Panorama Khas 22

Page 1

Güz 2016, Say› 22

PANoRaMA DOSYA: E⁄‹T‹M VE TEKNOLOJ‹

A.S. Velasca

Türkiye’deki Darbe Filmleri

Dizayn Bebekler: CRISPR/Cas9

Bilgi ve e¤itim teknolojilerinin h›zla yayg›nlaflmas›, ö¤renmeye aç›k herkesi zamandan ve mekandan ba¤›ms›z ö¤renciler haline getirirken, klasik e¤itim/ö¤retim anlay›fl›n›n da yeniden ele al›nmas›n› zorunlu k›l›yor. Aç›k e¤itim kaynaklar›, e¤itimde inovasyon, aktif ö¤renme, dijital e¤itim araçlar› ve e¤itici robot oyuncaklar vb. yeni bir ö¤renme/ö¤retme deneyimine aç›k olanlar için ilginç alternatifler sunuyor.

ISSN: 2146-4820


Yarat›c›l›¤›n 4 evresi 1. Preparation (Haz›rl›k) 2. Incubation (Kuluçkalama) 3. Illumination (Ayd›nlanma) 4. Implemantation (Uygulama)


01

03 Sunufl 04 Dizayn Bebekler: CRISPR/Cas9 Yrd. Doç. Dr. Hatice Bahar fiahin Biyoteknoloji bafl döndürücü bir h›zla ilerliyor. Baz› tekniklerin kullan›lmas›n› kan›ksad›k bile. Örne¤in tüp bebekle çocuk sahibi olmak art›k kimseyi flafl›rtm›yor. Birkaç as›r önce bu tekni¤i anlatsan›z herhalde büyücülük suçundan yak›l›rd›n›z.

08 S›rlar, Sa¤l›k ve Yaz› Yrd. Doç. Dr. Asl› Çarko¤lu S›rlar›m›z› içimizde tutmal› m›, anlatmal› m›; yalanlar ve suçlar itiraf edilirse içimiz rahatlar m›, rahatlamaz m›? Bu ve benzeri durumlarda kiflinin duygular›n› ve düflüncelerini anlat›ya dökmesinin hem fiziksel hem de ruh sa¤l›¤› üzerine etkileri psikoloji biliminin temel sorular› aras›ndad›r.

12 15 Temmuz: Bir Darbe Girifliminin Anatomisi Derleyen: Adem Emre Topçu 15 Temmuz 2016’da Türkiye’de bir darbe giriflimi yafland›. Türk Silahl› Kuvvetleri bünyesinde kendilerini ‘‘Yurtta Sulh Konseyi’’ olarak tan›mlayan ve Gülen Hareketi’ne yak›n oldu¤u iddia edilen bir grup, yönetime el koyma teflebbüsünde bulundu.

18 Uluslararas› ‹liflkilerde Bir Uzlaflma Arac› Olarak “Özür” Prof. Dr. Lerna K. Yan›k Kas›m 2015’de Türk F-16’lar›n›n düflürdü¤ü Rus savafl uça¤›, Türk-Rus iliflkilerinde a¤›r bir krize yol açm›flt›. Haziran 2016’da Türkiye’nin Rusya’dan “özür” dilemesinin ard›ndan, Türk ve Rus yetkililer taraf›ndan yap›lan ilk aç›klamalarda iki ülkenin bu krizi geride b›rakt›¤›n›n sinyalleri verildi.

20 Bo¤az’da Ateflten Günler Mehmet fiimflek 1960’da Bo¤aziçi’nde yaflanan gemi kazas› facias› ‹stanbullular’a neredeyse Hollywood filmlerinden f›rlam›fl bir senaryoyu yaflatt›. 52 gün süren yang›n› söndürmekle görevli ‹stanbul ‹tfaiyesi’nin isimsiz kahramanlar›ndan biri ise y›l›n foto¤raf›na konu oldu.

22 Geleneksel Bir Gazetecinin Snapchatle ‹mtihan› Dr. Ayten Görgün Smith Beni yak›ndan tan›yanlar bilir; haber alma konusunda acayip muhafazakâr biriydim; yani illa gazete, televizyon olacak. Muhabirken de televizyona geçme tekliflerini reddettim ve hep dergi, gazete gibi bas›l› mecralarda çal›flt›m.

24 E¤itimde Kalite Yolculu¤u ve Akreditasyon Prof. Dr. Feza Kerestecio¤lu Kadir Has Üniversitesi Mühendislik ve Do¤a Bilimleri Fakültesi’nin üç mühendislik lisans program›, bu y›l içerisinde Mühendislik E¤itim Programlar› De¤erlendirme ve Akreditasyon Derne¤i (MÜDEK) taraf›ndan akredite edildiler.

27 DOSYA: E⁄‹T‹M VE TEKNOLOJ‹ 28 Ö¤renme Mekanlar›nda Mükemmeliyet: Steelcase Aktif Ö¤renme Merkezi Yrd. Doç. Dr. Orçun Kepez-Buse Rodoplu Temmuz 2016’da Kadir Has Üniversitesi’nde, bir seneyi aflk›n bir çaba sonucunda; e¤itim, ofis ve sa¤l›k alanlar›na özgü mobilya üretiminde lider Steelcase firmas› iflbirli¤i ile Türkiye’nin ilk Aktif Ö¤renme Merkezi aç›ld›.

32 E¤itici Robot Oyuncaklar Ö¤r. Gör. Gürkan M›hç› 10-15 sene önce anaokulu e¤itiminde analog yöntemler kullan›l›rken, günümüzde yeni teknolojilerle geliflen tabletler ve projektöre ba¤l› bilgisayarlar gibi dijital e¤itim araçlar› tercih ediliyor.

35 Sosyal Mülkiyet Olarak E¤itim Kaynaklar›: AEK ‹pek ‹li Erdo¤mufl Arama motoruna “Open Educational Resources” yazd›¤›n›zda karfl›n›za yüzlerce kaynak dökülüyor. Bu yaz›da konuyla ilgili yaz›lar, makaleler, kurulufllar ve üniversite projeleri tan›t›lacak.

37 Okula ‹novasyonu Nas›l Getirirsiniz? Burcu Aybat Okulda iyi notlar almak, yüksek ortalama getirmek ve s›navlarda baflar› elde etmek ö¤rencilerimizin hayatta daha iyi yerlere gitmelerinin garantisini veriyor mu? E¤itim sistemimiz yeni nesli 21. yüzy›l›n gerekliliklerine haz›rl›yor mu?


ISSN: 2146-4820

02

40 Galeri Khas’ta Bir Eda Soylu Sergisi: Evi Yeniden Kurmak Prof. Dr. Hasan Bülent Kahraman Ev bir s›¤›nakt›r ve insan daima bir bar›nak/s›¤›nakla mevcuttur. Yaflama kat›ld›¤› ilk andan onu terk etti¤i ve ötesine geçti¤i ana kadar, yeryüzü mevcudiyetini o ev- s›¤›na¤a borçludur. Muhtaciyetle bafllay›p muhtaciyetle biten bu yaflam içinde insan varl›¤›n› eviyle ifade eder.

44 Türkiye Endüstriyel Üretim Tarihine Bir bak›fl: Tek ve Çok Sergisi Salt Galata Yrd. Doç. Dr. Ayfle Coflkun Orlandi 6 Eylül’de SALT Galata’da aç›lan Tek ve Çok sergisi, 1955’ten 1995’e Türkiye’de üretim ortam›n› 80’li y›llarda dolafl›mda olan nesneler arac›l›¤›yla inceliyor. Sergi, 80’li y›llarda dolafl›mda olan nesneleri ve dönemin üretim ortam›n› ba¤›ms›z hikâyelerle inceliyor.

47 “Bizler Muhsin Ertu¤rul’un Ayd›nlatt›¤› Yoldan ‹lerliyoruz.’’ Röportaj: Andaç Alp Afife Tiyatro Ödülleri’nin Özel Ödülleri’nden biri olan Muhsin Ertu¤rul Özel Ödülü bu y›l, Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasar›m Fakültesi Tiyatro Bölümü ö¤retim üyesi Prof. Dr. Dikmen Gürün’e verildi.

50 Türk Sinemas›nda Darbe Filmleri Doç. Dr. Murat Akser - Khas eski ö¤retim üyesi Türk sinemas›nda darbe filmleri özellikle 1980 müdahalesine karfl› toplumsal bir elefltiri olarak bafllad›, sonras›nda sansürün kalkmas›yla 1960 müdahalesine de de¤inildi. Sonunda sinemada askeri darbelere karfl› iki bak›fl geliflti: Espri ile yaklaflan nostaljik güldürü filmleri ve ayd›n›n yabanc›laflmas›n› anlatan içine kapan›k sanat filmleri.

53 Film Ekimi: Sonbahar Film Haftas› Ö¤r. Gör. Dr. Esin Paça Cengiz ‹stanbul Kültür ve Sanat Vakf› taraf›ndan ilk kez 2002 y›l›nda Emek Sinemas›’nda gerçeklefltirilen film gösterimleriyle bafllayan Film Ekimi bu y›l 15. yafl›n› zengin bir film seçkisiyle kutluyor.

55 Masal Masal ‹çinde, Dünya Korku ‹çinde Ö¤r. Gör. Gülizar Gülol Yaflam›n içinde var olan her fley, bir dünya tarihidir asl›nda. Bu dünya, merkezine insan›n yerleflti¤i bir ola¤anüstülükler zinciridir. Efrasiyab’›n Hikâyeleri, ‹hsan Oktay Anar’›n ad› hikâye, kendisi roman olan masallar›d›r. Postmodern anlay›fla uygun bu roman›, her okuyucu her okuyuflta yeniden yarat›r.

58 Bu Ormanda Hem Ac› Hem de Mutluluk Var Röportaj: Ayflen Uçar Hira Ayfle Özsoy’un ilk roman› Mucize Orman›, bir çocu¤un yaln›z ad›m att›¤› yoldan kalabal›klara ulaflma öyküsünü anlat›yor. FOM Kitap’tan ç›kan Mucize Orman›, 10 yafl ve üstü çocuklar›n en sevdi¤i kitaplardan biri olacak gibi görünüyor.

62 Irkç› Rejimin Kalesi Stellenbosch Doç. Dr. Dimitrios Triantaphyllou Stellenbosch, Güney Afrika’n›n Cape Town Üniversitesi’nden sonra ikinci en eski üniversitesi olan ve 1874 y›l›nda kurulmufl flehirle ayn› ismi tafl›yan Stellenbosch Üniversitesi’nin hâkimiyetinde bir flehir. Bat› Cape bölgesinde bulunan flehir, do¤ayla iç içe ve üzüm ba¤lar› ile çevrelenmifl.

65 Türkiye’de Endüstriyel Tasar›m E¤itimi Yrd. Doç. Dr. Ayhan Enfliçi Endüstriyel tasar›m Türkiye’nin ulusal kalk›nma ve ihracat politikalar›m›zda katma de¤eri yüksek ürünlerin üretilerek ihracat kalitemizin art›r›lmas›n›n hedeflenmesine ba¤l› olarak son y›llarda giderek daha da önemli bir konuma yerleflmektedir.

68 Do¤du¤u Kente Benzeyen Futbol Kulübü: A.S. Velasca Yrd. Doç. Dr. fiehnaz fiiflmano¤lu fiimflek Futbolun kiflisel tarihimde onemli bir yeri var. ‹lkokuldayken önce astronot sonras›nda ise futbol hakemi olmay› hayal ediyordum. Bunun sebebi ise san›r›m Türkiye’de ilk kad›n futbol hakemi olan Lale Orta’ya olan hayranl›¤›md›.

PANoRaMA Güz 2016, Say› 22 Kadir Has Üniversitesi ad›na Sahibi-Genel Yay›n Yönetmeni Mustafa Ayd›n Sorumlu Yaz› ‹flleri Müdürü Ayten Görgün Smith Yay›n Kurulu Asl› Çarko¤lu Feza Kerestecio¤lu Hasan Bülent Kahraman Didem K›l›çk›ran Lerna Yan›k Olgun Akbulut Sevda Alankufl fiehnaz fiiflmano¤lu fiimflek Tasar›m Hande Çal›k Bafl Foto¤raf Ulafl Tosun Çeviri N. Buket Cengiz Bask› G.M. Matbaac›l›k ve Ticaret A.fi. 100 Y›l Mah. MAS-S‹T 1. Cad. No.88 34204 Ba¤c›lar-‹stanbul 0 212 629 00 24 Bask› Tarihi Ekim 2016 Yönetim Yeri Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali ‹stanbul ‹letiflim 0 212 533 65 32 dergi@khas.edu.tr www.khas.edu.tr Yay›n Türü Ulusal-Süreli-3 ayda 1 yay›nlan›r Bu dergide yay›nlanan yaz› ve foto¤raflar›n tüm haklar› PANORAMA Khas Dergisi’ne aittir. Önceden yaz›l› izin al›nmaks›z›n hiçbir iletiflim, kopyalama ve yay›n arac› kullan›larak yeniden yay›nlanamaz, ço¤alt›lamaz, da¤›t›lamaz, sat›lamaz veya herhangi bir flekilde kamunun ücretli/ücretsiz kullan›m›na sunulamaz. Akademik yay›n ve haber amaçl› al›nt›lar bu kural›n d›fl›ndad›r. Bu dergide yay›nlanan yaz›larda belirtilen fikirler yaln›zca yazar/yazarlar›na aittir.


03

SUNUS Geliflen Teknolojinin Ö¤renmeye Etkileri De¤erli okurlar, Geçti¤imiz yaz mevsimi gerek dünyada ve gerekse Türkiye’de siyasi ve ekonomik aç›dan s›ra d›fl› bir dönem oldu. Özellikle 15 Temmuz darbe girifliminde dünya kamuoyunun ilgisi bir kere daha Türkiye’ye odakland›. S›cak ve hareketli günlerden sonra yeni e¤itim-ö¤retim döneminin bafllamas› ile zaman h›zla akt›; art›k güz bitmek üzere. PANORAMA Khas’›n Güz 2016 say›s›nda 15 Temmuz darbe giriflimi ile ilgili iki yaz› bulacaks›n›z. Biri 15 Temmuz’da saat saat neler yafland›¤›n› kayda alan bir almanak; di¤eri ise Türk sinemas›ndan darbe filmleri derlemesi. Yaz›, Türk sinemas›nda bu tür filmlerin temelde 1980 askeri darbesine karfl›, geliflen toplumsal elefltirinin sonucunda yap›ld›¤›n› anlat›yor. Bu filmler, büyük ölçüde, ayd›nlar›n ülküleri u¤runa ac› çekmeleri ve yenilgi nedenleri üzerine olan bireysel hesaplaflmalar›na odaklan›yorlar. Bu say›da, darbe filmlerinin yan› s›ra, ‹stanbul Kültür Sanat Vakf› taraf›ndan gerçeklefltirilen ve bu y›l 51 filmi izleyicileriyle buluflturan Film Ekimi de kaleme al›nd›. … Son y›llarda hayat›m›z›n her yönünü etkisi alt›na alan teknolojik geliflmelerin, belki de en olumlu etkilerine e¤itim alan›nda tan›kl›k ediyoruz. O nedenle bu say›n›n dosya konusunda “E¤itim ve Teknoloji” kavramlar›n› birlikte ele almay› tercih ettik. ‹zledi¤im bir filmden akl›mda bir cümle kalm›fl: “‹yi bir teknolojiyi sihirden ay›ramazs›n›z.” E¤itimciler için, bireylerin hayatlar›n› de¤ifltirme gücüne sahip olan e¤itim de, sihir gibidir. Kifli bilgilendikçe dönüflür, dönüfltükçe baflkalafl›r. Nitekim, Gürkan M›hç›’n›n “E¤itici Robot Oyuncaklar” bafll›kl› yaz›s›ndan çocuklar›n e¤lenirken ö¤renme yetilerinin geliflti¤ini anl›yoruz. M›hç› yaz›s›nda bizlere, ses sensörlerine sahip robot oyuncaklar›n çocuklar›n sordu¤u sorulara yan›t verdi¤ini ve farkl› dil seçeneklerinin bulundu¤unu anlat›yor. “Okula ‹novasyonu Nas›l Getirirsiniz?” yaz›s›nda Robert Kolej’den konuk yazar Burcu Aybat’›, okullara getirilen yeniliklerin ö¤renciler ile e¤iticiler üzerindeki olumlu etkilerini anlat›rken buluyoruz. Ders için ayr›lan sürenin daha verimli geçti¤ini yaz›yor Aybat ve teknoloji “ö¤rencinin anlat›lan konuyu pekifltirmesine, ö¤retmenin ise anlatmak istedi¤ini daha kolay aktarmas›na yar›yor” diyor yaz›s›nda. Orçun Kepez ve Buse Rodoplu’nun birlikte kaleme ald›¤› “Ö¤renme Mekanlar›nda Mükemmeliyet: Steelcase Aktif Ö¤renme Merkezi” yaz›s›nda bahsettikleri Türkiye’nin ilk Aktif Ö¤renme Merkezi geçti¤imiz Temmuz ay›nda Kadir Has Üniversitesi’nde aç›lm›flt›. Bu merkez arac›l›¤›yla, ö¤rencilerin derslere etkin kat›l›m›na olanak veren atölye odakl› e¤itimler yap›l›yor. E¤itim alanlar› ö¤rencilerin kendilerini ifade edebildikleri ve bilgilerini uygulamaya geçirebilecekleri bir iletiflim ortam›na dönüflüyor. Hatta ders, ö¤rencilerin s›n›f ortam›nda yapt›klar›n›n toplam› haline geliyor. K›saca, e¤itimde heyecanl› bir dönüflüm yaflan›yor. PANORAMA Khas’›n K›fl say›s›nda buluflmak üzere, keyifli okumalar dilerim.


04


05

D‹ZAYN BEBEKLER: CRISPR/Cas9

Yar. Doç. Dr. Hatice Bahar ŞAHİN Khas öğretim üyesi

Biyoteknoloji bafl döndürücü bir h›zla ilerliyor. Baz› tekniklerin kullan›lmas›n› kan›ksad›k bile. Örne¤in tüp bebekle çocuk sahibi olmak art›k kimseyi flafl›rtm›yor. Birkaç as›r önce bu tekni¤i anlatsan›z herhalde büyücülük suçundan yak›l›rd›n›z. E¤er ad›n› henüz duymad›ysan›z, yak›n gelecekte duymaya bafllayaca¤›n›z bir genom biçimleme tekni¤i de CRISPR/Cas9. Tekni¤i kullan›ma sokan bilim insanlar› Jennifer Doudna ve Emmanuelle Charpentier’in Nobel Ödülü alaca¤› da bilim dünyas›nda konufluluyor. Köklü Bir Genetik Mühendisi: ‹nsanoo¤lu CRISPR/Cas9 tekniği yaşantımızı derinden etkileyecek. Ama biz bu tür devrimleri daha önce defalarca yaptık. Tuhaf uygarlığımız bu adımlarla yükseldi. Genetik mühendisliği insan hayatında hiç yeni değil; köpek mesela, 15,000 yıl önce ortalarda yoktu. Tamamen insan müdahalesiyle evrimleşmiş, insanın kurdu evcilleştirmesiyle ortaya çıkmış yeni bir canlı türü köpek. Belki tür demek bile haksızlık olur, çünkü en minik Terrier ve vahşi kurt halen aynı türe ait canlılar (Canis lupus), ya da mısır; bundan 10,000 yıl önce Orta Amerika’da yabanda yaşarken çok yağlı veya şekerli olmayan 10 kadar tanesi vardı ve hiç de insanları beslemek gibi bir amacı yoktu. Mısırın şimdilerde, yüzlerce enerji deposu taneyle büyümesi çiftçilerin binlerce yıllık emeğinin sonucudur. Çiftçiler her ekimde en büyük, en şekerli mısırları seçip dikerek mısırın evrimini yönlendirdi ve bitkiyi tanınmaz hale getirdi. Etrafımızdaki canlıların çoğu da (buğday, muz, elma, şeftali, at, kedi, tavuk, inek vs.) yapay seçilimden nasibini aldı.


06

Daha Önceki Genetik Müdahale Teknikleri ve CRISPR/Cas9 İnsanın 10,000 yıllık genetik mühendisliği macerası 20. yy’da biyoteknoloji ile taçlandı. Soyaçekimin hep farkındaydık ama bunun DNA molekülü ile taşındığını anlamamız 20. yy'ın ortalarını buldu. Ve artık tanıdığımız DNA molekülüne doğrudan müdahale edebilmeye başladık. DNA’yı istediğimiz gibi şekillendirmek için iki şeyi yapabiliyor olmamız gerek: 1. Kesmek. 2. Yapıştırmak. Kulağa kolay geliyor. Oysa 4 harften (A, T, C, G) yazılmış, milyarca harflik kesintisiz bir yazı DNA. Kesmek istediğimiz yerden nasıl kesmeli, hedefi nasıl tutturmalı? Bunun için doğanın kendi taktiklerini kullanmaya başladık; mikroorganizmalar arasında milyarlarca yıldır süregelen savaşın silahlarını! Pek farkında olmasak da onlar bizden daha eski ve daha yaygın. Örneğin; antibiyotik, mantarların bakterilere karşı kullandıkları çok eski bir silah. Bakterilerin en büyük baş belası ise virüsler. Bakterilerin bu azılı düşmanla mücadele etmek için kullandıkları taktiklerden biri virüsün en kıymetli varlığını, DNA’sını kesip parçalamak. Güzel taktik, fakat virüs, bakteri, bitki, hayvan vs., bu gezegenin üzerinde yaşayan bütün canlılar genetik bilgilerini DNA’yla taşıyor. Virüsün DNA’sına saldırmak için kullandığı teçhizatın (DNA kesici / endonükleaz enzimler) bakterinin kendi DNA’sına saldırmayacağından nasıl emin olacak? Endonükleaz enzimler herhangi bir DNA molekülünü kesmiyor; virüslere özgü, belirli harf dizilimlerini kesiyor (6 harflik bir DNA dizisi için 46=4096 farklı dizilim ihtimali olduğunu düşünürsek enzimin seçici özelliğini anlarız). Endonükleaz enzimlerinin keşfi ile moleküler düzeyde genetik mühendisliğinin ilk problemini çözmüş olduk. Farklı bakterilerden farklı kesici enzimler elde ederek DNA sekanslarını dilediğimiz gibi kesebiliriz. Yapıştırma işlemi içinse çoğunlukla hücrenin kendi tamir sistemini kullanıyoruz. Hatta geni iki tarafından kırdıktan sonra ortama başka bir gen ekleyerek bir gen yerine diğerini sokabiliriz. Biyoteknolojiyi kullanarak uzun yıllardır genetik mühendisliği yapıyoruz. Değiştirdiğimiz canlılar arasında bakteriler, böcekler, kurtçuk, balık, kurbağa, mısır, domates, gül, fare, inek, kedi, maymun gibi değişik türler var. Bir kısmı araştırma amaçlı, bir kısmı endüstriye ve üretime yönelik, bir kısmı da sadece eğlence olsun diye. Genetiği değiştirilmiş canlılar (ya da GDO/GMO) kimi alanlarda medeniyetimizin kurtuluş umudunu taşırken kimi zaman korku filmi senaryolarına konu oluyor. 15 yıl önce keşfedilen ve 2012’de kullanıma sokulan CRISPR ise genetik mühendisliğine yeni bir soluk getirdi. Bakteriler virüslerle savaşırken belli DNA sekanslarını (harf dizilimi) tanıyıp kesen endonükleaz (kesici) enzimleri kullanırlar. Bazı bakteriler ise, memeli hayvanların edinilmiş bağışıklık sistemi gibi, daha önce savaştığı düşmanın bilgisini kendi bünyesinde saklar ve virüs tekrar saldırdığında endonükleaz enzimi, saklanan bu DNA bilgisini kullanarak saldırır. Ne de olsa ‘düşmanı tanımak tehlikeyi bertaraf etmektir’. Bakterinin kendi bünyesinde sakladığı düşman DNA dizilimine CRISPR (Clustered Regularly Interspaced Short Palindromic Repeats), bununla beraber çalışan endonükleaz enzime Cas9 diyoruz. Bu defa bakteriden çaldığımız silah bu; Cas9’a kesmesini istediğimiz DNA sekansını biz veriyoruz. Üstelik bu sefer 6 değil, tam 48 baz uzunlukta! 3 milyar harf uzunluktaki insan genomunda 48 bazın rastgele dizilme ihtimali sıfıra yakın; yani kestiğimiz DNA parçasının hedeflediğimiz dizilim olduğundan eminiz (Ledfold 2015).


