Aylık Öykü Seçkisi 1. Yıl Özel

Page 1

Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

1


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

SEÇKİDE BİRİNCİ YIL! Nihayet, nihayet nihayet… Binlerce kez nihayet…! Sonunda, aslında normal zamanlar için başlarda yayınlamamız gereken seçkiyi çook uzun bir süre sonra beğeninize sunuyoruz. Evet geciktik, bugün yarın derken sorular, şikayetler ve eleştiriler geldi. Fakat emin olun, ağustos ayında yayınlanacak yeni seçkiye kadar sizleri kurgudan maceraya, maceradan sonsuzluğa ulaştıracak öyküler ile karşınızdayız. Peki neden mi? Çünkü Aylık Öykü Seçkisi’nin birinci yılı dolayısıyla fantastik kurgunun ülkemizde önde gelen isimleri sizler için yazdı! Peki kimler var bu seçkide? Seçkinin bu ayki özelliğini sağlayacak neler var? Neler yok ki..? Yazarından çevirmenine, editöründen eleştirmenine kadar tanıdık isimler ve türümüzün ülkemizde var olduğunu kanıtlayan o önemli şahsiyetler ‘Aylık Öykü Seçkisi’ için bir araya geldi! Her biri, birbirinden değerli tam 16 yazarımız öyküleri ile birinci yılımıza mutluluk ve sevinç kaynağı oldular. Ayrıca öyküleri okuduktan sonra bu dediklerimizden çok ama çok daha fazlası olduğunu, o eşsiz kurguların içerisinde kaybolurken daha iyi anlayacaksınız… Sözü fazla uzatmaya gerek yok, yok da… bu kadar önemli kişiyi bir arada bulmuşken konuşmamak gerçekten çok zor. Şimdi nelerden bahsetsek sizlere? Şüpheci duygulardan mı bahsetsek yoksa ozanların şarkısından mı? Muhteşem çevirilerden mi dem vursak yoksa FRP’deki olağanüstü durumlarından mı..? Tanrılara kafa tutanından mı, klonlardan mı yoksa tekinsiz vak’alar hafiyesinden mi? Kırkı çıkmamış kelimelerin gizeminden mi? Kitapların o kendine has kokusundan mı? Kayıp kütüphanelerden mi yoksa fitne fesat korkunç yazıtlardan mı? Bilimin kurguya doyduğu andan mı? Bir cigara yakıp derin nefes çekeninden mi? Boşlukta asılı kalan kelimelerin gizeminden mi? Gökteki cehennem dağının ateşinden mi yahut öcülerin trajikomik hallerinden mi? Dediğimiz gibi, söyleyecek çok söz var. Lakin sizleri daha fazla bekletmeyelim ve sizi o eşsiz kurgular ile baş başa bırakalım. Şimdi hep beraber ‘Aylık Öykü Seçkisi’nin birinci yılında kimler hangi öyküleriyle katılmış, göz atalım: 2


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

- Eve Veda adlı öyküsü ile Ali Aksöz - Olasılık Mezarlığı adlı öyküsü ile Aşkın Güngör - Türkuaz adlı öyküsü ile Ayfer Kafkas - Aset adlı öyküsü ile Ayşegül Nergis - Tanrıça’nın Yeni Yaratığı adlı öyküsü ile Erbuğ Kaya - MacGuffin Diye Bir Şey Yoktur adlı öyküsü ile Emirhan Aydın - Mükafat Avcısı adlı öyküsü ile Ferhan Ertürk - M.A.L. adlı öyküsü ile Funda Özlem Şeran - Sandalın İçinde Bir Yerlerde adlı öyküsü ile Göktuğ Canbaba - Sürgün adlı öyküsü ile Işın Beril Tetik - Ölü Toprağı adlı öyküsü ile Mustafa Samsunlu - Yaban ile Yabancı adlı öyküsü ile Niran Elçi - Nas Oteli adlı öyküsü ile Sadık Yemni - Kadınsı Şüpheler adlı öyküsü ile Sibel Atasoy - Peri adlı öyküsü ile Şebnem Pişkin - Mesai Sabahı adlı öyküsü ile Ümit Kireççi Burada bizimle hayallerimize ortak olanlarla birlikte; yazmayı isteyip de vakit bulamayan yazar dostlarımız da vardı. Başta Giovanni Scognamillo, Barış Müstecaplıoğlu ve Yiğit Değer Bengi olmak üzere, Dost Körpe, Aslı Tohumcu, Galip Dursun ve Koray Günyaşar‘a da destekleri için teşekkürü borç biliyoruz. Bir sonraki seçkimizin ağustos ayında yayınlanacağını, temanın serbest olduğunu ve öykülerinizi kayiprihtim@gmail.com adresine yollayacağınızı bir kez daha dile getirelim. Şimdilik sizleri eşsiz kurgular ile nefis bir ziyafet çekmeniz için bu birbirinden mükemmel öyküler ile baş başa bırakalım. Öykü seçkisinde, bir yıldır bizimle birlikte bu düş pastasına dilimler ekleyen ve bizi yalnız bırakmayan herkese sonsuz sevgiler, Hakan “magicalbronze” Tunç Onur “DarLy OpuS” Selamet

3


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

4


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

İÇİNDEKİLER Eve Veda ............................................................................................................. 6 Olasılık Mezarlığı .............................................................................................. 16 Türkuaz ............................................................................................................ 36 ASET ................................................................................................................ 46 Tanrıça'nın Yeni Yaratığı ................................................................................... 52 MacGuffin Diye Bir Şey Yoktur ........................................................................ 84 Mükafat Avcısı ................................................................................................ 105 M.A.L. ............................................................................................................ 111 Sandalın İçinde Bir Yerlerde ............................................................................ 138 Sürgün ............................................................................................................ 141 Ölü Toprağı .................................................................................................... 156 Yaban ile Yabancı ............................................................................................ 169 Nas Oteli ........................................................................................................ 182 Kadınsı Şüpheler ............................................................................................. 192 Peri ................................................................................................................. 198 Mesai Sabahı ................................................................................................... 202

5


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

EVE VEDA Külüstür BA609, kahverengi pusu bir göktaşı gibi yararak ilerliyordu. Pratt & Whitney turboprop motorlardan arada sırada gelen tıksırıklar, ahı gitmiş vahı kalmış melez aracın içindeki yedi yolcunun birbirlerine tedirginlikle bakmalarına sebep oluyordu. Oysa bu durum, bu güzergâhın yolcuları için hiç de alışılmadık bir durum değildi doğrusu. Ghanzi’den beri fırtınası, tozu, alevi eksik kalmamıştı yolculuğun. Daha Tsodilo Tepeleri üzerinde kararmıştı zaten pislikle ve tükenmişlikle solgunlaşan hava. Toz ve kum fırtınası kuzeye, ta Trondheim’a ve Oslo’ya kadar peşlerini bırakmamaya yeminli bir Awenaga TH görevlisi gibiydi. Rezillik. Tabansi usulca dönerek pilota baktı. Esmer adam uçağın bir parçası gibi görünüyordu, hırpani ve sert. Yüzündeki çizgiler hayatı boyunca kum fırtınasında dolaşmış izlenimi yaratıyordu. Kısa saçlarıysa sanki demirden iğneler gibiydi. “Endişelenme komşu.” Diye mırıldandı adam. Tabansi irkilerek önüne döndü. Camdan dışarıya, kum ve pislik fırtınasının ta içlerine doğru baktı. “Söylemesi kolay.” Dedi Tabansi. Eski koltukta kıçını kıpırdattı. Önde, pilotun hemen yanında oturuyordu. Ailenin reisi olarak onun burada gitmesi gerektiğine karar vermişti ihtiyar Quintisha. Oysa Tabansi karısının esmer ellerini kendi ellerinin arasında sıkıştırıp uçmak istiyordu. “Kum fırtınasını tanımayan Botswana’lı da ilk defa görüyorum.” Pilot uzanarak, panelin üstüne monte edilmiş derme çatma tutacağından metal kupasını çekti ve içindeki ağır kokulu kahveden irice bir yudum aldı. “Kum fırtınası sırasında uçan duymadıydım ben de. Hele böyle bir antika tabut içinde.” Tabansi bunu söyler söylemez pişman oluverdi. Bir an için hayatlarını ellerinde taşıyan adamın yegâne malvarlığı gibi görünen uçağı aşağılamak akıllıca görünmemişti.

6


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Alıngandır.” “Ne?” Pilot hafifçe gülümsedi, yeşil gözleri Tabansi’nin koyu kahverengi gözlerini aradı ve buldu. İşaret parmağını kıvırarak ön panele bir-iki defa tıklattı. “Unut gitsin komşu. Düşersek tabut hazır işte fena mı?” Bir yudum kahve daha. Tabansi dönerek uçağın kabininde birbirine yaslanmış altı kişiyi inceledi. Quintisha camdan dışarısını seyrediyor, oğlu Mphe annesinin kucağında uyuyordu. Kızkardeşi ile kocası bir an Tabansi’ye baktılar, sonra her ne konuşuyorduysalar ona döndüler. Göçmenler... Kendisi ve ailesi buydu işte artık. Birer Göçmen. Nihayet. “Perşembe günü uçuşunda mısınız?” Tabansi tekrar pilota döndü. Yol uzundu, neden olmasın? Cevap, türbülansa giren uçağın hoplamaları arasına karıştı; “Evet.” “Perşembe uçuşları sona eriyor. Son yolculardansınız.” Tabansi hafif bir gerginliğin zihnine sızmakta olduğunu hissetti. Derin bir nefes aldı, loş uçağın kabini bir an ona fazla ufak geldi. “Öyle mi? Neden?” Pilot yüzünü Tabansi’ye çevirdi. Delici, iğne gibi yeşil gözleri vardı. “Neden mi?” Abartmadan güldü. Sakin fakat müstehzi bir sesti bu. Derinden gelen tok bir gümleme. “Mars’a yerleşiyorsunuz ve neden Perşembe uçuşlarının sona erdiğini bilmiyorsunuz.” Kahve adamın dişlerinin arasından kayıp gitti. Pilot koltuğunda hafifçe gerindi, ensesinden gelen kuru ağaç dallarının kırılmasına benzer şaşırtıcı şiddette bir ses, uçağın içinde yankılandı. “Nedenini söyleyeyim...” Sol tarafında duran form dosyasını kaptı, sayfayı tek eliyle araladı. “... Tabansi efendi.” Dosyayı yerine sıkıştıran pilot tekrar Tabansi’ye dönmüştü. “Bu hikayenin sonuna geliyoruz çünkü.” Gülümsedi. “Çünkü artık Perşembe uçuşlarına ihtiyaç yok. Çünkü artık taşıyacak çok az insan kaldı.” “Ah... Elbette. Duymuştum.” “Size “Son posta” diyorlar. Onu da duydun mu?”

7


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Tabansi cevap vermedi. Kızıl gezegende Heinlein Astrobiyoloji Saha Laboratuvarının kurulmasından beri önce yavaş yavaş, ardından gittikçe hızlanan bir şekilde insanlar Mars’a taşınmıştı. Dönüştürme aşamasının üçüncü safhasında olan gezegen artık geriye çevirilemez bir biçimde yeni kaderine hazırlanıyordu. Dünya milletlerinin ortaklaşa yürüttüğü Awenaga TransHuman organizasyonu önce kendi adamlarını, ardından onların ailelerini taşıyarak Mars kolonilerindeki nüfusu çoğaltmıştı. “Ne iş yapıyorsun Tabansi?” Tabansi hafifçe çenesini kaldırdı. Utanacak bir şeyi yoktu, hele bu bıkkın ve yorgun kılıklı adamdan hiç. “Deri ticareti. İmalathanem var. Ham deri falan, o tür şeyler.” Önce doktorlar, mühendisler... Ardından yoğun psikolojik ve 2. sınıf fiziksel testlere tabii tutulan; yörünge mekaniği ve mikroçekim öğrenen eğitimli, zengin, kibar insanlar. Eski Dünyalı, Yeni Marslı’lar. Sonra geri kalan herkes, teker teker eğitilerek, yontularak, düzeltilerek. Yeni dünyada eski hatalara yer yoktu. Eski acılara. “Ve işte sizden geriye kalanlar, toz bulutu.” Baş parmağını cama saplayarak dışarısını işaret etti. “Değil mi?” “Bizim oryantasyonumuz altı sene evvel bitti.” Tabansi tekrar savunmaya geçtiğini hissetti. Kendine öfkeleniverdi. “Sıramızın gelmesini bekledik.” Pilot o uçağın metal plakalarından geliyormuşa benzeyen kahkahasını bir daha attı. “Haklısın, pek nazik gelmedi kulağa. Kusura bakma.” Kemikli eli Tabansi’ye uzandı. “Random...” Tabansi eli kavradı, kayış gibi deri avucunda garip bir his bırakıyordu. Güçlü bir el sıkış. Salladı. Bir... iki defa. “Random mu?” Belki de kahve, sadece kahve değildi. “Herkes beni böyle çağırır. Biz de herkesi bir şekilde çağırıyoruz. Kabul töreni gibi işte. İsmini alan işe girişir.” “Neden bu isim peki? Rastlantıyla ne alakan var?” Random yan yan bakarak gülümsedi. “Gideceğim yere çoğunlukla rastlantıyla varırım.” Yine o 8


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

kahkaha. “Varalım da nasıl yaparsan yap.” Tabansi biraz gevşemişti, pilot o kadar da kıl bir herife benzemiyordu. Ne olursa olsun, bu dar kabinde daha saatleri birlikte geçecekti. Dar kabin. Sıkışık ve boğucu. “İçerisi sıcak mı geldi?” Random, Tabansi’ye bakıyordu. “Evet... B-biraz terledim gerçekten de.” “Cam açayım mı sana?” Ve o kahkaha. Tabansi cevap vermedi. Onun beden dilinden anlamış gibi görünen Random da konuyu uzunca bir süre açmadı. Bir süre sessizlik içinde uçtular. Aşağılarda bir yerlerde çiçekler gibi parlak sarı-kızıl patlamalar karanlığı yarıyordu. “Reddedilmişler...” Tabansi patlamalara bakarak konuştu. “Sırf kan dökmek için savaşıyorlar artık. Petrol kalmadı, maden kalmadı, su kalmadı. Toprak ölü doğuruyor, denizler çoktan mahvoldu. Sadece insana ve yerleşim yerlerine en uzak denizlerde bir avuç balık kaldı, değil mi? Onların da tanesi kaç para? Hâlâ yenebilecek haldelerse tabii... Reddedilmişler... Cinnet geçirmişler desek daha doğru... Bunları geride bırakıyor olması insanlık için bir şans.” “Geride mi bırakıyor sence?” Dedi Random. Gözlerini kısmış, dalgın dalgın fırtınanın ötesine bakıyordu. “Elbette, tüm oryantasyonun amacı bu. Suçluları, psikopatları, katilleri geride bırakmak. Yeni bir geleceğe, temizlenmiş bir tür olarak yürümek.” Random gülümsedi, “İşte şimdi gerçek bir Transhumanist gibi konuştun.” “Bak, bizden hazzetmemiş olabilirsin. Fakat seksen yıldır devam eden; insanlığın, sona bu kadar yaklaşmış dev adımını küçük göremezsin. Temiz bir sayfa, hatalardan ders alınan yeni bir yaşam. Herkes için yeni bir şans bu.” Random camdan aşağı baktı, patlamalar geride kalmıştı. “Herkes için değil.” “Tüm bu Göç meselesine karşısın yani, anlamış olduk.” Tabansi acı acı gülümsedi. “Yanılıyorsun Tabansi, tam aksine Göç meselesinin yılmaz bir savunucusuyum.” Random gülerek 9


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

döndü ve metal kupasına, koltuğun altında duran termostan biraz daha kahve doldurdu. “İster misin?” Tabansi başını salladı. “Bana öyleymişsin gibi gelmedi.” “İstediğini düşünebilirsin.” Matarasını koltuğun altına sıkıştırdı. “İnsanlar birbirlerine ateş etmek yerine yardım ettiler. Mars’da şu anda bulunan altı milyara yakın insanın neredeyse tamamı temel eğitimini almış, belli vasıflara ve becerilere sahip insanlar. Gezegen dönüştürme düzgün gidiyor, yeraltı yerleşkeleri tamamen temiz durumda ve bu şekilde kullanılırlarsa da uzun zaman öyle kalacak. Irk, dil ve din ayrılığı önemini kaybetti, sanki hepsi dünyanın oynadığı birer eşşek şakasıydı.” “İnsanlığın posası olmakta ısrar edenler de bu tükenmiş, mahvolmuş dünyayı miras aldılar. Onunla ne isterlerse yapabilirler. Herkes mutlu görünüyor. Benim de memnun olmamam için bir sebep yok.” Bir nefes. Ardından devam etti. “Tabii o kızıl dağların ve kumların altında bir yerlerde rahatını kaçırdığımız has Marslı’lar yoksa.” Güldü. “Uçsuz, soğukkanlı ve anlayışsız zekâlar...” “H.G. Wells... Sana bakan da okuryazar biri olduğuna hiç inanmaz.” Tabansi güldü. “Wells, Serviss, Bradbury, Burroughs, Clarke, Heinlein... Mars ya da bir başka yer. Neresi olursa. Nasıl olursa.” Koltuğunun altına uzanıp çantasını çekti. Ağzından içindeki eski püskü kitaplar görülebiliyordu. Basılı kitaplar. Tam eski usul yani. “Hem de basılı kitaplar... Tam eski usul yani...” “Öyle.” Çantayı yerine çekti. “Ama neyse ki Tripodlardan korkmaya gerek yok.” Tabansi gülümsedi. “Neden gerek yok?” Random adama bakmadan konuştu. “Silencium Universi... Evrenin Sessizliği... Korkacak birşey yok. Bir başımızayız zaten.” Karanlık boşluk Tabansi’nin zihnini sarmaladı. Terkedilmiş dünya... Terkedilmiş evren... Random imdadına yetişti. “Neresine gidiyorsunuz?”

10


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Utopia Planitia Yerleşkesi.” “Eskilerden... Düzenli ve oturmuş. Şanslısınız.” Random birkaç göstergeye parmağıyla tıklattı, havalandırmayı artırdı. “Ya sen? Ailen var mı? Sıran ne zaman?” Birkaç dakika boyunca Random konuşmadı. Tabansi pilotun cevap vermeyeceğine karar verdiği sırada konuştu. “Pilotların Göç zamanı karışık iş. Sizi dünyanın dört bir yanında toplayıp merkezlere taşıyoruz, bazen tepedekilerden biri – uçuş ayarlamalarını yapanlardan biri – toplama uçuşlarını Göç uçuşlarına ayarlamak için pilotları yolcularla birlikte gönderiyor. Sık olmuyor bu ama.” “Anlıyorum. Sürpriz olacak yani senin için.” “Sanırım. Son insanlar da yola koyulmadan hepimizin burayı terkedebileceğini zannetmiyorum. Tüm Göçmenler merkezlerde toplansa bile, altyapı kontrolü için uçuşlar yapmamız gerekebiliyor.” “Umarım hemen gelirsin sen de!” İki adamın arasında, kıvırcık siyah saçlı bir çocuk belirdi. Mphe uyanmış ve ilgisini çeken sohbetin bir parçası olmak istemişti. Tabansi oğlunun yanaklarını ellerine aldı ve kocaman bir öpücük kondurdu. “Gel bakalım savaşçı!” Mphe koltukların arasındaki dar aralıktan çevikçe geçerek babasının kucağına oturdu. Random ufak çocuğun ilgisini çekmişti besbelli. “Mars atmosferi dünya atmosferine göre çok daha ince biliyor musun? Bu yüzden göktaşı ve zararlı güneş ışınları tehdidi hep var ama güneşten daha uzak olmasına rağmen yine de güneş ışıklarından faydalanabiliyoruz. Baksana senin karın var mı?” Tabansi oğlunun kulağına eğilerek böyle şeylerin onları ilgilendirmediğini söylüyordu ki Random o kahkahalarından birini daha attı. “Evliydim. Göç etti.” Mphe’nin bile anlayış gösterip bir parçası olduğu kısa bir sessizlikten sonra Tabansi konuştu; “Onca şehir, onca tarih... Terkedip gitmek ne garip. Kalahari’nin, Okavongo’nun, piramitlerin, Boğaz’ın, Empire State’in ve daha başka bir sürü şeyin olmadığı bir gezegen.” Üçü de bir süre bu fikre saplanıp kaldılar. Toz fırtınasından çıktılar ve terkedilmiş köylerin, yıkıntı

11


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

haline gelmiş, yokolmuş kasabaların üzerinden uçtular. Bir ara ufukta derme çatma arazi araçlarından oluşan, batıya doğru yol alan bir konvoy gördüler ama ne olduğundan emin olamadılar. Sonra Random konuştu. “Ütopya ne demek biliyor musun?” Tabansi cevap vermedi. “Yunanca bir kelime. Eu topos... Yani “İyi Yer” anlamında.” Tabansi gülümsedi. Mphe kucağında pilota bakıyordu. “Öte yandan ütopya aslında başka bir Yunanca kelimeden gelir. Ou topos...” Tabansi tekrar terlediğini farketti. Dar uçak kabini, dark uzay mekiği kabini... Karanlık uzay. Bomboş. Belirsizliğe doğru sonsuz. Sessiz. “... Olmayan yer.” Random dönüp muzipçe baba ve oğula baktı. “Gittiğiniz yerin gerçekten var olduğuna emin misiniz?” Hafifçe göz kırptı. Tabansi, Mphe’nin ufak kalbinin paldır küldür attığını hissedebiliyordu. Kendisi de nefes almakta zorlanmaya başlamıştı. Sanki uçağın dışındaki herşey kaybolmuştu, silinip gitmişti. Sanki kaçınılmaz bir felaketin ufukta belirmesini izliyordu. Üstlerine gelen bir yıkım dalgası, bir kum fırtınası gibi. Yoluna çıkan herşeyi öldürerek, yokederek ilerleyen ve ardında sadece sessiz yıkıntılar bırakan bir fırtına. Temizlenmiş kemikler. Boş asfalt sokaklar ve bir zamanların görkemli şehirlerinden geriye kalanlar. Katillerin koştuğu bomboş koridorlara sahip terkedilmiş binalar. Random’ın kahkahası yankılanır gibi oldu. Tabansi cama doğru döndü, oğlunu kucakladı ve uyumaya karar verdi. *

*

*

BA609, Oslo havasahasında, Norveç Uzay Merkezi’nin ek iniş pistinin üzerinde bilmemkaçıncı dairesini çizerken Tabansi gürültüye uyanıverdi. Karısı ve babası koltukların arasındaki aralıktan geçmek ister gibi bedenlerini dar yere sıkıştırmışlar Random’a birşeyler anlatıyorlardı.

12


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ne oluyor?” Diye mırıldandı adam. Mphe babası uyurken arka tarafa geçmiş, halasıyla eniştesinin yanında camdan yapışmıştı. “Bir terslik var.” Diye mırıldandı Random. Kulaklığını takmıştı ve aralıklı olarak Norveç kontrol kulesi ile iletişim kurmaya çalışıyordu. Tabansi camdan dışarı baktı, cam kaplı binaların cephesinde akşam güneşi yansıyor, parlaklık adamın uykulu zihnine bıçak gibi saplanıyordu. Araçlara alelacele binen insanları izledi, ayrı yönlere doğru hızla uzaklaştılar. Geride kalanlar ellerini kollarını sallayarak, etrafa emir yetiştirir gibi koşuyor, binalara giriyor ya da binalardan malzemelerle çıkıyorlardı. “Sıkı tutunun, yedek piste ineceğim, boş görünüyor.” Diye uyardı Random. Aile, bağırış çağırış, yerlerine yerleşti, kemerler bağlandı. Tabansi karısına Mphe’yi koltuğuna oturtması için seslenir, kızkardeşinin ahları vahları arasında sesini duyurmaya çalışırken ihtiyar Quintisha’nın sakince kendisine bakmakta olduğunu farketti. Yaşlı adam gülümsüyordu. O tanıdık felaket hissi, Tabansi’nin üstünden bir dalga gibi geçti ama gitmedi. Çöreklendi ve öyle kaldı. Uçak bir tur daha atarak piste yaklaştı, iniş takımları gürültüyle açıldılar ve turboprop motorlar dönerek helikoptere dönüşen aracı piste konduruverdi. Random motoru susturdu ve kapısını açıp yarı beline kadar kokpitten sarkmıştı ki, duraksadı ve Tabansi’ye döndü. “Uçakta kalın, ben ne olduğunu öğrenip geleyim.” Tabansi onaylarcasına başını salladı. Kızkardeşi arka koltukta bağırmasını hiç kesmemişti. Random koşarak kalabalığa doğru ilerliyordu. İnsanlardan bazıları pistin üzerinde birbirlerine destek olarak, ilerlemekteydiler. Kimi takati yokmuş gibi yığılmıştı diğerlerinin vücuduna. Tabansi, Random’ın uyarısını hatırlamasına rağmen kapısını açarak uçaktan aşağı indi. Gökyüzünde ta Botswana’dan buraya kadar yolculuk ettikleri emektâr BA609 benzeri birkaç tane daha eski uçak vardı. Burunlarındaki, sonradan monte edilmiş makineli tüfekler, demirden çiçeklere ya da garip ve sapkın bir zihnin kurguladığı cinsel organlara benziyorlardı. Arkasından ona seslenen karısının sesini duyan Tabansi, tereddütlü birkaç adımla biraz ötedeki depodan çıkan bir kamyonete yanaştı. Kamyonetin kasasına, beyaz önlüklü iki kişi oturmuştu. Tabansi yavaşça aracın etrafından dolanarak iki adamın görüş alanına girdi. Araç mühimmat ve elektronik ekipmanla tıka basa doldurulmuştu. 13


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Adamlardan biri başını ellerinin arasına almış, ikibüklüm oturuyordu. Tabansi görüş alanına girene kadar gözlerini kırpmadan gökyüzüne bakan diğeri, ona dönerek gülümsedi. “Merhaba.” Tabansi adamı selamladı. “Neler oluyor?” “Hiçbirşey.” Adam o garip gülümsemesinin içinden konuştu. Yakasında beyaz bir kart iliştirilmişti, Dr. ARNBJØRG yazılıydı. “Hiçbirşey olmuyor. Siz Perşembe uçuşunda gidecek Göçmenler’densiniz değil mi?” “Evet. Şimdi geldik.” Tabansi uçağı ve Random’ı görmeye çalıştı. Ailesi uçaktan çıkmış, pistin bir köşesinde kümelenmiş duruyorlardı. “Hoşgeldiniz. Fakat bunca yolu boşuna geldiniz.” Adam gürültülü bir kahkaha attı. Patlayan ses, karşısında oturan adamı korkutmuştu, irkilen adam bağırmaya başladı. İlk harekette gözlükleri kafasından uçuverdi fakat adam umursamadı. İlk silah sesleri, Tabansi yavaş yavaş gerilerken duyulmaya başladı. Etrafında dönerek bir kalabalığa, bir ailesine baktı. Ardından kamyonetteki genç adama döndü. “Ne diyorsun be adam! Ne oldu söylesene!” Gülümsemesi tüylerini diken diken etmişti. Bilimadamının yüzündeki bu anlam dışı delilik ifadesi, bu kopan tantanada öyle büyük bir çelişkiydi ki, Tabansi o tanıdık sıkışma hissiyle mücadele etmek zorunda kalıverdi. “Mars.” Göğsünü sıkıştıran toz ve kum fırtınası, zihnini bulandıran geride bırakılmışlık ve terkedilmişlik hissi. “Ne olmuş Mars’a? Konuşsana ulan!” Terkedilmiş dünya, boş odalardan yankılanan bir sesle kahkaha attı. Doktorlardan biri gürültüyle gülmeye devam etti; diğeri, kıpkırmızı olana kadar bağırdı. Ou Topos... Susmuş makinelerin aksanı vardı o kahkahada. Boş şehirlerin ve çılgınlıkla, cinayetle işgal edilmiş dünyanın sessiz köşelerinden fısıldanan aptalca, aptalca söylentiler. Göktaşı diye söyledi biri. Mars yok dedi. 14


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Malzemeyle dolu kamyonlar bir bir ayrılıyordu uzay üssünden. Random uçağa doğru koşmaktaydı. Ellerini sallıyordu. Tabansi oğlunu Random’a doğru giderken gördü. Nereye gidebilirdi ki? Nereye kadar koşabilirdi? Koşacak yer yoktu. Hiçbir yer yoktu. Uzaklarda patlamalar oldu. İnsan haline razı oldu. Tabansi uzun zamandır gülmediği kadar şiddetle güldü. Evrenin sessizliği kulaklarını sağır etti.

Ali A. Aksöz

15


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

OLASILIK MEZARLIĞI Karımın ölmemesi için yapmam gerekenleri bana bir ayakkabı söyledi. Bir kadın ayakkabısı. Kırmızı, parlak, narin ve neredeyse bir insan evladının değil de periler sultanının ayağını muhafaza etmekle mükellefmişçesine mağrur görünümlü bir ayakkabı. Karımın, “Duygu’nun nikâhında giyerim,” diyerek aldığı, en fazla üç beş kez kullandığı, bu nedenle yeni gibi duran bir ayakkabı. Holdeydi. Duvarın dibinde. Tavandan sarkan yetmiş beş mumluk ampulün sarımsı ışığında tembelce parıldıyordu. Uzun ve ince topuğunun üzerinde dikilen sağ eşinin aksine yan yatmıştı. Karımın narin bileğini kavraması gereken ince kemeri tokadan kurtulmuş, yerdeki marleye değiyordu. Tüm o mağrur görünümle hiç mi hiç bağdaşmayan mahzun bir etki yaratıyordu bu. Şu halime bak, der gibiydi, çok değil birkaç ay önce nikâhlarda giyiliyordum, şimdi topuğumun üzerinde duramıyorum. Bir sır vereyim, ayakkabı umurumda değildi. Karımın farklı tip ve renkteki yirmi küsur çift ayakkabısından farkı yoktu benim için. Mağrurluğuyla da mahzunluğuyla da ilgilenmiyordum. Günlerdir giyilmemesine karşın ayakkabı dolabındaki mukavva kutuda değil de holde, dış kapının tam karşısında durması da derdim değildi. Zavallı karım işten yorgun argın geldiği bir akşamüzeri ayağından çıkarmış, eğilmeye bile takati kalmadığından burada bırakmış olmalıydı. Bu da dert değildi. Nasılsa hafta sonu evi baştan aşağı temizlemeye soyunduğunda alır, daracık holümüzde hacminden çok daha fazla yer kapladığı hissi uyandıran bu garabeti ait olduğu yere kaldırırdı. Bu düşünceler içinde ayakkabının yanından fütursuzca geçtim. Sanırım benimle konuşmasına da bu umursamaz tavrım neden oldu. [Karının yaşamasını istiyorsan beni düzelt!] Çıplak ayaklarım marley zeminde, öylece kalakaldım. Bakışlarım holün ucundaki yatak odasının büyük camlı kapısına sabitlenmişti. Buna karşın birkaç adım arkamda kalan ayakkabının zihnimce 16


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

çekilen fotoğrafı boyutlardan sıyrılmış da yeniden biçimlenmiş gibi gözlerimin önündeydi. Mağrur, mahzun, kırmızı, devrilmiş ve... tehditkâr! “Hadi oradan!” dedim kendi kendime. Bunu kasıtlı olarak sesli söylemiştim. Sanki böylece çevrelenedurduğum alacakaranlık kuşağı evreninin görünmeyen duvarlarını delecek, bildik dünyanın yavan ama güvenli sıradanlığına geri dönebilecektim. İşe yaramadı. [Çok ciddiyim. Beni düzeltmezsen karın ölecek!] Köstekli saatine bakarak koşan beyaz tavşanı gören Alice gibi şaşkınlık, heyecan ve tedirginlik karışımı bir duyguyla başımı yavaşça çevirip omzumun üzerinden baktım. Ayakkabı yerinde duruyordu. Olağanüstü bir yanı yoktu. Sadece ince kemeri biraz daha aşağı in... ah, hayır, baktığım yerin değişmesi nedeniyle kapıldığım bir yanılsamaydı bu. Kahrolası ayakkabının az öncekine oranla çok daha mahzun görünmesinin dışında hiçbir değişiklik yoktu. Bu mahzunluk artışının nedeni de üzerine gölgemin düşmesiydi, başka şey değil. Parıldamasına neden olan ışık perdelenince mağrurluk alıp başını gitmişti. Bu kadar doğaldı her şey. Ortada ne beyaz tavşan ne de tehditler savuran bir ayakkabı vardı, değil mi? Rahatsız edici bir uykudan kalkmaya çalışırcasına başımı sertçe iki yana salladım. Saçmalama, diye geçirdim içimden, bir ayakkabıyı düzeltmedin diye karın ölecek değil. Mutfağa yöneldim. Sallama çayımı bir an önce almalı, karıma duyduğum aşkın verdiği ilhamla yazmaya koyulduğum romanın başına bir an önce oturmalıydım. Bu kez iyi bir konu yakaladığımı hissediyordum. Çok da cafcaflı bir isim bulmuştum romana: Olasılık Mezarlığı. Ekrana aktarılmayı dileyen kelimeler beynimde fink atıyordu. Konu neredeyse kendi kendini yazıyor, kurgu da ilahi bir elin müdahalesiyle zihnimin toprağında dal budak salıyordu. Kim bilir, belki de bu kez olacaktı. Belki de on iki kitaba, yığınla dergide yer bulan onlarca öyküye, yüzlerce şiire, biri İspanyolca basılan beş antolojiye imza atmama karşın ‘görünmeyen’ bir yazar olmak kefaretinden bu kitapla kurtulacaktım. Belki hikmeti kendinden menkul o ‘çoksatar’ yazarların arasına girebilecek, Forbes’ın ‘En Çok Kazanan Türk Yazarlar’ listesinde kendime Turgut Özakman’la Orkun Uçar arasında bir yer edinebilecektim. Orhan Pamuk bile Nobel aldıktan sonra gözüme her şey olası görünüyordu. Ama hayatımı kökten değiştirecek bu kitabı yazmak için Macintosh’umun başına oturmalı, çayımı 17


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yudumlayıp sigaramı tüttürürken kelimelerin büyülü şekilde art arda dizilmesine aracılık etmeliydim. Bunu yapabilmek için de zihnim arınmış olmalıydı. Ne var ki mutfağın küçük penceresinden gecenin laciverde kaçan tenine, cılız yıldız titreşmelerine, biçimsiz gecekondu kiremitlerine ve gölgelere sarınmış apartman siluetlerine bakarak ısıtıcıdaki suyun kaynamasını beklerken kahrolası ayakkabının sesini duymaya devam ediyordum. [Düşünsene, beni kaldırmadığın için çevremi kuşatan zerrecik denizinde gereken dalgalanma olmayacak. O dalgalanma olmayınca oturma odasındaki sinek rahatsız olup aralık pencereden dışarı kaçmayacak. Sinek kaçmayınca balkonun korkuluğunda tüneyen serçe vızıltıyı takip ederek kaldırıma inmeyecek. Serçe kaldırıma inmeyince yan bahçenin duvarında tüneyen kedi onu avlamak için aşağı atlamayacak. Kedi aşağı atlamayınca sahibinin çişini yaptırmak için dışarı çıkardığı yeni yetme Golden Retriever peşine takılıp onu sekiz sokak aşağı kovalamayacak. Köpek kediyi kovalamayınca sahibi ona yetişmek için kilometrelerce koşmak zorunda kalmayacak. Adam gecenin bir vakti iyice yorulmadığı için sabah erkenden uyanabilecek. Arabasına atlayacak, gaza basacak ve tam karının otobüs beklediği durağa yaklaştığında önüne bir kedi fırlayacak. Adam, o kedi bir akşam önce köpeği tarafından ‘kovalanamadığı’ için bu manevrayı yapmak zorunda kaldığından bihaber, direksiyonu kıracak ve araba son sürat oto...] “Yeter!” [...büs durağına dalacak! Düşünsene, hiç vicdanın sızlamayacak mı o zaman? ‘Karımı kurtarmak elimdeydi, ama kılımı bile kıpırdatmadım’ demeyecek misin? Nasıl yaşayabile...] “Yeter!” [...ceksin bir daha kendinle? Yatağınıza yattığında karının gül tenini, sıcacık ellerini, uykusunun ortasında bile narin parmaklarıyla uzanıp sa...] “Yeter!” [...çınla oynamasını özlemeyecek misin? Söylesene, nasıl tahammül edeceksin kendine? Söylesene, söylesene, söylesene...] Böyle sürüp gidiyordu. Kulaklarımla değil de beynimle duyduğum bu sesleri yok sayıyor, içimde an be an büyüyen huzursuzluğu görmezden geliyor, kahrolası ısıtıcının bir gıdım suyu ısıtmasının neden bu kadar uzun

18


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

sürdüğünü düşünerek oyalanmaya çalışıyordum. Suyun on dakikadır fokurdadığına yemin edebilirdim, ama aşağılık mandal düzeneği bir türlü serbest kalmıyor, yağlı kemiğe karşı aç bir köpeğin sulanışı gibi sabırsızlıkla beklediğim tıklama duyulmuyordu. [Hey! Seninle konuşuyorum! Beni duyuyor musun?] Allah kahretsin ki duyuyordum. Beynimde yankılanıyordu ses. [Hey! Fazla zamanını almayacak. Gelip beni kaldıracaksın, hepsi bu. Dağları del demiyorum ki sana!] Haklıydı. Ama Tanrı şahidim, bu haklılık sinirimi daha da zıplatıyordu. Akıl bahşedilmiş bir insan evladı olarak kırmızı bir ayakkabının haklılığını kabullenmeyi gururuma yediremiyordum. Hadi itiraf edeyim, delice bir korkuyla, bu isteğe uyarsam bundan sonra geleceklerin de önünü açacağımı hissediyordum. Gecenin bir yarısı oturma odasındaki çekyatın ağlayışlarıyla uyanmak, masanın sandalyeyle geçinemediğini dinlemek, çatal bıçak takımının Karadeniz türküleri söylediğini duymak istemiyordum. Çünkü bunları duymak kırmızı bir kadın ayakkabısınca tehdit edilmenin bir sonraki adımıdır ve evdeki eşyalarla gündelik iletişime girmiş birinin gelecek günleri düşünmesi gerekmez. Düşünmesini sağlayacak akıldan oldukça uzak kalmıştır çünkü. Kabaca bir mesafe vermek gerekirse, sanıyorum, beş ışık yılı kadar. Eh, ışığın saniyede üç yüz bin kilometre kat ettiğini düşünürseniz, pek de azımsanacak bir mesafe değildir bu. [Hey! Sıkılmaya başlıyorum! Gelip beni kaldırsan iyi olacak!] İtiraf etmeliyim ki her ne kadar isteğine başarıyla karşı koysam da ses beynimdeki bir kaşıntı gibiydi ve insanın asla dokunamayacağı bir yerinin kaşınması berbat bir duygudur. Zamanında bir kitapta, kırk yaşlarındaki bir adamın sol ayağındaki kaşıntı nedeniyle delirdiğini okumuştum. Yazar anlattığının kurgu olmadığını, tamamen gerçek, her harfine dek yaşanmış bir olayı aktardığını iddia ediyordu. Gerçi yazar takımı bol keseden sallayan adam ve kadınlardan oluşur ve, “Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki,” diye söze başlayan bir yazarın söyledikleri kesinlikle yalandır, ama size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki o kitaptaki öykü gerçekti. En azından ben öyle olduğuna inanmıştım. Kim bilir, belki de okuduğumda ilk gençlik yaşlarında olduğumdan. Her neyse... Adamın sol ayağı kaşınıyordu. Her an. Evet, abartısız, her an. Zavallı, gazete okurken de, dünyalar güzeli karısıyla sevişirken de, tuvalette işini görürken de, yemek yerken de ve hatta uyurken de sürüyordu o kaşıntı. “Ah,” diyordu adam, “Ah, bir kerecik kaşısam, fazla değil, bir kerecik kaşısam, Tanrı'nın gazabı bu kaşıntıdan kurtulacağım, eminim buna!” Ama yapamıyordu. Çünkü 19


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

İkinci Dünya Savaşı'na piyade olarak katılmış ve hepi topu iki parmak uzunluğundaki bir şarapnel nedeniyle sol bacağının dizden aşağısını cephede bırakmıştı. Olmayan bir şeyi kaşıyamazsınız, değil mi? İşte, bizim kurgu olmayan zavallı kurgu kahraman da kaşıyamadığı o bacak nedeniyle sonunda sapıtmış, karısıyla iki yaşındaki oğlunu öldürdükten sonra soluğu Amerika'nın en sıkı korunan akıl hastanelerinden birinde almıştı. Allah kahretsin ki kendimi o Amerikan gazisine fazlasıyla yakın hissediyordum. Ayakkabının sesi beynimin yan kısmında dolaşıyor, temporal lobun tüm kıvrımlarını kurcalıyor, anlama dönüşmesini sağlayacak bir sinir hücresi bulmak amacıyla tüm ağ sistemini yokluyor, yokluyordu. Neredeyse olmayan sol ayağınızı kaşıma arzusuna benzer çıldırtıcı bir kaşınma hissi yaratıyordu bu. [Hey! Eğer...] Neyse ki geri kalanını duymadım. En azından o an için. Çünkü ısıtıcının mandalının serbest kalmasıyla oluşan tıklama gecenin sessizliğinde silah gümbürtüsü gibi patlamış, tüm sabırsız bekleyişime karşın yay gibi gerilen sinirlerimin oyununa gelerek yerimde şaşkınlıkla sıçramıştım. Hadi itiraf ediyorum, korkmuştum da. Bir an da olsa, küçücük, minicik, mini minicik bir an da olsa, ayakkabının arkamdan sinsice yaklaştığını ve öldürücü darbeyi indirmek için topuğunun üzerinde sıçradığını sanmıştım. Tamam, çocukça bir şeydi bu, belki çocukça bile değildi, ama kişinin sinirleri keman yayı gibi gerilmişse en imkânsız şeyler bile olası görünüyor. Bütünlüğünün bir kısmı form değiştirerek buhara dönüşen kaynar suyu sevimli bir inek görüntüsündeki seramik fincanıma boca ettim. Sallama çayı kavrayan poşet, bir kadın ayakkabısınca saldırıya uğrayacağı korkusu yaşayan birini sallamayacağını ima edercesine fincanı dolduran suyla birlikte yükseldi. Oysa çayın demini salması için dipte kalması gerekiyordu ve kendisini kaşıkla dibe bastırıp köşeye sıkıştırarak bu gerekliliği yerine getirmekten çekinmedim. Derin bir nefes alarak sessizliği dinledim. Eskiler, sessizliğin içinde sesler olduğunu, insanlarca duyulamadıkları için uluduklarını söyler. Bunu ben uydurmuyorum. Eskilerin garip, masalsı ve gündelik yaşamın içinde nasılsa hâlâ soluk alıp veren korkunç hülyalarından biri daha işte. Ama bir sır vereyim mi? Sessizliğe kulak kabarttığım o an, eskilerin uluma olarak nitelediği o duyulmayan sesleri duydum. Uzun, kesintisiz, tekdüze bir siren sesi gibiydi önce. Dikkat kesildikçe yoğunluğu artıyor, çınlamaya doğru evriliyordu. Sonrasında çınlama da şekil değişiyor, kulaklarınızdan beyninize doğru akan bir uğultuya dönüşüyordu. İşin garip tarafı, o uğultu hep oradaydı, onu hep duyuyordunuz, ama dikkat kesilmedikçe varlığından haberdar olmuyor, daha doğrusu

20


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

hatırlamıyordunuz. Alın size bir itiraf daha: O dinmeyen uğultuyu kırmızı ayakkabının zırıltısına bin kere tercih ediyordum. Çünkü beni tehdit etmiyor, yan gelip de yattığı yerden bin türlü felaket senaryosu savurmuyordu. Birkaç derin nefes daha alıp da cesaretimi topladıktan sonra sessiz adımlarla hole çıktım. Çay dolu fincanı kulpundan kavramış, olması gerekenden biraz yukarıda, bir çeşit kalkanmış gibi tutmuştum. Böylece gözlerim ayakkabıya değmeden çalışma odama geçebilecektim. Tüm dikkatimi kulaklarımdaki uğultuya verdiğimden şu anda o kahrolası tehditleri de duymuyordum. Ama Tanrı aşkına, kimi kandırıyorum? Ses hâlâ oradaydı. Uğultunun hemen altında. Fısıltıyla konuşmayı sürdürüyor, bu haliyle az önceki açık tehditkârlığından daha etkili oluyordu. [Sen bilirsin aslanım! Benimki iyi niyetli bir uyarıydı sadece. Sinek uykuya dalmak üzere. Bir daha top patlasa kıpırdamaz.] Elimin tehlikeli şekilde titrediğini fark ettim. Hayır, bu titremenin nedeni korku falan değildi. Mutfaktaki bekleyişim sırasında yaşadığım sıra dışı deneyimin saçmalığı (hatırlayın, ayakkabının arkamdan sinsice sokulduğunu düşünmüştüm) o konudaki kaygılarımı silip süpürmüştü. Elimin titremesinin nedeni çok daha farklıydı. Kocaman ısırıklarla tüketmekte olduğunuz ton balıklı sandviçin arasına konan marul yaprağının üzerinde kıvranan yeşil kurtçuğu görünce içiniz kalkar ya, ona benzer bir irkilme. O kurtçuk kadar küçük, ama orada bulunmasıyla tüm gerçekliği kökten değiştiren bir ayrıntı: Ayakkabının söylediklerini teyit etmek! Aklımdan geçen buydu ve ilk anda tehlikeli biçimde mantıklı görünmüştü. Hey, demiştim kendi kendime, gider oturma odasına bakarsın, orada gerçekten bir sinek olmadığını görürsün, böylece zerrecik denizindeki dalgalanma hikâyesinin martavaldan başka bir şey olmadığı ortaya çıkar, sen de kahrolası sandalyene kurulup Forbes'ın 'En Çok Kazanan Türk Yazarlar' listesine girmeni sağlayacak romanı yazmaya devam edersin. Dedim ya, fikir ilk anda gözüme çok mantıklı görünmüştü. Bak, sinek olmadığını gör ve rahatla! Ama çatlak bir fay hattındaki sarsıntı gibi elimi titreten düşünce hemen sonra zihnimde patlamıştı: Ya sinek gerçekten oradaysa! Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki beyinle ruh birbirinden bağımsız hareket eden, hatta birbirine düşman olan iki kutup. Ruhunuz dinginleştiği an beyniniz bir çapanoğulluğu yapıp işi

21


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

bulandırmaya bayılır, ya da beyniniz dinlenmeye çekildiğinde ruhunuz en olmadık rüya boyalarına dalıp onu huzursuz etmekten arsızca bir zevk alır. Bana olan da buydu. Ruhum rahatlamasını sağlayacak tezler üretiyor, beynim sadistçe bir gayretle o tezleri çürütmeye çalışıyordu: [Ya sinek gerçekten oradaysa!] Rastlantı. Sinek oradaysa pencere kanadı mutlaka kapalıdır. [Oh, evet... Ama ya pencere kanadı gerçekten aralıksa!] Bir rastlantı daha. Kanat açıksa da balkon korkuluğunda tüneyen bir serçe olmadığına eminim. [Öyle ya... Ama ya serçe de gerçekten oradaysa!] Rastlantı, rastlantı... Ama tut ki serçe de orada, yine de eminim ki yan bahçenin duvarında tüneyen bir kedi yoktur. [Yoktur, değil mi? Ama ya varsa!] Rastlantının dik âlâsı! Ama kedi oradaysa bile, gecenin bu saatinde kahrolası köpeğini işetmeye çıkaran birinin sokaktan geçmesi mümkün değil. [Ama ya mümkünse!] İtiraf etmek gerekirse içimde bir tutam korku kaldığının farkındaydım, ama bu korku ayakkabıya ilişkin değildi. Anladınız ya, daha çok söylediklerinin gerçekleşmesi olasılığından korkuyordum. Ve tabii ki sonrasında olacaklardan (Bir kez daha hatırlayın, çekyatın ağlaması, masayla sandalyenin atışması, çatal bıçak takımının söylediği Karadeniz türküleri, yani delilik). İşte, elimin titremesinin nedeni buydu. Kendimi delilik uçurumuna hayatımın hiçbir evresinde olmadığım kadar yakın hissediyordum. “Saçmalama!” diye söylenerek holü hızla adımladım. Yanından geçtiğim sırada, ayakkabının marleye değen kemerinin uzanıp bileğime sarılacağı gibi delice bir korku daha hissettim. Neyse ki öyle bir şey olmadı. Allah'ın cezası garabet fısıltıyla, [üç damla ve ardından ıslanan küller], gibi abuk sabuk bir şeyler söylemekle yetindi sadece, ardından sustu. Çalışma odamın güven veren dağınıklığıyla kuşatılınca derin bir nefes alarak çay dolu fincanı bilgisayar masamın kenarındaki altlığa bıraktım. Döner koltuğuma kuruldum. Poşetin kaşıktan kurtularak bir kez daha yüzeye ulaştığını gördüm, ama önemsemedim bu kez, nasılsa yeter 22


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

miktarda dem suya karışmıştı. Kıpırtısız durarak sessizliği dinledim bir süre. Kulaklarıma dolan uğultunun ardındaki sessizliği yani. Yoksa ayakkabı sonunda susmuş olsa da uğultu yerinde duruyordu. Onunla baş etmek daha kolaydı neyse ki. Fareye uzanıp Macintosh'umun sessizliğe karşı mucize olan müzik programı iTunes'ın simgesini tıkladım. Açılan alanda Sagopa Kajmer'in adını arattım ve ekrana dizilen listede Baytar adlı bir başka mucizeyi seçtim. Şarkının kıvrak notaları ve ilaç gibi sözleriyle kuşatıldığım anda ayakkabıya ait tehditkâr sözler de, beynimle ruhumu meşgul eden felaket olasılıkları da çocukken görülen ve zamanla etkisi geçen dehşetli bir kâbus gibi silikleşti. “Bu dilden firar eden her söz yaydan çıkmış ok gibi...” Sigara yaktım, çaydan bir yudum aldım, lanet olası poşet ağzıma girebilmek için hareketlenince öfkeyle tutup küllüğe bıraktım. “Aklımın ipinin ucu da kaçmış, timsah katreleri boşalsın...” Korkuyla yüzleşmek mi dersiniz, yoksa az önceki delice tedirginliğimle hesaplaşmak mı, bilmem, ama bir kez daha dikkat kesilip şarkının arasından sızabilecek sesleri dinledim. Çıt yoktu. Ne uğultu kalmıştı, ne de ayakkabının serzenişleri. “Bugün ömür yarım gün, serbest kalsın fikrim...” Rahat bir nefes alarak bir kez daha fareye uzandım. iTunes'i arka plana atıp ücretsiz bir ofis yazılımı olan NeoOffice'i ekrana getirdim. İşte, kelimelerinin birer kopyası beynimde de yer eden romanım karşımdaydı. Savulun Forbes'cılar, ben geliyorum! Yazdığım birkaç paragrafı hızlıca gözden geçirdim. Beynimde döneduran, henüz nesnelleşmemiş cümleleri kabaca yokladım, tamam, hepsi yazılmaya hazırdı. Klavyeye uzandım, ama tuşlara dokunmak mümkün olmadı. Boşluk tuşunun üzerine eşit aralıklarla serpilmiş üç damlaya takıldı gözüm. Belli ki ağzıma kaçmaya heveslenen çay poşetini fincandan çıkardığımda olan olmuş, firar eden bu üç damla sinsice klavyeye sızmaya çalışmıştı. Geniş boşluk tuşunu hesaba katmamışlardı neyse ki. Kâğıt mendil yardımıyla kolayca üstesinden gelinecek zavallı birer tehditten ibarettiler. Bilgisayar masama bitişik olan kitap dolabının üzerindeki kâğıt mendil paketine uzandım. Küllüğün görüş alanıma girmesi de aynı anda oldu. Bir an, kısacık bir an görüntüye bakarak kalakaldım: Zemine yayılan turuncu izmaritler ve ıslak çay poşetinin iğrenç bir lapaya döndürdüğü ıslak küller.

23


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Dehşetli korku hemen sonra geldi. Ayağa fırladım. Neredeyse sandalye devrilecekti. Gözlerim kocaman açılmış halde bilgisayardan birkaç adım uzaklaştım. İnanmayarak bir kez daha klavyenin boşluk tuşundaki üç damlaya ve küllükteki iğrenç ıslaklığa baktım. Hemen sonra ayakkabı, sanırım Sagopa Kajmer'in kim bilir ne zaman susmasından da faydalanarak güldü. Kirli, yapış yapış, beyindeki kaşıntıdan çok daha fazla rahatsız edici bir gülüştü bu. Yine de sinsi bir sesle söylenen cümle kadar korkutucu değildi: [Sana söylemiştim!] Evet, gerçekten söylemişti. Elimde fincanla hızla yanından geçtiğim sırada fısıldayarak söylediği sözler beynimde yankılanıyordu: Üç damla ve ardından ıslanan küller! Şimdi o üç damla klavyede parıldıyor, üzerlerine poşeti atmamla ıslanan küller izmaritlerin beslendiği iğrenç bir lapa gibi duruyordu. Üç damla ve ardından ıslanan küller! Tanrı aşkına! Bunu nasıl bilebilirdi? Bir ayakkabı... kırmızı, sinsi, aşağılık, garabet bir ayakkabı geleceği nasıl bilebilirdi? Tamam, sizinle oyun oynamayacağım! Siz de, ben de başından beri farkındayız konuşanın ayakkabı olmadığının. Ayakkabılar konuşmaz, değil mi? Biz insanlar, çevremizde göze görünmeyen cinlerin fink attığına, adalet diye bir şeyin gerçekten var olduğuna, ufoların dünyayı ziyaret ettiğine inandığımıza benzer bir safdillikle inanırız bazen imkânsız şeylere. Oysa her şey beynimizde olup bitmektedir, değil mi? Tıpkı şu ayakkabının benimle konuştuğu, tehdit ettiği konusunda olduğu gibi, kuruntularımızı, korkularımızı, çocuksu hezeyanlarımızı içine tıkıştırdığımız birer kılıftır pek çok nesne. Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki en başından beri bunun farkındayım. Olaya ilginizi çekecek bir unsur katabilmek adına konuşan bir ayakkabı uydurdum, hepsi bu. Ah hayır, kahrolası ayakkabıyı kaldırmazsam karımın öleceği konusu uydurma değildi. Keşke öyle olsaydı. Tamam, bunu söyleyen ayakkabı değildi, bunun fazlasıyla farkındaydım, ama onu öyle devrilmiş görünce içimden yükselen bir ses aynen şöyle demişti: Bu ayakkabıyı kaldırmalıyım, yoksa karımın başına kötü bir şey gelecek! Hadi yapmayın, eminim siz de benzer kuruntulara kapılmışsınızdır. Hatırlayın: Çocuğunuz okula gitmek için evden çıktığında koşturarak pencereye gider, servis aracına binene dek arkasından 24


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

bakarsınız. Hayır, temkinli olmaktan söz etmiyorum, o ayrı bir konu, değinmeye çalıştığım şey içinizdeki o kötücül tohum. “Oğlumun arkasından bakmazsam akşam geri gelmeyebilir!” Anladınız mı? Sanki sırf siz olması gereken eylemi gerçekleştirip de oğlunuzun ardından bakmadınız diye kötü birtakım olaylar tetiklenecek, ardından da hiç ama hiç istemediğiniz bir şey olacaktır. Kendinizi o kötü olayın ardından değerlendirme yaparken düşündüğünüz bile olmuştur belki. “Sabah oğlumun arkasından baksaydım bu felaket yaşanmayabilir miydi?” Örnekler çoğaltılabilir, ama zihninizi daha fazla kirletmek istemiyorum. Çünkü şu saatten sonra önemli olan kuruntu değil, çok basit bir örnekle de olsa geleceğe dair bir kehanetin gerçekleşmesi: Üç damla ve ardından ıslanan küller! Ve Tanrı şahidim, bu beni fazlasıyla korkuttu. Çünkü gelecekten haberdar olmanın lütuf değil, lanet olduğuna inanırım oldum olası. Ama gelin, kartları açık oynayalım. İşte size bir itiraf daha: Korkumun asıl nedeni, bu denli basit bir kehanete bile odaklanabilen zihnimin karımın ölümüyle ilgili kuruntusunun da gerçeği işaret ettiğine dair duymaya başladığım kuşkuydu. İşin beter yanı, az önce ayakkabının söylediğini varsaydığım her şeyi kontrol etmek için dayanılmaz bir dürtü duyuyordum. Oturma odasında bir sinek var mıydı gerçekten? Balkon korkuluğuna bir serçe tünemiş miydi? Sonra kedi, köpek, adam? Sandalyeden yavaşça kalktım. İşin garip yanı, az önce klavyedeki üç damlayı görüp de korkuyla ayağa sıçradıktan sonra hangi ara tekrar oturdum, farkında bile değildim. Ağır adımlarla yürüyerek odadan çıktım, hole ayak bastım. Oturma odası hemen solumdaki kapının, karımın mışıl mışıl uyuduğu yatak odası da holün ucundaki büyük camlı kapının ardındaydı. Ayrıca holün sol duvarında mutfağın, sağ duvarında da banyoyla tuvaletin ve bir çeşit ardiye olarak kullandığımız küçük odanın kapısı vardı. Tüm bu kapılar bana yapış yapış yaratıkların karanlıkların içinde birbirine sürtündüğü iğrenç boyutlara açılırcasına tehdit edici görünüyordu. Derin bir nefes alarak yatak odasının kapısına baktım. İlk hedefin orası olmasına karar vermiştim. Karımı sarıldığı ve muhtemelen sağ bacağını dışarı çıkardığı yorganın altında görecek, hâlâ nefes alıp verdiğine kanaat getirdikten sonra görevime geri dönecektim. Hayır, yazmaya değil. Kalbim göğüs kafesimde gümbürderken kusursuz cümleler kurmaya çalışmak anlamsız olacaktı. İlk başta ne kadar dirensem de yapılması gereken en yerinde hareketin kahrolası ayakkabının sözlerini teyit etmek olduğuna karar vermiştim. Ne kaybederdim ki? Aklımı mı? Tükürdüğümün aklının zaten pek normal işlemediği ortadaydı, öyle değil mi? Yanından geçerken ayakkabıya kayıtsız bir nefretle baktım. Evet, abartmıyorum, aynen öyle, katıksız bir nefret. Sadece onu meydana getiren deriden, iplerden, sentetik diğer malzemelerden 25


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

değil, onu tasarlayandan da, tezgâhındaki malzemeleri bir araya getirip imal edenden de, vitrininde sergileyerek satılmasına aracı olandan da nefret ediyordum. Yüzünü hiç görmediğim bu kişiler olmasa bu kahrolası ayakkabı şu anda holde yer kaplamayacak, zihnimi iğrenç ve korkutucu kuşkularla dolduramayacaktı. Ayakkabı saf nefretimi ve o nefretin yaptırabileceklerini sezinlemiş gibi sessizdi. Yanından geçip gidişimde çıt çıkarmadı. Hoş, buna gerek de yoktu. Nasılsa kuruntularımı beslemiş, zihnimi çamur deryasına çevirmişti. Artık, son derece sıradan bir ayakkabıyım rolünü üstlenebilirdi. Holü temkinli adımlarla geçtim. Çünkü içgüdülerim hâlâ karanlık odalardan çıkabilecek iğrenç yaratıklara karşı uyarı sinyalleri göndermeyi sürdürüyordu. Garip bir yabancılaşma yaşamama neden oluyordu bu. Hem kendi evimde hem de değildim. Bildiğim gerçekliğin üzerine saydam bir kılıf gibi başka bir gerçeklik geçirilmiş ve o gerçeklikte en inanılmaz şeyler olabilirmiş gibi hissediyordum. Yatak odasının kapısını hafifçe ittim. Menteşeler gıcırdadı. Hafifçe. Yine de gecenin sessizliğinde bu hafif gıcırtı kulağa aç bir yırtıcının mide gurultusu gibi korkutucu geliyordu. Menteşeler de aşağılık ayakkabı gibi dile gelse, muhtemelen, neden bizi yağlamadığını sorabilir miyiz, diyeceklerdi. Neyse ki böyle bir şey olmadı. Olduysa da ben duymadım. Kim bilir kaç zamandır hiç farkında olmadan tuttuğum nefesimi gürültülü şekilde koyvermiştim çünkü. Karım geniş yatağımızın kendine ait olan yanındaydı. Sağda. Yorganı iyice üzerine çekmiş, kapıya sırtını dönmüştü. Sadece yastığa yayılan kızıl saçlarını görüyordum. Oda holdeki ışıkla aydınlandığından ve o aydınlığın bir kısmı da kapının önünde durmam nedeniyle zayi olduğundan gerçekte kızıla boyalı olan o saçlar kuzguni siyah gibi görünüyordu, ama tutup da bu ayrıntıyla uğraşacak değildim. Saç renginin farklı görünmesi yatakta karımın değil de hiç tanımadığım başka birinin, mesela gerçekliğin üzerine geçirilen farklı gerçekliğe ait kan emici bir yaratığın yattığı anlamına gelmiyordu, öyle değil mi? Yoksa geliyor muydu? Yatağın diğer ucuna gidip de karımın güzel yüzünü görmek istesem korkunç bir yaratığın vantuz gibi açılan karanlık ve leş kokulu ağzıyla mı karşılaşacaktım? Bir an üçüncü sınıf korku filmlerine ait bu klişe bile gözüme fazlasıyla olası göründü. Hatta yatakta o korkunç yaratık yerine karımın yattığını görsem şaşıracağımı düşündüm. Neyse ki bu iğrenç duygu geldiği gibi hızlıca çekip gitti. Sadece, karımın genelde dışarı çıkardığı narin bacağını bu kez yorganın altında saklaması hafif bir huzursuzluk duymama yol açtı, ama ayakkabıyla başlayan çılgınca kuruntuların saçma bir yansıması

26


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

olduğunu kendime yineleyerek bu huzursuzluğun da üstesinden gelmeyi başardım. En azından o an için. Kapıyı yavaşça çektim, ama tam olarak kapamayarak biraz aralık bıraktım. Başka gerçekliğin korkunç yaratıkları karımın yerine geçmek için gölgelerden sıyrıldığında oluşacak sürtünme seslerini duymak için aldığım bir önlemdi bu. Böylece zaman yitirmeden yardıma koşabilecek, karımı kurtaracaktım. Gözlerinizin yukarıdaki satırların üzerinde neredeyse keyifle dolaştığını görür gibiyim. Hatta zihninizde neon ışıklarından oluşmuşçasına parıldayan düşünceyi bile görüyorum: Tamamen keçileri kaçırmış bu! Gölgelerden sıyrılacak yaratıklara karşı önlem almak mı? Daha neler artık! Haklısınız. Yani neredeyse. Bunlar delice düşünceler. Ama anlayın. En azından deneyin. Gecenin bir yarısı, sessizlikle sarmalanan, hem kendi eviniz olduğunu hem de olmadığını hissettiğiniz bir yerdesiniz; zihninizde oluşuveren ve kendi halindeki bir ayakkabıya mal ettiğiniz kahrolası kuruntuların gerçekliğini sorgulamanıza neden olacak sıra dışı bir şey yaşamışsınız (hatırlayın, üç damla ve ardından ıslanan küller); üstelik tüm o saçmalıkların doğruluğunu teyit etmek gibi bir karara bile varmışsınız; şimdi tüm bunların yanına bildiğiniz ve kabul ettiğiniz yaşama ait olmayan bir şeyleri koyun; karınızın yerine geçmek için fırsat kollayan vantuz ağızlı bir yaratığı mesela. Evet, söyleyin, sırıttı mı? Hayır, değil mi? Peki bu akıl almaz düşünce bir Picasso tablosu gibi parçalara ayrılan gerçekliğinizin yanında aykırı durdu mu? Tam aksine, dekoru tamamladı. Böyle söyleyeceğinizi biliyordum. Şu köşeye de bir kurt adam ekleyelim ki takım bozulmasın! Bunu da ben uydurdum. Size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ediyorum ki tüm bunların gerçek olamayacağını biliyordum. Daha ilk andan beri. Hâlâ aklı başında olan bir parçam aralıksız aynı şeyi söylüyordu: Hey, kardeşim, saçmalama! Ama içine girdiğim hâl bir girdap gibi beni çekiyor, yetmezmiş gibi çevreme de dolanıyordu. Örümcek ağına yakalanan bir karasineği düşünün, işte öyle. Benim dolandığım ağ geleceğe ait öngörülerden ibaretti. Lanet olası bir ayakkabıyı düzeltmezsem karımın öleceği kuruntusuyla başlamış ve bir anda bildik gerçekliğin yerini almıştı. Ve şimdi bu yeni gerçeklikte ihtiyaç duyduğum şeyi yapacak, oturma odasında bir sineğin olup olmadığını kontrol edecektim. Hızlı ve kararlı biçimde holü bir kez daha adımlayarak oturma odasına girdim. Büyük olasılıkla sarhoşken evi tasarlayan mimarın kapının arkasındaki duvara yerleştirdiği elektrik düğmesine dokunarak ışığı yaktım. Sonrasında tüm duvarları bakışlarımla taramam sadece birkaç saniye sürdü.

