkla “bu barbar ulusu daha iyi yönetime ve medeniyete kavuşturulması için neden herhangi bir şey yapılmadığı”nı sormaya başlar. Hegemonyayı elinde tutan güç için, kaosun hâkim olduğu yerde düzen kurmak kadar doğal bir şey olmayacağı gibi; bu düzenin, İrlanda’yı bilen bir ulus ve toplum tarafından sağlanması da bir o kadar doğaldır Eudoxus’a göre. Bu, sömürgeleştirmenin açıklanması veya gerçeklendirilmesinin ilk dayanağıdır. Hegemonyanın sağlanması içinse adaya yerleşen İngilizler, sadece ada halkının dilini kullanmayı reddetmekle kalmayıp kendi dillerini empoze etmelidirler:

Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

İngilizlerin kendi dillerini tanıtmaya tenezzül etmeyip, başka bir dil konuşmaktan daha fazla haz duymaları bana oldukça garip geldi. Çünkü fethedenin şimdiye kadar hep yapageldiği şey, fethedilenin dilini hor görmek ve her türlü yolu kullanarak onu kendi dilini öğrenmeye zorlamaktır.

41

Spenser’ın kaleminden bir ok gibi fırlayan bu pervasız satırların sonra, Shakespeare’in birkaç sene sonra kaleme aldığı V. Henry adlı oyunda İrlandalı kaptan MacMoris’ in ağzından şu sözcükler dökülür: “Milletim mi? Nedir ki benim milletim? Hain mi, alçak mı, üçkağıtçı ve namussuz mu? Nedir ki benim milletim? Kim ağzına alır benim milletimi?” İrlandalı kimliği üzerine yapılan çalışmalarda sayısız kez alıntılanan bu replikte, İrlandalı kimliği “hain, alçak, namussuz” gibi sıfatlarla emperyal söylem ile sabitlenen merkeze doğru çekilir. MacMoris’in ortaya attığı soruya cevap vermek özellikle İrlandalılar için oldukça

zordur. Bir ulusu ulus yapan kategoriler nelerdir? Ulusal kimliğin sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiğine kimler karar verir? Dil ve milliyetçilik arasında nasıl bir ilişki vardır? Bu soruları yanıtlamak kolay olmasa da, İrlanda da toprak yönetiminin el değiştirmeye başladığı dönemde Shakespeare’ in yarattığı İrlandalı karakterden yola çıkarak, anlatı ve edebiyat söyleminin kimlik nosyonlarının da, tıpkı temsil edildikleri anlatılar gibi birer kurgu olduğunu iddia etmek çokta yanlış olmaz. Spenser ve çağdaşlarının eserlerinde dolaylı ya da dolaysız yoldan inşa etmeye çalıştıkları negatif İrlandalı stereotipi çoğunlukla İrlanda’nın kaotik ve anarşist yapısıyla ilişkilendirilir. Ancak bir toplumun diğeri karşısındaki “üstünlüğü” sadece düzenin daha iyi sağlanmış olması ve anarşinin yola getirilmesiyle açıklanamaz. Spenser’ın zamanında bugünün modern dünyasında olduğu gibi düzenin yanı sıra ikinci bir kategori vardır, o da bilgidir. Shakespeare’in Fırtına adlı trajedisinde, efendisi Prospero’yu öldürmeyi planlayan Caliban “Hatırından çıkarma, önce kitaplarını alacaksın. Kitapları olmadı mı, o da dangalağın biridir. Hiçbir cine söz geçiremez” der. Keza bilgi güçtür diyen Francis Bacon gibi, Spenser da bilginin, üstünlüğün inşasında ne denli bir rol oynadığının farkındadır ve bilgiyi meşru yollardan kullanılabilecek bir silah olarak görür. Bilgiye sahip olanlar, cahil olanlara yol göstermelidir. “Yol göstermek” kelimesi Spenser’ın eserlerinde yer yer boyun eğdirmek idare etmek ya da sadakatin sağlanması gibi ifadelerle eşanlamlı olarak kullanılır.


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

Ancak, Demokles’in kılıcı yanlış yere inmiştir. İngiltere’nin iki koldan (diplomasi ve edebiyat) yürüttüğü hegemonya siyasetinin yok saymaya ve ekonomik çıkarları doğrultusunda dönüştürmeye çalıştığı kültür, hiç de yabana atılır gibi değildir. Çok eski zamanlardan beri “Azizler ve Alimler Adası” olarak anılan bilginin meşalesini Avrupaya taşıyarak Avrupa’nın ilk Rönesansı sayılabilecek Karolenj Rönesansı’nın doğuşunda önemli rol oynayan İrlanda’nın “barbar” ve “cahil” olarak etiketlenmeye çalışılması en nihayetinde İrlandalıların “Avrupa’nın zencileri” olarak anılmasıyla sonuçlanmış ve “tarih” Joyce gibi yazarlar için uyanmaya çalıştıkları bir kabusa dönüşmüştür.