07

CRISPR/Cas9 tekniği moleküler genetik uygulamaların hedef tanımasını ve kesinliğini artırdı, hızlandırdı ve maliyetini düşürdü. Öyle ki, harçlığınızdan biriktirdiğiniz parayla kendi modifiyeli organizmanızı yaratmanız mümkün! Bu aşamadan sonra iş bir biyoinformatik problemine dönüşüyor. Bundan sonrası için tek ihtiyacımız yaratıcılık.

CRISPR/Cas9 Senin Hayat›nda Neyi De¤ifltirecek? CRISPR/Cas9 birkaç yıl önce bütün dünyadaki bilim insanları tarafından benimsendi ve hızla laboratuvar ortamlarına adapte edildi. Teknik pratikte bütün canlılar üzerinde çalışıyor. Peki bundan sonra ne olacak? Elimizde iki tarafı keskin bir bıçak var. Bu bıçağı kim tutacak, nasıl kullanacak? Aklınıza gelen gelmeyen, pek çok şeyin çözümü genetik olarak değiştirilmiş canlılarda. Malumunuz üzere fosil yakıtlar tükenmek üzere ve alternatif enerji kaynaklarına ihtiyacımız var. Uygarlığımızın yakıt problemi için en revaçta çözümlerden biri, özel dizayn edilmiş mikroorganizmalarla organik malzemelerden biyo-yakıt elde etmek. Çok da uzak olmayan bir gelecekte arabanıza alacağınız yakıt bu teknolojinin elinden geçebilir. CRISPR teknolojisinin bize sunduğu bir başka nimet ise sentetik biyoloji. Var olan canlıları adım adım değiştirmek yerine kendi canlınızı sıfırdan yaratmaya ne derdiniz? Mesela robot bir beynin yönettiği organik bir beden? Ya da plastik çöpleri yemek üzerine dizayn edilmiş bakteriler? Kulağa bilim kurgu gibi gelse de gerçek olmak için birkaç on yıla ihtiyaçları var. Pek çok kişinin merakla beklediği, insan vücudunu ne kadar değiştirebileceğimiz. CRISPR’ın şu anki durumuyla insana müdahale için teknik bir engel yok, etik endişeler dışında. Francis Crick Enstitüsünden (Londra) Kathy Niakan’ın takımı CRISPR ile insan embriyosuna müdahale etmek için Şubat 2016’da izin almayı başardı; elbette 7 günlükken embriyoları yok etmek kaydı ile (Callaway 2016). Mayıs 2015’te Çin’den Huang’ın grubu insan embriyolarına müdahale etmeyi başarmıştı. Elbette ilk akla gelen, CRISPR kullanarak Akdeniz anemisi, Multipl skleroz (MS), Huntington gibi kalıtsal hastalıklara müdahale etmek. Böyle bir kalıtsal hastalık taşıyorsanız çocuğunuz henüz birkaç hücreli embriyo aşamasındayken düzeltilebilir (hasta gen çıkarılır ve yerine sağlıklı gen yerleştirilir) ve birey sağlıklı genlerle dünyaya gelir. İşin güzel yanı, bu düzeltilmiş genin sonraki nesillere de aktarılıyor olması. Dedenizin hastalığı ‘kader’ olmaktan çıkmak üzere. Nisan 2016’daysa Çin’den Fan’ın grubu insan embriyolarına müdahale edip CCR5 genini modifiye etti ve embriyoları HIV (AIDS virüsü) enfeksiyonuna dayanıklı hale getirdi (elbette embriyoları birkaç günlükken yok etmesi gerekti). Bu yöntem bize, bu tür hastalıkları sonsuza kadar toplumumuzdan silmemiz için bir fırsat yaratıyor. Akla gelen bir başka soru, yetişkin hastalara müdahale edilip edilemeyeceği. Mart 2014’te ABD’den Daniel Anderson’ın grubu, yetişkin farede kalıtsal tyrosinemia hastalığını düzeltmeyi başardı. Bu çalışma, kalıtsal hastalık taşıyan yetişkin insanlar için umut yarattı. Kim bilir, belki bizim için de geç değildir. Tyrosinemia gibi insanın hayatını cehenneme çeviren hastalıklar skalanın bir ucunda, sanırım düzeltilmesi için herkes hemfikir.

Oysa insan ırkında hastalık ile çeşitlilik arasında kalan, skalanın neresinde olduğundan emin olamadığımız pek çok örnek var. Mesela albinizm veya renk körlüğü. Gerçekten renk körlüğüne CRISPR ile müdahale edip düzeltmeli miyiz? Eğer düzeltmezsek bir bireyden renk görme yeteneğini daha doğmadan almış oluruz. Eğer müdahale edersek ölümcül veya acı verici olmayan bir durumu cebren değiştirmiş oluruz, buna hakkımız var mı? Şüphesiz, bu tür kararlar ebeveynlere bırakılabilir. Bu da ebeveyne yavaş yavaş çocuğunu ‘dizayn etme’ hakkı verir. Peki çocuğunuzu nereye kadar dizayn etmenize izin verilmeli? Kozmetik amaçlarla yapılan müdahalenin yasal olduğu bir ülke yok. Yani çocuğunuz mavi gözlü olsun diye genetik müdahalede bulunmanıza veya tüp bebek adayları arasından sarışın olan bebeği seçmenize izin verilmiyor. Peki ya kalıtsal bir kilo problemi yaşıyorsanız? Çocuğunuza doğuştan zayıf/fit olma şansı verebilirsiniz, belki daha sağlıklı olacağını düşünerek. Fakat madalyonun bir yüzü daha var. Çocuğunuz zayıf olmak istemiyor olabilir. 2010’larda zayıf olmak revaçtayken 2050’lerde şişman olmak moda olabilir (birkaç asır önceki gibi); bu durumda çocuğunuzun elinde bu hakkı daha doğmadan almış olursunuz. Ya da daha acı senaryo, 40 yıl sonra kıtlık yaşayabiliriz ve çocuğunuz yağ biriktirme mekanizmasını zayıflattığınız için kıtlıkta hayatta kalma şansını yitirebilir. Bir başka problem ise şu; müdahale ederek hastalıklı genleri toplumdan ayıklamak aynı zamanda çeşitliliği azaltmak demek. Genetik dünyasında çeşitlilik güçtür. Azalan çeşitlilikle güçsüzleşiriz ve soyumuz tükenebilir. Örneğin HIV’e karşı toplumdan tamamen sildiğimiz bir gen (CC5 geninin bir aleli), bir süre sonra başka bir hastalığa karşı koruyucu rol üstlenebilir. Buna benzer en yaygın örnek anemi. Her ne kadar anemi insanların hayatını zora sokan bir hastalık olsa da, aynı zamanda sıtmaya karşı koruyucudur. Eğer 5,000 yıl önce anemi hastalığı geni taşıyan bütün insanlar yok olsaydı, bir noktada insan ırkı sıtmaya yenik düşecek ve büyük ihtimalle türümüz tamamen ortadan kalkacaktı. Ya da otistik çocukları ele alalım. Otizme yol açtığı bilinen bazı genler var. Aileler CRISPR ile müdahale ederek çocuklarının otizmsiz doğmasından emin olmak isteyebilir. Fakat biliyoruz ki tarihimizi yönlendiren pek çok deha (mesela Einstein’ın beyni normalden %10 daha küçüktü, Costandi 2012), büyük ihtimalle normal dışı genler taşıyorlardı. Hastalık, hastalık benzeri veya normal dışı durumlara müdahale ederken zorla bütün toplumu normalleştirirsek, bu tür yaratıcı/sanatçı/dahi insanların doğmasını ta en baştan engellemiş oluruz. Bireylere bunu yapmaya ne kadar hakkımızın olduğunu tartıştığımız gibi, topluma bunu yapmaya ne kadar hakkımız olduğunu da tartışmamız gerek. Maalesef biyoteknolojinin her adımında karşımıza çıkan diğer problem, öjenik girişimler. Mükemmel bebeği, ya da üstün insanı yaratmaya çalışan bir grup için CRISPR/Cas9 bulunmaz fırsat. Araştırma ve uygulama izinleri verilirken bu tür girişimlere karşı oldukça temkinli davranılıyor. Yine de bu teknik tüp bebek gibi rutin uygulamaya geçerse kontrol etmek güç olacak. Sanıyorum bu noktada, sadece ücretini ödeyerek tekniği kullanma hakkını elde edecek toplumu biraz bilinçlendirmek gerekiyor. Belki estetik sebeplerle istediği beyaz tenli bebek sıcak iklimlerde cilt kanserine yakalanmaya çok yatkındır ya da normalden daha kaslı erkek çocuk bağışıklık sistemi zayıflamış olarak dünyaya gelebilir. Canlı, bütün teknolojimize rağmen nasıl çalıştığını keşfedemediğimiz çok kompleks bir makine, müdahale ederken çok ince eleyip, çok sık dokumak lazım. Felaketimiz olabilecek genetik müdahaleleri kurtuluşumuz yapmak bizim elimizde.


08

SIRLAR, SA⁄LIK ve YAZI Yrd. Doç. Dr. Aslı ÇARKOĞLU Khas öğretim üyesi


09

S›rlar›m›z› içimizde tutmak m› yoksa anlatmak m› bize iyi gelir? Yalanlar ve suçlar itiraf edilince içimiz rahatlar m›? Kiflinin bu ve benzeri duygular›n ve düflüncelerini anlat›ya dökmesinin hem fiziksel hem de ruh sa¤l›¤› üzerine etkileri psikoloji biliminin önemli sorular› aras›ndad›r. Dert ve tasalar›m›z› anlatman›n ruh sa¤l›¤›m›za iyi geldi¤i, genifl kabul gören ve uzun zamand›r araflt›rmalarla da desteklenen bir konu ama ya yalanlar? Suçlar›m›z› itiraf etmek de iyi gelir mi? Amerikalı sosyal psikolog James Pennebaker, yalan makinası da denen poligrafi uzmanı, CIA ve FBI çalışanları ile çalışırken ilginç bir olgu ile karşılaşır: Genel fizyolojik stres tepkilerini ölçen poligrafi ölçümleri, suçlarını itiraf edenlerde aniden anlamlı düşüş göstermektedir. Yani bu kişiler kendilerini hapse sokacak ciddiyette suçları itiraf ettikten hemen sonra sakinleşmektedirler. İlgisi kabaran Pennebaker, sonraki yıllarda yaptığı çalışmalarla göstermiştir ki, insanlar kendilerini rahatsız eden sırları dışa vurma ve anlatıya dökme fırsatı bulduklarında -bu sırlar zaman zaman kişinin ceza almasına sebep olacak suçları dahi içerebilir- kelimenin tam anlamı ile “üzerlerinden bir yük kalkmakta” ve hem psikolojik hem de fizyolojik olarak rahatlamaktadırlar. Örneğin, kimselere söylemedikleri çocukluk taciz hikâyelerini anlatma imkanı verilen kişilerin anlatı sonrası saatlerde kalp atış hızları azaldığı gibi, bu anlatıyı izleyen aylarda bağışıklık sistemleri güçlenmekte -yani mikrobik hastalıklara karşı dayanıklılıkları artmakta-, anlatıdan sonraki 6 ayda daha az doktora gitmeyi gerektirecek rahatsızlıklar yaşarken, iş bulma oranları ve hatta öğrenci olanların okul başarıları artmaktadır. Böylesi anlamlı farkı yaratan hikâye anlatım süreci ise oldukça basit ve kişinin aslında kendi başına yapabileceği “anlamlı yazma modeli” olarak isimlendirilen bir duygu odaklı yazı yazma yöntemidir. Pennebaker, 1989’dan beri sürdürdüğü bu “sırların açığa vurulmasının kişi sağlığı üzerine etkileri” çalışmalarında katılımcılarından şunu istemektedir: “En az 3 gün boyunca, günde 15-20 dakikadan az olmamak şartı ile sizin için son derece önemli ve sizi rahatsız eden duygusal bir konu hakkındaki en derin duygu ve düşüncelerinizi yazmanız. Bu yazım sırasında hiç durmayın, yazacak bir şey bulamadığınızda bir önce yazdıklarınızı tekrar yazabilirsiniz, yeter ki durmayın. Yazılar sizde saklı kalacağı için kendinizi bırakın ve en derin duygularınıza ve düşüncelerinize inmeye gayret edin. Konu sizi başka kişilerle olan geçmiş veya gelecekteki ilişkilerinize götürebilir; kim olduğunuz, kim olmak istediğiniz gibi noktalara da gelebilirsiniz. Bu 3 gün boyunca isterseniz hep aynı konuda ama isterseniz başta belirtilen duygusal önem şartına uymak koşulu ile farklı konular hakkında da yazabilirsiniz. Yazınızın imla ve yazım kuralları uyumuna aldırmayın, kendinize yazıyorsunuz. Tek kural var, o da zamanınız dolana kadar hiç durmadan yazmanız.”

Bu model kullanılarak yapılan yüzlerce araştırmanın sonuçları bize kısa ve uzun vadede fiziksel ve ruhsal sağlık göstergelerinde olumlu değişim gözlenirken yazım süreci hakkında da şunları gösterdi: Kişiler yukarıda belirtilen şartları karşılamak koşulu ile isterlerse yazma yerine bir ses kayıt cihazına konuşa da bilirler. Anlatılan konunun içeriği iyileşme oranını etkilemiyor. Ne kadar fazla gün yazılırsa o kadar iyi ama etkinin görülmesi için en az 3 gün gerekli. Bu yazım günleri üst üste de aralıklarla da yapılabilir. Anlatıya geri dönüm almak veya almamak -örneğin bir arkadaş ya da terapistten alınan destek gibi- fizyolojik iyileşmelerde bir fark yaratmıyor. Yazanların çoğu kişilik özellikleri iyileşme oranlarında bir fark yaratmazken özellikle öfke kontrol problemi yaşayan kişilerin bu süreçten daha fazla yarar sağladığı gözlemleniyor. Şimdiye kadar yapılan çalışmalar eğitim, gelir veya sosyal statü gibi kişilerarası farklılıkların etkisi olmadığını gösteriyor. Farklı dillerde de yapılan çalışmalar, kişinin kullandığı dilin de fark yaratmadığını gösteriyor. Peki bu gözlenen farkı yaratan mekanizma nedir? Yani anlatmanın gözlenen farkları yaratma yöntemi nedir? Bir dizi araştırma, anlatı yöntemi olarak dil kullanmak -yani konuşmak veya yazmak- veya hareket etmek -örneğin dans ederek dışa vurmak- arasındaki farka bakmış. Bulguları dil kullanımının hareketli ifadeye göre daha etkili olduğu yönünde. Anlatım sürecine bakan çalışmalar, dil kullanarak anlatının zihnimizde olayın parçalarını bir çeşit parçalı bilmece gibi tekrar bir araya getirip şekillendirerek olaya anlam atfetmenin, onunla hesaplaşma ve olay sonrası hayatımıza devam edebilmemiz için önemli olduğunu savunuyor. Bu sebeple, özellikle travmatik yaşantıları sır gibi saklayıp konuşmamaktansa olayı kelimelere dökerek anlatmanın insana özel önemli bir baş etme ve iyileşme mekanizması olduğunu söyleyebiliriz. Yüzlerce yıllık insanlık deneyimi bu noktada bilimsel bulgularla karşılık buluyor: Derdini anlatmayan derman bulamıyor. Peki, böylesi bilinmesine ve anlaşılır gelmesine rağmen neden birçok kişi onları en derinden yaralayan birçok olayı gizli tutar? Bunun da cevabı aslında çok anlaşılır: Bu gibi olaylar bizi aynı zamanda kırılgan hissettiren olaylardır ve başkalarına, özellikle de bizi tanıyan ve hayatımızda olmaya devam edecek yakınlarımıza anlatılarak bizi onlar nezdinde de kırılgan bırakabilecek yaşantılardır. Hatta bazen bizi derinden yaralayan bu travmatik olayların önemli aktörleri bu yakınlarımız olabilir -aile içi şiddet, ensest ve benzeri olaylarda olduğu gibi-. İşte tam da bu sebepten bu olayların başkalarına anlatılması kadar ve hatta ondan daha da öncelikli olarak, olayın salt dile yazı ile dökülmesinin bu iyileştirici etkilerinin görülmesi son derece önemlidir. Böylece bu bizi acıtan olayları anlatacak güvenilir bir dinleyici bulma gerekliliği azalır. Yazarak veya kendi kendimize konuşarak hikâyemizin aklımızdan çıkıp dile dökülmesinin etkisini gösteren Pennebaker ve arkadaşlarının bu çalışmaları bize, kişinin kendi kendisinin de dinleyicisi olabileceğini gösteriyor.


10

ANLAMLI YAZMA MODEL‹’N‹ DENEMEK ‹STEYENLER Yazmaya bafllamadan önce • Bölünmeden, rahats›z edilmeden yazabilece¤iniz sessiz bir yer bulun. • En iyi yazma zamanlar› akflam yatmadan önceki saatlerdir. • En az 3-4 gün günde en az 15-20 dakika kesintisiz yazmak için kendinize söz verin. • Yazmaya bafllad›¤›n›zda durmay›n. ‹mla kurallar› ve yazma hatalar›n› umursamay›n. Yazacak fley akl›n›za gelmedi¤inde önceki yazd›klar›n›z› tekrar yaz›n ama DURMAYIN. • ‹sterseniz kalem-ka¤›t ile isterseniz bilgisayarda yaz›n. Hatta isterseniz ses kayd› yap›n. Yazabilece¤iniz konular • Sizi çok endiflelendiren bir konu • Devaml› rüyalar›n›za giren ve sizi rahats›z eden bir konu • Hayat›n›z› sa¤l›ks›z bir flekilde etkiledi¤ine inand›¤›n›z bir konu • Günler, haftalar hatta y›llard›r düflünmekten kaç›nd›¤›n›z bir konu Yazd›klar›n›z • Unutmay›n ki yazd›klar›n›z sadece sizin için. O sebeple kendinize karfl› dürüst ve aç›k olman›z bahsedilen olumlu etkilere ulaflabilmek için önemli bir ön flart. Bu çal›flman›n kifliye iyi gelen yan› sonuçta ortaya ç›kan yaz›dansa yazma süreci. • Baz› kifliler yazd›klar›n› saklayarak arada eski yazd›klar›na dönüp nas›l de¤ifltikleri üzerine düflünmeyi yararl› buluyorlar ama siz dilerseniz yazd›klar›n›z› yak›n, silin, parçalay›p denize at›n, tamamen sizin karar›n›z. Uyar›: Birçok kifli yazma deneyimi sonras› bir süre üzgün ve depresif hissetti¤ini bildirir. Üzücü bir film ya da dizi sonras›nda oldu¤u gibi bu olumsuz hissiyat›n birkaç saat içinde geçmesi beklenir. E¤er yazd›¤›n›z konu sizi afl›r› rahats›z hissettiriyorsa yazmay› b›rakabilir veya konu de¤ifltirebilirsiniz.


Geldi¤imiz yer için yapacak bir fley yok; ama gidece¤imiz yeri seçmek bizim elimizde. Fotoğraf: Tevfik BAŞER


12


13

15 TEMMUZ:

B‹R DARBE G‹R‹fi‹M‹N‹N ANATOM‹S‹ Adem Emre TOPÇU Khas Lisans öğrencisi

15 Temmuz 2016’da Türkiye’de bir darbe giriflimi yafland›. Türk Silahl› Kuvvetleri bünyesinde kendilerini ‘’Yurtta Sulh Konseyi’’ olarak tan›mlayan ve Gülen Cematine’ne yak›n olduklar› anlafl›lan bir grup, yönetime el koyma teflebbüsünde bulundu. Türk Silahl› Kuvvetleri’nin resmî internet sitesi ve TRT’de yay›nlanan bildiride ordunun yönetime el koydu¤u ifade edilerek ülkede s›k›yönetim ve soka¤a ç›kma yasa¤› ilan edildi¤i aç›kland›. Baflar›s›z darbe girifliminin yafland›¤› flok geceden sonra, Türkiye’de hayat yavafl yavafl normale dönüyor. O gece bankamatik ve f›r›n kuyru¤una giren halk, soka¤a ç›k›yor; hayata kald›¤› yerden devam ediyor. Giriflimin perde arkas› ise her geçen gün biraz daha aralan›yor. Giriflimin içinde bulunan 104 asker ile giriflime direnen 179’u sivil 246 kifli hayat›n› kaybetti. Toplam 1540 yaral›n›n oldu¤u tahmin ediliyor. 15 Temmuz gecesi bafllayan 16 Temmuz ö¤le saatlerine kadar süren kanl› ve korkutucu darbe giriflimi sürecinde an be an neler yafland›?


14

15 Temmuz 2016 M‹T: “B‹R FAAL‹YET ‹CRA ED‹LECEK”

22:30 – İstanbul’da Bağdat Caddesi’nden tanklar geçerken, askerler İstiklal Caddesi civarına konuşlandırıldı.

16:00 – Darbe girişimi ile alakalı hareketlilik ilk olarak Milli İstihbarat Teşkilatı ağına takıldı. Teşkilat Başkanı Hakan Fidan Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'i arayarak ‘Üç helikopter ile bir faaliyet icra edileceği’ bilgisini verdi.

İstanbul Atatürk Havalimanı tanklarla gelen askerler tarafından ele geçirildi. Havalimanına giriş çıkışlar kapatıldı. Aynı sıralarda Sabiha Gökçen Havalimanı’nda da benzer bir baskın yaşandığı ortaya çıktı. Uçakların kalkışına izin verilmezken, inişi planlanan uçuşlar farklı rotalara yönlendirildi.

17:30 – Milli İstihbarat Teşkilatı ve Genelkurmay Başkanlığı arasında ayrıntılı bir bilgi paylaşımı söz konusu oldu. Genelkurmay, Türkiye hava sahasının kapatılması, tüm askerî hareketliliğin yasaklanması, Kara Havacılık Okulu’nun ivedi teftiş edilmesi gibi kararlar aldı.

22:45 – Ankara ve İstanbul’da bazı noktalarda tankların ve zırhlı personel taşıyıcıların sokağa çıktığı bilgileri Başbakanlık Koordinasyon Merkezi’ne ulaştı.