27


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Ve evet, sinek orada duruyordu. Tam karşımdaki duvarda. Saçmalama! Bu hiçbir şeyi kanıtlamaz! Biliyorum... Biliyorum... Sinek el başparmağımın tırnağı büyüklüğündeydi. Türevlerine göre oldukça iri olduğu anlamına geliyordu bu. Simsiyahtı. Karım onlara “para sineği” diyor ve batıl bir itikatla bulundukları evin paraya boğulacağına inanıyordu. Aramızda kalsın, bana göre iğrenç ayakları boktan çıkmayan bir haşereden başka şey değillerdi. Ve şimdi onlardan biri şampanya rengi duvarın üzerinde ak alındaki günah gibi sırıtıyordu. Öyle ki, bir bardak sütün üzerinde olsa ancak bu denli görünür olabilirdi. Tamam işte, yanıt bu. Sinek o kadar belirgin ki onu daha önce fark edip beynine kaydettin. Bu nedenle duvarda olduğunu biliyordun. Öngörü dediğin o saçmalığın nedeni bu. İlk önce sarıldığım düşünce buydu. Ve bir an neredeyse doğruluğuna iman edecektim. Ama beynimin oyunbozan yanı darbeyi indirmekte gecikmedi. Serçe! Balkonun korkuluğuna tüneyen bir serçe var mı? Elbette yok. Serçeler bu saatte uykuda olur. Pencereye yaklaşıp balkona baktım. Ve tombala! Kahrolası bir serçe balkonun rengi solmuş korkuluğunun üzerinde duruyordu. Kabul, gerçekten de uyuyor gibi görünüyordu. Yine de rahatlatıcı değildi bu. Tükürdüğümün kedisi peki? O kahrolası hayvan yerinde mi? Yan bahçenin duvarında tüneyen aşağılık bir kedi var mı? Balkon nedeniyle yan bahçe duvarını göremiyordum. Ama bu sorun değildi. Orada bir kedinin cehennemi bekleyen ifritler gibi tünediğine emindim. Hayır, kahrolasının varlığını hissettiğim gibi abuk sabuk bir şey söylemeyeceğim. Onun orada olduğuna emindim. Çünkü sokağın görebildiğim kısmında yeniyetme Golden Retriever’ının tasma kayışını tutarak sallana sallana yürüyen bir adam vardı. Ayakkabının söylediğini varsaydığım kötü kehanetin tüm parçaları yerli yerindeyken kedinin bunun dışında kalmasını beklemek safdillik olurdu, öyle değil mi? Sonrası bir anda gelişti. Kendimi savunmak için söylemiyorum, ama tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki her şey bir anda oldu.

28


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

İlk önce döngüyü tamamlamayı denedim. Gecikmiş de olsam treni rayına sokabilirdim. Lanet olası sinek yerinden birkaç dakika geç havalansa da pencereden çıkıp serçenin dikkatini dağıtabilir, serçe kaldırıma inebilir, kedi serçeyi avlamak için yere atlayabilir, Retriever peşine takılıp kediyi birkaç sokak boyunca kovalayabilir, sahibi de canı çıkana dek onu izleyebilirdi. Bu olabilirdi. Gerçekten olabilirdi. Ama olmadı. Sineği korkutup uçmasını sağlamak için elimi yanına dek uzatıp parmaklarımı şaklattım. Tepki vermedi. İşaret parmağımın ucuyla sineğin hemen yanındaki duvara vurdum birkaç kez. Yine hareket etmedi. Sonunda dayanamayıp parmağımla yavaşça kanatlarına dokundum. O iğrenç şeffaf şeyler hafifçe titreşti. Ve tükürdüğümün sineği sonunda uçtu. Ama pencereye doğru değil. Hole doğru. Aynı anda ayakkabının sesini yine duydum. [Üzgünüm. Artık çok geç.] Ve Allah kahretsin ki gerçekten üzgündü. Her şeyin başlamasına neden olan o aşağılık ayakkabı gerçekten üzgündü. Bunu sesinden anlayabiliyordum. Ve onun üzüntüsü bana hızla dehşete doğru evrilen bir korku olarak sirayet ediyordu. Aman Tanrım! Karım ölecek! Hem de ben lanet olası bir ayakkabıyı yerinden kaldırmadığım için olacak bu! Korkuyu iliklerime dek hissediyordum. Bu korkunç şey ihtimal olmaktan çıkmış, hayatın kaçınılmaz gerçeklerinden biri halini almıştı. Karım ölecek! Delirecek gibiydim. Kalbim kulaklarımda vuruyordu. Yine de müspet bilime inanan yanım ayakta kalmaya çabalıyor, umut dolu cümleler üretiyordu. Karımın yaşaması bu denli anlık bir olaya bağlı olamaz, değil mi? Hey, hadi, Tanrı'nın insanların kaderini bir karasineğin keyfine göre belirlediğine kim inanır? Ben değil! Afrika'da bir kelebek kanatlarını çırptığında Kuzey Amerika'da fırtına çıkacağını düşünen gerzeklerden değilim! İşte bu! Evet, işte bu!

29


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Ama hayır! İşimi şansa bırakmayacaktım. Sinek hududu terk ettiğine göre kehanetin ikinci aşamasına geçmekten başka çare yoktu. Hızla pencereye yönelip balkona baktım. Serçe yerindeydi. Sinek olmadan da dikkatini çekip kaldırıma konmasını sağlayabilirdim. Aralık duran pencere kanadını ardına dek açıp ellerimi hızla birbirine çarptım. Çıkan ses gecenin sessizliğinde hatırı sayılır bir çınlama yarattı. Öyle ki, iki kat aşağıda, sahibinin tuttuğu kayışın ucunda tüylerini savurarak yürüyen Golden Retriever bile başını kaldırıp bana doğru baktı. Sahibi o kadar dikkatli olmamalı ki sağını solunu kolaçan etmekle yetindi. Güvende olduğuna kanaat getirip yürümeye devam etti sonra. Ve gerçekten de güvendeydi. O an için. Serçe telaşla havalandı. Birkaç tüyü kaldı geride. Ne var ki içten içe tahmin ettiğim gibi yere doğru değil, apartmanın üst katlarına doğru uçtu gitti. Artık katıksız dehşetin içindeydim. Kapıyı açmayı bile akıl edemeyerek pencereden balkona atladım. Uzanıp yan bahçenin duvarını görmeye çalıştım. Bunun için yarı belime kadar korkuluktan sarkmam gerekti, ama kediyi görmeyi de başardım. Tam zihnimde yer ettiği gibiydi. Sarı beyaz tüyleri olan irice bir kedi. Kuyruğunu altına toplamış, yarım ay halini almış, uyuyordu. Daracık duvarın üzerinde değil de kuş tüyü yatakta yatarcasına huzurlu görünüyordu. Yapmam gereken, huzurlu uykusundan uyanarak sokağa atlamasını sağlamaktı. Bu kadar basit. Balkonu bir uçtan diğerine kuşatan çamaşır iplerindeki mandallardan birkaçını aceleyle söküp aldım. Sağ elime aktardığım bir mandalla kediyi nişanlamaya uğraşırken sol elimdeki diğer mandalları düşürmemeye çalışıyordum. Panik hali bedenimi öyle ele geçirmişti ki bu basit şey bile çok bilinmeyenli bir denklemmişçesine zihnimi zorluyordu. Belki bu nedenle belki de kader öyle istediğinden ilk atışı ıskaladım. Mandal kedinin çok uzağına, ta bahçenin ortalarına dek uçtu gitti. Göz ucuyla köpekli adama baktım. Birkaç metre sonra bizim apartmanın önünden geçecekti. Her şey için çok geç olacaktı o zaman. Sonunda kediyi harekete geçirmeyi başarsam bile Retriever'ın görüş alanına giremeyecek ve bütün plan suya düşecekti. Derin bir soluk alarak sağ elime yeni bir mandal aktardım. Bu kez daha dikkatli ve mümkün olduğunca sakin şekilde nişan aldım. Bir, iki, üç... Mandalı fırlattım. Tam isabet! Kedi yerinde sıçrayarak dört ayağı üzerine dikildi. Şaşkınlıkla sağa sola bakarak saldırının nereden 30


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

geldiğini anlamaya çalıştı. Tehdit altında olmadığına kanaat getirmiş olmalı ki iki ayağını öne uzatıp kıçını havaya dikerek uzun uzun gerindi. Kuyruğunu salladı. Ve sokağa atladı. Tamam, dedim içimden. Yüce Tanrım! Oldu! Başardım! Köpek kediyi sokağa atladığı anda gördü. Hırlayarak çekiştirdi tasma kayışını. Sahibinin direnişiyle karşılaşsa da kediye birkaç hızlı adımla yaklaşmayı başardı. Kesik kesik birkaç kez havladı. Sesinde öfkeden çok ilgi vardı sanki. Hayrola, gecenin bu saatinde neden hâlâ ayaktasın, der gibi. Adam, “Hey, Goldi, sakin ol,” diyerek kayışı çekiştirdi. Sesi inceydi. Neredeyse kadınsı. “Goldi, sakin ol oğlum.” Kahretsin ki Goldi uysal bir köpekti. Bunu sarsılarak anladım. Kuyruğunu savurup kıçını sağa sola sallayarak sahibinin yanına gitti. Adamın bacaklarına süründü birkaç kere. Sonra uysal biçimde önüne dönüp yolu adımlamaya devam etti. Bir ara, yahu nasıl unuttum, dercesine kedinin olduğu tarafa döndüyse de kesik bir hav sesi çıkarmakla yetindi ve bu da zaten durumdan hiç rahatsız olmayan kedinin podyumdaki mankenler gibi kırıta kırıta yürüyüp uzaklaşmasını sağlamaktan başka işe yaramadı. Çaresizlikle korkuluları kavradım. Hâlâ sol elimde olan birkaç mandal yere düştü. O anda onları hayatıma benzettim. Fazlasıyla. Benim hayatım da düzeltmediğim bir ayakkabı yüzünden böyle yerlere serilecekti. Karım ölecekti. Ben de vicdan azabıyla baş edemeyerek ya delirecek ya da intihar edecektim. Korkum ve kederim öylesine yoğundu ki gelecekte olması muhtemel kötü bir kehanetle değil, geçmişe ait acımasız ve katıksız bir gerçekle karşı karşıya gibiydim. Kalbimin çürüdüğüne emindim ve size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki bu abartı değildi. Goldi'yle sahibi apartmanımızın önünden geçip sokak boyunca yürümeye devam etti. Birkaç metre uzaklaşmışlardı ki köpek komşu apartmanın önündeki ağaca doğru hareketleniverdi. Komik gelecek belki, ama kötü kaderimizi değiştirme ihtimalini aklıma sokan işte bu hareket oldu. Goldi'nin işeme isteği. Köpek işemek için durmasa muhtemelen balkonda öylece kalacak, sokağın diğer ucunda gözden yitmelerini çaresizce izleyecektim. Adam, “Umarım bu kez işini halledersin,” diyerek tasma kayışını biraz gevşetti. Sonra da kaldırımın kenarına oturup bir sigara yaktı. Omzuna astığı bez çantadan cep telefonunu ve kulaklığını çıkardığını gördüğümde aklımda apaydınlık bir fikir belirdi. Hâlâ şansım var! Her şeyi düzeltebilirim!

31


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Adam sabahleyin arabasına binmezse otobüs durağına dalmayacak, dolayısıyla karımın ölmesine neden olamayacaktı, öyle değil mi? Bu öylesine ışıltılı bir fikirdi ki o ana dek nasıl olup da aklıma gelmediğine şaşar buldum kendimi. Ama konu üzerinde düşünüp de zaman yitirme lüksüm yoktu. Hızla harekete geçmeliydim. Pencereden odaya geçtim. Hızla hole, oradan da mutfağa daldım. Tezgâh üzerindeki et bıçağını kaptım. Bir kez daha holü adımlayarak dış kapıya yöneldim. Koruma zincirini ve kilidi açarken omzumun üzerinden ayakkabıya baktım. Tüm bu kahrolası şeylerin tetikleyicisi değilmiş gibi sıradan görünüyordu. Ama hayır, her şeyin farkındaydım. Kehanetin farkındaydım. Yapmam gerekenin farkındaydım. Kapıyı ardına dek açık bırakarak apartman merdivenlerini inmeye koyuldum. Hızla. Bıçak sol elimdeydi. Sağ elimle tırabzana tutunmuştum. Ayaklarım çıplaktı. Mümkün olduğunca sessiz ve dikkat çekmeden hareket etmem gerektiğinden ışığı yakmamıştım. Ama sorun değildi. Öylesine odaklanmıştım ki karanlığın gizlediği her ayrıntıyı yarasa gibi görebiliyordum. Büyük metal kapıyı yavaşça açtım. Sağ kanadının zemine sabitlenmesini sağlayan yer sürgüsünü çıkarıp yan çevirdim. Yanıma anahtar almadığıma göre dış kapının otomatik olarak kapanması ihtimalini göz ardı edemezdim. Parmaklarımın ucuna basarak hızla adama yaklaşmaya başladım. Hâlâ kaldırım kenarında oturmuş sigarasını tüttürüyordu. Sırtı bana dönüktü. Kulaklıklar kulağında, telefon sağ elindeydi. Artık iletişim cihazı olmaktan çok medya eğlentisi halini alan cep telefonunun radyosunu dinliyor olabilirdi. Hoş, hiç de umurumda değildi bu. Adamın tam arkasına sokulduğumda hızla doğrulup çevreyi kolaçan ettim. Apartmanlardaki pencerelerin çoğu karanlıktı. Aydınlık olanların perdeleri de sımsıkı örtülüydü. Sokak lambalarının tembelce aydınlattığı sokakta sadece adamla ben var gibiydik. Ah tabii bir de Goldi. Ama yeni yetme Retriever hâlâ ağacın dibinde işini görmeye çalıştığından herhangi bir sorun oluşturmuyordu. Bıçağı iki elimle kavrayıp başımın üzerine kaldırdım. Kısacık bir an parıldadı sokak lambasının ışığı altında. Ama adamın dikkatini çeken bu ışıltı değil, bir anda önüne seriliveren gölgemdi. Yani, öyle sanıyorum. Durup da bunu ona sorma fırsatım olmadı. Adam merak dolu gözlerini bana doğru çevirdiğinde bıçağı hızla indirdim. Metal, boyunla omzun 32


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

birleştiği noktaya gömüldü. Yarısına kadar. Adamın o an çığlık çığlığa bağırmamasının nedeni sadece şaşkınlıktı. Tabii bunu da soramadım. Ama neredeyse eminim. Telaşla doğrulmaya çalıştı. Başaramadı. Kıçının üzerine düştü tekrar. Elini kaldırıp bıçağa uzanmayı denedi. Kısık bir inleme yükseldi boğazından. Sanırım daha ilk darbeyle ölmeye başlamıştı. Ama tabii işi riske edemezdim. Bıçağı hızla geri çektim. Ette açılan yarıktan organik bir fıskiyeymiş gibi kan fışkırmaya başladı. Adam öne doğru hamle ederek dizlerinin üzerine düştü. Elleri de yerdeydi. Bu haliyle Goldi'yle şakalaşmaya niyetlenmiş gibi duruyordu. Köpek de aynı şeyi düşünmüş olmalı ki kıçını sallayıp kuyruğunu savurarak geldi. Sahibinin yüzünü kokladı. Yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anlayıp inleyerek geri çekilmesi uzun sürmedi. Apartmanları bir kez daha hızlıca gözden geçirerek atıldım. Kanlı bıçağı sağ elime almıştım. Adamın yanına çömeldim. Saçlarını avuçlayıp başını geri çektim. Ancak o zaman anladım en fazla yirmi beş yaşında olduğunu. İçim sızladı. Ama duracak değildim. Bıçağın keskin yanını soluk borusuna dayadım. Gözleri dehşetle büyüdü. Neler olup bittiğini ancak anlıyor gibiydi. Dudakları aralandı. “Sen ne...” dedi. Ağzından sızan kan nedeniyle cümleyi tamamlayamadı. O zaman ona durumu açıklamam gerektiğini düşündüm. Caninin biri değildim. Kalpsiz değildim. Bir ölüm makinesi değildim. Mecbur olduğu şeyi yapan bir kader kurbanıydım sadece. Ne var ki zihnim cümleler üretemeyecek kadar kuruydu. Adamın yaşlarla ıslanan gözlerine baktım ve sadece, “Af edersin,” diyebildim. Ağzına dolan kanı tükürdü. Öksürdü. Güçlükle, “Sen ne,” dedi bir kez daha. “Bayan... sen ne... yapıyorsun?” O anda bilincinin kapandığını anladım. Katilini bir kadın olarak görmesi bunun kanıtıydı, öyle değil mi? Gerçi ince yapılıydım, saçlarım uzun ve atkuyruğuydu, yine de adamı yanıltanın bunlar olduğunu sanmıyordum. Belki de karşısında gerçekten beni değil, bir kadını görüyordu. Azrail'in kadın olarak görünmediğini kim iddia edebilir? Kulağına eğildim. Hâlâ yerinde duran kulaklığı çıkardım tırnağımla iterek. Parmak izi bırakmayı göze alamazdım. Kulaklık nedeniyle az önce söylediğimi duymadığını düşünerek bir kez daha, “Af edersin,” dedim. “Buna mecburdum. Ama merak etme. Acını dindireceğim.” Başını geri çekerek avucumdaki saçlarını kurtarmayı denedi. Gözlerindeki dehşeti son kez apaçık 33


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

görmeme neden oldu bu. Ardından bıçağı sürtmeye başladım. Kan omzundaki kadar tazyikli olmasa da gene yoğun şekilde boşaldı. Adam hırıltılar ve iniltiler arasında yüz üstü yığıldı. Elektrik verilmiş gibi titremeye başladı bedeni. Hızlı adımlarla geri çekilerek apartmanımızın gölgesine sığındım. Tamamen hareketsiz kalana dek izledim onu. Olur da kalkarsa diye içeri girmeye cesaret edemiyordum. Ama az ötede kaygılı bir sessizlikle inleyip duran Goldi ağır adımlarla sokulup sahibinin çevresindeki asfaltı kaplayan kanı yalamaya başlayınca her şeyin bittiğine ikna oldum. Sessiz adımlarla apartmana girip kapıyı kapadım. Yine ışığı yakmadan merdivenleri çıkarak dairemize girdim. İlk işim bıçağı yıkamak oldu. Üstümü başımı kontrol ettim. Tek damla olsun kan bulaşmadığını görmek rahatlamamı sağladı. Bıçağı mutfak tezgâhındaki yerine bırakıp yatak odasına yöneldim. Aralık kapıdan başımı uzattım. Karım hâlâ yorganın altında uyuyordu. Tüm olup bitenler sırasında rüyaların güvenli kollarında olduğunu bilmek içimdeki huzuru perçinledi. Gurur da duydum, inkâr etmeyeceğim. Karım yine benimleydi. Öyle de kalacaktı. Bunu ben sağlamıştım. Çalışma odamın penceresine giderek perdeyi araladım. Sokağa baktım. Kurbanım hâlâ boylu boyunca asfaltta yatıyordu. Goldi kanı yalamaktan vazgeçmiş, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırmış, üzüntüyle sahibinin çevresinde dolaşıyordu. Sonunda dayanamayıp ulumaya başladı. Öyle acı içinde bağırıyordu ki etinden et kesilmiş gibiydi. Hemen geri çekilerek perdeyi kapadım. Ağır adımlarla yürüyüp Macintosh'umun başına geçtim. Romanımın yazdığım kadarı ekranda ışıldıyordu. Olasılık Mezarlığı. Ve evet, belki de bu kez olacaktı. Belki de bu romanla görünmeyen bir yazar olma külfetinden kurtulacak, Forbes’ın ‘En Çok Kazanan Türk Yazarlar’ listesinde kendime Turgut Özakman’la Orkun Uçar arasında bir yer edinebilecektim. Sanıyorum daha önce de söylemiştim, ama yinelemekte fayda var, Orhan Pamuk bile Nobel aldıktan sonra gözüme her şey olası görünüyordu. Karşı apartmanlardan birinde bir pencerenin açıldığını duydum. Bir kadın, susmak bilmeyen Goldi'ye, “Hoşt! Hoşt!” diye bağırdı. “Git başka yerde ulu Allah'ın cez...” Sonra çığlık atmaya başladı. Başka pencerelerin açılma sesine ve hayret, korku, dehşet yüklü başka bağırışların duyulmasına neden oldu bu. Parmaklarımı kütürdeterek son yazdığım satırları okudum. Evet, kitap gerçekten iyi gidiyordu. Mahalle sakinlerinin gittikçe yükselen sesleri eşliğinde klavyenin tuşlarına basmaya başladım. Garip bir duyguydu. Tahmin edersiniz, dışarıda insanlar yeryüzüne filolar halinde inen ufolara tanık

34


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

oluyormuş, on binlerce yıldır söylenegelen kıyametin gerçekleştiğini görüyormuş, yolcu uçaklarının ikiz kulelere çarpmasını izliyormuş gibi çığlık atarken kendi zihninizi kurcalamakla yetinmek her durumda garipti. Hoş bir yabancılaşma hissi yaratıyordu. Bir masal kitabının içinden gerçek dünyaya bakmak gibi. Ve size tüm kutsal şeyler üzerine yemin ederim ki, kitap gerçekten iyi gidiyordu. Buraya dek okuduysanız teşekkürler. Şimdi oyunbozanlık yapacağım: Bu okuduğunuz, yazımı devam eden yeni romanım Olasılık Mezarlığı'nın giriş bölümüydü. İlk okuyanların Kayıp Rıhtım okurları olması gerektiğine karar verdim. Dilerim kitap yayınlandıktan sonra da buluşuruz. Sevgilerimle.

Aşkın Güngör

35


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Hayaller gerçeğin ta kendisidir. Hayallerin tek gerçeklik olduğuna inananlara… (Edgar A. Poe) ***

TÜRKUAZ Hayaller… Bir insanın sahip olduğu yegâne hazine… Hayal kurma yetisini kaybeden bir insan, tahmin edilenden çok daha fazlasını kaybetmiştir. Çünkü hayal kurduğumuz ölçüde varız ve hayal kurduğumuz ölçüde varlığımızı sürdüreceğiz. Bir kişi düşlediklerine ne kadar yakınsa, aslında düşlerini elde etmeye o kadar uzaktır; hayaller elde edilene kadar vardır çünkü. Ulaşıldığında yenisi arzulanır ve bu arzu yaşamın tek amacıdır. Ne denli talihsiz olduğumu bilemezsiniz. Hayal edebileceği her türlü şeye sahip birinin düştüğü umutsuzluğu tahmin edebilir misiniz? Hayatın temel ve evrensel tüm ihtiyaçlarına, dolayısıyla tüm hazlarına doğuştan sahip olmakla herkesten bir adım önde başlamıştım yaşamaya: çabalamadan, çalışmadan, diğerlerinin “hayatının amacı” yaptığı şeylere zaten sahip olarak doğmakla… Hayatımın ilk yılarına ait anılarıma mesken olan evimiz, diğerlerine tepeden bakacak kadar yüksekteydi. İnce bir kulenin üzerindeki şımarık bir adayı andıran yaşam alanımız, yapay bir bahçenin ortasına oturtulmuş devasa bir malikâneydi. Evimizin diğerlerine tepeden baktığını söylemiştim. Bu, ne kadar pahalı bir mevkide oturduğumuzun en belirgin kanıtıdır. Çünkü bir alan ne kadar yüksekte ise, fiyatı da o derece fazladır. Yüksek alanlar daha temiz bir hava, daha bol oksijen anlamına geldiğinden yalnızca yaşamak dışında nefes almak lüksünü de arzu edecek kadar varlıklı insanların tercihidir. Durum böyleyken ben, en yüksekte doğmuştum! Soyumuza büyük bir servet kazandıran, Türkiye’den başlayarak tüm dünyaya yayılan ve insanlığın vazgeçilmezleri arasına giren “Yanıltıcı Çipler” büyük dedem tarafından bulunmuştu. Sıradan bir biyoinformatik profesörü iken, bir anda dünyanın yarısını satın alacak bir servete sahip oluvermişti.

36


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

İnsanlığın en büyük ihtiyacını karşılamıştı bu buluşuyla: Kendi metabolizmanı yanıltabilmek… Yanıltıcı Çipler küçük kapsüller haline getirilmişti ve yutulması çok kolaydı. Bir kez yutulduktan sonra bedene yerleşiyor, dışarıdan kontrol edilerek beyne istenen sinyali yolluyordu. Örneğin çok mu yemek yediniz? Beyninize emredin yediklerinizi yaksın, depolamasın. Yolculuğa mı çıkıyorsunuz? Emredin karnınız iki gün acıkmasın. İstediğiniz acıyı duymayın, istediğiniz kadar uyuyun, ya da âşık olun… Hayal gücünüze kalmış. Daha bunun gibi pek çok emri beyninize verebiliyordunuz Yanıltıcı Çipler ile. Büyük dedem bir dahiydi. Onun dehası hem kendini hem de soyunun bireylerini zengin etmişti. Fakat onun için hissettiğim şey, kesinlikle minnet değildi. Büyük dedem hayallerimi çalmıştı bir kere. İstediğini, kılını bile kıpırdatmadan elde edebilecek kadar zengin biri ne ile mutlu olabilir ki? Hele benim gibi yapayalnız kalmışsanız, kimin mutluluğu ile avunabilirsiniz? Ailemi kaybetmek, hayata tutunduğum incecik pamuk ipliklerini koparan şey olmuştu. Bir kadını sevmek ve yeniden bir aile inşa etmek bile saçmadan da öte, anlamsız ve gereksiz geliyordu. Yapayalnız ölecektim ve bunu hak edecek kadar sevgisiz, bencil biri olup çıkmıştım. Fakat bencilliğimin, kaybettiğim mutluluğu ve heyecanı günün birinde bana altın tepsi ile sunacağını nereden bilebilirdim ki? Hayattan alamadığım zevklerin karanlık çukurlarında sürüklenirken aklıma acayip bir fikir gelip de yerleşivermişti: Aile servetimizi son kuruşuna kadar harcayacaktım. Evet, derdime, beş parasız kalmaktan daha içi bir ilaç bulunabilir miydi? Tüketmesine tüketecektim paramı, ancak böyle bir servet nasıl eritilebilirdi ki? Bağış yapmak beni amacıma ulaştırmazdı. Parayı kendim için harcamak, hem elde ettiğim şeyle mutlu olmak, hem de paramın tükenişini izlemek istiyordum. Aklıma gelen hiçbir yöntem beni tatmine ulaştırmıyordu; işte böylelikle başladım pahalı arayışlara. Satın alınabilecek, somut bir varlığın beni mutlu etmeyeceğini anlamam uzun sürmedi. Bir macera, bir serüven satın almalıydım. Fakat sıradan bir dünya turu işimi görmezdi. Arzuladığım şey daha büyük bir maceraydı. Eşi benzeri görülmemiş, duyanı kıskançlıktan çatlatacak, verdiği hazla beni kendime getirecek bir macera: bir uzay macerası. Ülkemin uzay bilimlerinde vardığı noktanın, dünyanın geri kalanına nazaran çok yükseklerde olması belki de beni bu fikre iten en önemli husustu. Yıllarca dünya devi sıfatıyla refah dolu zamanlar geçiren ülkelerin güçlerinin tükenmesi gibi, uzayda gezegenler üzerinde oluşturdukları üsler de birer birer yok oluyordu. Tam da bu sıralar uzay bilimlerinde yaptığı atılımla devreye giren ülkem, bu üslere ve daha pek çok gezegenin karanlık yamaçlarına Türk Bayrağını dikerek kâinatın her köşesine milletimin imzasını atmıştı. Elbette insanoğlunun hâlâ ayak basmadığı pek çok yer 37


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

vardı. Hatta belki de keşiflerimiz kâinatın azametine kıyasla gülünç orandaydı. Sınırları bilinmeyen bir alan hakkında fikir yürütmek öyle zordu ki… Tanınmışlığımı kullanarak Türk Uzay Bilimleri Araştırma ve Geliştirme Merkezi’ne, yani TUBAGEM’e kolayca ulaştım. Büyük dedemin bir zamanlar Merkez’e yapmış olduğu cömert bağışların da kabul edilmemde etkisi büyüktü tabii. Merkezin genel müdürünün karşısında otururken hissettiğim heyecandan başım dönüyor, vücudumda dolanan kanın, beynimi en ücra köşelerindeki zerrelere kadar büyük bir basınçla doldurarak zonklatmasına şahit oluyordum. Mutluluğumun anahtarı karşımdaki kısa boylu, çatık kaşlı adamın avuçlarındaydı. O anda diğer insanlar gibi Yanıltıcı Çiplerden bir tanesini vücudumda bulundurmadığıma pişman olmuştum. Dedeme duyduğum kin yüzünden çocukça bir şımarıklıkla kullanmayı reddettiğim kapsüller imdadıma yetişebilirdi. Heyecanımı yatıştırıp kalp atışlarımı normal seviyeye indirmeye büyük bir ihtiyaç duyuyordum. Genel müdür meşgul biri olmasına rağmen bana vakit ayıracak kadar nazikti. Tabii benim yerimde sıradan bir vatandaş olsa nasıl bir tavır alırdı bilemiyorum. Nezaketini kötüye kullanmamak için daha fazla sabrını zorlamadan çabucak lafa girdim. Fakat ölçüyü tutturamamış olmalıyım ki, “Ben bir uzay seyahatine çıkmak istiyorum. Turistik gezilere benzemeyen gerçek bir seyahat…” deyiverdiğimde önce gülümsemesi bir saniyeliğine yüzünde dondu, ardından suratında zoraki bir gülümseme peyda oldu ve en sonunda başını sallayıp, ellerini kavuşturup bana, bunu hiç beklemediğini itiraf etti. Belki de isteğimin saçmalığını yüzüme vurmak istiyordu. Ona hak veriyordum; isteğimin, servetimi tüketmek için seçmiş olduğum yöntem olması nedeniyle bir hayli “delice” olduğunu kabul ediyordum. Ama yine de kararlıydım; sözlerimi yineledim ve büyük bir bağış yapacağımı da ekleyerek her türlü masrafı karşılayacağımı belirttim. Genel müdür bu kez şımarık çocuğuna her istediğini elde edemeyeceğini anlatarak öğüt vermeye çalışan zengin baba rolüne büründü ve bana bunun yalnızca parayla çözülemeyeceğini babacan tavırlarla izah etmeye koyuldu. Almam gereken eğitimi ayrıntılarıyla değil de yalnızca “zorlu bir eğitim” şeklinde tanımladığında, beni caydırıp başından savmaya çalıştığını kolayca anlamıştım. Lafını kestim ve hepsine razı olduğumu söyledim. Başta, seyahati gerçekleştirme nedenimi açıklamak istememiş olsam da başka çarem olmadığını görerek “servetimi tüketme” fikrimi açıkça anlattım ve başıma gelecek tehlikeleri hiç umursamadığımı söyledim. Konuşmamın tek kelimesinde dahi yalan yoktu. Tüm samimiyetimle bu seyahati ne denli arzu ettiğimi anlattım. Kararlılığımdan etkilenmiş gibiydi. Onu ikna etmeye 38


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

giden yolun üzerini kapatan taşları birer birer kenara çektiğimi hissediyordum. Nitekim tahmin ettiğim gibi de oldu. Sonucun bana haber verileceği sözünü aldıktan sonra işi olmuş bilip, sevinçle Merkez’den ayrıldım. Genel müdürden gelecek haberi beklerken geçirdiğim sabırsızlık nöbetlerini daha kolay atlatmamı sağlayan tek şey, isteğimin kabul edildiğini varsayarak çocukça ve tüm benliğimi esir eden hayaller kurmak olmuştu. Aksine tahammülüm yoktu. Yaşayacağıma inandığım serüvenin gerçekleşmeyecek bir hayalden ibaret olduğunu düşünmek beni muazzam buhranların içerisine sürüklüyordu. Akıl sağlığım bu hayallere bağlıydı ve serüvenime başlamadan evvel aklımı kaybetmeye hiç niyetim yoktu. Sonunda beklediğim haber umduğum sonuçla bana iletildiğinde, endişe haliyle ne komik durumlara düşüp de kendime eziyet ettiğime şaşırmıştım. Artık genel müdüre ikinci isteğimi açıklamanın zamanı gelmişti. Ben insanoğlu tarafından hiç görülmemiş ve hiç ayak basılmamış bakirlikte bir yere gitmek istiyordum. Komşu galaksinin çorak gezegenlerinde son yıllarda zengin züppeler tarafından tertip edilmesi moda olmuş partilerden bir yenisini vermek değildi niyetim. Baş döndürücü bir uzaklığı arzuluyordum ve bu isteğim gerçekleşmediği takdirde büyük bir hayal kırıklığı yaşayacak olsam da hiç gitmemeyi tercih ediyordum. İsteklerim hayal bile edemeyeceğim çabuklukla kabul edildikten sonra birkaç ay sürecek eğitimime başlamıştım. Genel müdürün beni caydırmak için abarttığı kadar olmasa da epey yorucu geçmişti bu süre. Benim gibi hayalleri uğruna her şeye katlanmayı göze almış birine göre bile zahmetliydi. Son olarak bu seyahate kendi isteğimle çıktığımı, başıma gelebilecek herhangi bir kazadan kimseyi sorumlu tutmadığımı belirten belgeleri imzalayıp yüklüce bir bağışta bulunduktan sonra yolculuğa birkaç gün içerisinde çıkabileceğim söylendi ve beni şaşırtmaktan ziyade ürküten, ama bir o kadar da heyecanlandıran bir haber verildi: Yolculuğa tek başıma çıkıyordum. Bana açıklandığına göre bunun nedeni, genel müdürün benim bu seyahate çıkmamı kabul etmesinin nedeni ile aynıydı. Henüz bu denli uzaklığa hiç gidilmemişti ve karşılaşılacak fiziksel ortam konusunda herhangi bir fikir mevcut değildi. Dolayısıyla ilk seyahatin kahramanı olacak gözü pek, ya da canına susamış bir kimse bulunamamıştı. Zaten TUBAGEM de milyonlarca Lira döktüğü bir uzmanını gözden çıkarmak istemiyordu. Sonunda benim gibi birisi çıkıp geldiği için hem sevinmişler, hem de endişelenmişlerdi. Fakat imzaladığım -“tüm mesuliyeti” kabul ettiğimi belirten- belgelerden sonra aradıkları avanağı bulduklarını anlamışlardı. Kısacası her iki taraf da memnundu. En azından onlar öyle zannediyordu. Çünkü benim duyduğum memnuniyet kahkaha ise onlarınki ancak

39


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

tebessüm olabilirdi. Ebeveyni korkutup, beyinlerine kan sıçratmak için zirzop arkadaşlarla yapılan ufak kaçamaklardan değildi bu seferki seyahatim. Gideceğim yer hakkında gönlüm arzu ettiğince ipe sapa gelmez hayaller kurabiliyor olsam da, herhangi bir fikrim mevcut olmadığından kurduğum hayallerin yanılma paylarının derinliği, yanıma almam gereken eşya konusunda zihnime tam bir dumûr hali yaşatıyordu. Nelerle karşılaşacağımı hiç bilmiyordum. Atmosferin durumu, yer çekimi ya da bunun gibi pek çok faktör yanıma almam gerekenleri etkilerdi. Bir müddet düşündükten sonra tedarikli bulunmaktan bir zarar gelmeyeceğine kanaat ettim ve sıcak su bulup bulamayacağımı düşünmekten vazgeçip tutkunu olduğum Türk usulü nefis kahvemi de yanıma almaya karar verdim. Kahve paketi küçük seyahat çantamda öylesine yalnız, öylesine mutsuz görünüyordu ki, onun girdiği bir çantaya daha başka ufak tefek şahsi malzemeleri koymamak kahveye büyük bir haksızlık olacaktı. Güneş gözlüğüm, nemlendirici losyonum ve küçük bir plaj havlusunu da çantaya koyduğumda kahve paketinin artık o kadar da eğreti durmadığını fark ederek memnun olmuştum. Gideceğim yer hakkında saçma sapan fikirlere kapıldığımı biliyordum. Her ne kadar hazırladığım çantadan pek belli olmasa da akıl sağlığım yerindeydi. Ben yalnızca şansımı deniyor, sonradan üzülüp pişman olmaktansa baştan hazırlıklı olmayı yeğliyordum. Yine de çantamı kimseye göstermemem gerektiğini bilecek kadar aklıbaşındaydım. Benim gibi “her ihtimali göz önüne alan” birine sıklıkla rastlamak pek mümkün değildi. Kalkışın gerçekleşeceği günün sabahında, geceleyin gözümü dahi kırpmadığım için uyanmakla ilgili herhangi bir problem yaşamamıştım. Sabaha kadar dönüp durmaktan vahşi bir hayvanın darmadağın ettiğini düşündürecek kadar berbat biçimde dağıttığım yatağımı terk edip mutfak yardımcılarımın benim için hazırladığı hafif kahvaltımı yedim ve kalkışın gerçekleşeceği üsse gitmek üzere yola çıktım. Şehrin yerleşim alanı dışında kalan büyük bir arazinin tam ortasına kurulmuş olan TUBAGEM Üssü’ne vardığımda büyük bir hareketlilik gözüme çarptı. Onlarca insan, kısa bir zaman sonra çıkacağım yolculuğun kusursuzca gerçekleşmesi için titizce çalışmaktaydılar. Gelişimi heyecanla karşılamışlardı. Kendimi, bunca hazırlığın tek kahramanı, dolayısıyla günün en önemli kişisi gibi hissediyordum. Nitekim görevliler de benden farklı bir düşünce içerisinde değillerdi. Aracım muazzam görünüyordu. Gideceği yeri küstahça işaret eden devasa metal bir parmağı andırıyordu. Heyecanlanmamak mümkün değildi. Mekiğe hayranlıkla bakarken görevliler gelip, son

40


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

kez sağlık kontrolünden geçmem gerektiğini söyleyerek beni üssün beyaz boyalı büyük binasına götürdüler. Son günlerde çektiğim uykusuzluk illeti sayılmazsa çok iyi bir sağlık kondisyonuna sahip olduğumu söylediler ve çok kısa bir süre sonra mekikte yerimi alacağımı hatırlattılar. Midem, hissettiğim tarif edilemez heyecanın şiddetiyle kasılmış, ellerim buz kesmiş, sesim titremeye başlamıştı. Mekiğe girip yerime yerleştikten ve önceden hazırlamış olduğum çantamı şeffaf, basınç korumalı dolabın içerisinde gördükten sonra göreceli olarak sakinleşmiştim. Artık beklemekten ve yolculuğumun keyfini çıkarmaktan başka işim kalmamıştı. Bundan önce pek çok kez kendi güneş sistemimiz içerisinde gezmiş, çeşitli gezegenlere turistik seyahatlerde bulunmuştum. Bu yüzden aracımın ilk kalkışı ya da fezaya çıktığım ilk dakikalar beni gördüklerim açısından pek heyecanlandırmadı. Elbette daha önce bindiğim araçlara nazaran, hali hazırdaki aracım çok daha hızlıydı ve bu durum beni azıcık heyecanlandırmış, biraz da midemin kalkmasına sebep olmuştu ama genel olarak kalkışımdaki halimden daha sakindim. Fakat çok geçmeden hıza alıştım, oksijen, basınç ve yer çekimi düzenleyicilerinin de yardımıyla kendimi çok daha rahat hissetmeye başladım. Aracım izlemesi gereken rotayı kusursuzca izlediği ve kumanda edilmeye gerek duymadığı için de biraz istirahat edip dışarıyı gözlemlemeye karar verdim. Kalkışımdan saatler sonra kendi güneş sistemimizin dışına çıkmakta olduğumun farkına vardım. Bir zamanlar insanoğlunun bir ömre sığmayacağını düşündüğü mesafeleri saatler içerisinde alıyor olmaktan tuhaf bir gurur duyduğumu bile söyleyebilirim. Sistemden dışarıya yalnızca birkaç kez çıkmıştım ama boşlukta yön tayin etmek mümkün olmadığı gibi etrafın birbirine benzemesi nedeniyle buralara daha evvel gelip gelmediğimi bir türlü kestiremedim. Kendimi yorgun hissediyordum. Günlerin uykusuzluğu yorgunluk olarak bir anda bedenime üşüşmeye başlamıştı. Yeni fiziksel ortamın böyle bir etki yapabileceği önceden belirtildiği için telaşlanmadan uyuma kabinine giderek hem biraz dinlenmek, hem de vakit geçirmek için emniyet kemerlerimi çözerek ayağa kalktım. Uyuma kabinin darlığı ya da diri diri tabuta giriyormuşum hissi vermesinin dışında büyük bir sorunum yoktu. Güzel bir uyku çekmekten başka bir şey istemiyordum. Dünyadan ayrılalı iki gün olmuştu. Hesaplarıma göre yarım günlük yolculuğum kalmıştı. Hâlâ simsiyah, koyu kıvamlı bir sıvının içerisinde yüzüyormuşum gibi hissediyordum. Etrafımdaki parlak noktalar ve türlü renkteki gezegenler kayıp gidiyor, yerlerini ara sıra ışık sarmallarına, bazen de öbekler halinde uçuşan sivrisineklere benzer meteor topluluklarına bırakıyordu. Aracımın akıl almaz hızı zihnimi toparlamama engel oluyordu. Aynı anı peş peşe yaşıyormuşum gibi hissediyordum.

41


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

TUBAGEM’in yaşanılır bir gezegen olabileceğini düşünerek beni gönderdiği 318A-72’ye varmama dakikalar olduğunu düşünüyordum. Yolculuğun bana söylenen süresinin sonuna gelmiş olmamın yanı sıra hızımın da hissedilir şekilde azalması ve koyu yeşil görünen bir gezenin yörüngesine girmeye başlamış olmam bunu doğruluyordu. Kısa bir süre sonra neler yaşayacağımı, ne çeşit bir yerle karşılaşacağımı bilmiyordum ve bu his beni sarhoş ediyordu. Heyecanlanmak, sabırsızlık duymak ve mutlu olmak uzun zamandan beri unuttuğum hislerdi. Doğuştan kör birine ışık bahşedilmiş gibi mutluydum. Eşsiz bir gezegene ineceğim anı iple çekiyordum. Gezegene giderek yaklaştığım sırada aracımın dışarıyı görmemi sağlayan saydam panelleri güvenlik nedeniyle kapatıldı. Bana bundan bahsedilmişti: Aracım inilecek yüzeyi tarayarak renk ve doku bakımından onu taklit edecekti. Bir bukalemun gibi saklanmak beni bilinmeyen tehlikelere karşı koruyacaktı. İşe bir de güzel yanından baktım. İneceğim gezegen yavaş yavaş serilmeyecekti gözlerimin önüne. Gözünü açtığında doğum günü armağanını tam karşısında bulması için gözleri önceden kapatılan çocuklar gibi ben de armağanımı ansızın görecek, büyük bir heyecanı bir anda yaşayacaktım. Panellerin kapanmasından itibaren etrafımı bir periskop yardımıyla görecektim. Aletin başına geçip gözümü yerleştirdim Kısa süre sonra gezegenin ilk görüntüleri alacağımı düşünürken aletin çalışmadığını fark ettim. Görebildiğim tek renk siyahtı. Endişelenmemin gerekip gerekmediğini bile bilmiyordum. Büyük bir arızanın habercisi olabilir miydi bu? TUBAGEM’le iletişime geçip durumumu rapor etmem de imkânsızdı. Önceden tahmin edildiği gibi, ulaşılması planlanan 318A72 haberleşmeyi engelleyecek kadar uzaktaydı ve herhangi bir problem çıkmaması için dua etmekten başka seçeneğim yoktu. Bekleyip, armağanımı aracın dışına çıktıktan sonra görmekten başka çarem yoktu. Bana söylenilene göre gezegen yüzeyine indikten ancak iki saat sonra dışarıya çıkabilecektim. Bu sürede araç etrafı gözlemleyecek, oksijen seviyesi, basınç, yer çekimi ya da atmosferde bulunabilecek diğer gazlar gibi dış etkileri kontrol edecekti. Bekleme süremin sonunda aracın vereceği raporu almak üzere kumanda bölümüne geçtim. Birkaç dakika içerisinde raporu dev ekranda gördüm: Uyumlu… Aracın onayını almamla birlikte çıkış kapısının açıldığını duydum. Her ihtimale karşı giymiş olduğum giysilerimin ağırlığı altında ezilerek kapıya ilerledim. Heyecandan gözlerimi kapatmıştım. Derince bir nefes arak gülümsedim ve gözlerimi açtım. Şaşkınlık, hayal kırıklığı, korku, ama mutluluk değil… Hissettiklerim bunlardı. Gözlerimi açmadığımı düşünüp yeniden kırpıştırdım. Etraf karanlıktı. En ufak bir ışık kaynağı ya da 42


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yansımadan kaynaklanan refle mevcut değildi. Canıma susamamıştım ve bu boşluğa inmeye hiç niyetim yoktu. Yeniden araca girmeyi dakikalar sonra akıl edebildim. Saatlerce kendi kendime fikirler ürettim. Aracın Dünya ile iletişimi sağlayan cihazın güneş sistemi dışına çıkıldığında çalışmadığını bile bile yine de kontrol ettim. Sonunda aracımın yanlış hesaplarda bulunduğuna kanaat getirdim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Aracı kumanda etmeme imkân yoktu. Yapabileceğim tek şey geri dönüş programlamasını devreye sokmaktı. Bunca yoldan eli boş dönecek olmama inanamıyordum. Aracımın güvenlik için gerekli gördüğü sürenin sonuna gelindiğinde gözlem panelleri tek tek açılmaya başladı ve ben aracımın içerisine dolan güneş ışığıyla kendime geldim. Nasıl da akıl edememiştim? Ay ışığından mahrum bir gezegenin gecesi elbette zifiri karanlık olacaktı. Şimdi güneş, daha doğrusu güneşler doğuyordu ve ben sabahın ilk ışıklarıyla hayalini kurduğum bu yere inebilecektim. Çocuksu bir mutlulukla korkmadan aracımdan indim. Yerdeki toprak koyu kahverengiydi ve hafif ıslaktı. Etrafım, ömrünün her dakikasında yapay hormonlarla beslenerek büyümüş gibi görünen, topraktan adeta fışkırmış devasa bitkilerle doluydu. Burasının Dünya’dan pek farkı yoktu doğrusu. O anda aklıma geliveren bir fikirle başlığımı çıkardım. Aldığım ilk nefes önce beni öksürttü çünkü tamamen doğal ve tertemiz bir havayı ömrümde ilk kez ciğerlerime çekiyordum. Bundan cesaretle tüm giysilerimi çıkardım, yön bulma cihazımı aracımı bıraktığım yere senkronize ettim ve belime silahımla iki küçük çakıyı taktıktan sonra keşif gezisine çıktım. Islak toprak, gürbüz ama bodur bitkilerin toprağın dışına taşmış kökleri ve bir insan büyüklüğündeki koca yapraklar ilerlememi güçleştiriyordu. İlginç bulduğum her şeyden ufak birer örnek alarak ve fotoğraflar çekerek yürüyordum. Bir müddet sonra ilerlemekte olduğum yönden kuvvetli bir su sesi geldiğini işittim. Ses gitgide şiddetleniyordu ve sesin kaynağının büyük bir çağlayan olduğuna ikna olmuştum. Az sonra tahminimi doğrulayan manzaraya ulaştığımda şaşkınlıktan ve sevinçten deliye dönmüştüm. Büyük bir kanyonun tepesindeydim ve daha önce hiç görmediğim kadar su, köpürerek daire şeklindeki kanyondan aşağı dökülüyor, nefis bir görüntü oluşturuyordu. Kendi Dünyamdaki Niagara Şelalesi'nin bozulmadan önceki haliydi karşımdaki. Eski halini fotoğraflardan gördüğüm şelalenin su akarken nasıl göründüğüne dair pek çok hayal kurmuştum ama bu denli dehşet verici güzellikte olabileceği hiç aklıma gelmemişti. Manzaranın güzelliğinin verdiği sersemlikten kurtulunca, izlemekte olduğum yolun tükendiğinin

43


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

farkına

varabildim.

Çok

istememe

Haziran 2010

rağmen

gezimin

buradan

sonrasını

yürüyerek

gerçekleştiremeyecektim. Aracıma dönerek beraberimde getirdiğim ve eğitimim sırasında kullanmasını öğrendiğim küçük uçağımı çıkararak hazır konuma getirdim ve gezegeni yüksekten keşfetmeye koyuldum. Yeşilin tüm tonlarını üç bir taraftan aydınlatan güneşler mavi gökyüzünde asılı pırlantalar gibi görünüyordu. Altımda akıp giden nefis manzara kâh tropik ormanlar, kâh krater gölleri, kâh yılankavi kıvrılarak akan nehirlere dönüşüyor, beni hayretten hayrete sevk ediyordu. Kendi Dünyamın da bir zamanlar böyle göründüğünü düşünmekten kendimi alıkoyamıyor, hüzünle mutluluğu aynı anda yaşıyordum. Birkaç günlük keşif gezilerimin sonucunda gezegenin epey küçük olduğunu, çeşit çeşit kuşlar ve yırtıcı hayvanlardan başka sakininin olmadığına ikna olmuştum. Burası küçük bir cennetti. İnsan ya da insan kadar vahşi bir akıllı-varlığın tacizinden kendini korumayı başarmış masum bir cennet… Fakat ben onu bulmuştum ve bu keşfim sayesinde kim bilir ne hale dönmesine sebep olacaktım. Bu düşünce bir anda beynimde belirmiş, yüreğimin sıkışmasına neden olmuştu. Bir karar vermeliydim. Keşfimin sırlarını açıklayacak mıydım, yoksa burası benim gizli cennetim olarak mı kalacaktı… Geri dönüş zamanını belirleyecek olan bendim. Kararımı vermeden önce burasının tadını çıkarmak istiyordum. Küçük uçağımla gezegenin dört bir yanını dolaştım, tropik meyvelerinin tadına vardım ve eşsiz güzellikteki çiçeklerini kokladım. Aldığım her lezzetle kararımı daha da kolay verdim. Keşfettiklerimi asla açıklamayacaktım. İnsan arzularının ve hırslarının uzay çölündeki bu masum vahayı yok etmesine izin vermeyecektim. Küçük cennetimin anıları yaşadığım sürece beni besleyerek bana yaşam gücü verecekti. Verdiğim karar, aklımı meşgul etmekte olan buhranlı düşünceleri uzaklaştırmamı sağlamıştı. Nihayet tatilim tadını çıkarabilecek, kuru dallar ile yaktığım ateşin üzerinde ısıttığım suyla kahvemi yapacak, güneş yanıklarından korkmadan sahilde uzanabilecektim. Sonsuza kadar burada yaşayabilirdim ama aklıma gelen bu çılgınca fikri hayata geçirmeye cesaret edebilir miydim? Pek iyi, arıtılarak sokaklara salınmış oksijen, tene değmesi büyük sakıncalar arz eden, insanlardan intikam almak için cayır cayır yanan bir güneş, küstürülen hayvanların terk ettiği yapay ormanlar ya da kurumuş dere yataklarıyla kuruyarak çekilmiş, bir avuç sudan ibaret denizlerin kayalık sahilleri özlenir miydi? Daha da önemlisi insan, nasıl görünürse görünsün evini özler miydi? Aklım karışmıştı. Yeni bir karar mecburiyeti dikiliyordu önümde koca bir dağ gibi… Düşünmemek, yalnızca anın keyfini çıkarmak gerekti. Tüm hücrelerim katıksız oksijenle dolana, kanım temizlenene, midem 44


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

tropik meyvelerin tadından ettiği bayramı sıradan bulana kadar kalmak istiyordum. TUBAGEM arkamdan yas tutmazdı nasıl olsa. 318A-72’ye gelişimin yirmi beşinci günü, tahmin bile etmediğim kadar bencil olduğumu fark ederek şaşırdım. Sıradan bencil bir insan bu cennete kalıp, arkasında bıraktıklarını hiç düşünmeden sahip olduğu koskoca gezegenle kendi kendine övünür, hayatını bu topraklarda geçirirdi. Fakat ben daha beter bir ruh halinin esiriydim. Bencilliğimin şiddeti olmasa bile şekli çirkin boyutlardaydı. Kendimi artık tanıyordum. Keşfettiğim şey, burada kalmamı engelleyecek kadar tuhaf bir düşünceydi: Kendime ayırdığım cennetten haberi olmayan zavallı insanları görme arzusu. Onların habersiz olduklarını görmezsem kendime sakladığım cennetimin tadını tam anlamıyla alamayacaktım. O talihsiz insanlara ihtiyaç duyuyordum. Kendi ışığımı görebilmek için karanlığa gereksinimim vardı. Gidiyordum. Yeterince tadını çıkardığım gezegenimden ayrılıyordum. Kararımı vermiş olmanın huzuruyla hazırlıklarımı tamamladım. Çektiğim fotoğrafları kendime sakladıktan sonra örnekleri seyahat çantama gizledim ve yapmam gereken son işi bitirmek için küçük uçağımla “Türkuaz” adını verdiğim gezegenin, en yüksek noktasına ulaştım. Al bayrağımı gezegenin rüzgârlarında nazlı nazlı salınması için en tepeye diktim. Bu gurur, hayatım boyunca yaşadığım en güzel anların bir neticesi olarak yaşadığım sürece kalbimde ve beynimde benimle birlikte olacaktı. Yaşadıklarımdan haberi olmayan talihsiz insanları her gördüğümde ise yeni bir mutluluk yaşayacak, hayatıma anlam katan bu seyahati ölene dek aklımdan çıkarmayacaktım. TUBAGEM’e söyleyeceğim şey ise basitti: “Yanılmışsınız, bol bol kayadan başka bir şey orada…”

Ayfer Kafkas

45


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ASET Evrene düşüşleri muhteşem olmuştu, onlar buna ıstırap dediler. Onlara bir görev verildi, buna kölelik dediler. Bu hikâye, farklı yerlerde farklı zamanlarda uydurma isimler takma cüretinde bulunduğumuz tanrıların evrene geliş sebeplerinin bir özeti, artık kendilerinin bile unuttuğu o eski ülkelerinden kovulma hikâyelerinin sadeleştirilmiş bir raporudur. “Beni tahtın kraliçesi ilan ettiğin için sana şükranlarımı sunmaya geldim, yüce Tauron. Ruhumun kıvılcımını çaktırmandan bu yana yaşadığım en heyecan verici olaydı bu. Hâlâ o coşkulu kalabalığın müzikli gürültüsünün zihnimde dalgalandığını hissedebiliyorum ve bu evrenin bir töresi olan o geçip gitmiş anı ruhumun bir köşelerinden çıkarıp tekrar tekrar yaşama sevincini duyuyorum. O ne muhteşem bir kutlamaydı! Türümüzden hayatta kalan herkes aynı büyük heyecanla tacımı giymemi seyretti ve Tauron efendim, ben, o tanıdık varlıkların gölgeler halinde birbirlerine üzerine sarıldığı tek-vücudun önünde, bu yepyeni evrende bir tanrıça olarak var olmanın heyecanını ilk kez yaşadım ve şunu anladım ki: Her ne kadar artık çok değişmiş hatta bambaşka bir varlığa dönüşmüş dahi olsam da yaşamak, var olmak, bir kimliğe ve anılara sahip olmak çok, çok büyük bir onur!” “Evrene düşüşünden beri yaşadığın bunalımı atlatabilmen için düzenlendi tüm bu tören zinciri, düşüşün alçaltıcı etkisini hafifletmek için. Ve ne mutlu sana ki artık bir ismin var, sana yeni dilimizde tahtın kraliçesi anlamına gelen Aset diyecekler.” “Alışması zor, tuhaf bir isim bu. Ve niye bu kadar kısa?” “Artık eski mekânımızda değiliz, Aset’im – burada zaman, çarkları öyle büyük bir hırsla ve dönülmez bir hızla dönen bir canavardır ki tüm canları dişlileri arasında katarak ilerler, sayısız canın kurtulmak için attığı iç parçalayıcı çığlıklarını duymaz bile. Zaman, bu evrende her canlının ortak düşmanıdır. Bu nedenle burada hepimiz zamana köleyiz, ama ona karşı koymak, yıpratıcı gücüne boyun eğmemek, işlerimizi istediğimiz düzende ve hızda yürütebilmek için türümüzün yaşamına dair pek çok şeyi kısa tutmak zorundayız. Senin ismin de kısa tutmamız gereken şeylerden biridir.” 46


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Konuştuğumuz bu basit dile, bana layık gördüğünüz bu isme ve evrenin nice yeni ve garip törelerine alışmaya çalışacağım. Bana bu evren denilen ışıltılı cisimlerin kara boşlukta yüzdüğü yörenin törelerinden bahseder misin?” “Bu evren, dualisttir, Aset. Burada, tek doğru ve tek yanlış yoktur; tek gerçek yoktur, hiçbir sonuç tek sebebe bağlı değildir, ortak bir zihinsel mekanizma tarafından algılanan tek bir zaman boyutu, tek bir duygu, tek bir arzu olmadığı gibi tek bir doğru da yoktur.” “Biz çatışmalar evrenine mi düştük yani?” “Doğru bir çıkarımda bulundun, güzelim Aset. - Burası, çatışmalar evrenidir. Ama her şey her zaman göründüğü gibi kötü değildir, nurlu suratın binlerce parlak yıldızı karartacak denli asılmasın. Şunu hep aklında bulundurmalısın: Çatışmanın olduğu yerde uzlaşma da vardır. Sıkıntının olduğu yerde huzur da var olacaktır. Denge, benim uysal Aset’im, bu evrenin en kısa süren orjisidir, zevk-ü sefasıdır. Dualist evrenin iki kutbu bir denge haline ulaşmak için sürekli çarpışıp duracak, birbirlerini sonsuza dek yok etmeye çalışan aykırı kutuplar, halkların bir kutupta ne kadar güçlü olursa olsun, hep var olacaktır. Ne iyi ne de kötü gelmesi kesin olan ama hiç gelemeyecek gibi görünen “sona” dek bakidir. Ne tam huzur ne de tam bir sıkıntı hali bu evrene hâkim olabilir. Yüzler ne hep asıktır ne de hep güleç. Ne sürekli çalışma vardır ne de sürekli dinlenme. Hep bir denge durumu en kalabalıktan, en kuytusuna kadar evrenin her yerine hâkimdir. Acı da rahatlama da, önceden tayin edilmiş mükemmel bir adaletle evrendeki ruhu olan tüm canlılara eşit olarak paylaştırılmıştır, burası bizim geldiğimiz evrenden çok farklı bir mekân. Parlak yüzlü Aset’im, bu evrendeki hayatından şimdiye dek memnun kaldın mı?” “Bu evren bizim gibi meraklı türler için ideal bir mekân. Sürekli yenilenen bu çeşitlilikten aklımı kaybedebilirim! Üstelik tüm bu halklar, hayvanlar, bitkiler ve sistemler öyle süslü ve biricikler ki hepsini anlayabilmem için bu evrende geçirdiğime denk bir zaman boşlukta bir oraya bir buraya seyahat etmem gerekecek. Ve tabii ben gezmek, yeni yerler tanımak için arkamı döndükçe başka bir yerlerde yeni hayatlar, düzenler fışkıracak ve bu sanırım böyle sürüp gidecek.” “İşte bu nedenle artık yeni çocuklar doğurmalısın. Sizlere tayin edeceğim halkların liderleri olmanızı ve onları tek doğru yol üstünde tutmanızı istiyorum.” “Nasıl olacak bu, bizden tam olarak istediğin nedir?” “Yıldızların çıplak tepelere düşürdüğü ışığın güzelliğinden ya da aslanın pençesinin ağırlığından

47


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

sorumlu değilsiniz. Otların hoş kokusundan ya da böceklerin yuvalarını tasarlama biçiminden de sorumlu değilsiniz. Bu evrenin düzenini değiştirmeniz engellenmiştir. Siz ancak insanları değiştirebilirsiniz. Ki ne mutlu aranızdan bunu başarabilenlere! Onlara yaşama dair her şeyi öğretmenizi istiyorum. Dilinizi, doğayı ve onun kanunlarını, yaşamayı, hayatta kalmayı, anlaşmayı, uzlaşmayı, inşa etmeyi, torunlarına miras bırakacak eserler üretmeyi ve bunun neden önemli olduğunu… Onların kaderini yöneteceksiniz, onlardan yardımınızı esirgemediğiniz koruyucuları, tanrıları ve tanrıçaları olacaksınız.” “Bizim dilimizi anlayabileceklerini mi düşünüyorsun?” “İnsanların bir kısmı çoktan bu dili konuşmaya başladı. Yaratıcı’nın gazabına uğramadıkları sürece hep bu dili konuşup gideceklerinden eminim. Öyle çatık kaşlı bakma, Aset’im! Evet, bu konuştuğumuz bir halkımızın dilidir. İsyan etmeye başlamadan önce bunun benim buyruğum sonucu olduğu fikrine kapılma, bu bizzat Yaratıcı’nın emridir. Bize emredildiği üzere artık bu dili konuşacağız. Halklarımız, birkaç seçilmiş öğrencimiz dışında, bu dilin içerdiği ölçülerden bihaber olacaklar. Meleklerin ışıltılı dudaklarından fışkıran kutsal emir budur. Söylediklerine göre, Yaratıcı çatıları ayaklarının dibine dek yükselen, haritasını meleklerden başkasının bulamayacağı, diğer tüm evrenlerin karanlığından arınmış bir mekân yaratmış. İlk insanı bir sebeple buradan çıkarmış ve böylece hikâyeleri bizimkinin neredeyse tıpkısı olan düşmüş bir soy ortaya çıkmış. Görüyorum ki hangi talihsiz halktan bahsettiğimi anladın, zeki Aset. Ama ne olursun acı bir şekilde seyahat yollarımızın anısını canlandıran yaşlar akıtmayı kes!” “Bahsettiğin o düşmüş halk, İnsanoğlu mu? Ben Yaratıcı’nın ikramından kovulmuş bir halka mı Tanrı olacağım? O zavallı cüce halka mı? O gökyüzüne ulaşamayanlara mı, yıldızların tenine dokunamayanlara mı? O küçük ve kırılgan ve faydasızca kaynayıp duran topluluğa mı? Onlar yalnızca başka canlıların ölüleri üzerinde beslenen aç böcekler değiller mi? Takvim tutmayı beceremeyen, sayıların hesabını yapamayan, bedenlerindeki en ufak kusurda ikiye bölünmüş solucanlar gibi kıvranan, aptal, taklitçi, doğaya karşı duyarsız, kendi özlerinden habersiz, gözleri ve kulakları yalnızca tek bir boyuta açık olan halkı mı kastediyorsun? Kendilerini tek bir gezegene mahkûm etmiş ırkın Tanrısı mı olacağım? Benim hak ettiğim bu mu? Işık ve karanlığın bir, yönlerin çok olduğu, seyahat yollarımın yoğun ama kıpırtısızca önümden akıp gittiği, zamanın güldür güldür çağladığı ama cismimin hiç yıpranmadığı, dostumu ve düşmanımı pek de farklı bilmediğim, hiçbir şeyden sorgulanmadığım, yürümek için toprağa, solumak için havaya ihtiyaç duymadığım, bildiğim tek yuva olan o dertsiz, tasasız evrenden düştükten sonra ben bu silik halkın yönetimini mi hak

48


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ediyorum, kudretli Tauron?” “Doğru – bahsettiğim halk onlardır. Ve evet, onların silik bir kimliğe sahip oldukları da doğrudur, hatta bir derece beceriksiz oldukları ve pek de cevval olmadıkları da doğrudur. Hayır, senden saklamayacağım: Üstelik bu halk çok da gençtir. Böyle itibarsız görünen bir yükümlülüğe mahkûm olman senin için yıkıcı olabilir ama yine de bana karşı takındığın bu asi tavrı hiç beğenmedim! Bu evrene düşen yalnızca sen değilsin, ben de bu evrene düşmenin şaşkınlığını yaşıyorum ve şunu takdir edecek kadar zeki olduğundan şüphem yok: Benim gibi kudretli bir varlığın düşüşünün etkisi daha kesin bir felakettir. Üstelik evrenimiz karanlık küller altına gömüldüğünde sen zaten çoktan kaçıp bu evrene sığınmıştın, ben ise soyumuzun geri kalan kısmını kara deliklerin püskürttüğü bilinmeyen maddelerin küllerinin altından çıkarmakla meşguldüm. Ah, ne büyük bir yıkıma tanık olmuşum! Yuvalarımız, saraylarımız yıkılmıştı ve seyahat yollarımızın selinin önüne bir set çekilmişti. Hâlâ buralara kadar nasıl gelebildiğime şaşıp duruyorum ve nerede yanlış yaptığımızı düşünüyor, düşünüyor, ama hiçbir soruma cevap bulamıyorum. Tüm cevaplar karanlık küllerin örttüğü ağızların içinde ve o ağızlardan bundan sonra anlamlı bir ses çıkamayacağından korkuyorum. Sanırım küllerin altında kalan soyumuzu unutmalıyız, çünkü onlar için artık bir gelecek yok! Şimdi ne kadar yalnız ve zavallı olduğumuzu anlıyor musun, öfkeli yaşlar akıtan Aset? Bu yaşlar yıkılan hayallerin için mi yoksa o dehşetli yıkımından sonra bir daha asla eski görkemine kavuşamayacak olan medeniyetimiz için mi? Bu evrende var olmamıza izin verilmesinin ne kadar büyük bir şans olduğunu anlayamıyor musun? Hâlâ yaşıyoruz ve evet, bir parça değişmiş ve ne yazık ki cisimleşmiş olmamıza rağmen yönetim hakkını elde ettik. O küçük savaşta alt etmediğimiz tek bir cisimsiz varlık kalmadı, evren artık bizim hükmümüz altındadır. Buna sevinmeli ve yüce Yaratıcıya şükretmeliyiz. Aslına bakarsan başımıza gelen o korkunç felaketlerin doğrudan Yaratıcının bir dileği olduğundan neredeyse emin gibiyim. Yalnızca onun bu kadar gaddar olabileceğine inanmak istemiyorum; ancak o büyük yıkımın emrini verenin O’ndan daha az kutsal bir ağız olduğunu sanmıyorum. Renksiz göklerin çatırdaması, boşluğun yaprak gibi titreşmeye başlaması ve o Yaratıcının anlam yükleyemediğimiz sesi olduğuna kanaat getirdiğim korkunç çınlamalar! Bundan daha sert ve daha kararlı bir ses yoktur. Sınırları olmayan sarayımın hoş kokular püskürten fıskiyeleri önünde sohbete dalmış olan hizmetkârlarım olayın ilk başladığı sıralarda yalnızca benim konuştuğum dilde söylenen bir sözün gökyüzünden üzerlerine yağdığını duymuşlar: “Yok olun!”. Bazıları bunun göklerin çatırdamasıyla birlikte ruhları bin parçaya ayrılan zayıf varlıkların tekrarlayıp durdukları son sözler olduğunu söylüyor. Bense benim konuştuğum dili sizden bile iyi bilen hizmetkârlarımın bu dehşet verici sözü yalnızca duymuş olabileceklerini düşünüyorum çünkü

49


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

onların hiçbiri, o bir kâbusun yeniden canlandırılmasına benzeyen anda böyle bir şeyi uydurabilecek kadar zeki ve plancı davranabilecek canlılar değildi. Evrenimizin yok olması emri gökten üzerimize dalga dalga yağdı, önce akıntı sonra da sel olarak; zaten bundan sonra da tüm cisimsizlerin parça parça olup benzerini görmediğim bir fırtınada burgaçlar halinde dönüp durduğunu gördüm. Sarayım hakkında son hatırladığım şey bir kül yağmuru altında temeline kadar çökmesiydi. Yurdumuzu terk ederken gördüğüm tek manzara ise tepemizde kazara değil kesinlikle bir tasarımla açılmış kara deliklerin hesapsız yıllar boyu yaşamış olduğumuz saraylarımızın üzerindeki aç sırıtışlarıydı. Hikâyenin geri kalanı kül yağmuru, her şeyin silinmesi, seyahat yollarının akıntısının durması ve zoraki kaçış olarak özetlenebilir. Ve işte şimdi buradayız. Güzelim Aset, hakkında pek az şey bildiğin bedeni narin, ruhu kaba olan İnsan ırkı için kötü şeyler söylemene de izin vermeyeceğim, hayır onları düşünen bir canlı ırkı olarak değil de basit bir hayvan halkıymış gibi kötüleyişini duymak istemiyorum. Çünkü onlar kendilerine özgü, korunmuş ve senin tarafından, ki sen beceremezsen bile senden türeyecek çocukların tarafından ya da doğrudan benim görevlendirdiğim tanrılar tarafından korunacak olan bir halktır. Sen onların o kara haleli, zeytin tanesi gözleriyle gökyüzündeki yıldızları tararkenki meraklı hallerini, farklı esen her rüzgârın sesine kulak kabartışlarına henüz tanık olmadın. Doğanın çıldırmışlığıyla hoplayan yüreklerinin müziğini de duymadın! Onlar, şimdiye dek senin gözünde bu evreni tanımak için çıktığın seferlerden birinde yoluna çıkan mavi bir küreciği, karınca sürüsü azmiyle sarıp sarmalamış bir halktı. Ama sen hiç onlara şöyle bir eğilip baktın mı? Yaşamlarını bir tanrı gözüyle değil ilgili bir kâşif gözüyle inceledin mi? Kendini bir tanrı olmanın kibrine fazla mı kaptırıyorsun, Aset? Unutma, bu evrende anlatılagelen hikâyelerin en hazin sonla bitenleri kibirle yola çıkanların hikayeleridir.” “İnsanlar! Bana onlardan bahset...” “Onlar... Nereden başlamalı? Görmek, duymak ve dokunmak istiyorlar. Gezmeyi, görüp öğrenmeyi seviyorlar. Tıpkı sizlerin düşüşten bu yana yıldızların arasında mekik dokumanız gibi, sınırların ötesine geçme arzunuz gibi, sonu var gibi görünen her şeyin ardında ne olduğunu merak etmeniz gibi onlar da doymak bilmeyen bir merak içindeler. Onlar ne hayret uyandırıcı canlılardır ki öleceklerini bilirler, hatta bazıları öleceği zamanı önceden sezecek kadar olgunlaşmıştır. Zamanın onları çürüttüğünü bilirler, unutulup gideceklerini, zamanın içinde bir çöpe döneceklerini söyleyip dururlar.”