42

İrlanda kültürü her ne kadar aslında bütün Avrupa’nın genlerinde hâlâ izlerini taşıdığı kültürün bir parçası olsa da bu edebiyat eserlerinde yaratılan imajda, irrasyonel İrlanda ve rasyonel İngiltere, Sheela-nagigler ve Yunan heykelleri kadar farklıdır birbirinden. Büyük Helen kültürünü yansıtan ve ideal güzelliğin olduğu kadar ideal aklın da simgesi olan Yunan

heykelleri ile karşılaştırıldığında, iki eliyle vajinasını açarak doğanın bereketini sergileyen Keltik Sheela-na-gig figürü amorf ve yaşlı bedeni ile Avrupa estetik normlarının tam karşısında yer alan bir grostekliği (çarpıcı zıtlık) ifade eder. Büyük Helen kültürünün Avrupa’nın çehresini değiştirmeye başladığı Rönesans döneminde, özellikle Amerika’nın keşfinden sonra, İrlandalıların “ilkellikleri ve barbarlıkları” sebebiyle Amerikan yerlilerine benzetilmeleri egemen söylem haline gelmişti. Amerika’yı ve sonrasında İrlanda’yı ziyaret eden Gustave de Beamont, Amerika’daki “soylu vahşiler”e kıyasla İrlanda köylülerinin çok daha fakir şartlarda yaşadıklarını ileri sürmüştür. Viktorya dönemi İngiltere’sinde, İngilizlerin kafasındaki İrlanda ve İrlandalılık ile ilgili imgeler çoğunlukla, büyük kıtlık sonrası İngiltere’ye göç eden yoksul İrlandalılarla kurdukları sınırlı iletişime ve edebiyat eserleri, tarih kitapları ve yayınlanan devlet raporlarına dayanmaktaydı. Darwin’in evrim teorisi ve türlerin kökeni ile ilgili eserleri yayımlandıktan sonra, ırklar üzerine yapılan çalışmalar artmış, bu çalışmalarda Avrupalı beyaz ırkın üstünlüğü ön plana çıkarılırken, bu üstünlük çemberinin dışına atılan İrlandalı Keltler mizah ve hiciv ağırlıklı Punch gibi dergilerde “maymun” ya da “goril” tiplemeleri ile resmedilmeye başlanmıştı. İrlandalı yazar ve şairler on dokuzuncu yüzyılın sonunda “Keltik Dirilişi” hareketi ile aydınlanma ve özgürlük için yüzlerini Helenizme değil Keltisizme çevirmişlerdir. Dönemin en önde gelen şairlerinden Patrick Pearse’ın “Ben İrlandalıyım” başlıklı şiiri bu “diriliş” hareketini


başlatanların içinde psikolojiyi anlatır.

bulundukları

Ben İrlanda’yım Beare Kocakarısı’ndan daha yaşlıyım ben. Övüncüm büyük: Yiğit Cuchulainn’i doğurdum ben. Utancım büyük: Kendi analarını sattı çocuklarım benim Ben İrlanda’yım: BeareKocakarısı’ndan daha yaşlıyım ben

Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

Old Women of Beare ya da Hag of Beare (Beare Kocakarısı), bünyesinde çok fazla efsaneyi barındıran kutsal bir dişi figürdür. Mitlerde ve efsanelerde karşımıza kâh egemenlik figürü, bereket tanrıçası, topografinin yaratıcısı, kış rüzgârlarının, dağ tepelerinin sembolü kâh Hristiyan rahibesi olarak çıkar. Buradan da anlaşılacağı gibi, Keltik pagan mitleri ve Katolik inancı aynı mitik figürde iç içe geçebilmektedir. Kelt kültürünün, özü itibariyle, estetik normların oran ve orantı gibi rasyonel aklın simgeleri ile şekillendiği Greko-Roman kültüründen ne denli ayrı olduğu da aşikârdır. Böyle bir kültürü yeniden canlandırmaya çalışan Patrick Pearse sadece şair ve oyun yazarı değil, aynı zamanda “Easter 1916 Ayaklanması”nın da liderlerinden biridir ve bu ayaklanma sonrasında Kilmain Hapishanesinde idam edilmiştir.