18:00 – Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ofisinde çalıştığı sırada yaverinin de aralarında bulunduğu cuntacılar ofisine girdi. Teşebbüsten bahseden cuntacılar darbe bildirisinin imzalanmasını istedi. Akar’ın ifadesine göre, “İmza atarsanız, hayati tehlikeniz olmaz” tehdidinin ardından Akar bir süre düşünmeye bırakıldı. Akar imzalamayı reddedince fiziki müdahale başladı. Bir subay başına silah dayadı. Aynı saatlerde eş zamanlı olarak Kara Kuvvetleri Komutanı Salih Zeki Çolak ve Jandarma Genel Komutanı Galip Mendi Ankara'da rehin alınarak Akıncılar Üssü'ne götürüldü. Komutanlar ayrı odalara hapsedildi. 21:00 – 16 Temmuz 03:00’de harekete geçmeyi ve 06:00’da sıkıyönetim ilan etmeyi planlayan darbeciler planlarının deşifre olmasının ardından girişimlerini öne çekerek adımlarını hızlandırmaya karar verdiler. 21:30 – Ankara’da Vatan Caddesi üzerinde bulunan Başbakanlık Kızılay binasındaki koruma personeli, Genelkurmay Başkanlığı yerleşkesinden silah seslerinin geldiğini söyleyerek Koordinasyon Merkezi’ni aradı. Bu ihbar üzerine Silahlı Kuvvetler Komuta Harekât Kontrol Merkezi (SKHKM) yetkilileri arandı. Yetkililer “Ani müdahale mangaları tarafından tatbikat yapılıyor.” yanıtını verdi.

“BU B‹R KALKIfiMA G‹R‹fi‹M‹D‹R” 22:00 – Harekete geçen askerler tarafından İstanbul’da Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet Köprüsü geçişe kapatıldı. Türkiye, hareketliliğin nedenini o sırada aracıyla Boğaz Köprüsü üzerinde bulunan bir vatandaşın “Komutanım bomba ihbarı mı var?” sorusuna verilen yanıtla öğrendi: “Türk Silahlı Kuvvetleri, ülke yönetime el koymuştur. Evlerinize dönün, sokağa çıkmayın.” Aynı dakikalarda Ankara'da Meclis ile Genelkurmay karargahının bulunduğu bölgede, F-16’ların alçak uçuş yapmaya başlaması üzerine tekrar SKHKM arandı ve yine tatbikat cevabı verildi. F-16 uçaklarının hangi amaçla uçurulduğu, Genelkurmay Başkanlığı’na bir saldırı olup olmadığı, uçakların neden bu kadar alçaktan uçurulduğu yönündeki sorular ise yanıtsız kaldı. 22:15 – Gölbaşı Polis Özel Harekat Başkanlığı ile Havacılık Dairesi Başkanlığı’na, F-16 savaş uçakları ve helikopterle hava saldırısı yapıldı.

23:00 – Başbakan Binali Yıldırım gelen bilgilerin ardından Milli İstihbarat Teşkilatı’nı aradı, ulaşamadı. Ardından Yıldırım'ın televizyon yayınına bağlanması için temaslar kuruldu. İlk olarak saat 22.56'da TRT ile temas kuruldu ancak TRT'nin yayına bağlanamaması üzerine, saat 22.59'da NTV ile temasa geçildi. Başbakan Yıldırım NTV televizyonuna telefonla bağlandı ve hareketlilik ilk kez bir siyasi tarafından doğrulandı: “Bu bir kalkışma girişimidir”. 23:10 – Girişime karşı ilk kurşun İstanbul’da Vatan Caddesi’nde atıldı. Cadde üzerinde bulunan İstanbul Emniyet Müdürlüğü binası önünde askerle polis arasında çatışma yaşandı. Birkaç dakika sonra Anadolu Ajansı, Genel Kurmay Başkanı Hulusi Akar’ın rehin alındığı bilgisini geçti. TSK’nın üst düzey komutanlarından haber alınamadığı bilgileri basına yansıdı. 23:25 – Eskişehir’deki Muharip Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Mehmet Şanver’in kızının Moda Deniz Kulübü’ndeki düğün töreni beş helikopter ile gelen askerler tarafından basıldı. Askerler havaya ateş açarak, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Abidin Ünal’ı ve üst düzey komutanları rehin aldı. 23:30 – 15 Temmuz gününün son dakikalarında Türkiye üzerinden Facebook ve Twitter başta olmak üzere sosyal ağlara erişimin yavaşladığı gözlendi. 23:45 – Askerî hareketliliğe paralel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin e-posta adresinden çeşitli basın kuruluşlarına “ülke yönetimine bütünüyle el konulmuştur” şeklinde mesaj gönderildi. Aynı dakikalarda darbeciler tarafından zapt altına alınan TRT ekranlarında spiker Tijen Karaş’a Yurtta Sulh Konseyi bildirisi okutuldu. Devlet düzeninin bozulduğunun öne sürüldüğü bildiride, hükûmetin ve cumhurbaşkanının vatana ihanet içerisinde olduğu belirtilerek, Yurtta Sulh Konseyi’nin ülke yönetimine el koyduğu duyuruldu. Türk Silahlı Kuvvetleri internet sitesinde, TSK Yurtta Sulh Konseyi imzalı bildiri yayınlandı. Bildiride “TSK anayasal düzeninin, demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin tekrar temin ve tesisi; ülkede hukukun üstünlüğünün yeniden hakim kılınması; bozulan asayiş düzeninin tekrar sağlanması maksadıyla ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur” denildi.


15

16 Temmuz 2016 00:00 – Milli Savunma Bakanı Fikri Işık bildirinin korsan olduğunu, herhangi bir emir komuta zinciri ile oluşmadığını açıkladı. Diğer yandan, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan’ı arayarak darbelerin kabul edilemez olduğunu, her şartta hükümetin yanında olduğunu söyledi.

ERDO⁄AN: “SOKA⁄A ÇIKIN VE DARBEC‹LERE HADLER‹N‹ B‹LD‹R‹N” 00:25 – Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Marmaris’te tatil yaptığı otelden cep telefonu uygulaması Facetime aracılığıyla görüntülü olarak CNN Türk canlı yayınına bağlandı ve “Silahlı Kuvvetler içindeki azınlığın kalkışma hareketidir. Paralel yapılanmanın teşvik ettiği harekettir” diyerek halkı kent meydanlarına ve havaalanlarına çağırdı. İstanbul veya Ankara’ya geçeceğini de canlı yayında söyleyen Erdoğan, yayının ardından TC ATA uçağı ile havalandı. Suikast girişimi tehdidine karşı Dalaman’dan Atatürk Havalimanı’na hareket eden TC-ATA kendi sinyal kodu yerine THY 8456 kodunu kullanarak, kendisini Türk Hava Yolları’na ait bir yolcu uçağı gibi göstererek kimliğini gizledi. 00:40 – Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu yazılı açıklamasında “Bu ülke darbelerden çok çekmiştir. Aynı sıkıntıların yeniden yaşanmasını istemiyoruz” dedi. 00:50 – Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çağrısının ardından, birçok kentte insanlar Türkiye bayraklarıyla meydanlarda toplanmaya başladı.

ABD’DEN ‹LK AÇIKLAMA: “BAfiKANI B‹LG‹LEND‹RD‹K” 01:00 – ABD Büyükelçisi John Bass Dışişleri yetkilileri tarafından bilgilendirildikten bir buçuk saat sonra, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Sözcüsü Ned Price, Başkan Barack Obama’nın Türkiye’de askeri darbe girişimi hakkında bilgilendirildiğini söyledi. 01:10 – Sivillerin sokağa çıkıp havalimanına gitmesi üzerine Atatürk Havalimanı’nı ele geçiren askerler ile halk arasında arbede yaşandı. Kontrol kulesine giren halkın ardından, askerler geri çekilmeye başladı.

ÜM‹T GÜLER: “KONTROLÜMÜZ ALTINDA, HALKIMIZ RAHAT OLSUN” 01:10 – 1. Ordu Komutanı Org. Ümit Güler, CNN Türk televizyonuna telefonla bağlanarak: “Küçük bir grubu temsil

ediyorlar. Diğer birliklerle birlikte gerekli tedbirleri alıyoruz. Şehitlerimiz ve yaralılarımız var ama halkımız rahat olsun, kontrolümüz altında” açıklaması yaptı. 01:20 – TSK internet sitesinde ikinci bir açıklama yapıldı. Bu açıklama ile birlikte ‘sokağa çıkma’ yasağının resmen başladığı duyuruldu: “Türk Silahlı Kuvvetleri ülke sathında kontrolü ve güvenliği sağlamaktadır. Tüm ülkede sokağa çıkma yasağı ilan edilmiştir. Vatandaşlarımızın güvenliği ve can sağlığı için evlerinde kalmaları, sokağa çıkmamaları ve milletin hizmetinde olan Türk askeri ile işbirliği içinde olmaları yüksek öneme haizdir’’ denildi. 01:30 – Sokağa çıkma yasağının ardından Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in talimatıyla İstanbul ve Ankara’da camilerden ezan ve sela okunmaya başlandı. Türkiye’nin farklı kent merkezlerinde camilerden ve bazı belediye binalarından “sokağa çıkın” çağrısı yapıldı. 02:00 – Darbeciler tarafından Gölbaşı Özel Harekat Daire Başkanlığı’na yapılan saldırı sonucunda çıkan çatışmada 17 polisin hayatını kaybettiği bilgisi ajanslara düştü. 02:15 – Kapatılan Boğaziçi Köprüsü’ne ilerleyen halka, darbeci askerler silahla karşılık verdi. Yüzlerce kişinin bulunduğu köprüde çok sayıda yaralı olduğu bilgisi kaydedildi. 02:16 – Darbeci general Semih Terzi, saat 02:16 sularında helikopterle Özel Kuvvetler Komutanlığı'na geldi. Özel Kuvvetler Komutanı Zekai Aksakallı'nın "Makamı teslim etme" talimatını verdiği Astsubay Ömer Halisdemir, silahını alarak helikopterden inen darbecilerin arasına karıştı. Karargah binasına yaklaşan Terzi ile aralarında geçen tartışmanın ardından Halisdemir, Terzi’ye üç el ateş etti. Saniyeler içinde Halisdemir, Terzi’nin yere yığıldığını gören darbecilerin 15 kurşunuyla hayatını kaybetti. 02:30 – Bir askeri helikopter TBMM ile Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanlıkları yakınlarına ateş açtı. Meclis ve Genelkurmay Başkanlığı binasından dumanlar yükseldi. Meclis civarında bulunan çok sayıda milletvekili ve yakını yaralandı. Aynı saatlerde, İstanbul Harbiye’deki TRT Radyo binasının önü darbeciler tarafından çevrildi. 02:44 – Fox TV ekranlarından spiker Fatih Portakal’ın canlı yayında olduğu sırada Genelkurmay Başkanlığı binasına bir helikopterin indiği ve bir patlamanın yaşandığı görüldü. 03:00 – Kurtuluş Savaşı döneminin ardından ilk kez TBMM canlı bir tehdit ile karşı karşıya kaldı. Meclis binasına bir helikopterden ateş edildi. 03:15 – Meclis’te olağanüstü toplanan milletvekillerinden binaya yapılan saldırılarda meydana gelen hasarı gösteren fotoğraflar gelmeye başladı. Vekillerin Meclis sığınağına indirildiği bildirildi.


16

03:25 – Darbe girişimi başladığında Marmaris’te bulunan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Atatürk Havalimanı’na indi. Erdoğan yaptığı açıklamada kendisinin ayrılmasının ardından kaldığı otele saldırı düzenlendiğini açıkladı. 03:30 – Darbeciler, CNN Türk’ün de içinde bulunduğu Doğan Center’a girdi. Canlı yayında yayının durdurulmaya çalışıldığı bilgisi verildi. Gazeteciler 10 dakika kadar haber vermeyi sürdürdüler; ardından binadan çıkarıldılar. CNN Türk’ün yayını kesmemesi üzerine boş stüdyo görüntüsü ile yayın yapılmaya devam edildi. 03:30 – Fatih’teki İstanbul Büyükşehir Belediyesi önünde darbeciler ile polis arasında çatışma yaşandı, çok sayıda ölü ve yaralı olduğu bilgisi geldi. Darbeciler Türkiye’deki tüm yayın akışını kesmek için Gölbaşı’nda bulunan TÜRKSAT binasına saldırı düzenledi. 03:40 – Ankara Emniyet Müdürlüğü, bir F-16 ve helikopter tarafından vuruldu. TBMM binasına bir kez daha ateş açıldı. 04:30 – Darbecilerin binada bulunmasına rağmen, CNN Türk yayını yeniden başladı. 04:50 – Bu kez Digitürk yayını darbeciler tarafından durduruldu. 05:00 – AA, polisin Genelkurmay Başkanlığı binasını çevrelediğini ve darbe girişiminde bulunanlara “Teslim olun” çağrısı yaptığı bilgisini geçti. 05:15 – Hürriyet binasını basan askerler gözaltına alındı, Atatürk Havalimanı’nda binadaki tüm askerler dışarı çıkartıldı. Uçuşlar 45 dakika sonra başladı. 05:45 –Harbiye’deki TRT İstanbul Radyosu’nda bulunan askerler teslim oldu. TRT’de yayın yeniden başladı. 06:00 – İstanbul Boğazı deniz ulaşımına kapatıldı.

07:35 – 3. Ordu Harekat Kurmay Başkanı Tuğgeneral Ekrem Çağlar, Erzincan’da gözaltına alındı. 07:40 – Sabiha Gökçen Havalimanı’nda uçuşlar yapılmaya başlandı. 07:45 – CNN Türk televizyonu 29 albay, beş generalin görevden uzaklaştırıldığını duyurdu. 08:32 – Darbeciler tarafından Ankara Akıncı Anajet Üs Komutanlığı’nda tutulan Kuvvet Komutanları ile Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar serbest bırakıldılar. 09:00 – Darbe girişimi sonrasında terk edilen tankların geri çekilmesi için Boğaziçi Köprüsü çift yönlü, Fatih Sultan Mehmet Köprüsü tek yönlü olarak trafiğe kapatıldı. 09:10 – Beştepe Jandarma Genel Komutanlığı’nda askerler teslim oldu. 10:17 – Ankara Valiliği açıklama yaptı: “15.07.2016 Cuma günü saat 22.00 sıralarında Ankara ilimiz başta olmak üzere bazı illerimizde darbe teşebbüsünde bulunan bazı askerlerin bu teşebbüsü, güvenlik güçlerinin çabaları ve vatandaşlarımızın demokrasiye kuvvetle sahip çıkmasıyla boşa çıkarılmıştır. Ankara ilimizde farklı noktalarda vatandaşlarımız darbe teşebbüsünde bulunan askerleri güvenlik güçlerine teslim etmiştir. Aziz milletimizin demokrasiye olan inancı ve devletine olan bağlılığıyla tüm bu girişimler sonuçsuz kalacaktır. Bu duygularla ülkesine ve demokrasisine sahip çıkan tüm Ankaralı hemşerilerimize teşekkür ederiz.” 11:30 – Şırnak’ta Çakırsöğüt Jandarma Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Ali Osman Gürcan ile ikisi binbaşı, üçü yüzbaşı 309 asker gözaltına alındı. 12:00 – Jandarma Genel Komutanlığı’nda da çatışmalar yaşandı. Binadan yoğun şekilde dumanlar yükseldi. 13:00 – Yunanistan devlet televizyonu ERT, içinde 8 kişi olan bir Türk helikopterinin Dedeağaç’a indiğini duyurdu.

Baflbakan Y›ld›r›m: “Meclis Toplanacak.”

13:31 – Gece boyunca bir denizde savaş gemisinde tutulan Donanma Komutanı Veysel Kösele’nin Gölcük’e döndüğü bildirildi.

06:05 – Başbakan Binali Yıldırım TBMM’nin öğle saatlerinde toplanacağını açıkladı. Toplantı daha sonra CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun Ankara dışında olması nedeniyle yetişemeyeceğini açıklaması üzerine önce 15:00’e, ardından 17:00’ye ertelendi.

13:40 – British Airways, İstanbul gidiş dönüş uçuşlarını iptal etti.

06:35 – Darbe girişimi ardından ilk rütbeli gözaltı gerçekleşti. Mersin Garnizon Komutanı ve Akdeniz Bölge Komutanı Tuğamiral Nejat Atilla Demirhan gözaltına alındı. 06:50 – Genelkurmay Başkanlığı’na vekaleten 1. Ordu Komutanı Ümit Dündar atandı. 07:10 – İstanbul’daki Türk Telekom santralindeki askerler teslim oldu. 07:30 – Marmaray seferleri ikinci bir talimata kadar durduruldu.

14:07 – Yunanistan Genelkurmay Başkanlığı açıklama yaptı: ‘’Kara Şahin tipi Türk askeri helikopterinin ivedilikle Türkiye’ye iade edilmesi planlanmaktadır.’’ 14:10 – Marmaris İlçesi’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir süre kalıp ayrıldığı otele ağır silahlarla helikopterlerden ve karadan ateş açtığı iddia edilen Kara Pilot Albay Murat Dağlı tutuklandı. Saldırıya katıldığı iddia edilen askerler İzmir Çiğli'deki 2. Ana Jet Üs Komutanlığı’na götürüldü. 17:00 – Türkiye’deki darbe girişimi sırasında bombalanan TBMM’de gerçekleşen toplantıda Meclis’te grubu bulunan AKP, CHP, MHP ve HDP'nin darbeyi kınayan ortak bildirisi TBMM Başkanı İsmail Kahraman tarafından okundu.


17

Metinde "15 Temmuz gecesi başlatılan ve 16 Temmuz sabahı etkisiz hale getirilen darbe girişimi ve Meclise yönelik saldırıların" şiddetle kınandığı belirtilerek, "Herkes bilmelidir ki bugün olduğu gibi gelecekte de milletimize, milli iradeye, Gazi Meclise uzanacak her el, karşısında TBMM'nin çelikten iradesini bulacaktır." denildi. Darbe girişiminin bastırılmasının ardından sabah saatlerinde girişime katılan isimler gözaltına alınmaya başladı. 17 Ağustos 2016 itibariyle, Başbakan Binali Yıldırım’ın verdiği rakamlara göre, darbe girişiminin ardından 20 bin 355 kişi tutuklandı, 40 bin 29 kişi gözaltına alındı, 79 bin 900 kişi kamu görevinden uzaklaştırıldı; 15 üniversite, 35 hastane, 1061 okul, 823 yurt ve 1125 dernek kapatıldı. 80 bin 246 kişi açığa alınırken, 5 bin 97 kişi memuriyetten ihraç edildi. Darbenin planlayıcısı olarak görülen Fethullah Gülen'in kitap, CD ve DVD dahil tüm yayınları yasaklanarak, piyasadakilerin toplatılmasına karar verildi. Gülen Hareketi’yle ilişkili olduğu tespit edilen Cihan Haber Ajansı, Barış TV, Bugün TV, Can Erzincan TV, Dünya TV, Hira TV, Irmak TV, Kanal 124, Kanaltürk, MC TV, Mehtap TV, Merkür TV, Samanyolu Haber, Samanyolu TV, SRT Televizyonu, Tuna Shopping TV ve Yumurcak TV olmak üzere 16 televizyon kanalı ile aralarında Zaman, Taraf, Meydan ve Aksiyon gibi gazete ve dergilerin bulunduğu toplamda 56 gazete ve dergi kapatıldı. Darbe girişimi ile ilgili olarak başlatılan çok sayıda soruşturma halen devam ediyor.

Kaynaklar : BBC: http://www.bbc.com/turkce/36821687 Wiki: https://tr.wikipedia.org/wiki/2016_Türkiye_askerî_darbe_girişimi#cite_note-dgs3b-55 Bianet: http://bianet.org/bianet/siyaset/176798-15-temmuz-darbe-girisiminde-neler-oldu Al Jazeera: https://www.youtube.com/watch?v=7dRip4pIuYA T24: http://t24.com.tr/haber/15-temmuz-gecesi-dakika-dakika-neler-yasandi,353315


18

ULUSLARARASI ‹L‹fiK‹LERDE B‹R UZLAfiMA ARACI OLARAK “ÖZÜR” Prof. Dr. Lerna K. Yanık Khas öğretim üyesi

Kas›m 2015’de Türk uçaklar›n›n düflürdü¤ü Rus savafl uça¤›, TürkRus iliflkilerinde a¤›r bir krize yol açm›fl, Haziran 2016’da Türkiye’nin Rusya’dan “özür” dilemesinin ard›ndan, Türk ve Rus yetkililer taraf›ndan yap›lan ilk aç›klamalarda iki ülkenin bu krizi geride b›rakt›¤›n›n sinyalleri verilmiflti. Türkiye’nin Rusya’dan diledi¤i bu “özür”, son y›llarda Türk d›fl politikas›n›n gündeminde olan ilk “özür” de¤il. May›s 2010’da ‹srail ile Türkiye aras›nda yaflanan Mavi Marmara krizinin ard›ndan, Mart 2013’te ‹srail Türkiye’den “özür” dilemifl, 2009’dan beri yokufl afla¤› gitmekte olan Türk‹srail iliflkilerinin pozitif bir yöne çevrilebilmesi aç›s›ndan önemli bir ad›m at›lm›flt›. Türkiye özelinden bakıldığında Türkiye’yi ilgilendiren krizlerde bir nebze hafifleme sağlayan bu “özür”lerin, uluslararası ilişkilerde özellikle 20. yüzyılın ortalarından itibaren kriz çözümü, soykırım, katliam, kölelik gibi bazıları bireysel, bazıları da nesilleri aşan toplumsal mağduriyet yaratan olaylar bağlamında kullanıldığını görmek mümkün. Özür dilemek, yapılan hatayı, işlenen suçu ya da yaratılan mağduriyeti olmamış hükmüne getirmez. Yani, kişisel de olsa, devletler arasında da olsa, özür bir silgi gibi işlenen suçu ya da yaratılan mağduriyeti ortadan kaldıramaz, ama tarihsel olguları tekilleştirme ve devletler arasında uzlaşma yolunu açmak için önemli bir adım olarak kabul edilmeye başlanmıştır. Peki, gündelik hayatımızda sıklıkla, hatta çok da önemsemeden, biraz da dilimize pelesenk ederek kullandığımız “özür”ün, uluslararası ilişkilerdeki tarihçesi ve özür dilemenin şartları nelerdir? Kısaca, özür dilemek ne zamandan beri uluslararası ilişkilerde önemli bir yer tutmaya başlamıştır? Ve, daha önemlisi, dilenen her “özür,” gerçek bir “özür” müdür? Pişmanlıklar (regret) ya da af dilenilmesi (sorry), özür (apology) olarak sayılabilir mi? Tarihsel olarak bakıldığında Federal Almanya Şansölyesi Konrad Adenauer’ın 1951’de Nazi Almanyası adına Holokost kurbanlarından dilediği “özür”, 20. yüzyılın ilk özürlerinden biri sayılmaktadır. Adenauer’ın bu özürden sonra, özellikle insan hakları ihlalinin toplu mağduriyetlere yol açtığı soykırım, katliam ve kölelik gibi pek çok suçun faili olan ülkeler, geçmişte mağduriyete


19

uğrattıkları ülkelerden ve topluluklardan “özür” dilemişlerdir. Bu konuda en bilinen “özürler” arasında Japonya’nın Çin Halk Cumhuriyet’inden ve Güney Kore’den, II. Dünya Savaşı sırasında yaptığı katliam ve köleleştirmeler için değişik zamanlarda özür dilemesi, İngiltere Başbakanı Tony Blair’in 1997’de, İrlanda’da 19. yüzyılda yaşanan “Patates Kıtlığı” sırasında İngiltere’nin gerekli yardımı yapmamasından dolayı ölenlere “pişmanlığını” dile getirmesi, Avustralya Başbakanı Julia Gillard’ın Avustralya yerlilerinin 1950-70 arasında doğan çocuklarının Avustralya hükümeti tarafından zorla alıkonulmasıyla ilgili olarak “özür” dilemesi sayılabilir

Özür Nedir? Tavuchis, “özür”ü “af dileyen söylemsel eylemler” olarak tanımlar. “Özür” dilemenin basit bir tanımı olmasına rağmen, bir “özürün” tam anlamıyla “özür” olabilmesi için, Marrus, “af dileyen bu söylemsel eylemlerin” dört şartı yerine getirmesi gerektiğini söyler: “1. İşlenen kabahatın, (suçun ya da hatanın) yarattığı zararla birlikte tam olarak tanınıp kabul (acknowledge) edilmesi; 2. Yapılan bu kabahatın (suçun ya da hatanın) sorumluluğunun kabul edilmesi; 3. Yapılan hata ve sonuçları için pişmanlık dile getirilmesi; 4. Böyle bir hatanın bir daha yapılmayacağına dair söz verilip, bu hatanın yol açtığı zararın tazmin ya da telafi edilmesi.” Bu dört şart göz önünde bulundurulduğunda ve tarihsel açıdan bakıldığında 20. yüzyılda dilenen “özürlerin,” “özür” skalasında pişmanlık getirmekten, af dilemeye kadar çok değişik noktalarda durduğunu görmek mümkündür. Bu da aslında medyada “özür” olarak tanıtılan pek çok “özürün,” pek de “özür” olmadığı ya da “özürü” tartışmalı bir hale getirdiği anlamına gelmektedir. Sonuç olarak yapılan hata, işlenen suç kadar, yaratılan mağduriyetlerin sorumluluğunu üstlenmeyen, yani mağdurun ve failin ve daha da önemlisi, yaratılan mağduriyetin kimlere nasıl zarar verdiğini, nasıl etkilediğini açık olarak beyan etmeyen her türlü af dileme, sadece pişmanlık dile getirmek olarak kalacaktır ve tam anlamıyla bir “özür” olmayacaktır.