50


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Söylediklerini dikkatle dinliyorum. Anlamaya çalışıyorum ama başaramıyorum. Bana şu sorunun cevabını da verebilecek misin, Yüce Tauron: Sence bu evrende tutunabilecek miyiz?” “Bizler, güçlü ve sabırlı bir soyuz. Ne cisimli ruhlar ne de cisimsizler bizi şirretlikleriyle öldürebilir. Bizi öldürse öldürse kullarınızın vefasızlığı, başka inançlara olan meyli öldürebilir. Bu da manevi bir ölümdür, bizimki gibi kudretli bir soyun çöküşü ancak göz ardı edilme ile vuku bulabilir. Ve beni hiç merak etmeyin. Bu evreni her ne kadar tam anlamıyla yönetmeye gücüm yetmese de, olaylara müdahale etmede yetersiz kalsam da ve onları yalnızca anlayabilsem de, ben güçlüyüm ve her zaman var olacağım. Sizin bu evrendeki varlığınız da -ne gariptir ki kullarınızı aynı değişmez kanun bağlamaktadır- bu evrenle yapacağınız uyumun kusursuzluğuna bağlıdır. Bu evrenin bir parçası olan her şey, her cisim, her canlı, her düşünen varlık onunla barışık yaşamayı öğrenmelidir. Bu yolda, anlamanın önünü perdeleyen isyana yer yok.” “Aynı şey kullarım için de geçerli olmalı.” “Geçerlidir. Ve onlar da tıpkı sizin gibi zamanın okunun gösterdiği yöne gidecekler: İleriye!” “Kullarım, onlar için yapacağım kıymetli şeylere rağmen yine de baş düşmanları olan Zaman’ı mı takip edecek? Tauron, sen herkes için değişimden bahsediyorsun: Yoksa ben de mi değişeceğim? Lütfen, majesteleri kudretli Tauron! Bana dürüstçe söyleyin, çünkü eğer değişeceksem şimdiden kendimi öldürmenin yollarını aramaya başlasam iyi olur… Benim gibi bir Tanrıça nasıl olur da değişebilir? Cismimin cilasının bir gün söneceğini bile bile artık nasıl yaşayabilirim ben! Bu nasıl bir cana kıymadır, bu nasıl bir adalettir, gözlerinde yıldırımlar çakan Tauron!” “Aset’im! Sen sözlerimi hiç dinlememişsin. Sana isyanın anlamayı perdelediğinden bahsetmiştim. İşte şimdi yaptığın tam da budur. Uyan artık, görmeye çalış, zihnini aç, kullarınla ortak olan o algı fıçısını çalıştır. Bırak düşüncelerin yürüsün gitsin. Sen yücesin, üstünsün, kendi kendine yapmadıkça sönmezsin, söndürülemezsin! Şimdi dinle bakalım hikâyemi, isyan bayraklarını indir, bunu duy, anla! Kullarımızın bilmeleri gerektiği kadarıyla hikâyemizi anlatmaya başlayacağım ve bunu yalnızca bir kez yapacağım. Sen gücün yettiğince tekrar et, gerisinden bana ne! Şöyle diyerek başlayacağım: ‘Diyecekler ki başlangıçta hiçbir şey yoktu. İsyana tahammülü olmayan Tauron’dan başka ve bir de anlamak istemeyen Aset vardı. Ve Tauron konuştu, Aset anladı...”

Ayşegül Nergis

51


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

TANRIÇA'NIN YENİ YARATIĞI “Giddar’da bir güneyliye Meheti Emirliği’ni sorarsanız size söyleyeceği iki cümle olacaktır: 'Oraya gitme! Eğer mutlaka gitmen gerekiyorsa karanlık bastığında kesinlikle dışarıda kalma!' Tanrıça Nera’nın hükmünün geçtiği emirlikte on üç şehir var ve bu şehirleri birbirilerinden ayıran tek şey isimleri. Yine de Ulna-i’nin, diğer şehirlere göre daha korkutucu bir havasının olduğunu fark ettim. Sanki o şehre güneşin ışığı tam olarak ulaşmıyor. Şehirlerin hepsi, binalarından sokaklarına kadar aynı. Koyu gri, kesme taş binaların duvarları, birbirinin içine geçmiş yuvarlak kıvrımlı işlemelerle süslenmiş. Bir efsaneye göre bu binalar, Mehetililerin ilk ataları geldiğinde bile oradaymış. Binaların genellikle üst katlarında, insan boyunda, ileri fırlayacakmış gibi duran kanatlı heykeller var. Yarasa kanadına benzeyen açık kanatlarının uçları mızrak gibi sivri. Heykellerin vücutları insanımsı olmasına rağmen, ileri doğru uzayan yüzleri köpek ve insan karışımı. Meheti halkının Gamuth dediği bu heykeller, Tanrıça Nera’nın hükmünü yerine getiren gardiyanlar olarak biliniyor ve günah işleyenleri alıp Darnee’ye götürüyor. Tanrıça Nera inancına göre tüm Meheti’de karanlık çöktüğünde dışarıda olmak bile günah. Meheti'deki bütün şehirlerin altında, Tanrıça Nera’nın tapınakları var. Bu tapınaklara ve orada yaşayan yaratıklara Darnee deniyor. Her tapınağın bir kutsanmışı olduğu iddia ediliyor ve bu kutsanmışlar Neraidth adıyla biliniyor. Neraidthler,

günah

işlemiş

insanları

tanrıçaları

için

değişik

yaratıklara

dönüştürüyorlar. Bu yaratıklardan kurulu düzenli bir ordu, Piramit Savaşları’nda boy göstermişti. Bunların yanı sıra Darnee’de daha farklı değiştirilmişlerin de bulunduğuna inanılıyor.

52


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Elbette buraya kadar anlattıklarımın çoğunu kendi gözlerimle görmedim. Bu bilgileri büyük zorluklarla edindim. Ne yazık ki Yeni Çağ Görüşü’nü bu ülkede anlatmam mümkün olmadı çünkü Meheti halkı yabancılara çok soğuk davranıyor, hatta onları görmezden geliyor. Bu ülkenin adetlerini bilmeyen yabancıların, onlara beladan başka bir şey getirmeyeceğine inanıyorlar.” - Gezgin Drukra Akledan’ın günlüğünden *** Oruvan çift eliyle kaldırdığı baltayı, kollarındaki bütün kasları gererek başının üstünden yere doğru büyük bir hızla indirdi. Bu sert darbe, iri odun parçasının çatırdayarak ortadan ikiye ayrılmasına sebep oldu. Elindeki baltayı kesme kütüğüne dayayan genç adam, yerdeki parçaları sağındaki odun yığının üstüne fırlattıktan sonra kemer olarak kullandığı ipe tutturduğu ve artık beyaz olmayan bezi alıp yüzünü, kestiği odunlar kadar sert görünen kaslı kollarını sildi. Sabahtan beri kaç kütük kestiğini saymamıştı. Baltayı kaldırıp arka üstü yere düşmemeyi başardığı yaştan beri odunculuk yapan Oruvan ara vermesi gerektiği zamanı kestiği kütük sayısına göre değil, güneşin onu ne kadar sıkıntıya soktuğuna göre ayarlardı. Ulna-i gibi bir şehirde özellikle yaz aylarında, güneş tam tepeye ulaştığında kas gücü gerektiren işlere devam etmek, intihar denemesi sayılabilirdi. Bu zamanlarda yapılabilecek en güzel şeylerden biri, bir gölgenin koruyuculuğuna sığınıp serin bir sıvıyla içini ferahlatmaktı. Oruvan, teriyle sırılsıklam olmuş kolsuz paçavrayı üstünden çıkarıp kuruması için odunların üstüne serdikten sonra bir haftalık emeği olan, bir ev yüksekliğindeki odun yığının önündeki talaşların üstüne oturdu. Evden getirdiği çıkını açıp annesinin onun için pişirdiği çörekleri bir kenara ayırdı ve damla damla su taneleriyle kaplanmış metal şişeden kana kana su içti. Üç yaz önce babalarını, şimdi onun çalıştığı odunlukta ölü olarak buldukları günden beri, ağaç kütüklerini insanların kışın kullanabilecekleri odun boyutlarına getirme görevi ona kalmıştı. Kendisinden bir ve iki yaş küçük kardeşleri, at arabasıyla gittikleri ağaç kesme işine Pespen Nehri’nin kıyısındaki ormanda devam ediyorlardı. Eskiden Oruvan’ın da katıldığı bu yolculukların süresi onun yokluğunda artmıştı. Yirmi altı yaşındaki genç adam diğer tüm kardeşleri içinde babalarına en çok benzeyeniydi. Aynı küt burun, aynı kalın kaşlar, aynı kısık gözler. Hatta normalden fazlaymış gibi duran kaslarının yapısı bile aynıydı. Sadece, Oruvan babasından iki karış daha uzundu. İkisi de insanı hayrete düşüren bir hızda odun keserken konuşmaz, hatta kendi iddialarına göre düşünmezlerdi.

53


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Oruvan şişeden bir yudum daha alıp geniş kapının hemen yanındaki ağaç kütüklerine baktı. “Topu topu iki ağaç kaldı,” diye düşündü. Yarın işi bitecekti ve kardeşleri daha şimdiden iki gün gecikmişlerdi. Oysa yapmaları gereken, ağacı devirdikten sonra at arabasına sığacak boyutlarda kesmek ve araba dolunca da geri dönmekti. Ama o kadar çok gevezelik yaparlar, o kadar çok mola verirlerdi ki Oruvan’ın tek başına yüklediği üç ağaca karşılık, onlar hala bir ağaçla uğraşıyor olurlardı. Oruvan, ormandan döndüklerinde kardeşlerini daha hızlı çalışmaları konusunda sert bir şekilde uyarmayı düşünürken, doğumu tüm aileye sürpriz olan altı yaşındaki en küçük kardeşi kapıda belirdi. Çöreklerin onu doyurmayacağını düşünen annesi yiyecek bir şeyler yollamış olmalıydı. “Ne var?” Oruvan, bu veledin de diğer iki abisi gibi geveze ve tembel olmaması için ona bilinçli olarak sert davranıyordu. Kardeşi bir süre sessiz kaldıktan sonra, “Annem bunları sana yolladı,” deyip elindeki çıkını havaya kaldırdı. Şişeyi yanına koyan Oruvan, kaşlarını bilinçli olarak çatarak, “İyi, buraya getir,” dedi. Büyük abisinden mi yoksa kendi boyundan büyük baltadan mı daha çok korktuğu anlaşılmayan çocuk, gözlerini bir abisine bir baltaya çevirerek ve ayaklarını sürüyerek yürürken Oruvan kükredi. “Sünepe sünepe yürüme! Hızlı ol! Hızlı!” Çocuk koşarak abisinin önünde durdu ve yüzünde korkmuş bir ifadeyle çıkını ona uzattı. Oruvan çıkını alırken, “Şimdi, doğru eve. Hadi!” dedi. “Tamam abi. Şey…” “Ne?” “Buraya gelirken yolda Bruz abiyle karşılaştım. Seni sordu. Bir de dedi ki seni Sudor’un yerinde bekliyormuş.” “Tamam, sen eve gidiyorsun. Dışarılarda oyalandığını duyarsam seni bir güzel pataklarım. Anlaşıldı mı?” Kardeşi koşarak odunluktan çıkınca Oruvan, annesinin yolladığı çıkını bir kenara atıp ayağa kalktı ve hala nemli olan kolsuz giysiyi üstüne geçirdi. 54


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Odunluk batı yönünde, şehrin dışındaydı. Güneş tam tepesinde Oruvan'ın kel kafasını pişirmekle meşgulken o bir yandan odunluğu kilitliyor, bir yandan da Bruz'u ve içeceği şarabı düşünüyordu. *** Şimdi küçük kardeşinin yaptığı gibi o da yedi yaşındayken babasına evden yemek taşıyordu. Böyle bir günde elindeki yemeğin kokusunu alan iri bir köpek onu kovalamaya başlamıştı. Bir Ulna-ili olarak korkması gereken çok daha önemli şeylerden henüz haberi olmayan küçük Oruvan'ın o yaşlardayken köpekler en büyük kâbusuydu. Köpek onu duvara sıkıştırıp iri dişlerini göstererek hırlarken yerinden kıpırdayamamış sadece elindeki yemeği köpeğe kaptırmaması gerektiğini düşünmüştü. Sırtını duvara yaslamış, babasına götürmesi gereken çıkını göğsüne bastırıp put gibi dururken daha önce görmediği bir çocuk onunla köpek arasına girmişti. Kendisinin yarısı kadar olan cılız çocuk, köpeğe öyle bir kesinlikte, "Git buradan!" diye bağırmıştı ki biraz önce onu parçalayacak bir canavar gibi görünen köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırarak kaçmaya başlamıştı. Köpek ilerideki bir sokağa dönerek gözden kaybolunca ufak tefek, cesur, yeni çocuk Oruvan'a dönmüş ve tokalaşmak için elini uzatarak, "Ben Bruz," demişti. "Köpek seni feci sıkıştırmıştı. Taşınmadan önce bir köpeğim vardı. Onlarla nasıl konuşmam gerektiğini biliyorum." Oruvan yeni çocuğun ışıldayan kocaman gözlerine, bembeyaz dişlerini ortaya çıkaran çarpık gülümsemesine bakarken onun Ulna-i'ye yeni geldiğini, o söylemeden önce anlamıştı. *** Bruz ve ailesi Himene Emirliği'nden Ulna-i'ye taşınalı iki hafta olmuştu. Oruvan'ın gelecekteki en yakın iki arkadaşından biri olacak Bruz'un babası farklı ülkelerden getirdiği eşyaları pazar yerinde satan bir tüccardı. Onun tek çocuk olması, sürekli seyahat halinde olan babasını çok ender görmesi ve her daim ağlamaklı yüzüyle annesi, Oruvan'a çok ilginç gelmişti. Yaşıtlarından daha güçlü olan oduncunun çocuğu, bu yeni cılız arkadaşının Ulna-i hayatına ayak uydurmasını kendine görev edinmişti. Sürekli birlikte dolaşmaya, diğer çocuklarla oynadıkları oyunlarda birbirlerini korumaya başlamışlardı. Bu oyunlar genelde kavgayla sonuçlanırdı. Cılız, dik başlı ve kendinden iki kat iri çocukların bile üzerine korkusuzca yürüyen Bruz'u pataklamayı düşünen diğer çocuklar karşılarında her zaman Oruvan'ı bulmuşlardı. Bir keresinde oynadıkları taş atma oyununda iki çocuk arasında kavga çıkmıştı. Bruz onları ayırmaya çalışırken çocuklardan biri yanlışlıkla Bruz'a yumruk atmış ve onun bir dişini sökmüştü. Zavallı çocuğu gözü dönen Oruvan'ın elinden almak için diğer çocukların zorlu bir mücadele

55


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

vermeleri gerekmişti. Bu olaydan sonra Ulna-ili çocuklar ikiliyi oyunlarına almamışlardı. Oruvan ve Bruz artık yalnız başlarına dolaşmaya başlamışlardı. Ulna-i'nin çok sıkıcı olduğunu söyleyen Bruz, ona babasının gittiği ülkelerin harikalarını biraz da kendi hayal gücüyle renklendirerek anlatırken Oruvan yeni arkadaşına Ulna-i'nin adetlerini öğretmeye çalışmıştı. O, anlattıklarının ne kadar önemli olduğunu söyledikçe Bruz daha da meraklanıyor ve onun da cevabını bilmediği yüzlerce soru soruyordu. Oruvan, binaların duvarlarındaki kanatlı korkunç heykellerin, şehrin altında yaşayan canavarların ve güneş battığında çocukları kaçıran yaratıkların Ulna-ili olmayan bu yeni arkadaşını korkutmadığını fark ettiğinde Bruz'u, tanıdığı en değişik insan ilan etmişti. *** Tanıştıktan iki yıl sonra bir gün Bruz onu çitlerle çevrili bir narenciye bahçesine götürüp, "Biraz şu turuncu meyvelerden çalalım mı?" diye sormuştu. "Neden hırsızlık yapacağız?" "Eğleneceğiz." "Neden?" " Bu şehir çok ama çok sıkıcı. Kimse gülümsemiyor bile. Annem bu yüzden bu şehirden nefret ediyor ve her akşam gizli gizli ağlıyor." "Tanıştığımız günden beri sana bunun nedenini anlatıyorum." "Evet, evet. Karanlıkta sokağa çıkılmaz, şehrin altında tanrıçanın tapınağı var. O tapınakta korkunç yaratıklar yaşıyor. Sen benimle bahçeye geliyor musun gelmiyor musun?" Bruz, Oruvan'a şöyle bir bakıp gözlerini tekrar yeşil yaprakların arasındaki turuncu meyvelere çevirmişti. Bruz'un söyledikleri Oruvan'a çok dokunmuştu. Ona tanıdığı tüm Ulna-ililerden farklı olduğunu kanıtlamak istemişti. "Tamam. Gidelim." Çitleri aşmaları çok kolay olmuştu. Koyu gri, her zaman üstünde nedensiz bir karanlığın dolaştığı bu şehirden bir anda kopmuş, kendilerini yemyeşil ağaçların altında bulmuşlardı. "Burasını çok sevdim," diyen Bruz hiçbir şey düşünmeden ağaçların arasından bahçenin içlerine doğru yürümeye başladığında, Oruvan söylenerek onu takip etmişti. Sürekli, bunun hata olduğunu, başlarının çok

56


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

kötü belaya gireceğini mırıldana mırıldana yürürken yakınlardaki ağaçtan biri fısıldayarak, "Gidin buradan," demişti. İkisi birden ne yapacaklarını bilemeden oldukları yerde çakılı kalmışlardı. Sesin geldiği ağacın en yüksek dallarından birinde onların yaşlarında bir çocuk oturuyordu. Saçları tamamen tıraş edilmiş, bir gözü mor, üstü çıplak olan çocuk elinin tersiyle uzaklaşmalarını işaret ediyordu. Bruz ve Oruvan çocuğa bakakalınca o oturduğu yerden kendini aşağıya bırakmış, önce altındaki bir dalı tek eliyle tutmuş, sonra sallanıp diğer eliyle başka bir dala tutunmuş, orada ileri geri gidip ikisini de hayrete düşüren bir çeviklikle havalanıp önlerine konmuştu. "Burada ne işiniz var? Canınıza mı susadınız?" İkisi de ne diyeceklerini bilemeden durunca çocuk bu sefer, "Sanırım dilinizi yuttunuz," demişti. Tam bu sırada, yüzü sinirle çarpılmış bir adamın elindeki sopayı sallayarak onlara doğru koştuğunu görmüşlerdi. Ağaçtan atlayan çocuk hiç tereddüt etmeden koşarken, "Kaçın!" diye bağırmıştı. Bruz ve Oruvan kısa bir an için birbirilerine bakıp çocuğun peşine takılmışlardı. Kızgın adam arayı kapamıştı. Eğer önlerindeki çocuk onları, çitlerin altındaki, sadece bir çocuğun geçebileceği küçük deliğe götürmeseydi büyük ihtimalle yakalanacaklardı. Çitin öteki tarafında kalan adam elindeki sopayı sallayarak arkalarından bağırırken çocuk, "Eğer yakalansaydık, hiç unutamayacağımız bir dayak yerdik," demişti. "Neyse yarına kadar siniri geçer." Çocuk birden ellerini dizlerine koyup gülmeye başlamıştı. "Sizi görünce amma da şaşırmıştır." Hiç konuşmadan birlikte yürümüşler, sonunda yere oturup sırtlarını taş bir binanın duvarına yaslamışlardı. Bruz, "Gözünü o adam mı morarttı?" diye sormuştu. Çocuk önemsemediğini belli eder bir şekilde dudağını kıvırıp, "Evet," demişti. "Aslında hak ettim. Ateşle oynarken mutfakta ufak çaplı bir yangın çıkardım. İlk yumruğu yiyince ben de kaçtım. Siz gelmeseydiniz beni hayatta bulamazdı ya, neyse..." Oruvan, "O kim?" diye sormuştu. Çocuk, "Babam," demişti. "Tanışalım mı artık? Ben Mishar."

57


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

*** Narenciyeleri kontrol etmek için ağaçların arasında dolaşan Mishar, Bruz ve Oruvan'la tanıştığı ağacın altına geldiğini fark etti. Ağaca bakarken yüzüne acı bir gülümseme yerleşti. Dün gibi hatırladığı o günden bu yana ne kadar çok zaman geçmişti. "On yedi yıl olmuş," diye düşündü. Tanıştıkları günden sonra diğer çocukların imrendiği bir arkadaşlıkları olmuştu. Bruz'un aklı ve cesaretiyle birçok zor durumdan kurtulmuşlar, Oruvan'ın gücüyle bütün kavgalardan galip çıkmışlar, Mishar’ın çevikliği sayesinde canlarının çektiği her yere girmişler, her zaman akıllarına eseni yapmışlardı. Mishar, Bruz'un kural tanımaz, hiçbir şeyi dikkate almaz farklılığına hayrandı ve kendini de onun gibi görür, Oruvan'ın bunu kıskandığını düşünürdü. Bruz'un babasından duyup onlara anlattığı başka yerlerin hikâyeleri, tuhaf eğlence anlayışı –kız kovalamaca, insanların yürüdüğü yola boydan boya ip germece, babasından çaldığı boyalarla evlerin gri duvarlarına rengârenk boyalar atıp kaçmaca, arı kovanı taşlamaca- sayesinde tüm Ulna-i’de en çok eğlenen çocuklar olmuşlardı. Hatta Bruz bir keresinde, bir beze sardığı kırmızı boyayı, evlerin duvarlarındaki kanatlı, korkunç heykellerden birinin burnuna isabet ettirmeyi başarmıştı. Heyecanlanıp, hayatlarının en uzun, en hızlı kaçışını yapmışlar, gizli yerde saklanıp bütün gün heykelin kırmızı boyalı burnuyla dalga geçmişlerdi. Ertesi gün eserlerini kontrol etmeye gittiklerinde, heykeldeki boyadan eser kalmadığını görmüşlerdi. Bruz, “Şu bahsettiğiniz yaratıklar geceleyin yerin altından çıkıp şehirde temizlik yapıyor olmasınlar,” demişti. Bunun üzerine hepsi kahkahalarla gülmeye başlamıştı. *** On üç yaşındayken babası çıktığı yolculuklara Bruz’u da götürmeye başlayınca Mishar ve Oruvan yalnız kalmışlardı. Bir ay sonra ilk yolculuğundan döndüğünde, onlar bir ağacın altında otururken Bruz koşarak yanlarına gelmiş ve gözleri heyecanla parlayarak gördüklerini onlara anlatmaya başlamıştı. Hiç susmadan konuşarak, karşılaştığı iki Sheilan kadınını anlatırken Oruvan birden onun sözünü kesmişti. “Biz artık seninle konuşmuyoruz.” Böyle bir şeyi beklemeyen Bruz konuşmayı bırakıp birden ciddileşmişti. “Neden?” Oruvan cevap vermeden elindeki dal parçasıyla önündeki toprağı eşelemeye başlamıştı. Bruz tekrar sormuştu. “Neden?”

58


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Soruyu Mishar cevaplamıştı. “Çünkü bizi burada bırakıp gittin ve biz düşündük ki…” Mishar bir önceki gün bir kavga sırasında yarılmış sol kaşını kaldırıp üzgün üzgün Bruz’a bakarak susmuştu. “Ne düşündünüz?” Bruz sorusuna cevap alamayınca aynı soruyu bu kez biraz daha sert sormuştu. “Ne düşündünüz?” Oruvan birden elindeki dalı öfkeyle yere fırlatıp ayağa kalkmış ve, “Bir gün bizi burada bırakıp tamamen gideceksin,” diye bağırmıştı. Sonra arkasını dönüp ayaklarını yere vura vura gitmişti. Mishar kafasını önüne eğmişti. Bruz gözlerini ona dikmiş bir süre konuşmadan durmuştu. “Hayır Mishar. Ne seni ne onu ne de annemi bu şehirde bırakacak değilim. Bunu ona söyle.” Ayağa kalkan Bruz bir süre konuşmadan Mishar’ın başında dikilmişti. “Ya da sen söyleme. Ben kendim söylerim. Yarın sabah gizli yerde buluşalım. Oruvan’ı da al, gel.” *** Gizli yeri Bruz bulmuştu. Ulna-i’nin kuzey mahallerinden birinde, bir sokağın en sonundaki binada ikinci katın terk edildiğini fark etmişti. Diğerlerine günlerdir orayı gözlediğini, orada kimsenin yaşamadığını söylemişti. Binanın birinci katı at yemlerinin tutulduğu bir depo olarak kullanılıyordu ve çok seyrek olarak gelen giden oluyordu. Bruz arkadaşlarını oraya götürmüş ve dışarıdan evi gösterip, “Eğer içeriye girmeyi başarabilirsek üçümüze ait gizli bir yerimiz olacak,” demişti. “Kimse yaşamıyor ve kimse gelip gitmiyor.” Oruvan, “Gizli yer mi?” diye sormuştu. “Ne yapacağız orada?” Bruz’un ne demek istediğini çoktan anlamış olan Mishar, gülümseyerek Oruvan’a dönüp, “Anlamadın mı gerçekten sersem? Canımız ne isterse onu yapacağız,” demişti. Bruz yerinde heyecanla kıpırdanıp, “Boyarız, oturacak yerler yaparız, cephanemizi, ganimetimizi saklarız, başımız belaya girdiğinde saklanırız,” demişti. Oruvan da onların heyecanına kapılmıştı. “Tamam, girelim içeri o zaman.” Bruz, “İşte o kolay değil,” demişti. “Ben daha önce araştırma yaptım. Kapısını kimse girmesin diye iyice kilitleyip, üstüne sağlam tahtalar çakmışlar.” “Peki, neden buradayız o zaman?” Bruz, “Çünkü bir yolu olabilir. Beni takip edin,” deyip binanın kuzey yönündeki duvara yürümüştü. 59


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Bu yönde artık başka bina bulunmuyordu. Bruz, çerçevesi çürüyerek parçalanmış üst kattaki açık pencereyi göstererek, “İşte tek şansımız,” demişti. Oruvan kendilerine göre oldukça yüksekte duran pencereye bakarken, “İyi de oraya nasıl ulaşacağız?” diye sormuştu. Bruz, Mishar’ı göstererek, “Sen ya da ben değil ama belki o tırmanabilir,” diye cevaplamıştı. O bunu söylemeden çok önce Mishar duvardaki işlemeleri, çıkıntıları ve yüksekliği aklında ölçüp biçmeye başlamıştı bile. “Sanırım oraya tırmanabilirim. Ama sonra ne olacak? Siz burada kalacaksınız.” Bruz dirseğini Mishar’ın omzuna yaslamış, gülümseyerek pencereye bakarken, “Hele sen oraya tırmanmayı başar gerisi kolay,” demişti. Mishar adeta duvara yapışmış, ağır ağır hedefine giden bir örümcek gibi yukarı tırmanırken biraz daha yükseğe ulaştığı her hareketinden sonra, aşağıdaki arkadaşlarının takdir dolu heyecanlı bağırışlarıyla daha da cesaretlenmişti. Sonunda pencereye ulaşıp kendini kafa üstü içeriye bırakmıştı. Aşağıdakilere upuzun gelen kısacık bir andan sonra zıplayarak ayağa kalkmış ve zafer çığlıkları atmıştı. Pervaza dayanan Mishar, “Eee, şimdi ne olacak? Siz nasıl geleceksiniz?” diye sormuştu. Bruz yukarıdaki arkadaşına gururla bakarken, “Başaracağını biliyordum,” demiş ve hemen yakınlarındaki bir çalılığa yürümüştü. Bir süre çalılığı karıştırmış sonunda katlanıp bağlanmış bir halat yumağını havaya kaldırmıştı. “O yüzden bunu hazırlamıştım.” Mishar, “O ne?” diye sormuştu. “Halatlardan hazırladığım bir merdiven. Eğer Oruvan bunu sana atmayı başarırsa artık gizli bir yerimiz var demektir.” Oruvan ilk atışında halat merdiveni Mishar’a ulaştırmayı başarmıştı. Mishar merdiveni bir yerlere bağlayıp aşağıya salmıştı. Bruz içeri girince önce Mishar’ı yaptığı tırmanış için takdir etmiş sonra bir zamanlar depo olarak kullanılan tek göz geniş odaya şöyle bir bakıp, “Tam düşündüğüm gibi,” demişti.

60


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Gizli yeri zamanla ailelerinden aşırdıkları malzemelerle kendi isteklerine göre düzenlemişlerdi. İçerideki tek eşya olan pis kokulu döşeği pencereden omuzlarıyla iterek atmaları çok zor olmuştu. Bruz duvarları boyunun yettiği yere kadar kazıyıp kırmızıya boyamıştı. Bu rengin davetsiz misafirlere gözdağı vereceğini düşünüyordu. Mishar çürüyen döşemeyi temizleyip tamir etmişti. Oruvan sağlam bir dayak tehlikesini kıl payı atlatıp aşırdığı kütüklerden üç tabure ve derme çatma bir sehpa yapmıştı. Gizli yerde buluşacakları zaman, önce Mishar yukarı tırmanır sonra diğerleri için merdiveni aşağıya atardı. Gizli yerden çıkarken bu sefer önce Oruvan ve Bruz’un aşağıya inmelerini bekler, sonra merdiveni yukarı toplayıp kendisi örümcek gibi duvardan inerdi. *** Bruz’un isteğiyle gizli yerde toplanmışlardı. En son Bruz bir sırt çantasıyla gelmişti. Hiç konuşmadan taburelere oturunca Bruz çantadan bir harita ve tahta bir kutu çıkarmıştı. Giddar’ın güney bölgelerini gösteren haritayı masaya yaymış, tahta kutuyu da haritanın üstüne koymuştu. “Sizi bırakıp hiçbir yere gitmem. Ama eninde sonunda buradan gideceğim. O yüzden artık bir plan yapmalıyız.” Oruvan, “Ne planı?” demişti. “Hep beraber Ulna-i’den kaçma planı. Bu harita gidebileceğimiz diğer ülkeleri gösteriyor. Ben babamla çıktığım yolculukların sonunda gelip size gördüğüm yerleri anlatacağım. Böylece sonunda nereye gideceğimize karar vereceğiz.” Mishar kaşlarını kaldırarak sormuştu. “Bu nasıl olacak peki? Hiç altınımız yok ki.” “Zaten yarın kaçacağız demedim. Zamanla hem planımızı geliştireceğiz, hem de zengin olacağız. Bu kutuyu bu yüzden getirdim. Bulduğumuz değerli her şeyi burada toplayacağız. Yeteri kadar zengin olduğumuza karar verdiğimizde de planladığımız gibi üçümüz kaçacağız. Gittiğimiz yere yerleşince ben dönüp annemi de alacağım. Hem orada bize yemek yapar.” Kaçış planını konuştukları o ilk günden sonra iki yıl boyunca sadece bu planının heyecanıyla yaşamışlardı. Bruz şehir dışındayken Oruvan ve Mishar kutuya atabilecekleri fazladan birkaç gümüş para için ailelerinin yanında daha sıkı çalışmışlardı. Bruz geldiğindeyse gizli yerde toplanıp onun verdiği bilgilerle kaçış planının hayalini kurmuşlardı. Gidebilecekleri yerleri, oradaki birbirinden ilginç harikaları, buralara gidiş rotalarını, yollarda karşılaşabilecekleri heyecanlı olayları, yanlarına alacakları giysileri, silahları, yolculuklarındaki en değerli şeyleri olan atlarına ne isim vereceklerini 61


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

bu toplantılarda konuşmuşlardı. Bruz onlara yolculukları sırasında, akşamları belki de bir ormanda yatmaları gerekebileceğini ve bu sırada tutmaları gereken nöbetin önemini anlatırken güneş battığında dışarıda dolaşmanın yasak olduğu bir şehirde doğup büyümüş olan Oruvan ve Mishar onu korkuyla ve heyecanla dinlemişti. Planları iki yıl boyunca tam da düşündükleri gibi işlemişti. Ta ki o güne kadar... *** Mishar o günü tekrar hatırlayınca içine dolan sıkıntıyla arkasındaki bir ağacın altına oturdu ve kendine tütün sarmaya başladı. Bruz ilk kez gittiği Mekrolin isimli şehrin bilgisiyle döndüğü için o günkü toplantı çok heyecanlı olacaktı. Mishar gizli yerin olduğu binaya vardığında Oruvan’ı duvara yaslanmış onu beklerken bulmuştu. Oruvan, “Geciktin,” demişti. “Bruz nerede?” “O da gecikti. Hadi tırman da içeride bekleyelim.” Mishar duvarı tırmanıp içeri girdiğinde, Bruz’u dirseklerini sehpaya dayamış, başı ellerinin arasında, onları beklerken bulmuştu. “Bruz buraya nasıl çıktın?” Bruz kafasını kaldırıp ona baktığında, Mishar çok kötü bir şeyler olduğunu anlamıştı. Arkadaşının her zaman bir şekilde gülümseyen gözleri ağlamaktan şişmiş, kıpkırmızı olmuştu. Aşağıdan merdiveni atması için bağıran Oruvan’ı dikkate almayan Mishar, Bruz’un yanındaki tabureye oturup elini arkadaşının omzuna koymuştu. “Ne oldu Bruz?” Bruz, Mishar’a bakarken gözlerinden tekrar yaşlar boşalmıştı. “İkisi de öldü Mishar.” Mishar oldukça endişeli, “Kim o ikisi?” diye sormuştu. Bruz, “Annemle babam,” deyip hıçkırarak ağlamaya başlayınca Mishar pencereye koşup bağıra çağıra yukarıda neler olduğunu soran Oruvan’a merdiveni atmıştı. Hiçbir şey söyleyemeden uzun bir süre Bruz’la oturmuşlardı. Sonunda Bruz birden kafasını kaldırıp, “Üçümüz de bu iğrenç şehirden gideceğiz. Söz veriyorum,” demişti. Arkadaşlarının onu

62


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

durdurmaya çalışan ısrarlarını dikkate almadan merdivenlerden inip gitmişti. O günden sonra Bruz'u iki ay boyunca görmemişlerdi. Sonraki günlerde Bruz’un annesiyle babasının tartıştığını, babasının önce karısını, sonra kendini öldürdüğünü öğrenmişlerdi. *** İşte o günden sonra, zaman görünmez bir rüzgâr gibi esmiş ve üç yakın arkadaşta inanılmaz değişimlere sebep olmuştu. İki ay sonra geri dönen Bruz’un Mekrolin’e mal almaya gittiğini öğrenmişlerdi. Babasının işlerini devam ettirmeye karar vermişti. Bu yüzden sonraki günlerde sürekli yolculuklara çıkmıştı. Babası ölünce Oruvan kardeşleriyle birlikte odunculuk işinin başına geçmişti. Ulna-i gerçeğini en kötü yaşayan Mishar olmuştu. Babası bir akşam sarhoş olup evden çıkınca onu durdurmaya çalışan annesiyle birlikte ortadan kaybolmuşlardı. Tüm Ulna-ililerin bildiği gibi ikisi de Darnee’ye götürülmüşlerdi. Mishar da evlenip ailesinin işini devam ettirmişti. Bruz şehirde olduğu günlerde üç arkadaş yine buluşuyorlar, bir yerlerde oturup içiyorlar ve eski günleri yâd ediyorlardı. Ama tüm eski anıların konuşulduğu bu sohbetler sırasında kesinlikle kaçış planından ve gizli yerden bahsedilmiyordu. Onun yerine, özellikle Oruvan ve Mishar nasıl da hızlı büyüdüklerini, hayatın onlara ne kadar çok sorumluluk yüklediğini anlatıp yakınıyorlardı. *** Oturduğu yerde sardığı tütünü içen Mishar ağaçların arasında karısını görünce tüm düşüncelerinden koptu. “Ne var Jenise?” Kıvırcık saçlı, esmer, genç kadın koynundaki yeni doğmuş bebeği sallarken, “Bruz gelmiş. Seni Sudor’un yerinde bekliyormuş,” dedi. *** Sudor’un yeri Ulna-i’nin iki hanından biriydi. Dışarıdan bakıldığında han olduğu anlaşılmayan bu yeri aklı kıt Sudor’un nasıl batırmadan işletmeyi başardığı, halk arasında dedikodusu dolaşan konulardan biriydi. Han tıka basa doluydu. Mishar içeri girdiğinde, Bruz ve Oruvan’ın bir masada oturmuş ve çoktan şarap içmeye başlamış olduklarını gördü. Bruz gülümseyerek ayağa kalkıp arkadaşına sarıldı. Genç adam yıllar içinde hiç beklenmedik bir şekilde uzayıp neredeyse Oruvan’a yetişmişti. Ama cılızlığı

63


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

hala aynıydı. Mishar elinde olmadan Bruz’un o acı günden sonra hiçbir zaman eskisi gibi gülümseyemediğini düşündü. Mishar da masadaki yerini alınca hancı Sudor yanlarına geldi ve bir kupa şarabı Mishar’ın önüne koyup hiçbir şey söylemeden gitti. Şarabından bir yudum alan Mishar, “Söyle bakalım Bruz, bu sefer nereden geliyorsun?” diye sordu. Bruz bir an yüzünü buruşturup ardından gülümseyerek, “Mekrolin’den,” dedi. Oruvan, “Orada kötü bir şey mi oldu?” diye sordu. “Hayır, neden sordun?” “Geldiğimden beri arada sırada yüzünü buruşturuyorsun.” “Hastayım biraz, midem bulanıyor. Bir türlü geçmedi.” Mishar, “Kendine dikkat etmelisin,” dedi. “Çok sık yolculuk ediyorsun ve seni ne zaman görsek hastasın. Sana bakacak birini bulmalısın.” Bruz kaşlarını çatıp, “Anlamadım...” dedi. Oruvan keyifli keyifli gülümsüyordu. “Bir kadın bul ve evlen diyor.” Bruz’un patlattığı kahkaha, öksürükleriyle kesik kesik söndü. “Bana Ulna-ili bir kadınla evlenmemi mi söylüyorsun?” Mishar yüzünde ciddi bir ifadeyle, “Evet,” dedi. “Gidip gelsen de burada yaşıyorsun. Dönüşünü bekleyecek bir karın olsa, sana baksa fena mı olur?” Bruz kaşlarını çatmış Mishar’a bakarken bir kaşı seğiriyordu. “Sen ciddi misin?” “Evet.” Genç adam yumruklarını sinirle masaya vurup hırıltılı bir sesle, “Asla!” diye bağırdı. Diğer müşteriler kınayan gözlerle onların olduğu masaya bir an baktılar. Mishar, “Sinirlenmene gerek yok. Sadece bir öneriydi,” dedi.

64


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Bruz masaya doğru eğilip gözlerini arkadaşına dikmişti. “Babam annemi gözlerimin önünde katledip kendini de öldürdükten sonra bu lanet şehirde kalmamın bir tek sebebi var.” Yıllardır hakkında konuşulmayan konu birden açılınca Mishar da Oruvan da ne diyeceklerini bilemediler. “Görüyorum ki sessiz kalıyorsunuz. Umarım kendinizi bu şehirde yaşlanıp ölme fikrine alıştırmadınız.” Konunun nereye varacağını anlayan Oruvan önündeki şarabı bir dikişte bitirdi. Mishar, “Sen hala çocukluk hayalinin peşinde misin?” diye sordu. Bruz arkasına yaslanıp meydan okuyan gözlerle Mishar’ı süzdü. “Bana bunu hiç düşünmediğini söyleme Mishar.” Mishar kaşlarını çatıp, “Her gün! Lanet olası her gün o hayali düşünüyorum!” dedi. “Senin ailen öldü. Benim ailem Darnee’ye götürüldü. Oruvan’ın babası çalışırken yığılıp kaldı. Ve maalesef o hayal de onlarla birlikte yok olup gitti. Zaman, hiçbir şeyi umursamayan, sadece eğlenen üç çocuğun gözüne gerçekleri acımadan soktu.” Bruz tekrar masaya doğru eğilip Mishar’ın gözlerinin içine baktı. “Aksine bunlar olunca o hayal kendini büyüttü. Artık üç çocuğun heyecan arayan yolculuğundan bahsetmiyorum. Bunu isteseydik, elimizdeki üç beş altınla bunca yıldır zaten yapardık. Artık çer çöple doldurulmaya çalışılan bir kutudan değil, gerçek zenginlikten bahsediyorum.” Oruvan, “Anlamadım?” dedi. Acıyla yüzünü buruşturan Bruz, Oruvan’a dönüp, “Zenginlik, çok büyük zenginlik,” dedi. “Tüm aileni bu handan büyük bir evde yaşatmaktan, hiç çalışmamaktan, Mekrolin’in hanlarında müzik dinleyip sabaha kadar içmekten, altınlarının satın alacağı ve hayalinde bile göremeyeceğin güzellikteki kadınlardan bahsediyorum.” Oruvan, “Bu kadar zengin nasıl olunur ki?” diye sordu. Şarabından keyifle bir yudum alan Bruz, “İşte, bunca yıldır ben de kendime bunu soruyorum,” dedi. “Ve sonunda bir yolunu buldum.” Mishar, “Neymiş o yol?” diye sordu. 65


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Bruz gülümseyip deri yeleğinin cebinden ağzında mantar tıpa olan, küçük, tombul bir şişe çıkardı ve masaya bıraktı. Şişenin içindeki beyaz sıvı sulandırılmış süt gibi görünüyordu. “İşte bu.” Oruvan ve Mishar hiçbir şey anlamamış halde şişeye bakınca Bruz devam etti. “Bu, içeni bir süreliğine görünmez yapan bir sıvı. Mekrolin’deki Kantlı bir tüccara bunun karşılığında nerdeyse bir servet verdim.” Oruvan, “Diyelim ki gerçekten içeni görünmez yapıyor,” dedi. “Peki, ne yapacağız onunla?” Bruz gülümseyerek, “Soygun,” dedi. Mishar alacağı cevaptan korka korka, “Nereyi soymayı düşünüyorsun Bruz?” diye sordu. Bruz arkasına yaslanıp keyifle gülümsedi. “Darnee’yi.” Oruvan elindeki şarabı masaya bıraktı. “Şaka yapıyorsun değil mi?” “Hayır.” Mishar’ın gözlerinden alevler çıkacakmış gibiydi. “Sen ne dediğini biliyor musun Bruz? Artık çocuk değilsin. Bu şehirde olanlar senin bir zamanlar önemsemediğin öcü hikâyeleri değil. Oruvan’ın babasının, hatta senin annenin ve babanın sonu bile benimkilere göre daha güzeldi. Onları götüren Gamuthların arasında, senin bir zamanlar burnuna kırmızı boya attığın Gamuth'un da olabileceğini düşündün mü hiç? Dört yıl önce savaşmak için Darnee’den çıkan orduyu hep birlikte izledik. Siz ikiniz ne düşündünüz bilmiyorum ama ben, o insan- kurt, insan-ayı, insan-kartal, insan-yılan karışımı yaratıkların arasında annemle babamın da olabileceğini düşündüm.” “Ailen için yapabileceğim bir şey olsa hiç düşünmeden yaparım Mishar. Üçümüzden biri ya da ailelerinizden birileri daha o yaratıklara dönüşmeden buradan gitmeliyiz.” Oruvan, “Peki,” dedi. “Diyelim ki şu sıvıyı kullanarak soygun yapma fikrini kabul ettik. Neden Darnee? Neden başımızı daha az belaya sokabileceğimiz bir yer değil?” “Yıllardır Giddar’da gitmediğim ülke kalmadı. O gün, o ordu Darnee’den çıkarken üstlerindeki zırhlara, ellerindeki silahlara bakıp bunların nereden geldiğini düşündüm.” Mishar, Bruz’un lafını kesti. “Nereden gelecek, Neraidth oradaki yaratıklara yaptırmıştır.” “Elbette. Ama onların yapıldığı malzemeleri bir şekilde satın almış olmalılar. Zaten Darnee’deki

66


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

zenginlik her Ulna-ilinin bildiği bir şey değil mi?” Mishar, “Hayatımda bu kadar saçma bir fikir duymadım,” deyip sinirle ayağa kalktı. Bruz onu kolundan tutup, “Gitme Mishar!” dedi. “Size bunun mümkün olduğunu kanıtlarsam benimle bu soyguna girer misin?” Mishar kaşlarını çatmış Bruz’a bakıyordu. “Nasıl olacakmış o?” “Üst katta sizin için bir oda tuttum. Bu akşam burada kalacağız ve ben dışarı çıkacağım.” Oruvan, “Bu günah,” diye inledi. “Gamuthlar seni Darnee’ye götürürler.” “Benim de tam olarak istediğim bu. Onlar beni Darnee’ye götürecek, ben bu sıvıyla görünmez olup taşıyabileceğim kadar değerli şeyle yarın sabah geri döneceğim.” Mishar yerine otururken, “Dönemezsin,” dedi. “Dönersem?” “Kendine bunu yapmana izin veremem.” Bruz üstüne basa basa, “Sen burada olsan da olmasan da izin versen de vermesen de bu akşam dışarı çıkacağım. Eğer dönmeyi başarabilirsem benimle misin?” dedi. “Senin deliliğinin, sonunda buraya varacağı belliydi.” “Geri dönersem benimle misin Mishar?” Mishar öyle olsun dercesine bakarak, “Peki,” dedi. “Bunu başarabilirsen her dediğini yaparım.” “Oruvan?” Oruvan bir Bruz’a bir Mishar’a bakıp, “Siz ciddi misiniz?” diye sordu. “Bruz bu yaptığın Tanrıçaya hakaret etmek demek. Oradan çıksan bile sonraki hayatında onun lanetinden kurtulamazsın.” Bruz bir şeyler söylemek için ağzını açtı ve hiçbir şey söylemeden bir süre öyle kaldı, sonra konuştu. “Tanrıçanın bununla ilgileneceğini sanmıyorum. Benimle misin?” Oruvan daha fazla direnemeyeceğini anlamıştı. “İkiniz de aynı fikirdeyseniz ben de size katılırım.” “İyi. Ailelerinize haber verin. Bu akşam burada kalacaksınız.” 67


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

*** Handa içen diğer insanlar güneş batmadan çok önce evlerine dönmüşlerdi. Sudor hanın tahta kepenklerini kapayıp üst kata yatmaya gideli çok olmuştu. Üç arkadaş hancıya, sabaha kadar handa oturup içeceklerini ve bu yüzden uyumaya gitmeden önce yeteri kadar şarap bırakmasını söylemişlerdi. Gece yarısına kadar neredeyse hiç konuşmadan içmişler, gündüz konuştuklarının bir hayalden ibaret olduğunu düşünecek kadar sarhoş olmuşlardı. Masadaki mumlardan birini alarak ayağa kalkan Bruz, “Zamanı geldi,” dedi. Oruvan arkadaşına, ağlayacakmış gibi bakıyordu. “Sen ciddisin. Oysa ben bunun konuşulmamış olduğuna kendimi inandırmaya başlamıştım.” Mishar elindeki şarap bardağını Bruz’a doğru uzatıp, “Hadi bakalım sevgili arkadaşım,” dedi. “Git. Git o ünlü cesaretinle dışarı çık, bence Neraidth seni şu insan-yılan karışımı yaratıklardan birine dönüştürecek.” Bruz masanın yanında durmuş, dışarı çıkacağı kapıya bakıyordu. “O yaratıkların adı Lidil.” Mishar gürültülü bir kahkaha atıp, “Bakıyorum da dersini iyi çalışmışsın,” dedi. Bruz bir an Mishar’a bakıp, “Hem de çok iyi çalıştım,” dedi ve kapıya yürüdü. Oruvan, Mishar’ı kolundan tutmuş sarsıyordu. “Çıkıyor Mishar. Dışarı çıkıyor. Bunu yapmasına izin veremeyiz. Onu bir daha göremeyeceğiz.” Sert bir hareketle kolunu çeken Mishar, “Bırak ne yaparsa yapsın!” diye bağırdı. Bruz bir an bile duraksamadan kapıyı açtı, dışarı adımını attı ve kapıyı arkasından kapadı. Mishar o yöne bakmadan şarabını içerken Oruvan yerinden fırlayıp penceredeki kepenklerden birinin aralığına gözünü dayadı. “Orada. Duruyor. Karanlıkta elinde mumla duruyor. İnanamıyorum. Buna cesaret ettiğine inanamıyorum. Duruyor ve gökyüzüne bakıyor. Karanlık. Çok karanlık.” Mishar başını önüne eğmişti. Oruvan konuşmadan izlemeye devam ediyordu ki birden, “Tanrıçanın laneti,” diye bağırarak geriledi ve yere düştü. “Aldı. Bir Gamuth gökyüzünden süzülüp geldi ve onu pençeleriyle omuzlarından yakalayıp havalandırdı. Gitti. Bruz gitti. Darnee’ye gitti.”

68


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

İki arkadaş handa yalnızdı. Oruvan yerde yatıyor, sadece tavana bakıyordu. Mishar dirseklerini masaya koymuş, birbirine kenetlediği ellerine çenesini dayamıştı. İkisi de uzunca bir süre konuşmadılar. Sonunda sessizliği Oruvan bozdu. “Mishar, sanırım Gamuth onu yakaladığında, o bana doğru bakıp gülümsedi.” Mishar, “Deli,” deyip gülmeye başladı. Oruvan da yattığı yerden ona katıldı. İki arkadaş da gülerken akan gözyaşlarını birbirilerinden sakladılar. *** Oruvan ve Mishar sabaha kadar içmeye devam ettiler. Masanın başında sızıp kalana kadar, büyük sessizlik sürelerinin aralarında, olan şeyin gerçekliğini sorguladılar. Bruz’un bunu yapmış olmasının şaşkınlığını yaşadılar. Güneşin ışıkları kepenklerdeki boşluklardan sızmaya başladığında hancı Sudor, alt katta uyuyan iki arkadaşı önemsemeden mutfağa gitti ve ocağa su koydu. Kahvaltı hazırlamak için kilerden çıkardığı peynirleri keserken hanın kapısı açıldı. Henüz kepenkleri bile açmamış olan hancı bu kadar erken gelenin kim olduğunu görmek için mutfaktan çıktı. Bruz ona gülümseyerek, sızmış arkadaşlarının yanına oturunca Sudor onu önemsemeden işine geri döndü. Gözünü açan Oruvan karşısında ona gülümseyen Bruz’u görünce bunun rüya olduğunu düşündü. Gözlerini ovuşturarak ve tutulmuş sırtını gererek uyanmaya çalıştı. Ama hala uyuyor olmalıydı. Bruz orada oturmuş ona gülümsüyordu. Ayrıca masada kocaman kırmızı bir mücevher duruyordu. Ve birden bunun gerçek olabileceğini fark etti. Sadece, “Bruz,” diyebildi. Bruz keyifle gülümseyip, “Efendim Oruvan,” diyerek ona karşılık verdi. “Bruz sen başarmışsın. Geri gelmişsin.” “Evet. Bunu yapacağımı söylemiştim.” Oruvan başını masaya dayamış Mishar’ı sarsarak, “Mishar uyan,” diye bağırdı. Mishar korkuyla sıçrayarak gözlerini açıp da karşısında Bruz’u görünce hayalet görmüş gibi ona bakakaldı. Bruz, “Evet Mishar,” derken tek kaşını kaldırmış, arkadaşına gülümsüyordu. “Buna ne diyorsun? Geri gelirim dedim, geldim.” Masadaki kırmızı iri taşı eline aldı. “Hatta yanımda bu yakutu da 69


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

getirdim. Şimdi benimle Darnee’yi soymaya var mısınız?” Mishar kendinde değilmiş gibi boş boş bir mücevhere bir Bruz’a bakıp, “E…Evet,” dedi. En az Mishar kadar afallamış görünen Oruvan’a dönen Bruz, “Oruvan sen de var mısın?” diye sordu. “Bunu bir kez daha yapmak istediğine emin misin?” Bruz uzunca süren bir öksürük nöbetinden sonra, “Evet,” dedi ve ayağa kalktı. “Nereye gidiyorsun? Neler olduğunu anlatmayacak mısın?” “Elbette anlatacağım. Ama çok yoruldum. Biraz dinlenmem lazım. Siz de leş gibi içmişsiniz. Evinize gidip dinlenin. Yarın güneş batmadan bizim evde buluşalım. Yanınıza mücevherleri doldurmak için çanta, birbirimizi bulmak için ip, yolumuzu bulmak için meşale ve ne olur olmaz diye silah alın. Çantalara başka bir şey koymayın, olabildiğince boş olsunlar. Yarın akşam dışarı çıkmadan önce, olanları ve planı anlatırım.” Bruz başka bir şey söylemeden gidince Oruvan ve Mishar uzunca bir süre tek bir kelime etmeden oturdular. Ayağa kalkan Oruvan, “Biz de eve gidelim o zaman,” dedi. Mishar kaşlarını çatmıştı. “Tek söyleyebileceğin bu mu oduncu? Bu adam Darnee’den nasıl çıktı? Tüm Meheti tarihinde bunu başarabilen başka biri olmuş mudur?” Durumu çoktan kabullenmiş olan Oruvan, “Bizim Bruz işte,” dedi kaygısızca. “Bunu yapsa yapsa bir tek o yapardı. Yaptı da” Oruvan kapıdan çıkarken, “Sen de evine gidip dinlen Mishar,” dedi. “Yarın akşam çok ilginç şeyler olacak.” Yalnız kalan Mishar bir süre daha olanları düşündü ama bir sonuca varamayınca o da evinin yolunu tuttu. *** Bruz kapıyı açtığında ilk gelenin Oruvan olduğunu gördü. Oduncunun sırtındaki baltayı kastederek, “Daha küçük bir silah bulamadın mı?” diye sordu. 70


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Oruvan, “Ne var?” diye itiraz etti. “En iyi kullandığım ve silah olabileceğini düşündüğüm tek şey bu balta.” “Neyse içeri gir.” Oruvan içeri girdiğinde şöyle bir etrafına baktı. İçeride, kepenkleri kapalı camın altında pis bir yataktan, onun yanında da çürümüş, dökülmek üzere olan masa ve aynı haldeki iki sandalyeden başka bir eşya yoktu. Boyaları dökülmüş duvardaki rafta iki mum yanıyordu. Yerler toz içindeydi. “Mishar haklı. Bence de bir an önce evlenmelisin. Buranın hali ne böyle? Pislikten öleceksin.” Bruz önemsemez bir tavırla sandalyelerden birini göstererek, “Boş ver,” dedi. “Şuraya otur. Dikkat et sandalye seni taşıyamayabilir.” *** Oruvan ve Mishar sandalyelerde, Bruz yatakta oturuyordu. “İpleri ve meşaleleri unutmadınız değil mi? Mishar, sen silah olarak ne aldın?” “Evet, evet unutmadık. Yanımda babamdan kalma bir hançer var. Artık bize neler olduğunu anlatacak mısın?” Bruz yatağın yanındaki duvara sırtını yasladı. “Karanlıkta elimde mumla beklerken Gamuth geldi ve pençeleriyle omuzlarımdan tuttu. Bu biraz acıtıyor ama sanırım yaratık zarar vermemeye çalışıyor.” Oruvan, “Bu olurken sen hana doğru bakıp gülümsedin mi peki?” diye sordu. Bruz keyifle, “Evet,” diye cevapladı. “Beni izlediğinizi biliyordum.” Mishar sabırsızdı. “Devam et.” “Şehrin dışındaki mezarlığa kadar uçtuk. Gamuth yaklaşınca mezarlıktaki mozolelerden birinin kapısı açıldı. Oradan girdik ve kapkaranlık bir tünelden aşağıya doğru uçtuk. Gamuth beni burnumun ucunu bile göremediğim bir yerde bıraktı. Biraz sonra çıkardığı seslerden, yavaş hareket ettiğini düşündüğüm bir yaratık beni almaya geldi. Elimdeki mumu yakınca bir sürü çıkışı olan yuvarlak bir alanda olduğumu fark ettim. Mumdan çıkan ışık biraz önümde duran ve dev bir solucana benzeyen yaratığı kör etmişti. Ben de bundan faydalanıp tünellerden birine koştum. Bu sırada görünmezlik sıvısını içtim. Mum da benimle birlikte görünmez oldu. Girdiğim tünel bir 71


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

uçuruma açılıyormuş. Aşağıya uçmamam tamamen bir şanstı. Her taraftan tuhaf inlemeler, yakarışlar duyuyordum. Geri döndüm. Yaratık artık orada değildi. İkinci tünel çok büyük başka bir alana açılıyordu. Burası Tanrıça’nın ordusunun eğitim salonuydu. Duvarlarda yüzlerce meşale yanıyordu ve silahlar, zırhlar asılıydı. Sanırım tüm Zageller, Lorklar ve Lidiller oradaydı ve birbiriyle dövüş eğitimi yapıyorlardı. Bir süre uzaktan onları izleyip geri döndüm. Üçüncü tünel bir madene açılıyordu. Toprak duvardaki büyük bir deliğin önünde, bu iş için değiştirilmiş olduklarını düşündüğüm dört kollu, yeşil yaratıklar harıl harıl çalışıyor, size getirdiğim bu kırmızı mücevherden çıkarıyorlardı. Çıkardıkları mücevherleri madenin ilerisinde bir başka tünelde bekleyen arabalara yüklüyorlardı. Arabalara bağlı ve örümceğe benzeyen sekiz ayaklı yaratıklar, arabalar dolunca onları tünelden aşağıya doğru bir yere taşıyorlardı. Ben daha fazla ileri gitmeden arabalardan bir tane mücevher çalıp kaçtım. Gamuth’un beni getirdiği tünelden geri yukarı yürüdüm. Kendiliğinden açılan kapının mekanizmasını bulmam kolay olmadı. Neyse, kapıyı açıp mezarlığa çıktım ve gördüğünüz gibi döndüm. Bu kadar.” Oruvan ve Mishar tüm konuşmayı dehşete düşerek, şaşkınlıkla dinlediler. Oruvan’ın rengi atmıştı. “Şimdi biz de oraya, o yaratıkların arasına gideceğiz öyle mi?” “Evet. Ama daha da aşağıya devam edeceğiz. Sekiz ayaklı yaratıklar o mücevherleri nereye götürüyorlarsa orayı bulacağız ve çantalarımızı doldurup kaçacağız.” Mishar çenesini sıvazlayarak, “Peki, biz görünmez olacağız, ya eşyalarımız?” diye sordu. “Bu sıvıyı içtiğinde üstündeki her şey de görünmez oluyor.” Oruvan, “Peki, görünmezliğimiz geçtiğinde ne yapacağız?” diye sordu. “Tekrar içeceğiz.” “Ya sıvı biterse.” “Korkma Oruvan. Yetecek.” Bu sefer Mishar sordu. “Peki, birbirimizi nasıl göreceğiz?” “İpleri bu yüzden yanımıza alıyoruz. İplerle birbirimize bağlanacağız. Ben önü çekeceğim, siz de beni takip edeceksiniz.” Mishar endişeyle kaşlarını çatmıştı. “Bu kadar kolay olması hiç hoşuma gitmedi.” 72


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Pencereye bakan Bruz, “Ama kolay,” dedi. “Artık dışarı çıkalım hava kararmış.” Oruvan korkuyla pencereye bakıp, “Gerçekten mi?” diye inledi. Buna hazır değildi. *** Çantalarını sırtlarına aldılar. Bruz sanki sabah işe gidiyormuşçasına bir rahatlıkla dışarı çıktı. Oruvan adımını kapı eşiğinden dışarı atmadan önce uzun süre gökyüzüne baktı. Akşamın kendine has serinliğini ilk kez hissediyordu. Mishar onu dışarı itmeseydi çıkacağı da yoktu. En son Mishar da dışarı çıkınca üç arkadaş yağmurda kalmış köpek yavruları gibi birbirlerine sokuldular. En azından birisi aynı onlar gibi titriyordu. Belki bir yıl geçmişti, belki bir an. Sonunda gökyüzünde kanat sesleri duyuldu. Oruvan etrafını aydınlattığı için ay ışığına dua etmek amacıyla kafasını kaldırdığına pişman oldu. Ayın önündeki üç Gamuth’un siluetini görünce kaçmayı çok istedi ama arkadaşlarını bırakamadı. Mishar elini belindeki hançerin üstüne koyduğunun farkında değildi. Üç korkunç yaratık uçarken kanatlarını her açtıklarında, aynı görüntüye bakmış olan annesinin de ne kadar korkmuş olabileceğini düşünüyordu. Bruz gökyüzüne bile bakmıyordu. Durmuş, olacakları bekliyordu. Gamuthlar neredeyse hız kesmeden alçaldılar. Önce, kanatların yarattığı rüzgârın altında, yerden kalkan tozun içinde kaldılar, sonra omuzlarından tutan pençelerin soğuk dokunuşlarıyla irkildiler. Gamuthlar büyük pençeleriyle onları kavramışlardı ama tırnaklarını batırmıyorlardı. Yaratıkların hızıyla, rüzgâra tutulmuş bir dal gibi sallanarak havalandılar. Havada olmak, içlerindeki bir boşluğun anlamsızca hareket etmesine sebep olmuştu. Oruvan bu hisse daha fazla dayanamayıp kustu. Üçü de çocukluklarından beri anlatılan korkunç hikâyelerden birinin başrolündeydiler artık. Gamuthlar, Bruz’un söylediği gibi mezarlığın üstünde uçarken ortada olan Mishar arkadaşlarını görmeye çalıştı. Oruvan korku dolu gözlerle altındaki mezarlığa bakarken başını kaldırdı. Mishar arkadaşının gözlerinde yaşadığı derin pişmanlığı görebiliyordu. Öndeki Bruz ise uçuşun etkisiyle bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Mozolenin kendiliğinden açılan kapısından geçtiklerinde Oruvan, “Hayır!” diye bağırdı. Bu karanlık tünelde uçarken hissettikleri korkunun yanında, oraya varana kadar yaşadıkları korkunun lafı bile edilemezdi. Sonunda Gamuthlar onları zifiri karanlık bir yerde bırakıp tahminen şehre geri uçtular.

73


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

İçerisi havasızdı. Burunları ağır küf kokusuyla beraber gelen ve tanımlayamadıkları başka kokulardan rahatsız oldu. Ayakları yere değdiği anda karanlığın içinden sürünmeye benzer tuhaf bir ses duydular. Bruz’un bahsettiği yaratık sürünerek onlara doğru geliyor olmalıydı. Oruvan bu sesi duyunca annesinin pişirdiği sütlü tatlıların fokurdadığı anı düşündü. Bruz, “Meşaleleri yakın hemen,” diye fısıldadı. Panik halinde ve hiçbir şey görmeden çantalarından meşaleleri çıkarmaya çalıştılar bir süre. Sonunda Oruvan meşaleyi ve onu yakacağı kavı buldu. Kavı çaktığı anda burnunun dibindeki kocaman yaratığı görünce korkuyla gerileyip sırt üstü yere düştü. Bruz meşalesini yaktığında dev yaratığın, Oruvan’a doğru sürünmekte olduğunu gördüler. Yaratık her tarafından yağ öbekleri fışkıran dev bir solucanı andırıyordu. Öyle büyük bir kütlenin üstünde iğne deliği gibi duran kırmızı gözleri fıldır fıldır dönüyordu. Bruz, “Bu tarafa!” diye bağırdı. Mishar, yaratığın meşale ışığı yüzünden artık göremediğini ve Bruz’un sesle onu kendi üstüne çekmeye çalıştığını fark etti. Yaratık ağır ağır sesin geldiği yöne doğru dönmeye başladı. Sırtını duvara veren Bruz, yaratığın önünden arkasına, arkadaşlarının yanına geçti. Onlar da meşalelerini yakmayı başarmışlardı. Oruvan yüzünü tiksintiyle buruşturarak, “Bu ne biçim bir yaratık böyle,” dedi. Bruz parmağını dudaklarına götürüp sus işareti yapıyordu ki yaratık tekrar seslerin geldiği yöne dönmeye başladı. Bruz, “Şu tünele gireceğiz,” derken gösterdiği yöne koşmaya başladı. “Acele edin.” Hepsi tünele girince Bruz birden durdu. Aşağıya doğru uzayan tünelin sonundan kırmızı, loş bir ışık geliyordu. “Tamam, yaratığın buraya ulaşması çok zor. Şimdi ipleri çıkarın. Sonra meşaleleri söndürün.” İpleri çıkarınca meşaleleri yere sürterek söndürdüler ve çantalarına koydular. Bellerine doladıkları ipleri birbirine bağlayınca Bruz cebinden görünmezlik sıvısını çıkarıp en sondaki Mishar’a uzattı. “Bir yudum yeterli Mishar. Sonra Oruvan’a ver şişeyi.”