43

İrlandalı şairlerin politikadaki bu etkin rollerinin kökeni eski İrlanda geleneğine dayanır. Eski İrlanda’da file adı verilen şairlerin mistik güçleri olduğuna inanılırdı. Kralların taç giyme törenlerinde asaları ile katılan şairler, klan başının ya da kralın tayin edilmesinde merkezi bir rol oynarlardı. Şairlerin düşmanlarını lanetleme ve onları himaye edenleri kutsama güçleri olduğuna inanıldığından, en güçlü yöneticiler bile dilin gücünü simgeleyen bu ozanlara ihtiyatlı

yaklaşırlardı. Bu nedenle İrlanda şairleri sömürgecileri tarafından önemli bir engel olarak algılanmıştır. Bunun nedeni sadece yok etmeye çalıştıkları kültürel geleneğin temsilcileri oldukları için değil, aynı zamanda konseylerde klan başından sonra gelen ikinci adam oldukları için politik güce sahip olmalarıdır.

On dokuzuncu yüzyılın sonunda böylesi bir kutuplaşmanın ortasında Pearse gibi şair ve yazarların sözcülüğüne soyundukları gerçeklik elbette İrlanda milliyetçilik hareketidir. Politikacılar parlamentoda “özgür İrlanda” sloganlarıyla savaş verirken, entelektüeller ve edebiyatçılar bu özgürlüğün kültürel kimlik temelinde nasıl elde edebileceğini tartışmakta, bunun için de Anka kuşu gibi küllerinden yeniden doğan bir ulusal kimlik yaratmaya çalışmaktaydılar. Bu idelin kendisi de, tıpkı bu metafor gibi mitik bir temele dayanmakta, İrlanda’nın yüzyıllar boyunca geçirdiği kültürel metamorfoz yok sayılarak “Gaelic” sıfatlı ne varsa hepsi tarihin tozlu raflarından


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

44

indirilip hayata döndürülmeye çalışılmaktaydı. Bu amaçla kurulan “Gaelic Athletic Association” ve “Gaelic League” dernekler hummalı bir promosyon çalışmasına girişmişlerdi. Eski İrlanda folkloru, efsaneleri ve gelenekleri, sömürge dönemi öncesi Kelt geçmişine yönelik bir nostalji yaratmak amacıyla gün yüzüne çıkarılmış, bu öğeler kullanılarak kaleme alınan edebiyat eserlerinde İrlandalı kimliğini yeniden tanımlamaya, daha doğrusu yeniden keşfedilmeye çalışılmıştır. Bununla ulaşılmak istenen hedef, halkın sömürge öncesi döneme ait belleğini canlandırarak ulusu yüzyıllardır uyuduğu uykudan uyandırmaktır. Ancak 1840’larda İrlanda nüfusunun üçte birinin telef olmasıyla ve neredeyse üçte birinin de özellikle Amerika’ya göç etmesiyle sonuçlanan “Büyük Kıtlık” ile birlikte, İngiliz eğitim modelinin büyük ölçüde zaten katlettiği İrlandaca kırsal kesimler haricinde yok olmaya yüz tutmuştu. On dokuzuncu yüzyılın sonunda İrlandaca konuşulan bölgeler, adanın batısındaki “Gaeltacht” adı verilen kırsal yörelerle sınırlı kalmıştı ve İrlandaca konuşmak şehirli halk arasında köylülüğün ve geri kalmışlığın göstergesi olarak algılanmaktaydı. İrlandalılar’ın, İngilizler’in kendilerine karşı olan Oryantalist bakışlarını içselleştirmiş olmalrını, Douglas Hyde, 1894’te Dublin’de Ulusal Edebiyat Cemiyeti’nde yaptığı meşhur konuşmada yıkmaya çalışmıştır. Ancak Hyde dikotomik bir söylem benimseyerek, sadece İngiliz olduğu için üstün görülen değerleri koymuştur. Böylelikle İrlanda ırkı eski günlerdeki bilgelik ve üstünlüğüne geri dönebilecektir. Hyde, İrlandalıları “Avrupa’nın en orijinal, en sanatsal, en edebî ve en büyüleyici insanları” olarak tanımlamış, İngiltere’nin üstünlük