“Özür” ve Özür Yine girişte verilen “özür” dileme örneklerinden hareketle Avustralya Başbakanı Gillard’ın 2013’de, Avustralyalı aborjinlerden dilediği “özür,” her ne kadar devletten devlete değil de, bir devletin bir topluma dilediği “özür”se de, sadece metinsel olarak değil, performans olarak da gerçek anlamıyla bir özür sayılır. Çünkü Gillard’ın Avustralya hükümeti namına dilediği bu özürde, sadece özür dilenmekle kalınmamış, aborjin ebeveynlerden zorla alınıp el konulan çocukların, ebeveynleri ve çocuklarda yarattığı travma ve sonuçları, bunu yapanın Avustralya hükümeti olduğu ve bunun tazmin edilip bir daha yapılmayacağı gibi “özür”ü gerçek anlamıyla özür yapan öğeler bir araya getirilip, düzgün bir arkaplan ve beden dili ile ortaya konulmuştur. Avustralya gibi “iyi bir özür” örneğinin yanı sıra, kötü bir “özür” olduğu için özür dilenen tarafın kabul etmediği “özür”ler bulunmaktadır. Devletler “özür” diledikleri zaman “özür” metinlerinde yukarıda sayılan dört şartı yerine getirseler de bazen yine de “özür,” “özür” dilenen devlet tarafından kabul edilmeyebilmektedir. Çünkü özünde “özür”, sadece dört şartı yerine getiren bir yazılı ya da sözlü metin değildir. Pek çok bağlamsal ve kültürel şartı da yerine getirmelidir. Yani doğru beden dili, arka plan, kıyafet ve duruşla yapılmayan özürler, metinsel olarak bir

“özür”de olması gereken tüm şartları yerine getirseler dahi, özür dilenen devlet tarafından “özür” olarak kabul edilmeyebilirler. Bu duruma verilebilecek örneklerden biri, 1999’da Kosova’ya müdahale eden Amerikan uçaklarının Belgrad’ı bombalarken yanlışlıkla Çin Büyükelçiliği’ni de bombalayıp, 4 Çin Halk Cumhuriyeti (ÇHC) vatandaşını öldürülmesi, 20’sini de yaralamasıdır. Bu olayda Amerikan Başkanı Bill Clinton zamanın ÇHC devlet başkanından özür dileyen şahsi, içeriği kamuoyuna açıklanmayan bir mektup göndermiş, ertesi gün de bir konferans açılışı sırasında “özür ve pişmanlık” ifade etmiştir. Ama Clinton bu “özürü” ve “pişmanlığı” üzerinde gündelik bir tişört ile yaptığı için ÇHC yetkilileri bu “özür” ve “pişmanlığın” yeteri kadar “ciddi” olmadığını iddia etmiş ve kızgınlıklarını dile getirmişlerdir. Yine aynı şekilde Japonya’nın II. Dünya Savaşı sonrasında Güney Kore’den dilediği özürlerin pek çoğu metinlerinde “samimiyet taşımadığı” gerekçesiyle Güney Kore tarafından kabul edilmemiştir. Hatta Japonya’nın II. Dünya Savaşı sırasında komşularında yaptığı katliam ve köleleştirmeler sonucunda dilediği bu “özürler”den yola çıkan Chun da, dörtlü bir “özür skalası” yaratmış, “kabul (acknowledgement) ve telafi” içermeyen özürlerin ‘‘özür’’ sayılamayacağını, sadece zayıf özür, eksik özür ya da siyasal söylem olarak adlandırılması gerektiğini söylemiştir. Aslında bu yazının başından beri “özür” kelimesinin tırnak içerisinde kullanılmasının sebebi de budur. Yani “özür” gibi gösterilmeye çalışılan ve sorumluluk ya da telafi içermeyen pek çok “özürümsü” demeçler sıklıkla devletler ya da siyasetçiler tarafından dile getirilmektedir. Daha da önemlisi özür dileme, bazı durumlarda bazı devletler tarafından gerçek amacından ve anlamından çıkarılıp, işlenilen suçun ve yaratılan mağduriyetin sorumluluğundan kaçmak için kullanılır hale gelmiştir.

Özür, Amaç m› Araç m›? Tam bu noktada sorulması gereken sorulardan biri de, neden bazı devletler özür, af ya da pişmanlık dile getirme açısından bir sıkıntı yaşamazken, diğerlerinin özür, af ya da pişmanlık söyleminden özellikle kaçındıklarıdır. Löwenheim devletlerin yaptıkları hatanın devletlerin imajını ya da prestijini sarstığı durumlarda özür dileme yoluna gideceklerinii söyler. Kısacası devletler açısından özür dilemek tamamen devletin çıkarlarını korumaya yöneliktir. Öte yandan yazar, Özlük Zarakol’dan alıntılayarak, devletlerin, özür dilemenin uluslararası sistemdeki diğer devletler tarafından zayıflık göstergesi olarak görülebileceği kaygısı yüzünden özür dilemeye yanaşmadıklarını iddia eder. Tüm bu durumlarda “özür,” “af ” dilemek ya da “pişmanlık” dile getirmek ya da getirmemek tamamen devletlerin maddi ve manevi çıkarlarıyla ilgilidir. Bu yüzden de devletlerle şahısların diledikleri “özür”ü bir saymamak gerekir. Çünkü şahıslar gerçekten özür diledikleri takdirde duygusal olarak pişmanlık duyabilir, nedamet getirebilirler. Öte yandan maddi ve manevi çıkarların ön planda olduğu bir devlet için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, “özür” dilemek her zaman devletler arasında bir uzlaşmayı sağlamamakta, özür, af dilemek veya pişmanlık dile getirmek gibi bir nebze bile olsa adalet sağlayabilecek bir durumun, devletlerin değişik çıkarlarına hizmet edecek bir araca dönüşmesi anlamına gelebilmektedir.


20

1960’da Bo¤aziçi’nde yaflanan gemi kazas› facias› ‹stanbullular’a neredeyse Hollywood filmlerinden f›rlam›fl bir senaryoyu yaflatt›. Bundan 56 sene öncesi... Takvimler 1960 Aralık ayının 14’ünü gösterirken İstanbullular birkaç saat sonra olacaklardan habersiz uykuya yatmıştı. Boğaziçi sakinleri saat 02.30 sularında müthiş bir patlamayla uyandı. Kış gecesinin zifiri karanlığı birdenbire aydınlandı. Etraf kızılca kıyamete bürünmüştü. Deniz adeta tutuşmuştu! Patlamayla birlikte Kanlıca açıklarında beliren alev topları göğe yükseliyor; sarsıntıyla uyanan her iki yaka sakinleri karşı tarafı gündüz gibi görüyordu. Sabahı beklemeye gerek kalmadan ortalık çoktan ışımıştı bile. Hadise kısa zamanda anlaşıldı; Yunan bayraklı gemi World Harmony ile Yugoslav bandıralı petrol tankeri Peter Zoranic çarpışmıştı.

‹ki Dev, Bo¤az’›n En Dar Yerinde Karfl›las›nca Müthiş facia şöyle gelişti: Kaptan Aristidis Barçis yönetimindeki 33 bin tonluk Yunan gemisi World Harmony, boş olarak Pire’den hareket etmiş Rusya’nın Novoroski Limanı’na akaryakıt yüklemeye gidiyordu. Rusya’nın Tuapse Limanı’ndan çıkış yapan 26 bin tonluk Yugoslav tankeri Peter Zoranic ise taşıdığı 12 bin ton benzin ve 10 bin ton petrolle Hamburg’a gitmek üzere Boğaz’da yol alıyordu. İki tanker Boğaziçi’nin en dar geçitlerinden biri olan Kanlıcaİstinye arasında karşılaştı. Yugoslav tankeri boğaz trafiği kuralına göre sağdan geçecekti, işaret verdi ve yol istedi. Yunan gemisi işareti göremeyince olanlar oldu, iki gemi büyük bir sarsıntıyla çarpıştı.

‹ki Dev Gemi, Bofl Bir Sandal Gibi Savrulunca Her iki gemide bulunan mürettebatın bir bölümü panik halinde

BO⁄AZ’DA ATEfiTEN GÜNLER! Mehmet ŞİMŞEK Gazeteci Yazarın bu yazısı 25 Eylül 2016 tarihinde Akşam Gazetesi Pazar Eki’nde yayımlanmıştır.


21

kendilerini denize atıp, sahile ulaşmaya çalışıyordu. Gövdesine büyük bir darbe yiyen Yunan gemisi hâlâ hareket halindeydi. Boğazın sert akıntısı idaresiz gemileri serseri mayın gibi sürükledi. Saat 03.20 sularında Yugoslav tankeri, birkaç gün sonra Amerika’ya gitmek için İstinye tersanesi havuzunda bekleyen Tarsus vapuruna yaslandı. Zoranic’in dev alevleri Türk gemisinin güvertesini tutuşturdu ve Tarsus’u tanınmaz hale getirdi. Aslında Tarsus gövdesini siper ederek daha büyük bir faciayı engellemişti. Türk gemisi olmasaydı alevlerle sürüklenen Peter Zoranic yalılara çarpabilir ve yangın karaya da sıçrayabilirdi.

Beykoz’un Havaya Uçmas› An Meselesi ‹di Tarsus yanarken Yunan ve Yugoslav bandıralı tankerler Karadeniz’e doğru sürüklenerek Beykoz koyuna yanaştı. Beykozlular sahilde toplanmış dünya tarihinde ender görülen bu faciayı kaygılı gözlerle izlemekteydi. Boğaz sahilleri tan yeri kızıllığına bürünmüştü. Yangının sıcaklığı Beykoz tepelerinde bulunan evlerde bile hissediliyordu. Gemiler sahille buluşsa bölgede bulunan iki benzin deposunun alev alıp ilçeyi havaya uçurması işten bile değildi! O esnada denizde yaşanan can pazarı dikkat çekiyordu; bunlar can havliyle karaya çıkmaya çalışan gemiden atlamış olan insan siluetleriydi. Beykozlu balıkçılar küreklere asılarak denizden insanları kurtarıp, hastanelere yetiştirmeye çalışıyorlardı. Saatler 05.00’i gösterirken nihayet Peter Zoranic’in yorgun gövdesi Beykoz Selviburnu açıklarına oturdu.

52 Gemici Öldü, Bo¤az Halk› Üç Ay Kabus Yaflad› Dönemin Yugoslav kaynakları kazada Zoranic gemisinden 21 kişinin öldüğünü belirtiyor. Kaza sırasında gemide bulunan denizci Bernardo Mariçeviç, Asya tarafına yaklaşık 200 metre mesafede denize düşenlerin kurtulamadığını; çünkü kuvvetli rüzgarın onları ateşe doğru ittiğini söylüyor. Avrupa yakasına yakın olanların ise kıyıya ulaşmayı başardığını ifade ediyor. Yunan medyası ise 41 mürettebatlı World Harmony’den aralarında birinci kaptanın da bulunduğu 28 denizci ile ikinci kaptanın eşinin öldüğünü kaydediyor. Kazada boğazın sularına yaklaşık 20 bin ton petrol döküldü. Cesetler günler sonra kıyılara vurdu. Toplam 56 gün süren gemi yangını boğazı adeta kasıp kavurdu. Boğaz’ın Anadolu ve Avrupa yakasında oturanlar yaklaşık 3 ay diken üstünde yaşadı.

Bavullar Haz›rland›, Göç Haz›rl›¤› Bafllad› Bir Beykozlunun söyledikleri o günlerin sosyo-psikolojisini özetler mahiyette: “Babam da hep anlatır. Bavul hazır beklemişler Gazi Yunus'a (Beykoz’da tarihi mezara adını veren evliya) sıçrar diye. Ama hep Gazi Yunus'un Beykoz’u koruduğunu dile getirir...” Bir diğer tanık anlatıyor: “Geminin her patlaması havai fişek gibi gökyüzüne fırlarlardı. “Beykoz yanacakmış, boşaltılacakmış” söylentileri çıktığında anacığım bir bohça içinde bir takım çamaşır, acil durumda kullanılacak ihtiyaç maddelerini hazırlamış, bohça bir süre hazır beklemişti.”

Kaza, Yunan Medyas›nda da Genifl Yank› Buldu O günlerde Yunan medyasında yer alan tanıklıklar facianın bir başka boyutunu gözler önüne seriyor. Patlama anında 3 bin metre yüksekte uçmakta olan pilotun söyledikleri hayli ürpertici: “Alan alevlerle ve patlamalarla aydınlanıp duruyordu. Sanki Boğaz’a binlerce bomba atılıyor gibiydi. İstanbul tamamen yanacak zannettim.” Aynı gece balık tutmaktan dönen Türk balıkçı kazadan sonra oluşan tabloyu Yunan gazetesine şöyle anlatmış: “Denizin üzerinde 50 metrelik alevler ve iki gemiyi kaplayan koyu bir duman

vardı. Yugoslav tankerden bütün yağ denize akmış ve tamamen tutuşmuştu. Göz açıp kapayıncaya kadar sanki güneş doğmuş gibi aydınlanıyordu her yer. Alevleri gören Boğaz sakinleri panik içerisinde ne yapacaklarını bilmez bir şekilde kala kalmışlardı.”

‹flte Gazete Muhabirine Ödül Getiren Kare 52 gün süren gemi yangını sahneye önemli bir aktörü daha çıkardı: İstanbul İtfaiyesi... Günün teknolojisiyle geceli gündüzlü mücadele veren itfaiye görevlileri o ateş günlerinde İstanbulluların yüreğine su serpmiş. Beykoz’da ikamet eden ve İstinye İtfaiyesi’nde çalışan Mansur Şişmanoğlu da canını dişine takıp çalışan isimsiz kahramanlardan. Dini bütün Şişmanoğlu nöbeti devretmesinin ardından vakit namazını kaçırmamaya özen gösteriyor. Mansur Bey’in namaz kılması, yangını günü gününe takip eden Tercüman muhabiri Sebahattin Can’ın karesine yakalanıyor ve Can’ın bu fotoğrafı 1961 yılında “Yılın Fotoğraf Ödülü”ne layık görülüyor.

“Rafet A¤abeyim Y›llar Sonra O Foto¤raf› Buldu.” İtfaiyeci Mansur Şişmanoğlu’nun kızı Emine Aydın, o günleri dün gibi hatırlıyor: “Çocuktum. Annemin sesiyle uyandım. ‘Boğazda gemiler yanıyor’ dedi. Kalktık, bir baktık ki iki büyük tanker yanarak başıboş dolaşıyor. Bir gemi de (Tarsus’u kastediyor M.Ş.) İstinye önlerinde yanıyor. Ondan sonra tabii çok büyük bir korku. Şimdiki belediyenin bulunduğu yer Shell tesisleriydi. Çubuklu’da petrol depoları vardı. Gemiler Beykoz’daki akaryakıt depolarına gelip yanaşırsa çok büyük bir patlama olabilir diye ölüm korkusu sardı hepimizi. Yangın günlerce sürdü. En sonunda geminin biri Sokoni fabrikasının oraya, Saray’a yakın (Beykoz Kasrı’nı kastediyor M.Ş.) gelip oturuyor. Orada 50 gün civarında yandığını hatırlıyorum. Babam da o yıllada İstinye’de deniz itfaiyesinde makinistti. Onlar da orada söndürme araçlarında nöbetteydi. Babam görevi bittiği zaman iskelede namaz kılıyor. Nöbetini arkadaşına devretmiş, arkada gemi patlamış, dumanlar ve geminin hali görünüyor resimde. Bu resmi Tercüman gazetesinden Sabahattin Can beyefendi çekti ve o yıl birincilik aldı bu resim. Yıllar sonra ağabeyim Babıali’ye gidip Sabahattin Can Bey’den resmi rica etti. Bu resim bize o yıllardan hatıra kaldı”

“O Foto¤raf› Size Bir fiartla Verebilirim Demiflti.” Mansur Bey’in diğer çocuğu Rafet Şişmanoğlu, fotoğrafın hikâyesini şöyle anlatıyor: “Yangın uzun günler sürdü. Aradan yıllar geçti. Rahmetli babam bir gün Tercüman gazetesini getirdi. ‘Bakın yılın fotoğrafı seçilmiş. Burada babanız var’ dedi. Bir baktık ki çok güzel bir resim. Babam o gazeteyi her gelene gösterdi. Gazete bir zaman sonra kayboldu. Ben de o zaman şimdiki eşim Zülal Şişmanoğlu ile beraber Babıali’de geziyordum. Zülal bana ‘Gel müstakbel kayınpederime bir jest yapalım’ dedi. Şaşırmıştım. Zülal ‘O resmi Tercüman gazetesinden isteyelim’ dedi. Gazeteye gittik. Hiç unutmam aşağıdaki sekretere meramımızı anlatınca Sabahattin Bey’i kastederek ‘Bakalım acaba size fotoğrafı verir mi?’ dedi. Ben de gençlik psikolojisiyle ‘Biz telif istemeye gelmedik ki’ diye çıkıştığımı hatırlıyorum. Daha sonra Sabahattin Can Bey’in odasına girdik. Sabahattin Bey bana şöyle konuştu: ‘Size bir soru soracağım. Bana doğru cevap verirseniz fotoğrafı veririm’. Merak etmiştik. Sabahattin Bey, babamızın sağ olup olmadığını sordu. Biz de hayatta olduğunu söyleyince bana verdiği cevabı hiç unutmam: ‘Hep öldükten sonra bu işler araştırılır. Size çok teşekkür ederim bravo’. Karanlık odaya giderek fotoğrafın bir kopyasını hazırladı ve bize verdi. Sabahattin Bey, o resmin Türkiye’de Gazeteciler Cemiyeti’ne, İstanbul İtfaiyesi Müzesi’ne ve İslam ülkelerine gönderildiğini bize ifade etti.


22

Beni yak›ndan tan›yanlar bilir; haber alma konusunda acayip muhafazakâr biriydim; yani kaynak illa gazete, televizyon olacak. Muhabirken de televizyona geçme tekliflerini reddettim ve hep dergi, gazete gibi bas›l› mecralarda çal›flt›m. Yıllar yılları kovaladı. Kızımı doğurmuşum, beşiğinde sallıyorum telefonum çaldı; benim gibi aşağı yukarı aynı zamanlarda anne olan gazeteci arkadaşım arıyordu: “Ayten Facebook diye bir platform var, uzun vakti olmayan için bire bir. İki dakika girip çıkıyorsun. Millet orada fotoğraf falan paylaşıyor. Çok eğlenceli. Sen de girsene.”

GELENEKSEL B‹R GAZETEC‹N‹N SNAPCHAT’LE ‹MT‹HANI Dr. Ayten GÖRGÜN SMITH Khas Yayın koordinatörü

Yazarın bu yazısı 4 ay önce www.journo.com.tr’de yayınlanmıştır.

