Panorama Khas 28

Page 1

DOSYA: DÜNYANIN GELECEĞİ / GELECEĞİN DÜNYASI Değişen teknoloji ile birlikte hayatımıza hızla dâhil olan yeni kavramlar ve nesneler geleceğimizi nasıl etkileyecek? Endüstri 4.0, blokzincir, kripto paralar ve akışkan veri üzerine merak ettikleriniz bu dosyada.

Toplumsal Bellek: Geçmiş ve Geleceği ile Türkiye Panoraması

Benim Büyük ve Kalabalık Süleymaniye’m

RHM Koleksiyonundan Özel Bir Seçki

Yaz 2018, Sayı 28


Hedefiniz Yüksekse Kadir Has Üniversitesi Lisansüstü Programları Sizi Bekliyor

Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Programları

Fen Bilimleri Enstitüsü Yüksek Lisans Programları

Doktora Programları

Ekonomi Enerji ve Sürdürülebilir Kalkınma Film ve Drama Finans ve Bankacılık İletişim Bilimleri İşletme MBA Kamu Hukuku Kurumsal İletişim ve Halkla İlişkiler Yönetimi Özel Hukuk Psikoloji Sinema ve Televizyon Tasarım Uluslararası İlişkiler Yeni Medya

Bilgisayar Mühendisliği Elektronik Mühendisliği Endüstri Mühendisliği Finans Mühendisliği Hesaplamalı Biyoloji ve Biyoinformatik Kültür Varlıklarını Koruma Mimarlık ve Kent Çalışmaları Yönetim Bilişim Sistemleri

Ekonomi Finans ve Bankacılık Özel Hukuk Uluslararası İlişkiler Bilgisayar Mühendisliği Biyoinformatik ve Genetik Endüstri Mühendisliği Elektronik Mühendisliği Yönetim Bilişim Sistemleri

2018-19 Güz Dönemi Başvuruları

18 Haziran - 10 Ağustos 2018 BURSLAR ve KURUMSAL ANLAŞMALAR İÇİN: 0212 533 65 32 (1654) graduate.admissions@khas.edu.tr www.khas.edu.tr

facebook.com/Khasedutr

twitter.com/khasedutr

* Yüksek lisans programlarının tezli/tezsiz alternatifleri mevcuttur.


1

iCiNDEKiLER 03 Sunuş 04 İktisat Tarihi Peşinde Bir Ömür Şevket Pamuk Bu yılki Kadir Has Üstün Başarı Ödülü sahibi iktisat tarihçisi Pamuk, çalışmalarını, Türkiye’de ve dünyada iktisat tarihçiliğinin gelişimi ile ilişkilendirerek anlatıyor.

07 Teleoloji, Anakronizm ve Tarihçinin Alâmet-i Fârikası Emrah Safa Gürkan Bu yılki Kadir Has Gelecek Vaadeden Bilim İnsanı Ödülü sahibi Gürkan, profesyonel bir tarihçiyi tarihçi yapan özelliklere odaklanıyor.

10 RHM Koleksiyonundan Özel Bir Seçki: “Toprağın Mirası” Zeynep Çulha Neolitik dönemden Selçuklu’ya uzanan koleksiyon kapsamında, insan yaşamının temel noktalarına şahitlik etmiş eserlerin hikâyeleri.

14 Romanti̇k Bağlanmanın Bi̇leşenleri̇ni̇ İncelemek: Deneye Si̇z de Davetlisiniz! Mehmet Harma-Yunus Bayramoğlu-Büşra Eylem Aktaş Romantik ilişkilerde bağlanma deneysel bir çalışma ile inceleniyor.

17 Benim Büyük ve Kalabalık Süleymaniye’m Ulaş Tosun Afgan mültecilerin zor yaşam koşullarına odaklanan Afganistanbul belgeselinin ayrıntıları.

20 Yöndeşen Medya ve Dijital Emek Sömürüsü: Christian Fuchs Henry Jenkins’e Karşı Özer Bereket Henry Jenkins ve Christian Fuchs’un, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin bireylerin hayatlarını nasıl etkilediğine dair yorumları inceleniyor.

23 DOSYA: DÜNYANIN GELECEĞİ / GELECEĞİN DÜNYASI Değişen teknoloji ile birlikte hayatımıza hızla dâhil olan yeni kavramlar ve nesneler geleceğimizi nasıl etkileyecek? Endüstri 4.0, blokzincir, kripto paralar ve akışkan veri üzerine merak ettikleriniz bu dosyada.

24 Endüstri 4.0 Sularında Alesta Tiramola Ebru Dilan


2

ISSN: 2146-4820

27 Dijital Geleceğimiz ve Blokzincir Ahmet Yücekaya

31 Akışkan Veri ve Genel Veri Koruma Düzenlemesi Salih Bıçakçı

35 Kripto Paralar ve İnternet Nesneleri İsmail Hakkı Polat

38 Değişen Kentler, Değişen Kadınlar: Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin Röportaj: N. Buket Cengiz - Petra De Bruijn Seyirciyi, aynı aileden üç kuşak kadının iç konuşmaları üzerinden İstanbul’un elli yıllık geçmişini düşünmeye davet eden bol ödüllü oyunun yazarı ile röportaj.

41 Yabancı Dil Öğretiminde Edebî Metinlerin Rolü Hande İsaoğlu Yabancı dil öğretiminde gerekli olan becerilerin ve dil kullanımının doğru şekilde öğretilmesi için edebî metin kullanımı yaygınlaşmaya başladı.

44 Toplumsal Bellek: Geçmiş ve Geleceği ile Türkiye Panoraması Sezin Öner - Sami Gülgöz Türkiye toplumu için bir toplumsal bellek panoraması çıkarmak bu toplumun dinamiklerini anlamak için önemli.

49 Louvre Müzesi: Mona Lisa ile Selfie’den Çok Daha Fazlası Orhan Şener - Mehmet E. Demirel

Yaz 2018, Sayı 28 Kadir Has Üniversitesi Adına Sahibi Sondan Durukanoğlu Feyiz Genel Yayın Yönetmeni Mustafa Aydın Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Şehnaz Şişmanoğlu Şimşek Genel Koordinatör İpek İli Erdoğmuş Yayın Kurulu Aslı Çarkoğlu Feza Kerestecioğlu Hasan Bülent Kahraman Didem Kılıçkıran Lerna K. Yanık Olgun Akbulut Sevda Alankuş Tasarım Sibel İlkin Uçuran Web Tasarım Sercan Tan Web Tasarım Asistanı A. Kadir Özdemir Redaksiyon Esra Yıldız Fotoğraf Ulaş Tosun Baskı G.M. Matbaacılık ve Ticaret A.Ş. 100 Yıl Mah. Mas-Sit 1. Cad. No: 88 Bağcılar – İstanbul 0212 629 00 24 - 25 Baskı Tarihi Ağustos 2018

Avrupa Müzeleri kitabının yazarından Louvre Müzesi’ni ziyaret etmek isteyenler için mini bir rehber.

Yönetim Yeri Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali İstanbul

53 İrlanda Sineması’nda Zaman, Mekân ve İnsan

İletişim 0 212 533 65 32 panorama@khas.edu.tr www.khas.edu.tr

Murat Akser Literatürde “ufak ülke sineması” olarak geçen İrlanda’nın aslında etkileyici bir film yapımı tarihi var.

57 Türkiye Futbolunda Yabancı Oyuncu Sorunsalı Emir Güney T ürkiye futbolunun en çok tartışılan başlıklarından yabancı oyuncu sınırının ülke futboluna etkileri konusu 2018/19 sezonunda da gündemden düşmeyecek.

Yayın Türü Ulusal - Süreli - 3 ayda 1 yayınlanır. Yayınlanan yazı ve fotoğrafların tüm hakları PANORAMA Khas Dergisi’ne aittir. Önceden yazılı izin alınmaksızın hiçbir iletişim, kopyalama ve yayın aracı kullanılarak yeniden yayınlanamaz, çoğaltılamaz, dağıtılamaz, satılamaz veya herhangi bir şekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullanımına sunulamaz. Akademik ve haber amaçlı alıntılar bu kuralın dışındadır. Yayınlanan yazılarda belirtilen fikirler yalnızca yazar/yazarlarına aittir.


03 3

SUNUS Değerli Okurlar, Yaz günlerinizi renklendirecek yeni bir sayı ile karşınızdayız. Geleneksel Kadir Has Ödülleri geçtiğimiz Mart ayında sahiplerini buldu. Bu yıl Osmanlı Ekonomik ve Toplumsal Tarihi çalışmaları alanında önemli katkılarda bulunmuş bilim insanlarına verilen ödülün sahipleri, kendi alanlarına ilişkin tarihçi olmayan okurların da ilgisini çekecek yazılarıyla bu sayımıza katkı sundular. İktisat tarihi çalışmalarında Osmanlı ve Cumhuriyet deneyimlerini dünya iktisat tarihi içerisinde konumlandıran Şevket Pamuk ile tarihçi olmanın alâmet-i fârikalarını anlatan Emrah Safa Gürkan’ın yazılarını ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz. Bu sayıdaki dosya konumuz ise Geleceğin Dünyası / Dünyanın Geleceği başlığını taşıyor. Hayatımıza her gün yeni bir kavram ya da nesne armağan eden teknolojik gelişmelerin günümüzdeki yansımalarına ilişkin hazırladığımız bu dosyada endüstri 4.0, blokzincir, kripto paralar ve akışkan veri üzerine merak ettiklerinizi ele aldık. Bu sayımızda Türkiye toplumu için toplumsal bellek panoraması çıkaran bir araştırmanın sonuçlarını da bulacaksınız. Katılımcılara doğdukları günden bugüne kadar Türkiye’de olan hangi olayları hatırladıkları ve bu olayları hatırlanabilir kılanın ne olduğu gibi sorular yönelten araştırmanın bulguları da en az sorular kadar ilginç ve üstünde düşünülmesi gereken sonuçlar içeriyor. Bakalım siz bu sonuçlar üzerine neler düşüneceksiniz? Rezan Has Müzesi’nin yeni sergisi “Toprağın Mirası”, hem sıcak yaz günlerinde serin mekânı hem de Neolitik dönemden Selçuklu’ya uzanan koleksiyonu kapsamında sergiledikleri ile ziyaretçilere çok şeyler vaadediyor. 3000 eserin içinden özenle seçilerek hazırlanan sergide yüzyıllar öncesinden kalan gündelik hayat eşyalarına yakından bakarken, Tarsuslu Theodoros’un bıraktığı ize hayran kalacaksınız. Güz sayısımızda buluşmak dileğiyle...


4

İKTİSAT TARİHİ PEŞİNDE BİR ÖMÜR

Şevket PAMUK 2018 Kadir Has Üstün Başarı Ödülü Sahibi Boğaziçi Üniversitesi Öğretim Üyesi

Kadir Has sağlık ve özellikle eğitim alanlarındaki hayır işleriyle büyük bir isim. Beni bu önemli ödüle layık gördükleri için Kadir Has Üniversitesi’ne ve Jüri’ye çok teşekkür ederim. Beni onurlandırdınız.


5

Burada size kısaca bir iktisat tarihçisi olarak çalışmalarımı, Türkiye’de ve dünyada iktisat tarihçiliğinin gelişimi ile ilişkilendirerek, yansıtmaya çalışacağım. 1960’larda ve 1970’lerde üniversite öğrencisiyken Türkiye’de iktisat tarihçiliğine büyük merak vardı. Uzun vadeli iktisadi gelişme, Türkiye’nin 20. yüzyılın ikinci yarısında karşı karşıya olduğu sorunların merkezinde görülüyordu. Ayrıca yüzyıllar boyu varlığını sürdüren geniş bir imparatorluğun mirası da merak ediliyordu. Benim birinci kuşak diye adlandırdığım Ömer Lütfi Barkan, Halil İnalcık ve Halil Sahillioğlu gibi tarihçiler, Osmanlı arşiv belgelerini kullanarak hem Osmanlı iktisadi kurumlarına ışık tutmaya hem de Osmanlı dönemi iktisat tarihçiliğinin temellerini oluşturmaya başlamışlardı. İlk kuşak imparatorluğun temel kurumları üzerine ortaya oldukça zengin bir tablo çıkarmaktaydı. Ancak nicel çalışmalar henüz sınırlıydı. Dünya iktisat tarihçiliği ile ilişkiler ve bağlantılar yeni yeni başlıyordu. O yıllarda dünya iktisat tarihçiliğine olan ilgi gelişmiş ülkelerin iktisadi tarihiyle sınırlıydı. Kapitalizmin ilk güçlendiği Batı Avrupa ülkeleri ve ilk Sanayi Devrimi’ni gerçekleştiren İngiltere büyük ilgi görüyordu. Buna karşılık, gelişen ülkelerin iktisadi tarihi hakkında bilgiler ve çalışmalar henüz çok sınırlıydı. Ancak ilerleyen yıllarda dünyanın diğer bölgelerinin ve bu arada gelişen ülkelerin iktisadi tarihine ilgi artmaya başladı. Bir yandan da iktisadi gelişmenin kökenlerinin tarihte olduğu ve tarihte aranması gerektiği düşüncesi güçlenmeye başladı. Bu düşünce ve arayışlar, zaman içinde gelişen ülkelerin iktisadi tarihinin kuramsal temellerini de güçlendirdi. Yurtdışında doktora çalışmalarımı tamamladıktan ve Türkiye’ye dönüp Boğaziçi Üniversitesi’nde çalışmaya başladıktan sonra, Dünya İktisat Tarihi Derneği, Avrupa İktisat Tarihi Derneği ve Asya İktisat Tarihi Derneği gibi meslek kuruluşlarında yöneticilik, başkanlık, dergi editörlüğü yaptım. Aynı zamanda Türkiye ile dünya iktisat tarihçileri ve dünya iktisat tarihçiliği arasında daha güçlü köprüler kurmaya çalıştım. Bir yandan da Osmanlı’yı ve Türkiye’yi dünya iktisat tarihçiliğinde karşılaştırmalı bir yere yerleştirmek için gerekli gördüğüm uzun dönemli çalışmalara yöneldim.

Dünya İktisat Tarihçiliğinde Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye 1990’larda başladığım uzun dönemli nicel çalışma, Osmanlı döneminde para, fiyat ve ücretler üzerineydi. Para, fiyatlar ve ücretler üzerine yapacağım çalışmalarla Osmanlı coğrafyasındaki uzun vadeli iktisadi gelişmenin boyutları ve zamanlaması

hakkında önemli ipuçları elde edeceğimi düşünüyordum. 19. yüzyıla kadar çoğu ülkede olduğu gibi Osmanlı Devleti’nde de gümüş ve bir ölçüde altın sikkelere dayalı bir para düzeni vardı. Ancak Osmanlı para birimleri olan akçe ve daha sonra kuruşun gümüş içerikleri zaman içinde sabit kalmamış, sürekli olarak azalmıştı. Bu eğilimin nedenleri önceleri tam olarak anlaşılamıyordu. Zaman içinde Osmanlı para düzeninin özelliklerini araştırırken, akçe ve daha sonra kuruşun gümüş içeriklerinin azalmasının savaşlarla ve mali güçlüklerle ilgili olduğu, özellikle savaş dönemlerinde hazine üzerinde oluşan mali baskılar karşısında devletin önce akçe daha sonra ise kuruşun gümüş içeriğini azaltarak ek gelir sağlamayı hedeflediği ortaya çıktı. Aynı yıllarda bir yandan da İstanbul’da tüketici fiyatlarının uzun vadeli eğilimlerini ortaya çıkarmaya çalışıyordum. Bu amaçla Devlet İstatistik Enstitüsü’nün sağladığı destekle lisansüstü öğrencilerinden oluşan ufak bir ekip oluşturdum. Daha önce Ömer Lütfi Barkan’ın başlattığı yöntemi izleyerek, Osmanlı arşivlerinde saray mutfağının ve çeşitli imaretlerin binlerce hesap defterini inceleyerek 15. yüzyıldan başlayan ve 20. yüzyıla kadar gelen bir tüketici fiyat endeksi oluşturmaya giriştim. Kısa süre içinde, fiyat tarihi alanında ortaya çıkan bulgularla para tarihinin birbirleriyle sıkı sıkıya ilişkili olduğu, uzun vadede İstanbul’da fiyatların düzeyini belirleyen en önemli etkenin akçe ve kuruşun gümüş içeriği olduğu, en hızlı enflasyon dönemlerinin ise akçe ve kuruşun gümüş içeriğinin en hızlı azaldığı dönemler olduğu ortaya çıktı. Osmanlı para biriminin gümüş içeriğinin azalması ise devletin mali sıkıntılarıyla ve bunalımlarıyla yakından ilişkiliydi. Para ve fiyat tarihinin uzun dönemli eğilimlerini ortaya çıkardıktan sonra, ücretlerin ve dolayısıyla kişi başına düşen gelirin uzun dönemli eğilimlerini araştırmaya başladık. Bu konuda o yıllarda dünya iktisat tarihçiliğinde yaygın olarak benimsenmeye başlanan bir yöntemi kullandık. Sanayi Devrimi öncesinde inşaat işçilerinin ücretlerinin ekonomideki genel verimlilik düzeyini yansıttığı düşünülüyordu. Biz de inşaat işçilerinin ücretlerinin satın alım gücünü ve zaman içinde nasıl değiştiğini hesaplamaya yöneldik. Bu amaçla İstanbul’da ve bir ölçüde diğer kentlerdeki vakıfların binlerce inşaat ve tamir hesap defterini kullanarak ücretlerin uzun dönemli eğilimlerini izledik. Para, fiyatlar ve ücretler üzerine yaptığımız bu çalışmalar bize Osmanlı tarihinin farklı dönemlerinde ücretlerin satın alım gücünü, kişi başına düşen gelirleri ve farklı parasal büyüklükleri ilk kez olarak birbirleriyle karşılaştırabilme fırsatı verdi. Ayrıca ve belki daha da önemlisi, aynı fiyat ve ücret dizilerini kullanarak Osmanlı ile diğer ülkelerdeki ücret ve gelirleri birbirleriyle


6

Osmanlı’nın Cumhuriyet’e Mirası Araştırmalarımda önemli yer tutan bir diğer konu da Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş ve Osmanlı’nın günümüze mirası olmuştur. Kişi başına üretim veya gelirin kalıcı olarak artması olarak tanımlanan iktisadi büyüme, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ulusların zenginliğini ve yoksulluğunu belirleyen en temel süreç konumuna geldi. Bu nedenle bugünkü Türkiye’nin iktisadi gelişim tablosu, uzun vadeli nedenleri ve kökenleri daha da gerilere gitmekle birlikte, büyük ölçüde son iki yüzyılda belirlenmiştir. 19. yüzyılda Osmanlı ekonomisinin dünya ekonomisine açılışı sürecini ilk kez doktora tezimde çalışmış, daha sonra yayınladığım kitapta bu dönemi en iyi özetleyecek deyimin “bağımlılık ve büyüme” olduğunu belirtmiştim. Son on beş yılda bu daha yakın döneme geri dönerek Türkiye’de kişi başına gelirin son iki yüzyılda gösterdiği eğilimleri dünya ölçeğindeki eğilimlerle birlikte inceledim.

karşılaştırmamız mümkün oldu. Bu sayede İstanbul ile kuzeybatı Avrupa’daki önde gelen kentler arasındaki gelir farklılılarının kökenlerinin 16. yüzyıla kadar gittiğini, ancak İstanbul ile Avrupa’nın diğer bölgeleri arasındaki gelir farklılıklarının 19. yüzyıla kadar daha sınırlı kaldığını gözlemledik. Para tarihi ile başlayan çalışmalarımın bir diğer bölümü ise imparatorluk ölçeğindeki darphanelerin işleyişi, vergi kural ve kurumlarının değişimi ve daha genel olarak para, maliye ve finans kurumlarının uzun dönemli evrimi üzerineydi. Bu çalışmalar Osmanlı devletinin pek çok konuya sert kurallar ve sert uygulamalar ile değil, esneklik ve pragmatizm ile yaklaştığını, ve imparatorluğun bu denli geniş coğrafyada bu kadar uzun ömürlü olabilmesinin bu esneklik sayesinde mümkün olduğunu gösterdi. İlişkili bir diğer konu da devletin merkezde toplayabildiği vergilerdi. 17. ve özellikle 18. yüzyıllarda Avrupa’da devletlerin merkeze nakit olarak çekebildikleri vergi miktarları hızla arttı. Osmanlı merkez bütçeleri ile birlikte para ve fiyat endekslerimizi kullanarak yaptığımız çalışmalar, Osmanlı vergi gelirlerinin artmadığını, 18. yüzyılın sonuna gelindiğinde ise Osmanlı devletinin Polonya ile birlikte Avrupa’da kişi başına en az vergi toplayabilen iki devletten biri olduğunu gösteriyor. Düşük vergi gelirlerinin en başta gelen nedeni, vergi gelirlerinin büyük bir bölümünün başkentte ve taşradaki aracıların elinde kalmasıydı. Vergi toplayamayan devletin savaşlarda başarılı olması mümkün değildi. Osmanlı ordusu da hem başka nedenlerden hem de mali nedenlerden dolayı Avrupa’daki savaşlarda sık sık yenilgiye uğramaktaydı. Osmanlı devleti ancak III. Selim ve II. Mahmud dönemlerindeki merkezileşme hamlesiyle aracıların gücünü azaltacak ve 19. yüzyılda merkezde daha fazla vergi toplayabilecektir.

Türkiye’de kişi başına gelir son iki yüzyılda yaklaşık 15 kat artış gösterdi. Bir başka deyişle, bugün Türkiye’de ortalama bir kişinin gelirinin satın alım gücü, iki yüzyıl öncesine kıyasla 15 kat daha yüksek. Ancak son iki yüzyılda dünyanın tüm bölgelerinde kişi başına gelirler yükselme eğilimi içinde olduğundan, Türkiye’nin iktisadi büyüme sicilini karşılaştırmalı olarak da incelemek gerekir. 19. yüzyıl Osmanlı ekonomisinde kişi başına gelirler artma eğilimi içinde olmasına karşın, bugünün gelişmiş ülkelerinde hızlı bir sanayileşme yaşandığından Türkiye ile gelişmiş ülkeler arasındaki kişi başına gelir farklılıkları 1950 yılına kadar artmaya devam etti. Ancak Türkiye’nin 1930’lardan itibaren ve özellikle de İkinci Dünya Savaşı sonrasında sanayileşmeye başlaması nedeniyle, aradaki farkın bir bölümü günümüze kadar kapanmaya devam etti. Uzun dönemli karşılaştırmalar, son iki yüzyılda Türkiye’de kişi başına gelirin ve iktisadi büyüme hızlarının dünya ortalamalarınının biraz üzerinde fakat onlara yakın kaldığını gösteriyor. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında “iktisadi mucize” yaratan İtalya ve İspanya gibi Güney Avrupa ülkelerinin ya da Japonya ve Güney Kore gibi Doğu Asya ülkelerinin büyüme hızlarını yakalayamadığı görülüyor. Bunun nedenlerini dar anlamıyla iktisat çerçevesinde ya da iktisat politikalarında aramak doğru olmaz. Bugün hem iktisat bilimi hem de diğer toplumsal bilimler temel nedenin, daha derinlerde olduğuna işaret ediyor. Son iki yüzyılda Türkiye’nin iktisadi gelişiminin niçin daha güçlü olamadığının nedenlerini anlamak için toplumsal yapıya ve siyasetin özelliklerini de içeren daha geniş bir çerçeveye bakmak gerekiyor. Son yıllarda tarihçi ve tarihe meraklı iktisatçı genç arkadaşlarımla birlikte Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve günümüze kadar Türkiye’de iktisadi eşitsizliklerin, gelir ve servet eşitsizliklerinin ve bölgesel eşitsizliklerin tarihini incelemeye yöneliyoruz. Bir kuşak öncesine kıyasla bugün Türkiye’de iktisat tarihçiliğinin altyapısı ve dış bağlantıları daha güçlü. Bugün Osmanlı toplumunu ve ekonomisini daha iyi anlayabildiğimizi düşünüyorum. Uluslararası tartışmalarda ve literatürde daha fazla yer alıyoruz. Bu çorbada benim de tuzum oldu ise, ne mutlu bana. Bu değerli ödül için tekrar teşekkür ederim.


7

TELEOLOJİ, ANAKRONİZM VE TARİHÇİNİN ALÂMET-İ FÂRİKASI

Emrah Safa GÜRKAN 2018 Kadir Has Gelecek Vaadeden Bilim İnsanı Ödülü Sahibi İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Öğretim Üyesi

Herkesin her şeyin uzmanı olduğu, ama en çok da tarih, siyaset ve futbol üzerine yorum yapılan ülkemizde tarihten bahsedince akla gelen, daha doğrusu pek gelmeyen ama gelmesi gereken ilk soru, bir tarihçinin alâmet-i farikasının ne olduğudur. Bir olguyu araştırırken profesyonel bir tarihçi diğer alanlardan gelen akademisyenlerden farklı olarak ne yapar? Onun tarih yorumunu bu araştırmacıların ya da tarihe belki bazı profesyonellerden bile daha fazla zaman ayıran amatör okuyucularınkinden ayıran nedir?

Tarihçiyi diğer araştırmacılardan ayıran ilk şey bizzat kaynağın kendisiyle haşır neşir olmak zorunda olmasıdır. Birincil kaynaklarla tecrübesi olmayan biri tarihsel perspektifi kavramakta büyük sıkıntılar çekmeye mahkumdur. Burada birincil kaynaktan kasıt sadece arşiv belgesi değildir. Alana ve zamana göre kaynağımız, anı, mektup, günlük, gazete, broşür, anlaşma, tapu, doğum kaydı, muhasebe defterleri gibi bir belge de olabilir; resim, edebiyat, heykel alanında bir eser de. Yakın zamanda gerçekleşmiş hadiseler için röportajlarla sözlü tarih yapmak mümkün iken, antik çağları çalışan araştırmacılar arkeolojinin bulgularından

yararlanmak zorundadır. Gene askerî tarihçiler eski savaş aletlerinin kullanımı ile ilgili temel bilgileri edinmek (ki buna tecrübî tarih diyoruz) ve savaşların yapıldığı alanları topografik olarak incelemek durumundadır.

Anakronizm ve Teleolojiden Uzak Durmak Buraya kadar aslında çok da ilginç bir şey söylemedik. İncelenen eserlerle yetinmemenin ve direkt kaynaklara inmenin mantığı dönemin şartlarını anlamak ve tarihle ilgilenen amatörlerin en sık düştüğü iki hata olan anakronizm


8

ve teleolojiden uzak durmaktır. Yani olayları bugünkü değer yargılarıyla değerlendirmekten ve sebepleri sonuçlara göre şekillendirmekten imtina etmek. Osmanlı tarihinden bir iki örnek verelim. Mesela, Balkanlar’daki halkların bugün Türkçe konuşmamasını Osmanlıların başarısı (demek ki İngiltere gibi emperyalist değildir) ya da başarısızlığı (dil öğretememesi kalıcı bir idare kuramamasındandır) olarak yorumlamak bir dönem çok popülerdi. Oysa, soru baştan yanlıştır; modernite öncesi hangi devlet hangi millete ne öğretmiştir ki, Osmanlılar öğretsin? Devletin modernite ile beraber geçirdiği değişim anlaşılamadığından ve Osmanlı bürokrasisinin yetenekleri abartılarak ve amaçları çarpıtılarak manasız bir soruya cevap aranmaya çalışılmıştır.

da pious endowment olarak çevrilmesinde de geriye dönük bir pozitif hukuk kavramını açıkça görmek mümkündür. Oysa, sadece sultanın yaptığı kanunlardan oluşan ve devlet yönetimini düzenleyen örfî, yani laik hukukun alanının oldukça dar olduğu bir ortamda şeriatın bizzat kendisi hukuktur ve dinî olmayan ve ticarî ve medenî hukukun alanına düşen durumları da düzenler. Gene vakıf da sadece hayır işi için yapılmamaktadır; tüzel olmayan yapısı Timur Kuran gibi araştırmacıları ne kadar hayalkırıklığına uğratırsa uğratsın, biriken sermayenin değerlendirilebileceği yegâne hukuki yapı budur. Gelirlerini faizle verdiği borçlardan elde eden para vakıflarının pek de pious, yani dindar bir iş yaptığını iddia etmek herhalde pek doğru olmaz.