74


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Herkes sıvıdan birer yudum içince Bruz şişeyi tekrar cebine koydu. “Evet, şimdi biraz bekleyin.” Biraz sonra Mishar gittikçe saydamlaşan ellerini göstererek, “Bakın,” dedi. Tüneli aydınlatmaya yetmeyen o loş, kırmızı ışık artık ellerinin içinden geçiyordu Oruvan nereye bakacağını şaşırmıştı. Gittikçe gözden kaybolan Mishar’ı mı yoksa kendi ellerini mi izlemek daha ilginçti? En son aralarında uzayan ipler de görünmez olunca Bruz tünelde aşağıya doğru yürümeye başladı. Hala elini kolunu görmeye çalışan Oruvan belindeki ip gerilince yürümesi gerektiğini anladı. Mishar’ın da durumu farklı değildi. İçinde bulundukları lanet yerin derinliklerinden gelen ve günah işlemiş kâfirlere ait olduğunu düşündükleri inleme, ağlama, yalvarış sesleri canlarını her şeyden çok sıkıyordu. Mishar, buradan çıkmayı başarabilseler bile bu seslerin akıllarından kolay kolay silinmeyeceğini biliyordu. Sırf bu sesler yüzünden bile o, artık eski Mishar olamayacaktı. Oruvan ise tüm o seslerin sahiplerinden bile büyük bir günah işlediğini düşünüyordu. Tünel geniş bir alana açılıyordu. Belirsiz aralıklarla dizilmiş meşalelerin ışığı, toprak duvarlara gömülü kırmızı yakutlardan yansıyarak alana loş, kırmızı bir aydınlık veriyordu. Tam ortada yanan ateşin üstündeki paslanmış, büyük tencerede iğrenç kokulu bir yemek pişiyordu. Sağdaki duvarın önünde, insana benzeyen dört kollu, yeşil tenli yaratıklar, ellerindeki aletlerle mücevher çıkarmak için durmadan duvarı kazıyorlardı. Yaratıklardan biri çıkardığı yakutu ilerideki tünelin girişinde bekleyen arabaya götürmek için arkasına döndü. Yaratığın suratı tamamen gözlerle kaplıydı ve her biri ayrı yöne bakıyordu. Ses çıkarmamak için ağır ağır ve bastıkları her adıma dikkat ederek diğer tünele doğru yürümeye başladılar. Çekicisi ortalarda görünmeyen ve neredeyse tamamen dolmuş ahşap arabanın yanından diğer tünele girdiler. Bunun girdikleri ilk tünelden farkı, uzayıp giden her iki duvarında da belirli aralıklarla yanan meşaleler olmasıydı. Çok fazla yol almamışlardı ki tünelin, dibi görünmeyen karanlık bir çukurla kesildiğini fark ettiler. Çukurun diğer tarafında dik şekilde duran ahşap bir köprü vardı. Oruvan, “Şimdi ne yapacağız?” diye sordu. “Bu çukuru nasıl geçeceğiz?” Bruz, “Duvara yaslanıp bekleyelim,” diye öneride bulundu. “Bakalım gelecek olan araba çukuru nasıl geçiyor?” Biraz sonra gelen arabanın gıcırtısını duydular. Belki de bir zamanlar tanıdıkları biri olan sekiz kollu 75


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yaratığın sipsivri dişlerinden ve mavimsi tüylerinden daha fazla rahatsız eden tek şey, her kolunda normal insan elleri olmasıydı. Yaratık ve omuz sayılabilecek yerlerine dolanmış iplerle çektiği araba, önlerinden geçerken kendilerini duvara olabildiğince yapıştırdılar. Oruvan içinde bulunduğu yeri ve durumu önemsemeden Tanrıça’ya dua ediyordu. Üstlerine atlasa her hangi birini rahatlıkla devirebilecek boyutlardaki örümcek, çukurun önünde durdu. Önce öndeki iki kolunu seri bir şekilde kullanarak koşumlardan kurtuldu. Sonra tünelin tavanına tırmanarak çukurun üstünden karşıya geçti. Karşı tarafta bir mekanizmayı çalıştırdığında dik olan tahta köprü yavaş yavaş ve tıkırdayarak indi. Örümcek hızlı hareketlerle arabaya döndü ve koşumları tutup geri geri arabayı çekti. Yaratığın ne yaptığını anlayan Mishar belindeki ipi çözmeye başladı. Araba köprüyü tamamen geçince örümcek mekanizmayı tekrar çalıştırdı. Mishar koşup yavaş yavaş havaya kalkan köprüye atlamayı ve kenarına asılmayı başardı. Köprünün eski haline geldiğine emin olan yaratık koşumları bağlayıp arabayı tünelin öbür ucuna doğru çekmeye başladı. Arabanın yeteri kadar uzaklaştığına karar veren Oruvan, “Evet arabanın nasıl geçtiğini gördük,” dedi. “Bir daha soruyorum, biz nasıl geçeceğiz?” “Mishar senin fikrin nedir?” Oruvan, Mishar’ın yerinde olmadığını bir anda fark edince panikle, “Burada değil. Gitmiş,” diye fısıldadı. “Nasıl? Nereye gitmiş?” Mishar çoktan asıldığı köprüden inmişti. Mekanizmayı çalıştıran toprağa gömülü kolu itip, “Buradayım,” dedi. Bruz, Mishar’ın çukurun öteki tarafında olduğunu anlayınca, “Kalkarken köprüye mi atladın Mishar?” diye sordu. “Evet.” “Çok iyi düşünmüşsün. Öteki tarafta kal, biz geliyoruz.” Köprüyü geçince el yordamıyla arkadaşlarını bulan Mishar önce köprüyü tekrar kaldırdı, sonra kendini Oruvan’a bağladı. “Hızlı olalım. Arabanın nereye gittiğini görmeliyiz.”

76


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

*** Tünelin sonundaki dört yola varınca Bruz durdu. Araba sağ tarafa doğru gidiyordu. “Orada. Yürüyün.” Önlerindeki taş koridora girdiklerinde, Mishar baştan beri girip çıktıkları ve geçtikleri her yerin bir çeşit çalışma alanı olduğunu düşündü. İşte şimdi gerçekten Tanrıça Nera’nın tapınağındaydılar ve o inlemeler, daha çok duyulur olmuştu. Yerler dikdörtgen kesilmiş granitlerle kaplıydı. Aynı granitler iki yandaki duvarlarda bel hizasına kadar çıkıyordu. Duvarlar bu hizada beyaz mermerlerle sınırlanıp tavana kadar kahverengi kireç taşlarıyla devam ediyordu. Kireç taşlarına bilmedikleri bir dilde yazılar kazınmıştı. Koridor boyunca sağda ve solda düzenli aralıklarla başka koridorlar ve bir yerlere açılan kapılar vardı. Her dört yol ağzında tavana asılmış avizelerdeki gaz lambaları uzayıp giden koridoru fazlasıyla aydınlatıyorlardı. Araba uzaktaydı. Ona yetişmek için hızlı hızlı yürümeye başladılar. Vardıkları her dört yol ağzında durup ortalığı kolaçan ediyorlardı. Çıktıkları tünelden çok uzaklaşmışlardı. Mishar arkasına bakmış geri dönüş yolunu bulup bulamayacağını düşünüyordu ki Bruz aniden sert bir hareketle sağlarındaki koridora daldı. Mishar o zaman ileriden gelen grubu görebildi. Duvara yaslanarak sessizce grubun geçip gitmesini beklediler. Gelenler, iki sıra halinde dizilmiş, on kişilik bir Lork grubuydu ve askeri düzende yürüyorlardı. İnsan-ayı karışımı bu yaratıkları ilk kez bu kadar yakından görüyorlardı. Bir ağaç kütüğü kadar geniş olan kolları ve bacakları seyrek tüylerle kaplıydı. Elleri ve ayakları pençe gibi olmasa çok iri bir insana benziyorlardı. Suratları sakal olarak düşünülebilecek kıllarla kaplıydı. Kaşları, ağızları, gözleri sinirle gerilmiş gibiydi. Bellerinde, Oruvan’ın bile kaldıramayacağını düşündüğü büyüklükte gürzler asılıydı. Hepsinin sol omuzlarında gri, metal zırh parçası vardı. Lorkların yeteri kadar uzaklaştığını düşünen Bruz tam yürüyecekleri koridora çıkmak üzereydi ki tekrar yerine dönüp, “Şşş!” dedi. Lork grubunun arkasındaki bir Lidil, “Yürüyün tembeller sss,” diye bağırarak ve yılan kısmının üzerinde kıvrıla kıvrıla sürünerek yanlarından geçiyordu. Belden yukarısı kaslı bir insan olan yaratığın devamı yeşil pullu bir yılandı. Giydiği kolsuz deri zırhın sırtında birbirine çapraz olarak asılmış iki eğimli kılıç vardı. Öndeki grubun komutanı gibi görünen Lidil de yanlarından geçince tekrar koridora çıktılar. Daha bir iki adım atmışlardı ki Lidil’in, “Siz sss,” diye bağırışını duydular.

77


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Bruz kime diyor diye düşünerek arkasına bakınca yaratığın dönmüş onlara doğru yöneldiğini gördü. Yılan olan uzantısı yerde kıvrıla kıvrıla dönmeye devam ediyordu. Lork grubu büyük ihtimalle başka bir koridora girmişti. “Siz, üçünüz hangi tanrının sss lanetli gücünü kullanarak bunu yapıyorsunuz sss?” Oruvan korkuyla onlara doğru sürünen yaratığa bakarken, “Bize mi diyor?” diye fısıldadı. “Evet, size diyorum insan sss. Isınızı sss görebiliyorum.” Konuşurken Lidil’in çatallı dili seri hareketlerle dışarıya çıkıp tekrar ağzına giriyordu. Bruz hançerini kullanarak Oruvan’la arasındaki ipi kesti. Mishar da aynı şeyi yapmıştı. Oruvan bakışlarını yaratıktan ayırmadan baltasını sırtından çekti. Lidil kısık gözleriyle sanki gerçekten görüyormuş gibi gruba bakıyordu. “Sss Ne yapıyorsunuz kafirler ssssss?” Mishar o anda yaratığın sadece bedenlerini görebildiğini fark etti. Silahların ısısı yoktu. Bu onlar için bir avantaj olabilirdi. Lidil sırtından kılıçlarını çekti. Bir yandan da yılan uzantısını yanına topluyordu. Oruvan, “Buraya kadarmış,” dedi. “Senin aklına uyduğumuz için biz daha deli olmalıyız Bruz.” Yaratık birden sol elindeki kılıcı yukarıdan aşağıya, çapraz olarak Mishar’a, yılan uzantısını da bir kırbaç gibi kullanarak Bruz’a savurdu. Mishar seri bir hareketle geriye doğru sıçrayıp Lidil’in hamlesini savuşturmayı başardı. Aynı anda Bruz o kadar da şanslı değildi. Bir insan bedeni kalınlığındaki yılanın uzantısı göğsünde patlayıp onu duvara yapıştırdı. Bruz’dan hoş olmayan bir hırlama sesi çıktı. *** Oruvan on üç yaşındayken babasının kocaman baltasını kullanmaya başlamıştı. Bu büyük baltayla ilk odun kesme denemelerini yaparken babası ona odunculuğun sırrını anlatmıştı. “Söyle bakalım Oruvan bir insan alnını kaşırken yanlışlıkla gözünü çıkarabilir mi?” “Hayır baba.” “Peki, neden?” 78


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“…” “Çünkü bu insan bu iş için kolunu ve elini kullanıyordur. Bu kol ve el onundur. Bunların kontrolü ondadır ve eğer bir sorunu yoksa bunları yanlış kullanıp gözünü çıkarmaz. Bazen birilerinin balta kullanmaya çalışırken kendini yaraladığını duyuyoruz. Neden böyle oluyor sence?” “…” “Çünkü onlar balta kullanıyor. Ama iyi bir oduncu için balta, kolunun devamıdır. Ondan bağımsız bir alet değildir.” “Anladım.” “İlk yapman gereken şey, baltayı kolun gibi kullanmayı öğrenmektir. Sonra keseceğin oduna odaklanacak, ona hangi hızla vurman gerektiğini hesaplayacak ve tam olarak nereye vurman gerektiğini bileceksin. Sürekli çalışacaksın. İlk başlarda odunlar senden kaçacak, baltanı kesme kütüğüne saplayıp kalacaksın. Zamanla odunlar sana ve baltana saygı duyacaklar. Sonunda bu işi o kadar hızlı yapacaksın ki babandan bile iyi bir oduncu olacaksın.” “Anladım baba.” *** Lidil, ortadaki büyük kırmızı halenin diğerlerinden daha hantal olduğunu düşünüp ilk hamlesini diğer iki haleye yapmıştı. İkinci hamlesini sağ elindeki kılıçla yapacak ve ortadaki hantal insanı avlayacaktı ama yanılmıştı. Oruvan’ın baltası kolunun uzantısıydı. Kasları en sert odunu parçalamak için son gücüyle gerildi. Oduncu vuracağı noktayı baltasına çoktan iletmişti. Ve görünmez balta hedeflendiği yere hiç acımadan indi. Oruvan’ın narası tüm koridoru inletirken baltası Lidil’in boynundan girip köprücük kemiğini kırarak göğsüne kadar ulaştı. İnsan-yılan karışımı yaratık çırpınarak can verirken Oruvan ayağını ona yaslayıp baltasını geri çekti. “Bruz! Mishar!” Mishar, “Ben iyiyim Oruvan. Bruz’la ilgilen,” dedi. “Bruz! Bruz!” İlk önce Bruz’un öksürük nöbeti duyuldu. “Ben iyiyim Oruvan. Çok iyi bir iş çıkardın ama keşke o narayı atmasaydın. Birazdan bütün tapınak buraya toplanır.” 79


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Bruz haklıydı. Şimdilik uzakta görünen bir grup Lork onlara doğru koşuyordu. Bruz yerinden kalkıp, “Acele etmeliyiz,"dedi. "Onlar buraya ulaşmadan uzaklaşalım.” “İpler.” “Vaktimiz yok Mishar. Ayak seslerimi takip edin.” Bruz koşmaya başladı. Önlerinde de bir grup yaratığın onlara doğru koştuğunu görünce Bruz, “Sola!” diyerek solundaki ilk koridora döndü. Bu koridorun da ucunda bir grup Lidil vardı. Tekrar sola döndüler. Sonra sağa. Yine Sağa. Yine Lidiller. Sola. Sağa. Oruvan’ın narası tüm tapınağı ayaklandırmış olmalıydı. Girdikleri her koridorda eli silahlı yaratıklarla karşılaşıyorlardı. Birbirlerine seslenerek sürekli koştular. Hepsi artık sonlarının geldiğine inanmaya başlamıştı. Sonunda iki taraftan da sıkıştırılınca en yakınlarındaki kapı aralığından geçip bir salona girdiler. Karanlık salonda saklanabilmeyi umuyorlardı. İçeri adım attıkları anda arkalarındaki taş kapı büyük bir gürültüyle kapandı. Mishar’ın sesi titriyordu. “Sanırım fare gibi kapana kısıldık.” Oruvan neredeyse ağlayacaktı. “Her şey bitti.” Bruz, “Bakalım neredeyiz?” diyerek kavını çakıp meşalesini yaktı. Gördükleri manzara karşısında bir süre konuşamadılar. Aradıkları hazineyi bulmuşlardı. Üç arkadaş, salonun sonuna kadar dizilmiş büyük ahşap kutuların önünde duruyorlardı. Diğer ucu karanlığın içinde kaybolan salonun duvarları, kutuların içindeki binlerce yakutun yansıttığı ışıkla kıpkırmızıydı. İlk konuşan Mishar oldu. “Evet, mücevherleri bulduk. Bir de buradan çıkmayı başarabilirsek...” Oruvan tam Bruz’a ne düşündüğünü soracaktı ki salonun karanlık köşesinden, inleyen, yankılanan, hırıltılı bir ses, “Hoş geldiniz. Uzun zamandır sizi bekliyordum,” dedi. Duydukları korkunç ses yaşayan hiçbir canlıya ait olamazdı. Havada uçuyormuşçasına karanlığın içinden süzülen gri yaratığın giydiği siyah cübbeni başlığı yüzünü gizliyordu. Beyaz uzun saçları başlığın iki yanından çıkmış beline kadar uzuyordu. Cübbenin kemeri, birbirine bağlanmış kuru kafa ve kemik parçalarıydı. Oruvan çaresizce, “Neraidth,” diye inledi. Tüm hayatı boyunca Tanrıça Nera’nın kutsanmışını duymuştu. Onun neye benzediği hakkında yüzlerce iddia vardı. Ama onunla karşılaşıp normal 80


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

hayatına geri dönebilecek kimse olamazdı. Oruvan yine de biliyordu. Onlara doğru süzülenin bir Mehetilinin görebileceği en büyük kâbus olduğunu biliyordu. Mishar onu kolundan çekmeseydi büyük bir ihtimalle bir daha yerinden kıpırdayamayacaktı. Koluna yapışan arkadaşı onu çekip önlerindeki yakut dolu kutunun önünde yere çömeltti. O da görünmezliğin Neraidth’e işlemediğini düşünüyordu. Bu yaptıkları ahmakça bir hareket olabilirdi ama sonuçta çocukken korktuğu gecelerde yorganı kafasına çekmek de ahmakçaydı. Mishar birden hem Oruvan’ı hem de Bruz’u görmeye başladı. Ellerine baktığında artık kendisinin de görünür olduğunu anladı. Çöktükleri yerden ellerini kollarını sallayarak, elinde meşaleyle Neraidth’e bakakalmış Bruz’un dikkatini çekmeye çalışıyorlardı. Bruz’un gözlerinde daha önce görmedikleri boş bir bakış vardı. Ne de olsa onun bir şeyden korktuğunu hiç görmemişlerdi. Mishar panikle fısıldayarak, “Bruz,” dedi. Bruz gözlerini yaklaşmakta olan Neraidth’den arkadaşlarına çevirdi. Yüzünde en ufak bir tepki yoktu. “Bruz, Bruz görünmezlik sıvısını at.” Bruz ağır ağır elini cebine götürmeye başladığında Neraidth, “Hayır Bruz,” dedi. Bruz emre uyup durdu. Mishar, “Ne yapıyor bu?” diye kendi kendine söylendi. *** Ve sonunda Neraidth süzülerek Bruz’un yanında durdu. Derisinden sıyrılmış, uçları sipsivri kemikler olan parmaklarını Bruz’a dokundurup, “Tebrikler Bruz,” dedi. “Sonunda başardın.” Oruvan gözlerini onlardan ayırmadan, “Neler oluyor?” diye söylendi Neraidth, Bruz’un yanında, ağır ağır onlara doğru dönerken iki arkadaş oldukları yerde iyice sinmişlerdi. Bruz, Mishar ve Oruvan’a bakarken artık gözlerinde bir ifade vardı. Acı... Bruz acı çekiyordu. Neraidth insanın kanını donduran sesiyle konuştu. “Sizi Tanrıça’nın yeni yaratığıyla tanıştırayım.”

81


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Kemikli parmağıyla Bruz’u gösteriyordu. “Bu baş şaheserime Venalipper ismini verdim. Gamuthları yaratan benim. Yıllar içinde diğer Neraidthler Zagelleri, Lorkları ve Lidilleri yarattılar. Hatta Tanrıça, Celitalleri kutsadı. Ama artık Venalipperim sayesinde beni görmezden gelemeyecek.” Mishar ve Oruvan duyduklarını anlamıyorlardı. “Bu özel yaratığı yaratmaya çok uzun yıllar önce karar vermiştim. Ama ilk denememin çok özel bir insanla olmasını istiyordum. Bundan on bir yıl önce arkadaşınız Bruz nasıl başardıysa şu anda bulunduğumuz hazine odasına kadar sızdı. Onu burada ceplerine yakut doldururken yakaladılar. İşte bu cesur çocuğun aradığım özel kişi olduğuna karar verdim ve onu Venalipper’e çevirdim. Ne harika değil mi? Hiçbir şey anlamıyorsunuz çünkü hala Bruz’a baktığınızı sanıyorsunuz. Oysa o, artık Bruz değil. O istediği zaman insan şekline bürünebilen kurtla kartal karışımı bir yaratık aslında. Düşünsenize aranızda dolaşan insan şeklinde güçlü yaratıklar var ve siz bunun farkında değilsiniz. Onlara aslında ne olduğunu gösterir misin Bruz?” Bruz arkadaşlarına ailesini kaybettiği günden bile üzgün gözlerle bakıyordu. Önce, “Üzgünüm,” dedi. Sonra yüzü insanın içinin kaldıramayacağı bir iğrençlikle ileri doğru uzamaya başladı ve sonunda kurt yüzüne benzer bir hale geldi. Kolları, bacakları genişlerken üstündeki giysileri parçaladı. Biraz önce Bruz olan yaratığın sırtından kanatlar çıkarken, yaratık acıyla sivri dişlerini sıkıp hırıltılı sesler çıkardı. En son ayakları ve elleri pençelere dönüşürken yüzü de dâhil tüm vücudu siyah, kalın kıllarla kaplandı. “İşte muhteşem Venalipper. On bir yıldır size ticaret yaptığını söyleyerek buraya geliyor ve onun üzerinde çalışıyorum. Gerçi insan halinin sürekli hasta olması gibi halledemediğim ufak bir sorunu var ama onu insan şekline bürünebilen bir yaratık haline getirmek işin kolay kısmıydı. Ama hem insani mimiklerini, akıl yürütmelerini koruyup hem de insanlığından vazgeçmesini sağlamak çok zor oldu. Bruz’un insani yönü çok güçlüydü. Bir türlü kendini bana ve Tanrıça’ya adamıyordu. Aklı sürekli sizdeydi. Her şeyden vazgeçti ama ikinize olan bağlılığından bir türlü vazgeçemedi. Sizi bana getirdiği bu an onun son sınavıydı. Bu yüzden bu sürecin her şeyin başladığı yerde bitmesini istedim.” Oruvan ağlıyordu. Mishar dehşete düşerek olduğu yerde büzülmüştü. İkisi de anlamıştı. O gün, gizli yerde annesinin ve babasının öldüğünü söylediği gün, hepsini Ulna-i’den kurtarmak için Darnee’ye girmiş ve soyguna kalkışmıştı. O gün bu gündür ticaret yaptığını sanıyorlardı ama başka şehirlere gittiğini söylediği her seferinde o buraya, Neraidth’in yanına geliyordu. Neraidth on bir yıl

82


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

boyunca ona işkence etmiş ve sonunda Bruz’un onları da bu tuzağa sürüklemesini sağlamıştı. Gözyaşları içindeki Oruvan, arkadaşının çekmiş olduğu acılara daha fazla dayanamadı ve birden yaralı bir ayı gibi böğürerek eskiden defalarca yaptığı gibi Bruz’a zarar veren kişinin üstüne atıldı. Neraidth biraz önceki ağır hareketlerine tezat oluşturan bir serilikte elini kaldırıp sivri işaret parmağını Oruvan’ın alnına sapladı. İri adam parmağın ucunda asılıymış gibi olduğu yerde kaldı. “Üzülme oduncu. On bir yıldır sizin hikâyelerinizi dinliyorum. Kim olduğunuzu, Bruz’u ne kadar sevdiğinizi ve birbirinizle olan bağınızı biliyorum. Buraya girerek işlediğiniz günah için ölümlerden beter cezaları hak etmenize rağmen, ona verdiğim söz sebebiyle sizi ayırmayacağım. Siz ikiniz benim yeni Venalipperlerim olacaksınız.” Mishar çocukluk arkadaşlarından kalanlara bakıyordu. Bruz kanatlı, kurda benzer korkunç bir yaratığa dönüşmüş ve sahibinin yanında durarak, ondan gelecek emirleri bekliyordu. Oruvan’ın bedeni iri bir bez bebek gibi Neraidth’in parmağının ucunda sallanıyordu. Aklı gördüklerini daha fazla kaldıramadı ve Mishar kafasını ellerinin arasına alıp deliliğin ıssız köprüsünde çığlıklar atmaya başladı. *** “Ve Ulna-ili bir adam bana, ‘İnsan sandığın biri bile Tanrıça’nın yaratığı olabilir,’ demişti.” - Gezgin Drukra Akledan’ın günlüğünden

Erbuğ Kaya

83


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

MACGUFFİN DİYE BİR ŞEY YOKTUR [ Bölüm 1 : Cuma ] Cuma namazından sonra silahlar patladı. Bu caminin çıkışında çok kişi öldü. İçeride de az ceset bırakmadı köpekler. Silahları dışarıda güvenilir olduğu düşünülen birinin baktığı o vestiyere bırakıp giren dindar silahşorların kanları mermerleri kaç kere tanıdı bilmiyorum. Serin de oradaydı o gün. Şapkasını hızlıca geçirdi kafasına ve dışarıda bırakmadığı silahını kaderli olduğu eline aldı. Caminin orada duran rezil bir araba hurdasının arkasına saklandı ve nefes alıp verir gibi ateş etmeye başladı. Hava tabancaların üstüne yapışıyor, güneş altında kalmış bir kırbaç gibi insanın boğazını sıkıp, yanık izleri bırakıyordu. Kurşunların birbirine çarpmadan, insanlara olan acele yolculukları içinde Serin imamın ölüsünü gördü. Muhtar daha ortalıkta yoktu. Belki de o orospu çocuğu bütün her şeyi ayarlamıştı. Düşünceleri kafasından atmaya çalıştı. Arabası yanında değildi. Buna sevindi. Burada olsa o gözü gibi baktığı Murat 131’ine yapmadıklarını bırakmazdı bunlar. Elinde kurşun kusan altıpatları, gözlerini dikti yüzlere. Ayakkabılarını giyemeden çıktığı için, çoraplarının altı yırtılmıştı ve kanıyordu ayakları. Üç kişiyi indirmişti şimdiden. Onlar ise altı adam vurmuştu. “Hepinizin amına koyacağım ulan!” diye bağırdı. Cevap vermediler. Kesinlikle tutulmuş birkaç serseriydiler. Dikkatli bakınca birisinin Kuyruk olduğunu gördü. Kahvede sürekli rahatsızlık çıkaran bir dallama işte. Bıyıklarını kaşıdı. Tıraştan çıkmış, camiye gelmişti. Uzun saçlarını geriye doğru eliyle göz açıp kapayana kadar taradı. İşi bittiğinde iki kişiyi daha öldürdü. Şimdi sessizlik çökmüştü sokağa. Serin yavaşça hurdanın arkasından ayağa kalktı. Şapkasını düzeltti, üstündeki kısa kollu gömleğin üstünü silkeledi. Cesetlerin arasından yürüyerek, ayakkabılarını camiye girmeden önce koyduğu yerden aldı. Silahını kot pantolonundaki kemerindeki mola yerine bıraktı. Yürürken tükürdü. İnsanlar beton apartmanlardan gözlerini dışarıya çıkarıyorlardı. Birisi Serin’in yanına geldi. Yaşlıydı, nefesi içki kokuyordu. Katliamdan kurtulanlardandı. Ayakları hala çıplaktı. Konuşmaya başladı.

84


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Yeni bir imama ihtiyacımız olacak delikanlı. Yazık oldu. İyi adamdı. Hep böyleleri gider zaten. Bundan önceki yavşak baya da uzun yaşadıydı… Neyse...” Serin bir sigara yaktı. Yorgundu, terlemişti. Kötü bir hafta geçirmişti. Şimdi ise saygı duyduğu birisi öldürülmüştü. Bir şeyler ters gidiyordu, kötü bir şeyler olacaktı. Bugün o kurşunlar, o katliam sadece onun için yapılmıştı. Bunu biliyordu. Adamın omzuna yavaşça vurdu. “Hallederiz be dayı.” Silahı soğumaya başlamış olabilirdi ama nefret daha yeni kıvamını buluyordu.

[ Bölüm 2 : İmam’ın Rüyası ve Dilencinin Ölümü ] Çarşambaları esrar günüdür. Kuyruk uzun süredir kullandığı bir kanal sayesinde istediği kadar malı bulur, hatta biraz da ucuza kapatır. Meyhanenin arka tarafında cigaralarını çekerler. Muhtar’ın yeğeni Süleyman ile birlikte birbirlerine sikiş sokuş ana fikirli fıkralar anlatırlar. Geçen gün kimi dövdüklerinin ya da kimle seviştiklerinin üstüne absürd eklemeler yaparak hikâyeleştirirler. İlginç aslında. Kavga ile seks arasında garip bir bağlantı var sanırım. Meyhanenin içinde ise sessiz bir gerilim eksik olmaz. Burada herkes birbirine düşmandır aslında. Onların birbirlerine girmelerini engelleyen tek şey ise racondur. Şehrin bu tarafında kimse imamın içtiği gece kavga etmez. “Hocam nedir derdin bu akşam?” Baha Abi mekânın sahibidir. Yaşının geçkin olmasına rağmen sakalları alabildiğine karadır. Kel kafasını yeleğinden bir mendille sürekli siler. İmam ise yorgun bu akşam. Şalvarının üstünü bir kere siler. Masada duran şapkasına bakar bir süre. Yeşil hırkası içinde saf bir hüzündür. “Bir kâbus görüyorum Baha... Ölümüm yakın.” O anda içeriye Kuyruk girer. Bu çoğunlukla sinirin bozulduğu zamanlara denk gelir. Kahvede de aynı şeyi yapar bu piç. Hemen bir kenara oturur. Selam falan vermez ha. Önce sessiz takılır. Yanındaki dostuyla azar azar gülmeye başlarlar. İlk duble rakısını bitirdikten sonra başlar bağırmaya. Rezil bir silahı vardır, kafasındaki şapka ise hiçbir silahşorun saygı duyacağı şekilde değildir. Süleyman biraz daha paralı olduğu için onun kahverengi geniş şapkası gösterişlidir. Ancak içindeki

85


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

adam beş para etmeyeceğinden ne giyinse boştur. Bak bağırıyor şimdi mesela Kuyruk… “Serin denen göt bizim hakkımızda laf ediyormuş. Sikini kesip ağzına veririz ha!” Kafayı çekenlerden biri olan Muhtar gülümser. Ancak herkes onun kadar kayıtsız olmaz. Altı, yumruğunu önündeki masaya koyduğu gibi ayağa kalkar. “İmam var ulan burada! İtler! Saygılı olun biraz!” Baha Altı’nın yanına gider. Bir şeyler söyler kulağına. Bu sırada Kuyruk gülmektedir ama rahatsızdır. Süleyman ise hâlâ oturmuş, sigarasını tüttürmektedir. Kuyruk tehlikeli değildir aslında. Çünkü salağın tekidir o. Ama Süleyman. O çocuk da bir şey var. Muhtar’ın en sevdiği yeğeni olması boşuna değil. Pis bir zekâsı var onun. Bir planı var. İmam onu görünce bunu anlıyor. Birilerini taşıyor bu çocuk yanında. “Çıkın lan dışarı!” diye bağırıyor Baha. Sonra Muhtar’a dönüyor. “Yoksa Muhtar sizi atacak buradan…” Bir şey diyemez. Muhtar iyi bir politikacıdır. Kafasıyla hafifçe bir hareket yapıyor. Kuyruk ve Süleyman dışarı çıkıyorlar. Süleyman gözlüklerini son kez düzelterek gülümsüyor. Çok konuşmaz, konuştuğu zaman ise tüyleri diken diken olur insanın. “İyi akşamlar beyler!”

İmam anlatmaya devam ediyor. “Serin bir düelloda. Belinde silahı dik dik bakıyor karşısındakine. Ben bir hakem gibiyim. Bir büyücü var. Onu hissediyorum. Bir kadın. Büyücü bir doktor. Bizim caminin oradayız. Alev alev her yer. Allah bizi kurtarsın diye dua ettiğimi hatırlıyorum. Başka birisi daha var. Hırkası yeşil. Yüzünde kötü bir yara. Konuşuyor, beni sakinleştirmeye çalışıyor. Sesi korkunç yüzüne göre çok ters geliyor. “Korkma.” diyor. “Zaman sonsuz. Sadece o kadar. Düşünme. Sonra ne olursa olsun, önemli değil. İyi ile kötü bu topraklarda var. Senin gittiğin ülkede böyle ayrımlar olmayacak.” Biraz da olsa rahatlıyorum. Yalan söylüyor ama biliyorum. Sonra kalabalıklaşıyor sokaklar. Eski festivaller, bayramlar da olduğu gibi. Herkes de camiden çıkıyor. Sonra fark ediyorum. Bir dolu ceset. Yanmışlar. Koku… Midem bulanıyor. Serin’i kaybediyorum gözümün önünden. Onun düelloya

86


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

tutuştuğu adamı da göremiyorum… Sonra da göz kapaklarım yanarak uyanıyorum. Gerçekte ağlayabilsem rüyamda da ağlayacakmışım gibi hissediyorum.” Rakı bardaklarını birbirlerine tokuşturuyorlar. Muhtar ayaklanıyor. Yanındaki birkaç yardakçı da onun peşinden kalkıyor. Meyhaneden yavaşça dışarı çıkıyorlar. Sokak sessiz. Lambalar yıllardır çalışmıyor. Apartmanların sobalarından kömür dumanı çıkıyor. Muhtar şehirde araba kullanan nadir insanlardan. Serin bile arabasını ayda yılda bir namaza gitmek için kullanır o kadar. Benzin şu zamanda altın gibi. Muhtar’ın bazı yolları var bu altını elde etmek için. Arabaya biniyor. “Bir ara şu hayırsız Kuyruk’la gelsin Süleyman benim yazıhaneye. İş konuşalım gençlerle. Böyle boş boş dolanmasınlar ortalıkta.” Arabada birkaç zoraki gülüşme oluyor. Muhtar bir sigara yakıyor. Arabanın geçtiği sokakta bir dilenci var. Önünden bir kadın geçiyor. Siyahlara bürünmüş. Birisini arıyor. Soruyor dilenci hırıltılı sesiyle. “Kimsin lan sen?” Kadın gülümsüyor. Adamın önüne geliyor. Bacakları dilencinin gözünü alacak kadar güzel. Adam aç. Tene, içkiye, ilgiye, yaşamaya, ölüme aç. Üstündeki siyah pelerini omzundan aşağıya bırakıyor. Çırılçıplak… “Hayal gücünün biraz daha geniş olmasını dilerdim..” diyor. Ertesi sabah sokakta bulunacak ikinci ceset olacak Dilenci.

[ Bölüm 3 : Serin’in Kadını ] Elinde içki şişesi, bu kötü apartman odasında sarhoş olmasına rağmen yeterince unutamıyor… Nefret ediyor. Sabahı cehennem sıcağı, geceleri boşluk kadar soğuk olan bu şehirden iğreniyor. Gecelerden korkar oldu kimseye söylemese de. Sabah hâlâ aklında. Bugün kendisini düşürdüğü rezillikleri… Gün içinde tek ölen dilenci değildi aslında. Meyhaneye gitmişti. İçmek için değil. Orospuyu bulmak için. Kafası iyiydi. Serin bir zamanlar saygı görürdü. Artık sadece rezil bir âşık. İçeri girdi. Baha onu gördüğü anda sinirinin bozuk olduğunu anladı.

87


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Serin, gelmedi. Sorun çıkarma…” O kadar saygı duymuyordu belki ama silahları hâlâ belindeydi. Bıyıkları hâlâ birçok kişinin aklında ölümle eş değer bir resimdi. Siyah şapkasının gölgesinde kimse kalmak istemiyordu. “Baha. Kuyruk’a benzemem lan ben! Çocukmuşum gibi davranma! Burada olmadığını biliyoruz. Nerede olduğunu söyle! Uğraşmam daha. Siktir olur giderim. Ha söylemezsen, ki biliyorum nerede olduğunu çok iyi biliyorsun, dağıtırım ulan burayı! Orospu nerede söyle! Konuşacağım sadece. Ne yapacağım lan karıya. Öyle bir adam mıyım oğlum ben! Kadına silah çeker miyim lan!”

Apartmandan içeri girdiğinde ölüm gözlerini onun yakınına çevirdi. Serin birisini öldürecekti. Terliyordu. Ceketini tırabzanlara bıraktı. Beyaz gömleği ve eskimiş kot pantolonuyla kafasındaki şapka birbirini alakasız bir şekilde tamamlıyordu. Asıl imza ise belindeki silahlardı. Bir tanesini çekti. Şimdi her şey doğru geliyordu. Bütün o yanlışlık hissi, belirsizlikler, evrenin büyük gizemleri, yok oldu. Sıcaklık, geçmiş, kokular yavaşça dengelendi. Sadece öfke ve elindeki silahtan oluşuyordu o anda Serin. İçeride ise kadın çığlıklar atıyordu. Kapıya bir kere omzuyla yüklenmesi yetti. Bağırmaya başladı. “Lan Sarı! Geliyorum ulan!” Yatak odasına girdiğinde, elinde silah tutan dal taşak ortada zayıf bir adam ve çırılçıplak çığlıklarıyla yatakta öylece duran kadın vardı. Serin kadının kıllı vajinasını gördü. Göğüs uçlarına çok kısa bir süre baktı. “Kapa lan şu üstünü.” Sarı elinde silahla bekliyordu. Sessizleşmişti. Serin ile kavgalarının bu konu ortaya çıkarsa artık sona ulaşacağını biliyordu. Onun kadınını sikmişti. Bu işten kurtuluş yoktu artık. Bu odadan ikisinden birisi tabut kokusunu diğerinden önce duyacaktı. “Şimdi mi olacak bu iş?” Serin güldü. Nadiren gülerdi. Dişleri ortaya çıktı. Sarı korkuyordu. “Şimdi olacak be Sarı. Aynen öyle koçum…” Tabancalarının ucu birbirine bakıyordu. Görmüyorlardı artık. Her ne kadar karaktersiz bir dallama 88


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

olsa da Sarı bir silahşordu. İkisi de fena değillerdi canlarını korumaya gelince. Can almak ise, kesinlikle ortak noktalarıydı. Bundan iki yıl önce bir kuyumcu soygununda beraber iş bile çevirmişlerdi. Zaten araları o günden sonra boka sarmaya başlamıştı. “Bilerek onunla yattın değil mi? Seni öldüreceğimi biliyordun?” Sarı saçlarını geriye attı. Artık o kadar da korkmadığını fark etti. Serin âşıktı. Kadını seviyordu. Sarı, Serin’in kadınını elinden almıştı. Bu hoşuna gitti. “Biliyorduysam ne olacak? Karıyı zorlamadık ya. O sarktı lan hatta önce!” Kadın bağırmaya başladı. Serin gözleriyle susturdu onu. Tek kelime etmediler. Meni, ter, adi parfüm ve kötü sigara kokusu içinde iki adam, bir kadın ve iki silah varlıklarını gerçekliğe çivilemeye devam etti. “Nasıl tanıştığımızı anlatayım mı Serin? Sanırım seninle kavga mı ne etmiş… İki gün önce lan. Çok eski değil yani. Şu bizim aşağıdaki parkta oturuyorum. Ayılmışım, sinirim bozuk zaten. Baktım yürüyor bu. Kara kuru da bir şey. Koca burnundan anladım seninki olduğunu... Yanıma gelmesini söyledim. Siktiri çekti önce. Biliyorum ama kaltak kaltaktır. Ben yanına gittim bu sefer, zaten yürümesini de yavaşlatmıştı. Giymiş üstüne beyaz tek parça bir elbise. Sutyeni de siyah ha. Gecenin karanlığında bile gözüküyor o beyaz elbisenin içinden. Çektim belinden kavrayıp kendime. Yüzüme öyle bir bakışı var ki, dudakları böyle hafiften aralanmış...” Serin o elbiseyi hatırlıyordu. “Kimse de yok ha ortalıkta. Zaten biliyorsun, bizim gibi serseriler her tarafta. Kim çıkar amına koyayım sokağa! Çektim bunu yatırdım parkın çimlerine. Beni durdurmaya çalışıyor ama bir taraftan da istiyor orospu. Biliyorum gözlerinden okuyorum. Kokusundan anlıyorum lan. Kadın kokusu erkeğini istediğinde hissettirir. Sen aldın mı hiç o kokuyu Serin? Ha? Bir şey söyle lan. Neyse. Sıyırdım elbiseyi üstünden, külotunu da attım bir kenara. Açtım pantolonumu. İzliyor ha bu sırada beni, elleri belimde. İçine girmem için can atıyor yani. Dayadım buna pompayı, bir taraftan da indirdim aşağı sutyenini. Yalıyorum memelerini. Bir de güzel tadı kahpenin…” Serin yürümeye başladı. Sarı konuşmasını kesti. “Yaklaşma lan yakarım ha.” Bir an sadece nefeslerinin sesi duyuldu. 89


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“O gece kavga ettik doğru. Ama ondan önce sevişmiştik.” Sonra silahlar konuştu.

Günlerden çarşambaydı. Sokağın ortasına kadar sürüklemişti onu. Bağırıyordu, bir taraftan da ağlıyordu. Ceketi sırtında, şapkasını sallıyordu etrafa. Yatırdı yere orospuyu. “Bu kadın var ya bu kadın! Bir daha buna yemek vereni, bakanı, geçtiği yoldan geçeni öldürürüm ulan! Sikerim belasını anladınız mı? Bu karı bu mahalleden ona hayır gelmediğini anlayıp, gidene kadar kimse ona yardım falan etmeyecek anladınız mı lan!” Muhtar ve adamları geldiğinde hâlâ bağırıyordu. Daha da fazla sövmeye başlamıştı. Muhtar güneş gözlüğünü çıkardı, sigarasını yaktı. “Ne yapıyorsun lan sen?” Serin elini yavaşça belindeki silahına koydu. “Ne var Muhtar? Sen hâlâ ilgileniyor muydun adaletle falan?” Muhtarın adamlarından birisi kadının yanına doğru gitmek için hamle yaptı. Serin silahını çektiği gibi adamın ayağının iki santim ötesine yolladı kurşununu. “Sakın ha Muhtar! Sakın çıkma yoluma…” Baha da çıkmıştı şimdi sokağa. İzleyiciler çoğaldıkça çoğalmıştı zaten. “Yapma Serin. Bir kadın için. Yeter bu kadar rezil olduğun…” Muhtar ise bu yöntemle gitmezdi. “Serin, seni sevmem. Bu kadını bırak. Sıkıntı olmasın tamam? Hadi, bas git. Çek kafayı, ne yaparsan yap. Burada olmasın. Böğürüp durduğun yeter…” Silahı elinde düşündü Serin. “Başka bir zaman Muhtar.” dedi. “Görüşeceğiz.”

90


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Şişenin bitişini izliyordu şimdi. Midesi bulanıyordu. Açtı, üşüyordu. Sandalyenin üstünde duran tabancalarına baktı bir süre. Biraz daha içti. Radyo da susmuştu. Uyuması gerekiyordu. Yarın erken kalkacaktı. Şehirde işleri vardı. Yorganı çekti kafasına, bir süre sonra da sızdı. İmam’ın rüyasına benzer bir tane o da görecekti. Rüyayı kendinden başka birisine anlatacağı yer ise onun cenazesi olacaktı maalesef.

[ Bölüm 4 : İntikam, Yel ve Soygun ] Para için değildi, ilk başta intikamı düşünüyordu Serin. Bir kaç mahalle aşağıdaydı dükkân. İş tehlikeliydi. Askerlikten kalma serseriler mesken tutmuştu mekânı. Buna rağmen o kuyumcu ayakta durabiliyordu. Adamın bazı isyankârlarla arasının iyi olduğu söyleniyordu. Eşkıyalardan Yelkurşun, kuyumcunun kıza âşık diye dedikodular da vardı. Yani mekânı soymak ayrı bir sorun, sonrası ayrı bir sorun olacaktı. Serin önündeki kötü çizilmiş krokiye yüzünü dikmiş bakıyordu. Sarı endişeliydi. Konuştu. “Yelkurşun kesin herifin gözüne girmeye çalışacak. Bu da mekânı ölmeden soyabilirsek düşünmemiz gereken bir problem tabi. Bırak bu işi Serin. Siktir et ya. Kim takar parayı?” Serin elini masaya vurdu. “Ben sen miyim lan! Kes sesini, sikmeyeyim belanı. Bu soygun olacak!”

Kuyumcunun adı Rıfat. Gençliğinde Serin’in babasıyla arkadaş. Gün geliyor, Serin’in babası evleniyor, çocuğu da oluyor. Rıfat bekâr. Çapkın o zamanlar. Gözü Serin’in annesinde. Kadın rahatsız oluyor gibi ama yine de hafif oynak. Kadınları bu yüzden sevmez Serin. Çünkü Rıfat’la yatıyor annesi. Rıfat boğuyor Serin’in babasını. Gençliğinde dövüyor Serin’i. O sıralarda birçok karanlık tiple arkadaş da oluyor tabi. Serin’in ölümden kaçmışlığı çoktur. Ama onun ilk katlini isteyen Rıfat olmuştur. Bu mahallede olduğunu bilmez Serin’in Rıfat. Onu tanımaz bile belki. Yıllar geçmiştir son görüşmelerinin üstünden. Gerçek adını değiştirmiştir Serin. Saçlarını uzatmış, silahlarını daha iyi kullanmaya başlamıştır. Adam öldürmüştür. Bıyıkları vardır artık. İntikam alacaktır. Bundan başka bir şey istemez olmuştur. O yüzden şehrin bu tarafına gelmiş, yerleşmiş ve Sarı ile dost olmuştur. Öfke

91


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yüzünden. İntikam için...

“Öğle zamanı gireceğiz. Şaşırtacağız yavşağı. Zaten gece imkânı yok. Yelkurşun daha fazla adamını bırakıyor mekânın etrafına geceleri. Sen parayı alacaksın. Ben Rıfat’la ilgileneceğim. Zorluk çıkarsa Yelkurşun’la da ben kapışacağım. Tamam mı? Bu kadar basit. Bir Ccuma günü yapacağız. Namazdan hemen sonra. Rıfat camiye gitmez. Ama etraf da normalde olduğu kadar kalabalık olmaz…”

Sabah ağzı kupkuru, gözlerini açtı. Gömleğini giydi. Birkaç düğme açık bıraktı yukarıdan. Bıyıklarını düzeltti ayna karşısında. Saçlarını taradı. Şapkasını taktı. Kemerini geçirdi beline. Silahlarını yerleştirdi yerlerine iyice. Ceketini giydi üstüne. Yüzünü izledi bir süre. Annesinin yüzünü de hatırlamıyordu, babasınınkini de. Belki de intikam değildi artık bu. Başka bir şeye dönüşmüştü. Bir takıntı olmuştu. Öldürmek istiyordu. Amaçsız cinayet ise zevk vermiyordu ona belki de. Gülümsedi. Umurunda değildi. Bir sigara yaktı, daireden çıktı. Hava güzeldi. Sarı dışarıda arabanın yanında bekliyordu. “Buldum benzin biraz ucuza ya. Depoyu da sonuna kadar doldurdum…” Gülümsedi Serin. Arabayı kullanmayalı uzun süre olmuştu. Direksiyonun arkasına geçti. Anahtarı yerine geçirdi ve çevirdi. Araba çalıştı. Radyoyu açtı, tabi ki hiçbir yayın yoktu. Bir kaset taktı. Cengiz Kurtoğlu. “Güzel bir gün olacak.” Yanlarına iki de öküz aldılar. Birisi Kuyruk’un dayısı Faraş’tı, diğeri ise mahallenin ayyaşlarından Harakiri. Hem serserilerle, hem de Yelkurşun’un adamlarıyla uğraşacaklardı. Silah tutan ve aynı derece rezil işler yapabilecek olan kişilere ihtiyaç vardı. Serin normalde bu adamlardan hiçbirisiyle iş yapmazdı ama, elindeki malzemeyle yetinmek zorundaydı. “Beyler, saçma hareket istemiyorum, işi bitirip çıkalım. Ölüm olmasın, kan sevmiyoruz değil mi? Gerek yok. Akşam buraya döndüğümüzde cebimizde paramız, akıllarımızda anlatacak hikâyelerimiz olsun yeter. Değil mi?” Sarı ağzında sigara gülüyordu.

92


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Evet ha, Serin Abi’mizi takip edelim, paraları götürelim, akşam da kafaları çekelim bir güzel. Karı da buluruz.” İşte buna Harakiri katılırdı. “Herhalde lan! Sabaha kadar çekeceğim kafayı!”

Kurşunlar uçuşmaya başladığında yerde kalan ilk kişi hiç konuşmayan Faraş’tı. Belki de intihar etmeye gelmişti. Zaten zekâsıyla ilgili çok fazla şüphe vardı adamın. Harakiri ise vurulmasına rağmen bağırmaya ve ateş etmeye devam ediyordu. Sarı ortalarda gözükmüyordu. Dükkânın içinde Rıfat’ın ağzına dayadı silahını. “Ucu sıcak değil mi?” diye sordu. Rıfat gülümsüyordu. Ölüme giderken bile ona istediği zevki tattırmayacağını söylüyordu bu bakışlar. Serin silahı biraz daha içeri soktu. Harakiri bağırıyordu. “Serin! Hadi amına koduğum! Hadi siktir olup gidelim buradan!” Dükkânın kapısındaydı, her tarafı kan içindeydi. Serin’in eline ihtiyacı vardı. “İntikamı sikeyim. Sadece zevksin sen bana.” dedi Serin. Tetiği çekti. Harakiri’nin yanına geldi. Dışarıya baktı. On, on beş tane herif vardı. İmkânı yok yenemezlerdi. Bağırmaya başladı. “Yel! Yelkurşun! Seninle sorunumuz yok. Rıfat denen orospu çocuğunu öldürdük. Kızını artık ne yapacaksan yaparsın. Bırak bizi gidelim!” Silahlar sustu. Fısıltılar ağızdan ağza koşmaya başladı. “Serin! Seni tanıyorum! Sen de benim adımı duymuşsundur. Bu iş sadece artık Rıfat’tan ve kızından çıktı. Delikanlılık mevzusu bu. Sizi bırakamam. Gel karşıma, anam avradımı siksinler buradan birisi seni vurursa. Biz karşılıklı vuruşalım. Kim ayakta kalırsa siktir olup gider bu boktan mahalleden.”

93


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

İki saat sonra, Harakiri’nin kolu Serin’in omzunda bomboş yolda yürüyorlardı. Sarı parayı da alıp mahalleye kaçmış olmalıydı büyük ihtimalle. Mantıklı olanı bu diye düşünüyordu Serin. Ona kızmayacaktı, bugün istediği olmuştu. Bundan sonra çok fazla öfkeye yer yoktu içinde. Rahatlamıştı. Sadece yine de bir his vardı yok edemediği. Bir eksiklik. Sanki kaderini daha tamamlamamıştı. “Kafaları çekeceğiz daha ha, sakın ölüp gitme üstüme Harakiri.” Harakiri mahalleye varamadan öldü.

[ Bölüm 5 : Kutu ] Anadolu’da iki ayrı güç birliğinin oluşmaya başladığı dedikoduları dolanıyordu etrafta. İşin doğrusu neyin ne olduğu kimsenin umurunda değildi. Bu saatten sonra devlet kurmak birkaç çocuğun oyun oynamasıyla denk görülen bir olaya dönüşmüştü. Dünya yorgundu, üstünde yaşayan milyarlardan geriye kalan insanlar ise daha da bezgindi. Bu mahallede de işler farklı değildi. Güzel bir perşembe günü! Sinekler çok rahatsız etmiyordu, sıcaklık fena değildi. Sarı ve Dilenci ise sessizce gömülmüşlerdi. Kimse onları kimin öldürdüğünü sormamıştı bile. İmam hâlâ hayattaydı. Muhtar önündeki kadını izliyordu. Yazıhanede kimseler yoktu. Kadın siyah kıvırcık saçları ve üstündeki tek parça uzun siyah elbiseyle geceyi andırıyordu. Muhtar kadına bakarken sadece geceyi düşünmüyordu tabi. Hava karardığında akla çok başka şeyler de gelebilir. Kadın ise yeni görünüşüne çoktan alışmış, sadece aklındaki plana uygun gitmeye uğraşıyordu. “Yakın zamanda bu mahalleye birisi gelecek. Yanında da bir kutu olacak.” Muhtar cümlenin gerisini getirdi. “Kutuyu da sen istiyorsun? Bak bacım, biz burada işini hallederiz. Para konusunda elin sıkı değil belli. Ancak, bana bu paketi niye istediğini hele bir söyle bakalım.” Kadın Muhtar’ı çözmüştü. Kadın istiyordu bu adam, para, güç her şeyi elde etmişti. Ama kadınları asla tamamen ele geçirememişti. Geçmişinde bir rahatsızlık vardı. Anlamıştı. Kolaydı. İnsan genel olarak bu kadar vasatken, erkek çocuk oyuncağıydı. “Sihre inanır mısınız Muhtar?” 94


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Elhamdülillah biz müslümanız.” Kadın tekrar sordu. “İnanır mısınız?” Muhtar ensesindeki tüylerin hafifçe dikleştiğini hissetti. “Evet,” dedi. “İşte o kutuyu istememin sebebi sihre dayanıyor. Şimdi bütün hikâyeyi anlatıp sizi korkutmamı mı arzu edersiniz, yoksa gayet normal bir dalavereymiş gibi konuşup her şeyi işimizi yapmamızı mı istersiniz?” Muhtar cevap vermedi. Çayından bir yudum aldı. Kadın devam etti. “Bu iş için imamınızın ve adının Serin olduğunu düşündüğüm silahşorun ölmesi gerek. Aslında zor değil, ben bile halledebilirdim bu işi ama… Anlayamayacağınız nedenlerden dolayı gücümü pakete saklamam lazım. Dediklerimi halledebilecek misiniz Muhtar? Becerebilecek misiniz bu kadarını?” Çay soğumuştu. “Öyle olsun bakalım, halledeceğiz tabi ki. Siz isteyin yeter…” O gece seviştiler. Muhtar o saatten itibaren tamamen kadınındı.

[ Bölüm 6 : Cenaze, Dinamit ve Kimse ] Çocuklar karga gibi gülüşüyorlardı. Serin sigarasını yere bastı. Issızdı cenaze. Birkaç yaşlı teyze, iki üç tane delikanlı o kadar. Serin’in mahalledeki üç yıllık zamanı içerisinde edindiği tek dost Sarı, âşık olduğu tek kadın bir orospu, dinlediği tek adam ise imamdı. Şimdi üçü de yoktu. Ondan garip bir korku duymaları haricinde, kimsenin saygısını da kazanamamıştı. Burada çok kalamazdı. Dün olanlar bunun kanıtıydı. Kuyruk gibi bir piç tarafından öldürülmeyi istemiyordu. Mezarın yanına çöktü. Mahallenin biraz ilerisinde, zamanında çöplük olarak kullanılan bir arsaya gömülüyordu ölüler. İnsan da bir süre sonra zaten çöp olmuyor muydu?

95


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Hişt sen! Tanrıya inanır mısın?” Bir kadın duruyordu karşısında. Erkek gibi giyinmişti. İlk belindeki silahları dikkatini çekti, sonra yeleği, sonra şapkası. “Kimsin sen?” Kadın güldü. Serin en son karşısındakinin kadınsı özelliklerini fark etti. Göğüsleri dolgundu, dudakları ise bakımsız, bacakları tam kıvamında. Bu kadın, gerçekti. “Bir soru sorduk değil mi?” Serin, kadının arkasındaki eşeğin üstünde duran adamı gördü. Gökyüzüne bakıyordu herif. Garip bir görüntüydü. Yeşil bir hırka giymişti. Saçları kısacıktı. “Tanrıya ben inanıyorum ama o bana inanıyor mu bilmem.” Kadın gülümsedi. Bir sigara yaktı. “Köyünüzün bir imama ihtiyacı var mı?”

Kahvedeydiler. Herkes yeni gelen imama bakıyordu. Adam kısa saçları, boğazından kulak arkasına kadar uzanan yara izi, sade yeşil hırkası, sessizliği ve karanlık gözleri ile herkesin ilgisini üzerine çekmişti. Kimse Dinamit’i fark etmemişti bile. Kadın ise bu ilgisizliği hiç kafasına takmadan Serin ile konuşuyordu. “Ben batıdan, denizin diğer tarafından geliyorum. Orada durumlar iyice boka sardı. Topladım voltamı çıktım yola. Çılgın bir kaptan buldum. Buna yolda gelirken harcadığım bir tekelciden bir kasa rakı almıştım, onu verdim, geçirdi beni boğazdan Üsküdar’a kadar. Orada da bomboş meydanda bu herifi buldum. Dua eder gibi elleri gökyüzüne uzanmıştı, sanki o an oraya gelmiş gibi. Bir türlü uymuyordu etrafına. Yanında da bir çanta. O kadar. Başka bir şey yok. Gittim yanına, neden bilmiyorum ama, babama hissettiğim gibi bir güven hissettim. O günden beri yürüyoruz, arada bazı yerlerde konaklıyoruz.” Serin ayağa kalktı. Kahvedeki insanları bir süzdü. Bağırmaya başladı.

96


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Yeni İmam bu ona göre! Bir yamuğunuz olursa, önce bana, sonra Allah’a hesap verirsiniz! Ben de fena değilimdir konu ceza vermeye gelince... Ona göre!” Dinamit tanrıya inanmıyordu. Tek bildiği bu toprakların artık eskisinden bile daha fazla tekinsiz hale geldiğiydi. Bu adam ne kadar güven verse de bir garabetti. Aynı şeyi o da düşünüyordu. Yeni İmam olarak adlandırılmış olmasına rağmen onun bir adı vardı. Çok eskilerden gelen bir isim. Hatırlayamasa da tamamen, güzel bir sesi olan, hoş bir isme sahipti hem de. Daha önemlisi ama çantasıydı, onun içindeki kutu. Burada olacaktı her şey. Biliyordu. Serin’i bir anda bileğinden yakaladı. “Bana yardım edeceksin silahşor ve sonunda öleceksin.” Serin’in ensesindeki tüyler dikleşti. “Kimsin sen?” “Bana Kimse diyin. Öyle sanırım rahat edebilirim şimdilik.”

[ Bölüm 7 : Kadın ve Pusu ] Kimse’nin kasabaya gelmesinin üstünden iki, Kadın’ın gelmesi üzerinden ise dört gün geçmişti. Zamanı Serin bile anlayamıyordu. Muhtar’ın onu öldürmeye uğraştığı ise artık onaylanmış bir gerçekti. Sadece bunu göz önünde ve direkt yapamıyordu. Üstüne bir suç da atamıyordu. Kimse beklemesini söylemişti Serin’e. Kuyruk da, Süleyman da, Muhtar da, hepsi öleceklerdi. *** Pavyonda çalışıyor şimdi Kadın. En iyi orada erkeklerin hayal güçlerini yutabiliyor teninde. Bir tek Serin’i alamadı eline. Herkes onun peşinde. Bir de Süleyman… O çocuk garip bir mahlûk. Yakalayamıyor zihnini bir türlü. Bölündüğünden olsa gerek. Süleyman orada odasında, kafası güzel, bağırıyor sürekli. Kuyruk’la da görüşmüyor bir süredir. Yataktan çıkmıyor, odada pis meni, sidik ve bok kokusu var. Sıyrılması gerek bu halinden, yapamıyor. Silahlarını kullanmak istiyor. Oysa Pusu, “Hayır,” diyor, “Daha değil… Kendi kendini öldürmene izin veremem.”

97


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Pusu’nun ince bıyıkları var, saçları hep briyantinlidir, saatini ve silahlarını çok sever. Dostoyevski okur, kadınları sever. Süleyman onunla yıllar önce dedesi atını vurduğu zaman karşılaştı. Yaşlanmıyor Pusu. Sadece konuşuyor. “Toplamalısın odayı artık. Dışarıda oyun oynanmaya başlandı… Hem Kadın da geldi. Onunla görüşmelisin biliyorsun. Ben yardımcı olacağım sana, yeter ki korkma…” Serin o pavyona girmez. Orospu’yla tanıştıkları yer orasıydı. Şimdi mahalle oradan gelen müzikle doluyken o Dinamit’le beraber kafayı çekiyor. Kimse ise odasında suskun, düşünüyor. “Neyi bekliyoruz ki böyle?” Dinamit cevap veriyor. “Kimse’nin dediğini duydun. Ne olacaksa, onu bekliyoruz. Şunu da diyeyim, dediklerine güvensen iyi olur. Gariptir gerçekten. Bilir birçok şeyi… Şu kadar diyeyim, kaderine ulaşmak için önüne çıkan bir tabur dolusu askeri ölümcül bir griple boğdu. Bir gece önce kamplarını gördük, ertesi sabah cesetlerinin arasından yürüyorduk Serin. Anlıyor musun?” Anlamıyordu, tabi ki anlamayacaktı. Olağanüstü ile gerçek birbiriyle kesiştiği zaman, gözlerden birisi kapanır, diğerini seçemez hemen. Böyledir bu işler. Mesela Süleyman evini toplar şu saatlerde, temizlettirir. Yıkanır, saçlarını düzeltir, giyinir ve dışarıya çıkar. Pavyona girer, dört kişinin bir ayda geçinebileceği bir para vererek, biraz votka içer. Sonra kulise gider, kadının omuzlarına dokunur. Kadın döner, ağzına silahını sokar Süleyman. “Tanıyor musun Pusu’yu?” İşte acayip olan da budur. “Tanıyorum,” der Kadın. Süleyman silahı çıkarır. Kadın zihninde mi konuştu? Anlayamaz. “Yarın, öğle saati Muhtar’ın beceremediği işin devamını halletmeni istiyorum Pusu’yla. Düello’ya çağır onu. Ben de şu yeni imamla ilgileneceğim. Oldu mu?”

Aynı zamanlarda Serin’in de bazı düşünceleri vardır.

98


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ama tabi Kimse’nin bir şeyler olmasını beklemesini kendi elimize de alabiliriz. Yarın ortalığı karıştıralım. Sabah Muhtar’ı vurmaya gideriz.. Onu ortadan kaldırmamız lazım, sonra da şu kadını bir çekmemiz lazım kenara. Bir şey biliyor, hissediyorum. Kimse de onda bir şeyler olduğunu düşünüyor zaten. Sonra da bakarız artık ne oluyorsa...” Dinamit içkisinden biraz daha içer. “Pekala hareketli çocuk. Dediğin gibi olsun. Ben de zaten oturup kıyametin üstümüze yıkılmasını beklemekten sıkılmıştım işin doğrusu.”

[ Bölüm 8 : Son Gün ] “Yanlış sonlara inanmam ben,” dedi Kimse. “Her bitiş, gerektiği noktaları öyle ya da böyle doldurur. İlk nefesimi almadan önce buraya gelmiştim zaten ben. Kadın peşimdeydi. Ben ellerimi açmış dua etmeden sadece gökyüzüne bakıyordum. Dinamit beni doğduğundan beri arıyordu aslında. Sen o orospu tarafından onu ilk öptüğün an aldatılmıştın zaten. Soygundan sonra Sarı’nın parayı ve arabayı kurtardığın anlayıp sarıldığınızda onu çoktan öldürmüştün. Kuyruk mesela, onu oraya gönderen Muhtar tarafından mezarsızlığa çoktan itilmişti. Ölümü beklemek yoktur Serin, ölümü yaşarsın. Seninle karşılaşacağımız, benim suratımdaki yara izi, Süleyman ve tehlikeli Pusu’su, Dinamit, Kadın, ölen o dilenci, Harakiri’nin lakabı, Faraş’ın ölümü, Yelkurşun’u vurman, hepsi o anlar yaşanmadan önce damarlarında sonsuz kere gerçekleşiyordu. İşte şimdi benim karşıma gelip, yarın neler yapmak istediğinizi anlatmana gerek yok. Benim sana söyleyebileceğim bir şey var sadece. Küçük bir olayın çok küçük insanlarıyız biz. Bunu aklında tut. Her şey bittiğinde, gözlerine kendi kanın kaçtığı zaman, sadece gülümse. Beni falan aklına getirme, kutuyu asla düşünme, Kadın ile benim yokluğa dikilmiş kavgamızı siktir et gitsin. Ben bu mahallenin yeni imamı değilim… Ben dua bile bilmem. Sadece bir yolcuyum, bir kurye… Çok eski anılarım var, her şeyin daha farklı olduğu zamanlara ait bazı görüntüler… Belki de uyduruyorum hepsini, bilemem. Sadece şunu bil, akşama kadar burada olacağım ve bekleyeceğim. Çünkü gece gökyüzü aydınlandığında, günlerdir beklediğim ‘şimdi’ gelip beni bulacak.” Gün ışıklarını salarken, karşısında konuşan adamı dinleyen Serin yanında ağladığı ilk insanı hatırladı. Sigara içişini, karısını boynundan öpüşünü. O adamın da boynunda bir yara izi vardı, aynı

99


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

iz. Rıfat’tan dayak yediği zamanlardı, mahalleye uğramışlardı. Serin yardımcı olmuştu hamile kadına. O akşam birlikte akşam yemeği yemişlerdi. Rakı içtiği ilk gündü. Sonraki yıllarda da zaten çok içemediği için anı daha da parlaklaşıyor, değerleniyordu. “Kader beklemektir evlat” demişti adam. “Seçim ise beklemenin amına koymaktır. Kapıların pencerelere dönüşmesin, o ana geldiğinde kork. İzleme, aç ve yaşa nefesini sonuna kadar.” “Haklısın Kimse, hepimizin beklediği “şimdi” bizi bulacak bir şekilde, o zaman kadar nefeslerimizi yaşamamız lazım, ben senin gibi değilim, senin hayatında beklemek bile bir harekete dönüşmüş, ben ise uğraşmalı, kavga etmeliyim. Ben seçim yapmalıyım...”