Fikir kafama yattı, çünkü daha kırkı çıkmamış bebeğin kırkına merdiven dayamış, ömrü okumakla geçmiş annesi olarak ne kitap okuyabiliyordum, ne de film izleyebiliyordum; ara ara kızım uykudayken ben de baygın bir şekilde kendimi yatak-yastığa gömmediysem beşer onar dakikalık vakitlerim oluyordu. Oyalanmak ve kafa dağıtmak için iyi olabilirdi. Sonunda benim de 2007’de bir Facebook hesabım oldu, hâlâ da açık. (Buradaki maceralarım ayrı bir yazının konusu.) İki yıl sonra oğlum doğdu. Bu doğurma aksiyonlarımı yazıyorum çünkü insanı bir tür ‘sebze’ yapıyor. Ne gazete, ne gündem; mutlak bihabersin her şeyden. Yine bir gün dersteyim, tabii ki geleneksel gazetecilik öğretiyorum, sıcak haber, öykü haber, haber dili, haber yazım


23

teknikleri, etik vesaire. Öğrencinin biri sözümü kesip “Twitter’da etik nasıl olacak?” diye sordu. “O ne ki” oldum bir an. Öğrenci de bana, “140 harfte konularla ilgili düşüncelerini yazdığın bir eplikeyşın hocam” dedi. Öğrenciyi hınzırca düzelttim: “140 kelime diyorsun, en iyi niyetle sanırım.” Yok be kardeşim 140 harfmiş. Fena halde reddettim, neymiş öyle; kısa kes edebiyatı, hap bilgiler, gün sonunda uzun yazılara tahammülsüzlük, bilgi bombardımanından budalalık hâlleri. Zaten öğrenci derse deftersiz kalemsiz geliyor; sınav kağıtlarına gülen işaret çiziyorlar; bir şey değil, ‘bi şey’ diye yazıyorlar; ‘yazıyorlar’ diye yazmıyorlar, ‘yazıyolar’ diye yazıyorlar. İsyannnn. Gel zaman git zaman, bitirme tezlerinin danışmanlığı ve jüri üyeliği görevleri verildi bana. Öğrenciler kalkmış tez konusu olarak Twitter diyor, Facebook diyor, LinkedIn diyor, Instagram diyor, Pinterest diyor -henüz o yıllar Vimeo yok yahut ben duymadım- ne yapalım kuzu kuzu açtım hesapları; üstüne bir de şifreleri kaybettim, birkaç Pinterest hesabım oldu; üstelik bir kez bile kullanmadım. Dijital otobanda gereksiz bir dolu ayak izim oldu. Örneğin, üç tane LinkedIn hesabım var. İkisi pasif ve nasıl kapatacağımı da bilmiyorum. Pasif hesaplarımın irtibat listelerine girmek isteyenlerin gönderdiği istek maillerini her gün silmeyi de alışkanlık hâline getirdim. Bu arada aklıma gelmişken, ben tam bir Swarm tutkunuyum; hatta Ekşi Sözlük’te, “Foursquare ile aşk yaşayan enerjik insan” yazmışlar benim için. İki yılda 400 kişilik listemi 54’e indirdim; okuma gözlüğü olmadan, X yerine OK anlamına gelen simgeye basmışım. Bir check-in’de 72 like aldığımı bilirim, ama şimdilerde uygulamayı aktif olarak kullanan, arada bir de olsa like edenleri listemde tutuyorum; hısım akraba dostları bile sildim. Niye seviyorum Swarm’ı? Çünkü check-in yaptığım yerlerde kara mizah tarzından duygu durumumu paylaşıyorum. Twitter’da paylaşamam, orada havalı gazeteci arkadaşlarım var; ne RT yapıyorlar ne FAV yapıyorlar. Facebook’ta paylaşamam, duyan işiten insan orada; 5 binlik hesap dolmuş, 700 gibi de takipçi var. İki sene önce oturdum başhekimden CEO’suna, çöpçüsünden dönercisine tek tek sildim. Diken’de yazı yazarken yazılarımı paylaşıyordum; okur ayırmak olmaz diye geleni kabul etmiştim. Şimdilerde 1760 kişi var ki, yüzde 99 tanıdığım; takipçilere ise dokunmadım. Instagram’da paylaşamam, çünkü orada aile fotoğraflarımı paylaşıyorum. Swarm’daki kara mizah paylaşımlarımdan iki örnek vereceğim; Yer: Kadir Has Üniversitesi “Öğrencileri doğal haline bıraktık. Starbucks’ta kahve içiyorlar.” “NM305’in yoklama kağıtlarını Starbucks’a bıraktım.” Yer: Arnavutköy Sahili “Ben güneşi tuttum, siz uyuyun.” “Şu anda kim olduğumuzu belirleyen şey, üzerine geçmiş çöreklenmiş gelecekmiş.” Ben şimdi şu dijital kuşakta hangi kuşak olduğumu da söyleyeyim

çok gecikmeden: ‘Baby Boomer’ım. 1945-1965 arası Türkiye’nin yüzde 19’u; ‘kuralcı’ takımından yani. Rekabetçi X kuşağına ve yaratıcı Y kuşağına öğretmenlik; derin duygusal Z kuşağına da annelik yapıyorum. Gerçi önümüzdeki dönem Z kuşağı da karşıma öğrencim olarak gelecek. Bu yılki tez jürisinde bile çoğu öğrencinin elinde tez diye bir belge yoktu. “Hocam tezim canlı yayın YouKnow’da bir de Scorp uygulamasında.” (Ne diyorsun annem sen ya!)

Snapchat deneyimi Geleneksel biri olduğumu söylemiştim, ancak sadede gelebiliyorum. Benden istenen, 47 yaşında torun sahibi olacak yaştaki biri olarak ‘Snapchat’ popüler mesajlaşma uygulamasındaki çaylak deneyimlerimi yazmam idi. Dönemin başından bu yana öğrencilerim benim için iki kez hesap açtı bu uygulamada. İkisinde de bocaladım ve kapattım. Zor geldi, şifrelerini de kaybettim doğal olarak. İki hafta önce yine girdim. Yine acayip karmaşık buldum; sizin deyiminizle hiç ‘user friendly’ değil. Aksine kasıt var bu işin içinde gibi geldi bana. Ebeveynlerin çocuklarının neler karıştırdığını görmemesi için biz yaştaki teyze ve amcalar kolayca girmesinler diye karmaşık yapmışlar, sanırım. İlk foto paylaşımım annemin Tekirdağ’daki evinin tuvaletinin penceresinden gördüğüm günebakan tarlası oldu. Ne feci! Hiçbir görsel efekt koyamadan, not ekleyemeden hovardaca gönderivermek. Ben ki yazıyı, görseli her şeyi iyice tasarlamalıyım, düzeltmeliyim; öylece avucumun içinden yayına girdi abuk bir foto. İkinci denemem vapurda okula gelirken oldu. Ortaköy Camii’ni gördüm; çektim. Ekranda ‘Happy Ramadan’ gibi bir görüntü çıkıverdi. Elim ayağım birbirine girdi; onu da paylaşmışım. Neyse artık bir videom bile var. Popülaritem 34. Arkadaş sayım sanırım 25. Arkadaşlarımın yaş aralığı 19’dan 69’a kadar geniş yelpazede. Yaşlıları yanlışlıkla ben davet etmişim, onlar da kabul edip, uygulamayı indirmişler; şimdilerde abuk sabuk pabuç fotoğraflarını falan paylaşıyorlar. Görmelisiniz yani. Öğrencilerimin arasında popüleritesi 16 bin olan var; onlar için sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim. Ömrü dijitalde geçiyor; her anını paylaşma hâli; anda kalamama hâli. Pek yazık; sosyalleşeyim derken yalnızlaşıyor belki de. Son bağlamda Snapchat’i sevdim. Kızım şu an 9, oğlum 7 yaşında; onlara da eğlence oldu bu uygulama. Her gün bir şey öğreniyorum. Bana mesaj yazanları günlerce sonra gördüm. Kızımla oğlum da uygulamanın özelliklerini öğretiyorlar. Örneğin, yazı kutusunu aşağı yukarı çekebiliyormuşsun. Mesela fotoğraf, videoyu 1 ila 10 saniye arasında da paylaşabiliyormuşum. Gördüğünüz üzere şimdilik ‘user’ım; belki bir gün ‘maker’ olurum; belki de yetmişime gelmeden ‘hacker’ olur muyum, bilmiyorum ama bildiğim şu ki bu yeni medya dünyası öğretmeni öğrenci, öğrenciyi de öğretmen yapıyor. İletişimde kalmak üzere, selam eder, büyüklerin ellerinden küçüklerin gözlerinden öperim.


24


25

Kadir Has Üniversitesi Mühendislik ve Do¤a Bilimleri Fakültesi’nin üç mühendislik program›, Bilgisayar Mühendisli¤i, ElektrikElektronik Mühendisli¤i ve Endüstri Mühendisli¤i lisans programlar›, bu y›l içerisinde Mühendislik E¤itim Programlar› De¤erlendirme ve Akreditasyon Derne¤i (MÜDEK) taraf›ndan akredite edildiler. Daha k›sa bir deyiflle, bu üç bölümümüz kaliteli bir e¤itim verdiklerini belgelediler. Akreditasyonu kısaca “bir sürecin standartlara uygun olarak yürütüldüğünün onaylanması” olarak tanımlayabilirsiniz. Bu tanımın Türkiye’deki üniversitelerin eğitim programları açısından ne ifade ettiğini tam olarak kavrayabilmek için, konuya tarihsel bir açıdan bakarak başlayalım.

MÜDEK

E⁄‹T‹MDE KAL‹TE YOLCULU⁄U ve AKRED‹TASYON Prof. Dr. Feza KERESTECİOĞLU Khas öğretim üyesi

Üniversitelerimizde eğitim kalitesini belgelendirme girişimleri 1990’lı yıllarda mühendislik bölümleri tarafından başlatılmıştır. O sıralarda, ülkemizde eğitim alanında kalite değerlendirmesi yapan herhangi bir kuruluş olmadığı için birkaç üniversitemiz, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki üniversiteler için bu değerlendirmeyi yapmaya yetkili olan Accreditation Board for Engineering and Technology’ye (ABET) mühendislik lisans programlarının değerlendirilmesi için başvurmuştu. Böylece, 2000’li yılların başına kadar Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Boğaziçi Üniversitesi’nin tüm mühendislik bölümleri, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Bilkent Üniversitesi’nin çok sayıda bölümü ve Hacettepe Üniversitesi’nde de bir bölüm akredite olmuşlardı. İşte bu deneyimi üniversitelerinde yaşayan bir grup akademisyen, ülkemizde mühendislik eğitimindeki kalitenin geliştirilebilmesi için lisans programlarını değerlendirecek bağımsız, kâr amacı gütmeyen bir kurumun gerekli olduğunu gördüler. Bu noktadan hareketle, Mühendislik Dekanları Konseyi’nin içinde başlayan bir çalışma grubu, 2003 yılından itibaren Mühendislik Değerlendirme Kurulu


26

adı altında, isteyen üniversitelerin lisans programlarını değerlendirmeye başladı. Bu yapılanma, 2007 yılında Mühendislik Eğitim Programları Değerlendirme ve Akreditasyon Derneği (MÜDEK) olarak dernekleşti. Aynı yıl içerisinde de Yüksek Öğretim Kurulu tarafından, mühendislik alanındaki yükseköğretim programları için bir kalite güvence kuruluşu olarak resmen tanındı. Aslında, tamamen sivil bir inisiyatif olarak başlatılan ve yeşertilen bir girişimin yetkinliğinin devlet tarafından kabul edilerek resmileştirilmesi olarak gelişen bu süreç, sivil toplum örgütleri adına bir başarı öyküsü olarak görülmelidir. Bu başarısı uluslararası alanda da tanınan MÜDEK, 2012 yılından beri, yirmiyi aşkın ülkenin mühendislik eğitimi değerlendirme kuruluşlarını barındıran ve verilen akreditasyonların dünya çapında eşdeğerliliğini garanti eden International Engineering Alliance — Washington Accord’un tam üyesidir. Ayrıca, European Network for Accreditation of Engineering Education (ENAEE) tarafından mühendislik eğitiminde Avrupa çapındaki kalite belgesi olan EUR-ACE Label’ı vermek üzere yetkilendirilmiştir. Tüm bunlar, MÜDEK akreditasyonu alabilen programların, kalitelerini tüm dünyada geçerli olacak şekilde belgelendirdiği anlamına gelmektedir. Yukarıda adı geçen bölümlerimiz MÜDEK akreditasyonu ile birlikte EUR-ACE etiketlerini de almışlardır. Mühendislik bölümlerinin öncülük ettiği, eğitim kalitesinin sürekli geliştirilmesi ve kalite gelişiminin üniversite dışından ve bağımsız bir kuruluş tarafından değerlendirilmesi anlayışı, diğer akademik camialara da örnek oluşturmuştur. Son yıllarda, fen-edebiyat, tıp, psikoloji, mimarlık, eğitim gibi birçok alanda ulusal kalite güvencesi kuruluşları oluşmuş ve lisans programlarının akreditasyonu için yetkilendirilmişlerdir. Eğitim kalitesinin değerlendirilmesinde, lisans programlarının çok çeşitli unsurları göz önünde tutulur. Bunların arasında; öğrencilerle ilgili danışmanlık, sınavlar, mezuniyet koşulları vs. gibi akademik süreçleri, ders planı ve içinde yer alan tasarım deneyimlerini, akademik kadronun sayı ve birikim olarak yeterliliğini, laboratuvarlar, sınıflar, kütüphane ve diğer eğitim altyapısını, idari destek birimlerini, organizasyon ve karar alma süreçlerini sayabilirsiniz. Ancak tüm bu açılardan iyi not alındığı durumda bile, eğitimde bir kalite güvencesi oluşturabilmeniz için üç unsur olmazsa olmaz derecede önemlidir: Program çıktıları, paydaş katılımı ve sürekli kalite gelişimi.

Program Ç›kt›lar› Herhangi bir sürecin başarılı olarak yürütüldüğünü gösterebilmek için elinizde son ürünle ilgili ölçütleriniz olmalıdır. Lisans programları, mezunlar yetiştirdiği için bu ölçütler mezunlarınızın yeterliliklerini göstermelidir. Örneğin, MÜDEK’in çizdiği temel çerçeve doğrultusunda hazırlanmış olan Kadir Has Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği Lisans Programı’nın çıktıları, yetiştirilen mühendislerin beceri ve yeterliliklerini şu şekilde tanımlamaktadır: 1. Temel Bilimler, Temel Mühendislik ve Bilgisayar Mühendisliği tasarım ilke ve yöntemlerini, mühendislik problemlerinin modellenmesi ve çözümü için uygulayabilme becerisi, 2. Ayrık Matematik kavram ve konularını uygulayabilme becerisi, 3. Karmaşık mühendislik problemlerini tanımlama, veri toplama, yorumlama, problemleri analiz etme, modelleme ve etkin çözümler geliştirme ve uygulama becerisi, 4. Donanım ve Yazılım bileşenleri ile bir bilgisayar sisteminin, gerçekçi kısıtlar ve koşullar altında, analizini, tasarımını ve yönetimini, modern mühendislik yöntemleri ile gerçekleştirebilme becerisi,

5. Modern mühendislik teknik ve araçları ile bilişim teknolojileri ve yazılımlarını geliştirme, seçme ve etkin bir şekilde kullanabilme becerisi, 6. Mühendislik problemlerinin incelenmesi için laboratuvar ve bilgisayar ortamında deney tasarlama, deney yapma, veri toplama, sonuçları analiz etme ve yorumlama becerisi, 7. Tek ve çok disiplinli takım çalışması yürütebilme becerisi, buna yönelik bireysel becerilere de sahip olma, 8. Türkçe ve İngilizce olarak, yazılı ve sözlü etkili iletişim kurabilme becerisi, 9. Kendi alanındaki uluslararası çalışmaları takip edebilme becerisi, 10. Yaşam boyu öğrenmenin gerekliliği bilinci, bilimi ve teknolojideki gelişmeleri izleyerek kendini sürekli yenileyebilme becerisi, mesleki ve etik sorumluluk bilinci, 11. Proje yönetimi, girişimcilik ve toplam kalite yönetimi konularında farkındalık, 12. Çağdaş toplumsal sorunlara duyarlılık, mühendislik çözümlerinin etik ve hukuksal sonuçları konusunda farkındalık. Aslında akreditasyon için yapılan değerlendirmenin önemli bir kısmı, mezunlarınızın bu öngördüğünüz yeterliliklere sahip olduklarının kanıtlanmasından oluşur.

Paydafl Kat›l›m› Program çıktıları ve bu çıktıların sağlanmasına yönelik stratejilerin belirlenmesi, programla ilgisi bulunan üniversite içi veya dışı tüm kesimlerin, yani program paydaşlarının katılımı ile sağlanmalıdır. Bir lisans programının paydaşları arasında ilk ağızda, öğrenciler, öğretim üyeleri, diğer benzer programların yürütücüleri, mezunlar, mezunların istihdam edildiği kuruluşların veya ilgili sektörlerin işveren örgütleri, meslek odalarının ve mesleğe özgü sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri sayılabilir. Lisans programının niteliklerine bağlı olarak paydaşlar daha da genişletilebilir. Tüm bu paydaşların programa katkılarını düzenli aralıklara toplanan bir danışma kurulu yoluyla sağlamanın yanında, anket ve birebir görüşme gibi yöntemlerden de faydalanılabilir.

Sürekli Kalite Geliflimi Program çıktılarının belirlenmiş olması ve bunlara belli ölçüde ulaşılabildiğini bir sefere mahsus olarak göstermeniz, eğitim sürecinizin mevcut haliyle kaliteli olduğunu gösterebilir. Ancak, kalitenizi güvence altına almak, yani sürdürülebilirliğini sağlamak için, kalite kontrolü ve gelişimini sürekli olarak sağlayabilecek bir mekanizma oluşturmanız gerekir. Bu tür bir mekanizma, program çıktıları ve diğer hedeflerinizin periyodik olarak ölçülmesi, paydaşlarla birlikte değerlendirilmesi, ortaya çıkarılan eksikliklerin giderilmesi ve bu amaca yönelik önlemlerin ve stratejilerin uygulanmasını, hatta gereken durumlarda çıktı ve hedeflerin güncellenmesini içeren döngülerden oluşacaktır. Böylece, kalite kontrolü, rutin bir denetim işleminin ötesine geçerek, sürekli daha iyinin arandığı sonu gelmez bir yolculuğa dönüşecektir. Görülüyor ki, sürekli kalite gelişimi anlayışı ve bu anlayışın içselleştirildiğinin akreditasyon ile belgelendirilmesi sadece o bölümün çalışanlarının değil, yukarıda bir kısmını saydığım birçok paydaşın katkı ve çabaları ile gerçekleşmektedir. Bu fırsatla, Bilgisayar Mühendisliği Bölümümüzün lisans programının akreditasyonu için çaba harcayan ve emeği geçen tüm paydaşlara bir kez daha teşekkürlerimi sunarım.


27

DOSYA: E⁄‹T‹M VE TEKNOLOJ‹ Derleyen: Yrd. Doç. Dr. Çiğdem BOZDAĞ Khas öğretim üyesi

Bilgi ve e¤itim teknolojilerinin h›zla yayg›nlaflmas›, ö¤renmeye aç›k herkesi zamandan ve mekandan ba¤›ms›z ö¤renciler haline getirirken, klasik e¤itim/ö¤retim anlay›fl›n›n da yeniden ele al›nmas›n› zorunlu k›l›yor. Aç›k e¤itim kaynaklar›, e¤itimde inovasyon, aktif ö¤renme, dijital e¤itim araçlar› ve e¤itici robot oyuncaklar vb. yeni bir ö¤renme/ö¤retme deneyimine aç›k olanlar için ilginç alternatifler sunuyor.


28

Ö⁄RENME MEKANLARINDA MÜKEMMEL‹YET: STEELCASE AKT‹F Ö⁄RENME MERKEZ‹ Yrd. Doç. Dr. Orçun KEPEZ-Buse RODOPLU Khas Öğretim üyesi-Khas Lisans öğrencisi

Geçti¤imiz Temmuz ay›nda, bir seneyi aflk›n bir çaba sonucunda Kadir Has Üniversitesi’nde, e¤itim, ofis ve sa¤l›k alanlar›na özgü mobilya üretiminde global lider olan Steelcase firmas› ile beraber Türkiye’deki ilk Aktif Ö¤renme Merkezi aç›ld›. Steelcase ile başlayan uluslararası Ar-Ge ortaklığını takiben; projenin ilk yılında yazma, yansı ve magnetik yüzeylerini patentli seramik-çelik panel malzemesi ile birleştiren ve bu konuda uluslararası pazarda rakipsiz olan Polyvision firması ile altyapı projesini hayata geçirdik. Bu anlaşma çerçevesinde ülkemizdeki ilk Duo-wall uygulamasını Steelcase Aktif Öğrenme Merkezi’ndeki tüm duvar yüzeylerinde gerçekleştirip, derslerimizde deneyimlemeye başladık. Tüm bu uluslararası anlaşmalarla, ulusal olarak bu firmaları temsil eden Klassis ve Emko firmaları ile doğal olarak sektörel ortaklıklar kurduk. Bu ortaklıklarla, Steelcase Aktif Öğrenme Merkezi Kadir Has Üniversitesi’nde tamamı yabancı hibe ile kurulan bir merkez oldu. Aslında her şey 2015 yılının Şubat ayında, Steelcase üst yönetiminin

ülkemizi daha iyi tanımak için gerçekleştirdikleri ziyaretleri sırasında yapmak istedikleri bir dizi görüşmeye beni de davet etmeleri ile başladı. Steelcase benim ABD’de bulunduğum yıllardan beri takip ettiğim, kullanıcı odaklı yaklaşımı ile tasarım araştırmalarını ürün geliştirme sürecine dahil eden bir firma. İçerisinden tasarım araştırması yapan ekibin ayrı bir şirket olarak (spin off) kurduğu IDEO, bugün dünyada neredeyse her ülkede, tasarımın bildiğimiz fiziksel ürünlerin dışına çıkarak insan hayatına dokunması, yaşam kalitesinin artması için çalışıyor. Ben farklı ölçeklerde mekan ve bileşenlerinin insan davranışı ve özellikle sağlık çıktıları üzerine çalışmaktayım. Farklı kullanıcı gruplarının özellikle sağlık ve eğitim mekanları üzerine deneyimim var. Dolayısıyla bir saat ile sınırlı olan Steelcase’in ilk kampüs ziyareti, ortak paylaşımların fazlalığı ile neredeyse üç saate çıktı ve sonrasında bugünkü merkezin temelini atan süreç başlamış oldu. ABD’de sunarak yaptığım projenin başvurusunda tabii ki sadece ortak yaklaşımlarımız değil, sunulan araştırma önerisi de etkili oldu. Peki “Nedir bu Aktif Öğrenme?” derseniz, kısaca öğrencilerin ders ile ilgili performansa yani dersi yapmaya dahil olduğu bir eğitim anlayışıdır. Klasik eğitim, öğrencileri maalesef pasif


29

dinleyiciler olarak değerlendirip, dersleri de bilginin tek kanaldan (hoca, öğretim üyesi, öğretmen) aktarıldığı bir süreç olarak tanımlar. Aktif öğrenme ise “öğrencilerin daha aktif geçirebileceği bir ders nasıl olmalıdır?” sorusunun yanıtlandığı ve bunun için yapılabilecek aktivitelerin sınırlanmadığı özgür bir yaklaşımdır. Aktif öğrenmede, geleneksel yaklaşımın aksine öğrenciler öğrenme sürecine dahil edilirler. Bu da öğrencilerin eylemde bulunduğu ve aynı zamanda bulundukları eylemler hakkında düşündüğü açıkuçlu ve yaratıcılığı destekleyen öğrenme sürecini beraberinde getiriyor. Tabii dersleri bu şekilde yapmak için hocaların biraz kendilerini öğrencilerin yerine koymaları, bunu yaparken de gençlerin kendi kuşaklarından tamamen farklı olduklarını unutmamaları gerekiyor. Karşınızda 2 saat hareketsiz sizi oturup dinleyecek bir kuşak yok artık. Öğrendiği şeyin ne işe yarayacağını dakikasında bilmek, hemen onu kullanarak test etmek, tüm bu süreçteki duygu ve deneyimlerini sosyal medya kanalları ile paylaşmak isteyen bir öğrenci grubu var. Onları anlamaya çalışmalıyız. Biz internetin garip seslerle bağlanıldığı dönemlerini bilirken, onlar internetin içine doğdular. Büyük bir çoğunluğu mektup –edebiyat dersleri dışında- hiç yazmadı, fiziksel müzik arşivleri olmadı. Bu kuşak çok duygusal ve hızlı vazgeçebilir, ama motive olduğu zaman da deviremeyeceği dağ yok. Sen leb demeden leblebiyi gugıllar ve sonucu paylaşırlar. Tüm bunları negatif özellikler olarak görmüyor, aksine, bunun aktif öğrenme tekniklerini beslediğini düşünüyorum. Bilgiye erişimin bu kadar kolay olduğu bir zamanda, aktif öğrenme ham bilgiyi kişiselleştirip kullanarak öğrenmemize yarayan operasyonel bir araç.

funding yapalım, melek yatırımcı bulalım” davulları çalıyor. Bu fikirlerin çatlayana kadar ısıtıldığı yerlerde (kuluçka merkezi diyorlar), prototiplerin yapıldığı yaplab/fablablerde girişte kimseye diploma da sormuyorlar. Üniversite eğitiminin paralı olduğu ve ekonomik kriz yaşanan ABD’de şu anda devam eden seçim yarışında ele alınan konulardan biri de “üniversite eğitiminin herkes için ulaşılabilir” olması. Çok kısa bir süre öncesine kadar, bu orada tartışılamazdı bile… Bu arada üniversitelerin içine bakalım. Üniversiteler kendi aralarındaki amansız rekabeti, akademik yayınlar, patentler ve bunların kendi kaynaklarını en az kullanacak şekilde olabilmesi için araştırma projelerine bağlamış durumdalar. Yani bugün dünyanın farklı yerlerindeki akademisyenler, her sene evet her sene yayın yapmak, yapabilenler buluş yapmak, bunları patentlemek ve araştırma gruplarını sürdürebilmek için fon almak zorundalar. Bu doğrultuda, ideali belki araştırma ve eğitimi iç içe götürmenin yollarını aramak iken, tehlikeli bir çatallaşma var. Robotların işlerimizi devralacağı gelecekte, “eğitimcilik” kaybolma riski taşımayan yegane meslekten biri olsa da üniversite hocalığı otomatik pilota bağlanma riskinde. Birkaç örnek verirsem: Sadece online ve hoca yüzü görünmeyen dersler, grup çalışması ve birbirinden öğrenme deneyimi olmayan dersler, kitabın içerisinden çıkan dijital soru bankaları ile hazırlanan online testler ile değerlendirme yapılan dersler…Peki bunlar öğrencilerin üniversiteden bekledikleri eğitim deneyimi midir? Ya da bu deneyimlerin baskın olduğu programlardan mezun olan öğrenciler, mezun oldukları üniversiteyi ne kadar temsil edebilir?