söylemini tersine çevirip, oyunu yine emperyalist gücün kurallarıyla oynamaya girişmiştir. Bu kültürel dönüşüm projesini, şimdiye kadar pek çok çalışmada yapıldığı gibi, alışılageldik sömürge ve sömürge sonrası söylem içerisinde özellikle Frantz Fanon’un The Wretch of the World adlı kitabında ortaya koyduğu şekilde, sömürge toplumlarının özgürlük mücadelesinin tipik bir örneği olarak okumanın haklı gerekçeleri olsa da, ardında yanıtlanmayan sorular bırakmaktadır. Fanon, yerli yazarların sömürge süreci ve sonrasındaki dönemde geçirdikleri dönüşüm üç evreye ayırır. “Koşulsuz asimilasyon dönemi” olarak adlandırdığı birinci evrede yerli yazarların ilham kaynağı Avrupa’dır yani sömürgecinin kültürüdür, ki İrlanda’nın ilk sömürge dönemlerindeki şairlerin böyle bir evreden geçtiklerinden bahsedilemez. İkinci evre, kendi köklerini anımsayan yazarların kültürel bir uyanış yaşadıkları evredir. Kendi halkı ile tam bir bütünleşme yaşamayan entelektüel, içinde bulunduğu kültürle sadece dışsal bir ilişki kurar. Geçmiş, toplumsal hafızanın derinliklerinden çıkarılır ve bu geçmişe ait efsaneler ve mitler ödünç alınmış bir estetik anlayışıyla yorumlanır. Fanon’ın bahsettiği bu evre, belli açılardan İrlanda’nın on dokuzuncu yüzyıl sonu ve yirminci yüzyıl başındaki “Edebi Diriliş” ya da “Keltik Diriliş” hareketi ile örtüşşe de, İrlanda’nın sosyal yapısı bu şablona tam olarak oturmaz. İrlanda’daki bu uyanış veya diriliş hareketi, Fanon’un kastettiği anlamda “yerli” olmayan entelektüeller tarafından yürütülmekteydi. W.B.Yeats, Lady Morgan ve Douglas Hyde gibi isimler Protestan Anglo-İrlandalılardı. Bu noktada


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

tartışmaya belli bir merkeze oturtmak kolay değil, çünkü İrlanda söz konusu olduğunda “yerli” olmak birbirinden farklı varoluşsal durumlar ile ilişkilendirmektir. Yeats gibi Anglo-İrlandalı Protestan vatandaşlar da kendilerine en az Katolikler kadar İrlandalı sayıyor, atalarının ait olmadıkları bir ırkın sömürge öncesi arkaik kültürüne karşı nostaljik bir özlem duyuyorlardı.

45

W.H Auden, “W.B. Yeats’in Anısına” adlı şiirinde her ne kadar “şiir hiçbir şey değiştirmez” dese de; bağımsız İrlanda’nın ilk senatörlerinden biri olan Oliver St. Jhon Gogarthy, Yeats’in şiiri olmadan kendisi ve arkadaşlarının bağımsız bir devletin temsilcileri olmayacaklarını ifade etöiştir. Bu abartılı bir ifade olabilir, ancak Yeats hâlâ bütün dünyada, ulusun sömürgecilikten kurtaran bir bağımsızlık şairi olarak anılmaya devam etmektedir. Edward Said’de Kültür ve Emperyalizim adlı kitabında Yeats’i ulusunu sömürgeciliğin prangasından kurtarmaya çalışan üçüncü-dünya entelektüeli

konumunda ele almıştır: ancak Yeats’in ulusal şair kimliğini Said bu bağlamda aslında eksik yorumlamış ve İrlanda’yı oryantalizm çerçevesi içinde doğru şekilde oturtamamıştır. Yetas’in ulusal şair kimliğini Said bu bağlamda aslında eksik yorumlamış ve İrlanda’yı oryantaliz çerçevesi içerisinde doğru oturtamamıştır. Yeats’in hem içeride hem dışarıda genel kabul gören bu kimliğini, İrlanda’nın kültürel dinamikleri dâhilinde mercek altına aldığımızda, ortaya çıkan tablo biraz farklıdır. Yeats her ne kadar “Keltik Diriliş” hareketinin bir uzantısı olarak şiirlerinde Keltik öğeler ve sembollerine yer vererek İrlanda’nın sözlü hafızasının deşip çıkardığı peri masallarını ve mistik hikâyeleri Celtic Twilight adlı kitapta toplayarak İrlanda’nın sömürge dönemi öncesi geleneğine sahip çıkmış olsa da, şairin şiirlerinde Japonya ve Çin gibi uzak doğunun kültürel geleneklerine ait sembolleri de kullandığı unutulmamalıdır. 16. yüzyılda İrlanda’nın kuzeyindeki plantasyonlara yerleşen Protetanların torunlarından biri olan Yeats için Hindistan, Çin ve Japonya ne kadar yabancıysa, atalarının ait olmadığı Keltik ırkının sömürge dönemi öncesi kültürü ve kimliği de o kadar yabancıdır. İrlanda halkından çok İrlanda’yı yönetenlere yakın olan Yeats’in Kelt kültürüne yaklaşımı Batı’nın Doğu’yu okurken ona atfettiği egzotizm ve mistizimin başka bir versiyonudur aslında. Kısacası, Angloİrlandalıların öncülüğünü yaptığı Keltil Diriliş parojesi İrlanda’yı Emperyalist hegemonya söyleminin statik merkezinden çıkarıp başka bir statik merkeze oturtmaya çalışmıştır. İrlanda’yı tanımlarken İngilizlerin kullandığı Oryantalist söylemin yerine, yine dışarıdan bakışla oluşturulan Keltisizmi ve Keltisist söylemi koymuştur.