Türk tarih yazımına hâlâ hakim olan “gerileme paradigması” teleolojiye muhteşem bir örnektir. Buna göre, Osmanlılar Kanunî’nin ölümüyle beraber duraklamaya ve 1699’dan itibaren de gerilemeye başlamışlardır. Nasılsa imparatorluğun dağılacağını biliyoruz, geriye kalan bunu geçmişte kafamıza göre yorumlarla temellendirmek! Nasıl güçlü temeller üzerine kurulmuş bir imparatorluksa artık, 250 yılda elde ettiklerini kaybetmesi dura kalka 350 yıl sürmüştür. Daha da ilginci, araştırmacılar bu dönemselleştirmenin en azından başlangıcı için bazı birincil kaynaklara sahiptirler. Eski zamanlara ağıt yakan Osmanlı entelektüellerinin bu risalelerini tanık sandalyesine oturtup teleoloji suçlamalarını reddetmek mümkün müdür? Ne yazık ki, hayır. İşte bu noktada da, tarihi bir bilim yapan ikinci metodolojik zorunluluk karşımıza çıkmaktadır: kaynakları belirli bir bağlama oturtmak. Elimizdeki risalelerin kim tarafından kimin için nasıl bir entelektüel ortamda ve hangi edebi formatlarda yazıldığını göz önüne alarak okursak, bu eserlerin Osmanlı entelijansiyasının ateşli silahların yaygınlaşması, merkezî devletin bürokratikleşmesi, artan nüfus karşısında düşen reel ücretler ve ortalama sıcaklıkların bir yüzyıl boyunca beklenenin altında seyretmesi gibi faktörlerin zorunlu kıldığı sancılı bir transformasyon karşısındaki tedirginliğini yansıttığını açıkça görürüz. Kısacası, bu risalelerin yazarlarını rahatsız eden şey, gerileyen devletlerinin bir 350 yıla çökeceğini tahmin etmeleri değil, bildikleri dünyanın ve devletin değişmesi, “kânun-ı kadîme riayet edilmemesi”nden başka bir şey değildir. Zaten, bu yüzden de hissettikleri bir reform arzusu değil, eski Osmanlı’nın özlemidir.

20. yüzyıl tarihinin metodolojisini derinden etkileyen Annales ekolünün bize en büyük hediyelerinden biri de mantalitelerin tarihidir. Dönemin insanları din, ölüm, çocukluk, kader, aşk gibi kavramları nasıl algılamaktadır? Mesela, 16. yüzyıl Fransası’nda yaşayan birinin ateist olması mümkün müdür? Lucien Febvre’e göre hayır. 17. yüzyılın Bilimsel Devrimi ve 18. yüzyılın Aydınlanması’ndan önce Hıristiyanlığı ve doğaüstü fenomeni reddeden bir ateizm, tahayyül edilebilecek bir şey değildir.

Bağlamsallaştırmada Üç Önemli Etken: Kavramlar, Zihinsel Dünya ve Fizikî Ortam Tabii, bu bağlama oturtmalarda üç etkene özel ihtimam göstermek gerekmektedir: 1. Kavramlar, 2. Zihinsel dünya ve 3. Fizikî ortam. Sırasıyla gidelim. Modernite öncesi devletin nasıl hükümdarın etrafında oluşan bir kapı halkından (household) oluştuğunu ve kamusalla (devlet) özelin (hükümdar) birbirine nasıl girdiğini burada açmaya gerek yok. Gene, aynı şekilde şeriatın İngilizceye religious law ve vakfın

Gene 15. yüzyıldan önce toplumun çocukluğu, insan hayatında ayrı bir evre olarak görmediğini, aile bireyleri arasındaki ilişkilerin bugünkü gibi sevgi ve ihtimam üzerine kurulmadığını ve küçük birer yetişkin addedilen çocukların şiddetten ve cinsellikten korunmadıklarını ifade eden Philippe Ariès’nin görüşlerini de aynı çerçevede değerlendirebiliriz. Her ne kadar kaynakların bolluğu ve ilmî kapasitenin yüksekliği, mantalite tarihinde başı Avrupa tarihçiliğinin çekmesi sonucunu doğurmuşsa da, bu kavramsallaştırmaları başka coğrafyaların tarihinde de kullanabiliriz. Mesela, Ariès’nin bir başka önemli kavram olan “ölüm” üzerine düşüncelerini, aile ve çocukluk ile ilgili olanlarla harmanlayarak Türk tarihseverlerin bir türlü kafalarında bir yere oturtamadıkları kardeş katli gibi uygulamaları anlamak mümkündür. Her doğan 100 çocuğun 14’ünün 1 yaşından, 30’unun 15 yaşından önce öldüğü ve olası bir veba salgınının bazı şehirlerin nüfusunun yarısından fazlasını silip süpürdüğü, kısacası ölümün toplum tarafından “kovulduğu” 20. yüzyılın aksine, Azrail’in hemen her yerde cirit attığı bir dünyada aile içi bağların bugünkü gibi şefkat ve sevgi temelli olmadığı da düşünüldüğünde, kardeşini saltanat için öldürmenin bugünkü kadar zor olmadığı ortaya çıkacaktır. Gelelim üçüncü kıstasımız olan fizikî şartlara. Tarih aslında her şeyden önce devletlerin, orduların, toplumların, bireylerin, malların ve mikropların etraflarındaki fizikî şartlarla mücadelesinden başka bir şey değildir. Teknolojik gelişmeler insanoğlunun doğayla mücadelesini kazanmasına yol açmakla kalmamış, bu mücadeleyi profesyonellere devrederek onu doğadan adeta uzaklaşmıştır; bu mecburen geçmişten de uzaklaşmak demektir. Bugün bir saat elektrik kesilse can


9

sıkıntısından patlayan bizlerin hava kararır kararmaz yatmak zorunda kalan dedelerimizi anlamamız o kadar da kolay değildir. Oysa, çevre tarihsel aktörleri kısıtlamakta ve hayatın her alanında hâkim öge olarak karşımıza çıkmaktadır. Braudel’in üç katlı tarihinin en üstünde manzaranın tadını o çıkarmakta değil midir? Gene, örneklerle ilerleyelim. Mesela, ulaşım deyince aklımıza gelen tekerlek ve araba tarihte dünyanın birçok yerinde taşımacılıkta kullanılmamaktadır. Onun yerine kullanılan devenin mimariyi bile etkilediğini ve hatta İslam dünyasının kargacık burgacık sokaklarını açıklamaya bile yardımcı olabileceğini Richard Bulliet bize göstermemiş midir? Eğer Akdeniz halkları bugün hâlâ azla yetiniyorsa, bunun bir nedeni de öngörülemeyen yağış düzeninin yüzyıllarca kafalarda sallandırdığı kıtlık değil midir? Gene, Nil nehrinin azgın ancak bereketli sularından hidrolik imparatorluklar çıkaranlar ve “Doğu”nun despotizmini iklime bağlayanlar olmamış mıdır?

Yıllarca Virginia Tütünü ve Huehuetenango İçemediysek Sorumlusu Kim? Yazımızı, yakın zamanda Celal Şengör’ün coğrafî keşiflere gereken önemi vermeyen Kanunî’ye “salak” demesiyle bitirelim. Her ne kadar, sonradan Şengör, Piri Reis’in haritasının yeni baskısına ilgi çekmek için “kamuoyunu işlettiği” gibi garip bir iddiada bulunsa da, coğrafî keşifleri kaçırmakla Osmanlıların büyük fırsat teptiği çok sık tekrarlanan bir iddiadır ve yukarıda saydığımız bütün metodolojik hataları bir arada içerir. Tek tek inceleyelim. İlk olarak, Osmanlıların Amerika’ya gitmesi teknolojik açıdan imkânsızdır. Coğrafî keşifler “karavela” adı verilen yelkenli keşif gemileriyle gerçekleştirilmiş ve “karaka” denen büyük yelkenlilerle sürdürülmüştür. Her iki gemi de yüksek taşıma kapasitesi ve az sayıda mürettebatıyla aylarca denizde kalabilirken, Akdeniz’de kullanılan kürekli kadırgaların haftada bir karaya çıkıp su depolaması gerekmektedir; ayrıca bunların alçak güvertesi okyanustaki dalgalarla başa çıkmalarını imkânsız hale getirmektedir. Ancak, tek sıkıntı bu değildir; zira Doğu Akdeniz’de ticaret için yelkenli gemiler de kullanılmaktadır. Ancak, bu tombul yelkenliler karavelalara göre hantaldır ve denizcilik vasıfları düşüktür; kısacası Okyanus’un dalgalarında bilinmedik topraklara yelken açma cesaretini gösteremezler. Ayrıca, Lisbon’dan kalkan bir gemi bir ayda Amerika’ya ulaşabilirken İstanbul’dan çıkan bir gemi bu sürede ancak Cebelitarık’a ulaşabilmektedir. Kısacası, Akdeniz milletlerinin okyanuslarda seyrüsefer etmesi zordur; zaten, dönemin büyük deniz güçleri Venedik ve Ceneviz bile buna zaman ayırmamıştır. İtalyan şehir devletlerinin bu ilgisizliğinin nedeni, okyanuslarda gidecek gemi yapmanın zorluğu değil, bu gemileri yapmanın ekonomik olarak bir mantığı olmamasıdır. Bir başka ifadeyle,

böyle gemiler yapılsa bile, bunların bakım ve yenilenmesinin masrafına yıllarca katlanmak için bir neden yoktur. Zira, ilk başta getiriler çok düşüktür; Batı Afrika kıyılarını haritalandırmak Portekizlilere onlarca yıla ve gemiye mal olacaktır. İpek ve Baharat Yolu’ndan İskenderiye, İstanbul ve Halep’ten gelen mallara rahatça ulaşabilen zengin Venedikli ve Osmanlıların bu külfete katlanmasının bir mantığı yokken, bilinen dünyanın bittiği yerde, dağlarla okyanus suları arasında sıkışmış fakir Portekizlilerin tek şansı budur. Daha da vahimi, Kanunî döneminde Amerika’nın İspanyol ve Portekizliler için bile o kadar önemli olmamasıdır. Daha Potosí madenlerinde civa kullanılmamış ve Amerikan gümüşü Akdeniz’i enflasyona boğmamıştır. Gene daha yaygınlaşmamış plantasyon tarımından da Osmanlıların kazanacağı bir şey yoktur; çünkü, üretim kapasitesi dolmuş bol nüfuslu Avrupa’nın aksine, Osmanlılar hâlâ kendi topraklarını kolonileştirmekle meşguldür. Bereketli Nil’in suladığı Mısır’dan güzel şeker veya pamuk üretecek yer mi vardır? Ayrıca, bankacılık sisteminin yavaş yavaş oturmaya başladığı ve belli bir sermaye birikiminin ve ticarî ve finansal organizasyon pratiğinin oluştuğu Avrupa’nın gerçekleştirebildiği üç köşeli ticaretin (Afrika’dan satın alınan kölenin Amerika’daki plantasyonlarda ürettiği hammaddenin Avrupa’da işlenip bu parayla tekrar köle alınması) Osmanlı toplumu tarafından gerçekleştirilebileceği şüphelidir. Gerçekleştirilse bile, 10.000 kilometre ötedeki plantasyonun ekonomik mantığı var mıdır? Burada yetiştirilen ürünleri, onca Hıristiyan korsanın cirit attığı sulardan geçirip İstanbul’a getirmek mümkün müdür? Kısacası, Osmanlıların Amerika’ya sürekli insan yollayabilecek ne teknolojisi, ne de nüfus fazlası vardı. Buradaki plantasyonlardan gelecek hammaddelere ihtiyacı olmadığı gibi, finansal sistemi ve Mehmet Genç’in de gösterdiği gibi ekonomik mantalitesi de bu hammaddelerden bir merkantalizm ya da erken kapitalizm çıkarmaya elverişli değildi. Kaldı ki, coğrafi keşiflerle kapitalizm arasında direkt bir bağ da yoktu; coğrafi keşiflerin ekmeğini kuzey milletleri yerken Amerika’yı ve Hindistan yolunu bulan İspanyollar ve Portekizliler 1960’lara kadar geri birer tarım toplumu olarak kalacaklardı. Görüldüğü gibi sonucu belli bir olay (Batı’nın kapitalistleşmesi ve Ortadoğu’nun geri kalması) devrin şartlarıyla ilgili en temel bilgilerden (gemi teknolojisi, ekonomik altyapı, Osmanlı tarımsal üretimi) yoksun bir şekilde ele alınmıştır. Resme bir de neoliberalist dünyanın değer yargıları (Tek amacı kârları maksimize etmek olan çıkarcı rasyonel aktörlerden oluşan bir karar alma sistemi) girince, 16. yüzyılının değme münevverinin düşünemediği şeyler bugünkü okuyucunun aklına gelmiş ve ilerlemeci bir yukarıdan bakışla “salak” atalarımızın bir hatası daha düzeltilmiştir. Yıllarca Virginia tütünü ve Huehuetenango içemediysek, bunun en büyük sorumluları onlar değil midir?


rezanhasmuseum RezanHasMuzesi rezanhasmuseum


11

RHM KOLEKSİYONUNDAN ÖZEL BİR SEÇKİ “TOPRAĞIN MİRASI” Zeynep ÇULHA Rezan Has Müzesi

LEKYTHOS (PARFÜM VE YAĞ KABI)

Pişmiş Toprak, Arkaik Dönem, M.Ö. 6. yy. sonu - M.S. 5. yy. başı

SIRSIZ MATARA

Pişmiş Toprak, Selçuklu Dönemi, M.S. 13. yy

Anadolu, insanlığın uygarlaşma serüveninde, bir başka deyişle ilk köylerden karmaşık kentli yaşam biçimine ulaşmada önemli adımların atıldığı bölgedir. Günümüzden yaklaşık 9 bin yıl öncesinde başlayan bu süreci anlamaya, toplumların doğaya karşı verdikleri yaşam savaşını, günlük alışkanlıklarını, sosyal ilişkilerini ve inançlarını öğrenmeye çalışırken onlardan kalan izleri göz önünde tutarız. Bunun için yerleşim yerlerini, tapınakları, mezarlıkları, yarı göçebe yaşam alanlarını ve doğal çevreyi araştırır buralarda ele geçen buluntular yardımıyla insanoğlunun serüvenini yani tarihi yazarız.


12

Bu sürecin en önemli tanıkları şüphesiz insanın üretimi olan günlük araç gereçtir. Günlük yaşam ürünlerinin ve bunun içinde çoğunluğu oluşturan çanak çömleğin dilini öğrendiğimiz ölçüde bu uzak geçmişi daha iyi algılamaya ve okumaya başlarız. Neolitik dönemden Selçuklu’ya kadar uzanan koleksiyonumuz kapsamında, insanoğlunun toplumsal yaşam alanındaki gelişmelere paralel olarak değişmiş ve şekillenmiş gündelik hayatında kullandığı, yemeğini pişirdiği, suyunu, şarabını, zeytinyağını koyduğu gündelik kaplardan, mezarlara armağan olarak bırakılan kaplara, suyunu içtiği mataradan Tanrılara sunulan adaklara değin yaşamın temel noktalarına şahitlik etmiş eserlerin hikâyesini anlatan bir sergi “Toprağın Mirası”. Rezan Has Müzesi koleksiyonundan bir seçki ile oluşturulan ve arkeoloji disiplininin gerektirdiği şekilde yapılan titiz bilimsel değerlendirmenin genel ve yeni bir yorumlanışı olan “Toprağın Mirası” sergisi, artık zamansızlığa terfi etmiş; en önemli paydamızdan, Anadolu’muzdan miras kalan bu eserleri kronolojik bir düzlemde ziyaretçilerimize sunuyor.

BAKRAÇ / Bakır, Erken Bizans Dönemi, M.S. 6-7. yy “Sağlıkla kullan bunu hanımefendi, uzun yıllar boyunca.” Bizans Dönemi’nde bu türden bakır kaplar hamamlarda veya evlerde sıklıkla kullanılmaktaydı. Bu kabın üzerindeki yazıttaki gibi sağlıkla ilgili dilekler, kadınlara yönelik diğer Geç Antik Çağ temizlik eşyaları ve mücevherlerde yaygın olarak görülmekteydi.

Hazırlık Süreci ve Eser Seçkisi Yaklaşık 1 yıllık bir çalışmanın ardından 3000 adet eserin içinden özenle seçilerek hazırlanan sergide, uzun zamandır ziyaretçilerle paylaşmadığımız eserlere yer verdik. Seçkiyi hazırlarken eserlerin kondisyonuna ve sergi temasına katkısı üzerinden yola çıkarak, yaklaşık 300 parçadan oluşan bir seçki hazırladık.

LEBES GAMİKOS (KUTSAL DÜĞÜN SU KABI)

Pişmiş Toprak, Klasik Dönem, M.Ö. 4. yy

Antik Yunan’da genellikle evlilik törenlerinde hediye olarak verilen, çeşitli törenlerde içerisinde kutsal kabul edilen sıvıyı barındıran kap.

Sergileme üslubunda; izleyici ve eser arasında direkt bağ kurmayı hedeflerken zemin olarak toprak kullanmaya karar verdik. Bundaki amaç toprağın ortak mirasımız olmasıydı. Doğu ve Batı’nın, bazen birinin, bazen hepsinin güçler dengesinde kritik konumu, üzerinde yaşayan, üzerinden geçen, üzerinde ölenlerini bıraktıkları, bu toprakların, Anadolu’nun rengini oluşturur. Anadolu, üzerinde yaşanan on binlerce yıl, farklı uygarlık, toplum ve topluluğun, sayılamayacak kadar çok insanın yaptığı ve bizim bugün “eser” olarak tanımladığımız nesneleri korumuştur. Kimliğimizi şekillendiren ortak kültür mirasımızın yaratımı eserlerin her biri dönem ve kültüre yönelik kendi öyküsünü içinde barındırır. Hayatın herhangi bir kesitini yansıtabilen bu öyküler, bir yöneticiyle, bir çocukla, askerle


13

ya da bir sporcuyla ilgili olabilir. Tam da bu nedenle seçkiyi oluştururken hayatın içinden, sosyal bir okuma yapabilme imkânı sağlayan eserler üzerinden kurguyu hazırladık. Antik Yunan ve Roma’da atletlerin vücutlarındaki ter ve tozu temizlemek için kullandıkları orak biçimli alet (STRİGİLİS) koleksiyonumuzda yer alan özel parçalardan biriydi. Yoğun korozyona uğramış bu eserin sapının iç kısmında yer alan yazının yalnızca birkaç harfi siluet halinde gözüküyordu, restorasyon atölyemizde yapılan mekanik temizlik çalışmaları sonucunda harflerin tamamını ortaya çıkartıp okuyabildik. “Tarsuslu Theodoros (bunu) yaptı”… Bizim için serginin en heyecan verici eserlerinden biri oldu.

İSTATİSTİKİ ÇİZELGE TABLETİ

Kil, Babilce, Eski Babil Dönemi, M.Ö. 20-16. yy, Anadolu İstatistiki çizgelge gösteren bu tablette; arpa istikakı, teslim edilen kişinin adı, kalan miktar ve alanın ismi yer almaktadır. 68 kişinin tahıl hesaplarının verildiği tablette, kişiler meslekleri (kapı açıcısı, muhasebe şefi v.b.) ile belirtilmiştir.

Koleksiyonumuzda yer alan bir diğer önemli grup ise oyun taşları ve zarlarıydı. Avuç içerisinde ya da parmaklar arasında tutmaya ve fırlatmaya son derece uygun olan aşık kemiği; Yunan ve Roma Dönemlerinde çeşitli oyunlarda oyun taşı olarak, kehanetlerde bulunurken ya da fal bakmak için sıklıkla kullanılmıştır. Aynı zamanda mezarlara armağan olarak konulan aşık kemikleri, ana tanrıça törenlerinde de kendilerine yer bulmuşlardır. Koleksiyonumuzda yer alan STRİGİLİS / Tunç, Roma Dönemi, M.S. 2. yy Antik Yunan ve Roma’da atletlerin vücutlarındaki ter ve tozu temizlemek için kullandıkları orak biçimli alet. Sapın iç kısmında kazıma olarak “Tarsuslu Theodoros (bunu) yaptı” yazısı yer almaktadır.

ve geçmişte de günümüzde de gündelik hayatımızın ayrılmaz parçaları olan bu ve benzer özel parçalar, gündelik hayatta kullandığımız eşyaların ya da nesnelerin çeşitliliğini göstermesi bakımından sergiye dahil edildi. Kısaca; çaydanlık, bardak ve maşrapalardan süzgeç, fırça sapı, törensel içki kaplarına; sürahi, koku şişesi, adak kandillerinden kaşık, tabak ve kepçeye; mataradan hokkaya değin yaşamın temel noktalarına şahitlik etmiş eserlerin yer aldığı bu sergi ile Rezan Has Müzesi olarak; günlük eşyalar çerçevesinde geçmiş dönemlerde hayatın ve doğanın belirlediği ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlar ekseninde şekillenen hayatı gözler önüne sermeye çalıştık.

Toprağın Mirası Genel sergi alanından, Roma Dönemi camlar.

Toprağın Mirası, ihtiyaçların, inanç ve bizzat yaşamın kendisini belirleyip biçimlendirdiği ve geçmiş yaşam algıları ve hayata bakış açılarının ilk elden tanığı arkeolojik mirasın Neolitik Dönem’den Selçuklu Dönemi’ne kadar kısa bir öyküsünü anlatıyor. İnsanlık tarihinde önemli gelişmelerin ve değişimlerin yaşandığı, insanoğlunun yerleşik yaşama geçmeye başladığı Neolitik Dönem’den, maden alet üretiminin yapıldığı Kalkolitik döneme, yazının Anadolu’yla tanıştığı Tunç Çağı’ndan, paranın bulunduğu, ilk güneş tutulmasının hesaplandığı Demir Çağı’na, Batı ile Doğu’nun kaynaşma çağı olan Yunan Dönemi’nden, cam üfleme tekniğinin keşfedildiği Roma Dönemi’ne, zenginliği ve görkemiyle Bizans İmparatorluğu’ndan, çinicilikte bir hayli önemli eserler veren Selçuklu Dönemi’ne ışık tutan sergi, ortak kültür mirasımızın renkliliğini ve canlılığını bir kez daha hatırlatıyor.


14

ROMANTİK BAĞLANMANIN BİLEŞENLERİNİ İNCELEMEK: DENEYE SİZ DE DAVETLİSİNİZ! Mehmet HARMA-Yunus BAYRAMOĞLU-Büşra Eylem AKTAŞ Khas CoreLab

Daha önce sevgilinizle birlikte bilimsel bir maceraya katıldınız mı? Sizi çok yakınınızda gerçekleşen bir deneyle tanıştırmak isteriz! Romantik ilişkilerde bağlanmanın incelendiği bu çalışmaya tüm sevgililer davetlidir. Romantik ilişkiler, her birimizin hemfikir olabileceği üzere son derece karmaşık, iç içe geçmiş onlarca değişkenden ve bileşenden oluşan, herhangi bir ilişkiye sahip olsak da olmasak da hepimizi yakından ilgilendiren ve merak uyandıran bir konu olmuştur. Tarihin bütününe baktığımızda, sanatın, bilimin, felsefenin, insanın elinin değdiği neredeyse her şeyin aşk dediğimiz duygu ile ilişkide olduğunu görüyoruz. Aşkı anlamada ve açıklamada, aşkın bileşenlerini ortaya koymada, aşkı yaşamaya ve hissetmeye çabaladığımız kadar, belki de başka hiçbir şey için çabalamadık. Peki, hangi meslekten olursak olalım, hangi uzmanlığımız olursa olsun hepimizin hayatının merkezinde olan aşk dediğimiz şey nedir? Bağlanmak nedir? Sevgi, romantizm, cinsellik nedir? Biraz bunları inceleyelim. Rick and Morty adlı ünlü diziyi izleyenlerin aşina olacağı üzere, dizinin baş kahramanlarından Rick Sanchez konuya şöyle bir yaklaşım getiriyordu: “İnsanların aşk dediği şey, hayvanları üremeye teşvik eden kimyasal bir reaksiyondur. Başta sert vurur, sonra yavaşça söner ve seni sıkışmış bir evlilikte mahsur bırakır.” Peki gerçekten bu kadar basit olabilir mi?

Psikolojinin bir alt dalına göre, evet olabilir. Evrimsel psikoloji, buna benzer bir bakış açısı ile aşkı, cinselliği ve romantik ilişkileri inceleyen önemli bir perspektif olarak, romantik ilişkileri Darwinci bir perspektifle ele alır. Evrimsel psikolojik bakış açısı, Rick’in tanımıyla büyük oranda benzerlik gösterir. Bunun yanında, romantik ve cinsel ilişkilere olan kadın erkek arasındaki yaklaşım farklarını, kısa ve uzun süreli ilişki dinamiklerini, aldatmayı ve bunun gibi ilişkisel durumları insan doğasını temel alacak şekilde araştırır. Peki insan doğası çalışmaları bize ne söylüyor? Zihin ve davranış bilimi olarak tanımlayabileceğimiz psikolojinin önemli bir kısmı, tarih boyunca insanın zihinsel süreçlerinin ve davranışlarının genetik mi, yoksa çevresel mi olduğunu anlamaya yönelik çalışma ve fikirlerle doludur. Fakat günümüzde gelinen nokta, insan zihin süreçleri ve davranışlarının hem genetik hem de çevresel faktörlerden etkilendiğini, bu etkileşimin durumdan duruma, bilişten bilişe, davranıştan davranışa orantısal olarak ve tarz olarak değişiklik gösterdiğini ortaya koymaktadır. İnsan doğasını ön plana alan evrimsel psikolojik perspektif, bize


15

ilişkilerin insan doğasındaki karşılıkları konusunda önemli fikirler vermektedir. Örneğin, evrimsel biyolojik çalışmaların baz alındığı düşünce sürecinde türlerin ilişkisel süreçlerine ve biyolojik yapılarına bakıldığında, tek eşli türlerde erkek ve kadın arasındaki beden farklılıklarının neredeyse gözle görülemeyecek derecede küçük olduğu ve boyutsal olarak ne kadar yakın olunursa o türün tek eşliliğe o kadar yakın olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu düşünceyi geliştiren evrimsel biyologlar ve hayvan çalışmacıları, evrimsel bir fenomen olan “hayat ağacı”nda bize en yakın akrabalar olan şempanze ve gorillaları incelemişlerdir. Gözlemlerde, bize genetik olarak %99 oranda benzeyen şempanze ve gorilla türlerinin tek eşli olmadığı fark edilmiştir. Şempanzelerin eşleri sahiplenmeden, kızışma dönemi diyebileceğimiz dönemlerde kısa süreli eş seçerek çok eşli şekilde çiftleştikleri, gorillaların erkeklerinin ise bir nevi harem kurarak birden çok olan eşlerini sahiplenmek suretiyle ilişki kurdukları görülmüştür. Bedensel farklılıklara bakıldığında, gorilla erkeklerinin kadınlarından neredeyse iki kat daha büyük bedenlere sahip olduğu, bu farkın şempanzelerde çok daha küçük olduğu fakat yine az da olsa boyutlarının farkı olduğu bilinmektedir. Bu bedensel farklılıkların, birbirleri arasında potansiyel eşler için mücadele eden erkeklerin uzun bir zaman süreci içerisinde uğradıkları doğal seçilimin bir sonucu olduğu söylenmektedir. Yani bir başka deyişle, daha büyük ve güçlü olan, diğer erkekleri sindirebilmiş, daha çok dişiye erişebilmiş, döllerini aktarabilmiş ve bu süreç git gide erkeklerin bedensel özelliklerinin kadınlardan farklılaşarak daha büyük olmasına yol açmıştır.