Dinamit ile beraber Muhtar’ın yazıhanesini bastıklarında, Kadın adama hayatında yaşayacağı en güzel oral seksi tecrübe ettiriyordu. Muhtar Kadın’ı bir kenara attı ve silahlarına davrandı. Yerde yatan Kadın ise gülümsüyordu, bugün, son gündü. Kuyruk içeri girdi, kapıyı ardından kapattı, camları kırdı ve ateş etmeye başladı. Muhtar her yöne küfürlerini bırakıyordu. Dinamit zafer çığlıkları atmaya başlamıştı bile. Serin ise bunun son çatışmalarından birisi olduğunu biliyordu. Elinde tabancası gözünü değdirdiği her bedeni ruhsuz bırakmak için ateş ediyordu. “Çıkın lan dışarı! Kuyruk önce sen!”

Muhtar panik içindeydi. Kuyruk’a doğrulttu silahını. “Siktir git lan! Kuyruk yürü git..” Çocuk korkuyordu, kapıyı açtı, sokak cesetlerle dolmuştu. Aralarından yürüdü, güneş suratına vuruyordu, eliyle kendini bir süre gölgeledi. Sonra on beş adım kadar ötesinde durdu Dinamit’le Serin’in. “Eee? Bir şey söylemeyecek misiniz?” Serin güldü. Dinamit’e baktı.

100


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Hayır.”

Yazıhaneye girdiklerinde Kadın korkmuş zayıf bir mahlûkat gibi köşeye sıkışmış sadece olacakları izliyordu. Muhtar’ın ağzından ise küfürden başka biraz kaç tükürük ve rezil kokulu nefesi kaçıyordu o kadar.

“Serin… Bütün olay bu karının başının altından çıkıyor biliyorsun. Hem, banane lan o meczuptan… Sikimde mi sanıyorsun kimin imam olduğu bu mahallede. Ateş etme, işleri karıştırma! Muhtarlığı bırakırım, giderim buralardan. Anadolu’da bir abim var..” Serin eliyle susmasını işaret etti. Sessizlikte durdular. Sonunda silahşor hırıltılı sesiyle konuşmaya başladı. Ter içindeydi. “Senle aslında çok fazla sorunum pek olmadı Muhtar biliyor musun? Beni öldürmeye çalışman bile aslında bu karının aklından çıktı biliyorum. Yine de… Seni öldürmek zorunda hissediyorum. Çünkü dipte bir yerlerde bana aman aman bir zararın olmasa da, senin bu dünyada daha fazla durmaman gerek. Bu hissi atamıyorum içinden. Adalet duygum falan itmiyor ha beni bu sonuca. Onu da diyeyim, yoksa seni yıllar önce vurmam gerekirdi. Sadece… Belki de zevk işte. Ölmen lazım.”

[ Bölüm 9 : Düello ] “Niye Kutu’yu almak istiyorsun?” Kadın masanın arkasındaydı. Kafasını önüne eğmişti, saçlarından yüzü gözükmüyordu. Dinamit ise gittikçe cevapsızlıktan sıkılıyordu. Elini masaya vurdu. “Konuş lan! Kutu’da ne var?!” Kadın sonunda konuştu. “İçinde ne olduğunu bilmiyorsunuz değil mi? Komik ya. Söylemedi yani size. İlginç gerçekten. Oysa çok dürüst gibi gelmişti değil mi? Hep öyledir, ona soru sorarsınız, cevaplar ise bölük pörçük ya gelir, ya gelmez. Anlaşılması güç bazı cümleleri vardır, karizma gelir, anısı bile yok onun be! Şekli

101


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

bile yok adam gibi. Onun benden farkı ne ki? Sadece kaçan tarafta güya, oysa bıraksam kovalamayı, varlığı son bulur bilmez!” Dinamit ayağa kalktı, yanına gitti. Elini dayadı çenesine Kadın’ın. “Benziyorsunuz gerçekten. İkinizin de ne dediğini anlaşılmıyor! Bana şimdi, net, kesin, doğru dürüst cevaplar vereceksin Kadın! Niye kutuyu istiyorsun, niye Kimse’nin peşindesin, son kozun ne, bu rahatlığının sebebini anlat!” Serin, eli belindeki silahında izliyordu. Göz kapaklarının ardında sonuna kadar açılmış rögar kapakları vardı, düşüncelerinin bu odada gittikçe bozulduğunu hissetti. Korkuyordu. Ölecekti ve korkuyordu. “Kim vuracak lan beni, kim öldürecek!”

O an patlama sesleri cümleleri yaktı. Geriye kalan küller ise dağıldı. Alevler içindeydi binalar, insanlar dışarıda ateşin kutsallığını izliyordu. Cami’nin minaresi yıkıldığında ağlayanlar oldu. Serin fark etmeden yakınına çektiği Dinamit’in sıcaklığını anladığında, aklına geldi. “Kimse! Yukarıdaydı…” Pusu bağırıyordu. “Ona bir şey olmaz! Sen kendini düşün önce orospu aşığı!”

Süleyman bulduğu o patlayıcıları Pusu’nun yardımı olmadan mahalledeki birçok binaya ve camiye yerleştiremezdi. Onun yardımı olmadan nefes bile alamazdı belki de. Aklının karışıklığı sesleri, kişiliğini, dokunduğu bütün insanları silikleştiriyordu. Kuyruk da ölmüştü işte. Herkes ölüyordu zaten. Kutu’yu istiyordu. Kadın için. Sadece onu bir şekilde bildiği için. Çünkü Kutu’yu bilmek, onu istemek anlamına gelirdi. Pusu anlatmıştı ona Kutu’yu. “Simsiyah, boşluk gibi bir şeydir o. Çok uzun zamandır taşınıyor oradan oraya, burası ama son durağı. Hep kutu buraya gelmek istedi. Kadersizliğin, seçimsizliğin, belirsizliğin başladığı noktadayız

102


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Süleyman! Gözlemlenemeyecek bir yerde kapalı olan kediye hem can, hem de ölüm getirebiliriz artık!”

Hatırladı Kimse. Schrodinger olmalıydı o. Güldü. Bir fıkra gelmişti aklına. İçinde alakasızlık bir tanrı oluyordu. Peygamberine tek vahyi : “Bilmiyorum.”

Silahları çekti ikisi de. Pusu, Süleyman kılığında mıydı, yoksa yıllardan beri işgal edilen topraklarına geri mi dönmüştü bilmiyordu. Sadece kurşunlar vardı tabancaların içinde bekleşen. Dinamit yukarıya çıkıyordu. Kimse’yi kurtarmak için. Hayatını kurtaran merdiven ise onu bekliyordu. Çünkü o merdivenlerden çıkmak istemese, basamaklar kırılmasa ve aşağıya düşmese, aşağıya duvarlara basarak inen Kadın, onu öldürmek isteyebilirdi. Kimse ise zaten aşağıdaydı. Mekânların değişmeye başladığı, birbirine girdiği anlar vardır. Evrenin ne yapacağını şaşırdığı, karmaşanın sakin bir akşam yemeğinde nedensiz yere ağladığı dakikalar döner durur bazen. O anlardan birisi yaşanıyordu işte. Kutu’nun normalde olduğundan daha fazla karardığı zamanlardan birisi. İhanetin ihanet olmadığı anlar da yaşanır. Mesela. Şimdi. Serin Pusu’yu vurur. Kimse ise Serin’i. Yere yıkılır silahşor, alevler içindeki binaların ışığı gölgelere karışır. Yanında yıkıldığı binanın içinde Dinamit nefesini zor tutar içinde, aklında Serin canlanır. Onunla bir parktadırlar, silahları bile bırakmışlardır. “Seni sevmiyorum,” der Dinamit. “Ben de...” der Serin. Öpüşürler. Gözlerine gerçekten kan karışmaktadır, bilincini ayık tutar Kutu. Kadın ve Kimse eğilirler. İzlerler onun son nefeslerini. Elleri silahında, aklında hiçbir şey yoktur Serin’in. Belki Dinamit’in boynu. Son ukdesi de bu olur zaten. Öpememesi onu, koklayamaması boynundan, tadını yanında götürememesi. 103


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Kadın üstüne geçirir siyah cübbesini. Kimse’nin yara izi silinir, yüzü silikleşir. İkisi de birbirinin tersi istikamette yürümeye başlarlar. Sönmüş kutuyu yere bırakır Kimse. Cebinden küresini çıkarır. Simsiyahtır. Ağlamaya başlar. “Belki de kader diye bir şey yoktur.” MacGuffin : Sinemada kullanılan bir teknik. Çoğunlukla karakterlerin umursadığı ama izleyen için bir önemi olmayan, nesne veya duruma denir. İzleyiciyi başta hikayeye çekmek için kullanıldıktan sonra, ileri safhalarda arka plana düşer.

Emirhan Burak Aydın

104


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

MÜKAFAT AVCISI Bemiosa “Affedersiniz,” dedi kapıdan içeri zor sığan kasyığını, yerdeki kapıyı kaldırırken. Kapı menteşelerinden çıkıp dükkânın içine düşmüştü. İçeri giren güneş, ışıkları kırılmış koyu mavi cam parçacıklarının üstünden etrafa parıltılar saçıyordu. Kasyığının yüzü utançtan kıpkırmızıydı. Kapıyı tek eliyle sanki bir parşömen parçasıymış gibi tutuyordu. “Utandığım zaman elim ayağıma dolaşır da," dedi çekinerek. "Kapıyı yanlış taraftan ittim, değil mi?” derken kapıyı bir zamanlar ait olduğu yere yerleştirme çabasından vazgeçip çerçevesine dayadı. Yirmili yaşların başındaymış gibi görünen kasyığınının omuzlarına gelen, siyah-lacivert renk saçları ip gibi düz ve koyun postu gibi gürdü. Her hareketinde dalgalanıp siyahla lacivert arasında sürekli renk değiştiriyormuş gibiydiler. Yakışıklı sayılabilecek yuvarlak yüzü, minik kara gözlerle süslenmişti. Kolları küçük bir bebek kalınlığındaydı. Bir gram bile yağ olmadığı açıkça görülen, üstü çıplak vücudunun aksesuarları sırtına çapraz bir kemerle asılmış koca kılıç ve boynunda sallanan siyah kıllarla sarmalanmış, deri muskaydı. Kılıcın çelik grisi kabzasının ucuna bir aslan başı oyulmuş ve gözlerini yerine iki minik yeşim taşı konmuştu. Kan kırmızısı hayvan derisinden kının tamamı kargacık burgacık simgelerle kaplıydı. Derinin hangi hayvan ya da yaratığa ait olduğunu tahmin etmek zordu. Kasyığınının bacaklarındaki bütün adaleleri ortaya çıkaran darlıktaki koyu sarı, keten pantolonu oldukça eskimiş, pembe çizmelerinin üstünü kapatmış, sadece uçlarını açık bırakıyordu. Kıpkırmızı yüzündeki kara gözler hızla etrafa bakındı. Aradığını göremedi. “Süpürge nerede acaba?" diye sordu dükkânın arkasındaki kapının önünde duran cüppeliye. "Şu kırıkları toplayayım. Sonra çağırmak için camcıya giderim." Yerlere kadar inen, siyah, bol cüppenin içindeki kişinin hiçbir tarafı görünmüyordu. Kukuletası 105


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yüzünün olması gereken yeri tamamen gölgede bırakıyordu. Kolları cüppenin önünde birleşmişti. Dükkânın içinde iki masanın üzerinde iki cam vitrin vardı. Vitrinlerin içleri gri bir dumanla kaplıydı. Duvarlardaki sıra sıra ahşap raflar renk renk, minik kavanoz ve şişelerle doluydu. Dükkânın sokağa bakan camında 'Adres Sormayın' yazıyordu ve altına neredeyse canlıymış gibi duran bir kafatası çizilmişti. 'Dile Benden Ne Dilersen - Büyük Nethan' yazan büyük bir tabela kapının dışında, hafif bir rüzgârla gıcırdayarak sallanıyordu. Yazının altında, bir ucundan başlayıp diğerin ucunda kaybolan, hareketli resimler vardı: Hazineler, güzel leydiler, yakışıklı prensler, kocaman bir balık yakalayan bir balıkçı, tahtta oturan bir kral... “Gerek yok,” diyen siyah cüppelinin kukuletasının altından gelen, sakin ses onun bir erkek olduğunu belirtiyordu. “A...a... ama,” diye kekeleyerek üzgün bir sesle özür dilemeye çalıştı kasyığını. Siyah cüppenin bol kollarında çıkan sağ elin parmakları açıldı. Havada tuhaf bir şekilde kımıldayan parmaklar sanki bir taraftan da kırık camları işaret ediyordu. Kukuletanın içinden bir fısıltı duyuldu ve küçüklü büyüklü bütün cam parçaları bir anda uçarak kapının çerçevede kalanlarla birleştiler. Cam kırılmadan önceki halini almıştı. Kasyığını şaşkınlıktan fal taşı gibi açılmış gözlerle büyücüye bakıyordu. “İnanılmaz,” dedi neredeyse çocuksu ve çığlığa yakın bir sesle. “Tam da aradığım adamsınız.” Siyah cüppeli kollarını tekrar topladı. “Nasıl bir adam arıyorsun?” diye kukuletanın içinden gelen seste hafif bir alay tınısı vardı. Kasyığını bir an duraklayıp cüppelinin cümlesini düşündü. Sonra yüzüne bir gülümseme gelirken yanakları tekrar kızardı. “Yani, şey, aslında adam aramıyorum,” dedi kekeleyerek. “Sanırım bana yardımcı olabilirsiniz.” Durup kafasını yeni takılmış gibi duran kapının camına çevirdi. “Daha önce böyle bir büyüyle karşılaşmadım. Nasıl yaptınız?” Kukuleta sanki şaşırmış ve soru soruyormuş gibi yana yattı. “Büyüden anlar mısın?” Kasyığınının gözleri sevinçle parladı. “‘Temel Büyü Felsefesi’ni okudum,” dedi bir çırpıda.

106


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Sen okuma yazma biliyor musun?” Kukuletanın içinden gelen seste aleni bir şaşkın tını vardı. “Tabii ki,” dedi coşkuyla kasyığını, hiç beklemeden. “Biraz yavaş okuyorum ama yazmam daha da yavaş. Bu yüzden yazmaktan vazgeçtim. Sonra ‘Ateş Büyülerinin Başlangıç İlkeleri’ni okudum. İki yılımı aldı ama güzel bir kitaptı. Bir buçuk yıldır da ‘Basit Efsunlara Analitik Bir Bakış’ı okumaya çalışıyorum ama diğerlerinden daha zor olduğu için henüz iki yüz birinci sayfadayım. Tabii ki işten okumaya fazla zamanım olmuyor.” “Kimin çırağısın?” diye sordu cüppeli adam. “Hiç kimsenin!” dedi kasyığını, sesi ilk kez sert çıkmıştı. “Ben tek başıma çalışırım.” Sesi bu kez gurur doluydu. “Bir daha da kimsenin çırağı olmayacağım.” “Ben de bir an için benden büyü eğitimi almak istiyorsun sanmıştım. Ne iş yapıyorsun?” “Mükâfat avcısıyım.” Kasyığını, söyledikleri karşısında kukuletanın içindeki görünmeyen gözlerin tepkisini görmek için bir adım ilerledi. Cüppeli yerinden kımıldamadı ama kolları hafifçe irkildiğini belli eder şekilde belli belirsiz oynadı. Kasyığını biraz daha dikkat edince kukuletanın içinin gölge değil de mutlak bir karanlık olduğunu fark etti. “Benim başıma konan mükâfat için mi buradasın?” diyen ses buz gibi ve gergindi. “Başınıza mükâfat olduğunu bilmiyordum,” dedi hevesle kasyığını. Hafifçe kasılıp gayri ihtiyari kılıcına doğru uzanmaya başladı. “Yok zaten,” dedi hafif bir kahkahayla karışık cüppeli. “Şakaydı.” Cüppelinin neşeli cevabı karşısında kasyığını hemen gevşedi ve kılıcı bırakan eli çenesine gitti. “Şey,” dedi sıkılarak. Önce yer, sonra tavana, ardından da etrafına bakındı. “Ben bir iksir istiyorum,” dedi. “İksir mi?” dedi cüppeli. “İz sürmek için mi?” “Hayır.” “İzini kaybettirmek için mi?” “Hayır, hayır.” “Kehanet için mi?” 107


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Hayır,” dedi aynı sıkılgan sesle kasyığını. “Söyle be adam, ne iksiri?” diye sordu cüppeli. “Aşk iksiri,” diyen ses neredeyse duyulamayacak kadar kısıktı. Kasyığınının gözüken bütün her yeri kıpkırmızı olmuştu. Cüppeli bu cevaba vücut diliyle hiçbir karşılık vermedi. “Kim?” diye yavan bir sesle sordu. “İsmini henüz bilmiyorum,” dedi kasyığını, aynı utangaç ses tonuyla. “Ne?" dedi yüksek sesle cüppeli. "İsmi olmadan büyü olmaz.” “Belki siz öğrenebilirsiniz. Buralı.” “Ne?” “Şey, dün akşam, Öküz Kafa çetesinin onunun da ölüsünü teslim edip seksen altını aldıktan sonra, şu köşedeki Mavi Horoz Hanı’na gittim. Karnımı doyurup bir gece geçirmeye niyetliydim. İçeride muhteşem sesli bir ozan ‘Yalnız Kahramanın Baladı’nı söylüyor, herkes gözlerini kapamış, ritimle beraber olduğu yerde sallanıyordu. Kapının gıcırtısıyla başlar bir an için bana döndü. Müziği ve ortamın havasını bozmamak için en yakındaki masaya çöktüm. Şişman, kırmızı yanaklı hancı kadın gelip kulağıma fısıldayarak ne istediğimi sordu. O da müziğin etkisindeydi. Ben de aynı şekilde fısıldayarak yemek ve bir gece kalacak oda istedim. Siparişi alıp gitti. Her şey sonraki şarkının sonunda kadar çok normaldi. Ozan 'Daha fazla içme, Sevgilim'i bitirdiğinde mutfaktan gerçek bir peri çıktı. O andan beri onu anlatacak kelimeler bulmaya çalışıyorum ama kelimeler konusunda pek şanslı olduğum söylenemez. O lüle lüle altın sarısı saçlar; insanın içine işleyen bakışlara sahip, lacivert gözler; oval bir yüzde minnacık ve kalkık bir burunla beraber göze batan, çıkık elmacık kemikleri; çenesindeki varla yok arası o gamze, yemeği önüme bırakırkenki güneşten de sıcak o gülümseme; incecik bir bel; üzerine sıkı sıkı oturup bütün yuvarlak hatlarını gözler önüne seren deri tayt; yarısı bluzundan dışarı taşmış, uçları parmağım gibi büyük, o dim dik ve kocaman göğüsler. Dünyada o kadar güzel bir şey olamaz. O bir Tanrıça.” Durup derin bir nefes aldı, sanki içinde yanan bir yangını söndürmeye çalışıyordu. “Yemeği önüme bıraktı ve gitmek için dönerken... dizi dizime deydi. İşte o an ona âşık oldum. Dünyada, onun da bana âşık olmasından başka isteyebileceğim başka hiçbir şey olamaz. Sadece ve sadece onun için varım. Ve o benim olmalı. Onsuz bir dünya benim için bomboş. Hayatımda ilk kez bir kadın oldu.”

108


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ne!" diye telaşlı bir şekilde sordu kukuletalı. "Onunla yattın mı?” “Hayır,” dedi kasyığını. “Sadece dizime deydi.” Kukuletalı yeni bir tepki vermeden dinlemeye devam etti. “Onun için her şeyi ama her şeyi yaparım. Onu her şeyden daha çok seviyorum. Onun da beni sevmesini sağlayabilir misiniz?” diye büyük bir arzuyla sordu kasyığını. Kukuletalı bir an düşündü. “Biraz bekle,” dedi ve arkasındaki kapıda kayboldu. Bir süre sonra içeri girdiğinde elinde küçük bir iksir şişesi vardı. İçinde de kırmızı-kahverengi bir sıvı. Kukuletalı şişeyi kasyığınına uzattı. “Yarısını hemen için, geri kalanını da yarın onun içkisine karıştır. Yüz altın.” Kasyığını belindeki koca deri keseyi açıp yanındaki tezgâhın üzerine yüz altın saydı. İksir şişesini kukuletalının elinden aldı ve teşekkür bile etmeden kapıdan çıkıp gitti.

***

Dile Benden Ne Dilersen’in kapısı yavaşça açıldı. İçeri giren kızın altın sarısı saçları vardı. Oval yüzünü süsleyen lacivert gözler, minnacık bir burun ve çıkık elmacık kemiklerinin üzerinden etrafa bakınırken, kukuletalı figür birden karşısında belirdi. Sanki yoktan var olmuştu. Kızın arkasından kapı tam kapanıyordu ki dev gibi bir kara köpek kafasını araya sokup içeri girmek için zorlardı. Kız hiç itiraz etmeden kapıyı açtı ve içeri giren koca köpek kafasını kızın apış arasına sokup orasını kafasıyla okşamaya çalıştı. Kız koca kafayı yakalayıp kaldırdı ve gözlerinin içine baktı. “Bak, cici bir köpek olacaksan, söyleyecek lafım yok,” dedi. “Ama böyle yaramazlık yapmaya devam edeceksen dışarıda beklersin, tamam mı?” Neredeyse kızın göğsüne gelen kara köpek, sanki söylenenleri anlamış gibi bir adım geri çekildi ama ağlak bir ifadeyle kıza bakmayı sürdürdü. Kımıldamadan belirdiği yerde duran kukuletalıdan bir kıkırdama sesi geldi. “Duygu sömürüsüne gerek yok,” dedi köpeğe kız ve kukuletalıya döndü. “Dünden beri peşimden 109


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ayrılmıyor, bu senin işin, değil mi?” Durup koca köpeğe tekrar baktı. “Tamam hayvanları çok severim ve bu kuçukuçu da çok sevimli ama aşkım evde hayvandan geçilmiyor. Hangisini birine vermeye kalksam hemen kaçıp tekrar bana geliyorlar. Sanki ölümsüz bir sevgiyle bana bağlılarmış gibi.”

Ferhan Ertürk

110


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

M.A.L. Mal mal bakıyordu kara deliği anımsatan kapkara ekrana Özgür. Bastığı tek bir tuşla ekran kararmış, her şey silinip gitmişti. Ne yapacağını bilmez halde kalakalmıştı öylece. Hangi tuşa bastığını ya da neleri sildiğini de bilmiyordu zaten. İçinden bir küfür savurup bilgisayarın açmakapama tuşuna abandı. Aklına gelen tek çözüm buydu. “Hay senin gibi aletin…!” Bilgisayar tekrar çalışmadan önce sistem gerekli kontrolleri yaparken, Özgür arkasına yaslanıp sakalını kaşıdı. Üç günlük sakalla dolaşıyordu ortalıkta ve müdürü şimdiden ters ters bakmaya başlamıştı. Sadece sakalı değil; kırışık gömleği, gevşek kravatı, dağınık saçları, yasağa aldırmadan gizlice içtiği sigarası ve yerli yersiz dinlediği “metalci” müziğiyle Özgür, müdürün genel olarak ters baktığı biriydi. Özgür ise müdüre pek bakmamayı tercih ediyordu. Gözden ırak olanın gönülden de ırak olmasının tersi bir durum söz konusuydu. Ekran tekrar aydınlandı ve Özgür bu sabah boyunca üzerinde çalıştığı tüm verilerin kaydedilmeden kaybolduğunu fark etti. Tam sesli bir küfür savuracaktı ki, telefon çaldı. Bu sefer telefona küfrederek kaldırdı ahizeyi. “Ware Leasing, İthalat.” “Alovvv!” “Alo, buyrun?” “Alovvv! Kimlen görüşüyorum?” “Ben Özgür, nasıl yardımcı olabilirim?” “Kardeşim, benim malım nerede?!” Özgür bir an duraksadı. Ahizeyi sıkarak karşısındakine, “Senden âlâ mal mı olur?!” demeyi 111


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

düşündü. Sonra fikir değiştirip “Mal mı? Burada, buyrun. En büyük mal benim!”demeyi uygun gördü. Bir Fenerli olarak son zamanlarda sıklıkla böyle hissediyordu zaten. Ancak diyemedi; işe ilk girdiğinde kendisine verilen “müşteri ile iletişim” eğitimini hatırlamıştı. Dudaklarını ısırarak öğrendiklerini tekrarladı ve nedense bu ona daha komik geldi. “İsminizi ve ‘mal’ınızın cinsini alabilir miyim?” Adam bir anlık duraklamadan sonra cevap verirken, Özgür yeni açılan bilgisayardaki programa girerek ona gerekli bilgileri verdi. Malının nerede olduğunu öğrenen adam bu sefer de teslimatın neden bu kadar geciktiğiyle ilgili bir yığın şikâyette bulunmaya başlayınca Özgür iç çekti. Sonra da zoraki bir özür dileyerek sorundan sistemi sorumlu tuttu. Zaten sistemle sorunu vardı; durup durup sistemi suçlamak ona iyi geliyordu. Sonunda telefonu kapatırken yine içinden sisteme söverek rahatlamaya çalıştı. İşine, patronuna, müdürüne, müşterisine, malına dümdüz giderken kendini de sıraya eklemeyi unutmadı. İşletme okumuştu hiç istememesine rağmen ve mezun olup da bir yıl işsiz dolaştıktan sonra bulduğu ilk işe girmişti yine istemeye istemeye. Ware Leasing’in ithalat bölümünde çalışıyor, “mal”lara bakıyor ve bundan nefret ediyordu. Sabah körü kalkıp saatlerce yol aşıp iş yerine geliyor, küçük bir bölmede saatlerce oturup müdürün işgüzarlıklarını, müşterilerin kaprislerini çekiyor ve adeta dakikaları sayarak mesainin bitmesini bekliyordu. Haftada beş gün, günde dokuz saat mahkûmdu buraya ve her mahkûm gibi zorunluydu burada kalmaya. Çünkü ekonomi berbattı, enflasyon almış başını gitmişti ve işsizlik diz boyuydu. Ama daha da önemlisi, Özgür’ün boyunca borcu vardı. Okurken saflık edip öğrenim ve katkı kredisine başvurmuştu. O zamanlar önemsemediği ve çatır çatır yediği krediler şimdi birikip faiziyle birlikte on milyarı bulmuştu. Bir yandan onu ödemeye çalışırken bir yandan da ev geçindirmeye uğraşıyordu. Aslen Malatyalıydı, ailesi hâlâ orada yaşıyordu. Özgür ise okumak için İstanbul’a gelmiş, mezun olduktan sonra da alıştığı bu kentten ayrılmamıştı. Ancak bedelini ödüyordu bu kalışın. Mezun olduktan sonra okuldan arkadaşı Mehmet’le birlikte eve çıkmışlardı. Mehmet bankada çalışıyor, bir yandan da İzmir’deki ailesine yardım ediyordu. İkisinin de aldıkları maaş belliydi; zor geçiniyorlardı. Kira, fatura, mutfak masrafı, aidat, kredi kartı ve üstüne de okul borcu derken Özgür kime, neye söveceğini şaşırıyordu. Üstelik derdi bu kadarla da bitmiyordu. Bunun daha askerliği ve açık öğretimi vardı, ki bu ikisi birbirlerine sıkı sıkıya bağlıydı. Çalışmak ve para kazanmak zorunda olduğu için askere gidemiyordu; askerliğini tecil ettirmek içinse açık öğretime başvurmuştu. Ancak açık öğretim okumak da sandığı kadar kolay değildi. En basit sınava girebilmek için bile okul okul dolaşması ve en önemlisi, tecilini 112


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yakmamak için derslerden kalmaması gerekiyordu. İşte bu birbirine harmanlanmış sorunlar yumağında Özgür kendini adıyla tezat bir ruh hali içinde hissediyor, zaman zaman haline acıyor, sıklıkla küfre başvuruyor, bazen de tüm bunların KYK, TSK ve YÖK üçgeninde hazırlanan 4 K 1 Ö’lü bir komplo olduğunu düşünüyordu. Tabii bunların hiçbiri işe yaramıyordu. Ama zaten Özgür de bir işe yaramıyordu; tepesine dikilen müdür bunu açıkça söylemişti. “Özgür Bey! Nedir bu hâl? Sistemi birbirine katmışsınız yine, program kilitlenmiş! Kendiniz iş yapmıyorsunuz, bari yapanlara mani olmayın. Hayret bir şey yahu!” Özgür müdüre cevap vermedi, veremedi. Verebilseydi söyleyeceği şeyler hiç hoş olmayacaktı; o yüzden müdürle ilgili güzide düşüncelerini kendine sakladı. Müdürse onun bu ince davranışını anlayamadı ve üstelemeye devam etti. “Kaç kere uyardım, biraz kendinize çeki düzen verin. Kılığınıza kıyafetinize, davranışlarınıza dikkat edin. Sonuçta siz bir Ware Leasing çalışanısınız, buna uygun davranın lütfen!” Özgür içinden “ya sabır” çekip isteksizce kafa salladı. “Peki müdür bey…” Adam tatmin olmamıştı ama söyleyecek başka bir şey de bulamadı. “Cık cık”layarak uzaklaştı Özgür’ün masasından ve onu hayal kırıklıklarıyla baş başa bıraktı. Derin bir iç çekip sigarasına uzandı Özgür. Sonra vazgeçti; yeni bir tartışma yaratmak istemiyordu, hiç çekemezdi şimdi. Onun yerine telefonuna uzandı; son zamanlarda mesajlaştığı bir kız vardı. Mehmet’in kız arkadaşının bir arkadaşıydı. Tanışmaları biraz zorlama olmuştu ama anlaşmışlardı, arada sohbet ediyorlardı. Biraz geyik yapmak iyi gelebilir diye aldı telefonu eline ama ondan da vazgeçti. Şimdi mesaj yaz, ondan cevap bekle, sen de ona göre bir cevap ver… Uzun işti, üstelik kız dırdırı çekecek havada değildi. Telefonu geri koydu ve ofladı. Onu rahatlatacak iki şey vardı artık. Kulaklığını taktı, müziği açtı. AC/DC’nin “Thunderstruck” şarkısı çalarken Özgür de klavyeye uzandı ve internette gezinmeye başladı. Facebook, Twitter, sonra haber siteleri derken kendini şu haberi okurken buldu: “CERN’de yüzyılın deneyi başladı. Dünyanın en büyük parçacık fiziği araştırma merkezi CERN’de (Avrupa Nükleer Araştırma Organizasyonu) uzun süredir beklenen LHC deneyi için start verildi. 2000 113


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ton ağırlığındaki dev mıknatıs, Fransa-İsviçre sınırının 100 metre altından geçen 27 kilometre uzunluğundaki tünele yerleştirilecek. Mıknatısın CERN'e ait tünele yerleştirilmesi işlemi sabahın erken saatlerinde başladı. İşlem, hiçbir sorun çıkmazsa yaklaşık 11 saat sürecek. Büyük Hadron Çarpıştırıcısı (LHC) isimli parçacık hızlandırıcısında, atom çekirdeğindeki protonlar çok yüksek enerjiyle çarpıştırılacak. Şimdiye kadar inşa edilen en büyük ve en yüksek enerjili parçacık hızlandırıcısı olan LHC’deki çarpışma sonucunda ortaya çıkacak parçacıkların evrenin işleyişindeki rolleri incelenecek. Bilim dünyası, çarpışmalar sonunda şimdiye kadar keşfedilmemiş yeni parçacıkların açığa çıkmasını bekliyor. Deney, evrenin başlangıcını oluşturan "Büyük Patlama"dan sonra ortaya çıkan büyük enerji yoğunluğunu tekrar yaratarak parçacıkların yine ortaya çıkmasını sağlayacak. Ancak, fizikçilerin yüzlerce bilgisayar kullanarak yaptıkları hesaplar tartışmalı başka bir soruyu da beraberinde getiriyor: LHC deneyinde protonların ışık hızının eşiğinde çarpışmasıyla kara delik oluşur mu? Einstein’ın genel görelilik kuramının bir öngörüsü olan kara delikleri oluşturmanın yolu, bir yıldızın çökmesinde olduğu gibi, yeterli kütlede madde ya da enerjiyi yeterince küçük bir hacme sıkıştırmak. Genel göreliliğe göre kütle ve enerji, uzay ve zamanın özdeşleştiği dokuyu, yani uzayzamanı bükerek bizim kütleçekimi olarak algıladığımız etkiyi yaratıyor. Eğer yeterince büyük ölçeklerde kütle ya da enerji yeterince küçük bir alana sıkıştırılırsa bu bükülme öylesine aşırı olur ki, bu kütleçekim “kuyu”sundan ışık bile kaçamaz. Böylelikle bir kara delik ortaya çıkmış olur. Kara delik oluşturmanın bir başka yolu da iki parçacığı yeterli enerjiyle çarpıştırmak. Fizikçiler iki parçacığın Planck enerjisi denen çok yüksek bir sabit değerin üzerinde çarpışmasıyla mini kara delikler ortaya çıkabileceği görüşünde. Bu nedenle bazı fizikçiler daha LHC tamamlanmadan deneyde oluşacak bir kara deliğin Dünya’yı yutacağı iddiasıyla deneyin yasaklanmasını talep etmişlerdi. Kanada’daki Vancouver Üniversitesi’nden Matthew Choptuik ile ABD’nin ünlü Princeton Üniversitesi’nden Frans Pretorius’un, genel göreliliğin tüm karmaşık matematiksel denklemlerine göre gerçekleştirdikleri bilgisayar benzetimleri (simulasyon), iki parçacığın çarpışmasıyla bir mini kara deliğin gerçekten oluşabileceğini gösteriyor. Hem de Planck enerjisinin üçte biri düzeyinde bir enerjiyle gerçekleşecek bir çarpışmayla. LHC’de bazı deneyler, bu mini kara delikleri aramak için kurgulanıyor. 114


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Fizikçiler ise LHC’de mini kara deliklerin ancak uzayın bildiğimiz üç mekân ve bir de zaman boyutunun dışında ek boyutlara sahip olması halinde ortaya çıkabileceği görüşündeler. Bazı kuramlara göre bizim duyularımızla algılayamadığımız, ancak bir parçacık hızlandırıcısında gözlemlenebilecek bu fazladan boyutlar uzay-zaman dokusuna örülmüş küçük halkalar içinde saklı. Dolayısıyla mini kara deliklerin ortaya çıkması, aynı zamanda fazladan boyutların varlığını da kanıtlamış olacak.” “Hah…” dedi Özgür elinde olmadan, “Bir kara deliğimizle fazladan boyutlarımız eksikti! O kara delik hepimizi yutsun da kurtulalım be…” Sonra sayfayı kapadı ve kara deliğin yutmasını dilediği işine geri döndü. Oysa annesi hep, “Ne dilediğine dikkat et oğlum,” derdi ve belki bilse Özgür de ne dilediğine dikkat edecekti. *** Maltepe’deki evine geldiğinde yorgunluktan ölüyordu. Telefonda kız arkadaşıyla kavga eden Mehmet’e görünmeden mutfağa sıvıştı Özgür. Tüm gün mallarla uğraşmıştı, gürültü çekecek hali yoktu. Acele bir şeyler atıştırıp kahvesini aldı, sigarasını yaktı. Laptop’unu kucağına alıp arkasına yaslandı, artık keyif yapabilirdi. Takip ettiği dizilerin birkaç bölümünü indirmişti dünden; bir doz House, bir doz Fringe, iki doz da Supernatural izleyip koltukta uyuyakalmayı planlıyordu, ki öyle de oldu. Sevgilisiyle ettiği kavga nedeniyle öfkelenen Mehmet’in, “Kalk oğlum, yerine yat!” dürtüklemelerine bile uyanmamıştı. Mehmet de onu öylece bıraktı; üstü açık ve rüyadan rüyaya atlar vaziyette. Telefonun alarmıyla uyandığında her yeri tutulmuştu. Kucağında duran bilgisayar da onun gibi “stand by” modundaydı. Alıp yere koyarken ekran tekrar açıldı ama bir tuhaflık vardı. Her yerde “malfunction” yazısı çıkıyordu. Uyku sersemi ne olduğunu anlamayan Özgür makineyi kapattı, şimdi uğraşacak hali yoktu. Bir sigara yaktıktan sonra işe gitmek üzere hazırlanıp çıktı. Servise binerken de bir tuhaflık sezmişti ama hayatı boyunca tuhaflığın kendinden kaynaklandığına inandırıldığı için üzerinde durmadı. Yolda yine uyukladı, bir ara rüyasında servis otobüsünün Boğaz Köprüsü yerine kocaman kara bir deliğe girdiğini gördü. Şoföre durması için bağırdı ama sesini duyuramadı; zaten kara deliğe girdiklerinde şoför de, yolcular da ortadan kaybolmuştu. Tam Özgür de kara deliğin içinde kaybolacaktı ki, uyandı. İş yerine gelmişlerdi. Özgür esneye esneye araçtan indi, alt kattaki kafeteryadan poğaça aldı. Yukarı çıkınca da kahve

115


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

makinesinden kahvesini alıp müdüre görünmeden masasına oturdu. Ancak tam oturduğu anda tepesinde bitiverdi müdür bey, elinde bir yığın dosyayla. “Ooo Özgür Bey, erkencisiniz, bu şerefi neye borçluyuz?!” Özgür nefesini tutup cevap verdi, “Günaydın, müdür bey.” “Aydın mı, karanlık mı bilemem artık. Yine bir karış sakalla gelmişsiniz işe, bu kaçıncı uyarım? Burası lise değil Özgür Bey, koskoca holding!” Özgür bu sefer yanıt vermedi; afyonu henüz patlamamıştı ama müdürün kafasını rahatlıkla patlatabilirdi. Müdür ise uslanmayacaktı. “Bir yığın dosyanız birikmiş yine, bunları öğlene kadar sisteme girmeniz lazım. Kahvaltı keyfiniz bölünecek biraz ama!” Cevap bile beklemeden dosyaları Özgür’ün önüne yığıp gitti müdür. Özgür sabah sabah ilk küfrünü ederken önünde yığılı olan dosyalara baktı. Derin bir iç çekip onları kenara itti. Hiçbir şey engelleyemeyecekti “kahvaltı keyfini”, batasıca işi kıyamete kadar bekleyebilirdi. Bilgisayarı açtı; sistemi falan boş verip haber sitelerine girdi. Bu arada da kulaklığını takıp müziği açtı, Muse’un “Supermassive Black Hole” şarkısı çalmaya başlamıştı. Bir yandan kahvesini yudumlayan Özgür, bir yandan da haberleri okuyordu. Dünküne benzer bir başlık görünce durdu. “CERN’de ilk deneyler başarıyla tamamlandı. Evrenin nasıl meydana geldiğini anlamayı amaçlayan dünyanın en büyük fizik deneyinde ilk aşamalar başarıyla sonuçlandı. Ateşlenen 2 proton demeti, 27 kilometrelik turlarını tamamladı. Proje ekibinin lideri Lyn Evans, yeraltındaki 27 metrelik tünelde protonlar harekete geçirilerek yapılan deneyin ilk safhasının tamamlandığını açıkladıktan sonra, projeye katkıda bulunan bilim adamları deneyin tamamlanışını şampanya patlatarak kutladı. Bazı bilim adamlarının, protonların çarpışmasının dünyayı tehlikeye atacağını söylemelerine karşın, Stephen Hawking gibi ünlü fizikçiler, bu endişelerin yersiz ve deneylerin son derece güvenli olduğunu belirten CERN’e destek verdi. “Karanlık madde”nin de anlaşılmasını sağlaması düşünülen projeye 80 ülkeden 5 bin kadar fizikçi ve mühendis imza attı. Başarıyla sonuçlanan ilk aşamayla birlikte MISTRAL ve MoEDAL deneylerine de start verildi.”

116


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Özgür haberin sonunu okurken ekranda bir titreme oldu, yazılar kaydı, bazı harfler kayboldu. Özellikle “MISTRAL” ve “MoEDAL” sözcüklerinin ortadaki harflerinin yok olup, kapkara ekranda iki adet “M AL” kelimesinin belirmesiyle Özgür ne yapacağını şaşırdı. Elindeki kahveyi bırakıp kulaklığını çıkardı. Klavyede birkaç tuşa bastı ne yaptığını bilmeden; hatta bilgisayara iki tepik attı kimseye çaktırmadan. Fakat ne yapsa düzelmedi ekran, sonunda da tamamen karardı. Özgür kısık bir sesle küfrü basarken, aleti tekrar çalıştırmak üzere elini uzattı. İşte tam o anda yok oldu bilgisayar. “Ha?” Verebildiği tek tepki buydu Özgür’ün. Masasının üstünde, gözlerinin önünde duran koca bilgisayar “püf” diye yok olmuştu birden ve onun tek söyleyebildiği “Ha?” idi. Mal mal baktı bilgisayarın bir zamanlar kapladığı boşluğa. Emin olmak için elini uzattı, boşlukta gezdirdi. Yoktu işte, bilgisayar yok olmuştu. ‘Acaba hâlâ uyuyor muyum? Yine iş yerinde uyuya mı kaldım yoksa? Koyu kahve işe yaramadı galiba…” diye geçirdi içinden. Uzanıp kahvesini aldı eline; kapkara sıvının içine bakarken bunun da bir rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ki o anda kahve de kayboldu. Elinde tuttuğu kâğıt bardak birden yok olmuştu, tabii kahve de öyle. Özgür bir anda irkilerek geriledi. “Matrix mi lan bu, ne oluyor?!” Artık rüyada olduğunu değil, kafayı sıyırdığını düşünmeye başlamıştı. Sonunda bu iş keçileri kaçırtmıştı ona. Kocaman açılan gözleri önünde duran dosyalara takıldı. Lanet dosyalar onu delirten gerçeğin bir parçası olarak kaskatı duruyorlardı müdürün bıraktığı yerde. Ya da Özgür öyle sanıyordu; çünkü o bakarken dosyalar da birden yok olmuştu. Aynen bilgisayar ve kahve gibi, “püf” diye. Özgür refleks olarak elini dosyaların olduğu yere attı, masaya vurdu tak diye ama boşluktan başka bir şey yoktu. Özgür şaşkınlık içinde etrafına bakındı, diğerleri de gördü mü bu olanları yoksa sadece kendisi mi deliriyor diye. Ancak ne zaman gözlerini çevirse baktığı şeyler birer birer kaybolmaya başlıyordu. Masası, bölmesini ayıran duvarlar, yan masadaki bilgisayar, telefon, dosyalar, dolaplar, yazıcı ve hatta insanlar… Hepsi teker teker yok oluyordu Özgür’ün gözleri önünde. “Neler oluyor ya?!”

117


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Özgür’ün çaresiz bağırışına tek tepki biraz ilerideki müdürden geldi. Ayağa kalkıp Özgür’e ters ters baktı, Özgür de ona baktı bir cevap ararcasına. Ama tam o sırada müdür de yok oldu. Aynı diğerleri gibi, biri bir düğmeye basmış ve müdürü dünyadan silmişti sanki. Yaşadığı tüm bu absürdlüğün ortasında belki de Özgür’e anlamlı gelen tek şey buydu. Ama kısa süre içinde etrafındaki her şey yok olarak geride koca, kapkara bir boşluk bıraktı ve hemen ardından o kara boşluk Özgür’ü de içine çekerek yuttu. Tıpkı diğer her şey gibi, “püf” diye… Özgür’ün bağırışları boşlukta yankısızca kayboldu; karanlık, sesi de emiyor, yok ediyordu sanki. Düştüğünü sanmıyordu Özgür; daha çok içi çekiliyormuş gibi bir his yaşıyordu. Zihni olanları algılayamıyordu, tek düşünebildiği artık bu kâbustan uyanmak istediğiydi. O uyuz müdürü görmeye bile razıydı. Ancak tek gördüğü, birden etrafında beliriveren insan kalabalığı, kapkara gökyüzü, televizyondan masaya, koltuktan arabaya kadar bir sürü garip eşyayla kaplı zemin ve gökdelenleri andıran gemilerdi. En azından Özgür gemi olduklarını düşünüyordu; çünkü kimisi ilerleyip uzaklaşıyor, kimisi yaklaşıp yanaşıyor, kimisi de bağlı halde duruyordu. Bazısının içine yerdeki eşyalar taşınıyor, bazısının içine ise insanlar giriyordu. Mahşeri bir kalabalık vardı ve Özgür biraz daha dikkatli bakınca gerçekten de mahşeri yaşamakta olduğunu düşündü. Kendi kendine kekelemeye başlamıştı. “Ne… Ne bu ya! N’oluyor? N’oldu bana? Neresi burası, kimsiniz siz? Herkes nereye gidiyor?! Biri bir şey söylesin be!” Özgür çaresiz çırpınışları ve soruları karşılıksızdı. Kalabalık onunla ilgilenmiyordu; herkes bir koşuşturma içindeydi. Kalabalığın devinimi o kadar hızlıydı ki, Özgür de kendine mukayyet olamayıp onların gittiği yöne doğru sürüklenmeye başladı. Yerdeki eşyalara takılıp düşmemek için çaba sarf ediyor; ne kadar dirense ya da bağırsa da duramıyordu. Sonunda diğerleriyle birlikte o gökdeleni andıran gemilerden birine bindi ve içeri girerken kapının üstünde gördüğü “KYK” harfleriyle kâbusun daha yeni başladığını anladı. *** “Mal bildirimi yapmanız gerekiyor, lütfen zorluk çıkarmayın, sırayı da bozmayın!” “Ne malı, ne bildirimi ya? Manyak mısınız, çıldırtmayın insanı!” Özgür karşısındaki insan görünümlü mala haddini bildirmeyi düşündü ama o sırada bir panik atak krizi geçirmekte olduğu için yapamadı. KYK denen yapının içindeydi, etrafında sıraya dizilmiş 118


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

insanlar ve insan görünümlü ama Özgür’ün tüylerini diken diken eden tipler vardı. Önünde duran ve kendisini “mal bildirimi” yapması konusunda zorlayan tip de bunlardan biriydi. “Lütfen sakin olur musunuz?” “Nasıl sakin olayım! Burası neresi, sen kimsin, tüm bu insanlar… burada ne oluyor ya?!” Karşısındaki insan müsveddesi gözlerini devirdi, sanki aynı şeyi defalarca duymuş gibi bıkkındı. “Hem işleri karıştır, hem de hesap sor; bu da iyi… Hakikaten bir tuhaf şu insan milleti!” “Ne?!” “Bakın beyefendi… Burası Karadelik Yasaları Kurumu, yani karadelik yasalarının uygulandığı ve denetlendiği yer. Biz de bu yasalar uyarınca sizin sisteme girişinizi yapmakla yükümlüyüz, bunu yapabilmek için de kimliğinizi ve mal varlığınızı belgelememiz lazım. Böylece gümrükten ne girmiş, neyle girmiş bilelim, değil mi?” “Ne gümrüğü?” “Karagümrük.” “Ha?” Özgür ‘acaba şaka mı yapıyor, bu bir kamera şakası mı?’ diye düşünerek boş boş baktı adama. Ama o gayet ciddiydi, yine aynı bıkkın ifadeyle açıkladı. “Karadelik gümrüğü, beyefendi. Demin giriş yaptınız ya; hani kapkara, kocaman, yutan boşluk…” “Karadelik mi?” “Ta kendisi! Şimdi adınız ve yanınızda getirdiğiniz malların dökümü, lütfen?” Özgür aynı boş bakışla, gözlerini kırpmadan bakıyordu karşısındaki sabrı tükenmiş, oflayan adama. “Peki, madem zorluk çıkaracaksınız, siz bilirsiniz.” Onun ne demek istediğini anlamayan Özgür hâlâ “kara delik” lafının sırrına vakıf olmaya çalışırken, adam yan taraftaki bölmeden büyük, sopayı andıran bir alet çıkardı. Ancak sopayı görünce canlandı Özgür.

119


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Durun ya, n’oluyor? Tamam, vereceğim adımı; hiç gerek yok böyle şeylere!” Adam Özgür’e garip bir bakış attıktan sonra sopa benzeri aleti onun üzerinde dolaştırdı; tabii bu arada Özgür çırpınmış, kaçmaya çalışmıştı ama o korkulacak bir şeyin olmadığını anlayana kadar adam istediğini almıştı zaten. “Bir bakalım…” Sopamsı aletin üzerindeki ince uzun ekranda beliren yazıları okuyan adamın sesi düşünceliydi. “Özgür Korhanlı, insan, Dünyalı, yaş 24, mal dökümü: üzerindeki giysiler hariç bir cüzdan, bir telefon, bir paket sigara, çakmak… Buna göre karadelik geçiş borcu…” Adam makinede bir takım hesaplar yaptıktan sonra Özgür’e baktı. “10 milyar ışık yılı.” Özgür, atlatamadığı bir yığın şokun yanında bir de 10 milyarı duyunca iyice şaşırmıştı. “10 milyar ne?!” “Işık yılı, Özgür Bey… Sisteme girişiniz yapıldı, şimdi lütfen şu taraftan…” Neler olduğunu anlamamıştı Özgür ve anlayana kadar da gitmeye niyeti yoktu. Ancak insan müsveddesi onu eliyle yönlendirerek ittiriyordu. Bunu yaparken Özgür’e hiç dokunmamış olması ayrı bir dehşet konusuydu. Korkmuştu Özgür ama bir yandan da kızıyordu. İri iri açılmış gözleri, kekeleyen ama anlamlı bir laf edemeyen dili ve isteği dışında, adamın gösterdiği yöne doğru hareket eden bedeniyle mücadele ederken kendini birden başka bir binanın, daha doğrusu gökdelen-geminin önünde buldu. Kapının önünde kocaman harflerle “YÖK” yazması çok ama çok kötü bir tesadüftü. Ama Özgür tesadüflere inanmazdı. “Sıçtığımın karadeliği, ne oluyor lan burada?!” O sinirle mücadeleyi bırakıp kendi isteğiyle girdi binaya. Öncekine göre kalabalık daha azdı. Korkusunu perdeleyen öfkesine sığınıp kararlı adımlarla ilerledi vezneye benzer bölmeye doğru. Camekâna yaklaştığında içeride kimsenin olmadığını gördü ama onu gören camekân konuşmaya başlamıştı. “Hoş geldiniz. Özgür. Korhanlı. İnsan. Dünyalı.” “Ha? Ne?” Mekanik ses ona aldırmadan devam etti. “Karadelik Yasaları Kurumu tarafından belgelenen geçiş borcu miktarı. 10 milyar ışık yılı.”

120


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ne borcu, ne ışık yılı a. k.! Delirtmeyin insanı, biri bir açıklama yapsın! Hop! Orada kimse yok mu?!” Cevap yerine mekanik bip bip sesleri geldi camlı bölmeden ve az sonra da bir kâğıt parçası çıktı camın altından. Özgür merakla alıp baktı kâğıda, üzerinde büyük harflerle “Yıldızlararası Öteleme Kanunu” yazıyordu. Altında ise tablo halinde rakamlar ve harfler bulunuyordu; tabii Özgür hiçbirinden bir şey anlamamıştı. Sadece en altta yazan, “Sınav 11.25.89301 no.lu kabinde 235.10 no.lu dilimde yapılacaktır,” cümlesini görmüş ve yine sinirleri tepesine çıkmıştı. “Bu nedir ya? Adam gibi açıklama yapsanıza lan! Ne bu? Ne oluyor, neredeyim ben?!” Özgür bağırarak camekâna vurdu, karşısına bir muhatap çıkmasını umarak. Etrafındaki insanlar ve insanımsılar ona tuhaf tuhaf bakmaya başlamıştı ama Özgür’ün umurunda değildi. Hemen şimdi bir cevap istiyordu. “Size de, sınavınıza da, borcunuza da…!” Elindeki kâğıdı buruşturup yırtmak üzere harekete geçmişti ki, ince bir ses duydu. “Bunu yapmak istemezsin bence…” Özgür öfkeyle dönüp sesin sahibine baktı, sağlam bir küfür hazırlamıştı. Ancak kızı görünce küfrü de, öfkesini de unuttu. “Ha?” “O belge lazım olacak, yırtma. İnan bana.” Sesi gibi kendi de çıtı pıtı bir kızdı ve en önemlisi normal bir insandı. Gözlerinde anlayışlı bir ifade, yüzünde sevimli bir tebessüm vardı. Yardım etmek ister gibi yaklaştı Özgür’e. “Başta kızıyor, korkuyor insan ama sonra alışıyorsun. Hiç kimse memnun değil tabii ama ne yapacaksın, kurallar böyle…” Özgür bu lanet yere geldiğinden beri ilk kez kendisine anlamlı gelen laflar duyuyordu; bu nedenle lafları eden kıza can simidi gibi sarıldı. Daha doğrusu sarılmak istedi ama tuttu kendini. “Şey, pardon ya… Benim biraz sinirim bozuldu da… Burada neler oluyor Allah aşkına?” Kız, Özgür’ün arkasında birikmeye başlayan sırayı görünce onu kenara çekti. Bekleme

121


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

koltuklarının olduğu köşeye gidip boştaki iki yere oturdular. Kız hemen açıklamaya girişti. “Burası Yıldızlararası Öteleme Kanunu binası… Ya da gemisi, her neyse…” Özgür, kızın da aynı ikileme düşmüş olmasına sevinmişti; demek ki yalnız değildi. Can kulağıyla dinledi onu. “Karadelik Yasaları Kurumu’nun hesapladığı borçları nasıl tahsil edeceklerine karar veriyorlar burada, bir tür sınav yapıyorlar. Sonucuna göre de gönderiliyorsun.” “Nereye? Ve neden? Kusura bakma ama bu anlattıkların çok da açıklayıcı değil. Karadelik maradelik sabahtan beri bir sürü tuhaflık yaşadım kâbus gibi! Neler oldu böyle? En son ofiste, masamın başındaydım; sonra birden her şey yok olmaya başladı, şimdi de buradayım!” Kızın yüzünde bir aydınlanma oldu, “Ha sen onu da bilmiyorsun!” “Neyi bilmiyorum?!” Özgür tekrar çıldıracak gibi oldu; anlaşılan bu aptal yerde olup bitenleri bir kendisi bilmiyordu. Kız ise açıklarken bir yandan da gülüyordu. “Ay kusura bakma ya… Biz de sabahtan beri buradayız, insanın sinirleri bozuluyor hakikaten. Bir de olanları düşününce!” “Olanlar? Biz?” “Benim adım Ceren, bu da abim Cemal.” Dönerek yanında oturan genç adamı gösterdi Ceren. Kız kardeşinin aksine biraz daha soğuk birine benziyordu Cemal. Ya da sadece bıkkındı; bir elini kaldırarak bakmadan selamladı Özgür’ü. Özgür de kafa sallamakla yetindi ve hemen Ceren’e döndü. “Neler olduğunu en baştan anlatsana sen.” “Tamam ama sakin ol. Panik yapılacak bir şey yok. Yani henüz…” Özgür onun gevelemeyi kesip bir an önce lafa girmesi için ısrarla bakınca Ceren bir çırpıda çıkarıverdi ağzından lafı. “Bizi bir kara delik yuttu!” “Ha?” “Kara delik, ya hani böyle yıldız gibi de değil, böyle uzayda cisimleri içine çeker falan…” “Kara deliğin ne olduğunu biliyorum! Bizi yuttu ne demek onu açıkla!”

122


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Ceren, Özgür’ün çaresiz gözlerine aynı çaresizlikle baktı. “E yuttu işte, içine çekti hüp diye…” “Hüp diye mi?!” Yeni bir panik atak dalgasının yaklaştığını hisseden Özgür’ün dikkatini dağıtan tek şey Cemal’in derinden gelen gür sesi oldu. “Cern yüzünden…” “Ceren mi?” Dönüp Ceren’e baktı yine Özgür bir cevap ararcasına. Ceren hemen açıkladı. “Ay yok, ben değil canım, CERN’den bahsediyor abim. Hani parçacık deneyi yaptılar ya Cenevre’de, o. Galiba o deney yüzünden olmuş. Kara delik oluşmuş, dünyayı içine çekmiş falan filan…” Donakalan Özgür’ün ağzından belli belirsiz bir fısıltı çıktı, “Bir sigaraya ihtiyacım var…” O, titreyen elleriyle cebinden paketiyle çakmağını çıkarırken Ceren konuşmaya devam ediyordu. “Sonuç olarak, kara delik dünyayı yuttu ve biz de buraya geldik. Hepimiz, herkes… Sahi senin adın neydi?” Ceren’in sorusuna bir süre cevap veremedi Özgür. Sigarasından derin, kara delik kadar derin bir nefes çekti. Kızın söylediklerini düşünüyordu; CERN deneyi, okuduğu haberler, kara delikler, fazladan boyutlar, dünya, evi, ailesi, arkadaşları, işi, kendisi… Hepsi kara delik tarafından yutulmuş, her şey yok olmuştu yani, öyle mi? Bu durumda o ne oluyordu? Yaşıyor muydu, ölü müydü, kayıp mıydı, rüyada mıydı? Nerede ve kimdi o? Neydi? Hiç de öyle hissetmeyerek cevapladı. “Özgür… Adım Özgür.” *** “…mal Gürsoy. Cemal Gürsoy. 11.25.89298 no.lu kabinde 235.07 no.lu dilimde bekleniyorsunuz.” Anonsun ancak bir kısmını duyabilmişti Özgür. O sırada Cemal çoktan kardeşiyle vedalaşıp sınava girmek üzere yanlarından ayrılmıştı. Ceren’in sesi Özgür’ü kendine getirdi. “Umarım iyi geçer sınavı da bizi ayırmazlar. Annemle babamı bulamadık zaten, abim de giderse ne yaparım tek başıma?” Özgür rüyadan uyanır gibi baktı ona, sigarasının biriken külü yere düşmüştü. “Sahi herkes nerede? Yani ailelerimiz, arkadaşlarımız? Hepsi burada mı?” “Burada ya da belki başka binada… ya da gemide, her neyse işte.”

123


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ve kimse bir şey demiyor mu? Dünyayı kara delik yutmuş ama bakıyorum da herkes gayet sakin!” “Sakin olur musun lütfen.” Özgür sigarayı öfkeyle yere attı. “Ben de onu diyorum! Sakin falan olamam, sen de olma, kimse olmasın!” “Anlaşılan Karadelik Yasaları’ndan haberin yok…” Ceren sabır ve anlayışla baktı Özgür’e ve açıkladı. “Bak Özgür, burada bazı kurallar var ve istesen de, istemesen de onlara uyman gerekiyor.” “Nedenmiş?” “Neden olmasın? Daha iyi bir fikrin mi var? Etrafa saldırıp bağırınca çözülecek mi her şey? İnan bana, abim denedi ama en sonunda o da pes etti. Sonuç olarak karadeliğin içindeyiz artık, yapacak bir şey yok. Hem o kadar da kötü değil, yani parçalanıp atomlarımıza ayrılmadık, şükür. Tamam, biraz can sıkıcı bir yer; kurallar, sınavlar, bürokrasi falan… Douglas Adams kitabı gibi hehe…” Ceren kaptırmıştı kendini; ilk defa o zaman fark etti Özgür kızın ne kadar çok konuştuğunu. Ancak o gülmüyordu Ceren gibi ve bahsettiği heriften de haberi yoktu. Sadece buradan bir an önce gitmek istiyordu, hayatını geri istiyordu. “Tamam peki, sonra ne olacak? Sınav yapıp bizi dünyaya geri mi gönderecekler?” “Dünya? Artık öyle bir yer yok ki…” “Nasıl ya?” “Ayol karadelik yuttu dedik, hiç mi dinlemiyorsun?” “İyi de ne olacak şimdi?” “Bilmem. Ama söylediklerine göre hiçbir şey eskisi gibi olmayacakmış. Artık iyi mi, kötü mü bilemem ama çok da ümitli değilim açıkçası.” Özgür’e doğru yaklaşıp sesini kıstı Ceren. “Bundan bizim sorumlu olduğumuzu düşünüyorlar, anlarsın ya. Hani şu CERN deneyi falan. Durup dururken karadelik yaratmışız, boyutları karıştırmışız vesaire. O yüzden biraz tepkililer, fark ettiysen.” “Kim tepkili?” “Onlar işte, KYK, YÖK ve diğerleri.” 124


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ha bir de diğerleri var, harika…” O sırada ikinci bir anons oldu, Özgür’ün bir kaç koltuk ötesindeki kadın kalkıp gitti. Özgür’ün kafası ise hâlâ karışıktı. “Ne peki şimdi bunlar? Uzaylı falan mı? Niye bizi burada tutuyorlar, niye sınav yapıyorlar? Üstümüzde deney mi yapacaklar? Bir de borç tutturmuşlar, yok 10 milyar yok ışık yılı bilmem ne! Kim oluyor be onlar?!” Sorularıyla Ceren’i bunalttığını görünce sustu, kız ise onun kadar şaşkındı. “Sence biliyor gibi mi görünüyorum?” “Afedersin… Ben sadece…” “Biliyorum… Ama yapabileceğimiz bir şey yok işte, görüyorsun. Ne isterlerse yapacağız mecburen. Bu arada, sana 10 milyar mı dediler?” “Ha?” “Borcun canım, 10 milyar ışık yılı mı?” “Evet. Sana kaç dediler?” Kız omuz silkti, “4 buçukmuş. Ama ne anlama geldiğini ben de bilmiyorum, onu söylemediler.” “Zaten neyi söylüyorlar ki?!” Özgür ikinci sigara için paketine uzandı ama demin yere attığının son sigarası olduğunu fark ederek fısıltı halinde bir küfür savurdu. Çaktırmamak için de Ceren’e dönüp sordu. “Demin Karadelik Yasaları dedin, nedir sen biliyor musun?” “Hı-hı. KYK’dan çıkarken broşür almıştım, bak.” Kız cebinden çıkardığı kâğıdı Özgür’e uzattı. Ön sayfasında kocaman harflerle “Karadeliğe Giriş. KYK’dan YÖK ve tüm diğer düzenlemeler üzerine kısa bir bakış.” yazıyordu. Sayfayı çevirip devamını okudu Özgür. “Karadeliğe hoş geldiniz! KYK gereken düzenlemeleri yapmış olup, uygulanması için de gerekli tedbirleri almıştır. Güvenliğiniz için lütfen sakin olun ve talimatları harfiyen yerine getirin. İşte YÖK sınavına kadar bilmeniz gerekenler; 125


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

1. Bu bir tatbikat değildir, gerçekten karadeliğin içindesiniz. Lütfen çıkmak için uğraşıp zaman kaybetmeyin. Karadelikten çıkış yoktur. 2. Teknik olarak ölü değilsiniz; o nedenle ahirete ilişkin sorularınızı lütfen kendinize saklayın. Bununla birlikte, karadeliğin içindeyken intihara ya da cinayete teşebbüs etmeniz asla tavsiye edilmemektedir. 3. Karadeliğin içine çekilen herkes artık karadelik sakini sayılmakta olup, sahip oldukları tüm mal varlıkları ve borçlar KYK’nın düzenlemesine tabidir. Karadeliğin içine çekilen tüm sahipsiz mallar, karadeliğe girdikleri andan itibaren KYK’ya aittir. 4. Girişte gümrüğe kimlik ve mal bildirimi yapılması zorunludur. Zorluk çıkarmamanız ve sıralarda kargaşa yaratmamanız rica olunur. 5. Önceki yaşamınıza ilişkin tüm talep ve istekleriniz karadeliğe girdiğiniz an geçerliliğini yitirmiştir; buna aile bireyleri, dostluk bağları ve makam mevki sahipliği de dâhildir. Tüm soru ve sorunlarınız KYK tarafından çözümlenecektir. Sabrınız için teşekkür ederiz.” Özgür okumayı bitirdikten sonra elindeki kâğıda bakakaldı bir süre. Her şey o kadar tuhaf ve absürddü ki, sormaya nereden başlayacağını bilemiyordu. Gerçi hepsi için, “KYK tarafından çözümlenecektir,” diyordu broşürde ama şu ana kadar tek bir mantıklı açıklama duymamıştı. Gülmeye başladı. “N’oldu, komik olan ne?” Ceren’e dönüp cevapladı Özgür, hâlâ gülüyordu. “Broşür… Türkçe! Hepsi Türkçe! KYK, YÖK, Kara delik, her şey Türkçe! Yani sence de tuhaf değil mi uzaylıların ya da her neyseler hepsinin Türkçe konuşması?!” Ceren ona biraz acıyarak, biraz da bıkkınlıkla baktı. İç çekerek elindeki broşürü alıp etrafına bakındı. Biraz ötesinde duran zenci adama uzanarak broşürü adamın eline tutuşturdu ve sonra Özgür’ü çekiştirip adamın elindeki broşüre bakmasını sağladı. Demin okuduğu broşüre tekrar bakan Özgür, bu sefer kâğıtta yazanları okuyamadı. Yazılar artık Türkçe değil, başka bir dildeydi. Kâğıdı tutan adam broşürü görünce önce şaşırmış, sonra da ilgiyle okumaya başlamıştı. Özgür şaşkındı. “Ne oldu şimdi?”