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

Bu edebiyat hareketinin orta sınıf veya üstorta sınıftan gelen George Moore, Samuel Ferguson ve Yeats gibi üyelerini, mazlum ve mağdur “yerli” yazarların bağımsızlık sürecinde oynadıkları role oturtmak pek de ikna edici değildir. Bir ayakları merkezde olan bu yazar ve şairler için arkaik Kelt kimliği, otantik bir arkeolojik kazıda keşfttikleri ve geçmişin üzerine ördüğü ağları temizleyip cilalayıp parlattıktan sonra daktilolarının önüne yerleştirdikleri tarih öncesinden kalma heykelcilik gibidir. İrlanda edebiyatının ulusal kimliğin inşasına hizmet etmesi ve bunun için de Keltik öğeleri kullanılmasını teşvik eden “İrlanda Edebiyat Cemiyeti”nin W. B. Yeats ve Douglas Hyde tarafından 1891’de Londra’da kurulması da ayrıca anlamlıdır. Daha sonra bu cemiyet “Ulusal Edebiyat Cemiyeti” olarak 1892’de Dublin’e taşınmıştır. İrlanda ve Oryantalizm söylemi arasındaki ilişkiye bu açıdan bakıldığında, Avrupa’nın hem içinde hem de dışında yer alan İrlanda’nın Avrupa’nın oryantalist bakış

46

açısını içselleştirdiğini ve kendileri ile ilgili yaratılan stereotipleri, bu bakış açısıyla oluşturduğu otantik ve egzotik bir Kelt İrlanda imajıyla yıkmaya çalıştığını söylemek yanlış olmaz.

Bu sürecin iç ve dış dinamikleri ne olursa olsun, yirminci yüzyılın başında bağımsızlık hareketini tetikleyen bu kimlik tartışmalarının ön plana çıkardığı İrlandalı kimliğin her şeyden önce “Kelt”tir ve dili de “Gaelic” olmalıdır. İrlanda’daki bütün sınıfsal ve kültürel ayrımlar, adanın bu “öz” değerlerinin potasında eritilmaye çalışılmıştır. Bu projenin ne kadar başarılı olduğuna bu gün İrlanda’nın içinde bulunduğu duruma bakarak karar vermek hiçte zor değildir. Şiirlerde, manifestolarda, sokaklarda atılan nutuklarda ve Abbey Tiyatrosu sahnesinde yüceltilen bu “öz” kimlik tartışmasını dikotomik çıkmazın dışına taşıyan ve her türlü merkezden uzaklaştırarak yeniden tanımlamaya çalışan yazar James Joyce olmuştur. Son zamanlara kadar Modernizmin yüksek idealleri çerçevesinde eserlerindeki keskin ideolojik tavrı göz ardı edilerek İrlanda’ya oturduğu abanoz kulesinden bakan entelektüel olarak görülen Joyce, yirminci yüzyıl başındaki “Diriliş” projesinin en acımasız eleştirmenlerinden biri olmuştur. Örneğin, İrlanda’da kimi kesimlerin İrlandacaya karşı besledikleri otantik sevdayı Joyce oldukça gerçekçi bir açıdan ve mizahi bir dille eleştirir. “Gaelic Derneğinin üyeleri birbiriyle İrlandaca yazışıyorlar, gel gör ki zavallı postacı çoğu zaman zarfın üzerindeki adresi okuyamıyor” diyerek Anglo-İrlanda sınıfının neredeyse tepeden indirmeye çalıştığı bu projeye İrlanda halkının aslında ne kadar yabancı kaldığını ifade eder. Benzer şekilde, Ulysses’ in ilk epizodunda, İrlanda’nın otantik kültürünü ve halk geleneklerini incelemeye gelen Oxford’lu İngiliz öğrenci Hanes, yaşlı İrlandalı sütçü kadınla “Gaelic” dilinde konuşmaya çalışır. Ancak İrlanda ile özdeşleştirilen bu