Bireysel Farklılıkların İzinde Sosyal Psikoloji Peki, bu durum insanda nasıldır? Şimdiye kadarki farkındalıklarınızı ve bilgilerinizi bir önceki paragrafı okurken gözden geçirdiğinizi tahmin ediyoruz. İnsan da en yakın akrabaları gibi erkeği ile kadını arasında bedensel bir boyut farkının olduğu, fakat öte yandan bireysel farklılıkların diğer hiçbir türde olmadığı kadar devasa bir şekilde işin içine girmiş olduğu bir tür olarak karşımıza çıkıyor. Ortalama olarak homo sapiens erkeğinin kadınından daha iri olduğunu söyleyebilsek de bireysel farklılıkların oldukça fazla oluşu, basit çıkarımlar yapmamızın önüne geçmektedir. Evrimsel psikolojinin bu konuda sonuca varmasını sınırlandırabilecek, en azından diğer türlerde olduğu kadar kolay çıkarımlar yapmasını imkânsız hale getirecek bu “bireysel farklılıklar” konusu, sosyal psikolojinin önemli bir çalışma sahası olarak varolmaya devam ediyor. Genetik ve çevre iletişiminden ortaya çıkan bireysel farklılıklar meselesi, psikolojinin en önemli alt dallarından biri olan sosyal psikolojik yaklaşımda ele alınıyor. Sosyal psikoloji, çok çeşitli metodları ve bileşenleriyle, hepimizin merak ettiği aşk, ilişkiler, romantik ilişkiler, iletişim, sevgi ve bağlılık gibi konuları hem insan doğası hem bireysel farklılıklar açısından ele alarak bu konularda bilgi dağarcığımızı genişleten, belki de insanlık bilim tarihinde bizim gündelik hayatımızı

CoreLab Ekibi

en yakından ilgilendiren çalışma sahası olarak gün yüzüne çıkıyor. Sosyal ve psikolojik yaklaşımların insan kültürünün çoğunluğunda tek eşliliğe olan vurguyu ve bu uygulamayı, kültürel dokularıyla, bireysel farklılıklarıyla, evrimsel, nöropsikolojik, sinirbilimsel ve sosyalbilişsel yöntemlerle ele aldığını söyleyebiliriz. İnsan kültürünün yaşayışının bir temeli olarak görebileceğimiz tek eşliliğimizi ele alacak olursak, çoğumuz mutluluğun hayat boyu bizi destekleyecek, güven verecek, sıcak ve sevgi dolu bir ilişkiden geçtiğine inanır. Bazılarımız hayatımızı paylaştığımız insanla olan birlikteliğimizde huzuru ve mutluluğu yakaladığımızı düşünürken bazılarımız ise bu konudan muzdariptir. Peki, iki kişi arasında kurulan bu yakınlığın sağlanmasında etkili olan psikolojik faktörler neler olabilir? Sağlıklı bir romantik ilişkinin yolunu belirlemek için hangi etkenlere odaklanmalıyız? İşte bu sorular geçmişten bu yana yakın ilişkilerde bağlanma dediğimiz psikoloji bilimi alanında önemli yer edinmiş konulardan olmuştur.


16

Bu alanda yapılan araştırmalar ilk olarak anne-bebek ilişkisindeki bağlanmadan yola çıkmıştır. Bugün ise, anne-çocuk bağlanması literatürü haricinde de bağlanma çalışmaları yürütülmekte ve ilgi alanı romantik ilişkide olan çiftlerin bağlanmasına dair çalışmaları da kapsamaktadır. Bu çalışmalar ise çiftlerin duygularının ve fizyolojik tepkilerinin (ses, kalp atış hızı, terleme gibi) zaman içinde birbiri ile koordine olduğunu ve bu durumun çiftlerin duygu durumlarını yakından etkilediğine vurgu yapmaktadır. Dolayısıyla, çiftler arasındaki bu duygusal “iç içeliğin” kişilerin fiziksel ve psikolojik iyi olma durumları açısından kritik öneme sahip olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Uyku düzeninden sağlık sorunlarına kadar pek çok konunun romantik ilişkinizle yakından ilgili olduğunu söylesek şaşırır mıydınız? “Yetişkinlikteki bu duygusal eşgüdümlülük hali nasıl ve ne zaman gerçekleşiyor?” sorusu ise henüz net bir cevaba kavuşmuş değil. Güncelliğini koruyan bu soruyu Kadir Has Üniversitesi’nin psikoloji laboratuvarında Doç. Dr. Mehmet Harma’nın yürütmekte olduğu Tübitak projesi kapsamında çalışıyoruz. CoreLab bünyesinde ilerleyen ve Kadir Has Üniversitesi’nde gerçekleştirilmekte olan bu projede temel olarak, yetişkin bağlanması sürecinin gelişim örüntüsü hem davranışsal hem de fizyolojik ölçümlerle (ses analizleri, kalp atışları, terleme, vb.) inceleniyor. Çalışmada, romantik ilişki içindeki çiftlerin

birbirlerinin duygusal durumlarını karşılıklı olarak etkilemesini içeren duygusal eşdüzenleme, diğer bir deyişle “eş zamanlı karşılıklı duygusal etkileşimler” farklı analiz düzeylerinde test edilmektedir. Ek olarak, bağlanma gelişimi ve eşdüzenleme sürecine etki edecek olası başka faktörlerin (ilişki doyumu, kalitesi ve uyumu ile bağlanmada bireysel farklılıklar gibi) rolü de ele alınmaktadır. Dolayısıyla, çiftler arası duygusal eşdüzenlemeyi anlayabilmek için gerçek zamanlı diyaloglar analiz edilmekte ve çiftler arasındaki konuşma temelli uyum test edilmektedir.

Siz de bu çalışmaya katılmak ister misiniz? Çalışma 18 yaşını doldurmuş çiftlerin katılımıyla gerçekleştirilmektedir. Katılım için çiftlerin Kadir Has Üniversitesi Psikoloji Laboratuvarı’na gelmesi gerekmektedir. Deneye katılım tarihi ise katılımcıların uygunluk durumlarına göre belirlenmektedir. Laboratuvarda çiftlerden en iyi anlaştıkları ve en kötü anlaştıkları konular hakkında 10’ar dakika kadar konuşmaları beklenmektedir. Bu esnada katılımcıların ses kaydı ve görüntü kaydı alınmakta, ek olarak küçük bir cihaz yardımıyla fizyolojik veriler de elde edilmektedir. Deney ortalama 45 dakika kadar sürmekte ve 3 ayda bir olmak üzere toplam 4 defa katılım sağlanması beklenmektedir.


17

BENİM BÜYÜK VE KALABALIK SÜLEYMANİYE’M Ulaş TOSUN Khas Kurumsal İletişim Merkezi

Ortadoğu’da hükmü tartışılır olan insani değerleri tamamen yok eden savaş, milyonları başta Avrupa olmak üzere, dünyanın dört bir tarafına göçe zorlamakta. Kısmi olarak savaştan uzak olan ama savaş mağdurları için Avrupa’ya giriş kapısı olarak görülen İstanbul ise bugün kaçakçılık organizasyonunun merkezi durumunda. Diğer taraftan şehrin yaşadığı “dönüşüm”ün, birçok mahalleyi yıkıntılardan ibaret hale getirdiği söylenebilir. Savaş altındaki Ortadoğu şehirlerini andıran bu mahalleler umut yolcularının yeni evleri. Kadir Has Üniversitesi Kurumsal Fotoğrafçısı Ulaş Tosun, Süleymaniye’de yaptığı Afganistanbul adlı belgeseli Panorama Khas için yazdı.


18

Süleymaniye’yi, ilk olarak Vedat Türkali’nin “Bekle Bizi İstanbul” şiirinin, ergenliğime denk gelen 90’lı yıllarda bestelenmesiyle duymuştum. 1998’de İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji bölümüne girdiğimde ise İngilizce hazırlık binasıyla Süleymaniye’yi ayıran Adıyamanlılar Kahvesi’nde meşhur acılı ayranı yudumlarken, tekinsizliği nedeniyle devrimci ağabeylerin pek önermedikleri bir yer olarak tanımıştım Süleymaniye’yi. Aynı yıllarda merak saldığım fotoğraf sayesinde artık Türkali’nin şiirindeki gibi “büyük ve sakin” olmayan Süleymaniye’nin bitirimleri, o zaman sayıları 100’lerle anılan “kaçakları” ve bekâr odalarıyla benim İstanbul’umda hep yerini korudu. 2007 yılında muhabir olarak çalıştığım Nokta dergisi için “Taşı Toprağı Altın Kentin Son Gurbetçileri” başlığıyla bir yazı dizisi hazırladım. Bu süreçte bölgedeki İç Anadolulu geri dönüşüm işçilerinin bekâr odalarında geçen sefil hayatlarına tanıklık ettim. Onların köylerinde arkalarında bıraktıkları ailelerle haberleşmelerine yardımcı oldum. Diğer taraftan, bölgenin “dönüşüm” ile, enkaz denizine dönüştürülmesini, enkazlara Suriyeli savaş mağdurlarının yerleşmesini/yerleştirilmesini, deneyimli bir fotoğrafçı olarak takip ettim. 2015 yılında Avusturya Konsolosluğu İstanbul Yerleşkesi’nde bu süreci anlatan Permanently Temporary adlı ilk fotoğraf sergimi açtım.

Yaklaşık 2 yıl önce, aynı fotoğraf projesinin takibini sürdürmek için enkazlar arasına gittiğimde Suriyeli savaş mağdurlarının kamplara götürüldüğünü öğrendim. Ancak önceki misafirlerden farklı olarak sadece 15-40 yaş arası erkeklerden oluşan Suriyelilerle bile kıyaslanamayacak derecede perişan halde insanlarla karşılaştım. Bu insanların hal ve tavırları da diğerlerine göre çok farklıydı. Öncelikle iletişime son derece kapalıydılar ve ayakta durmakta dahi zorlandıkları belli olmasına rağmen, devasa çöplükleri andıran atık toplama alanlarında çalışmaktaydılar. Fotoğraf makinasını çantamdan çıkarmamla birlikte tek bir kelimesini anlamadığım dilde konuşmalar eşliğinde, her biri bir enkazın içine girdi ve orada beklediğim yarım saat boyunca bir daha görünmediler. Haftalar sonra bu durumun insan kaçakçılarının yanı sıra taşeron atık toplama “şirketlerinin” gözetimi altında olmalarından kaynaklandığını öğrendim. Kapısını aşındırdığım muhtarlık, Türklerin kullandıkları kahvehaneler, Nokta dergisi için yaptığım haber sırasında tanıştığım İç Anadolulu atık işçileri de dâhil hiç kimse, bu iletişimde köprü olmayı kabul etmedi. Aksine, göçmenlere olan nefretlerinden nasibimi aldım. Bir Pazar günü biraz da umutsuzca bölgede dolaşırken bir tanesi bana yattığı enkazı gösterdi ve tek bir kelimesini anlamadığım bir dilde konuşmaya başladı. Sadece 2 gün sonra Afgan bir Erasmus öğrencisiyle aynı enkaza gittiğimde,


19

yanlarına giderek, yolculuğa, İstanbul’a ve ulaşmaya çalıştıkları noktaya ilişkin sorular sorarak; bir yandan da bu konuda nasıl bir çalışma yapacağımı düşünerek geçirdim.

çevirmen ile aralarında hararetli bir konuşma başladı. Çevirmen öncelikle bir daha kendisini bu tip yerlere çağırmamamı ardından bu insanların Afganistan’da yaygın olan Urdu dilini değil daha lokal alanda kullanılan Peştun dilini kullandıklarını ve anladığı kadarıyla Avrupa’ya gitmek için İstanbul’a geldiklerini, halen aracı olarak tabir edilen kaçakçıların gözetiminde olduklarını, sadece Pazar günleri 4’ten sonra bu alanda göçmenlerin yalnız kaldığını ve ancak o zaman konuşabileceğimi söylediklerini aktardı. Bu olaydan sonraki altı ayımı sadece Pazar günleri yine Erasmus için Türkiye’ye gelen ancak bu defa Peştuca bilen başka bir çevirmenle

6 ay sonunda belli bir güven ilişkisi oluşturmayı başarırken, bölgedeki varlığım kabul görmüş, benimle iletişim kuranların sayısı artmıştı. Tüm bu sürecin sonunda iletişimi göreceli olarak sağlayabildiğim Sewab’ın hayatını merkeze alarak yapısı gereği durağan olan fotoğraf çalışması yerine hareket ve ses gibi olanakları da barındırması nedeniyle belgesel tarzda bir video çekim çalışmasına başladım. 21. yüzyılda İstanbul’un ortasında yaşanan ve içinde istismar, ölüm, bulaşıcı hastalık, hapis, işkence ve hepsinden baskın bir o kadar da yersiz umut içeren bu kahramanların öykülerini anlatmaya çalıştım. Umut yolcularının varlıklarını olabildiğince bütünlük içinde yansıtabilmek, çekimler süresinde önem verdiğim konuların başında geliyordu. Kaydettiğim görüntülerde gelecek için vazgeçmek zorunda oldukları “bugün”, dansları ve dualarıyla kameraya yansırken, bir mülteci güzellemesinden öte bir gerçeğin parçaları olarak hafızama kazındılar.


20

YÖNDEŞEN MEDYA VE DİJİTAL EMEK CHRISTIAN SÖMÜRÜSÜ Özer BEREKET Khas Öğretim Görevlisi

FUCHS

HENRY JENKINS’E KARŞI

Christian Fuchs, enformasyon ve iletişim teknolojilerinin (EİT) bireylere sağladığı daha özgür ve geniş iletişim alanlarının, mekândan ve zamandan bağımsız olarak kişileri “üreten tüketicilere” dönüştürmesini önemsemekle birlikte, ortaya çıkan büyük dijital emek kapasitesinin, hiçbir maddi karşılığı ödenmeden, yeni medyanın önde gelen şirketlerince sömürüldüğü ve bireylerin mahremiyetlerine de “ağ”da kalmak ve çevirimiçi yaşamlarına devam etmeleri karşılığında müdahele edildiğini söylemektedir. Henry Jenkins, yeni medya ve yeni iletişim sistemi araçlarına, bunların bireylere tanıdığı imkânlara değinen, genelde bu imkânların önemli faydalarını açıklayıp yorumlayan bir teorisyendir. Günümüzde bireylerin “ağ”da (net) daha fazla iletişim içinde olmasının yarattığı ortak kültürü önemsemektedir. Yeni medyanın, geleneksel medyayı yok etmeyip, onunla yerine göre birleşerek, bazen kesişerek gelişen EİT ile birlikte kullanıcılara içerik sağlamaya devam etmesini “yöndeşen-yakınlaşan medya” kavramlarıyla anlatmakta ve medyanın “her yerde olduğunu” söylemektedir.


21

Bu yazıda, her iki teorisyenin, EİT’nin bireylerin hayatlarına olumlu ve olumsuz etkilerini nasıl yorumladıklarını incelemeyi ve sonunda “çevirim içindeki” bireyin neyi kazanıp, neyi feda ettiğini iki bilim insanının anlatımlarıyla derlemeye çalıştık.

Yöndeşme ve Jenkins’in Kollektif Zekası Yeni medya, kronolojik olarak kendinden daha eski olan medya içerik üretim sistem ve biçimlerini etkilemektedir. Bu, eski olan herşeyin kökten temizlenip yerini EİT’nin yeni aktörlerine bıraktığı anlamını taşımamaktadır. Eski ile yeninin yakınlaşmasından birliktelik ve ilişki doğmakta, eski tam olarak yok olmadan yeniye doğru yöndeşmekte, yeni olan da eskinin bazı özelliklerini alıp uyarlamaktadır. Daha basit bir anlatımla; eski ve yeni, farklıya doğru birlikte değişmektedir ve farklı medya platformları üzerinden birlikte akıp gitmektedir. Bu akış, kimi zaman işbirliği içinde olmaktadır; kimi zaman da birbiriyle zıt ve karşı yönde gerçekleşmektedir. İçeriklerin (medyanın) “çarpışması” ve/veya “iç içe geçmesi” hatta bundan yepyeni bir içeriğin doğması söz konusudur. Tüketiciler, bu akış içinde istedikleri içeriği tercih ettikleri medyada yakalamakta, o kaynağa (TV ya da Facebook gibi bir sosyal medya platform da olabilir) yönelmekte ve onu tüketmektedir. Bununla birlikte medya tüketicileri (Jenkins’e göre taban medyası) ile üretici medya (Jenkins’in tarifiyle kurumsal medya) yakınlaşmaktadır. Başka bir değişle, taban medyası ve kurumsal medya ortaklaşa çalışmaktadır. Tüketenler aynı zamanda üreticiye dönüşmekte kendilerine kısaca ‘üretüketenler’ değimiz kitle, kurumsal medya ile yakınlaşıp, ortaya Jenkins’in ifadeleriyle; “yöndeşme kültürü”nü çıkarmaktadır. Bu bağlamda internet, web 2.0 ve EİT ile birlikte yöndeşen medyanın bireylere getirdiği en önemli kazanım, onları “pasif” izleyiciler olmaktan çıkarması ve katılımcı üretüketenler olarak sisteme sokmasıdır. Bireylerin birbirleriyle iletişimi medya endüstrisi için de çok önemli bir içerik kaynağıdır. Bireyler bildiklerini sisteme sunmakta, bilmediklerini de sistemden almaktadırlar. Paylaşım kültürünün temelinde de bu vardır. Burada kurumsal medyanın yaratamayacağı “kollektif bir zeka” meydana gelmektedir. Jenkins, yeni medyanın bireylere sağladığı en önemli katkılardan biri olarak kollektif zekayı göstermektedir;

o kadar ki bunu medyanın gücüne alternatif bir yapı olarak tanımlamaktadır. Kollektif zekanın karşısında durmak değil yanına geçmek isteyen medya şirketleri (kurumsal medya) stratejilerini buna göre belirlemektedir. Bu güç, sadece medyanın değil, siyasetçilerin, hukukçuların, eğitimcilerin de ilgisini çekmektedir. Henry Jenkins, paylaşım kültürü içinde, daha çok medya içeriği üretilmesinin, medyanın sahipliğini de çeşitlendirdiğini söylemektedir. Medya sahipliğinde yaşanacak tekelleşme, fikir zenginliğini azaltacak ve paylaşım kültürü-kollektif zeka doğrusal ilişkisinde olumsuz etki yaratacaktır. Bununla beraber, medyadaki üretimlerin ve içeriklerin toplumla ve kitlelerle buluşmasında yolları kontrol altında tutan unsurların, “eşik bekçileri”nin etkisi de artacaktır. Bireyler, bekçilerin izin verdiği içeriklere ulaşabileceklerdir. Oysa, Jenkins’e göre çağımızda medya, her yerdedir. Bireyler, buna kolayca ulaşma imkanına sahiptir.

Modern Köleler ve Fuchs’un Kandırmaca Düzeni Jenkins’in kültürel paylaşımın artmasıyla çok taraflı ve çok yönlü üretimin ve tüketimin besleneceğine dair görüşüne karşı en temel eleştiriler Christian Fuchs’un aşağıdaki iki soruya verdiği yanıtta saklıdır. 1- Bireylere özgürlük, üretme-yaratma imkanı sunan bu ağın sahibi kimlerdir ya da hangi şirketlerdir ve ağın doğurduğu sosyo-ekonomik ve hatta politik güç ve değerden kimler faydalanmaktadır? Eleştirel kuramın penceresinden, kurallar ve sahiplikler bağlamında bu soruyu yanıtlayan Christian Fuchs, Henry Jenkins’i, ağın bağlı olduğu büyük ve çok uluslu şirketlerin kazancını görmezden gelmekle eleştirmektedir. Fuchs, küresel çapta paylaşımın artmasıyla büyüyen medya ve bilgi üretim alanlarının ve imkanlarının yarattığı maddi kaynağın kimlerin lehine sonuçlandığının atlandığını düşünmektedir. Fuchs, bireylerin ağ üzerinde istedikleri bilgiye sahip olsalar da buradan yararlanmanın bedelini ağın içinde içerikleri üreten ‘modern’ köleler olarak emekleriyle ödediklerini söylemektedir.


22

2- Dijitalleşme, gazete, dergi, sinema, TV gibi geleneksel medya ürünleri arasındaki net ve kesin farklılıkları silikleştirmiştir. Bunun en temel nedeni medya içeriği ile kullanıcı / izleyici arasındaki ilişkinin değişmesidir. Bu değişimde kuralları kim koymuştur ve ipler kimin kimin elindedir? İzleyici/kullanıcının, ağ içinde yapığı her girişim, paylaşım, arama ve benzeri davranışı, onun bir ‘internet üreten tüketici metası’ haline gelmesine neden olmaktadır. Örneğin, hizmetlerini ücretsiz olarak sunan Google arama motorunu kullananlar, aslında ‘internet üreten tüketici metası’ oluverir, çünkü sistemi kuran ve kuralları buna göre koyan Google, bir yandan tüketicilerin kişisel verilerini gönüllü olarak kendisine vermesini sağlamakta bir yandan da bu verilere göre kişilerin ilgi alanlarını belirleyip Google’ın reklam veren müşterilerine satmaktadır. Fuchs’a göre bu satıştan öncelikle Google kazançlı çıkmaktadır. Kazancının temelinde kullanıcılarının kişisel bilgilerini ve ilgi alanlarını reklam verenlere satmak vardır. Fuchs’a göre, Google ve benzer şirketler, verdikleri hizmetlerin teknolojik alt yapısını sürdürmek ve geliştimek aynı zamanda hizmetlerini tüketicilere ulaştırmak için çalıştırdığı profesyonellerin maaşlarını ödemek için harcama yapmaktadır. Ağa yüklenmiş bir videonun, bir fotoğrafın ya da metnin teknik veya fikri maliyetlerini karşılamamaktadır. Ağa yüklenen her içerik aslında bir emeğin ürünüdür ve ağın kurallarını koyan şirketler üretimi yapan kullanıcıların emeklerinin karşılığı olan ücreti de ödememektedir. Sistem bu şekilde kurulmuştur. Fuchs bunu bir “kandırmaca düzeni” olarak tanımlamaktadır. Ayrıca Fuchs, “medya ve iletişimin eleştirel ekonomi-politiği alanının” öncüsü olan Dallas Symthe’nin “metalaşmış seyirci” kavramını çok daha geniş bir yelpazeye taşımıştır. Öyle ki Fuchs’un digital emek ve sömürü söylemine, EİT’nin harika makinaları olan akıllı telefonların kasalarının imalatında kullanılan özel nitelikli madenlerin Afrika’daki işçiler tarafından çok zor şartlarda çıkartılması, Çin’deki cep telefonu parçası imalatı yapan dev firmalarda çok düşük ücretlerle uzun mesai saatlerinde işçilerin çalışılması da eklenmiştir.

Ağ Sahiplerinin Hassas Karnı Eğlence amacıyla üretim-tüketim söz konusu olduğunda şirketlerin ağı yönetmesi daha kolay gibi gözükse de siyaset, eğitim, aktivizm, din gibi olgular ağ içindeki kitleler ve ortak bilinçle birleşince burada kontrolün sağlanması zor olabilir. Medya araçlarını daha iyi kullanan bireylerin sayısı arttıkça fikir ve içeriklerin özgürce yayılması daha da mümkün olacaktır. Bu, şirketlerin ve yönetici elitin rahatsız olabileceği bir durum yaratabilir. Zira, Henry Jenkins’e göre; kurumsal yakınlaşmayla, taban yakınlaşması medya yapımcıları, ağ sahipleri ve hükümetler için daha çok gelir ve siyasi güç anlamına gelebileceği gibi; karşılıklı mücadele ve çatışmaya neden olma potansiyeline de sahip görülmektedir. Çünkü, burada kollektif akıl ve kültürel yakınlaşmadan dolasıyla birlikte hareket edebilme imkanından söz edilebilmektedir. Bu açıdan kollektif bilinç ve kültürel yakınlaşma, Jenkins’e göre bireylerin

yeni medyadan kazandıkları en güzel hediyedir. Fuchs ve Jenkins’in fikirlerinin en fazla yakınlaştığı nokta da burada ortaya çıkmaktadır. Kapitalist internet ekonomisinin oyuncuları, üretikleri içeriklerle kullanıcıların hayatlarını kolaylaştırdıklarını, bilginin kolayca erişilip organize edilebilir halde kullanıcılara sunulduğunu, bu sayede toplumsal bilişi ve bilinci yükselltiklerini iddia etmektediler. Fuchs, bu iddiaların doğrulunu önemsemeyip sistemde, bireylerin büyük maliyetler ödemeden medya içeriklerini alıp, değiştirip üretken olmaları, özgürce içerikleri arşivleyip saklayabilmelerini olumlu olarak değerlendirmektedir. Ancak aynı alana, mülkiyet yapısı, kar mekanizmları, sahiplik gibi kavramlarla yaklaşınca resim biraz farklılaşmaktadır. Fuchs’a göre bu resimde sistemi kontrol eden, onu sahiplenen, kuralları belirleyen şirketlerin bireylerin dijital emeklerini sömürmesi, kişisel verileri satması vardır. Toplumlarda daha çok özgürlük ve demokrasi sesleri yükselirken aksine daha fazla gözetim ve denetim; bu şirketlerin devletlerle olan ilişkileri resme dahil olmuştur. Fuchs, her bireyin sadece çevrimiçi varoluşundan dolayı bile sömürüldüğünü, izlendiğini, görüntülendiğini belirtmektedir. İnternetin özgürlükçü ve paylaşımcı yapısının aksine, bireysel mahremiyetleri zedeleyici faaliyetlere girişmektedir. Google ve benzeri yeni medya şirketlerinin ağ üzerinde kurdukları sistemin içinde bulunan bireyin bu şirketlerin hizmetlerini kullandığı sürece sömürüden kaçması, kendisini gizlemesi neredeyse imkansızdır. Fuchs’a göre bu şirketler ellerindeki bireysel verileri kolayca satmalarından öte, kişisel mahremiyeti tehdit ederek online gözetime olanak sağlayan yıkıcı birer güç haline dönüşmüştür. Fuchs’un yoğun eleştirilerinin hedefinde olan bu şirketler, yazarın değişiyle adete “şeytan” gibi hareket etmektedirler. Fuchs, Google gibi, bireylere günlük hayatlarında yararlandıkları önemli hizmetleri ücretsiz sunan firmaların yerini, kar amacı gütmeyen, reklam ilişkisi içine girmeyen, bireylerin kişisel mahremiyetine saygılı, “halk için internet” anlayışı içinde hizmet sunacak alternatif bir yapıya bırakmasıyla, emek sömürüsünün sonlanacağını düşünmektedir. Ancak, bunun yanında bu yapının hangi işletme modelinde sürdürülebilir olabileceği konusunda bir çözüm göstermemektedir. Benzer bir durum, EİT öncesi geleneksel medyada özellikle TV yayıncılığı alanında yaşanmış ve hala çözüm kazanmamıştır. Kamu yararına yayın yapan TV kanalları tarafsız ve temiz bir ekranda toplumsal gelişime katkı sağlayacak içerikleri reklam dışı bir modelde sunmak konusunda her zaman sıkıntı içinde olmuşlardır. Devletlerin eliyle kurulmuş pekçok TV kanalı dahil, özel hiçbir TV kanalı, reklamı bu endüstrinin dışına çıkartamamaktadır. Aynı durumun günümüzde EİT alanında da söz konusu olduğunu göz ardı etmeden çözümler bulmaya çalışmak en doğru yöntem olacaktır.


23

DOSYA: GELECEĞİN DÜNYASI DÜNYANIN GELECEĞİ

Değişen teknoloji ile birlikte hayatımıza hızla dâhil olan yeni kavramlar ve nesneler geleceğimizi nasıl etkileyecek? Endüstri 4.0, blokzincir, kripto paralar ve akışkan veri üzerine merak ettikleriniz bu dosyada.