126


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Broşür, tutan kişinin konuştuğu dile çevriliyor. Aynı şekilde danışman görevliler ve makineler de öyle, kimle muhataplarsa onun dilinden konuşuyorlar.” İkisi de koltuklarına dönerken Ceren söyleniyordu, “Douglas Adams kitabı gibi diye söyledik sana o kadar… Bir otostopçumuzla galaksi rehberimiz eksik!” Bu sırada tekrar bir anons yapıldı ve Ceren’in ismi yankılandı. Tam oturmuşken tekrar kalktı kız. “Hah, benim sıram geldi. İnşallah kolay sorarlar ya, of stres oldum bak şimdi!” “Ne soracaklar ki?” “Ne bileyim ben? Neyse hadi, gidiyorum ben. Hoşça kal, hepimize iyi şanslar!” “Ama…” Özgür’ü dinlemeden aceleyle dönüp gitti Ceren. Ancak kızın yokluğunda anladı Özgür, tek yoldaşının da onu bırakıp gittiğini. Belki de aklını kaçırmasına engel olan tek kişiydi Ceren ve o da yoktu artık. Bu tuhaf kalabalığın içinde yapayalnız kalmıştı yine. ‘Keşke kıza daha iyi davransaydım, mallık yaptım ya!’ diye geçirdi içinden. Stresle sigara arandı cebinde ama onun da olmadığını hatırlayınca ofladı. Ne yapacağını bilemez halde ayağa kalktı, dolandı. Çok geçmeden yapılan yeni bir anonsta kendi adını duyunca hem heyecanlandı, hem de rahatladı. Artık öğrenecekti YÖK’ün ne olduğunu. Cebinden sınav bilgilerinin olduğu kâğıdı çıkarıp yürümeye başladı. 11.25.89301 no.lu kabinle 235.10 no.lu dilimi arıyordu ve bu arayış ona karadelikten önceki hayatında eski YÖK ile yaşadıklarını hatırlatıyordu acı bir biçimde. Bir yandan KYK’dan çıkan 10 milyar ışık yılı borç, bir yandan YÖK sınavı derken, “Hay ben böyle talihin içine…” diye söylene söylene buldu 11.25.89301 no.lu kabini. O yaklaşınca kabinin kapısı açıldı ve Özgür çekingen adımlarla içeri girdi. Kabinin içi asansöre benzeyen bölmelerle doluydu ve kendisi gibi sıradan gelen herkes bir görevli tarafından numaralandırılmış olan o asansör bölmelerine bindiriliyordu. Özgür aşağı baktı, yukarı baktı ama asansör bölmelerinin nerede başlayıp nerede bittiğini göremedi. Bu şaşkınlık anında göremediği bir başka şey de bir görevlinin yanına geldiğiydi. “Hoş geldiniz, sınav belgeniz lütfen?” Özgür boş bakışlarını adama çevirirken, o Özgür’ün elindeki kâğıdı aldı ve kontrol etti. “11.25.89301 no.lu kabin… 235.10 no.lu dilim… Tamam, buyurun içeri.”

127


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Daha ağzını açamadan “dilim” denen asansörün içinde buldu kendini Özgür, adam da onunla girmişti içeri ve Özgür onun gerçek bir adam olduğundan şüphe duymaya başlamıştı. Normal insanların elbiselerini üzerlerine monte ettiklerini hiç sanmıyordu. “Uzanın lütfen.” “Ha?” Özgür gözlerini adamın “vida”larına dikmişken, o dönüp asansörün içindeki yatay makineyi gösterdi. “Buyurun, yatın şöyle.” “Niye?” “Sınav için, niye olacak?” Özgür bir tuhaf görünümlü, tuhaf tavırlı adama, bir de tuhaf makineye baktı. “Ne alaka ya? Sınav olacaksam niye yatıyorum? Nasıl bir sınav bu?” Adam ona aldırmadan makineyi hazırladı. “İki aşamalı bir sınav, önce beyninizi ve bedeninizi test etmemiz gerekiyor. Lütfen uzanın şimdi…” “İyi de…” “Hadi ama daha sırada çok kişi var, oyalanmayın.” Adam Özgür’ü zorla yatırarak üstüne de makinenin kapağını kapattı. Hastanelerdeki MR makinelerine benzeyen aleti çalıştırıp açıklama yaptı Özgür’ü yatıştırmak istercesine. “Merak etmeyin, tamamıyla zararsızdır. Sadece beyin ve vücut kapasitenizi ölçeceğiz.” “Ama sınav?” “Sınav bu işte.” Alet sessizce ve ışık yayarak Özgür’ün önce vücudunu, sonra da kafasını taradı. İşlem biterken bip bip sesleri çıkardı ve kapak kendiliğinden kalktı. Özgür doğrulduğunda adam yan taraftan çıkan kâğıtları topluyor, Özgür’ün sınav sonucu olduğunu tahmin ettiği şeyleri okuyordu. “Nasıl? Ne yazıyor?” Adam kâğıtları Özgür’e göstermeden kenara koydu ve gülümsedi, “Güzel. Şimdi şu tarafa geçin

128


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

lütfen.” Özgür adamın gösterdiği köşeye geçti, camlı bir bölme vardı ve camın içinde de ufak, kamera objektifine benzeyen bir makine görünüyordu. “Bu ne?” “Sınavın ikinci bölümü, ruh dedektörü. Akıl, beden ve ruh; bunları ölçmeden sınav yapılır mı?” “Ben bu işten hiçbir şey anlamadım.” “Biliyorum, sınav notunuzda yazıyor. Şimdi lütfen makinenin içine, odak noktasına bakın ve gözünüzü kırpmayın.” Özgür şaşkın şaşkın adamın dediğini yaptı; camın karşısına geçip objektife baktı. Adam yan taraftaki düğmeye basarken gülümsedi. “Gülümseyin, kuş çıkacak!” Adamın sözleri, Özgür’ü gözünün içinde patlayan flaştan daha fazla şaşırtmıştı ama gözlerini kırpıştırmaktan konuşamadı. “Tamam işte, bu kadar. Geçmiş olsun. Buyurun sonuçlarınız, bunları alıp Transfer Sistemleri Karargâhı’na gideceksiniz. Orada ne yapmanız gerektiğini söylerler.” Özgür gözlerini ovuşturmayı bırakıp adama baktı, “Nereye gideceğim?” “Transfer Sistemleri Karargâhı. Buradan çıktığınızda kapının tam karşısında görürsünüz, üzerinde yazıyor zaten TSK diye…” “Ne diye, ne diye?!” Özgür karşılaştığı bu üçüncü tuhaf benzerlikle iyice kendini kaybederken, adam sınav kâğıtlarını eline tutuşturup onu dışarı postaladı. Özgür kapının önünde kalakalmıştı; beyninde KYK ve YÖK’ten sonra bir de TSK harfleri yankılanıyordu. Arkasına döndüğündeyse yapının kendisiyle karşılaştı ve artık bu kâbusun bir an önce bitmesini umarak tedirgin adımlarını oraya yönlendirdi. ***

“M. A. L.” Kapının yanındaki yazıyı okuduktan sonra kendi kendine söylendi Özgür, “Şaka herhalde ya yuh! Eşek şakası!”

129


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Üzerinde kocaman harflerle TSK yazan yapıya girdiğinde onu geniş koridorlardan ve hızlı asansörlerden geçirip buraya getirmişlerdi. Elindeki sınav sonuçlarına göre olması gereken yer burasıydı yani; üzerinde “MAL” yazan bir kapı. Eski hayatından çok da farklı olmayan bir sonuca ulaşmak Özgür’ü kızdırdığı kadar, yaşadığı tüm bu tuhaf rastlantılar onu çıldırma noktasına getirmişti. Küfretmeye hazırlanıyordu ki, bir ses duydu. “Şaka değil, beyefendi. Maddelerarası Aktarım Lejyonu. Lütfen içeri gelin.” Kapının ne zaman açıldığını, konuşan adamın ne zaman karşısına dikildiğini anlayamamıştı Özgür; bu nedenle sesi duyunca hafiften irkildi. “Şey, pardon, ben…” “Buyurun buyurun, çekinmeyin.” Buyurdu Özgür, ama çekinerek. Adam bir masanın arkasına geçerek oturdu, Özgür’ü de karşısındaki sandalyeye davet etti. “Geçin oturun şöyle, belgelerinizi alayım.” Sınav sonuçlarını adama verip yavaşça sandalyeye ilişti Özgür. Bakışlarını adamdan ayıramıyordu; onun diğerlerinden daha normal, daha insansı göründüğünü düşünüyordu. Bir an gerçekten insan mı değil mi diye merak etti. “Evet, maalesef…” Kâğıtları incelerken birden konuşmaya başlayan adama baktı Özgür, “Efendim?” “Evet diyorum, insanım. Gerçi şu koskoca evrende olunabilecek milyon tane şey var ve en az altı yüz tanesi insan olmaktan daha iyi ama yapılacak bir şey yok maalesef, olmuş bir kere.” “Ha?” Özgür aptallaşmış bir halde bakışlarını adama dikmişti, o ise Özgür’e bakarken bakışları yumuşadı, anlayışla gülümsedi. “Endişelenmeyin, Özgür Bey. Bu bir şaka değil, kâbus değil, öteki dünya hiç değil… Yani sandığınız anlamda değil.” Zavallı Özgür’ün iyice şaşakaldığını gören adam ciddileşerek açıkladı. “Telepati var bende. O yüzden aklınızdan geçenleri okuyabiliyorum, endişelenecek bir şey değil.” “Ama…” “Nasıl olur demeyin; her insanın belli yetenekleri vardır, sadece açığa çıkarılmamış olabilir.

130


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Üzerine gidilirse kim bilir sizde ne yetenekler çıkar, normal şeyler bunlar.” “Siz…” “Zihin okumanın haricinde gayet normal bir insanım, merak etmeyin. Ve sizi de çok iyi anlıyorum.” “Ben…” “Çıldırmanın eşiğinde olduğunuzu ve hatta çoktan delirdiğinizi düşünüyorsunuz, sakın ha. Akli dengeniz gayet yerinde, hatta buradaki sonuçlara göre ruh ve beden sağlığınız da öyle. Kendinizden endişeniz olmasın.” “Siz…” “Biz sizinle dalga geçmiyoruz, Özgür Bey. Aksine, çok ciddiyiz, bu bizim işimiz.” Kafası karışan Özgür tam ağzını açmıştı ki, adam yine onun sözünü keserek cevapladı. “İşiniz ne derseniz, şöyle açıklayabilirim. Şu an bir kara delikteyiz ve bizler de kara deliğin yönetiminden sorumluyuz. Siz kimsiniz diye sorucaksınız, hemen cevaplayayım; biz KYK, YÖK ve TSK olarak üç ana yönetim bölümünü oluşturuyoruz. Karadelik Yasaları Kurumu, adı üstünde karadelik içindeki yasaları koymak ve uygulamakla yükümlüdür, denetimleri yapar. Yıldızlararası Öteleme Kanunu, aslında bir kanun maddesi olmakla birlikte, kara deliğin işleyişindeki ana prensip olması sebebiyle kendine ait bir büroyu temsil eder. Yıldızlararası Öteleme’den kasıt, kara deliğe giriş yapan tüm gök cisimlerinin ve bu cisimlerle beraber giriş yapan diğer cisimlerin de uzaydaki yeni yerlerini belirlemek, boyutlararası geçişleri hesaplamak ve yeni düzenlemeye göre her cismin hangi boyuta, ne şekilde yerleştirileceğini bulmaktır. Bunun için de iki aşamalı bir sınav yapılır, demin size uygulandığı gibi. Bu sınavın sonuçları Transfer Sistemleri Karargâhı’na gönderilerek transfer kararları uygulamaya konur. Bir çeşit yasama ve yürütme, sizin anlayacağınız.” Anlıyordu gerçekten de Özgür; adamın tane tane ve tam da onun anlayacağı gibi yaptığı açıklama ona tuhaf bir biçimde mantıklı gelmişti. Tabii hâlâ birçok soru vardı kafasında ama sormak yerine aklında geçirdi bu sefer sadece. Karşısındaki adam bunu fark edip güldü. “Bravo Özgür Bey, çabuk adapte oluyorsunuz. Sınav sonuçlarınız bizi yanıltmamış… Sorunuza gelince; burası, yani Maddelerarası Aktarım Lejyonu da bu yasama ve yürütme sisteminin yargı ayağı bir nevi. TSK uygulamalarının düzgün işleyip işlemediğini kontrol ederek, boyutlararası geçişte 131


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ve maddelerarası aktarımlarda yaşanan sorunların tespiti ve düzeltilmesiyle uğraşıyoruz.” Konuya kendini kaptıran Özgür dayanamayıp konuştu, “Boyutlararası derken?” “Evet, boyutlararası ama biz maddelerarası demeyi tercih ediyoruz daha kapsayıcı bir ifade olduğu için. Sanırım siz bu konuda pek bilgi sahibi değilsiniz, mühim değil; artık burada çalışacağınıza göre size anlatabilirim. Çoğunu görev başındayken kendiniz öğreneceksiniz nasılsa…” Özgür’ün aklında beliren “görev” kelimesini ve bu kelimeye bağlı soru işaretlerini o anlık görmezden geldi adam ve devam etti. “Kara delikler, basit bir ifadeyle, yakınındaki cisimlerin kendi çekim alanından kaçıp kurtulmasına izin vermeyecek kadar büyük bir kütlenin yoğunlaştığı uzay bölgeleridir. Sizin şu dahi(!) bilim adamlarınız CERN deneyini hayata geçirince bu bölgelerden birini yarattılar ve bunun sonucu olarak tüm dünya kendi kara deliğinin içine çekildi, yani şu anda bulunduğumuz yere. Ama şansınız var ki, yalnız değilsiniz. Evrende birçok karadelik var ve hepsi de birbirine, dolayısıyla da buraya, yani KYK’ya bağlı. Belki duymuşsunuzdur kurt deliği ya da solucan deliği tanımını, işte kara delikler birbirine bu kurt delikleriyle bağlılar, boyutlararası geçişi sağlıyorlar ve KYK da bu geçişleri düzenliyor. Yine boyutlararası dedim; çünkü her kara delik paralel bir evrene, yani boyuta açılıyor. Bu nedenle biz de boyutlararası geçişten sorumluyuz ama dediğim gibi, maddelerarası geçiş daha uygun bir tanım; çünkü sadece boyutların değil, başka cisimlerin geçişini ve birbiriyle yer değiştirmesini de kapsıyor. Anlayacağınız, biz her türlü aktarım ve transferden sorumlu bir kurumuz, daha doğrusu lejyonuz.” Tüm bu bilgileri tek seferde sindirmeye çalışan Özgür’ün boş bakışı adamı daha fazla açıklama yapmaya teşvik etti. “Lejyon dediysem, öyle askeri bir şey sanmayın tabii. Ancak son zamanlarda yaşanan bazı can sıkıcı olaylar bizi daha sert önlemler almaya itti diyebiliriz. Eh, biraz da imaj çalışması elbette, ne kadar sert görünürsek o kadar caydırıcı olur, değil mi?” Adamın gülümseyen suratına aynı boş ifadeyle baktı Özgür. Anlamaya çalışıyordu ve anlıyordu da ama anlamak istediğinden emin değildi. Kara delikler, TSK’lar, lejyonlar onun için biraz fazla oluyordu artık. “Fazla değil, emin olun, az bile. Yani şimdi burada kalkıp size Einstein’dan, Thorne’dan, efendime söyleyeyim, genel görelilik kuramından falan da bahsederdim daha açıklayıcı olsun diye ama sıkılacaksınız, biliyorum. Sınav sonuçlarınızda yazıyor.”

132


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Özgür kendini toparlayıp derin bir nefes aldı ve adam lafını kesmeden önce bir çırpıda sordu. “Tamam da, tüm bunlarla benim alakam ne, benden ne istiyorsunuz?” “Hah işte, can alıcı nokta da bu, Özgür Bey. Siz bir M.A.L.A.K.’sınız.” “Neyim, neyim?!” “M.A.L.A.K. Yani Maddelerarası Aktarım Lejyonu Arıza Kontrolörü. KYK’da tespit edilen borcunuz ve YÖK sınavında gösterdiğiniz performans değerlendirilerek bu göreve atanmanız uygun görüldü. Böylece hem potansiyelinizi açığa çıkarabilecek, hem de bize olan borcunuzu ödemiş olacaksınız. Eh, 10 milyar ışık yılı da az değil hani, öde öde bitmez he he!” Özgür biraz öfke, biraz da şaşkınlıkla açtı ağzını yumdu gözünü ama sadece bununla kaldı. Adam ondan önce konuştu. “Merak etmeyin, göreviniz çok da zor değil. Demin bahsettiğim bu geçişlerde ortaya çıkan arızaların tespitinde ve düzeltilmesinde çalışacaksınız.” Özgür ağzını açtı ama yine adam konuştu. “Artık bir M.A.L. çalışanısınız ve süpervizörünüz olarak doğrudan bana bağlısınız.” Özgür tekrar ağzını açtı ve adam konuştu onun yerine. “Ben de M.A.L.İ.K. oluyorum bu durumda, yani Maddelerarası Aktarım Lejyonu İdari Kumandanı. Kabul, biraz iddialı bir tanım ama eh, olsun o kadar da… He he he!” Adam kendi kendine kıkırdarken Özgür şu anda bir sigaraya ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünüyordu. Sigarasının kalmadığını hatırlamaksa onun daha fazla kızmasına neden oluyordu. Kendi düşüncelerine dalan adam bunu fark etmemişti; belki de önüne gelen sınav sonuç belgelerini yeterince dikkatli okumamıştı. Eğer dikkat etseydi, Özgür’ün ne kadar sinirli bir insan olduğunu bilecek ve o, yumruğunu masaya vurup ayağa kalktığında bu kadar ürkmeyecekti. “Yeter lan! Malınıza da, borcunuza da başlayacağım şimdi! Şamar oğlanına çevirdiniz insanı; yok kara deliği, yok bilmem nesi, sıçarım böyle işin içine arkadaş! Bırakın beni, evime hayatıma dönmek istiyorum ben!” “Özgür Bey, lütfen, rica ediyorum…” “Edemezsin!” “Sakin olun!”

133


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Bu sefer Özgür böldü adamın lafını ve konuşmasına fırsat vermedi. “Olmuyorum, ne yapacaksın?! ‘Malak’ gözünü açtı artık kardeşim; yok öyle KYK’ya git, YÖK’ten çık TSK’ya gir, MAL’a bağla! Arıza mı istiyorsun, arızanın kralını çıkarırım şimdi sana! Dalga mı geçiyorsunuz be!” “Ama konuştuk bunları, lütfen…” “Yok ‘lütfen’, istemiyorum hiçbir şeyinizi! Evime gönderin beni, geri döneceğim ben!” Onu sakinleştiremeyeceğini anlayan adam derin bir iç çekti hayal kırıklığıyla. Sonra masasındaki bir çekmeceyi açtı ve içinden bir kumanda aleti çıkarıp ortasındaki kırmızı düğmeye bastı. Özgür esip gürlemekten ne olduğunu anlamamıştı ama adam çaresizlikle başını sallarken birden etraf kararmaya, her şey dönmeye başladı. “N’oluyor? Ne yaptın sen!” Adam ona cevap vermeye kalkışmadı, hatta zihnini okumakla bile uğraşmadı. Buna gerek kalmamıştı; Özgür aniden ortadan kaybolmuş, “püf” diye yok olmuştu. *** Malt grubunun “Arıza” şarkısı çalıyordu evin içinde bangır bangır. Özgür sıçrayarak uyandı. Koltuğun tepesinde uyuyakalmıştı yine ve dün gece sevgilisinden ayrılan Mehmet bağırarak şarkıya eşlik ediyordu. Önce üstünü başını kontrol edip hâlâ yaşadığına ve evinde olduğuna emin oldu Özgür. Sonra da koşup mutfağa giderek, kahvaltı hazırlayan arkadaşına baktı. “Mehmet?!” “Günaydın. Ben de seni uyandıracaktım şimdi. Omlet yapıyorum, işe gitmeden ye bir iki lokma. Ayrılığımın şerefine!” “Kara delik?!” “Evet, karı deli! Tutturmuş istemeye gelin, söz takalım diye, manyak mıdır nedir?!” Kafayı ayrılıkla bozmuş, söylenip duran Mehmet’e boş boş baktı Özgür. Tüm o gördüklerinin rüya olduğunu anlaması için birkaç saniye daha geçti ama anladığında derin bir oh çekti. “Lost finaline benzedi a.k. …” “Ne?” 134


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ha? Yok… Yok bir şey… Sen devam et.” Gevelemeyi keserek bir sigara yaktı. Kara deliği de, kara kâbusu da aklından çıkarmaya kararlıydı; sevgilisinden şikâyet etmeyi sürdüren Mehmet’e verdi dikkatini. İki arkadaş ayrılık sonrası muhabbetine dalarken kahvaltılarını ettiler ve sonra da hazırlanıp işlerine gittiler. Özgür yol boyunca gördüğü rüyanın etkisinden çıkmaya çalıştı. Hatta sırf bu yüzden servisteki geyik muhabbetlerine katıldı. İş yerine geldiklerindeyse hemen ofise çıkarak masasına oturdu. Ne kahve aldı, ne de kimseyle konuştu. Ama her zamanki gibi müdür onu rahat bırakmayacaktı. “Ooo Özgür Bey, erkencisiniz, bu şerefi neye borçluyuz?!” Özgür bu anı daha önce yaşamış olmanın tedirginliğiyle nefesini tutup cevap verdi, “Günaydın, müdür bey.” “Aydın mı, karanlık mı bilemem artık. Yine bir karış sakalla gelmişsiniz işe, bu kaçıncı uyarım? Burası lise değil Özgür Bey, koskoca holding! Yan gelip yatma yeri de değil, iş yeri! Bir yığın dosyanız birikmiş içeride, bunları öğlene kadar sisteme girmeniz lazım!” Bu konuşma o kadar tanıdıktı ki, bir an kendini yine o karanlık kâbusun içinde sandı Özgür. Ama değildi; müdür tepesine dikilmiş, her zamanki uyuzluğunu yapıyordu. Önce o kâbustan uyandığı için rahatladı; fakat hayatındaki gerçek kâbusla tekrar yüzleştiği için üzüldü. Rüya belki de bilinçaltının bir yansımasıydı; gerçekte de bir “mal” için çalışıyor ve tıpkı bir “malak” gibi hissediyordu. Müdür başından gidince iç çekerek dosyalara baktı. Bilgisayarını açtı ve işler iyice birikmeden çalışmaya başladı. Ancak pek uzun sürmeyecekti bu. Bilgisayar ekranı karardı birden ve “Mal.function” yazısı belirerek kapladı her yeri. “N’oluyor yine ya?!” Bilgisayarı kapatmak üzere elini uzatmıştı ki, telefon çaldı. Kapatma tuşu yerine ahizeye dokundu parmakları. Şaşkınlıktan şirket içi eğitimleri unutmuştu. “Efendim?” “Özgür Bey, günaydın.” Bu tanıdık sesi duyunca gözlerini yumdu Özgür, tekrar uyanabilirdi belki. “Özgür Bey, orada mısınız? Beni tanımışsınızdır herhalde, ilk iş gününüz hayırlı olsun demek için aradım. Ve tabii ilk talimatlarınızı da vermek için.”

135


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Hayır…” O sırada bilgisayar ekranında belirmeye başlayan yazılar, Özgür için yeni bir kâbusun başlangıcı gibiydi. Telefondaki adam içinse sadece teferruattan ibaretti. “Ekranınızda çıkacaktır birazdan, çıktı mı?” “Hayır… Bu gerçek olamaz.” Kendisini çimdiklemek üzere olan Özgür’e güldü yeni patronu. “Lütfen Özgür Bey, tekrar aynı şeyleri yaşamayalım. Bakın, elimden geldiğince size yardımcı olmaya çalışıyorum. Ama siz artık bir M.A.L. çalışanısınız, buna uygun davranmaya çalışın. Şu anda yeni bir boyuttasınız, sizinkine benzeyen paralel bir evren ve sistemde bir takım arızalar tespit ettik. Sizin göreviniz bu arızayı ortadan kaldırmak.” “Arıza?” “Evet, ekranınızda gözükmesi lazım.” Ekrana bakan Özgür, “Arıza” yazısının altında kendi müdürünün kocaman resmini görünce neredeyse küçük dilini yutacaktı. Telefondaki adamsa gayet ciddiydi. “Arızayı sistemden çıkarmanız gerekiyor. Tabii bu ilk göreviniz olduğundan size yardımcı olmaları için iki arkadaşı gönderdik, az sonra yanınızda olurlar.” Özgür şaşkın şaşkın etrafına bakınca ofisin kapısında sekreterle konuşan iki kişi gördü. Sekreter kafasını sallayıp eliyle Özgür’ün olduğu yeri gösterince hepsi birden dönüp ona baktılar ve Özgür ikinci bir şok yaşadı. Ceren gülerek ona sesleniyor, el sallıyordu; arkasında duran Cemal ise kafasıyla selam vermekle yetinmişti. “Ekibiniz tamamlandı, artık görev sizin. İyi şanslar, Özgür Bey. İşiniz bittiğinde tekrar konuşuruz, hoşça kalın.” Adam telefonu kapattığı halde Özgür elinde ahizeyle kalakaldı bir süre. Bir ekrandaki arıza yazısına, bir müdürünün gerçekteki nemrut suratına, bir de kendisine doğru yaklaşan Ceren’le Cemal’e bakıyordu. Rüya sandığı şeyin gerçek olduğunu, dünyayı bir kara deliğin yuttuğunu, şu anda paralel bir boyutun içinde olduklarını, kendisininse artık bir arıza kontrolörü olduğunu ve arıza olarak nitelenen eski müdürünü ortadan kaldırmakla görevlendirildiğini idrak etmeye çalıştı önce. Sonra

136


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

tüm bunları eski hayatıyla karşılaştırdı. Hâlâ bir yerlere borcu vardı, o borcu ödemek için çalışması gerekiyor ve yine “mal”larla uğraşması bekleniyordu. Dünya ve hatta tüm hayatı bir kara delik tarafından yutulmuş olsa da, hâlâ özgürlüğüne kavuşamamıştı. Üstelik bundan sonra ne olacağına, ne yapacağına dair en ufak bir fikri de yoktu. Öte yandan, önceki hayatını kâbusa çeviren tüm o şeylerden kurtulmuş görünüyordu. Henüz kurtulamadığı tek şey ise uzaktan kızgın gözlerle kendisine bakmaktaydı. Ortadan kaldırılması gereken “arıza” müdürü onu azarlamak üzere hazırlanıyordu. Özgür ona baktı. Arkasına yaslandı, kravatını çıkardı. Bir sigara yaktıktan sonra dört günlük sakalını kaşıdı ve ardından müzik çaları çalıştırıp sesi açtı. Rolling Stones’dan “Paint It Black” çalmaya başlamıştı, Özgür gülümsedi. “Tamam ulan! Malsa mal a.k.!”

Funda Özlem Şeran

137


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

SANDALIN İÇİNDE BİR YERLERDE Bedenimdeki köhne meyhanenin çalışanları, bir önceki gün içtiğim onca içkiyi kirli zeminden temizlemeye çalışırken, titreyen ellerimi içinde uzandığım sandalın göğsüne bastırarak doğrulmaya çalıştım ama ne fayda, henüz o kadar güçlü değildim. Ceketimi çıkardım ve katlayarak başımın altına destek koyacak şekilde yerleştirdim. Gözlerimi kapadım ve bir süre sessizliği dinledim… Gözlerimi tekrar açtığımda gökyüzü tepemde dans ediyor, yıldızlar köşe kapmaca oynuyor ve sandalın altında oynaşan nehir titreyerek zevk çığlıkları atıyordu. Belki de en iyisi gözlerimi kapatmak ve tekrar uyanmayı beklemekti. Gözlerimi yavaşça kapatırken, sandalın kayıkçısı ayaktaydı ve küreğiyle suyun derisini yüzüyordu sanki. Hızla ilerliyorduk nehrin kalbinde ama kimin kalbiydi bir fikrim yoktu ve nasıl girmiştim sandalın içine, birisi bunu söylerse gerçekten çok mutlu olacaktım! “Ufukta ne var?” diye sordum kayıkçıya gözlerim yarı açık. Adam huzur dolu esen rüzgârla hareket ediyordu sanki. “Nereye gidiyoruz?” Kayıkçı gülümsedi kendi kendine. Bu benim için bir cevap değildi kuşkusuz ama onun için bir şeyler ifade ettiğini fark ediyordum. Belli belirsiz gülümsedim ben de. “Buraya nasıl geldiğimi sorsam yine o aptal gülümsemeyle mi karşılık vereceksin bana?” diye sordum aslında bir cevap beklemeden. “Nehrin sonunda aradığın şeyi bulacaksın. Hayatının amacına ulaşmana çok az kaldı,” dedi adam ve gülümsedi yine. Kayıkçıya her ne kadar öfke duysam da adamın gülümsemesinin beni rahatlattığını kabul etmemek insafsızlık olurdu. Net cevaplar vermiyor, bir kayıkçıdan ziyade bir bilge gibi davranmaya çalışıyordu. Hayatım boyuca sinir olmuştum böyle adamlara. Kayıkçı kayıkçı, bilge bilge olmalıydı. Bilge bir kayıkçı değildi o an istediğim ama adamın gülümsemesi, Buda’nın ışığı gibiydi; duru ve sonsuz huzur vericiydi yine de… “Tamam,” dedim bilge kayıkçıya. “Gidelim ve görelim neler var ufukta. Amacıma artık çok yakınım!” İçine ne zaman ve ne için bindiğimi bilmediğim kayıkta, bilinmez bir nehirde ilerliyordum ve insanı tatlı tatlı küçük öpücüklere boğan rüzgâr estikçe kayıkçı sanki dans ediyordu onun 138


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ritmiyle… “Hey uyan hadi Gogo,” dedi Fransız piç kurusu Fred bir anda. Yolculuk boyunca başımıza gelen her türlü pisliğin mimarı olan bu adamdan niye vazgeçemiyorduk bilmiyordum. Kho Chang’ın beyaz kumsalında onun yüzünden yediğimiz dayak, Chang Mai’de tüm paramızı kaybedişimiz ve Pokahara’daki dağ evinde üç gün mahsur kalışımız; hepsi onun suçuydu… Yolculuğa çıkarken yanınıza almak istemeyeceğiniz adamlardan biriydi Fred. “Ne işin var senin burada?” diye sordu suratındaki kocaman gülümsemesiyle. Yarı açık gözlerimin arasından baktım Fred’e bir süre. Fred sandala doğru eğilmişti ve tepedeki kayıkçı küreğini nehre daldırıp daldırıp çıkarıyordu hâlâ. Hızla akan bir nehirde Fred nasıl ayakta durabiliyordu peki! “Asıl senin ne işin var burada?” dedim Fred’e. “Sandal nehirde ilerliyor ve kayıkçı bana amacıma doğru ilerlediğimi söylüyor. Sense,” dedim sesim kesilirken. “Sense nehrin suyuna kapılmadan duruyorsun olduğun yerde!” Fred suratıma buz gibi Tayland birasını dökmeden önce dakikalarca güldü nehrin üzerinde. Boğulacak gibi gülüyordu neredeyse. Ara sıra nehrin suyunda kayboluyor sonra bir anda belirip sandala tutunuyor ve bana bakıp kahkahalarla gülmeye devam ediyordu. Fred’i neyin bu kadar eğlendirdiğini bilmiyordum ama güzeldi insanların eğlenmesi. Ben de başladım biden gülmeye. İşte soğuk bira da o an geldi suratımın üzerine! Fred zor da olsa beni sandaldan dışarı çıkardı. Artık ben de nehrin üzerinde duruyordum. Ben de bunu başarmıştım, bu bir mucizeydi! “Sızmışsın be abi,” dedi gülmeyi bırakıp nefes alırken. Kıpkırmızı suratını tokatlamak istiyordum Fred’in. “Barın çöplüğündeki eski sandalın içinde sızmışsın!” Gökyüzüne baktım. Soğuk biranın suratıma attığı tokat ve tişörtümün içine doğru tehditkâr bir şekilde gerçekleştirdiği yolculuk beni biraz olsun kendime getirmişti. Yıldızlar artık oyun oynamıyordu. Bulutlar büyükannem gibi yavaş hareket ediyorlardı ve kayıkçı sandalın yanındaki bodur Tai ağacından başka bir şey değildi. “Amacım,” dedim kendi kendime. Fred tekrar kahkaha krizine girerken nehrin hışırtısını duydum bir kere daha. Biliyordum bir şeylerin gerçek olduğunu. Gerçekti nehir ve beni bekleyen amacım. Fred’in gülmekten iki büklüm olmuş haline bakarken suratıma bir gülümseme yayıldı. Alışık 139


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

olduğum su sesi kulaklarımdaydı. Sandal büyülü olabilirdi ya da bodur Tai ağacı. Bilemiyordum ama hayat o kadar da basit değildi işte! İşte o an ben hayatın derinliği ve bilinmezliği üzerine şiirler yazacakken ani bir sesle nehrin huzur verici sesi kesildi. Arkama dönüp sesin geldiği yere baktığımda barın patronun bir adamı yumruğuyla yere devirdiğini fark ettim. “Buraya işememenizi kaç defa söylemem gerekecek!!!”

Göktuğ Canbaba

140


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

SÜRGÜN Sınırlarını kestiremediği ormanda saatlerdir yürüyordu. Birbirine geçmiş ağaç dallarının arasından ormanın küflü zeminine ulaşmaya çalışan güneş ışığı, tepesindeki yeşil yaprakların arasından göz kırparken, Gadrun’un düşünebildiği tek şey ormanın sonsuzluğa uzandığıydı. Çok sevdiği kuş sesleri bile bir değişik yankılanıyordu kulağında. Etrafındaki gölgeler kendi iradeleri varmış gibi hareket ediyorlar, sanki bir köşeden diğerine sıçrıyorlardı. Yine de Gadrun’un hissettiği şey korku değildi. Çünkü kendi çığlığının er veya geç bu ormanda yankılanacağını biliyordu. Narsus hikâyelerinde değişmeyen tek şey buydu: Bir Sürgün’ün korku dolu, tüyler ürperten bir çığlığının ardından ormana hâkim olan derin sessizlik. Kalbi o kadar donmuştu ki, korkuyu umursamayan buzdan eller ruhunu yakalamaya çalışıyor, soğuğun yakıcı dokunuşunu ruhuna geçiriyorlardı. Sürgün olmayı kendi seçmemişti. Bu yaptığı bir hatadan veya yaptığı bir seçimden de kaynaklanmıyordu. O, olduğu şey yüzünden sürgün edilmişti. Kısaca, Narsus halkının mükemmel ölçülerine uymuyordu. Bu kadar basitti. Artık ne üzülmenin ne de kafası şişip patlayana kadar düşünmenin ona bir yararı olmayacaktı. Sadece mümkün olabildiğince hayatta kalmalıydı. Bacaklarının titrediğini hissederek asasına astığı çıkınını yere bırakıp çömeldi. Çıkınındaki yiyecekler ve deri matarasındaki su onu ancak bir veya iki gün idare ederdi. Ondan sonra yemeğini ve suyunu kendi bulmak zorundaydı; ta ki bilinmeyen son gelene kadar. Kolay av olmayacaktı. Kendi kendine söz vermişti. Onu atalarının yanına gönderecek her ne ise, avına ulaşmadan önce canı iyice yanacaktı. Çizmesine sokuşturduğu kamayı yavaşça okşadı. Yemeğini yedikten sonra sırtını dayadığı ağacın kenarında tedirgin bir uykuya daldı. Rüyasında, karanlık bir suratın ona doğru eğilip cızırtılı bir sesle bir şeyler söylediğini gördü. Söyledikleri her ne ise, sürekli tekrarlıyor ve sesi gittikçe yükseliyordu. Silkinerek uyandı ve rüyasındaki o korkunç suratla yüz yüze geldi. Burnunun dibindeki yamuk yumuk surata gömülmüş 141


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

gibi duran kapkara, tüyler ürpertici gözler, dikkatle ona bakıyordu. Kimin daha çok bağırdığı bilmiyordu. Yaratık mı yoksa kendisi mi? Çığlıklar birbirine karışırken, Gadrun sersemliğinden sıyrılarak çıkınını kaptığı gibi ormanın içinde, nereye gittiğini bilmeden koşmaya başlamıştı. Sık çalılar ve ağaçlardan uzanan dallar yüzünü kesiyor, tokat gibi suratında patlıyordu. Kendi nefesi kulaklarında yankılanırken, o şeyin hala peşinden geldiğini duyabiliyordu. İzini kaybettirmek için sürekli farklı patikalara dalıyor, kurdun kovaladığı tavşan gibi, yönünü şaşırmış bir şekilde durmaksızın koşuyordu. Ne yazık ki, ne zaman izini kaybettirdiğini düşünse, yaratık izini şaşmaz bir rahatlıkla bulup takibine devam ediyordu. Bir başka patikaya dalarken, arkasına bakıp aralarındaki mesafeyi ölçmeye çalıştığı anda adımını boşluğa attı. Dengesini kaybederek yardan aşağı yuvarlanmaya başladı. Havada taklalar atarak tutunacak bir yer aradı ancak yüzüne doğru hızla yükselen suya çakılıverdi. Bir an sonra buz gibi sularla boğuşuyor, nefes almak için yüzeye çıkmaya çalışıyordu. Ayağını savurarak vücudunu yukarı itmeye çalıştığında zemine değdiğini hissederek kısa bir şaşkınlık geçirdi, hemen ardından toparlanarak ayağa kalktı ve ağzını ardına kadar açarak derin bir nefes aldı. Boğulmaya çok yaklaşmıştı… Silkindi ve gözlerini kırpıştırarak parlak güneşin pırıl pırıl parladığı suyun yüzeyindeki kendi aksine baktı. Alnına düşen saçları iterek etrafında bakındı ve gördüğü şey karşısında bütün vücudu buz kesti: Ormanın içinde bir yerde, etrafı yüksek ve dimdik yarlarla çevrili, derin bir çukura benzeyen ıssız, küçük bir göletteydi. Ama kanının çekilmesine neden olan bu manzara değildi; onun şok eden, göl kıyısındaki kumlara oturmuş ve tüm dikkatiyle ona bakan devasa bembeyaz bir ejderhaydı. Narsus halkı tarafından bilinen beyaz ejderhaların tersine, bu ejderhanın pullu derisi, güneş ışığının altında renkten renge bürünüyor, ipeksi renkli ışık huzmelerini çevresine yansıtıyordu. Ejderha, büyüleyici güzelliğine rağmen, devasa bedeni ve arkada katlanmış haşmetli kanatlarıyla şüpheye yer bırakmayacak kadar ölümcül görünüyordu. Gadrun ejderhaları sadece masal kitaplarından ve Narsus efsanelerinden biliyordu. Gizemli ve tehlikeliydiler. Büyüleri çıldırtıcı, nefesleri yakıcı ve sesleri acı vericiydi. Bir ejderha gözünü size diktiği anda, sonunuzun geldiği kesindi. Ölüm merhametsizce ve ışık hızıyla sizi alır, öteki diyara götürüverirdi. Gadrun, gözleri ejderhanın gözlerine çakılı dururken bile düşünebilmesine şaştı. Sonra kendi kendine verdiği sözü hatırlayarak elindeki çıkını bıraktı ve suyun içine eğilerek çizmesinden 142


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

hançerini çekti. Gözlerini canavarın yassı göz bebekli, altın rengi kocaman gözlerinden ayırmadan ona doğru suyun içinde ilerlemeye başladı. Elini havaya kaldırmış, dişlerini sıkmıştı. Kalbi kulaklarında atıyordu. Savaşarak ölecekti; bir yem gibi değil… Yakınlaştıkça, ejderhanın hiç hareket etmemesi onu giderek daha da tedirgin ediyordu. Aralarında bir iki metre kala durdu, ejderha hala kıpırdamamıştı, sadece o kocaman gözleriyle, dikkatlice Gadrun’un yaklaşmasını izliyordu. Gadrun, içine derin bir nefes çekti ve tam ölümüne doğru atılacakken canavarın gümbürtülü sesini duydu. “Ne yani! Beni o şeyle mi öldürmeyi düşünüyorsun?” Ejderhanın kaş gibi duran çıkıntıları yukarı doğru kalkmış, korkunç dişlerin sıralandığı ağzı tuhaf bir gülümsemeyle açılmıştı. “Ben olsam bir daha düşünürdüm!” Gadrun kararlığını kaybetmeye başladığını hissederek huysuzlandı. Duraksarsa korkunun onu teslim almasına izin verebilirdi ve bu, söz konusu bile değildi. Hançerli elini hiddetle havada sallayarak, “Beni o kadar kolay yiyemeyeceksin!” diye bağırdı. Ejderha yılan gibi boynunu kıvırarak başını öne doğru uzattı. “Seni yemek mi? O kadar zevksiz olduğumu da nerden çıkardın? Islaksın, kokuyorsun ve açıkçası dişimin kovuğuna bile gitmezsin.” Onu şöyle bir süzerek garip bir pofurdu çıkardı. “Belki biraz daha besili olsaydın düşünürdüm.” Ejderha sözünü bitirir bitirmez boynunu yukarı doğru uzatarak korkunç bir kükreme çıkardı ve Gadrun sesin şiddetiyle sarsılan toprak altından kayınca dengesini kaybedip göletin sularına battı. Bir süre debelendikten sonra ayaklarını tekrar göletin zeminine basmayı başardığında yuttuğu suları öksürerek çıkarmaya çalışıyordu. Yarı sürünerek, yarı batıp çıkarak sahile doğru yürüyüp kendini kumların üzerine attı. Yüzme bilmiyordu ve su yutmak onu epeyce perişan etmişti. Ayrıca hançerini de suların içinde kaybetmişti. Ne salaklıktı! Ona doğru ilerleyen ejderhayı görünce ellerinden destek alıp geri geri süründü. Arkasını dönüp 143


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ayağa kalktı ve saklanacak yer aradı ancak ne yazık ki kumsalda saklanacak hiçbir yer yoktu: Yarlarla çevrili bu küçük gölün etrafında ne bir ağaç, ne bir mağara ne de bir aralık vardı. Canavarın nefesini ensesinde hissederek sırtını dikleştirdi; Bir korkak gibi ölmeyecekti. Titreyerek arkasını döndü ve dik dik ejderhaya baktı. “Hmmm… Korkunun kokusunu alabiliyorum. Lezzeti arttırır. Avın ödülü de budur zaten,” dedi ejderha ve ağzını açarak devasa boyutlarda, bıçak keskinliğindeki dişlerini sergiledi. Gadrun yaklaşan ağzı gördüğünde, sahte cesaretinin son kaleleri olan gözlerini kapadı ve dişlerini sıkarak acıyı bekledi. “Sen ona aldırma, o sadece taş ve toprak yer.” Arkasında duyduğu çocuksu ses üzerine Gadrun şaşkınlıkla gözlerini açtı. Ejderha ise bir an ağzı öylece açık kaldı ve ardından ağzını hızla kapayarak kızgınlıkla Gadrun’un arkasındaki bir noktaya bakıp kızgınlıkla kükredi. “Eğlencemi bozuyorsun, Nimmip! Senin bu yaptığına terbiyesizlik denir. Görgü kurallarına biraz daha önem vermelisin.” Gadrun’un yanında beliren küçük, kara giysiler içindeki yaratık, çarpık çurpuk kara suratında kibar diye adlandırılabilecek bir gülümsemeyle ona bakıyordu. Bu, ormanda daldığı rüyada ve sonrasında gördüğü şeydi. Simsiyah ve minicik bir suratı vardı. Gözleri bembeyazdı ve minik bir burnun altındaki ağız yüzünün yarısını kaplıyordu. Sapsarı, çarpık, lekeli dişleri de bu feci görüntüyü daha da korkunç hale getiriyordu. Kafasında bir iki tutam beyaz saç vardı ve kulakları el büyüklüğünde iki kanat gibiydi. Feciydi, kesinlikle feciydi. Çirkinliği bir gorili bile ağlatabilirdi. Ama her şeye rağmen o kadar minikti ki, tuhaf bir şekilde şirindi sanki… Gadrun ormandayken aptal gibi bu garip görüntüden korkmuş, hiç düşünmeden ormanın içinde deliler gibi koşuşturmaya başlamıştı. Belki de uykudan uyanınca hiç görmediği bir yüzle karşılaşmanın şokuyla o kadar korkmuştu, kim bilir… Gadrun, yaratığın nazik gülümsemesinin yüzünden silinmeye başladığını görünce yaptığı kabalığı fark etti. Korkusu silinmiş, yerini tedirginliğe bırakmıştı. Nazik bir kalbi kırmış olma düşüncesinin tedirginliğiydi bu. Daha önce ne gördüğü ne de duyduğu hiçbir şeye benzemeyen bu yaratıktan korkması gerekirken o, bu tuhaf minicik şeye karşı anlamsız bir yakınlık duymaya başlamıştı. Yine de unutmaması gereken bir şey vardı; Ejderha hâlâ oradaydı. Gadrun hafifçe gülümseyip, “Özür dilerim, sadece senin gibi bir şeyi daha evvel hiç görmedim,”

144


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

diyerek arkada duran ejderhaya tedirginlikle göz attı. “Şanslıymışsın.” diyen yaratık kıkırdadı ve ardından minik kafasını eğerek hafif bir reverans yaptı. “Ben Nimmip. Bu gördüğün koca bebeğin tesadüfî refakatçisiyim,” dedi ejderhayı işaret ederek. Ejderha, kendine koca bebek denmesine bozularak arkasını döndü. Homurdanarak az evvel oturduğu yere giderken, kuyruğuyla, kazara olmadığı açıkça belli bir şekilde, hafifçe Nimmip’i iteledi. Nimmip ise hiç istifini bozmadan dengesini tekrar sağlayarak Gadrun’a bakmaya devam etti. Gudrun başını eğerek onu selamladı ve kendini tanıttı. “Narsuslu Gadrun.” Yaratık neşeyle elini çırparak oturmasını işaret etti ve kendi de Gadrun’un yanına oturdu. “Ormanda seni korkuttuğum için özür dilerim. Tavşan avlayabilmek için çalıları kontrol ediyordum ve seni görünce öldüğünü düşünüp emin olmak istedim. Görüntümle seni şok etmek istememiştim. Bazen neye benzediğimi unutuyorum,” dedikten sonra utangaç bir ifadeyle gülümsedi. Gadrun, yaratığın samimi özrünü kabul ettiğini belirtircesine hafifçe başını eğdi. Onun kendi garip görünüşünden dolayı özür dilemesi Gadrun’u rahatsız etmişti. Ne de olsa o da kendi halkına göre çirkindi. Hatta belki de Nimmip ve ejderhaya göre de öyleydi. Gadtrun, “Özür dilenecek bir şey yok, uyku sersemiydim, kimseyi beklemediğim için şaşırdım,” dedikten sonra göleti işaret ederek, “İyi de sen buraya nasıl indin?” dedi. Tekrar etrafına baktı. Ormandan bu çukura inmenin tek yolu sıkı bir düşüş olabilirdi ancak. “Buraya inmeni sağlayan gizli bir yol mu var?” Nimmip ayağa kalkıp sırıtarak ellerini iki yana açtı ve Gadrun’un faltaşı gibi açılmış gözleri önünde yavaşça yerden havalandı. Havada süzülürcesine ilerledi ve tekrar dönerek Gadrun’un önünde yere indi. “Bu, benim ırkıma tanrılardan ufak bir hediye,” diye kıkırdadı Nimmip ve dönüp ejderhaya göz kırptı. Ama ejderha ilerde oturmuş, bir kulağı onlarda olduğu belli olsa da, umursamaz bir tavırla gölün sularını izliyordu. Gadrun’un tedirginlikle ejderhaya baktığını hisseden Nimmip minik pençesini koluna koyarak çekiştirdi. “Genelde daha dost canlısıdır, en azından beni ilk gördüğünde öyleydi. Birazdan merakına yenilecektir.” dedi Nimmip. 145


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Gerçekten sadece toprak mı yer?” diye sordu Gadrun merakla, bildiği kadarıyla ejderhalar et yerlerdi. Taş, toprak yiyenini hiç duymamıştı. Nimmip omzunu silkip yeniden krem rengi kumlara oturdu ve yanındaki çantanın içinden genişçe, temiz bir örtü çıkararak Gadrun’a uzattı. “O ıslak şeyleri çıkar ve kurulan. Giysilerin kuruyana kadar bununla örtünebilirsin.” Gadrun teklifi kabul ederek bir gözü ejderhada soyundu ve kalın örtüye sarınarak tekrar oturdu. Nimmip’in ikram ettiği elmayı yerken dikkatle onu dinliyordu. “Falazteresin, onun adı bu, en son et yemeğe çalıştığında her zamanki gibi günlerce hastalandı. Sadece toprak yiyebildiğini kabullenebilmesi için geçtiği çetin sınavlardan biriydi bu. Bir gün değişeceğini ve halkının arasına geri dönebileceğini umuyordu. Ancak artık bunun olamayacağını anlıyor. ” Gadrun şaşkın gözlerle ejderhaya baktı ve Nimmip’e dönerek kafasındaki soruyu ne şekilde dile getireceğini düşündü. Nimmip, Gadrun’un sormasını beklemedi ve ne sormak istediğini anlayarak bir öğretmenin ciddi edasıyla açıkladı. “Halkı onu buraya hapsetti çünkü o et yiyemiyor, ateş üfleyemiyor ve kesinlikle fazla yumuşak kalpli. Sadece toprak yiyebiliyor, taş kusuyor ve yemesi gereken avlarla dostluk kuruyor. Bir ejderha için alışılmadık ve kesinlikle garip,” lafını yarıda kesip yan gözle onları izleyen ejderhaya el salladı. Bunu gören ejderha, küçük mağaralar halindeki burun deliklerini kabartıp, başını diğer yana çevirdi ve umursamaz pozlarda başını havaya dikti. “Gördün mü, sana dayanamayacağını söylemiştim. Neyse, sonuç olarak yıllardır burada. Zaman zaman değişmeyi deniyor ve her seferinde şiddetle hastalanıyor. Kabullenemediği sürece de hastalanmaya devam edecekti. Ama birkaç gün önce, en nihayetinde onu ikna ettim. Şimdi onu buradan çıkarmak an meselesi oldu. Sadece birazcık daha cesaretlenmeye ihtiyacı var.” Gadrun, ejderhanın tıpkı kendine benzediğini düşündü. O da bir Sürgün’dü. Gadrun’un da kendini kanıtlayarak geri dönme şansı yoktu ve bu nedenle kaderin ona sunduğunu kabullenmek zorunda kalmıştı. “Peki ya sen, Nimmip, senin ne işin var Gölgeli Orman’da?” diye sordu Gudrun. Küçük yaratık minik pençelerini havada garip bir jestle sallayarak içini çekti. 146


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ben bir gezginim, tıpkı halkımın geri kalanı gibi. O yüzden bize Yürüyenler denir. Bizler için yeryüzünün her köşesi evimizdir. Ömrümüz yollarda geçer, gördüğümüz ve duyduğumuz her şeyi kaydederiz. Bu bizim var olma amacımızdır. Gölgeli Orman da benim için keşfedilmesi gereken yerlerden biriydi. Falazteresin ile karşılaştığımda ormandan çıkmak üzereydim ancak onu bırakmaya gönlüm elvermedi ve kaldım. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyorum ama çok uzun bir süredir burada olduğum kesin. Pek çok şeye şahit olacak kadar.” Gudrun, hissettirmemeye çalışarak onlara biraz daha yaklaşmış ve boynunu kıvırarak başını onlardan yana uzatmış olan ejderhaya yan gözle baktı. “Yani sonsuza kadar burada, onun yanında mı kalacaksın?” diye sordu Gadrun, cevabı bildiği halde. Nimmip başını çevirip ejderhanın dikkatle ona bakan ve cevabın beklentisiyle kısılmış gözlerine baktı. “Değişemeyeceğini kabul etti ancak mahkûm olmadığına da inanması gerek. Halkının ona söylediğinin tersine, özgür olduğunu ve onu burada tutabilecek hiçbir gücün olmadığını kabul etmemekte direnirse, evet öyle, maalesef onun yanında kalacağım.” Nimmip’in cevabını duyan ejderha, onlara daha da yaklaştı ve hırıltılı bir kükremeyle söylendi. “Sana daha kaç defa anlatmam gerekiyor, küçük şey? Halkımın kuralları böyle, kendimi kanıtlamadan buradan bir yere kıpırdayamam. Uçamam. Kanatlarım zamanı gelinceye kadar büyüyle kitlendi. Eğer ateş üflemeyi ve et yemeyi öğrenebilseydim, o zaman kanatlarımdaki büyü kalkar ve ben de gururla geri dönebilirdim. Ama madem bunu yapamıyorum, sana güzel bir haberim var dostum! Sonsuza kadar buradayız,” dedi ve burnundan üflediği nefesle Nimmip’i sarstı. Nimmip ayağa kalkarak pençelerini beline dayadı ve ejderhanın karşısına dikilerek babalandı. “Ve ben sana daha kaç defa tekrar edeceğim? Sen asla ateş üfleyemeyebilirsin ve asla et yiyemeyebilirsin ama sen özgürsün. Öncelikle sen, seni büyüten halktan değilsin. Sana benzer bir sürü ejderha tanıdım ben ve inan bana, senin doğanda olmayı arzuladığın şeyler yok. Sen farklısın ve daima öyle olacaksın. Madem bunu kabullenebiliyorsun, özgür olduğunun da farkına varsan iyi olur.” Ejderha devasa pullarla örtülü göğsünü kabartarak, kocaman başını inatla iki yana salladı.

147


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Yanılıyorsun, özgür değilim. Eğer olsaydım, uçabilirdim!” Nimmip de inatla çenesini havaya dikti. “Hayır, yanılmıyorum! Uçup uçmayacağını denemeden bilemezsin!” Gadrun araya girme ihtiyacı hissederek ayağa fırladı ve omzundan düşen örtüyü alelacele düzelterek bağırdı. “Birbirinize bağırmayı kesin!” Ejderha Falaz ve Nimmip anında susmuş ve şaşkın bir şekilde ona bakakalmışlardı. Gadrun kendi cesaretine şaşarak duraksadı ve tereddütlü bir hareketle Nimmip’e dönüp hafifçe ona doğru eğildi. “Sana bir şey sormama izin ver.” dedi, soracağı sorunun cevabı pek çok şeyi değiştirebilirdi. “Peki daha önce benim gibi birini hiç gördün mü?” Gadrun soluğunu tutmuş Nimmip’in cevabını beklerken, onun beyaz, kocaman gözlerinin daha da şaşkın bir hal aldığını gördü. “Şaka yapıyorsun herhalde! Yeryüzü senin gibilerle dolu. Ah! Tabii ya, bilmiyorsun. Pekala, lütfen anlatmama izin ver.” Gadrun büyümüş gözlerle kafasını salladı ve heyecanla devam etmesini işaret etti. Nimmip boğazını temizledi ve gene ders veren bir eğitmen edasıyla anlatmaya başladı. “Sürgün Rekka’lar iyi bilinen bir efsanedir. O salak Narsus halkının dışladığı her Sürgün gibi, sen de bir Rekka, yani büyüsüz insansın. Nars’iakus’lu Narsis halkının ne kadar kendini beğenmiş olduğunu yeryüzünün pek çok halkı iyi bilir. Narsus’lar yüzlerce yıl evvel kendilerini buraya hapsettiler ve saf ırk sevdasına düştüler. Ancak her bir Narsus’un atasında mutlaka bir Rekka vardır. Bu yüzden aradan yüzlerce yıl da geçse, er veya geç bir Narsus’tan bir Rekka doğar ve böyle durumlarda o Rekka belli bir yaşa gelince Nars’iakus’tan atılır. Bizler, yani yolu buraya düşen gezginler, ne zaman bir Sürgünle karşılaşsak onu ormandan çıkarır ve yeryüzüne ulaşmasını sağlarız. Bir görevimiz de budur.” Gadrun soluğunu bırakırken yere çöktü. Bir yandan titriyor, diğer yandan da başını iki yana sallayarak söyleniyordu. “İnanamıyorum… Buna inanamıyorum!” Nimmip onun sefil halini görerek endişeyle yanına çömeldi, küçük pençesiyle uzun kara saçları okşayarak, sevecen bir sesle yatıştırmaya çalıştı. 148


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Bu kadar üzülme, Rekka olmak suç değil ki!” Sonra da şakacı bir sesle ekledi. “En azından yeryüzünün diğer bölgelerinde. “ Gadrun bedenindeki sarsıntılara engel olamıyordu, dolu gözlerle Nimmip’e baktı. “Söyle bana, onlar da benim kadar çirkin mi?” Nimmip bir an boş gözlerle Gadrun’a baktı ve küçük bedeninden beklenmeyecek, gürültülü bir kahkaha attı. “Çirkin mi? Hah! İnan bana sen ırkının en güzel örneklerinden birisin bana kalırsa. Elbette çirkin olanlarınız var, ama sen bunlardan biri değilsin. Bu fikre nasıl kapıldığını biliyorum ama sen Narsus’lara aldırma, onlar için kendilerine benzemeyen her varlık çirkindir.” Ejderha da başını Gadrun’un burnunun dibine kadar yaklaştırarak toprak kokan nefesini yüzüne üfledi ve homurdandı. “Her ne kadar istemesem de, Nimmip’i desteklemek zorundayım. Bu güne kadar gördüğüm en güzel örneklerden birisin.” Nimmip koca gözlerini devirerek pofurdadı. “Kadınlar!” Ejderha’nın dişi olduğunu öğrenmek Gadrun’u oldukça şaşırtmıştı. Yüzünde komik bir ifadeyle burnunun dibindeki kocaman yüze bakakalmıştı. Nimmip kıkırdayarak arkası üstü yuvarlandı. “Bilmiyordun! Ah nasıl olur da anlamazsın? Belki bir hanımefendi olduğu söylenemez ama kesinlikle bir dişi olduğunu tavırlarından çıkarabilirsin. Huysuz, nazlı ve bir katır kadar inatçı.” diyerek doğruldu. Gadrun gülümsemesini engelleyemedi. Bunu gören Falazteresin onları burnuyla şöyle bir iteledi. Bu sefer ikisi birden arka üstü düşerken, kahkahaları çevrede yankılanıyordu. “İyi! Tamam! Gülün bakalım, ben de sizin birer beyefendi olduğunuz söyleyemem, öyle değil mi? Hiçbir nazik beyefendi, bir bayanın suratına kusurlarını söyleyip sonra da katıla katıla gülmez.” Nimmip onun alındığını anlayarak gülmesini durdurmaya çalıştı. Gadrun ise aniden ciddileşmiş, dikkatle göle bakıyordu. Ortalık sessizleşmişti. Şimdi etrafta duyulan tek ses, hafifçe dalgalanan göl

149


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

suyunun sesiydi. “Anlat, Gadrun, bize yaşamını anlat.” dedi Ejderha. Gadrun bir an cevap vermek istemedi ancak anlatmamak elinde değildi. “İyi dinle Falazteresin, çünkü benim hikâyem seninkine çok benziyor.” dedi ve kelimeler dudaklarından dökülmeye başladı. Evini, ailesini, doğumundan beri dışlanışını ve sonunda Sürgün olarak yaftalanıp yuvasından gönderilişini; her şeyi anlattı. Son kelimeler dudaklarından kurtulduğunda neredeyse akşam olmak üzereydi. Hava soğumuş ve etraf iyice kararmıştı. Nimmip onlara bir ateş yaktı, Gadrun, kuruyan giysilerini giydi ve üçü ateşin etrafına yerleşerek sessizlik içinde geceyi dinlemeye başladılar. Her birinin kafasında başka başka düşünceler, ateşin hararetli danslarını izlerken dalıp gitmişlerdi. Falazteresin tek kanadını yayıp onları gecenin soğuğundan koruyacak kuytu bir alan yarattı. Nimmip ve Gadrun, ejderhanın kanadı altında hala ateşi seyrediyorlardı. “Peki ya son çığlık? Sürgünlerin attığı o son çığlık da neyin nesi? O çığlıklardan birine küçükken şahit olmuştum. Onlar ölüm çığlıklarıydı. Hepsi birer masal olamaz.” diye mırıldandı Gadrun. Nimmip ona doğru dönerek utangaç bir şekilde gülümsedi. “Şey… Onlar pek de masal sayılmaz. Kendi çığlığını hatırla, beni ilk gördüğünde attığın çığlığı.” Gadrun hayretle ona döndü. “Ne yani, onlar da seni gördükleri için mi bağırdılar? İyi de bu imkânsız, çünkü bu demek olur ki sen ve ejderha…” Nimmip küçük pençesini kaldırarak onun sözünü kesti. “Sana uzun zamandır burada olduğumuzu söylemiştim. Diğerlerinin Falazteresin ile karşılaşmalarını istemiyordum; nedense türün ejderhalara karşı oldukça önyargılı, bu nedenle onlardan biri ile ne zaman karşılaşsam, ormanın çıkışına kadar kovalayarak onlara yol gösteriyordum. Ama seninle işler ters gitti. Uykuda olduğun için aniden uyandın ve tamamen ters yönde koşarak göle daldın.” Gadrun kafasını sallayarak neşesiz bir şekilde güldü. “Benim için oldukça hızlı bir dalış oldu.” Ejderhanın koca göğsü titredi ve kıkırtı benzeri garip bir ses çıkardı. “Havadayken pek de zarif göründüğünü söyleyemem. Gördüğüm en komik taklalardı.” Gudrun güldü ve ardından bir an kalakaldı. Sonra aniden ayağa fırlayarak kanadın altından çıktı ve

150


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ejderhanın başına yaklaştı. “Söyle bana güzel bayan, eğer sana söylenen şey bir yalandan ibaret olsaydı, bunu nasıl anlardın?” Nimmip de meraklanarak ayağa kalktı ve Gadrun’un yanına geldi. Soru dolu gözlerle ona bakarak bekledi. Gadrun kafasını iki yana sallayarak sessiz kalmasını işaret etti ve tekrar ejderhaya döndü. “Evet?” Falazteresin bunun hileli bir soru olduğunu düşünerek koca gözlerinin üzerindeki dikenli çıkıntıları çattı. “Bu bir aldatmaca mı?” “Hayır, sadece sana bir şey ispatlamaya çalışıyorum. Lütfen sorumu yanıtla,” diyerek kollarını göğsünde kavuşturdu. Nimmip ise onun yapmak istediğini anlamış, ejderhaya dönerek onun cevabını beklemeye başlamıştı. Ejderha dikkatle karşısındaki garip çifte baktı ve o da anladı. Bir süre düşündü. Sonra tereddütle, yavaşça cevap verdi. “Bana söylenen şeyin tersini ispatlarım.” “İşte!” diyerek haykıran Gadrun ejderhaya biraz daha yaklaştı. “Sana uçamayacağın söylendi,” duraksayarak devam etti. “Eğer uçabilirsen, Falazteresin, ait olduğun gerçek halkı bulabilir, olduğun şey için yargılanmadan yaşayabilirsin. Ben de öyle. Ve tabi ki Nimmip, sana olan düşkünlüğünden dolayı kısıldığı bu ormandan çıkabilir, gezilerine devam edebilir. Bunu bir düşün.” Ejderhanın gözlerine korkulu bir keder inmiş, destek beklercesine Nimmip’e bakıyordu. Küçük yaratık onun korkusunu, yalnızlığını ve kaybolmuşluğunu içinde hissederek yanına iyice yaklaştı ve pençesini devasa kanada dayayarak sevgiyle mırıldandı. “Ne olursa olsun, nereye gidersen git yanında olacağım, Falazteresin, sen bana git diyene kadar. O yüzden denemekten korkma. Ayrıca bunu günlerdir konuşuyoruz. Birazdan denerim, yarın denerim, haftaya denerim gibi sözlerin sonu gelmez. Artık karar vermelisin.” “Ben de, halkını bulana kadar seninle olacağıma söz veririm, güzel bayan.” diyen Gadrun hafif bir reverans yaparak ejderhanın önünde şakacı bir biçimde eğildi. Bu kadar kısa bir zamanda, bu iki yaratığa garip bir biçimde bağlandığının anlaşılmasını istemiyordu. Onun bu hareketine hafifçe gülen ejderha biraz daha rahatlamış görünüyordu, fakat aniden kocaman yüzünü derin bir endişe kapladı. 151


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Sizi düşürebilirim, eğer uçamazsam ve havada kalmayı başaramazsam hepimiz ölürüz.” diye sızlandı. “Belki daha sonra denemeliyiz, kendimi daha güçlü hissettiğimde.” Gadrun göğsünü şişirerek dikleşti ve çenesini kaldırarak, kararlı bir sesle ejderhaya cesaret vermeye çalıştı. “Sen bir ejderhasın ve bütün ejderhalar uçabilir. Kaldı ki eğer uçamıyorsan bile, sonsuza kadar Sürgün olarak kalmaktansa, sizinle can vermeyi buna yeğlerim, hanımım. Ancak inanıyorum ki yüreğinizin gücü sizi uçuracaktır.” Ejderha gözlerini Nimmip’ten yana çevirdi. O da başını sallayarak onayladı. Ejderha tekrar Gadrun’a baktı ve onun gururlu duruşuna bakarak derin bir iç geçirdi. “Nasıl konuşacağını iyi biliyorsun Gadrun. Küçük bir yaratığa göre oldukça büyük laflar. Bir insan için epey yeteneklisin bu konuda,” dedi ve arka ayaklarını üzerinde doğrularak kanatlarını gerdi. “Pekâlâ, ne kadar erken o kadar iyi. Kararımı değiştirmeden denesek iyi olacak. Eğer düşüp ölürsek, ölüler diyarında iki elim yakanızda olacak haberiniz olsun.” Gadrun şaşkınlıkla Falazteresin’e baktı. “Şimdi mi?” diye sordu hayretle. “Elbette şimdi, yoksa gece uçulmaz diye bir kural mı var?” diye alaycı bir dille sordu ejderha. Gadrun o ana kadar ejderha sırtında uçma fikrinin ne kadar çılgınca olduğunu fark etmemişti. Kesin ölecekti. O düşerken çığlığı geceyi yararak minik orman yaratıklarının hassas kulaklarında yankılanacaktı. “Ne o korkuyor muyuz?” diyen ejderhanın sesini duyan Gadrun çenesini havaya dikti. Onun bu hareketini komik bulan Nimmip gülümsemesini küçük pençesiyle saklamaya çalıştı. Bunu fark eden Gadrun kaşlarını çatarak ona bakınca, minik yaratık genzini temizleyerek ciddi bir ifade takınmaya çalıştı. “Elbette korkmuyorum. Hadi yapalım!” dedi Gadrun ejderhaya dönerek. Nimmip’in verdiği örtüyü yerden alarak küçük yaratığın pençesini yakaladı ve Falazteresin’e doğru ilerledi. Örtüyü parçalara ayırıp birbirine eklediler ve burarak uzun bir halat haline getirdiler. Ejderha iki kolunu da ileri doğru gererek, onların iki yandan sırtına tırmanmalarına yardım etti. Örtüden bozma halat bu şekilde tutunacak bir yular misali Falazteresin’in kalın boynuna dolanmıştı. Gadrun arkada, Nimmip önde, ejderhanın ensesiyle sırtının birleştiği çukura yerleştiler. Gadrun küçük bir parçayla Nimmip’i kendine bağladı. Sonra da iki halat ucunu alarak, ejderhanın dev pulları

152


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

arasından geçirerek kendilerini sağlama aldılar. “Hazırız!” Ejderha kafasını çevirerek onlara bir göz attı ve kanatlarını titreterek iyice açtı. “Büyük olasılıkla bunu denediğime pişman olacağım.” diyerek kanatlarını hafif hafif hareket ettirmeye başladı. Arka ayaklarının üzerinde yaylandı ve boynunu ileri doğru uzatarak yukarı fırladı. Yukarı doğru bir iki metre yükselmişti ki dengesini kaybederek yalpalamaya başladı. “Denge! Dengeni sağlamalısın Falaz!” diye bağırdı Nimmip. Bir yandan da ejderhanın üzerinde, kendilerini sabitleyen iplerin elverdiğince savruluyorlar, hoplayıp zıplıyorlardı. “Bunu ben de görebiliyorum! Sana uçamam demiştim,” diye Nimmip’e laf yetiştirmeye çalışan ejderha bir yandan da havada dengesini sağlamaya çalışıyordu. Ancak ne yaptıysa başaramadı ve santim santim irtifa kaybederek şertçe yere kondular. Gadrun korkuyla sık sık nefes alırken, ejderhanın vazgeçmek üzere olduğunu sanarak haykırdı. “Bu kadar çabuk pes edemezsin! Sadece alışman zaman alacak. Sakın pes etme!” Nimmip gözlerini kapamış, ellerini birleştirerek kendi tanrılarından birine hızlı bir dua ediyordu. Ejderha derin soluklar alırken kızgın bir ifadeyle söylendi. “Pes ettiğimi de kim söyledi? Kapa çeneni de sıkı tutun!” Tekrar kanatlarını gerdi ve bu sefer daha güçlü bir itişle havalandı. Bir güçlü kanat çırpışı ve bir tane daha. Hava akımlarını kullanarak yükselmeye başladı. Bu sefer kanatlar düzenli ritimlerle inip kalkıyor, ejderhaya mükemmel bir denge sağlıyorlardı. Falazteresin’in ağzından bir şaşkınlık nidası koptu. “Ayyy! Hey! Bakın, uçabiliyorum, uçabiliyorum ahh!” Gadrun heyecandan önce söyleneni anlamadı, sonra aşağıya gözünü kaydırdığında epeyce yükselmiş olduklarını gördü ve gürültülü bir kahkaha attı. “Uçuyorsun!” Nimmip kahkahayı duyunca pençelerinden birini yüzünden kaydırarak tek gözünü araladı ve 153


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

etrafına baktı. Sonra diğer pençesini de indirerek telaşla aşağıya baktı. Gölün etrafını saran yarların üzerinde süzülüyorlardı. “Amanın! Başardın güzelim... Başardın!” “Uçabiliyorum… Uçabiliyorum… Uçabiliyorum…” Ejderha melodili bir şekilde aynı sözleri tekrarlarken havada daireler çiziyorlardı. Kahkahaları gecenin içinde yankılanıyordu. İyice yükseldiklerinde Nimmip, Gadrun’u dürterek ileride, ormanın ötesinde bir yeri gösterdi. Gösterdiği şey, orman ile buzulların sardığı deniz arasında kısılı kalmış Nars’iakus şehrinin büyülü ışıklarıydı. “İyi bak ve aslında kimin sürgün olduğunu gör, Gadrun.” Üçü birden dikkatle şehrin mücevher gibi parıldayan ışıklarına baktılar. Narsusların gidecek yerleri yoktu. “Hey şuraya bakın!” diyen ejderhanın sesiyle diğer tarafa dönüp baktılar. Ormanın diğer tarafının bittiği yerden itibaren çorak topraklar başlıyordu. Keşfedilmeyi bekleyen, onlara özgürlüğü müjdeleyen topraklar. “Hadi, gidelim!” dedi Gadrun. Ejderha bedenini o tarafa döndürerek Nars’iakus şehrinin ışıklarını arkasına aldı ve onaylayarak başını saldı. “Gidelim de söylediklerin doğru çıksa iyi olur, Nimmip, aksi takdirde seni çok da uzun bir hayat beklemiyor.” Nimmip de kıkırdayarak ellerini çırptı. “Göreceksin. Evet! Hadi gidelim!” Falazteresin, homurdanarak, beklemeden ileri doğru atıldı ve çorak toprakların göründüğü orman çıkışına doğru kuvvetle kanat çırpmaya başladı. Karanlıkta siluetleri ufukta kaybolurken, sesleri gittikçe duyulmaz oldu. “Hey! Size suyun içinde yaşayan yaratıklarla karşılaştığım son gezimi anlatmalıyım. Müthiş bir maceraydı.” “Bunu defalarca anlattın, Nimmip! Tekrar dinlemem mümkün değil!”