Öte yandan, günümüzde üniversiteler belki en büyük sınavlarını yaşıyor. Bu çağa damgasını vuran rol modeli olan kişilere bakalım. Hemen aklıma gelen Jobs, Gates, Zuckerberg…Hiçbiri üniversite mezunu değil, “college drop out” yani üniversite eğitimini bırakmış kişiler. Global olarak her yerde “projeni, fikrini al gel, crowd-

Bu soruların yanıtları eğitimi/öğrenmeyi her iki taraf için de heves duyulan bir deneyim kıldığı için aktif öğrenme pedagojilerinden geçiyor. Yani bu üniversiteye eğitimi tekrar getirebilen, doğru uygulanırsa da eğitimle araştırmayı buluşturabilen bir yaklaşım.


30

Gelelim sınıfın kendisine…Bu özel sınıfın tasarımını gerçekleştirirken, 2008’den bu yana verdiğim İnsan Davranışı ve Çevresel Tasarım dersinde uyguladığım pedagoji, bu dersin çalıştaylar şeklinde kurgulanışı, derste mekanı kullanışımız etkili oldu. Beraber çalıştığım yetkililer, daha önce sınıftaki farklı iki mobilya grubundan yalnız birinin kullanıldığı Aktif Öğrenme Merkezi tipleri tasarlamış idi. Bu sınıf, gerek tekli ve ikili oturmaya izin veren hareketli mobilyaları, gerekse tüm yüzeylerinin yazılabilir, yansı ve magnetik yüzey olması ile farklılaşıyor. Sınıf, yapılacak aktiviteye göre sınırsız şekle girebiliyor. Sınıftaki klima ve aydınlatma ayarları da kullanıcıya verilmiş durumda, dış cephe camları da açılabiliyor. Hızlı bir çevresel psikoloji dersi verecek olursam bazı mekanlarda sadece orada olmaktan dolayı kontrolümüz azdır, bu davranışlarımızı da etkiler. Sınıf örneğinde, geleneksel bir sınıf bize, “yerine otur”, “ayağa kalkma”, “sessiz dur”, “tahtaya bak”, “sana bir şey sorulursa cevapla”, “kürsü/otorite orada” der. Aktif öğrenme merkezinde ise işte bunların hiçbiri, kürsü dahi yok. Herkesin seçenekleri, seçme hakkı ve mekan üzerinde kontrolü var. Hatta tüm oturma elemanlarında kahveni koyacağın yer var, cep telefonunun/diz üstü bigisayarını şarj edebileceğin, hatta öğrenci sayısından çok priz var. İşte böyle bir ortamda, geçtiğimiz bir yıl boyunca farklı alanlardan öğrenci ve akademisyenlerin sınıfı deneyimlediği deneme dersleri yapılmasını sağladık ve açık uçlu geri bildirimler aldık. Katılımcıların, aktardıkları anektodlarla burada klasik ders işleme deneyiminin gerçekleşemediğini de mutlulukla öğrendik. Hocalar ise, geleneksel bir sınıfta yapamadıkları egzersizleri buradaki kaynaklarla kendi kendilerine keşfettiklerini söylüyorlar. Ben de burada bir sene ders vererek unutulmaz bir deneyim yaşadım. Bu yazıda da görselini kullandığım, dersimdeki yaklaşık 2.5 saatlik bir çalıştaydan toplanan gözlem verisi sonucu elde edilen davranış yoğunluk haritasından da görülebileceği gibi, benim dersimde aktif öğrenme sınıfta bazı öğrenme alanlarının (setting) kendiliğinden oluşması ve bunların sürekliliği (birbirine bağlılığı) ile gerçekleşiyor. Aktif Öğrenme Merkezleri’nde genellikle mobilya yerleşimlerinin aktivitelerle eşleştirilerek kullanılmasını öngörülüyor. Benim dersimde ise, öğrencilere herhangi bir yerleşime göre çalışmaları söylenmediğinde bile aktif öğrenme alanlarının oluştuğunu gözlemlendi. Bu ilk bulgular, geçtiğimiz Eylül ayında Grand Rapids’de ziyaret ettiğim Steelcase Eğitim araştırma grubu ve üst düzey yöneticileri tarafından ilgi ile karşılandı. Projenin ikinci senesinde de Steelcase Aktif Öğrenme Merkezi’ni farklı fakültelerden gelen dersler ile tam program doldurarak, öğrencilerin bu sınıfta ve geleneksel sınıflardaki öğrenme deneyimlerini karşılaştırdığımız araştırmamıza devam edeceğiz. Biz derken, bu merkezi kurduğumuz araştırma projeleri çerçevesinde İç Mimarlık, Bilgisayar Mühendisliği, Yönetim Bilişim, Eğitim Teknolojileri alanlarında saygın hocalarımız ile disiplinlerarası bir araştırma grubumuzu kastediyorum. Burada sistematik eğitim araştırmalarının yanı sıra, mobilya ve kullanıcı hareketlerinin ve vital verilerinin yeni nesil sensor ve giyilebilir teknolojiler ile otomatik algılanması, bunların büyük veri olarak analizi gibi yenilikçi konularda da sürdürdüğümüz araştırma serüvenimize, devam edeceğiz. Eğer siz de Steelcase Araştırma Merkezi’ni ziyaret etmek isterseniz, bana bir e-posta göndermeniz yeterli.


31

Avrupa’daki Steelcase Aktif Ö¤renme Merkezleri Kas›m 2013: Ohalo College, Israel Kas›m 2013: Paris d.school Ekim 2014: Humboldt University, Berlin Kas›m 2014: Fondazion Mondo Digitale, Rome fiubat 2015: Ponte, Rotterdam Nisan 2015: University of Lisbon Nisan 2015: Centrale Lyon Nisan 2015: EM Lyon A¤ustos 2015: CpH Learning, Copenhagen Eylül 2015: Kadir Has University., Istanbul Kas›m 2015: UMPC, Paris fiubat 2016: Politecnico, Milan Nisan 2016: HPI, Potsdam

Proje Ekibi • Yrd. Doç. Dr. Orçun Kepez ‹ç Mimarl›k ve Çevre Tasar›m› Bölümü Yürütücü • Yrd. Doç. Dr. Taner Arsan CE-Bilgisayar Mühendisli¤i - Araflt›rmac› • Yrd. Doç. Dr. Mehmet Ayd›n Yönetim Biliflim Sistemleri - Dan›flman • Ö¤r. Gör. Dr. Selin Üst ‹ç Mimarl›k ve Çevre Tasar›m› - Araflt›rmac› • ‹pek ‹li Erdo¤mufl E¤itim Teknolojileri Destek Birimi ALC Blackboard Koordinatörü

Uluslararas› ve Ulusal Proje Ortaklar› Linkleri • https://www.steelcase.com • https://polyvision.com • http://www.klassis.com • http://www.ee.com.tr


32

E⁄‹T‹C‹ ROBOT OYUNCAKLAR Gürkan MIHÇI Khas Öğretim görevlisi

Her sektörde oldu¤u gibi e¤itim sektörü de geliflen teknolojilerden nasibini al›yor. Bundan 10-15 sene önce anaokulu e¤itimde analog yöntemler kullan›l›rken, yeni teknolojilerle beraber dijital e¤itim araçlar› da e¤itime yard›mc› olarak kullan›lmaya bafllad›. Projektöre ba¤l› bilgisayarlar, dokunmatik ekranl› tablet bilgisayarlar ve ak›ll› telefonlar e¤itime birçok yönden katk› sa¤l›yorlar. Tabletlerdeki etkileşimli eğitici oyunlar, öğrencilere hem ileride günlük hayatlarında bolca kullanacakları dijital teknolojileri kullanma pratiği kazandırıyor hem de gerçek hayatta sunulamayacak etkileşimi sağlıyor. Böylece eğitim daha renklenip eğlenceli hale geliyor. Temel konuları işlerken verilen egzersizler

zenginleşiyor ve öğrenciler çok farklı yönlerden konuya entegre olup daha iyi kavrıyorlar. Peki öğrencilerin dokunmatik ekrana sahip cihazlardaki soğuk cam plakalara dokunup 2 boyutlu bir ortamla etkileşim kurmaları ne kadar etkili bir yöntem? 3 ile 5 yaş arası anaokulu çağındaki çocukların bu sanal dünya ile bu şekilde bağlantı kurmasının ötesine geçilebilir mi? Yeni teknolojiler eğitime nasıl entegre edilebilir? Yeni nesil eğitici oyuncak üreticileri bu sorulara cevap vermek için uğraşıyor. Mikro-bilgisayarların, sensörlerin, yapay zekanın ve bulut teknolojisinin gelişmesi ile çocukların eğitimine ve gelişmesine yardımcı oyuncaklar ortaya çıkmaya başladı. Çocuklarla etkileşime giren robotlar ve çocukların kolayca programlayabilecekleri oyuncaklar hem eğitimi daha eğlenceli hale getiriyor hem de eğitim aracı ile çocuk arasındaki etkileşimi arttırıyor. Bu yazıda, bu oyuncaklara dair örnekler incelenip yeni oyuncakların analizi yapılacaktır.


33

İlk örnek, etkileşimli robot I-QUE. I-QUE, mobil uygulaması olan bir robot. Robotu aldıktan sonra uygulaması indiriliyor. Robot, mobil cihaza yüklenen uygulamaya Bluetooth ile kolayca bağlanıyor. Robota bir soru sorulduğunda uygulama aracılığı ile internetten sorunun cevabını arıyor, cevabı söylüyor ve İngilizce, Fransızca ve Almanca olmak üzere 3 farklı dilde konuşabiliyor. Yavaş ve hızlı hareket etmesi ayarlanabiliyor. Robotun üstünde çocuğun seslerini alan bir mikrofon ve sorulara cevap verirken farklı şekillerde yanıp sönen LED ışıklar var. I-QUE’nun mobil uygulaması sadece onun internete bağlanmasını sağlamıyor, ayrıca robot ile birlikte oynayabileceği oyunlar ile farklı bir etkileşim sağlıyor. Ayrıca, istenildiğinde I-QUE da çocuğa sorular sorabiliyor

ve cevapları da doğru veya yanlış olarak değerlendirebiliyor. I-QUE’nun bir diğer özelliği de basitçe programlanabilir olması. Çocuk, uygulamaya yazdıklarını robota söyletebiliyor veya I-QUE’nun kütüphanesindeki farklı sesleri çıkartmasını ve yürümesi sağlayabiliyor. I-QUE’nun etkileşimi iyi çalışıyor ve çocukların gelişiminde onlara yardım edebilecek özelliklere sahip. I-QUE, internete bağlı olması ve bilgisayar veya tablet gibi 2 boyutlu ortamlardan çocuğu uzaklaştırıp daha fiziksel bir etkileşim sağlaması açısından çok etkili. Fakat, I-QUE’nun tasarımı birçok açıdan başarısız. İlk olarak, robot formundaki eller tasarıma iyi oturmuyor ve kullanılmadığı için bu kadar büyük olması anlamsız. Ayrıca robotun rengi ve ucuz gözüken plastik malzemesi de soğuk duruyor. İkinci örnek ise, bir diğer etkileşimli robot TROBO. Trobo da I-QUE gibi mobil uygulama ile çalışıyor ve onun gibi uygulama üzerinden de etkileşime girebiliyor. Fakat, TROBO’nun en önemli özelliği çocuklara hikâye anlatabilmesi. Çocuğun ismini öğrenebilen TROBO, ismi kullanarak bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik alanlarında çocuklara yönelik hikâyeler anlatabiliyor. Böylece, çocuk yanında bir ebeveyn veya öğretmen olmadan da bu konuları öğrenebiliyor. Ayrıca, mobil uygulama içinde de hikâyeler mevcut. Bu eğitici hikâyelerdeki karakterlerden biri TROBO diğeri ise çocuk oluyor ve oyuncak robot ile dijital hikâyeyi okuyor, hem anlatıcı oluyor hem de aynı zamanda çocukla hikâyenin içinde etkileşime giriyor. Etkileşim arttıkça da hikâye daha iyi anlaşılır hale geliyor. TROBO’nun başarılı tasarımı ve yumuşak dış yüzeyi çocuklar için diğer robotlara oranla daha sevimli ve rahatlıkla kullanılabilir duruyor. Ayrıca birçok eğitici hikâye anlatabilmesi de çok iyi bir özellik. Fakat, TROBO’yu tasarlayanların en büyük hatası TROBO’yu “kız” ve “erkek” olarak tasarlamaları. Sanırım böylece TROBO’ya karakter verilmek istenmiş ama bu karakter verme çabası sadece “anlamsız” ve “gereksiz” bir cinsiyetçi ayrım yapıyor. TROBO’nun bir diğer eksiği ise robotun fiziksel olarak hiç hareket etmemesi. Bu hareketsizlik TROBO’dan çıkan sesi yabancılaştırıyor.


34

Üçüncü örnek, Lego Mindstorms. LEGO oyuncaklarının çocuk gelişimine etkisi tartışılmaz bir gerçek. LEGO MINDSTORMS ise LEGO oyuncaklarının yaptıklarını biraz daha ileri boyuta taşıyor. Temel olarak LEGO MINDSTORMS, LEGO parçalarından yapılan robotlar. Fakat, robotları yaparken içine kutudan çıkan küçük işlemciler de yerleştiriliyor. Yine diğer oyuncak robot örneklerinde olduğu gibi LEGO MINDSTORMS’un da bir mobil uygulaması var ama bu uygulamanın diğerlerinden en temel farkı LEGO MINDSTORMS’un yapılış şemasının uygulamada olması ve robot yapılırken uygulamanın içindeki etkileşimli yapılış şeması kullanılıyor. LEGO MINDSTORMS’un iki önemli özelliği var. Birincisi, robot yapıldıktan sonra uygulama içindeki kolay bir programlama tekniği ile robotun hareketleri programlanabiliyor. Robotun yapabileceği çeşitli hareketler uygulama içinde art arda dizilebiliyor ve robot sırasıyla o hareketleri yapıyor. Çocuklara temel programlama öğretmek için güzel bir uygulama. Diğer özelliği ise, uygulamanın uzaktan kumanda gibi kullanılabiliyor oluşu. Böylece robotun tüm hareketleri kumanda ile uygulatılabiliyor. Mesela, ilerleme, tutma, bırakma gibi hareketler kolayca yapılabiliyor. Ayrıca, uygulamanın içinde ve web sitesinde birçok oyun var. LEGO MINDSTORMS birçok yönden başarılı bir robot oyuncak. Çocuklar hem robotu kendileri yapıyorlar hem de daha sonra etkileşimi de kendileri sağlıyorlar. Ayrıca, programlama öğretmesi de çok iyi bir özellik. Fakat, LEGO MINDSTORMS’un çocukla etkileşimi kısıtlı. İşitsel etkileşimin olmaması büyük bir dezavantaj. Dördüncü örnek ise, etkileşimli oyuncak dinozor COGNITOYS. COGNITOYS’un özelliklerini sıralayacak olursak; çocuğun sorularını cevaplayabiliyor, sesle verilen komutları yapabiliyor, hikâyeler yaratıyor ve bazı bilgileri öğrenebilme özelliğinden dolayı oynadıkça gelişen bir yapısı var. COGNITOYS internete bağlı çalışıyor ve böylece oyuncağın öğrenme sistemi gelişiyor. Her bir COGNITOYS, oynandıkça çocuğa göre özelleşebiliyor. Böylece her seferinde oyuncak çocuğun kişisel ilgilerine göre etkileşim sağlıyor. COGNITOYS çocuğun sevdiği renkleri, oyuncakları,

ilgi alanlarını öğreniyor ve ona göre bir oyun ve eğitim deneyimi sağlıyor. Ayrıca, COGNITOYS’un içinde eğitici oyunlar da var. Bu oyunlar ritim, heceleme, kelime bilgisi, matematik gibi konuları kapsıyor. Mesela, çocukların sorduğu matematik sorularını da kolayca cevaplayabiliyor. Etkileşim arttıkça oyunların zorluk derecesi de artıyor ve doğrusal bir öğrenme sağlıyor. COGNITOYS da diğer oyuncaklar gibi mobil uygulama üstünden çalışıyor, internete bağlanıyor ve çocuk onunla oynadıkça çocukla ilgili bilgileri yavaş yavaş öğrenip kişiselleşiyor. COGNITOYS’un bir diğer artısı ise, firma tarafından yapılan sürekli güncellemeler ile COGNITOYS yeni oyunlar yeni beceriler kazanıyor ve ebeveynler bu güncellemelerden istediklerini indirip kullanabiliyorlar. Çocuk, dinozorun göbeğindeki büyük tuşa basarak konuşuyor. Bu tuş sesi analiz ediyor ve ona göre cevap veriyor. COGNITOYS cevap verirken ağzının içindeki LED ışıklar yanıyor, böylece konuşuyor izlenimi yaratıyor. Bir diğer özelliği ise, diğer robotlardaki gibi hikâye anlatabilmesi. COGNITOYS’un özellikleri diğer robotların daha üstünde fakat, ses kalitesi çok düşük. Söylediklerinin bazıları anlaşılmıyor. Bir de plastik yerine daha yumuşak bir madde ile kaplanmış olsa daha sevimli olabilirmiş. Bu 4 oyuncak ve Sphero, Ozobot, Dash&Dot, PLEO rb ve MiP gibi daha niceleri bize eğitici oyuncakların ne kadar geliştiğini gösteriyor. Kendi kendini geliştiren, kişiselleşebilen, hiçbir kimsenin yardımı olmadan çocukla beraber oynayabilen, ona sorular sorup gelişimine katkı sağlayan ve farklı malzemeler ile yapılan bu oyuncaklar dokunmatik teknolojilerin soğuk cam ekranlarına dokunularak kullanılmasından daha büyük bir etkileşim sağlıyor. Bu yönden hem başarılılar, hem de ileriye yönelik iyi örnekler oluşturuyorlar. Özyeğin Üniversitesi, Tasarım, Teknoloji ve Toplum Doktora programında üstünde uğraştığım konu da bu etkileşimli eğitici oyuncakların anaokul çağındaki çocukların eğitimine nasıl katkı sunduklarını incelemek , yeni ve daha gelişmiş bir teknoloji ile etkileşimi ve eğiticiliği geliştirmek olduğu için bu oyuncakların açtığı yol çok önemli. Ses, fiziksel hareket, görsel etkileşimli çalışmaları ve çocukların oyuncağı dijital dünyadan ayrı tutabilmesi, bu oyuncakları diğer eğitim teknolojilerinden daha farklı bir konuma getiriyor.