24

ENDÜSTRİ 4.0 SULARINDA ALESTA TİRAMOLA Ebru DİLAN Khas Öğretim Görevlisi

Endüstri 4.0 çoğu sektörü, özellikle de ürün odaklı endüstrileri (imalat, otomotiv, makine vb.) etkisi altına almış Almanya kökenli bir kavram. Genel olarak, fiziksel dünya varlıklarını sanal dünyayla ilişkilendirmek şeklinde tanımlayabileceğimiz bu kavramın kalbinde entegrasyon yer alıyor. Fizikselden dijitale entegrasyon. Ürünle ilgili süreçlerin ve sistemlerin kurum içi ve kurum ötesi endüstriyel değer ağlarına entegrasyonu. Sosyal, teknik ve kurumsal ekosistemin tüm aktörleri ise insan, makine ve dijital teknolojilerin yoğun etkileşiminden kabaran bu çalkantılı sularda yol almaya çalışıyor. Rüzgârın yönünü değiştiremediğinde, yelkenlerini rüzgâra göre ayarla. Xsentius Aktörlerin, süreçlerin, üretim sistemlerinin ve makinelerin birbiriyle ilişkilendirildiği, teknoloji, makine ve insan gibi fiziksel varlıkların bilgi ağlarına entegre edildiği Endüstri 4.0’da temel amaç, tüm aktörler için katma değer yaratarak toplumun gereksinimlerini karşılamaktır. Bu yönüyle Endüstri 4.0’ın kapsamlı bir teknoloji hamlesi gerektirdiğini okumak mümkün ve doğaldır. Muhteviyatı gereği kaçınılmazdır da. Peki kurumların söz konusu teknoloji teşebbüsünü takkullan mantığıyla uygulamaları mümkün olabilir mi? Hayır, dediğinizi duyar gibiyim. Özellikle imalat endüstrisinde çoğu firma, kaliteli ürünü, optimum süre ve maliyetle pazara sunma baskısı altında rekabet etmeye çabalarken bu durum üretim sistemlerindeki otomasyonun akıl/zekâ içermesini, insan kaynağının da buna uyumlu olarak yeniden konumlandırılmasını gerektirmektedir. İnovasyonu teşvik eden yeni endüstriyel kavram ve politikaların, çoğu sektördeki temel varsayımları sarsması da kaçınılmazdır. Bu gibi nedenlerle Endüstri 4.0 firmalarda teknoloji, altyapı, yönetim organizasyon, insan ve kültür gibi kapsamlı, karmaşık ve sürekli bir değişim ve dönüşüm gerektirmektedir.


25

Peki firmalar bu yeni endüstriye ne ölçüde hazırlar? Kurumların Endüstri 4.0’a hazır olma durumu ve olgunluk düzeylerini ölçebilen çeşitli modeller öneren önemli araştırmalar mevcuttur. Bu araştırmalarda kurumsal dijital olgunluğunuz ve hazır olma düzeyiniz farklı kalemlerde ve çok yönlü ele alınmaktadır. Örneğin insan, kültür, strateji, liderlik, yönetişim, teknoloji, müşteriler, ürünler, operasyonlar ve dahi bunlara ilişkin alt unsurlar. Söz konusu dijital olgunluk modelleri, diğer olgunluk modelleri gibi (mesela proje yönetimi olgunluk modelleri) bir yolculuk vaadeder. Bu uzun soluklu bir yolculuktur ve varış istasyonu da siz yaklaştığınızı zannederken ötelenedurur.

Yeni Endüstrinin Gerektirdiği Yetkinlikler Endüstri 4.0 literatürüne ait teknoloji ağırlıklı söylem, yönetimsel ve insan-merkezli bakış açısını çoğunlukla ihmal eder. Halbuki, iş modellerinden insan kaynağına, stratejiden planlama ve uygulamaya, işbirliğinden değişim yönetimine çok sayıda alan yeni endüstrinin zeminini oluşturur ve teknolojik ilerlemelerle birlikte ele alınmalıdır. Endüstri 4.0’ın sebebiyet verdiği bütüncül dönüşümü salt teknoloji hamlesine indirgemenin doğru bir algı olmadığından bahsettik. Peki Endüstri 4.0 beraberinde gelen dönüşüm hem çalışan, hem de kurum düzeyinde ne gibi yeni yetkinlikler gerektirmektedir? Yeni endüstride bir yandan tekrarlanan rutin işler otomasyona dâhil edilirken, diğer yandan yeni ve karmaşık işler ortaya çıkmaktadır. Giderek daha karmaşıklaşan işler yönetici ve uzmanlarda farklı yetkinlikler geliştirilmesini gerektirir. Veriye, süreçlere, teknolojilere, iş modellerine daha geniş ve kapsayıcı perspektifle bakabilme lüzumu ortaya çıkar. “T” şeklinde, çok disiplinli yetkinlikle pekişen daha gelişmiş sosyal ve teknik beceriler talep edilir. Problem çözme, karar verme, işbirliği becerileri bu istemin sıkça vurgulanan öğelerindendir.

Endüstri 4.0 Projelerini Nasıl Yönetelim? Endüstri 4.0 beraberinde gelen çok boyutlu ve karmaşık dönüşüm, etkin proje yönetimini vazgeçilmez kılmaktadır. Standart/geleneksel proje yönetimi, iş, pazar, müşteri ve paydaş gereksinimlerinin proje başlangıcından önce net olarak

bilindiği, dolayısıyla planlama ve tahminlemeye dayalı lineer (doğrusal) bir anlayışa sahiptir. Lâkin; gereksinimlerin ve proje bağlamının sıkça değiştiği ve/veya öngörülemez olduğu durumlarda, standart proje yönetimi çoğunlukla yetersiz kalır. Değişen gereksinimler, proje bağlamı ve öngörülemeyen koşullarla baş etmek için zaman içinde yalın ve çevik yaklaşımlar tezahür etmiştir. Belirsizliğin ve karmaşıklığın hâkim olduğu, keşif, deneyimleme ve öğrenme ihtiyacının yüksek olduğu Endüstri 4.0 projelerini alışılagelmiş konvansiyonel yaklaşımla yönetmekten iyi sonuç beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bugünün iş dünyası, değişim, dönüşüm, inovasyon ve karmaşıklığın hızla arttığı bir ortam. Bu unsurların hâkim olduğu bir ortamda standart proje yönetiminin alışılagelen temel varsayımları zamanla tartışmaya açık hale gelmeye başladı. Proje yönetimini bu bağlamda yeniden formüle etme gereksinimi ortaya çıktı. Gereksinimlerin proje yaşam döngüsü süresince ortaya çıkabileceği anlayışıyla deneme-yanılmayla öğrenme ve keşfetme öğelerinin öne çıktığı, paydaşların rolünün altının çizildiği yeni bir formülasyon gözlemliyoruz akademik çalışmalarda. Özellikle inovasyon temelli rekabetin hâkim olduğu sektörlerde geleneksel proje yönetimi araç ve tekniklerinin ihtiyaçları her zaman tam olarak karşılayamadığına tanıklık ediyoruz. Bu bağlamda, araştırmacıların yenilikçi yöntem arayışları süregeliyor. Doç. Dr. Mehmet N. Aydın ile ortak ilgi alanlarımızı oluşturan konulardan bir kısmını da bu alan oluşturuyor. Biz de bu arayış içinde bir süredir yenilikçi yöntemler deniyor ve deneyimliyoruz. Tasarım odaklı düşünme bu arayışın doğal akışında karşımıza çıkan ve ilgimizi çeken bir yaklaşım oldu. Endüstri 4.0 proje yönetimi ile tasarım odaklı düşünme yaklaşımının hangi olgularla iç içe geçtiğini anlatmaya çalışacağım.

Herhangi bir sistemi yenilemeye, bir yöntemi atmaya, herhangi bir teoriyi terk etmeye, eğer işin başarısı gerektiriyorsa, hazır olun! Henry Ford


26

Tasarım Odaklı Düşünme Yaklaşımının Karakteristikleri Tasarım odaklı düşünme sadece ürün kalitesi ve estetiğiyle değil, gerçek problemlerin belirlenmesi ve en etkin şekilde çözülmesiyle ilgilenen bir düşünme tarzıdır. Birçok alanda kullanıldığı gibi 2000’lerin başından bu yana yönetim bilimleri alanının da ilgisini çekmekte ve kullanılmaktadır. Yapılandırılmış, kanıtlanmış ve tekrarlanabilir bir problem çözüm çerçevesi önerir. Tasarım odaklı düşünme problemlere farklı açılardan yaklaşmaya, çok disiplinli ekiplerle, varolmayan seçenekleri keşfetme ve yaratmaya olanak verir. İnsan merkezlidir. İnsanın gerçek ihtiyacını karşılayacak, problemini çözecek ürün, hizmet, strateji veya sonuç yaratma peşindedir. Bunun için de dinleme, empati, gözlem, işbirliği, görselleştirme ve deneyimleme gibi olgulardan güç alır. Tasarım odaklı düşünme açık uçlu bir süreçtir. Yinelenen döngüler halinde araştırma, sorgulama, kavrama, anlamaya çalışma sürecidir. Bu arada da öğrenmenin, edinilen bilginin sürekli olarak genişlediği, büyüdüğü bir alan yaratır. Tasarım odaklı düşünme yaklaşımı üç veya beş fazlı modelle irdelenebilir. Üç fazlı modelin aşamaları kabaca şöyledir; kavrama (problemi ve/veya ihtiyacı tanımlamak üzere mümkün olan her kaynaktan veri toplanır, gözlem yapılır, çevre ve kullanıcılar incelenir, bakış açısı ve gereksinimler belirlenir, problem bir hipotez olarak tanımlanır), fikir üretme (çok sayıda fikir üretilir), prototipleme ve test (fikir hızla hayata geçirilir, test edilir, neyin çalışıp neyin çalışmadığı anlaşılarak, geribildirimler doğrultusunda prototiplemeye geri dönülerek tasarım revize edilir). Yaklaşımın alet çantası da oldukça zengindir. Gözlem, yolculuk haritası, görselleştirme, hikâyeleştirme, metafor ve anolojiler, beraber yaratma, beyin fırtınası, zihin haritalama, prototipleme, saha testleri gibi araçlar kullanılan araçlardan bazılarıdır. Bu arada çoğunun niteliksel araçlar olduğunun hemen altını çizelim.

Endüstri 4.0 Proje Yönetimi ve Tasarım Odaklı Düşünme Gerek teknoloji, gerekse pazarda yüksek karmaşıklık ve belirsizlik içeren iyi tanımlanamayan problem/projeler geleneksel lineer problem çözme yaklaşımının ötesinde ancak tekrarlı, bilgi ve kavram örüntüleriyle yenilikçi, açık uçlu bir yaklaşımla ele alınabilir. Bu da öğrenme odaklıdır ve hipotez geliştirerek belirsizliği indirgemeye dayanır. Projeleri bağlamından bağımsız düşünmek mümkün değildir. Proje bağlamı, proje hayat döngüsü boyunca değişebiliyorsa, problem alanını tekrar tekrar defalarca ziyaret etmek, hedef ve gereksinimleri yeniden tanımlamak gerekebilir. Böylece çözüm alanından çok problem alanını mercek altına alan bir proje yönetim anlayışıyla karşılaşıyoruz.

Bundan uzun zaman önce proje yönetimiyle ilgilenmeye başladığım yıllarda öğrendiğim ilk şeylerden biri proje yönetiminin bir optimizasyon işi olduğuydu. Yıllar boyu bu yaklaşıma tabi olduk, bunu paylaştık. Proje kapsamının, üçlü kısıtlar çerçevesinde, hedeflenen kalite, optimum süre ve optimum maliyetle gerçekleştirilmesinden bahsettik. Ancak görüyoruz ki, yeni endüstride proje yönetimi giderek daha açık uçlu bir hal almaya başlıyor. Teknoloji ve pazarda yüksek belirsizlik içeren iyi tanımlanamayan problem/projeler tasarım odaklı düşünme yaklaşımıyla ele alındığında nasıl sonuçlar elde edebiliyoruz? Bunu araştırmak için yola çıktık ve birçok alanda uygulanan bu yöntemi biz de Endüstri 4.0 proje yönetiminde sınamak üzere sahada denemelere başladık. İmalat endüstrisinde neredeyse yarım asırdır faaliyet gösteren bir kurumun orta-üst düzey yönetici ve teknik uzmanlarına –kaptan ve bir kısım mürettebat da diyebiliriz- bu pratiği ve ilgili becerileri kazandırmak amacıyla çalıştaylar düzenledik (Çalıştay tasarımı sırasında bize güzel fikirler veren Dr. Öğr. Üyesi Orçun Kepez’e bir kez daha çokça teşekkür ederiz…). Edindiğimiz sonuçları belki ileride başka bir yazıya konu ederiz. Kurumlar hâlihazırda Endüstri 4.0 projeleri yönetiminde tasarım odaklı düşünme gibi çevik ve tekrarlı yaklaşımların potansiyellerini araştırmaya başlamış durumda; neyi, nasıl yaparak değer yaratabileceklerinin heyecanlı arayışı içindeler. Endüstri 4.0 projeleri yönetiminde tasarım odaklı düşünme yaklaşımının ne ölçüde uygulanabileceği ve benimsenebileceği kurumların dinamiklerine özel bir deneyim ve yolculuk. Her iki kavram da kurumlardaki dönüşüm faktörleriyle hızla evrilmekte. Kullanılan araç ve yöntemler açısından, iki alan arasında karşılıklı beslenme fırsatları da ortaya çıkmış durumda. Bu bağlamda bahsedilen özellikleriyle tasarım odaklı düşünme, Endüstri 4.0 projeleri yönetiminde inovasyon zorluklarıyla baş etmede sağladığı yenilikçi bakış açısıyla değerli bir pratik olma potansiyeli taşıyabilir. Karmaşıklık ve belirsizliğin hâkim olduğu bu yeni endüstride, pruvanız her zaman neta olamasa da, rüzgârınız apazdan olsun... Sadun Boro’nun deyimiyle derviş gibi sallana sallana seyir eyleyin bu sularda...

Bana karşı anlayışlı davranan tek kişi terzimdi. Her gördüğünde yeniden alırdı ölçülerimi. Onun dışında herkes önceki ölçülerin bana hep uyacağını sandı. George Bernard Shaw


27

DİJİTAL GELECEĞİMİZ VE BLOKZİNCİR Ahmet YÜCEKAYA Khas Öğretim Üyesi

Son beş yılda sıkça duyduğumuz Blockchain teknolojisinin Türkçe karşılığının ne olabileceği konusunda farklı öneriler yapıldı. Bu alanda deneyimli olanlar Blockchain olarak kullanmaya devam etseler de kayıt zinciri de, kullanılmaya başlandı. Tübitak’ın Bilgem üzerinde Blokzincir Araştırma Laboratuvarı kurması ve blokzincir çalıştayı yapmasından sonra artık “blokzincir” olarak kullanımı yaygınlaştı. Bitcoin furyası ile başlayan ve çok kısa sürede fiyatı yükselerek pek çok insana büyük maddi getiri sağlayan sanal paralar, kavramın herkes tarafından duyulmasını sağladı. Özellikle ekonomi bilimi ile uğraşan uluslararası otoritelerce bitcoin ve benzeri varlıkların değer saklama ve güvenlik özelliklerinin olmadığı eleştirisi yapılarak, kriptoparaları dünya tarihinin en büyük balonu olarak niteleyenler de oldu. Fakat özellikle teknoloji ve bankacılık ile yakından ilgilenenler tarafından dünyayı değiştirecek bir teknoloji olduğu ileri sürüldü ve iki farklı görüş oluştu.

Aslında kriptoparalar ve blokzincir konusunda en hızlı gelişmeleri kateden ülkelerin Çin ve Rusya gibi ülkeler olması, Putin ve Şi Cinping’in blokzincir teknolojilerinin geleceği değiştireceği, bu teknolojilere sahip olmayanların sahip olanlara tam bağımlı olacağı yönündeki açıklamaları ve bu teknolojileri desteklemeleri Batı bloğundaki ülkeleri özellikle kriptoparalara karşı daha temkinli olmaya sevk etti. Bitcoin gibi Kriptoparalar uluslararası bankacılık ve finans kurallarını ve ambargoları etkisizleştirebilirdi ve bu durum en çok doların gücünden etkilenen Rusya ve Çin gibi ülkeler için önemliydi. Twitter’ın kurucusu Jack Dorsey internetli dijital dünyanın bir para birimi olacağını ve bunun bitcoin olabileceğini söylerken dünyanın en büyük online alişveriş mağazalarından Alibaba’nın kurucusu Jack Ma blokzincir teknolojisinin hızlı para transferi sayesinde dünyada banka hesabı olmayan 1.7 milyar insanın da ekonomiye ulaşmasına öncülük edebileceğini ve hayalimizin ötesinde bir etkisinin olabileceğini belirtiyor.


28

Bununla beraber dünya ekonomisinin yönünün belirlendiği Amerika’da SEC (Menkul Kıymetler ve Borsa Komisyonu) ve Senato, kriptoparaları değerli varlık mı yoksa araç mı olarak kabul edeceğini tartışırken, birçok ülkede yasaklanma ve sınırlama getiriliyor. Henüz tam bir düzenleme, denetleme ve tanımlama mekanizması oluşturulamamış olması bu alandaki girişimleri azaltmakta ve henüz deney aşamasıyla sınırlamaktadır. Bitcoin ve fiyatı onunla ilişkili değişen diğer koinlerin fiyatının çok kısa bir sürede yüz veya bin katına çıkması, birçok yatırımcıya büyük bir getiri sağlamışken yine çok kısa bir zamanda yarı yarıya düşmesi ve çok değişken bir fiyat grafiğinin olması, borsaların denetlenememesi, uluslararası kaçakçılık için kullanılabilir olması gibi nedenlerle koinleri yatırım aracı olarak düşünenler de tedirgin olmaktadır.

Blokzincir Teknolojisi Blokzincir teknolojisinin sunabilecekleri ve dijital geleceğimiz için potansiyeli tüm bu toz bulutunun arasında kalmış ve tam olarak anlaşılamamıştır. Aslında son zamanlarda Bitcoin gibi kriptoparalar ile blokzincir teknolojilerinin farklı değerlendirilmeleri gerektiğini ileri sürenler biraz da blokzincir teknolojisine odaklanılması gerektiğini düşünenlerdir. Çok kısa bir sürede zengin olmak isteyen, ürünün özelliklerini bilmeden yatırım yapan ve büyük zararlarla günü kapatan yatırımcılar bu alandaki gelişmelere zarar verebilirler. Blokzincir birçok gelişmenin sonucunda ve onların üzerine bina edilen bir teknoloji olarak düşünülebilir. Günümüzde veri üretme hızı yıllar itibariyle üssel olarak artmaktadır. Her bireyin, kurumun, varlığın, elektronik aletlerin, nesnelerin sürekli veri üretmesi ve bu veriyi anlık olarak ölçerek büyük veritabanlarına kaydedebilmemiz büyük veri çalışmalarını gerektirdi. Büyük veri dizinleri veritabanlarında merkezi olarak saklanabiliyor ve erişim hakkı sınırlı olarak verilen kişilerce ulaşılabiliyor, değiştirilebiliyor ve kullanılabiliyordu. Fakat bu verinin merkezi olarak tutulması hem etki alanını kısıtlıyor ve hem

de bütün verilerin istenmese bile başkalarıyla paylaşılmasını gerektiriyordu. Küçük veri kümeleri için merkezi bir kayıt anlaşılabilir fakat büyük veri için dağıtık veri merkezleri gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu noktada verilerin çok sayıda bilgisayar üzerinde dağıtılarak tutulması dağıtık kayıt defterleri (distributed ledger) kavramını getirdi. Fakat bu durumda verinin şifrelenerek güvenliğinin sağlanması ve hem de dağıtılan her noktada tutarlı olarak aynı kaldığının garanti altına alınması gerekmektedir. Örneğin bir bilgisayarda değişen bir verinin (para, mal ve hizmet girdisi, müşteri kaydı, hasta bilgileri, seçmen bilgisi vb...) diğer bilgisayarlarda da değişmesi ve sistemin tümünün bu değişiklik üzerinde mutabakata varması ve kayıt defterine bunun işlenmesi gerekmektedir. Bununla beraber veri kümesine önce ve sonra eklenen parçaların da aynı şekilde düzenlenmesi ve toplam bütüne eklenmesi ve bu sürecin verinin güvenliği sağlanarak yapılması gerekiyor. Blokzincir teknolojisi verinin çok fazla sayıda bilgisayarda saklansa bile sürekli aynı verinin kaldığını, değişikliklerin aynı şekilde işlendiğini ve sadece veri merkezinin değil o verinin ilgilendirdiği kişinin kendi verisini şifreleyerek saklayabilmesine ve sadece kendisinin erişebilmesine imkân sağlıyor. Bu işlemi veriyi blok dediğimiz parçalara bölünmüş şekilde tüm dağıtım noktalarına yayarak kayıt defterine kaydetmesi şeklinde yaptığı ve yeni gelen blokları birbirine zincir şeklinde eklemlediği için blokzincir ifadesi oluşmaktadır. Yeni gelen bir veri bloğu geldiğinde yazılım bazlı bir kriptoloji metodu kullanılarak önceki bloğun özeti alınarak, yeni veri bu özet kullanılarak zincire ekleniyor. Bu durumda tüm zincirin her halkası güvenlik sürecinden geçtiği için zincirde herhangi bir dış müdahale ve bozulma olması durumunda anında bu bilinebilecek ve güvenlik sağlanmış olacaktır. Bu temel çalışma prensibi daha da geliştirilerek kapalı, herkese açık, yarı açık, kamu, özel gibi çok farklı çeşit ve sayıda blokzincir geliştirilebilmektedir. (Ahmet Usta, Serkan Doğantekin, Blockchain 101, 2017).


29

MERKEZİ

SORUMLULUĞUN DAĞITILMASI (DECENTRALIZED)

DAĞINIK

K AY N A K : Tübitak Blokzincir Çalıştayı

Aslında veritabanları üzerinde işlenen ve verinin güvenli olarak çok fazla noktada, hatta dünyadaki tüm bilgisayarlarda her birey tarafından tutulmasını sağlayabilecek blokzincir neden önemli olabilir ve neleri değiştirebilir. Öncelikle bu teknoloji etki alanlarındaki sınırları kaldırmaktadır ve internetin ve bilgisayar erişiminin olduğu tüm noktalara veri erişimini sağlamaktadır. Her nesnenin, bireyin ve kurum tarafından oluşturulan veriler aslında bizim ihtiyaçlarımız, ürettiğimiz ürünler ve çıktılar olabilir. Blokzincir teknolojisi kullanarak veriler bir noktadan bir noktaya gönderilebiliyor, depolanabiliyor ve güvenli bir şekilde veri sahibi tarafından erişilebiliyorsa bu veri değer şeklinde de olabilir. Peki bu veri sözleşme şeklinde olursa ve otomatik olarak iki tarafın birbirini tanımasına gerek kalmadan anlaşmalarını ve değerli varlıkları değişmelerine imkân tanırsa neler olabilir. Özellikle Etherium bazlı akıllı sözleşmeler aslında birçok yeni uygulamanın da geliştirilmesinin yolunu açtı. (Tübitak Blokzincir Çalıştayı, 2018).

kendi blokzincirleri yemek olarak düşünülürse, platform blokzincirleri yemeklerin pişirildiği restoranlar, restoranların bulunduğu caddeler, veya caddelerin oluşturacağı şehir olarak düşünülebilir. Diğer blokzincirler platformlar ve protokolleri kullanarak işlem göreceklerdir. Blokzincir altyapısına yönelik bu çalışmalardan sonra birçok alanda uygulamalar geliştirilmeye hızlıca başlandı. Finans piyasaları için kriptoparalar (Litecoin, omisego), kriptoparaborsaları, paypal gibi dijital ödeme yöntemlerine rakip olacak ripple gibi uygulamalar, yatırım kurumlarına alternatif uygulamalar, bitpay gibi kriptoparalarla ödeme yapabileceğiniz kredi kartları, yüzlerce yıldır benzer olan bankalara rakip olacak yeni bankacılık uygulamaları, dijital değerlerinizi saklayabileceğiniz cüzdanlar, geleneksel olarak bankaların yaptığı kredi verme işlemlerinin akıllı sözleşmelerle yapılabildiği uygulamalar, muhasebe uygulamaları, dünya çapında sigortalamayı hedefleyen sigortacılık uygulamaları ve borsalar geliştirilmeye başlandı.

Yeni Blokzincir Uygulamaları

Kamu ve özel kurumlar için vatandaş ve müşteri bilgilerini hem gizli ve hem de güvenli şekilde tutulmasına imkân sağlayan ve aynı şekilde müşteriyi tanımaya yarayan Thekey, civic gibi uygulamalar geliştirilmektedir ve bu uygulamaların örneğin seçme-seçilme sürecini son derece güvenli ve gizli hale getireceği öngörülmektedir. Kişiler arasındaki alışverişlerde fiziki ödemelerin olması doğaldır, fakat insansız ve akıllı araçlarla robotların daha çok beklendiği dijital geleceğimizde insansız nesnelerin birbirlerine ödeme yapması için dijital bir

Teknik altyapıda protokoller (ethereum, Neo), VPN, dosya kopyalama ve eşzamanlı tutma (dropbox ve drive yerine yeni teknolojiler), hesaplama, yapay zeka uygulamaları başta olmak üzere yeni uygulamalar geliştirildi. Bu alanda en önemli gelişmeler yeni blokzincir uygulamalarının geliştirilebileceği platformların geliştirilmesiydi. Bu alanda Stratis, Nxt, Neblio, Rchain, Ubiq, Tomochain gibi pekçok platform çalışması geliştirilmektedir. Eğer iş hayatındaki kurumların geliştirecekleri


30

değer akışı gerekli görünmektedir. Bu noktada içerik, değer üretme, nesnelerin interneti, mal ve hizmetlerin tüm dünyaya dağılımını ve her noktada blokzincir tabanlı olarak takibini sağlayan tedarik zinciri/lojistik uygulamaları, online yayıncılık uygulamaları giderek artmaktadır. Kişisel veri üretimi ve ihtiyaçlarımız düşünüldüğünde yetkilendirme alanında, instagram, twitter gibi uygulamaların yerini alacak blokzincir tabanlı investfeed, matchpool gibi uygulamalar, obsidian gibi telegram ve whatsapp mesajlaşma programlarına rakip çalışmalar, sağlık ve genetik verilerinizi saklayan ve değerlendiren çalışmalar, reklamcılık uygulamaları gün geçtikçe artmaktadır. Doğal olarak en büyük değişimin fiziki alışverişin yerini alan online alışveriş piyasasında olması beklenmektedir. Bu alanda amazon, ebay gibi dev şirketlere rakip olacak Syscoin, openbazaar gibi uygulamalar, tüm dünyada biletlemeye imkân tanıyacak çalışmalar, gayri menkul kiralama, değere dönüştürme, satış konusunda yapılan çalışmalar, online kumar, oyun ve sporlar ile sanal gerçeklik uygulamaları her gün artmaktadır. Bu uygulamaların geliştirilebilmesi için gerekli kaynaklar ise bu uygulamaların çalışması için kullanılacak kriptoparaların (koin) başlangıç koin satışı (ICO) ile müşterilerine satılmasıyla elde edilmekte, bu coinler daha sonra kriptopara borsalarında değer olarak alınıp satılabilmektedir. Dikkat edilirse uygulamalarda henüz şirketler, kurumlar ve devlet hizmetleri boyutuna inilmemiştir. blokzincir teknolojisinin etkisi ispat edilirse her şirketin blokzincir uygulaması geliştirerek kendi mal ve hizmetlerini kriptoparaya dönüştürmesi ve değer değişimini bu şekilde yapması, muhasebesinden lojistiğine blokzincir teknolojisiyle çalışması rekabetçi bir duruş için gerekebilir. Genel olarak değişken veri üreten, veri üretilen kullanıcı sayısı birden fazla olan ve kimin ürettiği bilinmeyen (müşteriler gibi), güvenilirliğin önemli olduğu yapılar için blokzincirler gerekli olacaktır. Bu şekilde sınırların kalkması ve tüketiciler için mal ve hizmetlerin dünyanın herhangi bir bölgesindeki bir kurumdan alınması, ödemenin herhangi bir aracı olmadan yapılması ve yine herhangi bir aracı olmadan güvenli bir şekilde kendi verinize ulaşabilmeniz mümkün olacaktır. İş hayatındaki kurumlar için kolayca dünyanın herhangi bir noktasındaki müşteriye ürün satış olanağı sağlanmış olacaktır. Bununla beraber kriptovarlık piyasasının henüz kontrolsüz olduğu, dolandırıcı niteliği olan birçok kişiye açık olduğu, fiyat hareketleri sonucunda büyük zararların yapılabildiği, ürünlerin henüz test ve prototip aşamasında olduğu bilinmelidir. Bankacılık, finansal teknolojiler, bulut bilişim, ödemeler, kredi sistemleri, noter hizmetleri, değerli belge yaratma ve saklama, eticaret ve vatandaşlık hizmetleri başta olmak üzere her alanda yaygın kullanımı sonucu dijital gelecek sınırların önemsizleştiği, çok daha entegre, hızlı ve değer üretilen bir yer olabilir.