154


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Gadrun dinlemedi ama!” “Bir şey kaybetmiş sayılmaz!” “Huysuz kadın!” “Geveze bücür!” “Kavga etmeyin...”

Işın Beril Tetik

155


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

ÖLÜ TOPRAĞI 1 Hacı Bey karısı Feride’yi işlerin ters gidebileceği konusunda uyarmıştı. Ama Feride Hanım kocasını dinlemedi ve yapacağını yaptı. Karacaahmet Mezarlığı’ndan aldığı bir torba ölü toprağını gelininin kapısının önüne serpti. Üstelik bunu el ayak ortalıktan çekildiğinde ve dolunayın tam tepe noktasında olduğu sırada gerçekleştirdi. Çarşafının altına sakladığı torbadan aldığı avuç avuç ölü toprağını önce kapı önüne, sonra da cami avlusundaki kuşları yemliyormuş gibi koluyla yarım daireler çizerek evin ön bahçesine serpiştirdi. Uzaktan bakıldığında rüzgârda dans eden kara bir silueti andırıyordu. Neden sonra işini bitirdiğinde iki elini yumruk yapıp beline dayadı ve bir süre yaptığı işi seyretti. Belki de büyünün son duasını etti. Bilinmez. Ama gerçek olan bir şey vardı, Hacı Bey karısının eninde sonunda bu yaptığından pişman olacağına emindi. “Beni dinlemiyorsun artık, Feride. Sana yapma dedim, beni dinlemedin, gittin, yaptın yapacağını. Aşk olsun sana!” Kırk yıllık karısı Hacı Bey’in serzenişlerine aldırış etmeksizin, “Karnın açtır senin,” diye karşılık verdi. Yüzü dolunay ışığında yıkanmışcasına pasparlaktı. Hiçbir şey olmamış gibi Hacı Bey’in yüzüne pişkin pişkin sırıtarak, “Pirzola atayım tavaya,” dedi. “Canım bir çekti ki, sorma. Sen de yersin.” Hacı Bey kafasını iki yana sallayarak, ‘Fesüphanallah,’ diye mırıldandı. ‘Bu kadın öldürecek beni.’ Memnuniyetsiz bir tonla, “İyi, tamam,” diye cevap verdi karısına. “Koy bana da dört parça. Allah ıslah etsin seni emi!” Feride Hanım’la gelini arasında uzunca bir süredir akıl sır ermeyen bir geçimsizlik vardı. Gerçi su üstüne pek yansımamış bu geçimsizliğin, kaynanayı olduğu kadar, gelini Esra’yı da, duyulsa pek tasvip edilmeyecek davranışlar içine soktuğunu söylemek hiç de yalan olmazdı. İkisi de içten içe birbirlerinden nefret ediyorlar, ancak bu nefretlerini hiçbir zaman dışarı yansıtmıyorlardı. Daha da ötesi ikisini bir arada görenlerin çizilen mutlu gelin kaynana tablosundan etkilenmedikleri düşünülemezdi. Onlar adeta bir sevgi yumağı gibi birbirlerine sarılmış ana kızdılar. Ne var ki Hacı 156


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Bey karısıyla gelini arasındaki geçimsizliğin sebebini tam olarak bilmese de olan biten her şeyin farkındaydı ve aralarındaki bu husumetin çok yakında başlarına ciddi işler açacağından endişe ediyordu. “Ah, güzelim,” diye yakındı Hacı Bey pirzolasını ısırırken. “Ah ki ah! Bırak şu büyü müyü işlerini. Vallahi günaha giriyorsun, billahi günaha giriyorsun.” Feride Hanım ise pek oralı görünmüyordu. Bir tabak dolusu pirzolayı yağına ekmek bana bana büyük bir iştahla şişman gövdesine indiririrken kollarının her hareketinde omuzlarını hoplatıyor, iki elinin parmaklarıyla uçlarından tuttuğu pirzolayı gagalıyormuşcasına dişleyip duruyordu. “Bir gün yaptığın büyüler ters tepecek, göreceksin gününü.” Feride Hanım son lokmasını da çiğneyip yuttuktan sonra diliyle dudaklarını ve ağzının kenarlarını yaladı, sonra geğirdi ve üzerine bir bardak su içti. “Sen Esra’ya büyü yaptıkça o da boş durmuyor, elinden geleni ardına koymuyor. Daha geçen hafta balkon saksısının içinden muska çıktı. Kim koydu dersin? Vallaha korkuyorum ben. Cinler saracak evimizi. Hem oğlumuza da yazık. Seviyor Sedat onu. Saygılı olmak lazım. Ne yaptı ki bu kızcağız sana?” Feride Hanım’ın yüzünde Hacı Bey’in söylenmelerine tepki olabilecek hiçbir ifade okunmuyordu. Adeta sağırlaşmış, kulaklarını dış seslere kapamıştı. O şimdi içini dinliyordu: “Ya bu büyü de bir işe yaramazsa. Ya kapısının önüne ölü toprağını benim serptiğimi anlarsa.” Feride Hanım derin düşünceler içinde bulaşıkları yıkamaya koyulduğunda kocası Hacı Bey de masadan kalkarak her gece yaptığı gibi yatmadan önce biraz Kur’an okumak üzere oturma odasına geçti. O da düşünceliydi ve dudakları işitilmeyecek kadar sessiz bir mırıltıyla kıpırdanıyordu: “Allah akıl fikir versin ikisine de!” 2 Esra kocası Sedat’ı sabah işe uğurlamak için kapıyı açıp eşikteki toprak birikintilerini görünce çok şaşırdı. Hâlbuki eşiği ve merdivenleri daha dün akşam üzeri yıkamıştı. Geceki rüzgâr öyle aman aman değildi ki! Aksi olsaydı bile etrafta rüzgârda uçuşup kapının eşiğinde birikecek bir kum veya toprak yığını da yoktu. Üstelik sadece eşik değil, ön bahçeye inen merdivenler ve bahçe çıkış

157


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

kapısına kadar her yer toprak serpintileriyle doluydu. Tuhafına giden bu duruma Esra önce bir mana veremedi. “Dün gece neler olmuş burada?” diye kendi kendine sorarken kapının iç tarafında ayakkabılarını giymekte olan kocasının dışarıdaki bu anlaşılmaz durumdan doğal olarak haberi yoktu. Ama Esra hiç de saf biri değildi. Biraz düşününce kadınlara has o önseziyle bu durumu kaynanasıyla ilişkilendirmekte çok da geç kalmadı. “Hım, demek öyle,” diye geçirdi içinden. “Kavga istiyorsun ha! Göreceğiz bakalım, el mi yaman, bey mi yaman!” Esra telaşla gerisin geri dönerek içeri girdi ve kocası tam kapıya doğru yönelmişken önüne geçerek, “Bir dakika hayatım,” dedi. Kocasının dışarı çıkıp mezarlıktan alındığından kuşkulandığı topraklara basarak yürümesine engel olmalıydı. Panik içinde, “Bir şey getireceğim,” diyerek mutfağa koştu. “Bir saniye bekle canım,” Sedat’ın şaşkın bakışları altında elinde bir tuz paketi ve bezle geri döndü. Bezi yere serdi ve üzerine tuzu boca ederek eliyle yaydı. Bunu yaparken besmele çekmeyi de ihmal etmedi. “Napıyorsun, Esra?” Esra’nın dudakları elektriğe tutulmuş gibi kıpır kıpır oynamaktaydı. Mırıldandığı duayı bir çırpıda bitirip tuzun üzerine üfledikten sonra kocasına döndü ve, “Gel hayatım,” dedi. “Tuza bas, öyle çık dışarı.” Sedat aklı karışmış bir şekilde, “Neden?” diye sordu. Sabah sabah Esra’nın bu garip davranışına bir anlam verememişti. Esra ise ne diyeceğini bilememekle birlikte ağzı laf yapan kadınlara has bir hazır cevaplılıkla, “Bas işte hayatım,” dedi. “Tuza basıp dışarı çıkmak insanı kazadan, beladan, nazardan korur.” Sedat gülerek, “Hadi bakalım, öyle olsun,” deyip itiraz etmeden tuzun üzerine bastı ve karısının yanağına bir öpücük kondurarak işe gitmek üzere dışarı çıktı. Esra oldukça uysal bir insan olan kocasını bahçe kapısından geçip arabasına binene kadar heyecanla izledi. Çok şükür kocası hiçbir şeyin farkına varmadan yol kenarındaki arabasına binerek ayrılmıştı. Esra bir süre bahçedeki toprak serpintilerine baktı, derin düşüncelere daldı ve daha sonra içeri girip tuzu yaydığı bezle birlikte tekrar dışarı çıktı. Büyüyü bozmak için ölü toprağının üzerine okunmuş tuz serpmenin gerektiğini çok iyi biliyordu. Öyle de yaptı. Bezin içindeki tuzu toprakların

158


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

üzerine serpti ve sonra içeriden süpürgeyi alıp eşiği, merdivenleri bahçeyi tuz ve topraktan arınana kadar iyice süpürdü. Daha sonra kapı önünü ve bahçeyi bir güzel yıkadı ve içi rahatlamış bir şekilde içeri girip kendisine kahve pişirdi. Kahveyle birlikte salona geçip pencerenin yanındaki koltuğa kuruldu. Bir sigara yaktı ve sigaradan derin bir nefes çekerek dumanını cama doğru üfledi. Duman camdan geri tepip başının üzerinde yoğunlaşırken kahvesinden ilk yudumu aldı. Feride Hanım’ın artık ileri gitmeye başladığını düşünüyordu. “Ne yaparsa yapsın,” diye mırıldandı kendi kendine, “Sedat’la aramıza giremeyecek. Ben biliyorum ona ne yapacağımı.” Kahvesini bitirip sigarasını söndürdükten sonra Esra yatak odasına geçti ve gardrobun en alt gözünde, ta diplere itilmiş küçük bir bohçayı alarak yatağın üzerine oturdu. Bohçanın içinden cildi dağılmış, sayfaları liğme liğme olmuş kalınca bir kitap çıkardı. Kırışmış ve yıpranmış cildinin üzerindeki ‘Gizli İlimler Kitabı’ yazısı güçlükle okunuyordu. Kitabı yavaşça eline alırken gardrobun aynasındaki yansımasıyla göz göze geldi. Gözlerindeki şeytani pırıltıya hınzır bir tebessümle karşılık verdi. Bütün bu olan bitenlerden sonra kaynanasına gününü göstermekte kararlıydı. 3 Hacı Bey karısının dün gece yarısı gelininin evine gidip kapısına ve bahçesine gizlice ölü toprağı serpmiş olmasından hiç memnun değildi. Gelinin de kaynanasına misilleme olarak yaptıklarının farkındaydı ve ikisinin bu şekilde birbirleriyle didişmelerini asla onaylamıyordu. Gün geçmiyordu ki evin bir yerlerinden bir muska çıkmasın veya üzerinde kargacık burgacık hiç bir dile benzemeyen işaretler çizilmiş ve içinde toz şeker, pirinç veya tuz olan küçük külahlar bulunmasın. O yüzden Feride Hanım gelini ziyarete gittiğinde, gelini de Feride Hanım geçerken uğradım bahanesiyle evine geldiğinde birbirlerini olabildiğince göz hapsinde tutmaya dikkat ediyorlardı. Hatta Esra kaynanası yatağa, yorgana bir büyü sıkıştırır, köşeye beriye bir muska saklar diye o geldiğinde yatak odasının kapısını kilitlemeye bile başlamıştı. Feride Hanım bayılarak aldığı gelininden daha sonra bir şekilde memnun kalmamış, hatta hayal kırıklığına uğramıştı. ‘Önemli olan oğullarının Esra’dan memnun olmasıydı, ama gel de anlat Feride’ye,’ diyordu Hacı Bey. İki kadın da fala, büyüye çok meraklıydı. Zaten gelinleri Esra, Feride’nin daha önce muska yazdırdığı büyücü Melahat denen bir kadının kızıydı. Büyücü Melahat’la Feride Hanım arasında su sızmazdı. Esra’yı orada görüp beğenmiş, oğluyla tanıştırmış, oğlu da beğenip anlaşınca kendilerine de gidip kızı istemekten başka iş kalmamıştı. Önceleri çok iyi bir gelin kaynana profili çizerlerken birden ne olduysa birbirlerinden uzaklaşmış, hatta soğumuşlardı. Giderek nefrete dönüşen bu soğukluk sonunda karşılıklı muska yazdırmalara, büyü yapmalara ve istiharelere 159


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yatmaya kadar varmıştı. Feride’nin hedefinde Esra’yı Sedat’dan ayırmak, Esra’nın da evliliğini kurtarmak vardı. Bütün bu olan bitenlerden ise saf ve uysal çocuk Sedat’ın hiç haberi yoktu. Olmaması için aralarında itiraf edilmemiş bir gayret olduğunu söylemek yalan olmazdı. İkisi de, eğer Sedat bu geçimsizliği ve birbirlerine yaptıklarını fark edecek olursa, birisi oğlunu, diğeri de kocasını kaybedeceğinden endişe ediyordu. Buna rağmen aralarında bir ateşkes sağlanamamıştı. Hacı Bey’i de tedirgin eden buydu. Aile dağılmadan bu gidişata bir son verilmeliydi. Ama nasıl? “Onlara öyle bir ders gerekiyor ki, bir daha büyü yapmak akıllarına dahi gelmesin.” 4 Feride Hanım bu sabah pek bir telaşlıydı. Hacı Bey kahvaltı boyunca karısında bir huzursuzluk olduğunu sezmişti. Feride Hanım’ın gözü ikide bir duvarda asılı mutfak saatine gidip geldikçe Hacı Bey Feride Hanım’ın yine bir haltlar karıştıracağını düşünmeden edemedi. “Dur bakalım, altından ne çıkacak, görürüz.” Hacı Bey’in kahvaltısı uzadıkça Feride Hanım’ın telaşı gözlerinin yanısıra parmaklarına da yansımıştı. Masa üzerinde trampet çalmaya başlayan parmakları, bir mutfak saatine, bir Hacı Bey’in kahvaltı tabağına gidip gelen bakışları hayra alamete işaret etmiyordu. Hacı Bey karısındaki bu huzursuz kıpraşmanın sebebini merak etmiş olsa da merakını açık etmeden, “Sağ olasın hanım,” diyerek masadan yavaşça kalktı ve oturma odasının yolunu tuttu. Feride Hanım Hacı Bey’in mutfaktan çıkmasını fırsat bilip masayı çabucak topladı, bulaşıkları eviyenin içine yığdı ve aceleyle yatak odasına geçti. Şifoniyer çekmecisini açıp içinden cep telefonunu çıkardı ve bir numarayı aradı. Karşı taraf telefonu açınca eliyle ağzını perdeleyerek fısıltıyla, “Hazırlan, şimdi çıkıyorum,” diyerek telefonu kapadı. Sonra ayna karşısına geçip saçlarını topladı, bonesini geçirdi, üzerine de çarşafını giyinerek oturma odasında tespih çeken Hacı Bey’e kapı önünden, “Bey, çıkıp geleceğim hemen, Emine Hanım’la az işimiz var,” dedi. Hacı Bey zikrini bozmadan başıyla Feride Hanım’a onay verir vermez Feride Hanım bir çırpıda ayakkabılarını giydi ve kapıdan çıkıp gitti. Akabinde Hacı Bey de yaşından beklenmedik bir atiklikle ceketini kaptığı gibi ayakkabılarını ayağına geçirdi ve Feride Hanım’ın arkasından o da dışarı fırladı. Hacı Bey Feride Hanım’ı sokağın köşesini dönmeden yakaladı. Yoldan geçen bir taksiyi durdurdu ve arka koltuğa yerleşirken şoföre ileride acele acele yürüyen Feride Hanım’ı işaret ederek, “Şu hanımı mesafeli bir şekilde takip edelim,” dedi. Şoför denileni yaptı ve elli metre kadar gerisinden Feride Hanım’ı takip etmeye başladı. 160


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Feride Hanım çarçafı uçuşa uçuşa hızla yürürken peşinden gelmekte olan Hacı Bey’i ciddi bir merak sardı. “Nereye gidiyor bu kadın acaba?” Feride Hanım bir süre daha yürüdükten sonra bir apartmanın önünde bekleyen kendisi gibi kara çarşaflı bir kadının yanında durdu, birbirleriyle bir şeyler konuştuktan sonra yol kenarından bir taksi çevirdiler ve birlikte taksiye binip uzaklaştılar. “Taksiyi takip edelim,” dedi Hacı Bey şoföre. Şoför dikiz aynasından Hacı Bey’i süzerek karşılık vermeden öndeki taksiyi takip etmek üzere gaza bastı. Feride Hanım’ın bindiği taksi bir süre ana yol boyunca ilerledikten sonra önlerine çıkan ilk kavşaktan yan yola saptı. Hacı Bey’in gidilen yolun nereye çıkacağı konusunda hiçbir fikri yoktu. Taksi yan yoldan ara bir yola, ara yoldan sokak içlerine saparak yoluna devam ettikten sonra yolculuğu nihayet eski taş bir yapının önünde bitirdi. İki kadın taksiden inip türbevari yapının kapısından içeri girer girmez Hacı Bey de elinde hazır tuttuğu parayla ücreti ödeyip taksiden indi. Hacı Bey binaya girmeden önce etrafa bir göz attığında yaşadıkları yerden çok farklı bir semtte olduğunu fark etti. Etraftaki kadınların büyük bir kısmı karısı gibi kara çarşaflı veya mantolu, türbanlı, erkeklerse takkeli, sarıklı ve cüppeliydi. Hatta küçük çocuklar bile bu semtin tesettür modasına uygun giysiler içerisindeydiler. Kendisinin ve karısının kıyafetlerini nazara dikkate aldığında bu semtin tesettürüyle çelişmediklerini düşündü. Oysa halen yaşadıkları semtte, özellikle karısının çarşafa bürünmüş olmasından dolayı, her ne kadar etraftan şimdiye kadar sözlü ve fiziki bir tepki gelmiş olmamasına rağmen, yine de kendilerini pek rahat hissettiklerini söyleyemezdi. Hacı Bey önünde durduğu yapıya girip çıkan çarşaflı kadınların çokluğundan bu yapının içinde karısını cezbeden bir şeyler olduğunu düşünmeden edemedi. Fazla tereddüt etmeden açık kapıdan içeri girdi. Kapı bir sundurmanın gölgelediği giriş mahallinden taş bir avluya açılıyordu. Avlunun gerisinde ise kapısını cüppeli ve sivri, uzun sakallı bir adamın açıp kapadığı iki katlı bir bina vardı. Etrafa bakındığında avluda öbek öbek toplaşmış çarşaflı kadınlardan başka birkaç cüppeli dışında tek erkeğin kendisi olduğunu anlayınca biraz mahçubiyet hissetti. Karısını arayan çekingen gözleri etrafı incelerken, “Selamünaleyküm,” diyen birisinin sesiyle irkildi. Orta yaşlı, uzun boylu, takkeli ve cüppeli bir adam karşısında durmuş tepeden gözlerinin içine bakıyordu. Biraz sinmiş bir şekilde, “Ve aleykümselam,” diye cevap verdi adama. Adam sakalını sıvazlayarak, “Refakatçi misiniz?” diye sordu.

161


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Hacı Bey kekemeli bir şekilde, “Evet, evet,” diye karşılık verdi adama. “Hanımı getirdim de, onu bekliyorum.” Yüzünü aniden ter basmıştı. Adam da tam güneşin önünde duruyordu. Kendisine baktığında güneş gözlerini kamaştırıyordu. Adam, “Öyleyse şöyle gölgede bekleyin, efendim, güneş çarpmasın,” diyerek eliyle avlunun gerisindeki binayı işaret etti. “Pencere önündeki minderlere oturup bekleyebilirsiniz.” Hacı Bey gördüğü beklenmedik ilgiden memnun bir şekilde tebessüm ederek adama, “Allah razı olsun,” dedi ve gidip binanın önüne serili minderlerden birinin üzerine oturdu. Ceketinin cebinden tesbihini çıkardı ve karısını görebilir miyim diyerek etrafa dikkatle göz gezdirmeye başladı. Şimdi artık itibarlı ziyaretçi kispesiyle karşısındaki kadınlar güruhunu çekinmeden izleyebilirdi. Ancak gözleri henüz Feride Hanım’ı seçebilmiş değildi. Avludaki kadınların çoğu, yüzleri Hacı Bey’in sırtını yasladığı binanın kapısına dönük bir şekilde ayakta bekleşiyorlardı. Kimisi koyu bir sohbet içerisindeydi, kimisi de sırasını bekler gibi kapı önünde yığılmıştı. Bazılarıysa mırıldanarak dualar ediyordu. Kapının kolunu tutan sivri sakallı, cüppeli adam kapıyı açtıkça içeriden çıkan kadınların yerine yenilerini alıyordu. Dikkat ettiği kadar içeriden çıkan ve içeri giren kadınların sayısı beşerden fazla değildi. İçeride neler oluyor diye arkasındaki aralık pencereden içeri baktığında gözüne çarpan ilk şey iki karış yüksekliğindeki bir platformun üzerine bağdaş kurmuş çarşaflı kara kuru yaşlı bir kadın oldu. Kadın gözleri yumuk bir şekilde öne arkaya doğru yaylanıp duruyordu. Bu sırada içeri kabul edilen beş kadın platform önünde saf oluşturup dizlerinin üzerinde yere çömeldiler. Kadınların saf tutup yere diz çökmeleri üzerine geriden gelen başka bir çarşaflı kadın elindeki torbayı saftaki kadınlara uzattı. Kadınlar ellerinde hazır tuttukları paraları torba içine attıktan sonra kadın geri çekildi Paranın toplanmasını takiben platformun üzerindeki kara kuru yaşlı kadın sallanmasını keserek gözlerini açtı ve çatallı bir sesle önünde saf tutmuş kadınlara, “Esselâmu aleyküm,” diye seslendi. Kadınlar hep bir ağızdan, “Ve aleyküm selam,” diyerek karşılık verdiler. Yaşlı kadın selamlaşmanın hemen akabinde safın en solundaki kadına dönerek, “Evet, evladım,” dedi. Safın solundaki kadın hemen söze başladı. “Sabiha Ana,” dedi ağlamaklı, hazin bir sesle. “Kocam üzerime kadın getirdi. Gözümün önünde onunla sevişiyor. Her haltı ediyor. Tahammül edemiyorum artık. Ne yapacağım bilemiyorum. Üç çocukla perişan olmuşum ben. Bir çare, anacım, bir çare.” Kara kuru Sabiha Ana o bayat ve kart sesiyle anında cevabını verdi madur kadına. 162


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Git, eski bir kabirden bir avuç toprak al, zakkum çiçeğiyle kaynat, suyunu iyice süz, bir hafta boyunca her gün bu sudan bir kahve fincanı kocana içir. Bir hafta sonra bana gel, şimdiden sadakanı dile, hadi Allah seni de kocanı da mübarek eylesin.” Kadın büyük bir sevinç içerisinde, “Yani,” diye zıpladı yerinden, “bunu yaparsam kocam bana dönecek, öyle mi?” Yaşlı kadın saftaki kadının sevincine aldırış etmez bir edayla, “Allah’ın izniyle, evladım,” diye cevap verdi. “Sen sadakanı dile, yeter.” Kadın oturduğu yerde hoplayıp duruyordu. “Sadakam bileziklerim olsun, Sabiha Anam. Yeter ki, kocam o kadını başından atsın, bana dönsün.” Kara kuru ve kart sesli kadın bu sefer saftaki diğer kadına döndü. “Sen evladım?” diye sordu. Sıradaki kadın da ağlamaklı bir sesle, “Benim de, “ diye başladı söze, “üvey babam anamı aldatır. Bana yanaşmak ister. Ne yapacağımı şaşırdım, Sabiha Ana. Bana bir yol ediver.” Yaşlı kadın ona da çare yazıverdi bir çırpıda. “Kabir toprağı en kuvvetli ilaçtır, evladım. Bir avuç kabir toprağını al, zakkum çiçeğiyle birlikte kaynat. Bir hafta süreyle her gün birer fincan üvey babana içir. Yalnız senin durumun vahim. Fincanın içine her seferinde yedi damla domuz kanı karıştırmayı unutma.” Sabiha Ana sonraki ve diğer her kadına dertlerine derman olmak üzere mutlaka kabir toprağını reçetesine ekleye ekleye epeyce kadını dinledikten sonra, birden Hacı Bey’in kulakları tanıdık bir kadın sesiyle dikeldi. Konuşan Feride Hanım’dı. “Ah!” diye söze başladı Feride Hanım. “Ah, Sabiha Ana, ah! Benim gelini bir türlü atamadım başımızdan. Ne söz dinler, ne iş bilir, oğlumu da almış avucunun içine, oynar çevirir parmağının ucunda. Bir çare, Sabiha Ana, bir çare.” “Bak sen,” diye mırıldandı Hacı Bey. “Neler diyor bu kadın öyle?” Sabiha Ana kendine özgü çokbilmiş haliyle Feride Hanım’a baktı ve fettan havalarda boyun kırarak o kartlaşmış sesiyle, “Seni tanıdım hanım,” dedi. “Yine mi gelinin?” “Evet,” diye karşılık verdi Feride Hanım bezgin ve mutsuz bir ses tonuyla. “Bir türlü koparıp atamadım gelini başımızdan.” 163


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Sabiha Ana’nın yüzü bir anda bulandı. “Peki neden koparmaya çalışıyorsun gençleri. Eğer anlaşıyorlarsa ve birbirlerini seviyorlarsa sizin aradan çekilmeniz gerekmez mi?” “Valla bravo!” diye atıldı Hacı Bey. İçinden bu kara kuru kocakarıyı buruşmuş yanaklarından öpmek gelmişti. “Orası öyle, Sabiha Ana,” diye cevap verdi Feride Hanım. “Bu kız büyücü Melahat’ın kızıdır. Onda bir kitap vardır. Gizli İlimler Kitabı. Melahat ölmeden önce bu kitabı bana vasiyet etmişti. Ama gelin el koydu. Annesinin vasiyetini dinlemiyor. Kim bilir oğluma ne büyüler yapıyordur ayrılmasın diye. Ceylan kadar uysal oğlumu avucunun içine aldı, her istediğini yaptırıyor.” Sabiha Ana bir an duraksadı, göz çukurları karardı, diğer kadınlara baktı, sonra Feride’ye döndü, bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, ama laf ağzında tıkandı, sonra tekrar diğer kadınlara döndü ve, “Siz dışarı çıkın bakayım az,” dedi. “Ben söyleyince gelirsiniz.” Kadınlar hep birlikte dışarı çıkınca Sabiha Ana’yla Feride Hanım odada başbaşa kalmış oldular. İkisi de Hacı Bey’in kulaklarının kendilerine pürdikkat kesildiğinden habersiz konuşmalarına devam ettiler. Sabiha Ana çok sürmeyen bir sessizlikten sonra, “Evladım,” diye başladı söze. Sesinde sahte bir yumuşaklık ve şefkat gösterisi vardı. “Senin ne işine yarar o kitap. Bana getir onu sen. Her arzunu, her dileğini gerçekleştireyim.” Feride Hanım birden sarsılmıştı. Hayatı boyunca ele geçirmeye çalıştığı kitaba şimdi başka bir talip daha çıkmıştı. Hem de tehlikeli bir talip. “Ben, ben,” diye kekeledi Feride Hanım. Vücudu ve sesi zelzeleye tutulmuş gibi titreyip sarsıldı biran. “Bilmiyorum, Sabiha Ana,” diyebildi, gerisini getiremedi. Sabiha Ana bu sefer dik ve sert bir tonda, “Bilmeyecek ne var?” diye azarladı Feride Hanım’ı. Gözleri ateş saçıyordu. Bağdaştan gövdesini öyle bir dikeltti ki, Feride Hanım kendisini küçücük hissetti. “Ne yap yap, o kitabı istiyorum kızım,” diye bağırdı. “Yoksa salarım cinleri tepene.” Feride Hanım birden yerinden sıçradı, eyvah der gibi avucuyla ağzını kapadı ve ayağa fırlayıp kapıya doğru koştu. Hacı Bey Feride Hanım’ın korku ve panik içinde kapıdan dışarı fırlamasıyla yerinden doğruldu, arkasından, “Feride,” diye seslendi, ama nafile. Feride Hanım bir koşu avluyu 164


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

kat etmiş, peşinden koşan yol arkadaşı kendisine zor yetişmiş, geçen bir taksiye kendilerini atıp hızla oradan uzaklaşmışlardı. Hacı Bey bu olan bitenden şaşkına düşmüş olmasına karşın kendisini biraz toparlayınca içinden, “Hay Allah senden razı olsun, Sabiha Ana,” demekten de kendini alamadı. “Bu bizimkine iyi bir ders olacak inşallah.” 5 Feride Hanım’ın arkasından Hacı Bey de bir taksi çevirdi ve şoföre telaşlı bir sesle, “İlerideki şu taksiyi takip et, evladım,” diye talimat verdi. Feride Hanım’ın bindiği taksi önde, Hacı Bey’inki arkada, geldikleri yoldan hızla gerisin geri dönmeye başladılar. Hacı Bey Feride Hanım’ın eve doğru gitiğini sanırken taksi ev yoluna sapmadı. Bir ara sağa yanaştı, Feride Hanım’ın yol arkadaşı taksiden indi ama sonra içinde Feride Hanım olduğu halde yoluna tekrar devam etti. Bir süre daha dümdüz ilerledikten sonra taksi yan yollardan birine girdi. Hacı Bey taksinin saptığı yolu çok iyi biliyordu. Bu gelinlerinin evine giden yoldu. Feride Hanım’ın eve dönmek yerine gelinlerinin evinin de bulunduğu sokağa sapması tuhafına gitmişti. “N’apmaya çalışıyor bu Feride?” diye mırıldandı içinden. “Ne işi var bu kadının şimdi bu sokakta?” Feride Hanım’ın taksisi az sonra gelinleri Esra’nın evinin kapısı önüne yanaştı. Hacı Bey de taksiyi mesafeli bir şekilde durdurdu. Öndeki taksinin durmasıyla Feride Hanım dışarı fırlayarak panik ve telaş içinde gelinin evine doğru koşmaya başladı. Hacı Bey bu manzaraya kayıtsız kalamazdı. Hemen taksinin ücretini ödedi ve o da Feride Hanım’ın peşinden eve doğru koşmaya başladı. Feride Hanım’ın münasebetsiz bir iş yapacağından endişe etmişti. Feride Hanım evin kapısına ulaşır ulaşmaz kapıyı yumruklamaya, zili ardı ardına çalmaya başladı. Hacı Bey bahçeden içeri girerken evin kapısı açıldı. Kapının açılmasıyla Feride Hanım gelini Esra’nın boynuna atılarak çığlık çığlığa, “Esra yavrum, “ diye bağırdı. “Ben ettim, sen etme.” Esra kendisini yerinden sıçratan seslere koşup kapıyı açar açmaz kaynanasının aniden boynuna sarılmasıyla şaşkınlıktan az kalsın küçük dilini yutacaktı. “Sabiha’nın cinleri peşimde. Kurtar beni, Esra, kurtar!” Esra ağzı bir karış açık ne yapacağını bilemez bir durumda kala kalmıştı. Kollarını boynuna sıkıca dolamış kaynanası ise tir tir titriyordu.

165


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ah güzel kızım, ben ettim, sen etme.” Olan biteni bahçeden izleyen Hacı Bey de bu durumdan fazlasıyla şaşkınlık duymakla birlikte Feride Hanım’ın insafa geldiği düşüncesiyle Esra’ya ‘her şey yolunda’ der gibi göz kırparak baş salladı. Hıçkırıklara boğularak ağlamaya başlayan Feride Hanım’ı birlikte oturma odasına alıp bir koltuğa oturttular. Feride Hanım iki elinin avuçlarıyla yüzünü kapamış hüngür hüngür ağlamasına devam ediyordu. Esra bir koşu mutfaktan bir bardak su alıp geldi ve Feride Hanım’a uzattı. “Su iç anneciğim,” dedi şefkatli bir sesle. “Su iç, açılırsın.” Feride Hanım titreyen eliyle su bardağını aldı, bir miktar su içip bardağı yandaki sehpaya bıraktı ve hemen yanıbaşına diz çökmüş ve gözlerinin içine merakla bakan Esra’nın saçlarını okşadı. Ağlaması kesilmiş olmakla birlikte hıçkırması ve iç çekmesi hâlâ devam ediyordu. Diğer koltukta oturan Hacı Bey’i görünce biraz şaşırdı ama pek de yadırgamadı. “Sizi bu kadar korkutan ne oldu, anneciğim.” Feride Hanım gözyaşlarını eliyle silerek, “Felaket, yavrucuğum, felaket,” dedi. Bir süre Esra’nın gözlerine baktı, sonra Hacı Bey’e döndü. Dudaklarını ısırdı ve tekrar Esra’nın gözlerinin içine bakarak, “Hacı baban hep ikaz etti beni. Yapma etme, dedi. Ama dinlemedim.” Esra uslu bir kız çocuğu gibi dizlerinin dibinde kaynanasını dinliyordu. Dudaklarında güven veren bir tebessüm vardı. “Allah rahmet eylesin. Annen Melahat Hanım çok iyi bir insandı. Çok da iyi dostumdu. Ama onun dostluğuna ihanet ettim. Affet beni yavrum, affet.” Feride Hanım yine hıçkırıklara boğulmuştu. Esra ve Hacı Bey ise kımıldamadan Feride Hanım’ı dinlemeye devam ediyorlardı. “Ona gıpta ederdim. Ne bilgili, ne âlim kadındı, nur içinde yatsın. Kimsenin fenalığını istemez, bilgisini kötüye kullanmazdı. Ama ben...” Feride Hanım birden oturduğu koltukta öne doğru kaykıldı, omuzlarını yükselterek boynunu dikleştirdi. “Ama ben öyle değildim. İçim kıpır kıpırdı her zaman. Büyüyle her şeyi yapabileceğimi, herkesi 166


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

dize getireceğimi, her istediğimi elde edebileceğimi düşünüyordum. Bunun içinse Melahat Hanım’ın Gizli İlimler Kitabı’na ihtiyacım vardı.” Esra’nın kaşları birden çatıldı. Kaynanasının lafı nereye getireceğini merak etmişti. “Melahat Hanım’ın iyice güvenini kazandığım bir zaman seni oğluma isteyeceğim fikrini aşıladım kendisine. Çok da memnun oldu. Ama niyetim seni kullanarak Gizli İlimler Kitabı’nı elde etmekti.” Esra’nın yüzü iyice kararmış olmakla birlikte, zaten bildiği bu gerçeğin kaynanasının ağzından itiraf ediliyor olmasından da iyice şaşkınlığa düşmüştü. “Oğlumla tanıştınız, birbirinizi sevdiniz ve evlendiniz. Annen düğününüzün hemen ertesinde rahmetli oldu. Sağlığının son günlerinde bana, Esra sana emanet, Feride demişti. Gizli İlimler Kitabı’nı da kimsenin eline geçmemesi ve kötüye kullanılmaması şartıyla bana vasiyet etmişti. Ama sen o kitabı bana vermedin. Annenin vasiyetine uymadın.” Esra söze girmek için tam atılacaktı ki, Feride Hanım elinin parmaklarıyla Esra’nın dudaklarına dokundu, “Sus, yavrum,” dedi. “Ne söyleyeceğini biliyorum. Sen kitabı doğru amaçlar uğrunda kullanmayacağımı hissetmiştin ve bu yüzden kitabı benden kaçırdın. İyi ki de öyle yapmışsın. Ben annene seni kullanarak ihanet ettiğim gibi, seni seven oğluma da ihanet ettim, Hacı Bey’in kocalığına da ihanet ettim. Ben yavrum, sana karşı büyüler yaparak Allah’a da ihanet ettim. Bunu bugün Sabiha Ana denen büyücü kadının dergâhında çok iyi anladım. Beni affet yavrum, affet.” Esra kaynanasının itiraflarıyla gevşemiş ve huzur bulmuş bir yüzle, “Annemsiniz,” dedi. Dudaklarında hiç olmadığı kadar mutlu bir tebessüm vardı. “Gerçekle yüz yüze gelmiş olmanız ne büyük mutluluk, ne büyük sevinç.” “Dur,” dedi Feride Hanım. Sesinde korku, endişe ve panik vardı. “Sabiha o kitabı istiyor. Yak o kitabı, Esra, yak. Sabiha’nın eline geçmesin. Beni cinlerini başıma musallat etmekle tehdit etti.” Esra eliyle Feride Hanım’ın yanaklarını okşayarak, “Olur mu hiç öyle şey, anneciğim,” dedi. “Hiçbir büyü inanç, sevgi ve vicdandan daha kuvvetli değildir. İçinizi ferah tutunuz anneciğim. Ben her zaman sizi sevdim. Siz benim ailemsiniz.” Feride Hanım dizlerinin dibinde kendisine sevgiyle bakan Esra’nın saçlarını, yanağını okşadı, sonra kendisini kollarının arasına alarak bağrına bastı. Bu manzaradan etkilenen Hacı Bey’in de gözlerinden yaşlar gelmişti. Parmak uçlarıyla gözyaşlarını 167


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

silerken içinden, “Aferin, şu Sabiha kadınına,” diye geçirdi. “Nasıl da dize getirdi gelin kaynanayı.” Sonra o da ayağa kalktı ve kollarını karısı ve gelinine uzatarak, “Gelin sarılalım birbirimize,” dedi. “Bugün tam bir aile olduğumuzun günüdür.” Feride Hanım ve Esra Hacı Bey’in yanına giderek önce elini öptüler, sonra da kucaklaştılar. Keyfi iyice yerine gelmiş Hacı Bey gülerek karısının gözlerinin içine baktı ve, “E, hanım, hanım,” dedi. “Dinsizin hakkından imansız gelirmiş. Hah, hah, ha, haa!”

Mustafa Samsunlu

168


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

YABAN İLE YABANCI Kadın yüksek otların arasından adamı izliyordu. Adam derenin kıyısında, sırtı kadına dönük, çömelmiş, bir şeyler yapıyordu. Görüntüsüne bakılırsa bir yabancı. Bu yörelerde kullanılan yakasız gömlekten giymişti, ama altındaki pantolon geleneksel, ham bezden, bol pantolon değil, kalın ve koyu renk kumaştan, dar bir pantolondu. Gömleğin eteklerini pantolonun üzerine salmıştı, ama yerlilerin aksine kuşak takmamıştı. Kadın saklandığı yerden daha fazlasını göremiyordu. Yabancı ya da yerli, herkese karşı ihtiyatlıydı zaten. Ama bir yabancının yanında yabancı şeyler olurdu, kullanabileceği nesneler. Silahlar. Kadın bir hırsız değildi, kendini bir hırsız olarak görmüyordu, ama bilirsiniz. Bulduğunuz sizindir. Yabancının, yakına bağladığı atı hafifçe kişnedi. Kadını sezmişti. İri bir doru aygır. Güzel hayvan. Kadın atı takdirle süzdü. Hayır, diye karar verdi, bir gezginin atını almak fazla acımasız olurdu. O yalnızca kendisinde olmayan şeyleri istiyordu. Örneğin… şu, atın eyerine bağlanmış iri kılıç. Kösele kını oymalarla süslenmişti. Bir bakmaya değerdi. At yine kişnedi ve adam dikkat kesildi. Kaybedecek zaman yoktu. Kadın otların arasından fırladı, adamla arasındaki kısa mesafeyi koşarak aştı ve tek bir akıcı hareketle adamı omzundan yakaladı, sırt üstü devirdi, karnına oturdu ve kolunu boğazına dayadı. Sırt üstü kıstırılmış, nefes nefese kalmış adam çevresine bakınmaya, neler olduğunu kavramaya çalıştı. Ama nefes borusuna dayanmış olan kol hareketlerini engelliyordu. Kadının tehditkâr bir hırlamayla gösterdiği keskin hançer de öyle. “Sakin ol, sakin ol, güzelim,” diye hırıldadı adam. Kadın sakin olmaktan anlamazdı. Adamın dilini de bilmiyordu. Zaten insanlarla oturup gevezelik yapma alışkanlığında değildi. Ani bir hareketle adamın gömleğinin yakasını kavradı, hançeri boğazına tuttu ve ayağa kalkmasını işaret etti.

169


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Buralarda bütün kadınlar bu kadar güzel ve oynaksa, daha uzağa gitmesem de olurmuş,” diye homurdandı adam, güçlükle ayağa kalkarak. Kalkmayı başardığı zaman yüz yüze durdular ve birbirlerini süzdüler. Adam karşısında kısa boylu, uzun kestane saçları beline kadar gelen, ince yapılı bir kadın gördü. Üzerinde kahverengi, yumuşak, deri pantolon, yakasız beyaz gömlek, yumuşak çizmeler vardı. Belindeki deri kemer ve üzerine asılmış hançer kını kıyafeti tamamlıyordu. “O hançer senin için biraz büyük değil mi, tatlım?” diye mırıldandı yabancı. Kadının karşısında gördüğü adam ise uzun boylu ve iri yapılıydı, açık kahverengi saçları ve yumuşak gözleri vardı. Beyaz teni güneşten kararmış görünüyordu. Ama kadının asıl dikkatini çeken, karnına bastırdığı elin üzerine kapanmak istermiş gibi görünmesi ve elinin altında, gömleğin kirli beyaz kumaşını kırmızıya boyayan ıslak lekeydi. Kadın bakışlarını merakla kandan adamın yüzüne çevirdi. “Yara,” dedi adam yerel dilde. Bildiği kelimeler arasında arandı. “Rehber, vur, ben… ah, neydi o sözcük,” diye ekledi kendi dilinde. “Benim, para, hırsız. Yardım?” Kadın rehberinin saldırısına uğramış, ondan yardım isteyen adama baktı. Adamın yumuşak bakışlarında bedensel acının yansıması vardı. Yerel bir rehber ona emanet edilmiş birini yaralıyor, parasını alıyor, güvene ihanet ediyor. Adam rehberi hangi köyden bulmuştu acaba? Çabuk çabuk konuşarak sorusunu sordu. “Ah… hayır… ben anlamadı,” dedi adam, kesik kesik konuşarak ve elini kaldırarak. “Şimdi, bana izin verirsen,” diye devam etti kendi dilinde. “Birazcık oturmam lazım. Küçük gösterin yaramın açılmasına sebep oldu, korkarım.” Kadını sakinleştirmek için avucunu kaldırmaya devam ederek, yavaşça yakındaki kayaya kadar geriledi ve inleyerek çöktü. Bir süre, becerebildiğince derin nefesler alarak oturdu. Kadın yerinden kıpırdamadan onu izliyordu. Sonunda, adam başını kaldırıp ona bakabilecek kadar kendine geldiğinde, kadın hançerini kınına soktu, adama yaklaşıp yanında çömeldi ve gömleğini çekiştirerek yarayı görmek istediğini anlattı. “Senin için çıkarırdım gömleği, güzel yüzlü, ama hareket edince canım yanıyor.” Ama yine de 170


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

isteneni yaptı. Homurdanarak kanlı elini yaranın üzerinden çekti ve kadının gömleği biraz yukarı sıyırarak yarayı incelemesine izin verdi. Bir giysiden yırtılmış görünen bir parça kumaş yaraya yapışmış, kanla sırılsıklam olmuştu ve kenarları pıhtılaşan kanla kararmıştı. Kadın bezi çekip yaradan kopardı ve adam inledi. Kadın yaraya baktı. Sığ bir yara değildi. Tedavi görmesini gerektirecek kadar derindi. Görünüşüne bakılırsa, yeniydi. Gömleğin yırtık olmaması, pantolonun kemerinin bile kan lekeli olmasına rağmen gömlekteki lekenin o kadar geniş olmaması, adamın yarayı saklamak için gömlek değiştirdiğini anlatıyordu. Akıllıca; yalnız başına yolculuk yapan yaralı bir adam haydutlar için kolay avdı. Güçlü görünmek lazımdı. Ama yaranın yeni olması iyi, diye düşündü kadın. Yarayı dikip, işlemesini engelleyebilirdi. Adamın acılı ifadesine baktı, sonra kalktı ve atını getirmeye gitti. “Hey, nereye gidiyorsun?” diye inledi adam. “Beni burada yalnız bırakmayacaksın, değil mi?” Komik adam, diye düşündü kadın. Bu kadar acı çekiyor, bunca kan kaybetmiş, ama hâlâ konuşmakta ısrar ediyor. Yabancı işte. Ne zaman çenelerini kapatacaklarını asla bilmiyorlar. Birkaç dakika sonra kendi aygırını çekerek geri döndü. Büyük, kır donlu bir attı. Atını adamın atının yanına bağladı ve atlar hıhlayarak selamlaşırken, kadın heybesinde iğneyle, bir makara iplik buldu ve adamın yanına gitti. “Ah hayır,” dedi adam, kadının elindekileri görünce. “Beni öyle dikemezsin.” Kadın onu duymazdan geldi ve iğneye iplik geçirdi. “Yani, gerçekten gerekli mi? Daha kötü yaralandığım olmuştu, ama iyileştim işte. Baygın bile değilim! Eyvah, sen ciddisin. En azından yapmadan önce kafama vurup bayıltsaydın!” Kadına ona öyle bir bakış fırlattı ki, adam, gerekirse onun kafasına vurup bayıltacağını hissetti ve sesini kıstı. Kadın adama bakarken, önce yarayı temizlemesinin daha iyi olup olmayacağını düşünüyordu. Eyerde sabun, yakında akan bir dere vardı. Yeterli olmalıydı. Adamın yarasının üzerine işeyemezdi herhalde, değil mi? Adam bir parmağını kaldırdı ve yerinde doğruldu. “Dur! Bekle! Güzel, sert içkim var. En azından 171


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

yarayı temizleyelim, olmaz mı?” Kadın onun atına gitmesini, heybelerini karıştırmasını ve bir matara çıkarmasını izledi. Ah. Sert içkisi vardı, demek. Erkek işte. İçkisiz hiçbir yere gitmiyorlardı Adam ne kadar içkisi kaldığını görmek için matarayı sallar, yarısını kafaya diker, sıvı ağzını yaktığında yüzünü buruştururken kadın eğlentiyle onu izledi. Sonra adam içkinin kalanını, yarayı, iğneyi ve ipliği temizlemesi için kadına uzattı. Kadın adamın yarasını dikerken daha fazla sızlanma ve inleme bekliyordu. İşi bittiği zaman adam terli, bitkin yüzünü ona çevirdi ve kadın o yüzde minnet gördü. “Teşekkür ederim,” dedi adam kendi dilinde. “O şekilde yola devam etmeye çalışmak aptalcaydı, biliyorum. Kafam yerinde değildi, sanırım.” *** Akşam çabuk çöktü. Kadın adamı yalnız bırakmamaya karar vermişti. Oldukları yerde, dere kenarında kamp kurdu. Kadın fazla düşünmeden yabancının karnını doyurdu, rahat uyuması için yer hazırladı, üstünü örttü. Biraz ötede, kendisi için hazırladığı yere uzanırken, tuhaf, diye düşünüyordu. Genç bir kızken, kendi evinde görevi olan işlerdi bunlar. O işleri yaptığı zamanın üzerinden seneler geçmiş olmasına rağmen, alışkanlıkları geri dönmüştü. Kadın ay ışığı altında, uyuyan adamın siluetine bakarken eski yaşamı ve şimdiki yaşamı hakkında düşündü. Daha önce, yapmaya hiç cesaret edemediği bir karşılaştırma. Şimdi, kafasına imgeler ve düşünceler doluyor, onu tercihler hakkında düşünmeye zorluyordu. Karman çorman anılar, düşünceler arasında uykuya daldı. Koşuyordu. Bildiği kırlardaydı, köstebek tümseklerinin üzerinden atlıyor, çalıları yarıp geçiyor, derelere dalıyordu ve koşuyordu. Yakalanmaması gerekiyordu. Onu takip edenlerin zalim olduğunu biliyordu ve kendisi gencecik bir kızdı. Onun kaçmasına izin vermezlerdi ve bunu bilerek kaçıyordu. Onların ellerinden, onun ellerinden korkuyordu, iri ve kıllıydılar ve köyde her gittiği yerde karşısına çıkan sarı dişli sırıtıştan, aç gözlerden öteden beri nefret etmişti, onunla her göz göze geldiğinde kendi tenini tırmaladığını hissettiği kara sakaldan nefret etmişti. Onun olmayacaktı. Bu yüzden kaçıyordu.

172


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Babası deliye dönecekti. Yakalanırsa onu dövecek, sonra attığı dayak biter bitmez gidip yine ona, beye verecekti, çünkü onu ona vermeye söz vermişlerdi ve bir erkek verdiği sözü yerine getirirdi, özellikle de fakirse ve söz verdiği kişi bütün bu yörelerin beyiyse. Bunu biliyordu. Ama kaçıyordu. Yumuşak ellerin yumuşak dokunuşunu tanımıştı, bir ağacın dibinde onları hissetmişti. Taze yanaklarında yeni terlemiş bıyıkların öpücüğünü hissetmişti ve gecenin karanlığında onlara karşılık vermişti. Kendi gençliğine yaslanan genç bir bedeni hissetmişti ve o hisse ait olmayı her şeyden çok istemişti. Ama bunu babasına söylediğinde dayak atmışlar, onu ahıra kapatmışlardı. Ekmeksiz ve susuz, yalnızca bir parça ip ve bir emirle. Ya kime söz verildiysen ona gidersin, ya da ipi seçersin. Öyle ya da böyle, şeref temizlenmeli. Nasıl ilmek atılır biliyordu. O kapıdan içeri girerken o ilmeği atmaya kararlıydı, ama o kadar gençti, o kadar korkuyordu ki! Ve ümit ettiğini kendi kendine bile itiraf edemediği mucize bir türlü gelmemişti. Ve o kadar yaşamla doluydu ve yaşam öyle vaatlerle doluydu ki, zihni ilmekten sonra gelecek karanlıktan ya da beyin yatağından sonra gelecek karanlıktan ürkmüştü ve bu yüzden, ahırın arka tarafında çok fazla kış görmüş, çürümeye yüz tutmuş birkaç tahta bulduğunda, titrek elleri kanayana kadar onları tırmalayıp, çekiştirip, kırmayı başardığında, kaçmıştı. Köpek havlamaları geliyordu. Şafak ya da alacakaranlıktı, hangisi bilmiyordu ve havlamaların tepenin ardındaki bir köyden mi geldiğini, yoksa kendi hayal gücünün ürünü mü olduğundan emin değildi, çünkü korkudan öyle kendini kaybetmişti ki nerede olduğunu, ne olduğunu bilmiyordu. Öfkeli adamların bağırışını duydu, havlamalar yaklaştı ve onların dişlerinden, adamların gazabından korkarak hızlandı, kulaklarındaki kan öyle gürültüyle çağlıyordu ki kendi düşüncelerini bile duyamıyordu. Dikenler bez pantolonunu yırttı, dallar gömleğini çekip yakasını açtı, taşların paraladığı ayaklarının bıraktığı kanlı izleri neredeyse hissedebiliyordu ve kaçtı. Öfkeli bağırışlar şimdi hemen arkasındaydı, köpekler topuklarını dişlemek üzereydi, ciğerleri zorlanmaktan yanıyordu, dizleri boşanmak üzereydi ve o koşuyordu, kaçacaktı, onları geride bırakabilirdi, o… bir ok uğuldayarak karanlığı yardı… gece miydi, yoksa gözleri mi kararmıştı? Kız dikenli çalıların arasına yuvarlandı ve bir acı yumağı halinde onların bağrında yattı, gizlendi. Ve düşün içinde, düşlerde hep olduğu gibi, bildi. Genç aşkını öldürmüşlerdi. Onunla bir olduğunu öğrenmişlerdi. Şerefi temizlemek için bir kişinin daha ölmesi gerekiyordu. Kız, tenine batan binlerce dikene, lime lime olmuş bedenine, kavrulan ciğerlerine, kasılmış, düğüm düğüm olmuş kaslarına aldırmadan yattı ve havlamaların, bağırışların yaklaşmasını dinledi. İleride ırmağın çağıltısı geliyordu ve bir an kendini onun içinde hayal etti, soğuk, kandan temizlenmiş, 173


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

günahtan arınmış, suyla bir, su olmuş… ve son kalan mesafeyi de koşar, kayalardan, uçurumdan aşağı atlarsa hiç kirlenmemiş gibi temiz olacağını, kara diken sakalların ona asla ulaşamayacağını hissetti, ama tükenmişti, kıpırdayacak gücü yoktu, çünkü gücünü vurmuşlardı, öldürmüşlerdi, artık yoktu, bundan sonra koşmanın ne anlamı vardı? Bu yüzden kaçmadı. Orada, yerinde kalma kararlılığıyla yatarken havlamalar bağırışlardan daha yakına geldi ve kız o istemese de nabzının hızlandığını, köpeklerin vahşi ağızları gözlerinin önüne geldiğinde ayaklarının seğirmeye başladığını hissetti, ama orada kalacaktı, orada kalmak istiyordu, köpek yemi olacaktı, orada kalmak zorundaydı, çünkü yapacak başka hiçbir şey yoktu, ama ilk köpek hırlayarak üzerine atıldığında kız haykırdı ve ayakları, ondan izin beklemeden, onu kaldırdı ve kız kapanan çenelerden kaçtı, ciğerlerini patlatırcasına feryat ederek kayalardan atladı, bir okun uğuldayarak geçtiğini kafatasını sıyırdığını hissetti ve başka oklar başının üzerinde uğuldarken o düştü, düştü, düştü… *** Nefesi kesilerek doğrulup oturdu. Terden sırılsıklam olmuştu ve düşten kalan imgeler gözlerinin önünde oynaşıyordu, seneler geçtikçe daha seyrek gördüğü, ama tamamen kaybolmayan aynı düş. Ay ışığı ile aydınlanmış bir gece, köpek dişleri, kanlar içinde bir genç, açık, buz gibi soğuk sulara düşme imgeleri ve hatıraları kafasının içinde karman çorman birbirine karışmıştı ve kadın kaçarak geçirdiği senelerin korkusunu iliklerinde hissediyordu. Teri gece havasında buz kesmişti ve kadın titremesini engellemeye çalıştı. Düşlerinden biraz daha sıyrıldığı zaman birinin ona sarılmış olduğunu hissetti. İlk önce, yerde otururken ona destek olan kolları. Sonra bir insan bedeninin sıcaklığını fark etti ve iyi hissetti. Diğer kişinin, nefesleriyle yükselip alçalan göğsü. Bu şekilde kucaklanmak, teselli edilmek öylesine doğaldı, ama aynı zamanda öylesine uzak bir anıydı ki. Gerçek hayata dönmeye gönülsüz, başını o omza dayadı. Yanağında yumuşak bir kumaşın ve yumuşak tenin, alnında tıraşı geçmiş sakalların yumuşak dokunuşu vardı. Kâbusun uyandırdığı duygular hâlâ kafasında canlıydı ve düşündeki kara sakalın hayali dokunuşu ile bu, yumuşak sakalın dokunuşu arasındaki farka şaştı. Yalnızlığın acısını dindiren bu sıcaklığa sokuldu ve gözlerini kapattı. Kolların kavrayışının, onu memnunlukla kabul edermiş gibi sıkılaştığını hissetti. Bir insanın doğal kokusunu hissetti ve biraz önce sakinleşmeye başlayan nabzının bir kez daha,

174


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

tamamen farklı sebeplerden hızlandığını hissetti ve gözleri aniden açıldı, gerçek hayat zihnini doldurdu, ona böylesine teselli veren bedeni içgüdüyle dirsekledi ve ayağa fırladı. Dikilerek, içinde, var olduğunun bile farkında olmadığı böylesine yabancı duygular uyandıran bu varlığa, bu kişiye, bu… erkeğe baktı. O itince adam dengesini yitirmiş, toprağa oturakalmıştı. Solgun ay ışığı altında onun şaşkınlığını, yüzündeki merak ve endişe ifadesini görebiliyordu. “Of,” dedi adam, biraz gecikmeli olarak. “Nereyi dirseklediğine dikkat et, küçükhanım. Daha birkaç saat önce orayı kendin dikmiştin.” Kadın sözcükleri bilmiyordu. Ama adamın sesi sanki ona, çok uzun zamandır kimsenin sormadığı sorular soruyordu. “Sen iyi misin?” diye soruyordu yüzü. “Yardım edebilir miyim?” diye soruyordu yumuşak sesi. Kadın boğazında bir yumru hissetti ve korktu. Bu adamın içinde uyandırdığı zayıflıktan korktu. Hafifçe geriledi. Adam, kadının onun anlayamadığını hatırlayarak, yerel dilde sözcükler buldu. “Sen… yara… ben.” Kadının sözcükleri kavraması bir an aldı. Sonra içi rahatlama duygusuyla doldu, çünkü adam onun için endişelenerek, onun zayıflığını teşhir etmemişti. Aynı sebepten, içinde bir acılık da vardı. O acılık kadını öfkelendirdi. O acılık içinde kabardı ve kadın bağırdı. “Bir daha bana öyle dokunma!” “Nasıl dokunma?” diye merak etti bir parçası ve öfkesi daha da kabardı. “Sakin ol, bakalım,” diye seslendi adam onun uzaklaşan sırtına. “Gecenin bir yarısı kâbuslarına giren ben değilim herhalde.” Kadının eşyalarını toplamasını, eyerine bağlamasını ve gitmeye hazırlanmasını izledi. O da, yarası yüzünden dikkatle ve yavaşça, aynısını yaptı, çünkü başka seçeneği yoktu. Şafak sökmek üzereydi ve bu deli kadının ne yaptığını bildiğini umuyordu. *** Bir sonraki köye doğru yol alıyorlardı. Kadın yükünü orada silkelemeyi düşünüyordu. Orada bir 175


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

sürü insan vardı, adama bakarlardı, şifadan anlayan birileri bulunurdu, değil mi? Bu yörelerde, bir yabancı için daha iyisini bulamazdı. Şimdi, adamın önünde at sürer, nal seslerini, adamın zaman zaman mırıldanmasını ve inlemesini dinlerken, düşünceleri gece gördüğü düşe ve adamın kollarında uyanmasına gidiyordu. Ne kadar sıcak, ne kadar güven verici bir duyguydu. Bunca sene sonra yalnız olmamak… Adamdan gelen bir homurtu düşüncelerini kesintiye uğrattı. Yabancının atı tökezlemiş, adamın oturduğu yerde sarsılmasına sebep olmuştu. Yabancı ona yetişerek bir şeyler sordu, ama kadın anlamadı. Onu anlamaya çalışmak yerine süzmekteydi. Adamın elini kaldırıp gözlerini gölgelemesini, uzaklara bakmasını izledi. Adam, incelemesi bitince, yerel dilde, “Su. Gölge,” dedi. Kadın dönüp araziyi inceledi. Alçak tepelerin arasından gördüğü yoğun ağaçlığın arasında derince bir çay aktığını biliyordu. Kadın su tulumunu çıkarıp adama uzattı. Adam çabuk yorulmuştu, yüzü kızarmıştı, ama sıcağa rağmen fazla terlemiş görünmüyordu. Kötü bir işaret. “Tepenin arkasında mola veririz,” dedi adama, o su tulumunu alırken. “Biraz daha dayan.” Atını yanaştırdı ve elini uzatıp adamın alnını kontrol etti. Ateşi vardı. Yara işlemeye başlamış olmalıydı. Adam su tulumunu kaldırdı ve ılık suyu yudumlarken yüzünü buruşturdu. Kadın tulumu geri aldı, biraz içti ve geri kalanı adamın başından aşağı boca etti. Çayda doldururdu nasıl olsa. Atlarını yeşilliğe doğru mahmuzladılar ve kadın kendi duygularını inceleme işine geri döndü. Korku, kaçma dürtüsü, açlık, soğuk, sıcak dışında hiçbir şey hissetmeden geçen yıllar. Yabanda, bir yabani hayvan gibi, kaçarak, kovalanarak geçen yıllar. Adamın atının sırtında çökmüş, oturmasını izlerken bir anda, onu köyün içine kadar götüremeyeceğini hatırladı. Oraya yalnız başına gidebilecek kadar iyi olduğunu umdu. Ama nasıl anlatacaktı ona. Senelerdir onu avlamaya çalıştıklarını. Kafatasında, saçlarının altında, okun bıraktığı beyaz yara izini. Beyin kinini ve onun kellesine ödül koyduğunu. Onu görecekleri yerde öldüreceklerini. Ama öldürmeden önce, öldürmekten beter yapacaklarını. “Kadın…” dedi adam, yerel dilde. Kadın dönünce devam etti. “Gölge. Dur.” Ardından, bir yakarıya çok benzeyen sözler sıraladı. 176


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Kadın yavaşladı ve onun yetişmesini bekledi. Adamın gözlerinde acı vardı ve oturduğu yerde sallanıyordu. Kadın dönüp yeşilliğe baktı. Birkaç dakika sonra orada olacaklardı. Atını adamınkinin hızına uydurdu ve düşecek gibi olması durumunda uzanabilmek için yakında kaldı. Çaya kadar idare etmesi lazımdı. Çayın çevresi yeşil ve gölgelikti. Kırların kızgın sıcağından sonra, cennet gibi geliyordu. Çay, üzerine sarkan söğütlerin arasında, taşların üzerinde şıkırdayarak akıyordu. Suyu dağlardan geliyordu ve buz gibiydi. Kadın adamı sağ salim atından indirip, bir ağacın dibindeki gölgeye yerleştirdiğinde, kendisi de bitkin düşmüştü. Güneş sırtını kavurmuştu ve tek istediği serinlemek ve dinlenmekti. Atları suya yakın dallara bağlar, eyerlerini indirirken, bu işe neden bulaştığını merak ediyordu. Dönüp adama baktı ve, “Kılıcı için,” diye yalan söyledi kendi kendine. Yardımı karşılığında adamın kılıcını alacaktı, öyle karar vermişti. Silaha ihtiyacı vardı. Ama adamın sıcaktan kızarmış yüzünü, kendinden geçmek üzereymiş gibi ifadesini incelerken o kadar emin olamıyordu. İşini bitirdi. Su tulumunu çayın serin suyundan doldurdu ve yabancıya götürdü. Adam gözlerini zar zor açarak birkaç yudum içti. Hiç iyi görünmüyordu. “Kalk bakalım,” dedi kadın. Adamı çekiştirerek yaslandığı yerden kaldırdı ve oturttu. “Biraz serinlemen lazım. Bayılırsan seni taşıyamam. Burada bırakırsam seni ben öldürdüm sanırlar. Buralarda olan her şeyi benden biliyorlar.” Adamın anlamadığını biliyordu, ama konuşmak iyi geliyordu. “Kaldır bakalım kollarını. Seni biraz temizleyelim. Leş gibi kokmuşsun. Biliyorum ben bu kokuyu. Can korkusunun kokusu bu. Ölümle burun buruna geldiğinde böyle terlersin. Kendimden biliyorum. Öleceğim sanmıştım. Birkaç kere. Ölümün kokusu. Yıkanıp o kokuyu atman lazım ki, iyi olasın. Zaten başını da serinletmeli…” Yabancının başından aşağı biraz su döktü. Adam gözlerini araladı. “Gördün mü?” diye devam etti kadın. Alışıyordu konuşmaya. Kaç senedir konuşmamıştı kimseyle. Uzaktan tehditler fırlatmak, tehditlere yanıt vermek dışında.