35

SOSYAL MÜLK‹YET OLARAK E⁄‹T‹M KAYNAKLARI: AEK İpek İli ERDOĞMUŞ Khas Eğitim teknolojileri destek birimi

Arama motoruna “Open Educational Resources” yazd›¤›n›zda karfl›n›za yüzlerce kaynak dökülüyor. Bu konuyla ilgili yaz›lar, makaleler, kurulufllar, projeler... Gelin birlikte tan›m›na, baz› üniversitelerdeki projelere, konuyla ilgili baz› kurulufllara göz atal›m. Açık Eğitim Kaynakları (AEK) (Open Educational ResourcesOER) ifadesi ilk kez UNESCO tarafından 2002 yılında gerçekleştirilen “Forum on the Impact of Open Courseware for

Higher Education in Developing Countries” (Açık Ders Malzemelerinin Gelişmekte Olan Ülkelerdeki Yükseköğretime Etkisi) başlıklı toplantıda kullanılmıştır. UNESCO’nun tanımına göre AEK, herhangi bir ücret olmaksızın herkesin erişimine açık olan, belli lisans koşullarıyla değiştirilip yeniden eğitim amacıyla kullanılabilen kaynaklardır. AEK konusuna destek olan The William and Flora Hewlett Vakfı için 2007 yılında hazırlanan raporda ise; AEK tanımına, öğrenme ve öğretme dışında araştırma kaynakları da eklenmiş ve bir dersi baştan sona yürütmek için


36

gerekli doküman, kullanılan yöntem, yazılım ve başka araçları da kapsayan daha geniş bir tanım elde edilmiştir. AEK’nin çıkış amacı, bilgi ve iletişim teknolojilerini kullanarak kaliteli bilgi kaynaklarını ve eğitim fırsatlarını dünya çapında tüm bireylere, öğretim elemanlarına ve kurumlara ulaştırabilmektir. Açıklık kavramı; bilginin, toplum faydasına, sosyal bir mülkiyet olarak ve internet aracılığıyla herkese sunulmasını ifade etmekte. AEK öncesinde açık kaynak kodlu yazılımların ortaya çıkışı AEK’ye ilham veren gelişmelerden birisi. Açık kaynaklarla ilgili gelişmelerin tarihçesine baktığımızda 1990’ların sonunda açık kaynak yazılım akımıyla birlikte oluşan organizasyonlar karşımıza çıkıyor. 1998 yılında “Open Source Initiative” ve “Open Content Initiative”, 2001 yılında “Budapest Open Access Initiative (BOAI)”, 2002 yılında “Creative Commons” bu organizasyonların en önemlilerinden. Özellikle “Creative Commons” açık eğitim kaynaklarını anlatırken bahsetmeden geçemeyeceğimiz bir organizasyon. Kaynakların açık olmasından söz ederken bu kaynakların sahiplerini ve onlardan sonra bu kaynakları yeniden üretecek olan kişilerin emeklerini göz ardı etmekten bahsetmiyoruz. Kaynakların toplumsal fayda amacıyla kullanılmasında da telif hakkı söz konusu olmalı. İşte “Creative Commons (CC)” tam da bu görevi üstleniyor. CC lisansıyla üretilen kaynaklar kaynağın sahibinin belirlediği kurallara göre lisanslanıyor ve açık erişime bu lisansla çıkıyor. AEK’ye damgasını vuran ilk geniş çaplı proje 2001 yılında MIT tarafından sunulan “MIT Open Courseware”. Bu proje kapsamında 1800 derse ait tüm materyaller, ödevler, videolar internet üzerinden dünyanın kullanımına açılıyor. Tüm materyaller CC lisansına sahip. Büyüyerek devam eden proje bugün hem lisans hem de lisansüstü derslerle erişime açık. MIT’nin de üyesi olarak yer aldığı “Open Education Consortium” tüm dünyadan 235 üye kuruluşla açık eğitim kaynakları ile ilgili çalışmalar yürüten önemli bir kuruluş. Web sayfasında AEK ile ilgili pek çok bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Avrupa’da 2007 yılında başlayan “Open E-Learning Content Observatory Services (OLCOS)” projesi Avrupa Birliği’nin eöğrenme programı kapsamında açık eğitim kaynaklarının üretilmesi ve kullanımıyla ilgili çalışmaları yürütmekte. Bünyesinde oluşturduğu konsorsiyum konuyla ilgili farklı kuruluşları bir araya getirerek ortak çalışmalarla Avrupa’da açık eğitim kaynaklarının gelişimine katkı sağlamakta. Bu projenin yanında tüm dünyada hem üniversitelerde hem de kâr amacı gütmeyen kuruluşlarla farklı projeler yürütülüyor. İngiltere’de The Open University tarafından başlatılan “OpenLearn” projesi, Hollanda’da Open Universiteit Nederland’de OpenER projesi, Japonya’da kurulan “Japan Open Courseware Consortium”, Güney Afrika’da “South African Institute for Distance Education” tarafından başlatılan “Sofia (Sharing of Free Intellectual Assets)” projesi bunlardan bazıları. Açık eğitim kaynaklarına ilgi dünyanın dört bir yanında artarken Türkiye’de neler olduğuna bir bakalım. Türkiye’de AEK konusundaki gelişmelere baktığımızda Türkiye Bilimler Akademisi’nin (TÜBA) girişimini ilk sırada saymamız gerekiyor. TÜBA, 2007 yılında Ulusal Açık Ders Malzemeleri projesi kapsamında konuya ilgi gösteren 24 üniversite, YÖK, DPT ile TÜBİTAK-ULAKBİM temsilcilerini buluşturdu. 2010 yılında temel bilimler, 2011 yılında da sosyal bilimler alanlarında yoğunlaşmaya karar verildi ve sonrasında 25’i yabancı dilden

çeviri olmak üzere hazırlanan 69 ders 2011 yılı sonu itibariyle www.acikders.org.tr adresi üzerinden kullanıcılara açıldı. TÜBA’nın bu projesinin yanında Ankara, Gazi, İstanbul Teknik, Hacettepe, Orta Doğu Teknik, Bartın, Harran, Başkent üniversitelerinin de açık eğitim kaynakları projeleri mevcut. Türkiye’de iki yüzden fazla üniversiteyi göz önünde bulundurduğumuzda AEK konusunda girişimde bulunan üniversitelerin sayıca azlığı dikkat çekiyor. Sevindirici bir haber, “Open Education Consortium” tarafından her yıl verilen “OE Awards”’un (Açık Eğitim Ödülleri) 2016 yılı “site” kategorisinde ödül kazananlar arasında ODTÜ’nün de yer alması. Bu başarının diğer üniversitelere de örnek olmasını ve ülkemizde bu konudaki farkındalığın artmasını temenni ediyorum. Üretilen bunca kaynak açık olarak herkese sunulmasına rağmen bu konudaki farkındalık ne kadar? MIT’nin açık kaynaklarını sunduğu web sitesi ziyaretleri incelediğinde ziyaretçilerin büyük çoğunluğunun lisans veya yüksek lisans derecesine sahip olan kişiler olduğu görülmüş. Bu kişileri öğrenciler ve ardından eğitimciler izliyor. Kitlesel Açık Çevrimiçi Dersler’de olduğu gibi AEK’yi de hedef kitleden ziyade belli bir bilgi ve eğitim düzeyine sahip kişiler ilgi alanlarına göre daha fazla bilgi edinmek amacıyla inceliyorlar. “OER Research Hub” tarafından hazırlanan 20132014 yılına ait “OER Evidence Report” kapsamında 6046 kişiye yapılan ankette de benzer sonuçlar göze çarpıyor. Raporda AEK’ye bakış açısı da çiziliyor. Anketi cevaplayan eğitimcilerin %37.6’sı, AEK’nin öğrenci memnuniyetini arttırdığını ileri sürüyor. Cevaplayanların %79.4’ü AEK’nin ihtiyaçlarını karşıladığını söylüyor. AEK’yi kullanma tercihlerinin nedeni olarak kullanıcıların %88.4’ü ücretsiz olmasını işaret ediyor. “AEK’yi kullanmak bu kadar faydalı ve bu kadar çok kaynak varsa yükseköğretimde kullanım oranları neden bu kadar düşük?” diye düşünebilirsiniz. Bu kısımda sorunlara da biraz değinelim. Daha önce bahsettiğimiz “OER Evidence Report”da AEK’yi kullanmadaki en büyük sorunlardan birinin kaynaklara nereden ulaşılacağının bilinmemesi gösteriliyor. Buradan da henüz yeterince yaygınlaşmadığı sonucuna ulaşabiliriz. Diğer bir soru işareti ise üretilen kaynakların kalitesinde. AEK için bazı kalite standartları geliştirilmeye çalışılsa da henüz net bir standart oluşturulmuş değil. AEK kullanmak istediğinizde kaynakları tek tek inceleyip kalitesine kendiniz karar vermelisiniz. Telif hakları ile ilgili “Creative Commons” girişimi kolaylık sağlamış olsa da yasal olarak net düzenlemeler henüz mevcut değil. Kaynakların üretilmesi ve internet üzerinden sunulması için bazı maliyetlere katlanmak gerekiyor. Bu sebeple AEK hizmetini sunan kurumların bunu devam ettirebilmesi, bu iş için fon bulmalarına bağlı. Bu durum da sürekliliğini sorgulamamıza neden oluyor. Sorunların aşılması için girişimlerin daha fazla desteklenmesi ve uluslararası düzeyde kararlar alınması gerekiyor. Kaynaklar için standartlar ve bilgi paylaşımında telif hakları en önemli sorunlar gibi görünüyor. Bunların aşılması hem daha fazla kişinin kullanmasını hem de kaynak üreten kişi ve kurumların artmasını sağlayacaktır. 27 – 31 Mart 2017 tarihleri arasında “Open Education Week” kapsamında etkinlikler gerçekleşecek. “Open Education Consortium”un web sayfasını (www.oeconsortium.org) takip etmenizi öneririm. Faydalanalım, faydalanmayanlara anlatalım, ürettiğimiz bilgileri paylaşalım. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır...


37

OKULA ‹NOVASYONU NASIL GET‹R‹RS‹N‹Z? Burcu AYBAT Robert Kolej eğitim teknolojileri koordinatörü

Okulda iyi notlar almak, yüksek ortalama getirmek ve s›navlarda baflar› elde etmek ö¤rencilerimizin hayatta daha iyi yerlere gelmelerinin garantisini veriyor mu? Daha çok bilgiyi iflleme ve inovasyonun ön planda oldu¤u yeni ifl alanlar›na ö¤rencilerimiz uyum sa¤layabilecek mi?

Günümüzde işlerin dörtte üçü artık servis sektöründe yer alıyor. Gerçek hayatta iletişim, problem çözme ve eleştirel düşünme, yaratıcılık, iş birliği içinde çalışma gibi becerileri kullanmak artık elzem. Bu becerileri kullanarak yaptıkları işleri farklılaştıran, organizasyonları, süreçleri ve ürünleri günümüze adapte edebilenler kazanıyor. Peki eğitim sistemimiz yeni nesli 21. yüzyılın gerekliliklerine hazırlıyor mu? 21. yüzyıl becerilerinin eğitim ortamımızın olmazsa olmaz, temel bir parçası haline gelmesi gerektiğini biliyoruz. Ancak okullarda bu beceriler ne yazık ki, “olsa iyi olur” kategorisinden öteye gidemiyor. Buradaki en vahim nokta ise belli sayıda öğrencinin bu becerilere sahip olması gerektiğini varsaymamız. Ne büyük bir yanılgı! Çünkü bu becerilere sahip olmayanlar oyun dışı kalacak.

Yeni Bir Nesil, Yeni Bir Ö¤renme Deneyimi Finans, ekonomi, iş ve girişimcilik okuryazarlığı son dönemde en çok sözünü ettiğimiz beceriler arasında. Ekonomik güçler ve sıkıntılar hayat kalitemizi belirliyor. Büyük kurumlar ve organizasyonlar


38

adına çalışırken oraya ne kadar uygun olduğumuzu bilmek ve rollerimizi belirlemek gerekiyor. Artık hayatımıza girişimci kafa yapısı daha fazla girmeli. Fırsatları, riskleri ve ödülleri tanımalı, çalışma hayatındaki üretkenliğimizi arttırmalı, kariyer seçeneklerimizi genişletmeli ve değişen şartlar üzerinde sıçrayış yapmalıyız. Son yıllarda daha çok genç girişimci ile karşılaşıyor ve gelecek için umutlanıyorum. Daha lise çağlarında kurdukları “startup”larla fark yaratmak isteyen, yaratıcı ve inovatif fikirlerine TÜBİTAK’tan, Sanayi Bakanlığı’ndan destek alan yüzlerce genç var. 21. yüzyılın hedeflerine, elbette 21. yüzyıl müfredat tasarımıyla ve 21. yüzyıl öğrenme kültürü ile ulaşmak mümkün. Son teknolojileri öğrencilerin ellerine teslim etmek, eksiksiz bir planlama yapmak bazen yeterli olmayacaktır. Teknoloji öğretmen ve öğrencilere yön verebilir ve öğrenme ortamına yeni bir soluk getirebilir. Öğretmenler ve öğrenciler başlarını döndürecek bir zaman yolculuğuna çıkmak durumunda kalabiliyorlar. Hologramlar, arttırılmış gerçeklik, kodlama, 3 boyutlu tasarımlar ve yazıcılar, robotlar ve daha fazlası çok değil sadece 5 sene önce vizyona giren bilim kurgu filmlerindeki senaryoları anımsatıyor. Ancak sınıflarımızda son teknolojileri de kullansak yine bu yeterli olmayacaktır. Bu ortam 21. yüzyılın ruhuyla dönüştürülmeli. 21. yüzyıl sınıfında, kütüphanesinde, kantininde, koridorlarında başka bir hava esmeli. Merak, sorgulama, heyecan, eğlenme öğrenmenin parçası olmalı ki öğrenme süreci kendi kendine dönen bir çarka dönüşsün.

Okullarda ‹novasyon Kültürünü Oluflturmak Okullarda inovasyon kültürünü oluşturmak artık hiç de zor değil. Buradaki anahtar nokta, öğrencileri işin içine dahil etmek ve onların inovasyonu sahiplenmelerini sağlamak. En son teknolojileri sınıfa yığmak bu kültürü oluşturmak için tek başına asla yeterli olmayacaktır. Değişen dünyaya ve düşünme şekillerine adapte olabilmek, bu kültürün oluşması için gerekli en temel nokta. Yaratıcılığa, risk almaya ve girişimciliğe gereken önem verilmediğinde teknolojilerin inovasyonu beraberinde getirmesini beklemek elbette hayalcilik olur. Her dönüşümde olduğu gibi yeni bir öğrenme deneyimi için de bir değişim söz konusu. Değişim için de iyi bir liderlik. 2011 yılında Robert Koleji’nde kurulan Student Tech Crew okulda teknoloji ve inovasyon konusunda liderlik potansiyeli olan öğrencileri bir araya topluyor ve bu liderlerin profesyonel gelişimlerini sağlıyor. Bu liderler çeşitli kulüp ve etkinliklerde aktif rol alarak okulun teknolojiye ve inovasyona dair politikalarının oluşmasında görev alıyorlar, öğrenmeyi modelliyorlar, yeni öğrenme fırsatları yakalıyorlar, profesyonel hayattan kişi ve kurumlarla çalışma fırsatı yakalıyorlar. STC düzenli bir araya gelen bir liderlik topluluğu. Bu topluluk yıl boyunca çeşitli profesyonel gelişmelere katılan, yeniliklere açık, bu yenilikleri pilot olarak deneyimleyen ve deneyimlerini okul topluluğu ile paylaşan bir bakış açısına sahip. STC’de yer alan öğrenciler çeşitli sertifika programlarına katılıyorlar, Udemy ve Coursea, EdX’den online kurslar alıyorlar, çeşitli konferanslara hem izleyici hem de sunum ve çalıştay yapmak üzere katılıyorlar. STC’yi güçlü yapan en önemli yönü ise bu deneyimlerini ve öğrendiklerini sürekli okul topluluğu ile paylaşıyor olmaları. Özellikle son teknolojileri ve yaklaşımları öğrenci ve öğretmenlerin deneyimleyebileceği “digital playground”lar organize ediyorlar. Robert Koleji’nde öğretmen ve öğrencilerin yeni teknolojilerin yeni deneyimlere dönüşmesini sağlamak amacıyla her ay Genius Bar, Aralık ayında

Hour of Code haftası ve Mayıs ayında RCMakers gibi büyük etkinlikler düzenliyor. Öğrencilere bir amaç vermek ise bu yeni öğrenme deneyiminin kalbidir diyebiliriz. Bu amacı kendilerinin bulmalarını sağlamak ise altın değerinde. Öğrencilerin buluş yapmalarını istiyorsak buna uygun ortamı da yaratmak gerekiyor hiç şüphesiz. Onlara topluluk oldukları hissini vermek gerekiyor. Sadece sınıf içinde değil küresel bir perspektif kazanmaları için çok kültürlü ve daha büyük toplulukların parçası olmalarını sağlanabilir. Bu anlamda yarışmalar, inovasyon kampları, hackathonlar ve sosyal sorumluluk projeleri öğrencilerin amaçlarını bulmalarında onlara yardımcı olacaktır. RCMakers bu anlamda öğrencilere “outreach” yapmaları konusunda fırsat tanıyor. Eğer eğitimciler, aileler ve öğrenciler “maker” ruhuna sahip olmak için nereden başlayacağını bilemiyorsa RCMakers onlar için büyük bir fırsat. İlgisi olup nasıl ilerleyeceğini bilemeyen ya da ilgi ve yeteneğinin o zamana kadar farkına varamayan pek çok Robert Koleji öğrencisi okulda yürütülen kulüpler ve Hour of Code gibi farkındalığı arttıran etkinlikler sayesinde “maker” hareketinin bir parçası oluyorlar. Tüm yıl süren çalışmalarını ve öğrenmelerini maker fuarı olarak tasarlanan RCMakers etkinliğinde kutluyorlar. Bu kutlamaya sadece kendi okulundaki arkadaşlarını ve öğretmenlerini değil başka okullardan öğretmenleri ve öğrencileri de davet ediyorlar. Kısaca RCMakers buluşu, yaratıcılığı ve hüneri kutlamak ve Maker hareketini yaygınlaştırmak için Robert Koleji’nde her Mayıs ayında düzenlenen bir festival. 100’den farklı okuldan gelen 700+ öğrenci, öğretmen, veli ve uzman, 3 boyutlu yazıcılardan robotlara, giyilebilir teknolojilerden kodlamaya, oyun programlamadan uydu yapımına kadar pek çok konuda 50’den fazla atölye çalışmasında eğlenerek öğreniyorlar. Katılımcılar gün boyunca temel düzeyden ileri düzeye kadar hazırlanmış 3’er saat süren atölye çalışmalarına ücretsiz katılabiliyorlar. RCMakers’da öğrencilerin yönettiği atölyelerde robotlar yapılıyor, legolar bir araya getiriliyor, 3 boyutlu tasarımlar yapılıyor, dronelar, tanklar, sumorobotlar yarıştırılıyor ve heykeller yapılıyor. 7’den 70’e herkesin keyifle katıldığı etkinliklerde üretim yapılıyor. Bu etkinliğin en önemli yönü ise sahnede öğrencilerin olması. Öğrenciler pek çok etkinliği yönetiyorlar ve katılımcıları hünerleriyle etkiliyorlar. Robert Koleji’nde düzenlenen bir başka etkinlik ise Remixopolis inovasyon kampı. Farklı okullardan gelen 200’e yakın öğrenci 5 gün süren inovasyon kampında girişimcilik ve iş dünyası ile ilgili konularda uzman kişilerden eğitimler alıyor; sağlık, eğitim, üretim, teknoloji, bankacılık, gıda sektöründen firmaların temsilcileri tarafından verilen gerçek problemlere yaratıcı çözümler üretiyorlar. Ekip çalışmasıyla ortaklaşa koydukları çözümlerini çeşitli reklam kampanyaları ve ürettikleri prototiplerle destekliyorlar. Birinci olan gruplar firmalar tarafından stajyerlik imkanları ve başka ödüllerle ödüllendiriliyorlar. RCMakers ve Remixopolis gibi etkinliklerin sayesinde pek çok öğrenci Tony Wagner’ın da sözünü ettiği “tutku”larını bulma fırsatı yakalıyorlar. Bunlardan birisi hazırlık sınıfı öğrencisi olan Can. Can, 15 yaşından sonra kodlamaya ve robotlara olan ilgisinin farkına varıyor. Makers kulübüne lisenin ilk yılında kayıt olduktan sonra ikinci ayında buz kalıbından arabasını, üçüncü ayında da kendi drone’unu tasarlıyor. Can’a bunları nasıl yapıldığını öğreten yine Makers kulübü öğrencileri. Merakı ve ilgisi ona her gün yeni icatlarla okula gelmesini ve kendi gibi meraklı başka arkadaşlarını


39

da ateşlemesini sağlıyor. Can kendi deneyimlerini Youtube kanalı aracılığıyla tüm dünyayla paylaşmanın heyecanını yaşıyor. RCMakers 2016’da ilk atölyesini yaparak maker hareketine ilgi duyan diğer çocuklara rol model oluyor.

Bir ‹novasyon Ekosistemi Yaratmak 21. yüzyılın okulunda öğrenciler gerçek hayattan problemler üzerinde işbirliği içinde çalışmalı. Üreten ve tasarlayan bireyler olmalı, öğretmenler de onları yönlendiren mentorlar olacak hiç şüphesiz. İşte böyle bir okulun bir çıktısı varsa eğer, bu da kesin inovasyondur. Steve Jobs liderleri onları takip edenlerden ayıranın inovasyon olduğunu söylemişti. İnovasyon ise çok kullandığımız ama hepimizin tam olarak da tanımını yapamadığı bir kavram. İnovasyonu eğitimciler yenilikçilik, yaratıcılık, öncülük, orijinallik ve girişimcilik kelimeleri ile eşleştiriyorlar. Zorluk, problem çözme, güç verme, devrimsellik, farklı fikirleri birleştirme, idealleştirme, kaynaklar yaratma, dönüştürme, gelişim gibi kelimeler ise akıllarına gelen ilk kelimeler. Eğer bir okul bu kelimeleri bir senaryoda bir araya getirebiliyorsa okula inovasyonu da getirebilir. Bu çok büyük değişimler yapmak gerekliliğini akla getirmesin. Küçük dokunuşlar bile bazen büyük etkiler yaratabilir. Robert Koleji öğrencileri teknoloji, inovasyon ve girişimcilikle ilgili 6 farklı kulübe katılabiliyor. Bu kulüpler IOS Programming, Android Studio Academy, RC Makers, Robotics, Media Design ve Junior Achievement olarak tasarlandı. Kodlamaya ilgi duyan öğrenciler IOS Programming ve Android Studio Academy kulüplerine, maker, 3 boyutlu tasarım ve robotics konularına ilgili duyan öğrenciler RCMakers ve Robotics kulüplerine, tasarıma ilgi duyan öğrenciler de Media Design kulübüne yönlendiriliyor. Bu kulüplerde yer alan öğrenciler Junior Achievement kulübü ile iş birliği yaparak ürünlerinin satışa hazırlanmasında, pazarlanmasında ve satışında birlikte çalışıyorlar. Oluşturulan bu ekosistem içinde öğrenciler fikir aşamasından, üretime ve sonrasında satış ve pazarlamaya kadar olan süreci deneyimliyorlar. “Charger Aid” bu ekosistemin ortaya çıkardığı ürünlerden bir tanesi. Junior Achievement (Girişimcilik) öğrencileri sürekli yaşadıkları, kırılan şarj aletlerinden dolayı ortaya çıkan bu büyük soruna tasarım odaklı düşünmenin adımlarını kullanarak basit bir tasarımla çözüm buldular. 50 dolara yakın bir fiyatı olan bu şarj cihazları öğrenciler sürekli çantalarında taşıdıkları için bir süre sonra deforme oluyorlar. Şarj aletinin koruyucu kısmı soyulmaya ve kablolar ortaya çıkmaya başlıyor. Bu sorundan yola çıkan JA öğrencileri RCMakers öğrencileriyle bir araya geldiler. RCMakers’dan 3 boyutlu tasarım konusunda uzman öğrenciler ve JA öğrencileri bir araya gelerek kablonun kırılan yerine takılabilecek bir aparat geliştirdiler. Geliştirilen bu aparat 3 boyutlu yazıcıdan basılarak üretilmeye başlandı. Farklı renklerde ve boyutlarda tasarlanan bu aparat farklı temalar kullanılarak da üretildi. JA öğrencileri üçüncü prototipten sonra bu ürünü satışa çıkardı. Satışlar Junior Achievement Europe’un Belçika, Letonya ve Litvanya’da düzenlediği ticaret fuarlarında yapıldı. Büyük ilgi gören ChargerAid Litvanya’daki ticaret fuarında yaratıcılık ödülüne layık görüldü. Ürünün patent alma süreci devam ediyor.