31

AKIŞKAN VERİ VE GENEL VERİ KORUMA DÜZENLEMESİ Salih BIÇAKÇI Khas Öğretim Üyesi

Her gün masamın başına oturduğumda ilk yaptığım işlerden birisi her sabah belirlediğim gazeteleri günlük olarak ilgimi çeken konular için hızlıca okumaktır. İşim gereği sadece Türkiye’de çıkan gazeteleri değil yurtdışından da birçok gazeteyi takip ediyorum. Her sabah okuduğum gazetelerden birisi de Chicago’da bir konferans sırasında listeme giren Chicago Tribune’dür. 28 Mayıs 2018 sabahında sayfasını açtığımda artık Avrupalı okurlarına hizmet veremediklerini belirten ve en kısa sürede gerekli düzenlemeyi yapmaya çalıştıklarını yazan bir uyarı gördüm. Bu yüzden artık VPN bağlantısıyla erişmem gerekiyor. Sonradan başka gazetelerin de benzer uygulamalara geçtiğini gördüm. Bunun sebebi Avrupa Birliği’nde yürürlüğe giren General Data Protection Regulation (GDPR), yani Genel Veri Koruma Düzenlemesi diye çevirebileceğimiz uygulama.


32

ÇARPICI BİR ÖRNEK 2012’de ortaya çıkan bir olayda Amerika’nın bilinen perakende satış firmalarından Target’ta istatistikçi olarak görev yapan Andrew Pole, kullanıcı numarası, kredi kartı bilgisi, adı, e-posta bilgisi, adres bilgisi, ilgilendikleri ya da sepetlerine koydukları her şey yanında demografik bilgilerini de bir arada tutan bir veri tabanı sistemi oluşturur. Pole bütün bu veri setini kullanarak Target’ın bebek ürünleri için kayıtları bulunan kadınların önceki alışverişlerinin tarihçesini incelerken ilginç bir davranış kalıbı fark eder. Birinci kalıp, hamile kalan kadınların hamileliğin dördüncü ayından sonra yüksek miktarda kokusuz losyon aldıklarını fark eder. Pole’un yanındaki diğer bir araştırmacı da hamileliğin ilk 20 haftasında hamile kadınların kalsiyum, magnezyum ve çinko destekleri aldığını görür. Hatta hamile kalan kadınların çokça kokusuz sabun, büyük boy pamuk paketleri, el temizleyiciler ve yüz havlusu aldığını gözlemlerler. Pole bütün bu kalıpları daha rahat analiz edilebilir kriterlere çevirmeyi başararak alıcıların hamile olup olmadıklarını ölçebilecek 25 ürün belirler. Hatta küçük hesap hataları da olsa doğum yapmaları muhtemel tarihleri bile çıkarırlar. Böylece bu dönemin öncesinde Target, alıcılara indirim kuponları göndererek hamilelikleriyle ilgili ürünler almalarını sağlayabilecektir.

Target bu analizlere dayanarak müşterilerine kuponlarını göndermeyi başlar. Minneapolis’in dışından Target’ı arayan kızgın bir adam müdürle konuşmak istediğini belirtir. Müdür’e “benim kızıma bunlar postadan geldi” diyerek Target’ın hamile kadınlar için gönderdiği kuponları elinde sallayarak sözlerine devam eder: “O hâlâ lisede ve siz ona bebek kıyafetleri ve beşiği kuponlarını niye gönderiyorsunuz? Onu hamile kalması konusunda teşvik mi ediyorsunuz?” der. Target’ın merkezinden yönetilen kupon sisteminin adamın kızını niye seçtiğinden habersiz olan Müdür, babadan özür dileyerek, kendisini teskin eder ve bir yanlışlık olduğunu söyler. Takip eden hafta kızına kupon gönderildiği için kızan babayı arayan Müdür ahizenin öte yanındaki babadan duyduklarından dolayı şaşkınlık içinde kalır. Baba kızının gerçekten hamile olduğunu ve Ağustos’ta doğuracağını söyler ve kendisine bağırdığı için özür diler. Target’ın bu analizinin 2012’de ortaya çıktığı göz önüne alınınca ve gelişen teknoloji düşünüldüğünde günümüzde yapılabilen tahminlerin tutarlılığının ne denli yerinde olacağı konusunu size bırakıyorum. Bu konuda literatürde iyi ve kötü olabilecek birçok örnek bulunuyor.


33

İnternete erişimin yaygınlaşması ve akıllı cihaz kullanımının artmasıyla birlikte kullanıcıların ürettiği veri de hızla artmaya başladı. Verinin bu denli artışı ve kişiselleşmesi kullanıcılar hakkında beklenenden daha fazla bilgi vermeye başladı. Düşünsenize hiç tanımadığınız bir insanın bilgisayardaki kullandığı programların geçmişine, çerezlerine -girdiğiniz web sitelerinin, bilgisayarınızda bıraktığı bir tür tanımlama dosyasıve geçirdikleri zamanlara bakarak hızlıca siyasi tercihleri, planları, hassasiyetleri, taraftar oldukları ve karşı oldukları konuları rahatça tahmin edebilirsiniz. Şimdi okuyucuların “nasıl bilgisayarıma girecekler?” diye sorduklarını duyar gibi oluyorum. Bilgilerinize ulaşmak için bütünüyle bilgisayarınıza erişmelerine gerek olmadığını söylemeliyim. Esasında her sabah bilgisayarımın başına oturup gazeteleri okumaya başladığımda gönüllü olarak internetteki bir bilgisayara girerek bir dosyayı okumaya başlıyorum. İşte o bilgisayar, gönüllü olarak verdiğim kim olduğum hangi IP’den bağlandığım, bilgisayar dilimin hangi dilde olduğu, hangi browser tipini kullandığı, hatta hangi işletim sistemini kullandığı gibi temel bilgilere hızlıca sahip oluyor. Hele bu gazete ya da Facebook gibi bir platform ise hangi haberler ve/ veya mesajlar üzerinde ne kadar vakit geçirdiğim bilgisine de hızlıca erişiyor. Düşünsenize Youtube’a girdiniz ve araba modellerini inceliyorsunuz. Bu inceleme sırasında farklı alternatiflere bakıyorsunuz. Buna bağlı olarak Google’a giriyorsunuz ve beğendiğiniz parçaları almak için Google’da araştırma yapıyorsunuz. İşte Google, Youtube ve bütün ziyaret ettiğiniz siteler size ait bu bilgileri birleştirip bir profil oluşturmaya çalışıyor. Buna bir de alışveriş sitelerinden yaptığınız alışveriş verisini eklediğinizde sizin hakkınızda belki de en yakınınızdan daha fazla bilgiye sahip oluyorlar. Profillerin farklı veri işleyiciler tarafından incelenmesine dair son bir örnek verip esas konum olan GDPR düzenlemesine geçmek istiyorum.

Veri: Korunması Gereken Bir Varlık İnsanların hiçbir tehlike görmeden paylaştıkları bilgilerle veri analizi yapan firmaların neler yapılabileceğini gören Avrupa Birliği kendi vatandaşlarını ve kendi menfaatini korumak için dört yıllık bir çalışmanın ürünü olarak 27 Nisan 2016’da Genel Veri Konuma Düzenlemesi’ni hayata geçirdi. Üye ülkelere bu düzenlemelerin hayata geçirilmesi için iki yıllık bir geçiş dönemi tanıdı. Bu düzenlemenin esas amacı kişinin kendi ürettiği veri üzerinde hâkimiyet sağlamasına izin vermekti. Öte yandan devletlerin vatandaşların verilerini korumak üzerinden bir anlayış getirdiğini söylemek de yerinde olacaktır. Böylece veri de korunması gereken bir varlık olarak devlet ve toplum ilişkisinin içindeki yerini aldı. Hızlı teknolojik gelişmeler ve küreselleşme, kişisel verilerin korunması için yeni zorluklar getirdi. Bir yanda hızla artan kişisel verilerin toplanması ve paylaşılması öte yanda hem özel şirketlerin hem de kamu otoritelerinin faaliyetlerini sürdürmek için daha önce görülmemiş bir ölçekte kişisel verileri

işlemesine izin veren teknolojiler, verinin işlenme ve korunma sürecinin düzenlenmesi ihtiyacını doğurmuştur. 25 Mayıs 2018’te Avrupa Birliği’nde etkin olarak yürürlüğe giren bu düzenlemeyle birlikte Avrupa Birliği ile iş yapan, veri toplayan ya da herhangi bir bilgi işlem sistemi üzerinden verisi geçen sistemlerin Genel Veri Koruma Düzenlemesi’nin (GVKD) gereklerini yerine getirmesi zorunluluğu bulunmaktadır. Türkiye’de Kişisel Veri Güvenliği Kanunu sebebiyle birçok kurumun sizin verilerinizi işlemek için izin aldığı şu günlerde bu durum belki o kadar farklı gelmeyecektir. Kurumsal olarak yapılması gereken hazırlıkların olduğunu ve AB düzenlemesinin tüzel kişileri bu değişiklikleri yapmaya zorladığını ve yerine getirmezse 20 Milyon Euro’dan, ciro’un %4’üne kadar büyük cezalar verilebileceğini en başta belirtmem gerekiyor. AB bu düzenlemenin hayata geçirilebilmesi için gereken tedbirleri almayan özel ve tüzel varlıklara büyük cezalar vermeyi planlıyor. Günümüzde verinin iyi bir gelir kaynağı olarak değerlendirildiğini ve bu alanın veri simsarlığı (brokerlığı) gibi bir meslek oluşturduğunu söylemeliyim. Veri toplayan ve satan firmaların ürünlerini kullanıcılara ücretsiz vererek, elde edecekleri veri üzerinden gelir sağlamak üzerine bir işletim modeli kurduklarının da altını çizmek isterim. Kişilerin ürettikleri verilerin farklı ellerde çok değişkenli modellemelerden geçirildikten sonra ürün satışından, belirli bir grup için gelecek tahminine kadar kalıpları çıkarabilmek için kullanıldığını biliyoruz. Kimi zaman ticari kurumlar kimi zaman STK’lar kimi zaman da devlet kurumları bu veriyi farklı yöntemlerle analiz ediyor. Veriler çoğu zamanda nerede üretildikleri (inşa edildikleri)ne bakılmaksızın farklı ülkeler tarafından kullanılıyor. Özellikle modelleme ve yapay zeka çalışmaları için veriye duyulan ihtiyacın artmasıyla birlikte veriyi üreten kişi hakkındaki bilginin bu farklı ve uzun yolculuğundan çoğunlukla habersiz oluyor.

GVKD: Rıza Olmadan Asla! GVKD esas itibariyle veriyi üretenin ürettiği ürün üzerinde söz sahibi olması temeline göre yapılmış bir düzenlemedir. Kimsenin veri üretenin haklarını çiğnemesine izin vermemesi konusu dikkate alınarak inşa edilmiştir. GVKD’nin bu konuda ilk getirdiği önemli şart, veri sahibinin kendi rızasıyla verisinin kullanılmasına izin vermesidir. İlk adımda bu rızanın sadece görülen veriler için değil, sizin hakkınızdaki tüm veri kümesini içerdiğinin altını çizmeliyim. Öncelikle eğer Google kullanıyorsanız hemen browser’ın penceresine https:// myactivity.google.com/myactivity adresini yazdığınızda size ait aramaları ve yer bilgisini nasıl detaylıca tuttuğuna şahit olacaksınız. Siz bu kişisel aramalarınızın tutulması için Google’a rıza verdiniz mi? Diğer yandan Youtube’dan (https:// youtu.be/S0G6mUyIgyg) izlediğimiz videolar bize yanımızda


34

taşıdığımız cep telefonlarının nasıl her hareketimizi kaydettiğini hatırlatıyor. Hangimiz telefonumuzun bize ait hareketleri kaydetmesini ve bilmediğimiz yerlere göndermesini isteriz ki? Ya da telefonlarımızdaki sesli destek sistemlerinin (https://www. usatoday.com/story/tech/columnist/komando/2017/09/29/ how-stop-your-devices-listening-and-saving-what-yousay/715129001/ ) bizim günlük konuşmalarımızı devamlı olarak dinlemesini ve analiz etmesini ister misiniz? GVKD bu tür verilerin rıza olmadan işlenmesini yasakladı. Böylece veriyi toplayan kişi(ler) ve/veya kurum(lar) verinin esas sahibinden ne için işlemek için ve hangi şartlarda saklanacağının teminatını vererek açık ve net bir rıza belgesini onaylamasını ister. Rıza olmadan verilerin işlenmesi daha da zor hale gelecek fakat bu devlet kurumlarını nasıl etkileyecek henüz bilmiyoruz. Özellikle de farklı mazeretlerle veri toplayan devlet birimlerinin bilhassa istihbaratların saldırgan veri işleme tavırlarını dizginlemenin GVKD ile mümkün olup olmadığı göreceğiz. (Meraklısına not: Eğer seyretmediyseniz Citizen Four filmini seyretmenizi tavsiye ederim. Snowden’ın açıklamaları nasıl her adımımızın birileri tarafından kaydedildiğinin güzel ipuçlarını verir.) Yeni düzenlemeyle esas sağlanmak istenen bir gizlilik kültürünün oluşmasıdır. Kişisel hakların ve özgürlüklerin bu ölçüde değişen çağda da korunabilmesidir. İlk hedeflenen dizayn temel gizlilik ahlakının bütün sistemlerde yerleşmesidir. Böylece veri sahiplerinin hakları ilk defa veri toplanırken bile korunmuş olacaktır. Bildiğiniz gibi siteler ya da yazılımlar ihtiyaçlarının ötesinde veriyi talep ediyorlar. Bir programı telefonunuza yüklediğinizde ihtiyacı olmadığı halde hangi dosyalara ve kameraya, mikrofona, yer bilgisine nasıl erişmek istediğine dikkatlice bakın. GKVD bu kontrolsüz bilgi açlığını kontrol etmeyi hedefliyor. GKVD verileri sınıflarken kendi içinde verinin üretim sürecini ve ilgili yapıyı da belirlemektedir. İlk olarak tanımladıkları unsur bilginin kaynağı olan gerçek kişidir. Yönetmelikte bunu “ilgili kişi” (data subject) olarak tanımlamaktadır. GKVD, “kişisel veri nedir?” sorusunu da şöyle tanımlamaktadır: “Kişisel veriler”, tanımlanmış veya tanımlanabilir gerçek bir kişiyle (“ilgili kişi” data subject) ilgili herhangi bir bilgi anlamına gelir; Tanımlanabilir bir gerçek kişi, bir isim, bir kimlik numarası, konum bilgisi, çevrimiçi bir tanımlayıcı veya fiziksel, fizyolojik özel bir veya daha fazla faktör gibi bir tanımlayıcıya, ya da gerçek kişinin genetik, zihinsel, ekonomik, kültürel veya sosyal kimliğine ait olan verilerle özellikle doğrudan veya dolaylı olarak tanımlanabilen kişidir.

GKVD’yi Oluşturan Üç Ana Nokta GKVD esas itibariyle üç ana noktadan oluşur, ilgili kişi, veri denetleyicisi ve veri işleyicisidir. İlgili kişi veriyi üretir, bir işlemi için veri sorumlusu firmaya rıza karşılığı verir, veri sorumlusu bu veriyi korumakla yükümlüdür. Fakat günümüzde iş modellerindeki veri analizini yerine getirme süreci çoğunlukla veri sorumlusu firma tarafından yerine getirilmediği için veri işleyici diye üçüncü bir kurum da GKVD’de yerini almıştır. GKVD’ye göre “Veri Denetleyicisi”, kişisel verilerin işlenmesinin amaçlarını ve araçlarını belirleyen, tek başına veya başkalarıyla birlikte çalışan doğal veya tüzel kişi, kamu makamı, ajans veya diğer organlar anlamına gelir. Örneğin bankanız size ait verileri tutan ve nasıl işleneceğine karar veren veri denetleyicinizdir. Bankanızın işlemek üzere verileri verdiği kişiye ya da kuruma da “veri işleyicisi” ismi verilmektedir. GKVD’nin getirdiği düzenlemelerin bir yanı da siber güvenliğin etkin olarak sağlanarak buradan doğacak zararın minimuma indirilmesini temine çalışmaktır. Siber güvenlik dünyasında kabul gören tek gerçek bütün yapıların hacklenebileceğidir. Eğer bu önkoşulla yola çıkarsak o zaman iş dünyası için en önemli problem ne kadar kısa sürede işleyişin normale döneceğidir. Bunu da esnek-dayanıklılık dediğimiz (resilience) kavramıyla açıklayabiliriz. Bu yazımın konusunun dışında olduğu için bu konuyu gelecek yazılara bırakıyorum. Son yıllarda gördüğümüz bütün saldırılarda ana problem saldırıya hedef olan şirketin, hacklendiğini fark etmesine rağmen piyasadaki itibarının zedelenmemesi için bu durumu ilgili kişilere bildirmemesidir. Örneğin Linkedin’in 117 milyon hesabı hacklenmesine rağmen hesap sahiplerine haber vermeden dark web’te hackerlarla pazarlığı devam ettirmesi bunun en güzel örneğidir. Linkedin’in uğradığı zarar zincir halinde ek zararlara sebep oluyor. GKVD, her işletmenin saldırıları zamanında fark etmesi için gereken metotlar ve temel yöntemleri netleştiriyor. Eğer kaçınılmaz bir şekilde sistemlerde bir ihlal gerçekleşmiş ise sistem sahibine bu saldırıyı 72 saat içinde veri sahiplerine bildirme zorunluluğu getiriyor. GKVD esas itibariyle bütün kullanıcıların ve uygulayıcıların bu düzenlemelerin hepsinin gereğini yerine getiremeyeceğinin farkında fakat düzenleme esasında ilerleme kaydedilmesini bekliyor. GKVD’nin siber güvenlik kültürünü inşa etmek için alınmasını gerekli gördüğü teknik tedbirler şunlardır: 1-Kişisel verilerin şifrelenmesi ve verilerin anonimleştirilmesi,


35

2-Bilişim sistemlerinin gizliliği, entegrasyonu ve erişilebilirliği, esnek dayanıklığını (resilience) temin etmek, 3-Fiziki ya da teknik bir olaydan sonra verilerin erişebilirliği ve ulaşılabilirliğini sağlamak, GKVD’nin üç temel maddeye sığdırmaya çalıştığı bu şartlar aynı zamanda siber güvenliğin temel taşlarını oluşturmaktadır. GKVD siber güvenlik kültürünü inşa ederken verinin gizliliğini ve bütüncüllüğünü de yaygınlaştırmaya çalışıyor. Günümüzde artan veri üretimine bağlı olarak iyileşen veri analiz metotları ve bunların doğru tahminlerde bulunabilmesi için devasa boyutlarda veriye duydukları ihtiyaç ister istemez, veri toplayanların bütün imkânlarıyla veri depolaması alışkanlığını oluşturdu. AB’nin bu düzenlemesiyle birlikte veri brokerları ve veri işleyen kuruluşlar ellerindeki veriyi niçin, hangi şartlarda ve hangi süreyle tutacakları sorularını cevaplamak zorunda kaldılar. Bunun yanında düzenleme veri toplayan kurumları da rızanın hangi koşullarda alındığını ve sınırlarını netleştirmeye zorlar. Bütün bu soruların ortasında kalan ama veri sahibinden çok, sadece veriyi elinde tutan kişinin bilebileceği hassas noktalardan birisi de verinin taşınabilirliği konusudur. Söz konusu toplanan verinin AB dışındaki sunuculara taşınıp taşınmayacağı GKVD için önemlidir. Bu özellikle çokuluslu yapılı şirketleri ve portalları yakından ilgilendirmektedir. Geçtiğimiz yıl bu konuda hassas olan Çin hükümeti Apple’da icloud hizmeti için vatandaşlarının bilgisini ülke sınırlarında tutacak şekilde bir düzenleme yapmasını beklediğini belirtti. Apple firması da Çin’deki kullanıcıları için icloud hizmetini yerel sunucularda tutarak hükümetin talebini yerine getirdi (https://www.theverge.com/2018/2/28/17055088/ apple-chinese-icloud-accounts-government-privacy-speed). Verinin taşınması kendi içinde büyük bir sorun olarak karşımıza çıkar. Bunu biraz fiziksel sınırlarla dijital sınırların üst üste oturması olarak da görebiliriz. Farklı bir açıdan bakacak olursak, devletlerin kendi vatandaşları tarafından üretilen verinin ticari meta haline dönüşünü fark ettikleri ve bu kazançtan kolayca başka aktörlerin üstünlük sağlamasını temin edecek şekilde vazgeçmeyeceklerini ortaya koyduğunu da söyleyebiliriz.

Ev Ödevi: İş Akışına Eklenecekler GKVD esas itibariyle veri toplayan ve işleyen firmaların yeni düzenlemeye bir an önce geçemeyeceklerinin farkında olarak bazı adımlar atmalarını bekliyor. Bu beklenti kolay görünmekle birlikte bu adımların iş akışına eklenmesi düşünüldüğü kadar kolay olmayacaktır. Hepsinin yapılması ve çalışır hale gelmesinin zaman alacağını AB yöneticilerinin tahmin ettiğini düşünüyorum. Şirketler bu adımlar sayesinde yönetmeliğin hayata geçişi için başlangıç düzeyinde hamleler yapmış olacaktır:

1- Şirketlerdeki ilgili bölümlerin kanunun değiştiğini ve bir kısım etkilerinin olacağını bilmesi, 2- Hangi kişisel verilerin tutulduğunun ve nereden geldiğinin ve kimlerle paylaşıldığının kayıt altına alınması, 3- Hâlihazırdaki gizlilik uyarılarını gözden geçirip, gerekli değişiklikleri yapmak, 4- Bireylerin sahip olduğu yeni hakları yerine getirebilmek, 5- İstekleri olursa belirtilen sürelerde gerekli bilgilerin nasıl sağlanacağının planlamasının yapılması, 6- Her veri işleme aktivitesi için gerekli hukuki temelleri tanımlamak ve belgelemek, 7- Rızanın aranması, tutulması ve kaydedilmesi süreçlerinin incelenmesi, 8- Veri ihlallerini belirleyecek, raporlayacak ve soruşturacak süreçlerin varlığından emin olmak, 9- Veri koruma gereklerini yerine getirecek bir veri koruma memuru atamak, Bütün bu zorlamaya rağmen bilişim altyapı teknolojisinin problemlerini aşmak sanıldığı kadar kolay olmayabilir. GVKD’nin veriyle ilgili olarak düzenlediği noktalardan birisi de “bireyin verdiği bilgiyi düzeltme ya da silme hakkının saklı tutulması” dır. Bunu tamamlayıcı diğer madde de veriyi toplayanın “rıza biter bitmez de birey hakkında toplanmış veriyi silmesidir”. Bütün bu maddeler alt alta konulduğunda bireyin verilerinin silinmesi için talepte bulunduğu zaman veriyi toplayan özel/tüzel kişilerin iyi niyetle davranarak silmiş olacağını varsayacağız. Şeytanın avukatlığını yapacak olursak, AB Google’ın bu verileri sildiğinden ve bütün algoritmaya ait değerlendirmelerden çıkardığından nasıl emin olacak ya da bunu nasıl kontrol edecek? Bauman’dan ödünç aldığım “akışkan” kavramıyla niteleyeceğim gibi -akışkan veri, verinin kırılganlığını, geçiciliğini, zafiyetini ve sürekli değişkenliğini ifade eder-, veri sürekli olarak değişirken ve bütün sistemler geleceği anlamak için veriyi kullanmak üzere kurgulanmışken veriyle ilişkimizin piyasa, devlet ve vatandaş arasında nasıl şekilleneceğini tahmin etmek sanırım epey zor. Yapay zekaların hızla arttığı günümüzde var olan veri ihtiyacını da göz önüne aldığımızda saldırgan biçimde veri toplayan firmaların önüne bu tür düzenlemelerin geçip geçmeyeceğini ve verilerimizin kontrolünün hâlâ bizim elimizde olup olmadığını yaşayıp göreceğiz.


36

KRİPTO PARALAR VE İNTERNET NESNELERİ İsmail Hakkı POLAT Khas Öğretim Görevlisi

İnternet nesneleri arasındaki veri alışverişini kuruşlandırma iddiasıyla yola çıkan IOTA, Blockchain yerine kendi geliştirdiği Tangle teknolojisini kullanmasıyla Bitcoin ve diğer Kripto Paralardan ayrışmakta.


37

Birkaç ay önce Avrasya Blockchain ve Dijital Para Araştırmaları Derneği tarafından düzenlenen “Avrasya Blockchain Zirvesi” kapsamında yaptığım konuşmayı takiben yanıma yaklaşan bir izleyici, “İsmail hocam, IOTA konusunda ne düşünüyorsunuz?” şeklinde bir soru yöneltti. BitCoin/kripto paralar üzerine yatırım tavsiyesi isteyen dostlar veya sosyal ağ takipçilerim bilir: kripto para konusuna finans veya yatırım uzmanı olarak değil finans dünyasının dijital dönüşümünü yakından izleyen biri olarak yaklaşır ve yorumlarım. Bunu da benzer bir soru zannederek kendisine yatırım tavsiyesi vermediğimi söyledim ama genç ısrarla “Hocam, tavsiye istemek için sormadım, bu öyle bir kripto para ki…” diyerek söze başladı ve IOTA’nın nasıl farklı bir konsept olduğunu önemli özellikleriyle anlattı. İtiraf etmeliyim ki, IOTA o zamana kadar göz ucuyla takip ettiğim ve hemen hiç bir detayına hâkim olmadığım bir kripto para’ydı. Ancak genç arkadaşın heyecanı beni de sardı ve biraz IOTA üzerine araştırma yapma hevesim arttı. Gerek kendi sitelerinden verdikleri bilgiler gerekse sosyal medyada IOTA’ya ilişkin yapılan analizleri kısaca özetlersek; 2014 yılında David Sonstebo ve Dominik Schiener adlı iki Kripto Girişimci tarafından kurulup geliştirilen ve geçtiğimiz Ağustos ayında KriptoArzı (ICO) yapılarak kripto para piyasalarına giren IOTA’yı en yalın haliyle “İnternet Nesnelerinin (Internet of Things) değiş-tokuş işlevini yerine getirmek amacıyla geliştirilen kripto para” olarak tanımlayabiliriz. Bu yönüyle BitCoin gibi genel amaçlı paralardan ayrışmakta. Ancak tek ayrışım da bu değil; çok daha önemlisi, BitCoin ve türevi kripto paraların temelinde bulunan “merkezsiz ve herkese açık kripto işlem defteri” işlevini de (onlardan farklı olarak) Blockchain teknolojisiyle değil kendi geliştirdiği ve Tangle adını verdiği

teknoloji üzerinden çözümlemesi. Tangle, Blockchain ile aynı işlevleri gören ancak ondan farklı olarak kripto para üretimini en baştan yapıp 2.7 katrilyon adet olarak piyasaya verilmiş. Bu sayede kripto para madenciliğini ortadan kaldırıp diğer işlem teyitlerini ise kullanıcılara yaptırmaya başlamış ve bu yeni yöntemle işlem ücretleri de ortadan kalkmış. IOTA, aslında kendini akıllı İnternet nesneleri arasındaki veri alışverişlerini kuruşlandıracak merkezsiz bir pazaryeri olarak konumlandırmakta. Bu sayede IOTA ile örneğin; elektronik ev eşyası • Bir üreticisiyseniz buzdolabınız marketten doğrudan alışveriş yapabilecek,

otomotiv şirketiyseniz akıllı • Bir otomobiliniz benzin alımı, tamir, otoyol geçişi, arabanın SIM kartının faturası gibi ödemelerinizi doğrudan ve hızla yapabilecek,

bir online eğitim platformu • Veya sahibi iseniz alınan eğitimlerin

izlenme süresi, sayısı, tekil ya da toplu izleyici sayısına göre ücretlendirebilecek ve ödemelerini de kripto para bazlı akıllı kontratlar üzerinden yapabilecek ve grup indiriminden taksitlendirmeye kadar esnekleştirebileceksiniz ve hatta bu ödemeleri de akıllı elektrik veya internet sayaçları üzerinden “kullandığın kadarını anında öde” mantığıyla çalışan akıllı ödeme sistemlerine yönlendirebileceksiniz. Aslında halihazırda hepsi tek tek ve ayrı standartlarda yapılabilen tüm bu akıllı İnternet nesneleri alışveriş işlemlerini IOTA kendi standartları üzerinden ve aradaki tüm aracıları kaldırarak üretici/ hizmet veren ile tüketiciyi doğrudan

buluşturmayı hedefliyor. Kuşkusuz bu, çok ama çok büyük bir hedef. Zaten kurucuları da bu vizyonlarını: “İnternet nesneleri alanında ya her şey olacağız ya da hiçbir şey!” şeklinde ifade ediyorlar. İşte IOTA, bu vizyonu için 2014 yılından itibaren planlı bir şekilde hareket ederek, aralarında Bosch, Fujitsu, Deutsche Telekom’un da bulunduğu halihazırda 100’ün üzerinde irili ufaklı marka ile deneme çalışmaları yaptıkları bir platformu duyurdu ilk aşamada. Geçtiğimiz Aralık ayında yapılan bu duyurunun ardından IOTA’nın fiyatı kelimenin tam anlamıyla roket hızıyla yükseldi ve 5.5 dolara kadar çıktı. Ancak daha sonra hem söz konusu anlaşma haberlerinin bir kısmının çarpıtma olduğunun ortaya çıkması, hem de Tangle teknolojisinin kripto güvenliğine ilişkin kuşkuların artmasıyla birlikte bu rüzgâr kesilmeye başladı. Son dönemde Bitcoin ve türevi kripto paraların girdiği düşüş trendi IOTA’yı da olumsuz etkiledi ama Bosch ve Volkswagen gibi Alman devleriyle nihayet yapmaya başladıkları anlaşmalar, bu yeni nesil kripto para’nın geleceğine ilişkin umutları hala taze tutmakta. IOTA, önümüzdeki dönemde iner mi çıkar mı, hayal ettiklerini hayata geçirebilir mi yoksa bir balon gibi söner mi tahmin etmek çok güç ama ortaya koydukları yıkıcı-yenilikçi vizyon ve zihinlere düşürdükleri IoT-kripto para ilişkisi itibarıyla kripto paraların giderek daha büyük bir resim çerçevesinde dünya ekonomisine ağırlıklarını koyacaklarına ilişkin güçlü bir sinyal. Bunun da ötesinde Blockchain’e odaklanırken asıl büyük vizyonu kaçıran ve bu yüzden altındaki zeminin kaydığını fark edemeyen finans ve bankacılık sektörüne de güçlü bir uyarı aslında.