her yanı buruş buruş olmuş ve bereketin sembolü olan göğüsleri sarkmış yaşlı köylü kadın, Hanes’in ne dediğini anlamaz ve onun Fransızca konuştuğunu zanneder. Bunun karşısında Mulligan, Hanes’i işaret ederk yaşlı kadına hitâben “kendisi İngiliz... İrlanda’da İrlandaca konuşmamız gerektiğini düşünüyor” der. Yeats ve Synge gibi “Diriliş” yazarlarının romantik ideallerini hedef alan bu eleştiri, aynı zamanda İrlanda’nın kurtuluşunu “Gaelic” dilinin yeniden diriltilmesinde gören “Gaelic Derneği” manifestolarına yöneltilmiştir. Yeats ve arkadaşları atalarına ait olmayan bir dili diriltmeye çalışırken, Joyce atalarına ait olmayan bir dili konuşmanın ruhunda yarattığı yozlaşmadan bahseder.

Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

“Konuştuğumuz dil benim olmadan önce onun dili. Ev, İsa, bira, usta kelimeleri ikimizin ağzından ne kadarda başka çıkıyor! Ben bu kelimeleri ruhum tedirgin olmadan konuşamıyorum, yazamıyorum. Bana bu derece yakın ve bu derece uzak olan bu dil benim için her zaman sonradan edinilmiş bir dil olarak kalacak. Kelimelerini ben yapmadım, ben benimsemedim. Sesimle kendimden itiyorum bu kelimeleri. Onun dilinin gölgesinde ezilip büzülüyor ruhum.”

47

İrlanda’yı terk etmeden önce kendi ruhani sürgününde yaşayan Joyce, başkasının bakışıyla ve diliyle tanımlanmanın nasıl bir şey olduğunun elbette farkındadır. Ancak bu stereotipi yıkmanın yolu, Joyce’a göre, Diriliş hareketinin milliyetçileri gibi “folklorist ve yerel olmak ve sadece ve sadece İrlandalı” olmaya çalışmak değildir; seçilen bu yol gerçekle bağlantısı olmayan soyut bir idealdir, çünkü “tıpkı Antik Mısır gibi, Antik İrlanda’da öldür” ve diriltilemez.

Anglo-İrlandalıların milliyetçilik söylemlerindeki retoriği ile İrlanda’nın içinde bulunduğu gerçeklik arasında uçurum gören Joyce, bu retoriğin içine kısılıp kaldığı dikotomiyi, paradoksal gibi görünen bir yaklaşımla yıkmayı hedef alır. Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portesi’nin kapanış sayfalarında İrlanda’dan ayrılmaya karar veren Stephen “Tara’ ya giden en kısa yol Holyhead’den geçer” diye yazmıştır. Tara eski İrlanda’da kralların bölgesidir ve eski kralın yerine yeni kralın seçildiği ritüeller,n yapıldığı yerdir; yani Antik Kelt kültürünün en önemli topografik simgelerinden biridir. Holyhead ise Britanya’ya ve Avrupa’ya göç eden İrlandalıların kullandıkları, Galler’de bir liman ismidir. Dolayısıyla, Stephen ve Joyce için, İrlandalı kimliğini Keltisizmin sabit merkeziyetçiliğinden uzaklaşarak tanımlama çabasındadır. Bu alıntının içinde bulundurduğu paradoks, aynı zamanda, İrlanda’nın gerçek kimliğine ait öğelerin (bu öğeler temel olarak Keltik olsa bile) Avrupa’da aranması gerektiğini de ifade eder. Joyce’un otobiyografik ilk romanında İrlanda Milliyetçiliği ve kimliği gibi konulara yapılan açık göndermeler Ulyesses’te sembolik göndermelere dönüşür. “İrlandalı kimdir?” ya da İrlandalılığı tanımlayan unsurlar nelerdir” gibi sorular dolaylı olarak sık sık karşımıza çıkar. Peki Joyce, ulus ve İrlandalılık kavramlarını nasıl tanımlar? Bu sorunun yanıtı, Leopold Bloom’un basit ama İrlanda için çok şey ifade eden cümlesinde gizlidir. Yahudi Bloom, kendisine ulusun ne olduğu sorulduğunda “aynı yerde yaşayan insanlar” cevabını verir. Bu cevabı duyan Katolik milliyetçi “vatandaş” nefretle tükürerek belirtir itirazını. Bloom’un birleştirici ve uzlaştırıcı görüşü,