177


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Doğru düzgün yıkanabilsen iyiydi. Onu da iyileşince yaparsın artık.” Yabancının göğsüne, omuzlarına biraz su döktü. Yüzünü yıkadı. Başını tekrar ıslattı. Adam şimdi tamamen ayılmış, onu izliyordu. Kadın adamın yarasını gösterdi. “Yaranı temizlemek gerek. Yakmak da lazım, ama ateş yakana, demir kızdırana kadar köye varırız zaten. Ama seni köyün yakınında bırakmam lazım. Ben yaklaşamam.” Adam onun çabuk çabuk konuşmasından hiçbir şey anlamamış, bakıyordu. “Yaranı diyorum,” dedi kadın, parmağını yaraya uzatarak. Adam irkilerek parmaktan uzaklaştı. “Temizlemek lazım,” diye devam etti kadın, su tulumunu kaldırarak. Adam başını iki yana salladı. “Canın isterse. Seni yıkamaya bayılıyordum sanki.” Tulumu ve adamın gömleğini alarak doğruldu. “En azından eceli gelmiş keçi gibi kokmanı engelleyebilirim.” “Keçi?” dedi adam. Bildiği sözcüklerdendi. Kadın suya dönecekken durdu. “Evet. Keçi.” Gömleği koklayacakmış gibi burnuna yaklaştırdı, sonra yüzünü buruşturarak uzaklaştırdı. “Keçi gibi kokuyorsun.” Adamın yorgun yüzü hafif bir sırıtışla aydınlandı. “Ah! Keçi! Ben!” Kadın gömleği çayın başında küçücük kalmış sabun parçasıyla köpürtür, çitilerken, bunu neden yaptığını düşündü yine. Ama yanıtı beğenmediği için düşünceyi kafasından uzaklaştırdı. Gömleği durulayıp, kuruması için bir kayanın üzerine serdi. Dönüp yabancıya baktı. Adam başını yaslamış, gözlerini yine yummuştu. Kadın bunu görünce çayın biraz yukarısına, birkaç söğüdün otların arasından suya sarktığı yere gitti. Biraz serinlemek ve temizlenmek ona da iyi gelecekti. Güvenli olduğundan emin olmak için adamın yattığı yere son bir kez baktı ve soyundu. Sabunu elinde, yavaşça suya girerken, adamın bakışlarını sırtında hayal etti ve gülümsedi. Su serin ve berraktı. Dibi iri, yuvarlak taşlarla kaplıydı. Su beline gelene kadar ilerledi, sonra kendini suya bıraktı. 178


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

O sırada yabancı başını kaldırmış, çevrede kadını arıyordu. Söğüt dallarının arasında hareket sezdi ve kadının çıplak sırtının suya daldığını gördü. Sonra kadın bir adım daha attı ve görünmez oldu. Adam gülümseyerek başını arkasına yasladı ve gözlerini yumdu. *** Tekrar yola koyulduklarında güneş inmeye başlamıştı ve ikisi de biraz daha dinç hissediyordu. Kadının çenesi düşmüştü. “Köye yaklaşamam, çünkü beni vururlar. Buradaki herkes bana düşman, çünkü beye varmadım ve kaçtım. Beni avlıyorlar. Peşime düşenlerden birini öldürdüm, bir sürüsünü de yaraladım. İntikam alacaklar benden. Ama bir türlü yakalayamıyorlar. “Kaç sene oldu? Üç. Üç koca sene. Kaçtığımda gencecik kızdım. Şimdi nine gibi oldum.” Kadın güldü. O konuştukça, adam anlarmış gibi dönüp dönüp ona bakıyordu. Kadın dönüp ona baktı. “Hiç anlamıyorsun, değil mi? Buralarda kimse anlamıyor. Ama belki dilimi bilsen sen anlardın, hı?” Adam soru tınısını duydu. Başını iki yana sallayarak kırık bir aksanla yanıt verdi. “Ben anlamadı.” Kadın acı acı güldü. Bir süre sessizlik içinde at sürdüler. “Neden gitmedim ki buralardan?” dedi sonra. “Başka yer bilmiyorum da ondan. Dağda bayırda başımın çaresine bakabiliyorum. Başka diyarlarda ne yapacağımı bilemem.” Bir sessizlik daha oldu. “Senin geldiğin yer. Güzel bir memleket mi acaba? Orada kimse bizim beyi tanımaz… Ben seni götürürüm, biliyor musun? Zaten yaralısın, tek başına yolculuk yapamazsın. Seni köye bırakırım. Yaranı temizlerler, bakarlar. Sonra da köyün dışında buluşuruz. Sen bana kendi memleketini gösterirsin, ben de buradan gitmiş olurum, hı?” Adam omuzlarını kaldırdı. Kadın gülümseyerek önüne döndü. Üç senedir korkudan ve karanlıktan başka bir şey hissetmemişti. Şimdi içinde aydınlık bir şeyler açılıyordu. Sıcak bir şey. Umut gibi. ***

179


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Uzakta köy göründüğünde güneş alçak tepelerin arkasında kaybolmuş, kırları gölgesiz bir maviliğe boyamıştı. Gün boyunca güneş altında pişmek kadını da bitkin düşürmüştü. Yabancı atının üzerinde sallanıyordu. Köye bir tepe kala, kadın atları durdurdu. “Kendin gideceksin buradan sonrasını,” dedi adama. Adam baygın gözlerle baktı ona. Kadın eliyle köyü gösterdi. “Az kaldı zaten. Seni bu halde görünce, şifacı kimse, ona götürürler seni. Sen bir an önce iyi olmaya bak. Ben buralarda yolunu gözlerim.” Adam önce köye, sonra yine ona baktı. Kadın yine işaret etti. “Git!” dedi kısaca. Uzanıp yabancının atının sağrısına bir şaplak attı. Atı yerinde sıçrayarak birkaç adım atınca, adam savruldu, devrilecekmiş gibi oldu, zar zor dengesini kurdu ve dönüp, çaresiz gözlerle kadına baktı. “Yardım et,” diye mırıldandı. Kadın da çaresiz hissediyordu. Yabancı her an eyerden yere düşebilirmiş gibi görünüyordu. Düşerse boynunu kırabilirdi. Kırmasa bile burada kimse onu görmez, kurda kuşa yem olurdu. Ama kadın bu tepeyi aşmaktan korkuyordu. “Git!” dedi yine. “Yardım et,” diye nefes verdi adam. Gözleri kayıyordu artık. Kadın bir an duraksadı. Sonra kararını verdi. Atını mahmuzladı ve adama yaklaştı, atının başlığını tuttu, kendinden geçecek gibi olursa kolundan tutabileceği kadar yakınında at sürmeye başladı. “Birkaç dakika,” dedi ona. “Seni köyün kıyısına kadar götürürüm. Biri seni görür görmez de döner kaçarım. Tamam mı? Sen orada iyi olmaya bak.” Köyde, el ayak ortalıktan çekilmişti. Hava kararıyordu. Kadın atları köyün en dışındaki evden bir taş atımı uzaklıkta durdurdu. Atından aşağı atladı ve adamın inmesine yardım etti. Düşmemesi için kolunun altına girdi. Evlerin pencereleri aydınlıktı ve kadın korkuyordu. Kaçtığından beri bir köye bu kadar yaklaşmamıştı. Adamın ağırlığı gittikçe üzerine çöküyordu.

180


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Hey!” diye bağırdı kadın. “Kimse yok mu? Yaralı bir yolcu var burada! Tanrı misafiri, konaklayacak yer arıyor!” En yakındaki evin penceresinde biri belirdi, dışarıya baktı, sonra kayboldu. Kadın ürküntüyle adamı bırakmaya çalıştı. Kaçması gerekiyordu. Ama adam ayaklarının üzerinde zor duruyordu, kadını bırakmak istemedi, kavradı. “Yardım et,” dedi yakarıyla. Kadın onun kollarından sıyrılamadan evin kapısı açıldı birkaç kişi dışarı döküldü. Önde iri yarı iki adam ve arkada, evin kadınları, çocukları. “Adam yaralı,” dedi kadın, kendini adamın kollarından kurtarmaya çalışarak. “Bakılması lazım.” Yabancı yeni gelenleri görünce onlara döndü ve kolunu biraz gevşetti. Kadın ondan uzaklaşarak, dönüp kaçmaya hazırlandı. “Yolda buldum,” diye açıkladı, ses çıkarmadan bakan adamlara. “Rehberi vurmuş, soyup kaçmış. Kendisi anlatır.” “Bu o,” dedi adamlardan biri, kaba sesle. “Yaban.” Yanıt beklemeden, kadının karanlıkta daha önce fark etmediği yayını kaldırdı. Yayı yabancı da gördü. Elini kaldırdı. Ezberlediği sözleri tekrarladı. “Hayır. Ben dost. Barış.” Kadın, donakalmış olan kaslarını hareket etmeye zorladı. Bir adım geriledi. Boğazı sıkışmış, nefes almasını engelliyordu. Bir adım daha… Köylü başka uyarı vermeden rahat bir hareketle yayı kaldırdı, kirişi çekti ve oku bıraktı. Kadın tek ses çıkarmadan geriye devrildi. Yabancı şaşkın şaşkın dönüp ona baktı. “Hayır!” Sendeleyerek onun düştüğü yere gitti ve yanına çöktü. “Hayır.” Soru dolu bakışlarla köylülere döndü. Kadını vuran adam onlara duyduğu ilgiyi yitirmişti bile. Diğer adama döndü. “Yarın beye haber yolla. Kadının işi bitti.” Dönüp yerde yatan kadına baktı ve yere tükürdü. “Kaltak.”

Niran Elçi

181


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

NAS OTELİ Dışarısı kayıp bir rıhtım. İçinde bulunduğum bina son kullanma tarihine toslamak üzere olan bir şilep. Demir almak üzere olduğumuzu hissediyorum da yazacaktım vazgeçtim. Ardından batışa çeyrek var cümlesi gelecekti belki. Nas Oteli antetli kenarları kıvrık ve yer yer sararmış kağıdı buruşturup top haline getirerek yatağın üstüne fırlattım. Ellerim belimde yatağın ayak ucuyla aynalı konsol arasındaki kırk santim enindeki yerde durdum. Odanın yegane penceresinden görünen sokakta tek bir kıpırtı yok. Hiçbir ses de duyulmuyor. Buradaki bütün sesler dahili. Yan odada öksüren yaşlı adam, üst kattaki tuvalet sifonunun abartılı sesi. Koridorda kaçamak imal edilen üç beş laf. Nadiren bir kıkırdama. Pastel renk cümbüşünün içinden fışkıran bağırtık bir yaşam sevinci belirtisi. Konsolun üzerinde duran camdan dökülmüş kül tablasını elime alıp tarttım. Yarım kilo en azından. İçimi çekerek dışarıya baktım. Kül tablasının belli bir ivmeyle camın yüzeyine çarptığı anı düşündüm. Kaslarım çekilmek üzere olan bir tetik gibiydi ki, kapının altından içeri sürülen kâğıdın hışırtısıyla gevşedi. Cam nesne elimde hızla kapıya doğru yürüdüm. Zarfın üstüne basarak kapıyı açtım. Sağ yanımdaki oda kapısının önünde genç bir kadın kilidi açmaya çabalamaktaydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveter vardı üzerinde. Ayaklarının hemen dibinde orta boylu beyaz bir deri valiz durmaktaydı. Beni görünce hayretle baktı. Elimdeki kül tablası çok dikkat çekmesin diye pantolonuma bastırdım. “Affedersiniz, burada birini… şey yaptınız mı?” Kumral saçlı mavi gözlerinin altı biraz mor olan kadın bezgince başını salladı. “Hayır.”

182


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Zarf şimdi atıldı. Sizden başkası olamaz demek bir işe yaramazdı. Ayrıca çok büyük ihtimalle bu işi yapan o değildi. Yüzünde ne muzip, ne de içten pazarlıklı bir ifade hak getireydi. Aldığım ilk zarf değildi. Getireni görebilmeyi başaramamıştım şu ana kadar. “Yeni misiniz?” “Evet. Siz?” Kadın bunu başını çevirmeden söylemişti. “Altı gündür buradayım.” “Anlıyorum. Bu kapı… Acaba açmayı…” 408 numarada bu sabaha kadar hep lacivert takım elbise giyen yaşlı bir adam kalmaktaydı. Bu sabah selamlaşmadan bakışmıştık. Demek ki bu arada oteli terk etmişti. Otelin müşterilerinin çoğu kısa kalanlardı. Birçok kimseyi sadece tek bir defa görmüştüm ve artık yoklardı. Kül tablasını yere ayaklarımın dibine bıraktım ve gidip kapıya takılı pirinç anahtara dokundum. “Azıcık kendinize çekmeniz lâzım.” Çektim. Anahtar kilitte dönmek istemiyordu. Her nasılsa aklımda kül tablasını elimde tarttığım an geldi. Bu hayal kilidi yağlamış gibiydi. Anahtar sola doğru döndü ve kapı aralandı. “Oldu.” Kadının mavi gözleri ilk kez yüzümü süzdü. “Çok teşekkür ederim.” Leylâk parfümü belli belirsiz hissediliyordu. Saçları biraz yağlanmıştı. Elbiselerinden hafifçe ter, çok kullanılmışlık denebilecek bir koku yayılmaktaydı. Çok uzak bir yerlerden gelmekteydi herhalde. Bir yerden tanıdık duygusu veren bir tipe sahipti. Nereden olduğunu çıkaramıyordum. Otelde şu ana kadar üzerimde bu etkiyi bırakan tek kimseydi. “Bir şey değil.” Kadın bavulunu alıp içeri girdi. Kapıyı örtecekken durakladı. Kafasını dışarı uzattı. “Akşam yemeği kaçta?” “Burada… Şey… Bir saat içinde hava kararacak. Siz hazır olunca aşağıya resepsiyonun yanındaki bara gelin. Burada… İçki servise dahildir. Kuru mezeler de fena değildir.” 183


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Ben vejetaryenim da.” Elimde olmadan sırıttım. “Aşağıda görüşürüz.” “Tamam.” “Kül tablanızı unutmayın.” Eğilip cam nesneyi aldım. Bakışlarımız karşılaştı. Bu defa sırıtma sırası ondaydı. Eşikteki zarfı alıp açtım.

Senin için değmez. Hiç değmez bilesin. Bildiğim şeyi bir kez daha ispatlamak için yatağın üstüne fırlattığım kağıt topçuğunu alıp düzledim. Yazılar neredeyse tıpa tıp aynıydı. Z’leri ve H’leri daha farklıydı. Bununla istersem senin yazını aynen taklit edebilirim deniyordu. Esas mesaj buydu. Senle ilgili her hususiyet malum telgrafı gibi bir şeydi bu mektup. Benim için niçin değmezdi? Niye durmadan aynı şeyleri yazıp duruyordu? Mesele neydi? Bunun hakkında en ufak bir fikrim bile yoktu. Şu ana kadar aynı şeyler yazılı aldığım dördüncü mektuptu bu. Yatağa uzanıp tavanı seyrederek havanın usulca kararmasını bekledim. Eski günleri düşündüm. Bir dershanede öğretmendim. Özel ders de vermekteydim. Evliydim. En son hatırladığım şey evimdeydim. Yalnız değildim. Biri daha vardı. Bir kadın. Sinir tahriş edici bir sesi vardı. Allah biliyor boğazını sıkıp sesini kesmek istiyordum. Kapı çalmamıştı, ama içeri biri girmişti. Tanıdık yüzlü bir adam. Elinde bir tabanca vardı. Adamın anahtarı olmalıydı. Yoksa nasıl girebilirdi içeriye. Buradan sonrası kopuktu. Oteldeki ilk anlarım bir çeşit milattı. Banyoda hızla sakal tıraşı oldum. Kapımı çektiğimde holde hiç kimsecikler yoktu. Merdivenleri inerken de birine rastlamadım. Dört köşe şeklindeki barda on on beş kişi oturmuş laflamaktaydı. İçlerinde beni görünce selâm veren çıkmadı. Sadece yeni kapı komşum merakla baktı ve sol eli hafifçe saçlarını düzeltti. Kadının iki yanındaki tabureler boştu. “Buraya oturabilir miyim?” “Tabii. Buyurun.” İnce beyaz kazak ve kahverengi etek giymiş kadının önünde uzun ve ince bardakta şalgam suyu ve şekerli yer fıstığı dolu bir tabak vardı. Şekerli fıstık çocukken çok sevdiğim bir şeydi. Bir gün gelip 184


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

şalgam suyuyla içeceğimi tahmin etmezdim. “Adım Fiona.” Kadın duş yapmış saçlarını yıkamıştı. O eskimişlik kokusu ve yüzündeki bezgin ifade çekilmişti üzerinden. Gençleşmiş ve dirilmişti. Orta boylu, ince yapılı hoş bir kadındı. Taş çatlasa yirmisinde olmalıydı. Az önceki bir yerden tanıdıklık duygum sürmekteydi, ama bellek arşivimde tık yoktu. “Benim de Nazmi. Bu otele ilk kez mi geliyorsunuz?” “Evet. Siz?” “Sanırım buraya bir kez geliniyor. Sizden önce odanızda yaşlı bir adam kalmaktaydı. Özenli giyinen, bakan eskisi gibi vakur duran biriydi. Bu sabah daha kahvaltıda gördüm kendisini. Öğleden sonra çıkış yapmış olmalı.” Fiona, öyle olmalı anlamına başını salladı. Sol eli bardağa uzanırken durakladı. “İçeride tuhaf bir şey vardı. Konsolun üstünde. Kül tablasının içinde bir avuç toz duruyordu. Temizlikçi unutmuş olmalı diye düşünüp çöpe attım.” Kafamda bir şimşek çakmıştı. Bu tozlardan başkaları da bahsetmişti. Kendim de 406 numaralı odaya geldiğimde konsolun üstündeki kül tablasında bir tutam toz bulmuştum. “O tozları ben de gördüm.” Kadının gözlerinde merak ve endişe noktacıkları aynı anda belirmişti. İçkisinden bir yudum alıp yutkundu. Resepsiyon tarafına kaçamak bir bakış fırlatmıştı bu arada. Camlı ön cepheden eğimli sokak görünmekteydi. Kıpırtısız, trafiksiz, sessiz ve tozsuz belki de. Yedi sekiz metre ötede inanılmaz bir test nesnesi durmaktaydı. Şimdi yerimden kalksam bir koşuda kapıya varsam. Açsam ve çıksam. Şimdiye kadar bunu yapan tek kişiyi görmemiştim. Kapı bir sübap gibiydi. Sadece içeri doğru akım vardı. Ara sıra birileri oradan içeri girip aralarına katılmaktaydı. Kendim altı gün önce bunu yapmıştım. Ne geldiğim taksiyi, ne de son günlerde ne yaptığımı hatırlamaktaydım. Bavulumdaki eşyalar iç çamaşırlar, giysiler cinsinden sıradan şeylerdi. Bir ipucu vermemekteydi. Olmayan şeyler ise bayağı malumatkârdı. Kimliğim, ehliyetim, banka kartlarım ve paramın içinde olduğu bir cüzdanım yoktu mesela. Buradaki hayat bedava ya da bir şekilde veresiyeydi. Bu neden le parasızlık bir sorun değildi. Cep telefonum ve yanımdan hiç ayırmadığım diz üstü bilgisayarım da eksikler listesinin en üstündeydi. 185


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Titiz biri değilimdir, ama o tozlardan etkilendim. Nasıl söylesem…” Alt kattaki servise bakan ince uzun boylu bir delikanlıydı. Bakışlarımız karşılaşınca aynısından işareti yaptım. “Tiksinti verici bir hali vardı.” Fiona’nın gözleri merakla irileşti. “Siz de mi hissettiniz?” “Dahası var.” Kadına sokuldum. “Bana kalırsa bu tozlar otelden çıkıştan arta kalanlar.” Dedim alçak sesle. Fiona’nın hoş denebilecek yüzünde tek bir inanmazlık ifadesi belirmemişti. “Nasıl yani?” “Senin kaldığın odadaki adam ve bavulu.” Dedim. “O tozlar canlı demek istemiyorsunuz değil mi?” Garson mesafeli bir saygıyla ısmarladığım şeyleri getirdi. Teşekkür ettim. Gözlerini benden kaçırdı. Başıyla bir şey değil işareti yaptı ve yeni gelen iri yarı bir adama doğru yöneldi. “Bunun üzerine çok düşündüm. Her gelen bu tozlardan buluyor. Buradan sadece içeriye giriliyor. Çıkış o tozlarla o zaman. Ama canlı değil. Bir başka… Bir başka yere geçerken arkada bırakılan iz gibi. Çok düşündüm. Sezgilerim bunu reddetmiyor.“ Kadın düşüncelerini toplamak istercesine ağzına birkaç tane fıstık atıp çiğnedi. Ben de onu taklit ettim. Sonra da içkimden ilk yudumumu aldım. Tadı hiç de fena değildi. Solumuzdaki orta yaşlı çift bir şeye yüksek sesle güldü. Onlara bir göz attım. İkisi de iyi giyimliydi. Adam dışarıdaki gri kış gününe inat krem takım elbise, cam göbeği gömlek giymişti. Kadın da çiçekli bir elbise ve aynı renkte kocaman küpeler. Üç sabahtır kahvaltıda ve akşamları burada karşılaşmamıza rağmen bana karşı kayıtsız davranmaktaydılar. “Burası… Burası sizce neresi? Tek yıldızlı bir otele benziyor, ama… “ “Televizyon 48 ekrandır. Siyah beyaz ve de. Yayın mayın yok. Kar var sadece. Parazit eşliğinde. Günde iki rulo tuvalet kağıdı kullanabilirsiniz ancak. Biterse ertesi günü beklemek zorundasınız. Resepsiyona telefon ederseniz, hat çok yoğun biraz bekleyin sesiyle karşılaşıyorsunuz. Her arayışta. İnternet ya da dışa açılan bir telefon hattı da nanay. Kimse kimseyle samimi olmaz. Bizim durumuz

186


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

gerçekten bir istisna. Sabah kahvaltısı fena değildir. Öğleyin kimse yemek yemez. Acıkmaz da. Akşam burada içki ve aperatif şeyler vardır. Yemek yerine yani. Alkollü bir şeyi ne kadar içerseniz için asla başınız yeterince dönmez. Çakırkeyiflik bile nadirdir. En garibi burada sadece çiftler kendi aralarında konuşur. Öyle toplu sohbet falan olmaz.” “Kafam karıştı şimdi.” “Buraya gelmeden önce neredeydiniz?” Kadın ciddi ciddi düşündü ve içini çekti. “Hatırlamıyorum.” “Ben de ilk geldiğim günlerde yakın geçmişi hatırlamıyordum. Üçüncü günden sonra ancak.” Bunu derken zihnimde bir sahne patladı. İçeri giren silâhlı adamı gördüm. Karşı karşıya durmaktaydık. Ona bir şey söyledim. Yüzündeki tüm tereddütler silindi ve tetiği arka arkaya çekmeye başladı. “Bir şey mi oldu?” “Sizle konuşurken zihnim uyandı. Evimdeydim. Biri bana… Bir kâbus.” “Anlatın isterseniz.” Kadına hatırlayabildiğim her şeyi özetledim. Konuşabilecek biri bulmak ne büyük bir nimetti. Dikkatle dinledi. “Bu otel, şimdi alıcı gözle bakınca ve sizin anlattıklarınız… Benim de zihnimde bir dirilme oldu. Bir işlev için burada bulunduğumun ayırdına vardım. İnançlı bir insan mısınız Nazmi bey?” Kadının bakışları, duruşu bazı şeyler değişmişti. Bakışlarındaki dalgınlık, hayret işaretleri de kaybolmuştu. “Bir zamanlar tanrının bahçesinde misafir olduğumuza candan inanırdım. Annem babam dindar insanlardır. Çocukluğum ve ilk gençliğim böyle bir ortamda geçmiştir. Şimdilerde ise tanrısız, şeytansız ve acımasız bir luna parkta kapalı olduğumuzu düşünüyorum.” “Anlıyorum. Bugün son gününüz.” Kadının kesin tavırları içimi soğutmuştu.

187


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Nasıl yani?” “Yarın yok. Ardınızda bir avuç toz kalacak. Siz, bavulunuz ve düşünceleriniz. Bunu nasıl bildiğimi sormayın. Burada sırf sizin için bulunduğumu anladım. Konuşurken zihnimin uyuşukluğu geçti. Bir şeyler yapmalısınız.” “Ne gibi?” “Zaman dar. Birazdan odanıza çıkın. Eğer bir değişiklik farkederseniz… O neyse, ben bilemem, o minvalden devam edin. Eğer bunu yapmazsanız…” “Bir tutam toz olacağım.” Fiona gülümsedi. “Değil. Bundan daha berbat bir otele geçeceksiniz. Televizyon 36 ekran olacak belki. Odanız daha küçük ve havasız olacak. Günde bir tuvalet kağıdı. Sabahları kahvaltı sadece. Sizi gören herkes başını diğer yana çevirecek. Bunalacaksınız. Ve sonra daha da dar ve kasvetli bir yere geçeceksiniz. Durdurun bu gidişatı.” Bir an kadının bildiği şeyleri herkes biliyor zannına kapılarak çevreme baktım. Kimsenin gizlice bize göz attığı ya da çok bilmiş bir ifadeyle baktığı falan yoktu. “Ya odamda bir değişiklik yoksa?” Fiona sevecen bir şekilde gülümsedi. Tabureden inerek ayakta yüzüme baktı. “Öyle olsaydı bana ne gerek vardı?” Bardağında kalan son sıvıyı içti. Ve kapıya doğru yürüdü. Büyülenmiş gibi ardından baktım. Benden başka hiç kimse kadının ne yaptığına dikkat etmemekteydi. Kadın döner dış kapıya dokundu. Bana bakarak hoşça kal işareti yaptı. Kapıyı ittirdi. Dönen kapıdan dışarı çıkarak gözden kayboldu. Ardından bir adım atacak oldum ve vazgeçtim. Kimselerin aldırmadığı eyleminden aşırı etkilenmiştim. Biraz titreyen bacaklarımla dördüncü kata çıktım. Odamın kapısını açıp içeri girdim. İlk bakışta tıpatıp bıraktığım gibiydi. Sonra o şeyi gördüm. Yatağın karşısındaki duvarda, aynanın hemen üstünde bir çocuk yumruğu büyüklüğünde bir oyuk oluşmuştu. O tarafa gidip parmağımla göğsüm hizasındaki oyuğa dokundum. Ayakkabılarının altı kuvvetli bir zamkla taşa yapışık bir çocuğun yaramazlık için bir zili çalması gibiydi. Bir yere kımıldayamadım ve olay mahallinde bitiverdim. Beleğimin tüm karanlık yerlerinde gün ağarmıştı. Evimdeydim.Feriha’yla, karımla çok fena ağız dalaşı yapmıştık. Çok standart bir sorun 188


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

nedeniyle. Kredi kartı harcamaları. İkimiz de çalışıyorduk. Çocuğumuz yoktu, kendi evimizde oturuyorduk, ama bu kartlar yüzünden ayın sonunu getiremiyorduk. Evimiz gereksiz eşya müzesi gibiydi. İkimiz de eşit şekilde suçlu olmamıza rağmen birbirimize üste çıkmaya çabalıyorduk. Derken sağ elim tokat olup karımın yüzüne iniverdi. Bir kere daha. Karım öfkeyle yüzümü gözümü tırmıklamaya başlayınca güreşiyormuşuz gibi sarıldım. Birlikte yere yuvarlandık. Bu beni heyecanlandırmıştı. Birkaç kez böyle bir durumdan sonra seviştiğimiz olmuştu. Yine onlardan birine doğru yuvarlanıyor gibiydik. Ama yanılmışım. Üzerinden elbiselerinin neredeyse tamamını çıkarmama razı geldikten sonra birden yumruğunu yüzüme indiriverdi. Feriha haftada iki kez tenis oynayan otuz yaşında güçlü kuvvetli bir kadındı. Ben de Terminatör tipli biri değildim. Ardından bir daha. İkinci yumruk burnuma inmişti. Parmağımın ucunda kanı görünce ben de ona vurmaya başladım. Önce direndi. Sonra gücü kesildi. Yaşlı gözleri öfkeyle yanıyordu. Ağzının içinde kan vardı. Neyse ki, susuyordu. İçimde hayvanımsı bir enerji büyümüştü. Her şeyi yapabilirdim. Kadını öyle bırakıp banyoya gittim. Yüzümü yıkadım. Kanayan burnuma pansuman yaptım. Çok pişmandım. Bu gece bir arkadaşımda kalmaya karar vermiştim. Bir süre görüşmesek iyi olacaktı. Geri döndüğümde Feriha bıraktığım yerde üzerinde sadece beyaz bir külot yatıyordu. Keşke iş bu raddeye varmasaydı da sevişerek barışsaydık diye düşünürken kapı açıldı. Gelen Feriha’nın babasıydı. Bir blok ötede oturuyorlardı. Dairemizin anahtarının bir kopyası onlarda dururdu. Böylece anahtar kaybı gibi durumlarda sokakta kalmazdık. Ben banyodayken Feriha adamı aramıştı demek ki. “Ne oldu kızım?” “Nazmi.” Adımın tek bir kez söylenmesi adama ne kadar çok şey anlatmıştı. Feriha’nın ağzından süzülen kanlar, dalaşırken çizilen derisi, şakağındaki morluk ve çıplaklığı zor bir sahne yaratmıştı. “Ulan orospu çocuğu ne yaptın kıza?” Kayın pederi daha ilk tanışmamızda sevmemeye karar vermiştim. Belediye’de zabıta müdürlüğünden emekliydi ve bayağı sinirli bir mizaca sahipti. Otoriter bir yapısı vardı. Asabiydi. Kızıyla evlenmemi istememişti. Kızını bana layık bulmadığını ima eden minik laf sokuşturmalarının sayısı belirsizdi. Bazı küçük şeyler zamanla birikir ve çirkef topağı olur. Kötü biri değildi. Keyfi yerinde olduğunda hoşsohbetti. Eli açıktı, ama her hareketi gıcığıma gider hale gelmişti zamanla. Bu lafını ortamın ağırlığı nedeniyle affedebilirdim yoksa. 189


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Orospu senin anandır götveren.” “Ulan sen ne diyorsun?” ”Irzıma geçmek istedi baba.” Feriha’nın ateşin üstüne benzinle gitmesine şaşarak kadına baktım. Yüzünde hınç dolu ifadeyle doğrulmak isterken öksürdü. Ağzından fışkıran kanlar karnına ve göğsüne saçıldı. Adamın elinde daha önce defalarca gördüğüm Smith&Wesson tabanca belirdiğinde öfkem bu tehlikeden sakınabilecek taktiği uygulamamı engelledi. Kayınpederin tabancası ruhsatlıydı. Çok eskiden kalma bir mesele nedeniyle sık sık silâhlı gezerdi.. Bu yaptığım büyük bir hataydı yani. Dedim ya küçük şeyler zamanla birikir. “Bak seni uyarıyorum.” Birden Fiona’nın yüzü belirdi gözümün önünde. Otelin kapısından çıkmak üzereydi. İki avucunu göstererek burada kes işareti yaptı. Kayınpederimin terli yüzüne, tabancayı tutan elinin hafifçe titremesine baktım. Hatırlamıştım. Adama “Kızından sonra karını da test edeceğim.” Demiş ve kurşunlarla sarmaş dolaş olmuştum. Tuhaf bir süreçti. Ben burada ölünce adam hapse girmiş. Daha birinci yılı dolmadan bileklerini keserek intihar etmişti. O intihar edince çeşitli hastalıklarla boğuşan kayınvalide de ölmüş, Feriha’yı ortada bırakmıştı. Sadece Feriha değil bana çok ihtiyacı olan alzaymırlı annem de ele güne muhtaç duruma düşmüştü. Faciaydı. Ben ölmüş gitmişsem bunları nasıl bilebilirdim? Nas Oteli neciydi o halde? Bunları düşünürken kurşunların namluyu terk etmek üzere olduğun hatırlayıp silkindim. “Özür dilerim peder bey.” dedim. “Bir an kendimi kaybettim. Özür dilerim senden de Feriha. Hatalıyım.” Bembeyaz kısa saçlı adam sözlerimden etkilenmişti, ama damarlarında çığlıklar atarak gezen hınç nedeniyle yine de tetiği çekti. Kurşun sol omzumun üstünden geçerek duvara saplandı. Adamın silah tutan eli aşağı inince rahat bir nefes aldım. Feriha da çok korkmuştu. Yüzü pişmanlık bezeleriyle kaplıydı. Dönüp duvara baktım. Büfenin aynasının hemen üstünde bir çocuk yumruğu kadar bir çukur oluşmuştu.

190


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Neyse ki, üst kattaki komşu biraz sağırdı. Alt kattaki de evde değildi herhalde. Silah sesi sorun olmadı. Feriha bir hafta baba evinde kaldı. Sonra barıştık yeniden. İkimiz de o gün hangi belanın üzerimizden atladığını unutmayalım diye duvardaki oyuğu kapatmadım. Üstüne küçük bir yağlı boya tablo astım. Da Vinci’nin Son Yemek tablosunun minik bir reprodüksiyonuydu. Lütfen bu seçimim nedeniyle beni kategorize etmeyin. Daha sonra küçük bir araştırmayla bazı şeyler keşfettim. Fiona, Feriha’nın kolejdeyken baş rolü oynadığı bir oyunun ismiydi. Saçlarını boyamıştı bu rol için. Benim konuştuğum Fiona’nın aynısıydı. Açık mavi kot pantolon ve tuğla rengi dar bir süveterle sahnede fotoğrafları vardı. Rol icabı kullandığı beyaz deri çantaya bayıldım. Feriha’nın Okul numarası da 408’di. 406 mı? İlk onu bulguladım. En çok borcumun olduğu bankadaki hesap numaramın son üç rakamı. Nas Oteli son anda bir belâdan geri dönebilme yeriydi sanırım. Annesini, babasını ve kocasını kaybeden karım Fiona adıyla ziyaretime gelerek beni ve ailesini kurtarmak istedi ve başardı. Bunların hiçbirini kendi bilmiyor. Bilse ima ederdi en azından. Bilinç altında oturan daha derin Feriha’nın işi bu. Bana Nas otelinde zarfları yollayansa kendi karanlık bölgemdi. Belâ paratonerim. Kronik suçlu kalmak isteyen yapıbozumcu yanımdı. Z’leri ve H’leri de arızasız yazabilseydi şimdi 36 ekran televizyonlu bir odada daralıyor olurdum belki. Bu akşam evliliğimizin üçüncü yıldönümü. Karıcığıma bir sürü hediye aldım. Kredi kartıyla tabii. Duvardaki oyuğun arka plan hikâyesini duymak için daha 22 yılcık beklemesi gerekiyor.

Sadık Yemni

191


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

KADINSI ŞÜPHELER Minare merdiveni gibi döne döne çıkan dik basamakları, ilk iki katta koşarak sonraki iki katta giderek ağırlaşan tempo ile tırmandı kadın. Beşinci kat, pilinin tükendiği yer oluyordu çoğunlukla. Hem nefeslenmek hem de az sonra sönecek ışığı yeniden yakmak için durakladı. Her katta bir daire olan diklemesine küçük bir apartman; yedi katlı, garip merdivenli, asansörsüz, komik bir apartman! Işık söndüğünde aidat vermesi gerektiğini ve tam da yöneticinin kapısı önünde durduğunu hatırladı. Otomata yeniden basarken dairenin ziline de dokundu yavaşça. Adamın para istemek ya da başka bahaneyle evine gelmesinden hoşlanmıyordu. Kapı açılana kadar çantasından otuz milyon çıkarmayı başardı. “Merhaba Nermin Hanım, buyrun.” Açılan kapıdan, ancak bir kişinin sığabildiği sahanlığa hücum eden kokudan dehşete düştü ilkin. Sonra büyük bir gayretle toparlanıp, sırıtmayı başardı. “İyi akşamlar. Aidatı verecektim”. Elindeki bir yirmilik bir de onluktan oluşan katlanmamış banknotları sanki kendisine kalkan olacaklarmış gibi kolunun yettiği yere kadar uzatmıştı. “Zahmet etmeseydiniz, ben şey’ederdim. Buyrun içeri gelin. Balık çorbası yapıyordum.” “Hayır, teşekkür ederim. Siz bunu alın lütfen.” “Durun o zaman makbuzunuzu vereyim.” Yorgun bir pire gibi zıplayarak salona yöneldi adam. Kadın ayağının altındaki inşaat artıklarının daha yeni ayrımına vardı. Bir aydır böyle pisti buralar. Gelip geçerken içerden inşaat seslerini de duymuştu birkaç kez. Özellikle dişçi aletine benzer o şey, matkap sesi! “Feci!” diye söylendi. Kokudan bayılacak duruma gelmişti. Gözlerini yumup o anda Ortaköy’de sahilde oturduğunu, deniz kokuları ve martı çığlıkları arasında çayını yudumladığını düşlemeye çalıştı. “İşte buyrun, makbuzunuz. Ama böyle olmadı kapıdan…” Kadın bu sesle zıpladı ve korkunç kokuya, şu ana döndü. Başı tamamen açılmış, emekli, ufak tefek 192


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

adamın çipil gözlerinin içindeki parlak ışıltıya baktı. “Tamam, tamam sağ olun, iyi akşamlar” “Size de Nermin Hanım. Haaa önceki kiracıdan kalan borçları ben ev sahibinize söyledim, siz hiç dert etmeyin” -Etmiyordum zaten!“A çok teşekkürler, hoşça kalın.” Otomatın ışığı üçüncü kez söndüğünden daracık kapı aralığında tehlikeli bir karanlıkta kaldılar bir an. Işığı yakarken kendini basamaklara attı kadın ve bir daha başını çevirip bakmadan, yedinci, yani en üst kattaki çatı katının, taşındığında taktırdığı çelik kapısının önüne kadar koşarak çıktı. Işık bir kez daha sönmeden eline hazırlamış olduğu anahtarı kilide takmayı başardı. İçeri girip kapıyı ardından kapattığında rahat bir nefes aldı. Antrenin ışığını açıp, emniyet kilidini taktı. Gerçi bu gece sevgilisi gelecekti ama olsun, alışkanlık oluşturmaya ve emniyet kilidini evdeyken hep kapalı bulundurmaya gayret ediyordu. Duş almaya hazırlanırken, “Bunlar hep küçük yerden buraya göçmekle ilgili,” diye söylendi. Az önceki sebepsiz tedirginliğini aklileştirmeye çabalıyordu. Uzun yıllar İstanbul’dan ayrı kalmış, Anadolu’daki küçük taşra kentlerinin güvenli, bildik havasına alışmıştı. Tek tük edinmeye başladığı arkadaşları evin yüksekliği nedeniyle kendini ziyarete pek yeltenmiyorlardı, hoş o da bunu pek dert etmiyordu. Yalnız kalmaya, deri değiştirmeye ihtiyacı olduğu bir dönemdi. Bir oda, küçük bir salon ve tek kişilik mutfağı ile derli toplu, sevimli bir evdi. Gerçi evi tutmaya geldiğinde içindeki eşyalar ile görüntüsü; ufak çaplı bir korku filmi sahnesi gibiydi ama emlakçı ne yapmış ne etmiş buranın kaçırılmaz bir fırsat olduğuna onu ikna etmişti. Yatak odasının penceresi boğaz köprüsüne haa tabii biraz da boğaza bakıyordu, ucundan! Evi eşyalı tutmuş olmasına rağmen mevcut durumuyla orada bir gün bile kalamayacağını anlaması için evde yarım saat geçirmesi yetmişti. Bu kârlı (!) alışverişine fazlaca söylenmeden evi boyattı, halı kaplattı ve bütün eşyaları değiştirdi. Allah’tan İstanbul’a geleli ikinci el denilen bir sistem keşfetmişti. Ev sahibinin ağzı kulaklarındaydı tabii, muhtemelen sahip olduğu diğer evlere de Nermin gibi minik bir taşra kuşunun konmasını dilemekteydi. Elektrikli su ısıtma cihazı bol ve sıcak bir su sağlayamadığından, banyo çıkışları kadın için pek

193


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

mutlu olamıyordu. Oysa kıvırcık, gür saçlarının hakkı şöyle kol gibi akan bir su olmalıydı. Aceleyle giyinip saçlarını kuruttu, bir yandan gözü saatteydi. Artık neredeyse kış gelmişti ve günler göz açıp kapayana dek geceye dönüveriyordu. Kapının zili çaldığında yiyecek birkaç lokma bir şey hazırlamayı başarmıştı. Aşağı kapının otomatına bastı ve hemen banyoya koşup saçlarını, nasıl göründüğünü kısaca kontrol etti. Ellerini yıkayıp, parfüm sıktı. “Merhabaaa.” “Selam canım, hoş geldin.” “Hımmm mis gibi de kokmuşuz?” “Evet az önce banyodan çıktım, bak hala yaş bunlar.” Siyah bir ormanı andıran kıvırcık saçları ona doğru silkeledi. “Kurutsaydın ama, sonra da boynum boynum diye sızlanıyorsun.” “E bu kurutmuş halim,” diye kıkırdadı. Salona geçip pek de rahat olmayan kanepeye oturdular, dip dibe. Yemek hazırdı ama ancak bir saat sonra acıktıklarının farkına vardılar. Adam geldiği anda minik dolaba yerleştirmiş olduğu beyaz şarabı açtı. Yemek masası yoktu. Büyükçe sehpayı hazırlamak birkaç dakikadan fazla zaman almadı. Tek çeşitlik sebze yemeği ve salata tek hamlede bitiverdi. Soğuk şarap iyi gelmişti ve fonda Teoman’ın İstanbul’da Sonbahar parçası çalıyordu. Aslında CD ikinci dönüşüne başlamıştı. Kadının aklına akşamki koku geldi sebepsiz yere, farkına varmadan yüzünü buruşturdu. “Ne oldu?” “Hiiiç… Niye?” “Yüzünden tüm İstanbul’un sisi geçti birdenbire.” “Öyle mi? Senden de bi’şey kaçmıyor.” “Eee öyledir. Anlat bakalım.” 194


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Yaa anlatacak bir şey yok, gerçekten.” “Hadi, yorma beni boşuna… Bu kadınlar böyledir işte; konuş dersin konuşmazlar, konuşma dersin susmazlar.” “Evet iki kere iki de dört ediyor hatta!” Güldüler… “Yaa akşam eve çıkarken yöneticiye uğradım, aidat vermek için…” “Eee?” “Hoşlanmıyorum… O adamdan da, evinden de!” “Neden ki? Asılıyor mu?” “Yooo… Yani standart erkek tavrından fazlası var denemez” “Neymiş peki standardımız?” “Yaa şimdi konu o değil.” “Peki, neden hoşlanmıyorsun o zaman?” “Tam olarak bilemiyorum, evi çok pis kokuyor, pis tanımlayamaz, öyle böyle değil. Bir de tükenmeyen inşaatı var, kırk beş metrekare evde ne yapıyorsa artık! Emekli olmuş adam.” “E pes yani, bunun için mi hoşlanmıyorsun zavallı adamdan. Siz kadınları anlamak mümkün değil. Bırak koksun dursun adam, sana ne?” Kadın gücenik gözlerle baktı bu hafifseme tavrına. “Yani sana göre, bir tek adamın bana asılması, hoşlanmama duygumu haklı çıkarabilir, öyle mi?” Adam yerinden kalkıp kanepeye, kadının yanına geçerken, onu da sıkıca kendine doğru çekti, “Tatlım yapma böyle ama, yani öne sürdüğün sebeplerin hiçbir akılcı tarafı yok, bunu sen de biliyorsun.” Hafif bir silkinişle kendini adamın kollarından kurtardı, neşesi iyice kaçmıştı,

195


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Her şeyin akılla açıklanması gerekiyor mu? Ya da duyguların ille bir sebebe bağlanması şart mı? Ben de bunu anlamıyorum. Sen hiç sebepsiz yere bir duyguyla dolmaz mısın?” “Hayır, her zaman bir sebebi vardır.” Gülüyordu “İyi ya o zaman, ne tartışıyoruz ki biz. Kapatalım bu konuyu.” Yerinden kalkıp tabakları toplamaya davrandı. “Ama uzatıyorsun yani.” “Hayır uzatmıyorum, tersine kapatıyorum. Hadi televizyonu aç, bakalım güzel bir film var mı?” dedi gülümsemeyi başararak. Bulaşık tabakları mutfağa taşıdı, büyük bir meyve tabağı hazırladı. Yazdan arta kalan rengârenk meyveler tabağın içinde bir sanat eseri gibi duruyordu. “Sobayı yakmamı ister misin? Akşamları serinliyor ne de olsa.” “İyi olur canım, dur ben yakarım.” Doğalgaz sobasının çakmağına bastı “E yanmadı!” “Şalteri açmadın ki” “Her seferinde kapatıyor musun?” “Yoo… Ben bu hafta hiç yakmadım sobayı. Güneş alıyor burası, biliyorsun, henüz gerek bile duymuyorum.” Yine bir şey hatırladı, tam ağzını açacakken vazgeçip dikkatini televizyona verdi. Aslında aklına gelen; sabahlara kadar borulardan gelen acayip seslerdi. Böyle eski evlerde sık rastlanan bir şey olmalıydı. En azından kadın kendini böyle avutuyordu. Şarabın güzel, gevşeten etkisi, romantik bir filmle birleşerek geceyi her zamanki performansına yükseltti. Uyuduklarında saat dördü çoktan geçmişti. … Ertesi gece bir arkadaşının doğum günü partisine katılan kadın eve saat ikide geldi. Dış kapıyı açmaya uğraşırken arkasından gelen sesle irkildi. “Buralarda muhtar Ahmet Bey’in evi varmış…”

196


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Adamı yalnızca bir an gördü ve yanına yaklaşmasını beklemeden kendini içeri atıp demir kapıyı şiddetle kapattı. Muhtemelen bir sarhoştan fazlası değildi ama kadın, gecenin ilerlemiş saatinde olası bir riski göze almak istememişti. Şiddetle kapanan demir kapı apartmanın içinde neredeyse küçük bir patlama etkisi kadar ses yaratmıştı. Buna feci şekilde pişman oldu. Bu saatte insanları yataklarından zıplatmak tam bir rezaletti. Her defasında bitmeyecek gibi görünen dik merdivenleri hızla tırmanmaya başladı. Işık sönmeden bir seferde yukarı ulaşmak istiyordu. Ne var ki üçüncü katla dördüncü kat arasında bir sürpriz onu bekliyordu. Tam üç basamak yukarısında iri, koyu kahverenginde bir fareyle göz göze geldiler. Her ikisi de kıpırdamaya cesaret edemiyorlardı. Neredeyse otuz saniye donup kalan Nermin çareyi, kenara çekilip yolu boşaltmakta buldu. İyice duvara yapışıp bekledi. Fare önceliğin kendine verildiğini anladı ya da her neyse, hızla atılıp kadının yanından jet gibi geçti ve aşağılarda gözden kayboldu. Kadın, bu vartayı da atlattık gibisinden derin bir nefes alarak yoluna devam etti. Bu merdiven yolculukları kendinde sıklıkla garip bir düşünceye yol açıyordu. Sanki bu merdiven, bilinciyle bilinçaltı arasında bir köprüymüş gibi geliyordu ona. Ve her aklına gelişinde fikrin saçmalığına gülüyordu. Zaten evine “kartal yuvası” diyordu; dünyadan, her şeyden uzakta, bağımsız bir bölüm! Fareyle yaşadıkları özel anlar zaman kaybettirdiği için ışık beşle altıncı kat arasında söndü. Kadının korktuğu da buydu zaten. Karanlıkta yürümek ona hep zor gelmişti. Bulunduğu noktada çakılıp kaldı, aklıyla aşağıya mı yukarıya mı daha yakın olduğunu tartmaya çalışıyordu. Sonunda aşağıya daha yakın olduğuna karar verip, dikkatlice ve milim milim yoklayarak üç basamak indi. Işığın fosforlu düğmesini görmüştü. Biraz rahatlayarak bir basamak daha indi. Tam o anda karanlığın içinde, o daracık yerde yüzüne bir rüzgâr çarptı. Bunun sebebini algılaması da yine talihsiz birkaç saniye yitirmesine yol açmıştı. Karanlığın içinden güçlü bir el öndeki sol bileğine yapışarak şiddetle çekti. Kadın bu çekişin etkisiyle son basamağı adeta uçarak indi ve kendini feci bir kokunun içinde, kapana sıkışmış buldu. Kapı arkasından yavaşça ve itinayla kapanmıştı; ama o artık durumu anlama kıvamındaydı.

Sibel Atasoy

197


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

PERİ Akşam saatleri. Gün yorgun, güneş batmak için sabırsız. Saatlerdir elimde kalem, önümde boş bir kâğıt, öylece duruyorum. Yazmam gerekenler var, ama ilham perisinin fısıltılarını henüz duyamıyorum. Beklemediğim zamanlarda ortaya çıkar, beklediğim zaman ise bir türlü çıkıp gelmez. Kalemimle kâğıt üzerine küçük daireler çizmeye başladım. Sonra çizdiğim daireyi bir “a” harfine dönüştürdüm. “a”nın sol başına bir çizgi çizip “a”yı “b” yapıverdim. Yanına küçük bir “c” çizip “c”nin sonuna dik bir çizgi koydum ve “c” bir anda “d” oluverdi. Harfler âlemi ne efsûnlu bir âlem, diye düşündüm. “a” harfi neden bu şekli almış? Harfler nasıl bir araya gelip eşyaya isim olmuş? Bu isimleri kim koymuş? Omzumda bir kıpırtı hissettim. Pıt, pıt; pıt, pıt. Gelmiş olmalı. İlham perisi ne zaman gelse omzuma oturur ve oturduğu yerden ayaklarını sallamaya başlar. Biliyorum ki birazdan perinin fısıltıları gönül kulağıma çalınmaya başlayacak. Uçsuz bucaksız bir deniz… Denizde binlerce gemi, hepsi paramparça Kıyı yok; rıhtım kayıp. Dümdüz bir vadi. Kılıcı kalkanı atıp kaçmış sözde savaşçıların geride bıraktıkları sahipsiz atlarla dolu. Cesur yürekler yok; kahramanlar kayıp. Ve binlerce melek… Kiminin gözleri sımsıkı kapalı, kimininse yarı açık. Hepsinin kanatları yaralı. Uçabilen yok; ışık kayıp. Önümde uzun süredir bomboş duran kâğıda yazdığım ilk satırlar bunlar oldu. Omzumdaki peri, kulağıma ne fısıldarsa yazmam gerektiğini bilirim. Onu yönlendirmeye kalkarsam sinirlenip omzumdan uçup gittiğine ve uzun bir süre de geri dönmediğine çok defa şahit olmuşumdur. Perinin 198


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

fısıltılarına dikkat kesiliyorum. Yüzyıllardır bu uçsuz bucaksız hayal denizinde, akıl gemisi parçalanmışlara kâğıttan gemiler yapıp onları bu gemilere bindiriyorum. Yazık! Her vadide at sürülmeyeceğini bilmezler. Acemi süvarilerin atlarını “hayret” dizginiyle dizginlemek, kayıp kahramanlara dolu kadehler sunup içindeki delilik şarabından içmelerini sağlamak gerek. Ve o melekler… O, kanatları yaralı ve düşmüş melekler yok mu? Ruhlar meclisindeki günlerini özleyen o yaralı meleklerin kırık kanatlarının yerine muhabbet kanatları takmak ve yeniden uçmalarını sağlamak gerek. Ne zaman kalemin sivri ucu kâğıdın yassı alnına tatlı bir buse kondursa, işte o zaman çağrıldığım yere doğru kanat çırparım. Şimdi benim için akıl gemisi parçalanmışlara kâğıttan gemiler yapma zamanıdır. Kalemi sımsıkı kavrayan elin sahibinin omzuna oturur, kulağına usulca fısıldamaya başlarım. Ben fısıldadıkça az önce hayal gemisinde yolunu da gemisini de yitirmiş olan yolcu ona fısıldadığım kelimeleri kendine can simidi yapar da kıyısız denizde kulaçlar atmaya başlar. Bazen öyle şeyler fısıldarım ki sözlerim acemi süvarilerin atlarını büyüler. Kendini yitirmiş meleklerin gönül aynalarına su serper ve muhabbet tohumları filizlenir içlerinde. Hâsılı yüküm ağır, işim zordur benim. Tüm bunları elimdeki sihirli değnekle yaptığımı sanırlar. Ama keramet, değnekte değil; fısıldadığım sözlerdedir aslında. Kimine parmak büyüklüğünde, külah şapkalı, mor pelerinli, elinde yıldız uçlu bir değnek tutan bir peri olarak görünürüm. Kimineyse ardında parlak bir ışık saklayan gizemli bir kapı olarak... Her ikisi de hakikattir. Kim nasıl bakarsa öyle görür beni. Yazdıklarımı okuyorum. Bir ilham perisinin daha önce kendinden bahsettiğini hiç duymamıştım. Hep başka yerlerden, başka kişilerden fısıltı taşıyan ilham perisinin bu defa kendi hikâyesini anlattığına şahit oluyorum. Elbisem atlas kumaştan, Dilim şeker kamışından, Kâğıtla kalem buluştuğu an. İşte oradadır İLHAM. Harfler bineğimdir benim. Kulaklara fısıldadığım sözler harf elbisesini giyinir ve öylece kâğıda dökülür. Okuduğunu sandığın harfler ilham perisinin fısıltılarının yansımasıdır aslında. Fısıltı yalnızca işitilmez, aynı zamanda okunabilir de. Ve harfler yalnızca yazılmaz, senin kaderini yazabilir de. Harfler! Harfler! Ne büyük bir gizem! Harfler hakkında soru soruyordun, öyle değil mi? 199


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

Omzumdaki küçük periye gözümün ucuyla bakıyorum. Bana küçük bir ışık huzmesi gibi görünüyor. Bir âlemdir, harfler âlemi; âlemler içinde bir âlem… Hiçbir şey yok iken söz vardı. Söz, madde âleminde görünür olsun diye ona harf elbisesi dikildi. Böylece söz mana âleminden çıktı ve madde âlemine girdi. Bu yüzden her bir harf ruhani bir güce sahip oldu. Her biri bir titreşim yaydı çevresine. Harfler bir araya gelir, eşyaya isim verir. Sonra bu isim, eşyanın hakikatine bürünür. “Gül” deyince kokusu gelmez mi burnuna? Ya “Ateş”in ismi bile yakmaz mı tenini? “Güneş” deyince ışığı, Mecnun deyince âşığı bilmez misin? İşte böyle isimle eşya, madde ile mâna birleşir. Hani yaratılışın başlangıcı Işık’tır denir ya! Bak hele bu kelimenin köklerine. Işık – Aşk. Her ikisi de aynı kökten türemiş iki kelime. İşte yaratılışın sırrı. İsmindeki harfleri araştır! İşte sana ipucu: Alfabedeki yedi harf ateş elementini yansıtır. Yedi harf su elementini. Ve diğer yedi harf de hava ve toprak elementini yansıtır. Harfler âleminin yarısı aydınlık harfler diğer yarısı ise karanlık harflerdir. Bunlar da kendi içlerinde erkek ve dişi harfler olarak ayrılır. Noktasız harfler mutlu harfler, noktalı harfler ise uğursuz harflerdir ve her harfin karşılık geldiği sayısal bir değeri vardır. Söylesene senin ismin hangi harflerden oluşuyor, hangi sırları taşıyorsun? Şunu bil ki sen, ismin kadarsın! Harfleri yazdığın anda onlara hayat üflemiş olursun. Yazıyı silersen harfler ölmüş olur. Yazı silinmediği sürece mâna âleminde varlığını devam ettirir. Sen bir yazarsın, bir yazıyı bitirinceye kadar kim bilir kaç harfin katili olursun, hiç düşündün mü? Katil olmak mı? İlham perisi haklı sanırım. Bir yazarın elinde tuttuğu kalem keskin bir bıçak ve yazar da saf zihinlerin katili pekâlâ olabilir. Ya yazılı olmayan, ama seslendirilen, söylenen harflere ne olur, onlar nereye gider? Söylenen sözler, söyleyenin söylediği hal üzere havada asılı kalır… Hem de sonsuza kadar! Bu yüzden yer gök söylenmiş sözlerle doludur. Ben ve benim gibi ilham perileri bu sözleri kalemi tutan ellere fısıldarız. Neden bazı mekânlara girdiğinde, “İlham geldi, yazmak istiyorum,” dediğini sanırsın? O mekânda söylenmiş tüm sözler bir anda gönül kulağına çalınır da ondan… İlham perisi bu defa bana bir hikâye yazdırmıyor, ama aklımdaki sorulara yanıt veriyordu. “Yanılıyorsun. Ortaya bir hikâye değil, ama kocaman bir roman konusu çıktı. Harfler âlemini tanırsan onları yönetebilirsin. Onları yönetebilirsen harfler sana boyun eğer. İşte o zaman bütün

200


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

kâinatı bir roman gibi okuyup yazmaya başlarsın. Hem farkında değil misin ki yazdığın ve bundan sonra yazacağın tüm yazılar aslında zaten ezelde yazılmıştı. Yazının son noktası çoktan konmuş, mürekkebi ise kurumuş. Sen sadece yazının vakti geldiğinde kalemin efendisi olacak ve sözü o âlemden alıp, bu âleme çıkaracaksın, hepsi bu.” Yazdıklarım, yani ilham perisinin fısıltıları beni şaşırtıyor. Harflerin önünde saygıyla eğiliyorum. Kalem de benim önümde saygıyla eğiliyor. Söz, mâna âleminden taşar Madde âlemine akar. Harfler âlemi uçsuz bucaksız bir deniz. Denizde eli kalem tutan binlerce yazar var. Harfler âlemi dümdüz bir vadi. Vadide harflere hayat üfleyen on binlerce ozan var. Kayıp Rıhtım’da binlerce melek Omuzlarında ilham perileri, söze harf elbisesi dikmekteler. Gün bitti, güneş tamamen battı. Güneş bu diyarda batarken kim bilir hangi diyarlarda doğuyor. Üzerine akşamın loş ışığı düşen kâğıdımın boş kalan alt kısmına şunları yazıp noktayı koyuyorum. Yazar harflere hayat üfler, Harfler hayal denizini aşar Kıyıya vurur. Harfleri kendine boyun eğdiren kalem ehli Bir gün gelir KAYIP RIHTIM’ı bulur…

Şebnem Pişkin

201


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

MESAİ SABAHI Kiras, o sabah yine her zamanki gibi bir iniltiyle uykusundan koparıldı ve inilti çığlığa dönüşürken de yavaş yavaş uyandı. Yine her sabah olduğu gibi nefret etti uyanmaktan. Yatağında usulca kıpırdandı. Yok, sert kaburga kemiklerinden yapılmış olan yatağının yumuşaklığını terk etmek istemiyordu. Hele üzerini örten saç battaniye altında ölmeyi arzu ettiren okşayışıyla onu uyuşturuyordu. Tekrar uykuya dalacakken feryat etmeyi de aşan çığlıkla uykusundan tamamıyla uyandı. Cehennemde yeni bir iş günü başlıyordu... Yatağından yavaşça doğrulan Kiras, kindar bir ifadeyle çalar saatine baktı. Çalar saat görevi o gün kendisine verilmiş olan zavallı günahkar ruh acı ve merhamet dolu bir bakışla karşılık verdi ona. Fakat boşuna... Kiras’tan merhamet dilenmek... Çalar saat görevi verilmiş günahkar ruh kendisini diz üstü çöktürerek arkasına geçmiş olan iblisin ensesine pençesini batırmasıyla çığlık atmayarak dişlerini sıktı ve çığlık atarsa başına gelecekleri bildiği için inatla, ancak küçücük bir inilti çıkardı. Buna sinirlenen İblis pençesini daha da dibe saplayarak tırnaklarını çalar saat görevi verilmiş günahkar ruhun beynine sokuverdi ve işte o anda olanlar oldu. Çığlık daha ağızdan çıkarken Kiras her sabah çalar saat görevi verilmiş günahkar ruhların her birine yaptığı şeyi yaptı ve koca ağzını açarak çalar saatin kafasını tek hamlede ısırdı, kopardı, çiğnedi, tadına baktı, yuttu ve geğirdi. “Efendimiz sıcak, taze bir çay ister mi acaba?” diye sordu işkenceci İblis ve Kiras ona bakarken gülümseyiverdi. Yaklaşık... Ne kadarsa işte, ortalama birkaç milyar yıldır aynı oyunu oynuyorlardı. Her ikisi de bu oyundan zevk alıyorlardı. İblis gelir efendisini uyandıracak çalar saati kurar, sabah olduğunu varsaydığı bir zamanda da saati çalar efendisini uyandırırdı. Efendisi de uyanır, saati yer, üstüne çay içerdi, sonra da iş başlardı. “İsterim İblis efendi, çay iyi olur. Afyonumu patlatır.” “Ne çayı olsun peki? Bugün cehennemimize taze insan ruhları geldi bolca, sonra Artaron Galaksisi sakinlerinden şu Hortum burunlulardan geldi birkaç tane ve...” “Artaron çayı iyi olur. Kanlarındaki mavilik zihnimi rahatlatıyor.” 202


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Peki içine az insan rendesi ve Gulagh Galaksisi Nubartkotoru dışkısı karıştırmamı ister misiniz?” “Evet, evet iyi olur. Ha, bir de şu saati al şuradan... Onu bizim psikopatların çalıştığı çukura at da sevinsin garipler. Bir süredir işkence ettikleri ruhların dayanıksızlığından yakınıp duruyorlardı, bu inatçı bok onları bir süre eğlendirir.” “Emredersiniz efendim.” İblis uzaklaşırken gözü dalan Kiras, cehennemin ucu bucağı belli olmayan alevlerine bakakaldı bir süre. “Galiba daha tam uyanamadım!” diye düşündü. Neydi acaba bu uyku düşkünlüğü? Halbuki hiç de iş yaptığı yoktu. Cehennemin bu bölümüne baş Zebani olarak atandığından beri hiçbir şey yaptığı yoktu. İşkence, azap çektirme, yolma, kırma, yakma v.s. gibi onlarca etkinliği yapan ve eğlenenler hep diğerleriydi. O ise bir efendiydi ve... “Doğruydu söylenenler, liderlik yalnızlık demekti. Çalışanlar arasına katılamazsın, yüz göz olamazsın, eğlenemezsin, eğlensen de abartı dozunda sakin olman gerekir... Kötü bir şey bu yalnızlık...” Ama neyse ki sadece bir baş Zebani’ydi o. Ya bir de Tanrı olsaydı ne yapardı? “Aman Tanrı göstermesin!” Gerçi öyle bir atama olacağı yoktu ya o da başka. “Efendimiz yüzünüzü yıkayacak mısınız?”. Dişi bir İblis yerlerde sürünen memelerinden sağdığı sütle dolmuş olan bir Sibartdık Galaksisi devlerinden birinin kafatasını ona doğru uzatıyor, ona yaranmak için de çapkınca gülümsüyordu. Kiras, ayılmak istemeyen beynini zorlayarak kollarına komut verdi ve ellerini süte daldırdı. Ardından da sütü hızla yüzüne çarptı ve titreyerek ayıldı. O, Kiras’tı. Cehennemin bu bölümünün baş Zebanisi. Günahkar ruhlara işkence edeceklerin denetçisi ve lideri. O, canı çay isteyen biriydi. Hem nerede kalmıştı bu çay? İblis sanki bu sabırsızlığı hissetmiş gibi hemen yanında bitti. “Efendim çayınız...” Çayı uzatırken korkuyla titredi “Şey, efendim, taze Artaron ruhları daha ben onlara ulaşamadan işkenceye alınmışlardı. İçlerinden en az murdarlanmışını seçmem zaman aldı sonra...” “Yine şu Melek bozması İblislerin işgüzarlığı mı bu?” “Evet efendim. Gelen ruhları hemen işkenceye sokmak gibi bir çalışkanlık hastalığı var onlarda. Ruhlar daha cehennemin kapısında göründüklerinde başlıyorlar işe. Diğer İblisler bu durumdan şikayetçiler efendim. Onların bu işgüzarlığı onları iş yapmıyormuş gibi gösteriyormuş.”

203


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

“Anlamıyorum... halbuki sonsuza dek vakitleri var... Anlamsız bir çalışkanlılık bu... ha, bu arada, çay fena olmamış!” “Afiyet olsun efendim!” “Haydi, gel de şu salaklara şu sonsuz vakit olayını bir anlatalım.” Bu şekilde Kiras elinde çayı, yanında yardakçısı yeni bir mesaiye doğru hiç acele etmeden yol aldılar. Çay iyiydi, süt onu uyandırmıştı, kendine yapacak bir iş bulmuştu ve canı deli gibi uyumak istiyordu.

Ümit Kireççi

204


Aylık Öykü Seçkisi | Birinci Yıl | Sayı: 13

Haziran 2010

205


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.