38

DEĞİŞEN KENTLER, DEĞİŞEN KADINLAR: SEN İSTANBUL’DAN DAHA GÜZELSİN Röportaj: N. Buket CENGİZ - Petra DE BRUIJN Khas Öğretim Elemanı - Universiteit Leiden Öğretim Üyesi

İlk kez sahnelendiği 2017 yılında Afife Tiyatro Ödülleri’nde Cevat Fehmi Başkut Özel Ödülü’ne layık görülen, aynı yıl Türkiye Eleştirmenler Birliği Ödülleri’nde yazarı Murat Mahmutyazıcıoğlu’na Yılın Yerli Oyun Yazarı Ödülü’nü getiren ve Hürriyet KitapSanat Eki’nce yılın en iyi on oyunundan biri seçilen Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin önümüzdeki günlerde yüzüncü kez sahnelenecek. Seyirciyi, bir aileden üç kuşak kadının iç konuşmaları üzerinden İstanbul’un elli yıllık geçmişi ve kentin kadınlarının dünü, bugünü ve yarını üzerine düşünmeye davet eden oyunu yazarı ve yönetmeni, aynı zamanda da üniversitemiz Film ve Drama Yüksek Lisans programının “uzatmalı” öğrencisi, Murat Mahmutyazıcıoğlu ile konuştuk.

Serkan ERTEKİN


39

Teknik bir soruyla başlayalım: Oyununuzda, sandalyede oturan üç kadından oluşan statik bir mizansen seçmişsiniz. Bunun işlevi nedir, bu mizansenle söylemek istediğiniz nedir? Bunun oyunun anlamına ekledikleri nelerdir? Oyunun çok parçalı, tüm karakterlerin kendi hayatlarında belirli dönemlere atlamalar yaptıkları epizodik bir yapısı var. Metinde bu kadar hareket varken, oyuncunun sadece bedenine ve anlattığı şeye odaklanmasını sağlayacak bir sahne düzeni seçtik. Bu sayede bir yandan metnin hareketli yapısına tezat oluştururken diğer yandan oyuncuya belli bir zorluk derecesi verip bu zorluk derecesinin sınırlarını zorlaması için çabaladık. Sahne tasarımının oyunun anlamına da hikâye olarak katkısı oldu, bazı seyircilerden kadının toplumdaki yerine yönelik bir gönderme gibi algılandı. Bizim tercihimiz daha çok teatral olanı vurgulamakla ilgiliydi.

Oyununuz İstanbul’da yaşayan üç kuşak kadının hikâyesinin arka planına kenti yani İstanbul unsurunu dikkat çekici bir başarıyla yerleştiriyor. Kentsel dönüşüm kapsamında yıkılıp yeniden inşa edilen binalardan artık çoktan tarih olmuş tramvay hatlarına kadar pek çok motif ustaca oyuna yerleştirilmiş. Oyunu yazarken çıkış noktanız İstanbul muydu? Değilse, İstanbul oyunda nasıl bu kadar merkezi bir yer aldı? Oyunu yazmaya başlarken İstanbul ya da kentsel dönüşüm ve bizim hafızamızdaki şehir ön plandaydı ve hikâye de bu düşünceyle gelişti. Oyun karakterlerinin hikâyeleriyle şehrin değişimini aynı paralelde yazmaya çalıştım. Belki İstanbul biraz daha hikâyenin içinde olabilirdi ama ben daha çok yirmi yıllık bir İstanbullu olarak kendi hissettiğim ve bana dokunan yönlerini metne eklemeye çalıştım. Oyunda geçen köprü açılışı ve benzeri daha eski kentsel imgelerse hep ilgimi çeken konulardı. İstanbul da oyunda dördüncü karakter aslında; diğerleriyle ilişkili mi, onları umursuyor mu, ya da değişiminden memnun mu, bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz…

Sizce İstanbul’da yaşamak bu üç kuşak kadını birbirine yaklaştıran mı yoksa birbirinden uzaklaştıran bir unsur mu? Şehrin zaman içinde bu kadar büyümesi, binaların hayal edemeyeceğimiz bir şekilde büyümesi elbette bizim de oyun karakterlerinin de ilişkisini bire bir etkiliyor. Aidiyet kavramını kaybediyoruz, bu da kentin hızlı değişimine ayak uydurmak için verdiğimiz insani bir tepki belki de. Karakterler de bunu söylemeseler de bu vahşi değişimden etkileniyorlar.

Oyunu yazarken İstanbul’un hangi semtleri size en çok esin kaynağı oldu? Beşiktaş’ın önemli bir referans olduğu açık, ismi açıkça söylenmese de. Oyunu yazarken başka hangi semtler geçti gözlerinizin önünden? Oyunda çok geçmese de Beyoğlu’ndaki dramatik değişim beni çok etkiledi. Çok uzun yıllar Beyoğlu’ndaki alternatif sahnelerde tiyatro yaptım. Özellikle Gezi’den sonraki soylulaştırma politikası Beyoğlu’nun asıl sahibi diyebileceğimiz birçok insanı ve seyirciyi bölgeden uzaklaştırdı. Bu dönemin geçici olduğunu düşünüyorum, umut ediyorum.

Semt isimlerini açıkça söylememeye dair seçiminizin ardında yatan neydi? Aslında gerektiği kadar var diyebilirim, hikâyenin önüne geçmemeliydi, bir şekilde gölge olarak hikâyenin ardında akmalıydı İstanbul, sanırım öyle de oldu.

Oyunda “Sen İstanbul’dan Daha Güzelsin” ifadesi önce bir dizinin ismi olarak geçiyor. Daha sonra karakterlerden birinin diğerine sarf ettiği bir cümle olarak. Bu noktayı biraz açıklar mısınız? İstanbul’dan daha güzel olan tam olarak kimdir/nedir?

“Sen İstanbul’dan daha güzelsin” cümlesi tek başına okunduğunda şiirsel bir ifade olarak, sanki birine iltifat ediliyormuş gibi okunabilir. Tam olarak bu hissi de altüst etmeye çalıştım. Oyunun vadettiği şey tam anlamı ile bu değil


40

Oyunu sahneleme sürecinde sizi zorlayan unsurlar oldu mu? Teknik açıdan ya da maddi olanaklar/salon bulma vs. gibi daha genel açılardan?

Oyunun provalarına başlamadan önce tahmin edilebilir tüm zorlukları göz önünde bulundurduğumuz ve minimum malzeme ve dekorla çalıştığımız için herhangi bir zorluk yaşamadık. Kadıköy Theatron prova için kapılarını bize açtı. Oyun oynanma aşamasına geldiği zaman da, bir bavula sığabildik, bu da birçok sahnede kolayca oynayabilmemize yol açtı. Oyunun seyircide karşılık bulması da bu serüvenin keyifli bir süreç olmasına sebep oldu. Yazan/ Yöneten: Murat Mahmutyazıcıoğlu Oyuncular: Ayfer Dönmez, Başak Kıvılcım Ertanoğlu, Melis Öz Yönetmen Yardımcısı: Tuğba Sorgun Kostüm: Meltem Tolan Coşkun Işık: Cansu Kahvecioğlu Afiş, Fotoğraflar, Tanıtım Filmi: Serkan Ertekin Süre: Yaklaşık 80 dk

Oyununuz genel olarak çok beğenildi, çok iyi eleştiriler aldı. Bu kadarını bekliyor muydunuz?

Oyunun bir karşılığı olabileceğini tahmin ediyordum, ama bu kadarını beklemiyordum. Ben ilk oyundan önce oyuncularıma “Beş kişi de izlese, benimle bu yolculuğa var mısınız?” diye sormuştum, onlar da hiç çekincesiz benimle olmuşlardı. Şimdi yüzüncü oyunumuzu oynayacağız ve uzun yıllar da devam etmeyi düşünüyoruz. Hem yazar olarak benim hayatımda hem de tüm ekibin hayatında hep özel bir yeri olacak.

Bir sonraki projenizden kısaca bahseder misiniz?

Askerlikle, erkek olmakla ilgili bir oyun üzerine çalışıyorum, bitirir bitirmez Bam Tiyatro ile sahnelemek istiyorum.

Sizinle ilgili kısa bir biyografik bilgi alabilir miyiz? çünkü. Sanki bir güzelleme gibi gelen bu cümle bir anda bir karakterin ağzından “öylesine” çıkabiliyor ya da kısa bir süre sonra unutulacak bir dizinin ismi olabiliyor, o kadar da önemli bir cümle değilmiş demek ki, diyorum yani. İstanbul giderek çirkinleşiyor ve bizim olmaktan çıkıyor, İstanbul’dan daha güzel olan ise tam olarak “hafızamızda kalan İstanbul”; benim için 2000’lerin başı, annem için 70’ler, dedem için 40’lar…

Oyundaki üç karakterin temsil ettiği kadınların (sosyo-kültürel/ sosyo-ekonomik olarak onlarla örtüşen) gelecekteki benzerleri için ne düşünüyorsunuz? Bir sonraki kuşak bugünkülere ne kadar benzeyecek, ne kadar farklı olacak? Oyundaki en genç karakterin ne yapacağını bilmiyorum, ben oyunun sonunda onun hayatını biraz havada bıraktım, yani oyundan sonra da devam edecek, belki ayakları üzerinde duracak, belki istediği şeyler için bazı şeyleri göze alacak, ama biliyorum ki annesine ve anneannesine benzemeyecek, o benim için umudu temsil ediyor.

Marmara Üniversitesi G.S.F İç Mimarlık bölümü mezunuyum. Studio Oyuncuları’nda oyunculuk eğitimi aldıktan sonra, önce Studio Oyuncuları daha sonra Boyalıkuş, İkincikat, Yanetki, Emek Sahnesi gibi ekiplerde oyuncu olarak çalıştım. İlk oyunum Fü’yü 2012’de yazdım. Son yazdığım oyun ise Emek Sahnesi’nde sahnelenen Sevmekten Öldü Desinler.

Kadir Has Üniversitesi’nde Tiyatro Yüksek Lisans programında eğitiminiz sürüyor mu, bitirecek misiniz? Bir dersim kaldı, umarım vakit bulup bu sene bitirebileceğim. Kadir Has Film ve Drama Bölümü bana çok şey kattı, tüm hocalarıma sevgiler.


41

YABANCI DİL ÖĞRETİMİNDE EDEBÎ METİNLERİN ROLÜ Hande İSAOĞLU Khas Öğretim Elemanı

Son dönemlerde edebî metinler, yabancı dil öğretiminin temel parçalarından biri olarak görülmekte ve otantik metinlerin kaynağı olarak müfredat hazırlama sürecine dâhil edilmektedir. Yabancı dil öğretiminde gerekli olan dört temel becerinin (okuma, dinleme, konuşma, yazma) ve dil kullanımının (kelime bilgisi, dilbilgisi, doğru telaffuz) doğru şekilde öğretilmesi için edebî metin kullanımı oldukça yaygınlaşmaya başlamıştır.


42

Ayrıca, günümüzde hem Türkiye’de hem de yurt dışında varlığını sürdüren birçok üniversitenin çeviri bölümü departmanında, akademisyenler öğrencilerinin şiir, tiyatro metni ya da kısa öyküleri kendi ana dillerine çevirmesini istemektedirler. Bu sayede, bu edebî metinleri çevirerek öğrenciler hem İngilizce dil eğitimi sırasında öğrenmiş oldukları dört beceriyi; hem de kelime, cümle bilgisi gibi alanlarda pratik yapma imkânı bulmuş oluyorlar. Yabancı dil eğitiminde edebi metinlerin kaynak olarak öncelikle tercih edilmesinin ve bu metinlerden yararlanılmasının belli başlı nedenleri olduğunu söyleyebiliriz. Collie and Slater’ın Dil Sınıflarında Edebiyat başlıklı kitaplarında bu nedenler şu şekilde sıralanmışlardır:1. Değerli ve Özgün Materyal 2. Kültürel Zenginleşme 3. Dilsel Zenginleşme 4. Bireysel Katılım

1. Değerli ve Özgün Materyal Edebiyat denildiği zaman akla gelen ilk şey özgünlüktür, özgün olmaktır. Dolayısıyla edebi metinlerin yazarlar tarafından yazılma amaçları öncelikli olarak dil öğretimine katkı sağlamak değildir, ancak son zamanlarda bu metinlerin, dil öğretimine sağladıkları katkı inkâr edilemez hale gelmiştir. Günümüzde birçok yayınevi, birçok kitap yazarı otantik materyaller kullanmayı tercih etmektedir. Otantik materyallerin tanımını D. Nunan şu şekilde yapar: “Dil öğretme amacıyla özellikle üretilmemiş her türlü materyal”. Söz konusu metinler M. Peacock tarafından ise, “hedef dili konuşan toplumda birtakım sosyal amaçları gerçekleştirmek için hazırlanan materyal” olarak tanımlanmıştır. Bu materyaller günlük hayatta kullanmış olduğumuz dil üzerine yazılıp düzenlenmiş olup öğrencilerin gerçek hayat ortamına maruz kalmalarını, orada var olan dış ortamı, atmosferi hissetmelerini hedeflemektedir. Buna ek olarak, yeni bir dil öğrenmekte olan öğrenciler yabancı dilde yazılmış olan bir metni okuduklarında başlangıçta zorlansalar bile zamanla o dilin kullanım alanını, farklı sözcük öbeklerinin ve kalıpların kullanımını göreceklerdir. Bir dilin farklı kullanım alanlarını görmeleri ise öğrencilerin dil öğreniminde gelişim kaydetmeleri adına büyük önem taşımaktadır.

2. Kültürel Zenginleşme Yabancı dili ikinci dil olarak öğrenen öğrenciler için o dili öğrenmenin en iyi ve yararlı yolu o dilin konuşulduğu ülkede yaşamak, ziyarette bulunmak ya da o ülke hakkında bilgi sahibi olmaktır. Çünkü bu sayede, öğrenciler okumuş oldukları tiyatro oyunları, romanlar, kısa öyküler gibi edebi metinlerde geçen diyalogları ve fiziksel koşulları

görme imkânına sahip olacaklardır. Bu durum, öğrencilerin o ülkede iletişimin nasıl gerçekleştiğini anlamaları için yol gösterici olacaktır. Birçok edebi eserde geçen atmosferin hayal olduğu kabul edilse de, öğrenciler eser içerisinde tasvir edilen ortamları ve karakter tasvirlerini bağdaştırabilirler, o ülkeyi ziyaret ettiklerinde kolaylıkla zihinlerinde canlandırabilirler. Zihninde yarattığı bu renkli dünya okuyucuya görsel bakış açısıyla gerçek bir toplumun nasıl oluştuğu algısını sağlayabilir.

3. Dilsel Zenginleşme Edebiyat, öğrencilerin birçok farklı alandan bireysel söz dizimi ve kelime yapısı öğrenmelerine yardımcı olur. Öğrenciler, bu şekilde yazılı dilin birçok dilbilgisi özelliğine aşina olurlar. Aynı zamanda cümlelerin sözdizimini ve söylem özelliklerini birçok farklı yapı görerek anlayabilirler (olası farklı yapılar, fikirleri bağlamanın farklı yolları ya da fikirler arası geçişler gibi). Bu yapıları öğrenmeleri ve kullanmaya çalışmaları ise öğrencilerin yazma becerilerini geliştirmelerine olanak sağlamaktadır. Öğrenciler, bu şekilde eş zamanlı olarak hem üretici hem de yaratıcı olabilirler. Çünkü yazarken dilin zenginliğini ve çeşitliliğini de kavramaya başlarlar.


43

Buna ek olarak, iletişimsel ve kültürel becerilerini özgün materyallerin zenginliği vasıtasıyla da geliştirmiş olurlar.

4. Bireysel Katılım Dil öğrenimi süresince edebiyatın varlığını göz ardı etmemiz mümkün değildir. Çünkü edebiyatın dil öğrenimi süresince var olan varlığı, öğrencilerin sürece bireysel katılım derecesini de etkilemektedir. Bir öğrenci yabancı dilde yazılmış olan bir metni okumaya başlayarak, aslında sadece metni okumakla kalmaz kendisini de o metnin içerisinde bulur. Bir metni incelerken metin içerisinde yaratılan ortamdan etkilenir ve metni kendi varlığı ile bütünleştirir. Metin içerisinde geçen kelimelere, ifadelere ya da yapılara odaklanmasının yanı sıra hikâyenin gidişatı, hikâyede gelişen olaylar da oldukça ilgisini çekebilmektedir. Öğrenciler her sayfayı çevirdiklerinde bir sonraki sayfada ne olacağını merak ettikleri için okuma istekleri artar. Okuma sırasında öğrenciler kendilerini bazı karakterler ile özdeşleştirebilirler ve onların duygularını paylaşarak kendi duygusal durumları ile ortak bir nokta bulabilirler. Bu açıdan bakıldığında, edebî metinlerin öğrencilerin ihtiyaçlarına, beklentilerine, dil seviyelerine ve ilgi alanlarına göre seçilmesi büyük önem taşımaktadır.

Bu maddelere ek olarak edebi metinlerin dil öğretiminde kullanılmasının başka nedenleri de vardır. Bu nedenlerin biri edebî metinlerin evrensel oluşudur. Edebiyat çoğunlukla insanlığın ortak değerlerini ele almaktadır. Eser içerisinde meydana gelen olaylar yeryüzündeki tüm insanların başına gelebilecek olaylardır ve bu olayların temaları ölüm, aşk, ayrılık ve doğa gibi ortak temalardır. İnsanoğlunun yaşadığı süre boyunca deneyimleyebileceği konular edebiyatın temelini oluşturur. Bu nedenle, edebi eserlerin evrensel olduğu kabul edilmektedir. Diğer bir madde ise, edebi metinlerin çeşitliliğidir. Edebî metinleri detaylı incelediğimiz takdirde çok çeşitli konular üzerinde yazıldıklarını görmemiz mümkündür. Edebbî metinler daha önce de bahsettiğimiz gibi özgün materyaller oldukları için, günlük konulardan akademik konulara kadar farklı alanlarda, farklı konularda bilgi sağlamaktadırlar. Örneğin hukuk üzerine yazılmış bir metin okunduğunda öğrenci birçok hukuksal terime aşinalık kazanıp bu konuda bilgi sahibi olabilir. Ya da okuduğu metin psikoloji ile alakalı ise psikoloji hakkında bilgi sahibi olur ve psikolojiye ait bazı terimleri öğrenebilir. Son olarak bireysel etkileşim ve ilgi gösterme, edebî metinlerin dil öğretiminde kullanılma nedenlerinden bir diğeridir. Edebî metinler düşünceler, duygular ve olaylar ile ilgilendiği için okuyucunun hayatına dokunan durumlar olabileceği gibi hayali durumlar hakkında da olabilir. Okuyucu metin içerisinde okuduklarını kendi hayatıyla bağdaştırabilir. Buna ek olarak, edebi metinler, çoğunlukla insanların doğaları gereği ilgi çekici buldukları konular ve temalar üzerine kuruludur. Okuyucuların sahip oldukları deneyimlere ya da düşüncelere çoğunlukla hitap etmeyi başardıkları için bu şekilde okuyucunun da ilgisini çekme ihtimalleri oldukça yüksektir. Sonuç olarak, dil öğretiminde edebiyatın, dolayısıyla edebî metinlerin rolü oldukça önemlidir. Ancak tam bu noktada, öğreticinin rolünü unutmamak gerekir. Öğretici öncelikle öğrencilerin ihtiyaçlarını ve beklentilerini iyi belirlemelidir. Daha sonra belirlemiş olduğu amaçlara uygun dil öğretim yöntemini, tekniklerini ve aktivitelerini tespit etmelidir. Bir sonraki adımda ise, öğretici kullanmayı hedeflediği edebi metinleri, bu metinlerin öğrencilere aktarım şeklini daha önceden belirlemiş olduğu amaçlarına ve yöntemlerine göre seçmelidir, çünkü her seviyedeki öğrencinin ihtiyacı, beklentisi ve yabancı dil seviyesi aynı değildir. Edebî metin seçimi yapılırken ve bu metinler müfredata dâhil edilirken yukarıda belirtilen hususlar göz önünde bulundurulmalıdır.


44

TOPLUMSAL BELLEK: GEÇMİŞ VE GELECEĞİ İLE TÜRKİYE PANORAMASI Sezin ÖNER - Sami GÜLGÖZ Khas Öğretim Üyesi - Koç Üniversitesi Öğretim Üyesi

Doğduğunuz günden bugüne doğru geçmişe baktığınızda Türkiye’de olan hangi olayları hatırlıyorsunuz? Nedir bu olayları hatırlanabilir kılan? Peki geçmişi nasıl hatırladığımız, gelecekte Türkiye’de olabileceklere dair öngörülerinizi etkiliyor mu? Bu yazıda toplumsal bellek araştırmamızın bulgularını özetlerken, aynı zamanda bu soruları biraz Türkiye bağlamında düşündürmek istedik.

Her gün birçok farklı kanaldan haberleri takip ediyoruz. Bazen de takip etmesek dahi kaçınılmaz olarak haberlere maruz kalıyoruz. Hatta kimi zaman bizzat olayların içinde yer alıyoruz. Bu toplumsal nitelikli olayların çoğu neredeyse hiçbir iz bırakmadan zihnimizden silinirken, kimi olaylar detayları yıllar geçse de unutulmuyor ve kişisel geçmişimizin bir parçası oluyor. Toplumsal olaylardan neleri nasıl hatırladığımız ise hem bugüne nasıl yaklaştığımızı hem de geleceğe bakışımızı ve beklentilerimizi etkiliyor. Bu anlamda, bellek her ne kadar bireye özgü bir yapı gibi görünse de toplumsal bellek, toplumsal kimliğin oluşması ve korunmasında oldukça temel bir rol oynamaktadır. Öte yandan her ne kadar bu konunun kavramsal değeri açık olsa bile, en azından psikoloji literatüründe toplumsal bellek görece yeni incelenmeye başlanan bir konudur. Toplumsal nitelikli olayları inceleyen çalışmalarda da Berlin Duvarı’nın yıkılması, 11 Eylül saldırıları gibi belirli olaylara odaklanarak bu olaylara ilişkin bellek süreçleri incelenmiştir. Ancak, bu olaylar Türkiye için toplumsal nitelikli olmamakla beraber başlı başına duygusal uyarımı oldukça yüksek olaylar olduğundan bellek süreçleri farklı işleyebilmektedir. Dolayısı ile Türkiye toplumu için bir toplumsal bellek panoraması çıkarmak bu toplumun dinamiklerini anlamak için oldukça önemlidir. Bu bağlamda biz de yaptığımız araştırmada, e-posta ve sosyal medya aracılığı ile 18-87 yaş arasında 1897 katılımcıya ulaştık. Katılımcılara doğdukları günden itibaren Türkiye’de gerçekleşmiş altı önemli olay ile gelecekte Türkiye’de gerçekleşmesini öngördükleri altı olayı sorduk. Katılımcılar önce olayları listeleyip ardından olayların tarihlerini belirttiler. Ayrıca her bir olay için, olayın önemi, duygusal yoğunluğu, canlılığı, medyada ne derece yer bulduğu gibi birtakım olay temelli soruları da yanıtladılar. Bulgulara geçmeden örneklemin yapısından bahsetmekte yarar var. Örneklemimizin %90.7’sini Türkiye’de yaşayanlar oluşturdu. Yurtdışı katılımcıları ise çoğunlukla Amerika Birleşik Devletleri, Almanya, İngiltere ve Fransa’da yaşayan Türklerdi. Çalışmaya katılanların %64’ü kadın, yaş ortalaması da 34.4 olduğu gibi yarısına yakını üniversite mezunu, %30’a yakını da yüksek lisans veya doktorasını bitirmiş kişilerdi. Bu bağlamda bulguların Türkiye genelinden ziyade eğitim düzeyi yüksek bir kesime genellenebileceğini söylemek yanlış olmaz.


45

Grafik 1 GEÇMİŞ TOPLUMSAL OLAYLAR Uğur Mumcu Suikasti

101

Haziran 2015 Seçimleri

107

28 Şubat Dönemi

108

Soma

124

17-25 Aralık

167

Sivas - Madımak

179 204

Ankara Gar Patlaması Ekonomik Kriz

258 295

12 Eylül

298

2002 Seçimleri - AKP

416

17 Ağustos Depremi 15 Temmuz Kalkışması

734 886 Kişi

Gezi Olayları

0

100

200

300

400

500

600

700

800

900

1000


46

Türkiye Geçmişinden Akılda Kalanlar Öncelikle her bir katılımcının listelediği olaylar kodlandı ve en sık listelenen olaylar incelendi. 15 Temmuz Kalkışması ile Gezi Olayları belirgin farkla en sık listelenen iki olay oldu. Bu olayları, söylenme sıklığına göre sırasıyla, 17 Ağustos depremi, 12 Eylül darbesi ve AKP hükümetinin seçilmesi takip etmektedir. Yalnız burada olayların yapısındaki farklılığa özellikle dikkat edilmesi gerekir. AKP hükümetinin seçilmesi dışındaki olaylar daha belirgin bir zaman aralığında ele alınabilirken, AKP hükümetinin seçilmesi belirli bir zamanda gerçekleşmiş ve etkisini günümüzde de açıkça devam ettiren bir olaydır. Olay yapısına ilişkin farklılıklar en sık hatırlanan olayların listelendiği Grafik I’deki diğer olaylar için de düşünülebilir. Örneğin, Ankara patlaması kendi başına sıkça hatırlanan bir olayken, bunun yanısıra bombalar - saldırılar gibi genel bir tanımlama da mevcuttur. Aynı şekilde, kimi katılımcılar 2001 krizi gibi belirgin tanımlamalar yaparken, katılımcıların büyük çoğunluğu “ekonomik kriz” gibi genel bir tanımlama yapmıştır. Bu bellek organizasyonu için oldukça önemlidir, çünkü belirgin olaylar etkilerini yalnızca kendi nitelikleri üzerinden gösterirken tekrarlanan ve zamana yayılmış olaylar için zihnimizin bir taslak oluşturma eğilimi vardır. Örneğin AKP hükümetinin seçilmesini olumlu değerlendiren biri, AKP hükümeti hakkında zaman zaman olumsuz düşünse bile, genel değerlendirmesi o ilk ana çerçeve içinde olacaktır. Başka bir örnekte bu daha net görülebilir. Örneğin Ankara patlaması art arda olan patlamaların başlangıcı olarak diğerlerinden ayrılırken, sonraki patlamalar silikleşmiştir. Bu durum, “yaşanan olaylara duygusal olarak alışmanın, olayları kanıksamanın bellek düzeyindeki karşılığı olabilir mi?” üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir konudur.