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

İrlanda’da Katolikler ve Protestanlar tarafından farklı anlamlar atfedilen milliyetçilik anlayışına ters düşer. Joyce felcin merkezi olarak tanımladığı Dublin’de yaşayan sıradan insanı temsil eden bu ırkı nosyonunu reddeder. Bu homojen saf ve statik kimlik anlayışının imkansızlığına vurgu yaparak “İrlanda’da Danimarkalıların, Firborgların, İspanyadan gelen Milesianların, Norman istilacılarının, Anglo-Saksonların ve Huguenotların bir araya gelerek yeni bir kimlik oluşturduğu”nu söyler. Dolayısıyla eğer Bloom İrlandalı ise, İrlandalılığın tanımı Bloom’u da içine alacak şekilde yapılmalıdır. Ulyesses’in merkezsiz yapısı ve polifonik dilinin hedefi sadece yazınsal normları yıkmak değildir; tarih, kültür ve kimlik gibi nosyonları diyalojik bir anlayışla merkezin kıskacından kurtarmaktır. Bu diyalojik ve polifonik yapı içerisinde, bütünü oluşturan öğelerden hiçbiri bir diğeri olmadan var olamaz ve her biri kendisini tanımlamak için diğerine ihtiyaç duyar.

48

Diriliş hareketinin temsilcilerinin milliyetçi söylem ile bir araya getiremedikleri farklın ırkları ve kültürleri, Joyce Ulysses’in çok renkli ve çok sesli şemsiyesi altında toplamayı başarmıştır. Ulyesses’in politik duruşu İrlanda’yı tek bir ideal ve ideoloji altında birleştirmenin imkânsızlığına işaret eder. Bu bağlamda, romanın üç temel karakterine bakacak olursak; Bloom’un neden Yahudi olduğu, Stephan Dedalus’un neden Yunanca bir isim olduğu ve Molly’nin neden İspanyol orjinli olduğu da ayrı bir önem kazanır. Farklı kültürleri temsil eden Dublin’li bu karakterler İrlanda’nın yirminci yzyıl başındaki çok kültürlü yapısını yansıtmakla kalmayıp, İrlanda tarihine de ayna tutarlar. Çoğunlukla Homerik paralellikleri ön

plana çıkarılan romanın, bütünü itibariyle İrlanda ulusunun mikro düzlemde bir tanımı olduğunu iddia eden Maria Tymoczko’ya göre, genellikle The Book of Invasions (İstilâlâr Kitabı) olarak bilinen ve İrlanda’ya yapılan istilaların ve göçlerin bir haritasını sunan Lebor Gabala Eren (The Book of Taking of İreland)’de anlatılan mitik İrlanda tarihi, romanının genel yapısına ışık tutar.

Lebor Gabala Eren’de anlatıldığı kadarıyla, İrlanda’nın mitik tarihinde ve İrlanda adasının etnografik yapısında önemli rol oynayan üç topluluk vardır. Bu topluluklardan ikisi (Fir Blog ve Tuatha De Danann) Yunan kökenlidir. Bu iki topluluk, geldikleri soylar itibariyle birbirleri ile bağlantılı olsalar da, sınıfsal kimlikleri ve deneyimleri birbirinden çok farklıdır. Fir Bolg’ların Yunan kültürü içinde batırılmaları ve zamanla sadece beden güçleriyle varolan işçiler olmalarına rağmen, Tuatha Dé Danann’lar sanat ve bilgelikte ön plana çıkmış ve İrlanda adasına göçmenlerden önce Atinalılarla dost olmuşlardır. Bunların dışında bir


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

üçüncü grup olan Goidel’ler Nuh soyundan gelirler ve Bâbil Kulesi’nin inşasında rol almışlardır. Babil Kulesi yıkıldıktan sonra, İbranice ve İrlandaca’daki uzmanlıklarını kullanarak bir dil okulu kurmuşlardır. Bilgileri sebebiyle firavunların zamanında Mısır’a davet edilmişleridir. Musa’nın kavmine yakınlık duyarak onların Mısırdan kaçmalarına yardım etmişlerdir. Musa, yardımlarından dolayı Goidel’lere minnet duyarak onlara yaşadıkları yerden toprak teklif etmiş fakat bunlar kabul etmemiştir. İspanyaya yerleşen bu topluluğun sonraki krallarından Mil ve onun halkı (Milesian’lar) daha sonra İrlanda adasına giderek, Tuatha De Danann’ları bozguna uğratıp adada egemen güç haline geldiler. Milesanlar bugünkü Kelt toplumunun ataları olarak kabul edilirler.

49

Bu hikaye İrlanda’nın Yunanistan ve İspanya ile olan ilişkisini ortaya koyarken, aynı zamanda İrlandalılar’ın Musa’nın teklifini kabul etmiş olsalardı Yahudi olabileceklerini akla getirir. Ayrıca, Joyce’un ırk ile ilgili görüşleri ve Ulyesses’in sembolik göndermeleri, Matthew Arnold, Kültür ve Anarşi adlı kitabında, dünyanın, Yahudi ve Yunan kültüründen oluşan iki kutup arasında (Hebraizim ve Helenizim) hareket ettiğini ileri sürer. Yahudi Leopold Bloom ve Yunanca ismi ile Helen kültürünün simgesi olan Stephen Dedalus, bu iki kutbu

simgeler. Bylelikle Joyce, İrlanda’nın bütün Avrupa kültürünün mirasçısı olduğuna işaret eder. “Jewgreek is Greekjew. Extremes Meet” (Yahudiyunanlı Yunanlıyahudi’dir. Uçlar birleşir) ifadesi, karşıt unsurların İrlandanın tarih ve kültür potasında eridiğinin göstergesidir. Bu hipotezden hareketle, Joyce, statik ve monolojik kimlik tanımlarına ve mutlak ayrımlara meydan okuyarak, İrlanda’nın Keltik kimliğini hem İngiliz emperyalizminin hem de İrlanda milliyetçiliğinin ortaya koyduğu stereotiplerden kurtarır. Sonuç olarak Joyce gibi İrlandalı sanatçılar için varoluş, herşeyden önce bir kimlik problemidir. Devlet, dil ve din gibi sistemler ve kavramlar, otorite ve özgürlük arasındakiilişki çerçevesinde ele alındığında, tıpkı Joyce gibi İrlanda’nın da üzerine atılan ağlar olmuştur. Çelişkili gibi görülen ise, Modernizmin en önemli avangarde’ını çıkaran İrlanda’nın modernite sürecine tam olarak girememiş olduğu gerçeğidir. Avrupanın Modernite süzgecinden tam olarak geçemeyen İrlanda toplumu ve düşünce sistemi, Jhon Stuart Mill gibi bir düşünür çıkaramamış, özgürlük, otorite ve kimlik gibi meseleleri sosyal ve felsefi açılımlarını tartışmak edebiyatçılara düşmüştür. Dekadans sonrası Avrupa’sında Birinci Dünya Savaşının yarattığı kaos içerisinde, Modernist sanatçılar dış dünyada yitirdikleri bütünlüğü eserlerinde kurmaya çalışırlarken, İrlandalı modernistler ulusal kimlik düzleminde çok daha katmanlı bir yabancılaşma yaşamaktaydılar. Estetik ve gerçeklik arasındaki, ya da form ile içerik arasındaki bu çelişkinin yarattığı dinamikler belki de İrlanda Modernist Edebiyatını diğerlerinden ayrıştıran en önemli özelliktir.


Uzak Mesafe Milliyetçiliği | 7/15/2012

Edebiyat eserlerindeki farklı kimlik retorikleri ve söylemlerine yansıyan bu tartışmalar, İrlanda’nın, kuzeyini İngiltere yönetimine bırakmak pahasına 1921’ de elde ettiği bağımsızlıktan sonra çok da farklı bir düzlemde ilerlememiştir. İrlanda ve Kuzey İrlanda’nın kendilerini biçtikleri kimlik rolleri, geçmiş ile ilgili yarattıkları farklı mitler ile şekillenmeye devam etmştir. Katolik-Protestan, İrlandaİngiltere, İrlandaca-İngilizce karşıtlığına dayanan bu köklü görüş ne tarih kitaplarından ne de halkın bilincinden çıkmamıştır. Kimi revizyonist tarihçiler, 1930’lardan beri süregelen bir çaba içerisinde, partizan görüşlerden uzak ve objektif bir tarih yazımı için uğraş verseler de, bu revizyonist yaklaşımlar Kuzey İrlanda ve İrlanda Cumhuriyeti arasındaki gerçek siyaset üzerinde pek etkili olmamış, bölünme ve ayrım gibi kavramlar ulusal İrlandaşı kimliğinin tanımlanmasında önemli rol oynamaya devam etmiştir.

50


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.