Yaş Etkisi Yaş etkisi bağlamında hatırlanan olayların yaş grubuna bağlı farklılaşıp farklılaşmadığının da başka bir önemli soru olduğunu düşünüyoruz. Bunun bir nedeni, katılımcılar doğdukları günden bu yana olayları listeledikleri için, ilerleyen yaşla beraber olayların listeleneceği zaman aralığı genişlemektedir. Göreceli olarak kimi olayların etkisi daha çok belirginleşirken kimi olayların etkisi silikleşebilir. Örneğin, 1990 doğumlu birinin 1980 darbesini yazmasını beklemeyiz. Aynı şekilde 1960 doğumlu biri de 1970-1980 dönemine tanık olduğu için son dönemdeki olayları daha az önemseyebilir. Yaş grubunun önemli olmasının bir başka nedeni ise anı tümseğidir. Anı tümseği bellek literatüründe önemli bir kavramdır. Orta yaş ve üzeri bireylere geçmiş anıları sorulduğunda, hatırladıkları olayların 18-30 yaş arasında yaşadıkları olaylardır ve bu onların anı tümseğini oluşturur. Bu örüntü, kişilere yalnızca bireysel anıları sorulduğunda değil, toplumsal olaylar sorulduğunda da görülmektedir. Bireylerin anı tümseği yaş döneminde, yani 18-30 yaşları arasındayken, gerçekleşen toplumsal olaylar farklılık gösterebilir, listeledikleri anılar da bu bağlamda şekillenebilir. Tüm bunların yanı sıra

Genç Yaş (N=1194)

Orta Yaş (N=2260)

İleri Yaş (N=501)

%

%

%

Gezi Olayları

20.3

23,7

15 Temmuz Kalkışması

15.8

20.0

19.0

17 Ağustos Depremi

11.8

9.6

11.6

80 Darbesi (12 Eylül)

9.8

6.4

7.0

2002 Seçimleri - AKP

7.9

7.3

7.8

Ankara Gar Patlaması

7.3

6.1

7.0

Soma Faciası

4.7

2.4

2.6

Sivas - Madımak

4.6

4.6

4.4

Haziran 2015 Seçimleri

4.1

1.9

3.4

28 Şubat olayları

2.6

2.8

2.6

Uğur Mumcu Suikasti

2.6

2.6

2.2

17-25 Aralık Olayları

2.4

5.2

4.2

Susurluk

2.0

2.2

1.6

Grafik 2

olayların üzerinden geçen zaman ve yaşlanmanın doğal etkisi de hatırlama sürecini etkilemektedir. Şöyle ki, herhangi bir olayın üzerinden geçen zaman arttıkça o olayın belirginliği ve belleğin netliği de azalma eğilimindedir. Üstelik, bu etki ileri yaşlarda daha net ortaya çıkmaktadır. 1980 yılında olmuş bir olay ile 2000 yılında olan bir olayın ne denli hatırlanabilir olduğu düşünüldüğünde 1980 yılında olan bir olayın daha az ulaşılır olabileceği olasıdır. Ancak, burada bir etkileşim söz konusudur. 1980 yılında bir olay gerçekleşirken 20 yaşında olan biri için olayın üzerinden çok zaman da geçse olayın hatırlanma olasılığı daha fazladır. Bu önermelerle yaşa ilişkin bulguları incelemek için öncelikle katılımcıları genç (18-30), orta yaş (31-45) ve ileri yaş (46-87) olmak üzere üç gruba ayırdık. Yaş grupları dikkate alınarak hatırlanan olaylar sıklıklarına göre listelendiklerinde Grafik 2’de görüldüğü gibi yaş grubundan bağımsız olarak, katılımcıların olayları farklı yaş gruplarında benzer oranlarda hatırlandığını görmekteyiz. Bununla tutarlı ancak daha çarpıcı olan, birçok farklı ülkede toplumsal olaylar sorulduğunda 45 yaş ve üzeri katılımcıların listeledikleri olaylar, anı tümseği yıllarından (1820 yaş arası) gelirken, literatürün aksine Türkiye örnekleminde açık bir yakınlık etkisi görülmektedir. Başka bir deyişle, peş peşe yüksek önemde, duygusal ve etkileyici olaylar yaşanması âdeta bellekte yer alan eski olayları bastırırken yakın zamanda yaşanan olayların öne çıkmasına neden olmaktadır. Bu demek oluyor ki tarihsel süreçte Türkiye’de birçok önemli olay yaşanmasına rağmen geçmişte meydana gelen olayları yaşayanlar bile son dönemdeki olayları en önemli olaylar listelerine dahil ediyorlar. Bu bulgular toplumsal hafızamızın niteliğini belirleyen unsurun hangi olayları belleğe yerleştirdiğimizden çok hangi olayları belleğimizin gerisine itebildiğimizi düşündürmektedir.


47

Hatırlama Özellikleri Katılımcılar olayları listeledikten sonra her bir olaya dair belleklerini olumluluk/olumsuzluk, canlılık, toplumsal önem gibi değişkenler bağlamında değerlendirdiler. Bu bulguların tamamından burada söz etmek mümkün değil ancak olumluluk/olumsuzluk boyutunu özellikle vurgulamak istiyoruz. Gezi olayları dışında en sık hatırlanan olaylar olumsuz algılanan olaylardır. Tabii Gezi olaylarını olumsuz gören katılımcılar da var, ancak bu olayı olumlu değerlendiren katılımcıların sayısı olumsuz değerlendirenlere göre anlamlı olarak yüksek. Bu demek oluyor ki, geçmişe baktığımızda hatırladığımız olaylar, oldukça canlı hatırlansa da bu anıların oldukça olumsuz olduğunu görüyoruz.

Grafik 3 YAŞAM MEMNUNİYETİ

Çok Memnunum %82 Memnunum %11 Nötr %5 Memnun Değilim %2 Hiç Memnun Değilim

Yaşam Memnuniyeti ve Geleceğe Bakış Sıklıkla olumsuz olaylar hatırlanmasına rağmen, kişilere yaşamlarından ne denli memnun olduklarını ve Türkiye’nin durumunu nasıl gördüklerini sorduğumuzda aldığımız yanıtlar oldukça ilginçti. Katılımcıların büyük çoğunluğu (%87) Türkiye’nin durumunu çok olumsuz değerlendirirken, neredeyse aynı oranda katılımcı (%82) yaşamlarından çok memnun olduğunu ifade etmişlerdir (bkz. Grafik 3). Bu kendi içinde oldukça tutarsız bir bulgu, öyle ki bir şekilde katılımcılar Türkiye koşullarındaki olumsuzlukların farkında olsa da yaşam memnuniyetlerinde herhangi bir düşüş görülmemektedir. Bunun nedenlerinden biri örneklemimizin yapısı olabilir. Katılımcılar her ne kadar Türkiye’nin güncel durumunu olumsuz değerlendirse de, bu durumun olumsuz sonuçlarını hayatlarında direkt olarak deneyimlemiyor olabilirler. Buna alternatif açıklama ise kanıksama, alışma etkisi olabilir. Süregelen bir durum olduğunda olumsuzluk hayatın bir parçası haline gelerek memnuniyetsizlik unsuru olmaktan çıkabilir.

TÜRKİYE’NİN GÜNCEL DURUMU

Çok Olumsuz %86 Olumsuz %10 Ne Olumlu/Ne Olumsuz Olumlu Çok Olumlu

Toplumsal Düzeyde Gelecek Simülasyonu Bellek kuramları çerçevesinde özellikle son on yılda sıkça incelenen gelecek simülasyonu kişilerin gelecekte olası gördükleri yaşantıları zihinlerinde canlandırmasına karşılık gelmektedir. Gelecek bilinmezlik içerdiğinden bu gelecek simülasyonlarının geçmişten hatırladıklarımız ve bugünkü bakış açımız ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Buradan yola çıkarak biz de geleceğiyle ilgili belirsizlik hissedilen Türkiye için öngörülen olayları sorduk. Katılımcıların tamamı bu bölüme yanıt vermediklerinden gelecek GELECEK OLAYLAR olaylar kapsamında yalnızca 5314 Grafik 4 olay dâhil edilebilmiştir. Bu olaylar içeriklerine göre kodlanarak ana konu başlıkları oluşturulmuştur. Grafik 4’te en sık söylenen olay kategorilerine yer verilmiştir. Ülke Doğal Afet Yönetim Biçiminin Protestolar Bölünmesi Görüleceği üzere, bu olayların çoğu Değişmesi 183 171 118 279 “terör saldırıları” gibi tekrarlayan olaylarken kimileri de “ekonomik kriz” gibi geniş zamana yayılmış olaylardır. Belirli bir olay olarak Din Başkanlık Antidemokratik Baskısının listelenen tek olay ise gerçekleşeceği İç Savaş Darbe Dış Savaş Referandumu Uygulamalar Artışı neredeyse kesin olan “başkanlık 445 418 209 111 180 102 referandumu” olarak belirtilmiştir.


48

Buradan yola çıkarak birkaç temel çıkarımda bulunabiliriz. Birincisi, geçmişten hatırladığımız olaylar, gelecekte olmasını öngördüğümüz olaylar ile hem içerik hem de duygulanım olarak ilintilidir. Amerika Birleşik Devletleri’nde New School of Social Research bünyesinde yapılan bir çalışmada benzer bir soru sorulduğunda, katılımcıların “uzay seyahatleri, teknolojik gelişmeler” gibi gelecek olayları beklediği düşünüldüğünde, Türkiye katılımcılarının daha karamsar bir gelecek perspektifi olduğu söylenebilir. Başka bir çıkarım ise gelecek zaman perspektifinin darlığıdır. Katılımcılara önümüzdeki 100 yılda bu toplumda gerçekleşmesini bekledikleri olayları sormamıza rağmen, olaylar en fazla 30 yıl sonrası için söylenmiştir. Öngörülen olayların yaklaşık %85’i de önümüzdeki 2-4 yıl arasında toplanmıştır (bkz. Grafik 5). Bu da ülkede öngörülen çok büyük bir olayın yakın zamanda olmasının beklendiğini ve bu nedenle de uzun vadeli tahminlerin pek mümkün olmadığını gösteriyor olabilir. Grafik 5

GELECEK OLAYLARIN ÖNGÖRÜLDÜĞÜ ZAMANA BAĞLI DEĞİŞİMİ

60 50 40 30 20 10

r

i

la to es ot Pr

nm lü Bö n

ni ke Ül

çim Yö

ne

tim

Bi

es

e rb Da

ği De in

sk

in

ısı

İç

nA

Sa

şm

va

es

i

ş

şı rtı

öç şG Ba n Di

ra ok em tid An

ar gu

Uy tik

lık an şk Ba

al la

m

ğa Do

Re

fe

ra

nd

lA

um

fe

u

t

0

Bitirirken... Toplumsal bellek çalışmalarının özellikle Türkiye gibi gündemin çok dinamik olduğu bir toplumda yapılmış olması önemlidir. Toplumsal olayları nasıl hatırladığımızın, hem kimlik - aidiyet gibi bireysel alanlarda hem de toplumsal düzlemdeki tutum ve kararlarımızda etkili olabileceği göz önüne alındığında, daha kapsamlı ve temsilî örneklemlerle araştırmanın yaygınlaştırılması gerektiğini düşünüyoruz. Son olarak vurgulamak gerekir ki, araştırma verileri Kasım 2016 - Ocak 2017 arasında toplandı, dolayısıyla bulgular o zamanın şartları göz önünde bulundurularak değerlendirilmelidir. Ayrıca önümüzdeki günlerde araştırmayı tekrarlayarak, karşılaştırmalı bulgularla, geçtiğimiz yılın toplumsal hafızamızdaki etkisini görmeyi amaçlıyoruz. Şimdilik varolan bulguları, ayrıntıları ile araştırmanın daha kapsamlı olarak anlatıldığı siteden alabilirsiniz.


49

LOUVRE MÜZESİ:

MONA LİSA İLE SELFIE ’DEN ÇOK DAHA FAZLASI Orhan ŞENER - Mehmet E. DEMİREL Khas Öğretim Üyesi - Khas Öğrenci

Louvre Müzesi’ni ilk kez 1969’da ABD’ye giderken kısa bir süre de olsa gezme olanağım olmuştu. Bu ilk gezim sırasında müze bana o kadar iç açıcı gelmemişti. Çünkü, eski bir saray olan Louvre’un önemli bir kısmını Maliye Bakanlığı kapatmıştı ve şimdiki başyapıtların çoğu sergilenmiyordu. Ancak, sonraki yıllarda yapılan önemli değişiklikler, yenilenmeler ve kazandırılan eserlerle günümüzde dünyanın bir numaralı Ulusal Müzesi olabilmek için Petersburg’daki Hermitage Müzesi ile yarışmaktadır. (Hermitaj Müzesi’ne ilişkin yazımızı dergimizin 11. sayısında bulabilirsiniz). Bu yazımızda ise, ülkemizden özellikle organize turlarla bu müzeyi gezenlere yardımcı olmak amacıyla küçük bir tur rehberi hazırladık.


50

Louvre Müzesi’ni en son gezdiğim sırada, Türkiye’den organize bir turla gelen grubu fark ettirmeden izlemiştim. Grup, rehberleri eşliğinde sırasıyla Milo Venüsü ve Semadirek Adası Zaferi heykelleriyle Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa adlı başyapıtlarını gördükten sonra başka hiçbir başyapıtla ilgilenmeden, koşar adımlarla müze gezisini bitirdi. Konuşmalarından ve rehberin ikazlarından, Opera Meydanı’ndaki dükkanlara kapanmadan önce ulaşma endişesi yaşadıkları anlaşılıyordu. Bu nedenle, Mona Lisa’ya bakma yerine, arkalarını dönerek selfie çekiyorlardı. Herhalde, Türkiye’ye döndüklerinde arkadaşlarına Louvre’u gezdiklerini kanıtlayacakları bir resim göstereceklerdi. Bu gözlemimden sanatın ülkemizde alışverişten daha önemsiz olduğu biçiminde üzücü bir sonuç çıkardım. Ancak, bu deneyimim beni Avrupa Müzeleri adlı 66 müzeyi içeren bir kitap hazırlamaya teşvik etti (Beta Yayınları, 2016). Kitabın ilk baskısı kısa zamanda tükendiğinden, ikinci baskısı şu an yayın aşamasında. Aşağıdaki yazı, bu kitapta daha ayrıntılı olarak anlatılan Louvre Müzesi’nden tadımlık bir bölümü içeriyor. Dünyanın ve Fransa’nın en prestijli müzesi sayılan Louvre’u günde ortalama en az 50 bin turist ziyaret etmekte, ayrıca çok sayıda Fransız vatandaşı da müze pasoları ile sınırsız sürede ya da normal biletlerle bu müzeyi gezmektedirler. Louvre Sarayı Fransız Devrimi ile müzeye dönüştürüldüyse de V. Charles’in burasını Ulusal Kütüphane yapma girişimlerinden sonra ancak gerçek anlamda müze havasına girmiştir. I. Francois başta Leonorda da Vinci olmak üzere Titian ve Raphael’in ünlü tablolarını topladı. IV. Henry ise, çok sayıda sanatkâra maaş ödeyerek onları Louvre Sarayı’na yerleştirdi. Böylece, saray koleksiyonunda 2500 kadar tabloyu toplayarak müzenin nüvesini oluşturdu. Ayrıca, düzenli biçimde resim ve heykel sergileri açıldı. Devrim sonrasında girişilen çok sayıdaki savaştan sonra, özellikle Napolyon’un işgal ettiği ülkelerden getirilen çok sayıdaki sanat eseriyle müze hızla gelişti. XVIII. Louis ve X. Charles zamanında ise, Mısır’dan antik eserler ile Yunan, Roma ve Asur Medeniyetleri’ne ait çok sayıda tarihi eski eser müzeye kazandırıldı. Böylece, hediyeler, bağışlar ve satın almalarla sergilenen eser sayısı toplamda milyonları geçti. Ancak, bunlardan çoğu uygun sergileme alanı bulunamadığı için depolarda korunmaktadır. Mekân sorunu ise, 1981 yılında Richelieu kanadında yerleşik Maliye Bakanlığı Bercy’e taşınarak çözüme kavuşturuldu. Müzenin Richelieu, Denon ve Sully kanatlarında sergilenen milyonlarca sanat eserinin teker teker izlenmesi ayları almaktadır. Bu nedenle, aşağıda adı geçen önemli yapıtlar bir audioguide kiralanarak, yarım günde gezilebilir.

St. Mary Magdalene

Alt Zemin Kat Denon kanadından girerek ve sağa dönerek 11-15. yüzyıl İtalyan heykellerinin bulunduğu salona ulaşılır. G. Erhart’ın St. Mary Magdalene adlı heykeli bu salonda görülebilir. Eski Yunan eserleri bölümünde Kiklad eserlerini gördükten sonra, buradan Kıptî Mısır (Coptic Egypt) bölümüne geçilir. Bu bölümde, ayrıca İsa ve Abbot Mena heykeli de bulunmaktadır. Sully kanadına geçerek, Louvre’un ortaçağdaki durumu görülebilir. Bu katta ayrıca, Phillippe Auguste’ün yaptırttığı kale ve ikiz kuleleri de görülmelidir. Sully kanadının girişinde Louvre’un öyküsü anlatılmaktadır. Richelieu kanadının önemli bir bölümü ise, Fransız sanatkârlarının yaptıkları heykellere ayrılmıştır. Burada G. Coustou’nun şaha kalkmış ünlü Marly Atı heykeli ile P. Puget’in Crotona Milosu adlı heykelleri bulunur. Heykel bölümünden sonra, Oryantal Antik Eserler ve Eski Mezopotamya bölümleri gezilmelidir.


51

Zemin Kat Richelieu’un sol bölümünde 5-18. yüzyıl ve sağ bölümünde ise, 18-19. yüzyıl Fransız heykeltıraşlarının yapıtları sergilenir. Sol bölümde Phillippe Pot’un Tabutu bulunmaktadır. Heykellerin dışında Richelieu’un bu katının büyük bir bölümü eski Mezopotamya’ya ayrılmıştır. Bu bölümde, Hammurabi Yasaları’nın yazılı olduğu Yazıt Kaya, Kanatlı Boğa ve Apadana sergilenir. Sully kanadına geçerek Ain Ghazal heykelini gördükten sonra, Levant, Pharaonic Egypt ve Thematic Circuit bölümlerinde ilerleyerek, Ramses II’nin oturmuş durumdaki heykeli görülebilir. Buradan Sully kanadının son bölümünde Louvre’un 3 başyapıtından birisi olan Milo Venüsü adlı Afrodit heykeli izleyicilerin yoğun ilgisini çekmektedir. Bu heykelin bulunduğu Eski Yunan Heykelleri bölümüyle Sully kanadı sona erer ve buradan Denon kanadına geçilmelidir. Denon kanadındaki Etrüsk ve Eski Roma heykellerinin bulunduğu salonda, evli bir çiftin lahiti (sarcophagus) üzerinde yan yana duran ilginç heykelleri sıralanır. Buradan ilerleyerek, klasik dönem öncesi Eski Yunan heykellerinin yer aldığı bölümde Borghese Gladiatorü görülebilir. Denon’un son bölümünde ise, 16-19. Yüzyıl İtalyan heykelleri sergilenir. Bunlardan Michelangelo’nun Ölmekte olan Tutsak ile Canova’nın Psyche ve Cupid (Eros) adlı yapıtları en çok görülmek istenen heykel grupları arasında yer alır. Aynı salonda estetik yönden son derece etkileyici bir Antik Yunan heykelinin Roma kopyası olan, Flüt Çalan Çoban heykeli yer alır. Ain Ghazal

Phillippe Pot’un Tabutu

Birinci Kat Denon kanadının heykel bölümünden 1. katına merdivenlerle çıktıktan sonra, İspanyol ressamlarının tablolarının sergilendiği 24 no’lu odada Murillo’nun Genç Dilenci adlı yapıtı görülebilir. İtalyan ressamların tablolarının sergilendiği (20) no’lu odada ise, Piazzetta’nın Meryem’in Göğe Yükselişi ve uzun koridor holünde ise, Leonardo da Vinci’nin Meryem Ana Kayalıkta ile Çocuk ve St Anne adlı başyapıtları bulunmaktadır. Bu tablodaki Meryem Ana’nın annesi St Anne kompozisyonu dünya resim sanatının önde gelen başyapıtlarından birisidir.

Genç Dilenci


52

Kanatlı Semadirek Nikesi

6 no’lu salonda ise, Louvre’un baş yapıtlarından birisi sayılan Leonardo da Vinci’nin Mona Lisa adlı eseri sergilenir. Mona Lisa tablosunun yeri güvenlik nedeniyle kırılmaz cam kafes içine alınmıştır. 75 ve 77 no’lu salonlarda Fransız ressamlarının büyük boy tabloları, 76 no’lu salonda ise İngiliz ressamlarının tabloları sergilenmektedir. Denon’dan Sully kanadına geçilen merdiven bölümünde ise, Louvre’un gözde Antik Yunan heykellerinin en önemlilerinden birisi olan, Kanatlı Semadirek Nikesi adlı başyapıt muhakkak görülmelidir. Rodoslu 3 usta tarafından yapılan bu ünlü antik Yunan heykeli, dünyanın en önemli heykellerinden birisi olarak kabul edilmektedir.

Birinci Kat Heykel, Perslere karşı Yunanlıların savaşı kazandığını müjdeleyen barış tanrıçası Nike’yi bir geminin pruvasına konar biçimde göstermektedir. Baş kısmı kaybolan bu heykel Osmanlı döneminde Semadirek Adası’ndan Paris’e götürülmüştü. 66 no’lu Apollo Galerisi gezildikten sonra Sully kanadına geçilmelidir. Sully kanadının kare biçimli pavyonlarından girişteki soldaki holde değerli bronz objeler ile Sen (Seine) nehri cephesinde ise, Yunan seramikleri ve fırında pişirilmiş çömlek koleksiyonu bulunur. Pharaonic Mısır ve Chronological Circuit pavyonlarındaki iki önemli heykel muhakkak görülmelidir. Bunlar 25 no’lu odadaki IV. Amenophis Akhenaton ile 22. odadaki Seated Scribe (oturan rahip) adlı Antik Mısır heykelleridir. Sully kanadının Rivoli caddesi cephesinde ise 17. 18. ve 19. yüzyıl sanat objeleri görülebilir. Kanadın en sonundaki 34 no’lu odada, Boulle’nin Cupboard’ı bulunur. Buradan Richelieu kanadına geçilir.

İkinci Kat

Dürer’in Otoportresi

Richelieu kanadının tamamı Ortaçağ, Rönesans, 19. yüzyıl, Restorasyon dönemi ve III. Napolyon Apartmanları’ndaki sanat objelerine ayrılmıştır. Görülecekler arasında 25 no’lu odada Gnome with Snail; Ortaçağ bölümünde Eagle of Abbot Suger ile Napolyon III Apartmanları gezilebilir. (Apartmanlar gezildikten sonra Richelieu kanadının 2. katına çıkılır). Bu son kattaki kanatlardan Richelieu ve Sully resim sergilerine ayrılmış olup, Denon kanadı şimdilik kapalıdır. Richelieu kanadının tamamına yakın bir bölümü Flemenk, Hollanda ve Alman ressamlarının ünlü yapıtlarına ayrılmıştır. Flemenk bölümünde Rubens Odası, Hollanda bölümünde Vermeer’in The Lacemaker’i ve Alman bölümünde ise, Dürer’in Otoportresi bulunmaktadır. Richelieu’nun Sully bitişiğindeki bölümünde ise, 14-17. yüzyıl Fransız ressamlarının yapıtları sergilenmektedir. Bu bölümde görülecek eserler arasında John II The Good adlı portre de yer alır. Sully kanadının Rivoli cephesindeki koridor ve diğer odalar Fransız resim sanatına ayrılmıştır. Her koridorda sırasıyla 17, 18 ve 19. yüzyıl Fransız ressamlarının tabloları sergilenir.


53

İRLANDA SİNEMASINDA

ZAMAN, MEKÂN VE İNSAN Murat AKSER Khas Eski Öğretim Üyesi

Avrupa’nın en batısında, Atlantik Okyanusu’na bakan İngiltere’nin yanı başındaki İrlanda’nın sineması literatürde “ufak ülke sineması” olarak geçer. İrlanda ve sinema dendiğinde ilk öne çıkan Amerikan sinemasında yer alan ve İrlanda’ya atfedilen özellikleri barındıran filmlerin oluşturduğu klişelerdir. Anadili İngilizce olan diğer ulusal sinemalar gibi İrlanda da Hollywood menşeli Amerikan filmlerine maruz kalan ve on yıllar boyunca özgün bir ulusal sinema üretmekte zorlanan bir ülke.


54

Küçük bir ada ülkesi için İrlanda’nın etkileyici bir film yapımı tarihi var. 1910’lardan 1940’lara kadar tek tük film üretilen bir mekân. Daha sonra 1950’li ve 1960’lardan başlayarak İngiliz ve Amerikan sineması için egzotik mekân olarak kullanılmış. Avrupa Birligi üyeliği ile gelişen ekonomisi ve sinema kurumlarının devlet desteği vermesiyle birlikte 1980’ler ve 1990’larda özgün bir İrlanda bağımsız sinemasından söz edilmeye başlanıyor. Günümüzde Oscar’a aday olan ve alan; Neil Jordan (Crying Game), Jim Sheridan (My Left Foot) ve Lenny Abrahamson (Room) gibi önde gelen uluslararası film yönetmenleri var. Aynı zamanda yeni nesil Kirsten Sheridan, John Carney (Once) ve Lance Daly (Black 47) gibi yeni yetenekler de yurt içi ve yurt dışında seyirci buluyor. İrlanda film sektörü her an değişebilen ekonomik koşullara bağlı. Ancak yerel seyircisi bu filmleri görmek istiyor. En son tiyatro yazarı ve yönetmeni Martin McDonagh’nın birbiri ardına çektiği filmler (In Bruges) ve kardeşi Michael McDonagh’ın kara komedileri (The Guard, Calvary) İrlanda gişelerinde milyonlarca Euro bıraktı ve dünya çapında sinemalarda gösterildi. Günümüzde Liam Neeson, Cillian

Sessiz Adam (Quiet Man) filmini yaptı. Sessiz Adam geçmişinden kaçan bir boksör (John Wayne), kan davalısı (Sean Thornton) ve âşık olduğu İrlandalı köylü kızın (Maureen O’Sullivan) etrafında kırsal bir köyde geçen bir göç hikâyesiydi. Filmdeki doğal mekânlar, kırsal yaşam tarzı, karakterlerin aşırı duygusal hareketleri İrlandalılar hakkında basmakalıp fikirlerin dünyaca yayılmasına etken olan kültürel bir etkiye sahip oldu.

Bir Dönüm Noktası: Ryan’ın Kızı 1960’ların en ünlü yönetmenlerinden David Lean 1970 yılında İrlanda’ya gelir ve Ryan’s Daughter filmini çeker. O dönem için rekor sayılabilecek 10 milyon Murphy, Brendan Gleeson (ve oğulları), Stephan Rea, Stuart Graham, Saoirse Ronan ve Ruth Negga gibi oyuncuları hem yerel hem de uluslararası tanınırlığa sahip.

Basit ve Sade Başlangıçlar Sessiz film endüstrisinin ortaya çıktığı ilk yıllarda, Sidney Olcott ilk İrlanda filmi olan The Lad From Old Ireland’ı, 1910’da tamamladı. Bunu takip eden yıllarda 1926’da Paskalya Ayaklanması’nın 10. yıldönümünde İrlanda Bağımsızlık Savaşı›nı arka plana alan bir melodram olan Irish Destiny bağımsız İrlanda Cumhuriyeti’nin ilk filmi oldu. Sinemada sesli filmlere geçildiğinde İrlanda, güzel manzaralarıyla yabancı yapımcıların akınına uğradı ve Abbey Tiyatrosu gibi İngiliz aktörlerinin yoğunlaştığı oyunculardan da istifade eden yabancı filmler çekildi. İrlanda’da çekilen ilk filmlerden biri belgeselci Robert Flaherty’nin 1934 tarihli, İrlanda kıyısındaki Aran adasında yaşayan bir balıkçı olan Colman King’in aile hayatı ve hayatta kalma hikâyesini anlatan Man of Aran adlı filmdir. Yirmi yıl sonra, 1952 yılında İrlanda kökenli Amerikalı yönetmen John Ford, bugün dahi İrlanda’yı ve halkının imajını tanımlayacak bir film olan

dolar bütçeli filmde Robert Mitchum ve Sarah Miles gibi yetenekli İrlandalı oyuncular rol alır ve Kerry bölgesinin Dingle kasabasında tam on sekiz ay süren sorunlu bir çekim sürecinden sonra film gişede hezimete uğrayarak yönetmenin kariyerindeki en başarısız film olur. Filmin çekimini zorlaştıran ise fırtınalı havadır. Birinci Dünya Savaşı’nda İngiliz askerlerince işgal altında gösterilen, bir İngiliz asker ile İrlandalı bir kız arasındaki imkânsız aşkı anlatan film tam iki yıl sinemada gösterimde kalır ve iki Oscar ödülü kazanır. Bu dönem, İrlanda Sineması’nın uluslararası yapımlara açık olduğunu gösteren örnekler ile doludur. Douglas Sirk’ın 1955 tarihli Kaptan Lightfoot, Michael Anderson’un 1959’daki gerilim filmi Shake Hands with the Devil ve Stanley Kubrick’in 1975’teki


55

Oscar alan filmi Barry Lyndon İrlanda adasını bir film üretim üssü olarak tanımladı ve ülkeye milyonlarca dolarlık sermaye girişini sağladı. Bu süreçte film oyuncuları ve teknik ekipler yetişti ve 1980’lerdeki bağımsız sinema için zemin oluşmuş oldu.

Birinci Dalga: 1970’ler 1970’lerin başında, bir dizi İrlandalı yazar ve yönetmen, yaşadıkları toplum hakkında, İrlanda sinemasının Birinci Dalgası olarak bilinen filmleri yapmaya başlarlar. Önde gelen yetenekler, Bob Quinn, Pat Murphy, Joe Comerford ve Cathal Black Hollywood filmlerinin İrlanda aksanlı yeniden yapımlarını üretmeye çalışmak yerine, politik bilinçle yerli hikâyelere ilgi duydular. Bob Quinn’in 1978 tarihli filmi Poitín, Sessiz Adam gibi filmlerde kurulan Hollywoodvari İrlanda klişelerini tersyüz etmek amacındaydı. 1982’de yapılan Pat O’Connor’ın The Ballroom of Romance filmi, İrlanda’da erkekler ve kadınlar arasındaki ilişkileri analiz ederken, Cathal Black’in 1984 yapımı Pigs’i, sıra dışı karakterlere sahipti. Pat Murphy’nin 1982 tarihli deneysel filmi Maeve ve 1984’lü tarihli Anne Devlin, İrlandalı kadın yönetmenler tarafından İrlandalı kadınların ilk defa anlatıldığı filmlerdir.

Ağlama Oyunu (Crying Game)

İkinci Dalga: Uluslararası Başarı İrlanda sinemasının İkinci Dalgası, 1993 yılında İrlanda Film Kurulu’nun (Irish Film Board) yeniden oluşturulmasından sonra geldi ve Alan Parker’ın Dublin müziğiyle bezeli The Commitments’ın

Adam ve Paul

olağanüstü başarısı ile sonuçlandı. Kurulun öncülüğünde ve İrlanda vergi kanunlarının yeniden düzenlenmesiyle, İrlanda’da 1990’larda sinemanın icadından beri ülkede yapılan tüm filmlerden daha fazla sayıda film üretildi. Jim Sheridan, Dublinli yazar Christy Brown’un hayatını anlattığı 1989 yapımı biyografik filmi Sol Ayağım’ı (My Left Foot) yaptı. Bu filmin Oscar başarısını bir diğer yönetmen Neil Jordan’ın başarısı takip etti. Jordan Ağlama Oyunu (The Crying Game) filmi ile en iyi senaryo Oscar’ını aldı. İlk uzun metraj filmi olan Angel ile Neil Jordan 1982’de başlayarak İrlanda’nın zengin edebi kültürüne en yakın bağları olan film yönetmeni oldu. 1997’de The Butcher Boy ve 2005’te Pluto’daki Kahvaltı ile derin bir muhafazakâr, geriye dönük düşünce toplumunda yerlerini bulmak için mücadele eden marjinal karakterlere olan takıntısının altını çizdi. Sheridan ve Jordan’ın ardından, yeni yönetmenler uluslararası seyirciyi hedefleyen, Avrupa fonları ve devlet desteği ile şekillenen yeni bir sinema anlayışı oluşturdular. Bunların arasında Paddy Breathnach Ailsa, 1994- I Went Down, 2000 ve Man About Dog, 2004 ile eleştirel ve ticari beğeni topladı. Gerard Stembridge’in 1994 tarihli filmi Guiltrip, aile içi şiddetin içtenlikte tartışıldığı ilk filmlerdendir.

Yeni Kuşak: Küresel Sinemanın Askerleri Son yıllarda, İrlanda sineması, yerli film yapımcılarının uluslararası açılımıyla küresel bir sinema haline

geldi. Yönetmen Lenny Abrahamson, 2004 yılında İrlanda’nın Trainspotting’i diyebileceğimiz ve Dublin’de amaçsızca yaşayan iki eroin bağımlısını anlattığı Adam ve Paul’u yaptı. Abrahamson oyuncudan üstün performans alışı ve sıra dışı hikâye anlatımını Garage ve Room ile sürdürdü ve Brookyln filminin yönetmeni John Crowley ile birlikte en çok bilinen yeni kuşak İrlandalı yönetmen oldu.

Temalar: Bağımsızlık ve Varolma Mücadelesi İrlanda’nın kuzeyinde üretilen ve İngiltere kontrolünde bulunan bölgede üretilen filmler 1968-1997 arasında geçen sorunlu (the Troubles) dönemi anlatan filmlere de mekân oldu. Les Blair’in 2002 draması H3, 1980’lerde açlık grevlerine sahne olan Maze isimli hapishanede geçer. Aynı şekilde, aktör Michael Fassbender’ın dünya

sinemasına tanıtan Steve McQueen’in yönettiği Hunger (Açlık) filmi de açlık grevinde ölen Bobby Sands’in son günlerini anlatır. Paul Greengrass, 2004 yılında Bloody Sunday adıyla Derry kentinde İngiliz askerlerin ateş açarak öldürdüğü İrlandalı göstericileri anlatan “Kanlı Pazar” gününün filmini çekmiştir. İngiliz yönetmen Ken Loach,


56

nişanlısını düelloya davet ettiği bir ilk aşk filmi olan The Crush’tir. Benzer şekilde tiyatro yazarı Martin McDonagh’in ilk filmi olan ve bir seri katilin tren yolculuğu yapmasını anlatan 6 Patlar (Six Shooter) kısa film dalında Oscar alan filmlerdendir. Son yılların Boogaloo and Graham (Michael Lennox) ve Cry Rosa filmleri benzer şekilde yönetmenleri uluslararası arenaya taşıyan ve devlet kaynaklı sanatçı desteğinde neler başarılabileceğini gösteren önemli örneklerdir. Hem Irish Film Board hem de Northern Ireland Screen her yıl milyonlarca euro değerinde genç yeteneklere destek sağlayarak ulusal İrlanda sinemasının gelişmesine katkıda bulunurlar.

2006 yılında, İrlanda Kurtuluş Savaşı sırasında geçen ve bölünmüş bir aileyi anlattığı filmi The Wind that Shakes the Barley (Arpa Sallayan Rüzgar) ile Cannes Film Festivali’nde Büyük Ödülü’n sahibi olur. 2009 yılında, Alman yönetmen Oliver Hirschbiegel, Kuzey İrlanda’daki barış sürecini anlatan Liam Neeson ve James Nesbitt’in oynadığı Five Minutes of Heaven ile meseleyi doğrudan ele alan ilk filmlerden birini yaptı. Benzer şekilde ‘71 filmi de Kuzey İrlanda’daki çatışmaları dışarıdan bakan gözle anlatan bir filmdir. Bunun yanında Kuzey İrlanda’daki siyasal ve toplumsal yıkımı dolaylı yoldan anlatan yerli yönetmen filmleri de vardır. Bunlardan başarılı olanları The Survivalist (Stephen Fingelton), Bad Day For the Cut (Chris Baugh) ve The Dig’dir (Ryan Tohill). Bu filmler aynı zamanda Netflix’te gösterilen ilk İrlanda filmlerindendir.

Kısa Film: Ödül Makinesi Özelikle İrlanda’da belgesel sinemacılık ve kısa filmcilik de yaygındır. İrlandalı yönetmenler kısa filmde neredeyse her yıl bir Oscar adaylığı almakta bazen de bu kategoride ödül almaktadır. Bunların en bilinenleri bir ilkokul öğrencisinin öğretmenine olan aşkından dolayı onun

verir. Darragh Byrne Parked ile devlet sistemi tarafından evsizliğe zorlanan ve geri dönmek zorunda kalan bir göçmenin öyküsünü anlatırken, Brendan Muldowney’in Savage’ı da toplumun giderek daha fazla şiddete maruz kalmasını eleştirir. Margaret Corkery’nin Eamon filmi İrlandalı kadın sinemacıların oluşturduğu yeni sinema dalgasının temsilcilerinden. 32A ile yönetmen Marian Quinn, Oscar ödüllü Juanita Wilson Lady Bird, Brooklyn ve Atonement filmleri ile Oscar adayı olan Saoirse Ronan ve Book of Kells ile Oscar’a aday olan animasyon yönetmeni Nora Twomey bu yeni dönemin yıldızları.

Son Dönem: Küresel Açılımlar 2008’de dünyayı vuran ekonomik kriz ve bunun toplum üzerindeki etkisini anlatan bir dizi film yapılmıştır. Dublinli yönetmen Ivan Kavanagh, 2010 yılında, Fading Light ile bir aile dramını anlatırken, Brian Lally’in 8,5 Saat’i, başarısız bir yazılım şirketi ve kontrolden çıkan personelinin hayatından kesitler

Günümüzde İrlanda’nın yeşil alanları kayalık fırtınalı sahilleri Star Wars: The Last Jedi ve Game of Thrones gibi film ve dizilere ev sahipliği yapmaya devam etmekte. Bunun yanında Amerikan film ve dizileri hala İrlandalıları yari vahşi duyguları olan ilginç tipler olarak sunmaya devam ediyor (yakın dönem American Gods dizisindeki Lapricon Mad Sweeney ve Essie MacGowan karakterleri buna en iyi örnektir). Adanın bölünmüş yapısı, devlet destekli ortak Avrupa yapımcıları, teknik ve estetik tecrübesi olan ekipleri ve uluslararası yıldız oyuncu ve yönetmenleri ile İrlanda sineması dünya ölçeğinde adını daha çok duyuracağa benziyor.


57

TÜRKİYE FUTBOLUNDA Emir GÜNEY Spor Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi

Türkiye futbolunun en çok tartışılan başlıklarından biri olan yabancı oyuncu sınırının ülke futboluna etkileri konusu 2018/19 sezonunda da gündemden düşecek gibi durmuyor.

YABANCI OYUNCU SORUNSALI


58

Rusya’nın ev sahipliğinde düzenlenen 2018 Dünya Kupası geride kaldı. Her zaman olduğu gibi beklenileni veren yıldızlar, sürpriz çıkış yapan yetenekli ayaklar ve hayal kırıklığı yaratan futbolcular oldu. Şimdi ise sıra saha dışındaki mücadelede. Futbolcu menajerleri ve kulüp yöneticileri yeni sezon öncesinde en iyi oyuncuları en iyi fiyatla transfer edebilmek için köşe kapmacaya başladılar bile. Tabii bunu yaparken bazı kısıtlamalara da tâbi olacaklar. Bu yazıda Türkiye’deki yabancı futbolcu kuralı tarihsel gelişim ve idari boyutlarıyla incelenecek.

olarak gösterebiliriz. Bosman kararı, Avrupa Birliği (AB) vatandaşı olan futbolcuların AB sınırları içerisinde “yabancı işçi olarak kabul edilememesi” hususunu getirerek Avrupa futbol piyasasını baştan aşağı değiştirecekti. Yabancı oyuncu kısıtlamaları sebebiyle transfer havuzu çok dar olan Avrupa’nın büyük kulüpleri bir anda tüm AB ülkelerini kapsayan bir transfer havuzuna sahip oldular. Dolayısıyla oyunculara ve kulüplere ödenen transfer ücretleri de astronomik bir hızla yükseldi.

Futbolu çekici kılan en önemli unsurlardan biri takımların sezon başlarında kadrolarına kattıkları yeni transferleridir. Her yıl yaz aylarına denk gelen transfer döneminde kulüp yöneticileri takımlarının taktiksel eksiklerini kapatmak, taraftarın övgüsünü kazanmak, kulübe gelir yaratmak ve benzeri sebeplerle yerli ve yabancı futbolcu transferleri yapıyorlar. Her ne kadar prensipte serbest bir ekonomi olduğu için istenildiği kadar oyuncu alınıp satılabilse de aslında FIFA, UEFA ve ulusal federasyonlar hem sportif hem de finansal rekabeti koruyabilmek adına bu transferlere belirli kısıtlamalar getiriyorlar. “Yabancı futbolcu sınırı” bu kısıtlamaların en önemlilerinden biri konumunda.

Bosman kararının bir başka önemli boyutu ise “bonservis” uygulamasının kaldırılmasıydı. Bu uygulamada futbolcu ile kulüp arasında sözleşme sona erse dahi kulübün izni olmadan oyuncu başka bir takıma geçemiyordu. Bosman’ın açtığı davanın da temelini oluşturan bu kuralın Adalet Divanı kararıyla değişmesiyle birlikte futbolcular “AB vatandaşı işçisi statüsü”nde hem sözleşme serbestisi haklarını hem de serbest dolaşım haklarını elde ettiler. Tabii bu değişiklik yoğun bir uluslararası transfer trafiğini ve ülkelerde oynayan yabancı oyuncu sayılarının hızla artmasını da beraberinde getirdi. Nihayetinde, her ülke kendi yasa ve yönetmelikleri çerçevesinde yabancı oyuncu sayılarını kontrol edebilmek için farklı sistemler oluşturmak durumunda kaldılar.

Ülkemizde en çok tartışılan konulardan biri olan yabancı futbolcu sınırı, 1951 yılında profesyonelliğin kabul edilmesinden bu yana futbol literatürümüzün bir parçası olarak karşımıza çıkıyor. Yıllar içerisinde farklı şekil ve yöntemlerle uygulansa da aslında bu fenomeni bir “sorun” haline getiren yetkili mercilerin kısa vadeli çözüm arayışları ve sistem tercihlerindeki istikrarsızlıktır. Yabancı oyuncu sayısının kısıtlanmasında farklı sistemler kullanılır ancak temel argümanlar hep aynı olur: Yerli oyuncuların gelişimi, milli takımın güçlendirilmesi, kulüp takımlarının uluslararası yarışmalardaki başarıları, transfer ücretleri ve futbolcu maaşlarının kontrolü, vb.

Bosman’ın Açtığı Kapı Yabancı futbolcu sınırlaması (veya bakış açınıza göre yabancı futbolcu serbestisi) yalnızca ülkemizde tartışılan bir konu değil. Hakkında yüzlerce makale ve onlarca kitap yazılan bu sorunsalın başlangıç noktasını 1995 yılında Avrupa Adalet Divanı’nın verdiği Bosman kararı

Bosman kararı öncesinde yabancı futbolcu kısıtlamaları ülkelerin futbol politikalarında çok da önemli bir yer tutmuyordu. Soğuk Savaş’ın henüz sona erdiği, uluslararası ilişkilerin çoğunlukla gergin olduğu bir ortamda, futbolun da daha içe dönük bir yapıda ilerliyor olması şaşırtıcı değildi. Aynı şekilde internet ve iletişim teknolojilerinin hızla geliştiği, küresel bilgi ağının her geçen gün daha hızlı ve etkin bir şekilde ceplerimize kadar girdiği son 30 yılda, futbolcuların uluslararasılaşmaları bizleri şaşırtmamalı. Bu anlamda Bosman kararını yalnızca Belçikalı bir futbolcunun sözleşmesel haklarını aramasından öte aslında bu değişim sürecinin kaçınılmaz bir çıktısı olarak görebiliriz. Bosman’ın açtığı bu kapı, artan transfer sayıları ve transfer ücretleri sayesinde dünya futbol piyasasını son yılların en hızlı büyüyen ekonomisi haline getirdi.


59

Türkiye’de Yabancı Futbolcu Sınırı Sorunsalı Türkiye’nin yabancı futbolcu kısıtlaması konusundaki gelişim ve değişim süreçlerinin uluslararası konjonktür ile paralel ilerlediğini söyleyebiliriz. 1995 öncesi Türkiye liglerinde oynayan yabancı oyuncu sayıları katı sınırlamalar sebebiyle hayli düşüktü. Bosman sonrasında başlayan hareketlilik ülkemizde de hem bu sayının artmasına hem de kısıtlama yöntemlerinin sıklıkla değişmesine sebep oldu. 1951 yılında kabul edilen profesyonellikten bu yana Türkiye Futbol Federasyonu’nun en üst düzey ligde izin verdiği yabancı oyuncu kısıtlamalarını Tablo 1’de görebilirsiniz. 1951-1996 arasında yabancı oyuncu oynatma kuralı yalnızca iki defa değişti. 1951’de kadrosunda en fazla bir yabancı oyuncu bulundurma sınırı 1966’da ikiye, 1989’da ise üçe çıkacaktı. 1996 yılında ise ilk defa “+” uygulamasının gelmesiyle transferlerde “hesap-kitap” dönemine geçilmiş oldu. Yabancı oyuncu kuralı, başında bulunduğumuz 2018/19 sezonuna gelinceye dek geride kalan 22 senede tam 11 kere değişti. Tablo 2’de görülebileceği gibi sistemler yalnızca sıklıkla değişmekle de kalmadılar. Aynı zamanda “ilk 11’de oynayabilme”, “ilk 18’de bulunma” ve “kadroda olma” gibi alt kıstaslar da getirildi. Değişikliklerin üzerinden tek tek gitmeye gerek yok çünkü uygulamadan kısa süre kalıp sıklıkla değiştirilen bu sistemlerin etkilerini gerçek anlamda görebilmek mümkün değil. 1996 itibarıyla hiçbir sistemin beş tam sezonu tamamlayamaması yapılacak analizlerin de sağlıklı olmasını engelliyor.

Tablo 1 Türkiye’de en üst düzey futbol liginde oynayan yabancı futbolcuların sayıları Sezon

Sayı

Yüzde (%)

Sezon

Sayı

Yüzde (%)

1996-1997

85

17,20

2007-2008

130

23,03

1997-1998

92

17,93

2008-2009

157

27,06

1998-1999

96

19,08

2009-2010

163

26,63

1999-2000

101

18,80

2010-2011

200

32,73

2000-2001

124

23,26

2011-2012

186

29,29

2001-2002

140

26,87

2012-2013

186

35,02

2002-2003

137

24,95

2013-2014

201

42,31

2003-2004

131

23,60

2014-2015

196

31,46

2004-2005

137

24,64

2015-2016

255

38,0

2005-2006

137

23,70

2016-2017

242

50,5

2006-2007

126

23,07

2017-2018

249

52,1

Kaynak: Yüce, A., Katırcı, H. & Kuzu, C. (2017) Türk futbolunda yabancı futbolcu sınırlaması ve Türk futbolcuların görüşleri. CBÜ Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi, 12 (02), 24-39; Transfermarkt.com.tr (Erişim tarihi: 22.06.2018) Tablo 2 Türkiye’de en üst düzey futbol liginde geçerli yabancı oyuncu kuralları Yıl

İlk 11’de oynayabilen

İlk 18’de bulunabilen

Kadroda toplamda bulunabilen

Kuralın Adı

1951-1966

1

1

1

1 Yabancı

1966-1989

2

2

2

2 Yabancı

1989-1996

3

3

3

3 Yabancı

1996/1997

3

4

4

3+1

1998-2000

5

5

5

5 Yabancı

2000/2001

5

6

6

5+1

2001-2005

5

6

8

5+1+2

2005-2007

6

6

6

6 Yabancı

2007/2008

6

7

7

6+1

2008-2010

6

8

8

6+2

2010/2011

6

8

10

6+2+2

2011-2013

6

8

Sınırsız

6+2+Sınırsız

2013/2014

6

6

10

6+0+4

2014/2015

5

5

8

5+0+3

2015-

11

14

14

14 Yabancı

Kaynak: Yüce, A., Katırcı, H. & Kuzu, C. (2017) Türk futbolunda yabancı futbolcu sınırlaması ve Türk futbolcuların görüşleri. CBÜ Beden Eğitimi ve Spor Bilimleri Dergisi, 12 (02), 24-39; Socrates Dergi Ekim 2017


60

Yabancı Oyuncuların Ülke Futbolunun Başarısındaki Rolü

Tablo 3 Türkiye’nin ulusal takım ve kulüp takım puanları sıralamaları Yıl

UEFA kulüp puanlarına göre ülke sıralaması*

FIFA ulusal takım puanlarına göre ülke sıralaması*

1996

11

31

1997

8

43

1998

14

57

1999

14

29

2000

11

30

2001

7

23

2002

8

9

2003

10

8

2004

10

14

2005

11

11

2006

15

26

2007

14

16

2008

11

10

2009

11

41

2010

11

31

2011

10

28

2012

11

40

2013

10

43

2014

11

49

2015

12

21

2016

11

24

2017

10

42

2018

10

38*

Kaynak: FIFA.com, UEFA.com ve Kassiesaa. home.xs4all.nl (Erişim tarihi: 22.06.2018) *Haziran 2018 itibarıyla

Türkiye Süper Ligi’nde 2015/2016 sezonunda devreye giren “14 Yabancı” kuralı federasyon tarafından değiştirilmezse 2018/2019 sezonunda da geçerli olacak. Henüz üç yıllık bir sistemin ülke futbolunun başarısındaki rolü değerlendirmek doğru olmayabilir. Ancak 1996 sonrasında artış eğiliminde olan yabancı futbolcu sayılarını (ve oranlarını) o dönemden bu yana ülkemizin UEFA ve FIFA sıralamalarıyla korelasyonuna bakabiliriz. Futboldaki başarı düzeyini sadece yabancı oyuncu sayısıyla açıklamak bilimsel olarak doğru olmayacaktır. Ancak bu gerçek aralarındaki korelasyonu da görmezden gelmemize sebep olmamalıdır. Tablo 3’e baktığımızda 1996’dan günümüze kadarki süreçte yıllık bazda UEFA’da yarışan kulüp takımlarımızın performanslarıyla oluşan ulusal puan sıralaması ve ulusal takımımızın milli maçlardaki performansıyla oluşan FIFA sıralamasında Türkiye’nin yerini görebiliriz. Bu veri incelendiğinde 2007’ye kadarki dönemde UEFA sıralamasında inişler ve çıkışlar yaşanırken, 2007 sonrasında hayli istikrarlı bir grafik sergilediğimizi söyleyebiliriz. Ancak milli takım bazında fazlasıyla iniş çıkışların olması sebebiyle yabancı oyuncu sayılarıyla anlamlı bir korelasyon kurmanın mümkün olmadığını görmekteyiz.

Sonuç ve Değerlendirme Bu noktada çıkarılacak en önemli sonuç yabancı oyuncu kısıtlamalarının milli takımdan çok kulüp takımlarına fayda sağladığıdır. Ancak burada da artış eğiliminde olan yabancı oyuncu sayılarının kulüplerimizin başarı sıralamasında aynı oranda artışa sebep olamadığını görmekteyiz. Tabii UEFA’nın bu başarı sıralamalarını hazırlarken kulüplerin Avrupa’daki son beş sezon performanslarını göz önünde bulundurduğunu belirtmek gerekiyor. Dolayısıyla yukarıda da bahsettiğimiz gibi sağlıklı bir kanıya varabilmek için kurgulanan sistemde en az beş sene (oyuncuların takımlarına uyum sağlama periyotları da düşünülürse 6-7 sene) devam etme gereği ön plana çıkıyor. Futbol dünyasında yabancı oyuncu kısıtlamaları her zaman kulüplerin ve federasyonların önceliklerinden biri olacaktır. Ülke futbolumuzun da her daim gündemini meşgul eden “Yabancı serbestisi mi doğru yoksa yabancı kısıtlaması mı?” sorusunu sormadan önce uzun vadedeki hedefimizin ne olduğuna karar vermemiz gerekmekte. Hangi sistem olursa olsun yeterli sabır gösterilmez ve kurguda istikrar sağlanmazsa uzun vadede başarılı olmak ve zaten bu başarıyı ölçmek mümkün olmayacaktır. Herhangi bir sistemin başarılı olup olmadığını ölçebilmek için sistemin çıktılarının anlamlı bir data oluşturması gerekir. Dolayısıyla içinde bulunduğumuz 14 Yabancı sistemiyle en azından birkaç sene daha devam edilirse biz araştırmacılara bu sistemi ve çıktılarını daha sağlıklı yorumlayabilme imkânı oluşacaktır. O dönemde ortaya çıkacak sonuçlara göre yapılacak düzeltmeler uzun vadede kulüp ve ulusal takımların istikrarı yakalamasına da fayda sağlayacaktır.


2018 FAKÜLTE TANITIM KONFERANSLARI 1-14 Ağustos 2018

CİBALİ SALONU Sabah Oturumları 10.30-10.45

Rektör V. Prof. Dr. Sondan Durukanoğlu Feyiz Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi / Prof. Dr. Nihat Berker

10.45-11.25

Hukuk Fakültesi / Prof. Dr. Tuğrul Bayazıt Katoğlu Adalet Meslek Y. Okulu / Doç. Dr. Nilay Arat Sanat ve Tasarım Fakültesi / Prof. Dr. Arzu Erdem

11.25-11.40

Rektör-Soru Cevap

Öğleden Sonra Oturumları 14.30-14.45

Rektör V. Prof. Dr. Sondan Durukanoğlu Feyiz

14.45-15.00

Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Nihat Berker İktisadi, İdari ve Sosyal Bilimler Fakültesi / Prof. Dr. Mitat Çelikpala

15.00-15.50

İletişim Fakültesi / Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman İşletme Fakültesi / Prof. Dr. Bülent Mengüç Uygulamalı Bilimler Fakültesi / Prof. Dr. Ömer Lütfi Gebizlioğlu

15.50-16.05

Rektör-Soru Cevap

1-14 Ağustos 2018 tarihleri arasında her gün düzenlenecek konferanslar herkesin katılımına açıktır.


0 212 533 65 32 panorama@khas.edu.tr

www.khas.edu.tr facebook.com/khasedutr twitter.com/PanoramaKhas Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali İstanbul


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.