Okula ‹novasyon Getirmek ‹çin Robert Koleji son iki senedir deneyimlediği teknolojik inovasyon sürecinin tüm okula yayılması için pek çok çalışma yapıyor. Bu deneyimden yola çıkarak diğer okullarda da inovasyonun ve

yaratıcılığın teşvik edilmesi için yapılabilecekler şu şekilde sıralanabilir: • Bir öğrenci teknoloji liderlik ekibi oluşturun. Bu öğrencilere akranlarına teknoloji kullanımı konusunda destek vermeleri için sorumluluk verin. Onları yetkilendirin. • Teknoloji kulüpleri kurun ve bu kulüplerde öğrencilerinizin liderlik etmelerine izin verin. • Okul çapında Hour of Code ve Maker fuarı benzeri teknoloji etkinlikleri ve yarışmalar düzenleyin. • Öğrencilerinizin başka öğrencilere öğretmelerine ve böylece sosyal sorumluluk projelerine katılmalarına izin verin. • Öğrencilerinizin merakları ve ilgileri dahilinde online içeriklere ulaşmalarını ve kursları takip etmelerini sağlayın. • Teknoloji firmalarıyla iletişime geçin. Ücretsiz eğitimler talep edin. • Öğrencileriniz için stajyerlik fırsatlarını takip edin ve onları yönlendirin. • Uzmanlarla çalışabilecekleri projeler kurgulayın. Okulunuza uzmanları davet edin ya da bu kişilerle Skype/Hangout görüşmeleri ayarlayın. • Ulusal ve uluslararası teknolojiyle ilgili yarışmalara (First Robotics Competition gibi) katılmalarını sağlayın. • Öğrenme yolculuklarını anlatacakları blog, kişisel web siteleri, Youtube kanalları oluşturmaları için onları teşvik edin. • Sertifikalar almaları konusunda onları cesaretlendirin. İnovasyon, sınıfa ve okula kendiliğinden gelmez. Burada öğretmenlerin rolü elbette çok önemli. Öğrencilerle sürekli etkileşimde olmanın ve onları yönlendirmenin değeri büyük. Ancak unutulmaması gereken, inovasyonda sürekliliği sağlamak için öğrencilerin onu sahiplenmesi gerekir. Öğrencilerimizin eylem odaklı, iletişim kuran, risk alan, ileri görüşlü, sorunların üstesinden gelen ve iyi fikirleri ortaya atan bir karaktere bürünmeleri gerek. Bunu yapabilmeleri için de önlerinde bir rol model olması lazım. Öğretmenler bu özelliklere ne kadar sahip? Öğretmenler ne kadar inovatif ? Girişimci olmayan bir öğretmenin girişimci öğrencileri nasıl olabilir? Eğer öğrencilerin inovatif olmalarını istiyorsak bunu önce öğretmenlerin deneyimlemesi çok önemli. İnovasyon deyince aklımıza en popüler yaklaşımlardan biri olan tasarım odaklı düşünme geliyor. Henry Ford, Learning Institute ve IDEO’yla birlikte hazırladıkları tasarım odaklı düşünme çalıştayında iki önemli soru soruyor eğitimcilere: “Tekrar hayal etseydiniz okul neye benzerdi?” “21. yüzyılda mezun olan bir öğrenci neyi bilmeli ve yapabilmeli?” Bu açık uçlu sorulardan yola çıkarak ve tasarım odaklı düşünmenin adımlarını uygulayarak öğretmenler de okullarında inovasyona giriş yapabilirler. Eğer sınıflarımızda öğrencilerinizin tasarım odaklı düşünmeyi kullanarak inovasyon yapmalarını istiyorsak onların açık uçlu sorular üzerinde çalışmalarına fırsat vermemiz gerekir. Risk almalarına, problem çözmelerine ve birden fazla bakış açısına ve çözüme izin vermeliyiz. İnovasyonun olduğu yer fiziksel olarak da önem arz eder. Öğrencilerimizin rahatlıkla çalışabilecekleri, dağıtabilecekleri, kaynaklara ulaşabilecekleri, diğerleriyle etkileşime geçebilecekleri ortak alanlar yaratmamız faydalı olacaktır. Makerspace’ler bu anlamda okullarda inovasyonu körükleyen alanlardır. Ayrıca sadece yer değil zaman olarak da onlara fırsatlar sunulmalıdır.


40


41

GALER‹ KHAS’TA B‹R EDA SOYLU SERG‹S‹: EV‹ YEN‹DEN KURMAK Prof. Dr. Hasan Bülent KAHRAMAN Khas Öğretim üyesi Fotoğraf: Ulaş TOSUN

Ev bir s›¤›nakt›r ve insan daima bir bar›nak/s›¤›nakla mevcuttur. Yaflama kat›ld›¤› ilk andan onu terk etti¤i ve ötesine geçti¤i ana kadar, yeryüzü mevcudiyetini o ev- s›¤›na¤a borçludur. Ana rahmiyle mezar aras›ndaki benzerlikler ve z›tl›klar insan›n yeryüzündeki var oluflunun ve onu kuflatan kültürel serüveninin bir özetidir. Muhtaciyetle bafllay›p muhtaciyetle biten bu yaflam içinde insan varl›¤›n› eviyle ifade eder.

Ev bu anlatımdan çıkan netice olarak korunak diye tanımlanabilir. Freud’un ‘tekinsizlik’ kuramının kaynağı, özü bu nedenle evdir. Ev, tanıdık olanlarla yüklüdür. ‘Yabancı’ ise evin dışında kalandır. Kişi olduğunda yabancı diye nitelendirdiğimiz varlık, başka bir olguyla bütünleştiğinde ‘tekinsiz’ olacaktır. Dolayısıyla tekin olan ev ve içiyle, tekinsiz olan ev dışıyla ilgilidir.

Bu gerçek bir yaklaşım değildir. Politik olanın doğal olan üstünde kurduğu hakimiyetle edinilmiş bir düşüncedir. Kant’ın önerdiği tanım bu yabanıllığı aşmayı öngörüyor ve ‘sürekli barışın’ ancak insanların birbirine mesafesinin ortadan kalkmasıyla sağlanacağını öngörüyordu. Bütün dünya evimiz olduğunda, bu enternasyonel geliştiğinde, düşmanlıklar sona erecekti.

Evle güven arasındaki bu ilişkiyi Freud çok tanınmış bir başka tanımında yerle bir eder. Çünkü evin tanıdık çehresi, evin güven ve tekinlik duygusu veren yapısı ‘ben’le/ego’yla ilgilidir. Ben kendimi nerede güven içinde hissediyorsam ev orasıdır.

Küreselleşme kısmen bu düşün gerçekleştirilmesiydi. Ama ardından gelen savaşlar, yıkımlar düşü kötü bir gerçekle dönüştürdü. O sarsıntıları ise göçler izledi.

Yurt, bu duygunun en ileri noktasıdır. Yurt bir evdir. İnsanın kendisini yurdunda güven içinde duyması, onu bir ev olarak benimsenmesindendir. Kişi, yurdunda evdedir. Yurdun dışı yabanıldır. Tekinsizdir. Yurdun dışında ‘yabancılar’, ötekiler yaşar.

Göç, insanın hayatta karşılaşabileceği en korkunç deneyimlerdendir. Bachelard, evin bize anılarımızı bağışlayan odalardan oluşmuş mekan olduğunu öğretti. Farklı odalarda farklı anılar beslesek de ev bir bütün olarak huzurun mekanıdır. Ve Bachelard’a göre mekanın poetikası, esasen zihnin değil ruhun fenomenolojisindedir.


42

Ev, zihinden çok tinin mekanıdır. Göç, beden ve zihinden çok ruha inen bir darbedir. Günümüz, yersiz yurtsuzlaşmış insanların dünyasına tanıklık ediyor. Sokaklar göçmenlerle yüklü. Göçmen evini terk etmiş, anılarından kopmuş, ruhu parçalanmış insandır. Belki ve ancak yeni bir hayat kurar, yeni bir yurt edinirse bir nebze sağaltabilir onu. Eda Soylu, evini söküyor. Evinin kapılarını galeri mekanına taşıyor ve onlarla yeniden bir ev kuruyor. Bachelard, evlerdeki çekmecelerin bile bir poetikası olduğunu belirtiyordu. Sokaklar dolusu göçmenlerle özdeşleşme içine Eda Soylu, evini yeniden kurarken ikili bir süreci başlatıyor: evin sökülmesi, göçmenlik. Bunun içerdiği, yüklediği tekinsizlik duygusu. Parçalanmış bir evin yarattığı yıkım hissi. Ama galeri mekanına o evi yeniden kurarken bu defa yabancı bir yurtta yeniden ev kurmanın her şeye rağmen getirdiği tekinsizlik duygusunu, onu aşmanın sınır şartlarını sorguluyor: başkasının yurdu bana bütün yabancılığım ve yerleşkeliğimle yeni bir ev fırsatı verebilir mi? Bu sadece büyük ve siyasal göçlere dönük bir sorgu değil. Bütün dünyanın içinden geçtiği kentsel dönüşüme, içinde yaşadığımız mekana yabancılaşmanın en ilginç türlerinden biri olan yeni/den kent kurmaya dönük bir sorgulama aynı zamanda. İçinde olduğumuz ve dışına atıldığımız bir dünyanın kabalığını yere

serilmiş, betonun içinde kuruyan çiçeklerle gösteriyor Soylu. Modern dünya, insanın yabancılaşma tarihidir. Doğayla bir bütün olan insan, modernleşmeyle birlikte önce ondan kopuyor sonra da kendisine, doğallıkla bütünleşmiş emeğine yabancılaşıyordu. Bu zamanla insanın neredeyse bütünüyle kendisine yabancılaşmasına dönüştü. Eda Soylu, kurumuş çiçeklerin fenomenolojisiyle ve onları mekanın içinde kendi evinden oluşan bir mekanla bütünleştirerek bu yabancılaşmanın altını çiziyor. Doğanın yittiği ve mimesinin ortadan kalktığı bir dünyada doğanın öteki anlamını çağrıştırarak ve bizi yıkımların eşiğine taşıyarak fenomenolojik olanı kültürel ve siyasalın içine çekiyor. Bu bir distopya sorusu aynı zamanda. Dünya bir gün bitecek mi? O eşikte yaşıyoruz. İklim değişikliğiyle dönüşen bir dünya olduğunu biliyoruz. O değişimin yarattığı bitim duygusunu yaşıyoruz. Bir bir distopya. Distopyanın gerçekliği. Eda Soylu, evi yeniden kurarak o evi başka bir mekanda, derme çatma bir şekilde yeniden inşa ederek, tekinsiz bile olsa, bize insanın evinin kendisi olduğunu, insanın kendisini evinde bulduğunu duyumsatıyor. Freud, ego, kendi evinde bile efendi, hükümran değil derken acaba tam da bunu mu kast ediyordu?


43

“…Sen ci¤ercinin kedisi ben sokak kedisi…” Orhan Veli Kan›k-Kuyruklu fiiir Fotoğraf: Tevfik BAŞER


44


45

TÜRK‹YE ENDÜSTR‹YEL ÜRET‹M TAR‹H‹NE B‹R BAKIfi: TEK ve ÇOK SERG‹S‹ SALT GALATA Yrd. Doç. Dr. Ayşe COŞKUN ORLANDİ Khas öğretim üyesi

6 Eylül’de SALT Galata’da aç›lan Tek ve Çok sergisi, 1955’ten 1995’e Türkiye’de üretim ortam›n› 80’li y›llarda dolafl›mda olan nesneler arac›l›¤›yla inceliyor. Sergi, endüstri ürünlerinin ilk kez genifl bir al›c› kitlesiyle bulufltu¤u 80’li y›llarda dolafl›mda olan nesnelerden derlenen bu seçki arac›l›¤›yla dönemin üretim ortam›n› ba¤›ms›z hikâyelerle incelerken, izleyiciyi hem izlemeye, hem hat›rlamaya, hem düflünmeye, hem çizmeye, hem gülümsemeye, hem de tart›flmaya davet ediyor. Türkiye’de endüstrileşme süreci cumhuriyet tarihiyle iç içe ilerlerken, endüstri ürünleri tasarımı tarihi ancak ürün tasarımı eğitiminin başladığı 1970’li yıllara kadar geri gidebiliyor. Türkiye’de ilk endüstri tasarımı eğitimi veren kurum Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’dir. Endüstri tasarımı alanında yapılan araştırmalar Türkiye’de endüstriyel tasarım tarihinin en kayda değer gelişmelerinin ‘tasarım eğitimi’ alanında gerçekleştiğine vurgu yapmaktadır. 1970’li yıllar, Türkiye’de endüstriyel tasarımın modernist bir ifade biçimi olarak şekillenmeye başladığı ve sanayi altyapısının çeşitlendiği bir oluşum evresine işaret eder. Bu dönemde, endüstriyel tasarım mesleği henüz kendine ülke endüstrisinde yer bulamasa da, eğitim kurumlarında açılan eğitim programlarıyla kurumsallaşmaya başlamıştır. Bu 45 yıllık eğitim geleneği içinde Türkiye endüstri tasarımı tarihi yazınının oluşmamış olması Tek ve Çok sergisine bu bağlamda da önemli bir rol biçmektedir.

Serginin Tarihsel Arka Plan› “Türkiye’de 80’lerin ortasında karma ekonomiden serbest ekonomiye geçilmesiyle üreticiler, devletin kota sistemine tabi olmaksızın dövizle alışveriş hakkına sahip oldu. Ekonomideki bu yenilik, özel sektörde 50’lerde ivme kazanan sanayileşmenin altyapısını tamamlar nitelikteydi. Devlet, yerli sanayinin yabancı müşteriye hizmet sağlayacağı ve uluslararası rekabete dâhil olacağı bir planı devreye sokmuştu. Beraberinde büyümeyi getiren çıkış, günlük hayata, sürekli artan bir ürün yelpazesiyle tercüme edildi ve ülkenin büyücek şehirlerinde öbeklenen, görünüşte ve maddede küresel bir Türkiye yarattı. Hızlı geçiş sürecinin kilit noktaları büyücek şehirlerdi; el ve makine işleri, yerel ve küresel markalar, lüks ve mütevazı hayat tarzları eş zamanlı olarak bir aradaydı. Üstelik gelişen iletişim imkânları sayesinde uluslararası olan hakkında izlenim edinmek işten değildi. Anında yayılan bolluk ve refah görüntüleri, kısa vadede hayat tarzında terfi vaadine evrildi. Vaadin olanaklara dönüştürülmesi çok çeşitli biçimlerde gerçekleşse de, döneme dair çalışma ve anlatımlar genellikle toplumsal bir ikiliğe dayandırıldı.” Sergi kurgusu kavramsal ve fiziksel olarak 1955-1995 yılları arasında Türkiye üretim dinamiklerine doğrudan ve dolaylı olarak etki eden başlıca ekonomik kararları ve sosyal dönüşümleri referans alır. Kurgu hem çok genel bir çerçeveden, hem de sektör odaklı oluşturulan zaman çizelgesi –timeline– üzerinden dinamik bir araştırma altyapısına dayanır. Benim de aralarında yer aldığım araştırma ekibi, otomotiv, beyaz eşya, mobilya, oyuncak, kırtasiye, giyim, tekstil, gıda, züccaciye, temizlik ve mücevher endüstrilerinden nesne ve hikâyeleri bir araya getirirken, döneme ilişkin bilginin yenilenmesini ve çeşitlenmesini amaçlamıştır.


46

Tek ve Çok, kelime anlamları üzerinden doğrudan üretimde biriciklik ile kitle tüketimi arasındaki ilişkiyi de sorgulamaya davet eder bizleri. Biricik olana yönelik taze bir merakın filizlendiği sanat ve moda ortamından alıntılarla bu yeni dalgalanmanın kültür ekonomisindeki etkilerini de örneklendirmeyi hedefler. Bedri Baykam’ın This has been done before (1987) adlı işinin sergide yer alması ise dönemin modern sanat tartışmalarında, yaratıcılığın yalnızca Batı kaynaklı olabileceği anlayışına karşı bir eleştiri niteliğindedir.

Özgün Kopyalar Serginin bir alt bağlamı özgün kopyalar kavramı etrafında yapılandırılırken, Türkiye’deki üretim tarihine başka bir açıdan bakmayı da önerir. Montaj sanayisinin ilk yıllarından telifsiz taklitlerin cirit attığı günümüze, kopya olarak damgalananlar ekonomik ve entelektüel açılardan zan altındadır: Tek ve Çok, kullanıcıları eşyayı başlı başına değerlendirmeye, koşullara özgü icatları teşhis etmeye ve hiçbir yeniliğin öncülsüz olmadığı dünyamızda bir öğrenme tavrı olarak kopyayı incelemeye davet eder. Fiziksel olarak da 1980’ler boyunca her birimizin gündelik hayatına girmiş olan özgün kopya onlarca eşyaya ait çizimler, sergi mekânında ışık zeminli masa üzerinde izleyiciyi de özgün kopyalar üretmeye davet eder.

1955-1995 y›llar› aras›nda zanaat üretim kültürünün çözülmesi: Paha Biçilmez Biricik Mücevherin Seri Üretime Geçifl Serüveni Araştırmacı olarak sergi ekibine dâhil olma sürecim, Türkiye’de endüstrileşme hikâyelerinde pek de bahsi geçmeyen, zanaat kökenli bir endüstri örneği olarak mücevher endüstrisinin dönüşümünden kesitler aktarmak üzere gelişti. Binlerce yıllık geleneksel üretim sürecinde mücevher, biricik ustanın biricik atölyesinde hayat bulurken, Türkiye’de 1990’lardan itibaren sektörleşme sürecini tamamlayarak endüstri ölçeğine erişen zanaat kökenli ama seri üretim yapabilen melez yapıdaki bu yaratıcı üretim ortamı ve ürün üzerinden okunabilecek her türlü sosyal dönüşümü sorgulamak ve işaret etmek üzere başkaca bir vaka olarak birçok hikâyeyi bizlere sunmaktadır. Dünya kuyumculuğunun en eski ve en önemli mirası bugünkü Türkiye coğrafyası içinde yer almaktadır. Sektörel üretim hacminin tamamına yakını İstanbul’da 550 yıllık kuyumculuk mirasının geleneğini taşıyan Kapalıçarşı ve çevresindeki hanlarda yapılmaktadır. Türkiye’de endüstrileşme süreci Cumhuriyet’le birlikte yaşanmaya başlamış olsa da Türkiye mücevher üretiminin endüstri ölçeğine ulaşması 1990’lar sonrasında olmuştur. Cumhuriyet sonrası yaşanan toplumsal dönüşümlerden Kapalıçarşı üretim kültürü de etkilenmiş, zanaat kökenli üretim geleneği sektörleşme süreciyle birlikte seri üretim mekanizmalarına teslim olmuştur. Bu dönüşümde üretimde roller tanım değiştirmiş, zanaatkârın yerini seri üretim makinaları almış, ustanın yerini teknisyen ve çırağın yerini stajyer almıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarının geride bırakıldığı 1950’lerden başlayarak

Erken Cumhuriyet döneminin anti-emperyalist ulusalcı devlet politikaları yerini liberal politikalara, devlet destekli endüstrileşme ise yerini rekabetçi endüstrileşmeye bırakır. Yine de 1980’lere gelene kadar altın ithalatının yasak olması, bu sektörün yasadışı faaliyet göstermesine neden olmuştur. 1980 yılında gerçekleştirilen askeri darbe ise toplumsal ve ekonomik yapıda yaklaşık on yıl boyunca etkisini hissettirecek bir değişime sebep olmuştur. Bu ortamın yarattığı koşullar zanaat kökenli bu yaratıcı üretim için ideal olmaktan uzaktır. Ancak 1989 yılında Merkez Bankası’nın altın ithalatını serbest bırakmasıyla Türkiye’de altın kaçakçılığına son verilmiş ve altın ithal ve ihracı yasal yollardan yapılmaya başlanmıştır. Bu ise mücevher sektörünün hızlı bir gelişme sürecine girmesine neden olmuştur. Mücevher sektörünü etkileyen bir diğer önemli gelişme ise 1995 yılında İstanbul Altın Borsası’nın kurulmasıdır. İstanbul Altın Borsası’nın faaliyete geçmesi altın fiyatlarının dünya fiyatları ile paralel hale gelmesinin, ithal edilen altınların genel kabul gören saflık ve standartta olmasının önünü açmış, aynı zamanda yurt dışından yapılan gayri resmi altın ithalatının engellenmesini sağlayarak altın ticaretinin kayıt altına alınmasına olanak sağlamıştır. Daha da önemlisi, altın borsasının kurulmasıyla sektörün dünya piyasalarıyla aynı fiyata hammadde temin edebilmesi, sektörü uluslararası pazarlarda ucuz fiyatla rekabet edebilir hale getirmiş, üretimi artırmıştır. Sektörleşme sürecindeki önemli kurumlardan biri de 1991 yılında İstanbul ofisini açan Dünya Altın Konseyi’dir. Konseyin seri üretim tekniklerine uygun modüler yapıda tasarım önerileriyle takı piyasasına tasarım kavramını enjekte etme çabası zanaat kökenli melez yapıdaki yaratıcı üretim ortamı için dönüştürücü bir etki olarak yorumlanabilir. Bu sürecin sonunda Türkiye ihracat potansiyeli yüksek, büyük ölçekli takı üreticisi fabrikalarla tanışmıştır. Bu sonuç aslında zanaat geleneğinden gelen üretim ortamının büyük ölçekte fabrikaya dönüşmesinin de başlangıç noktası olmuştur. Bu dönüşüm sürecinin önemli aktörleri olan kuyumculuk endüstrisi patronlarının tamamının kuyumculuk kökenlerinin olmayışı, ancak tamamının Kapalıçarşı ticaret kültüründen yetişmiş olmaları dikkat çekici başka bir unsurdur. 1990’ların başına kadar kuyumculuğun hammaddesi olan değerli madenlerin ithalatının yasak oluşu, bu döneme kadar büyük hacimli üretim yapan üreticilerin ‘kaçakçı’ sıfatıyla anılmasına sebebiyet vermiş, altının piyasalarda serbest dolaşımıyla yasallaşan süreç boyunca kuyumculuk mesleğinde bir itibarsızlaşma dönemine girilmiştir. Tek ve Çok sergisi kapsamında 1955-1995 yılları arasında bu zanaat üretim kültürünün çözülmesi sürecinde yaşanan kayıplara vurgu yapan bir seri eşya ile birlikte sesli tarih okuması olarak 2015 yılında yapılmış son nesil kuyumcu ustası, Merujan Usta ile yapılan görüşmeden ses kayıtları izleyiciye sunulmaktadır. Sergi ve paralel programlar, konunun kamuya açık katılımla tartışılabileceği çoklu platformlar olarak tasarlandı. Sergi süresince uzun soluklu bir öğrenci atölyesi biçiminde devam edecek olan araştırmanın sonuç ve yorumları içeriğe eklenecek. İzleyiciler, ev içi ürün çizimlerinin yer aldığı masada kendi özgün kopyalarını üretebilecek ve ürünlere dair bilgi ekleyebilecek. Ayrıca, serginin odak noktalarını irdeleyen konuşma ve film gösterimleri gerçekleştirilecek.


47

Türkiye’nin en uzun soluklu tiyatro ödülü Afife Tiyatro Ödülleri, 25 Nisan 2016’da Haliç Kongre Merkezi’nde yap›lan bir törenle 20. yafl›n› kutlad›. 11 ayr› kategoride verilen Afife Tiyatro Ödülleri’nde Muhsin Ertu¤rul Özel Ödülü bu y›l, Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasar›m Fakültesi Tiyatro Bölümü ö¤retim üyesi Prof. Dr. Dikmen Gürün’e verildi. Gürün ile tiyatro yaflam›ndan, tiyatro elefltirisine ve Türkiye’de tiyatronun durumuna kadar genifl bir alanda röportaj gerçeklefltirdik.

“B‹ZLER MUHS‹N ERTU⁄RUL’UN AYDINLATTI⁄I YOLDA ‹LERL‹YORUZ” RÖPORTAJ: Andaç ALP Khas Lisans öğrencisi

Tiyatro e¤itimini Amerika’da alman›zdaki en büyük etken neydi? Türkiye’de tiyatro alanında akademik eğitim veren ilk üniversite Ankara Üniversitesi’dir. Tiyatro Kürsüsü, Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (D.T.C.F.) bünyesinde 1964’de kuruldu. Ben Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni 1961’de bitirdim ve ertesi yıl Amerika’ya gittim. Çünkü tiyatro bilimi okumak istiyordum. Yüksek lisans için de yine Amerika’yı tercih ettim. Sıra doktora yapmaya gelince, kendi tiyatromuz üstüne odaklanmam gerektiğini düşünerek, D.T.C.F. Tiyatro Kürsüsü’ne girdim. Başta tez danışmanım Prof. Dr. Sevda Şener olmak üzere, çok değerli hocalarla çalıştım. Amerika’n›n yan›nda Türkiye’de de tiyatro e¤itimi ald›n›z. Tiyatro hakk›nda iki ülkeyi karfl›laflt›rmak gerekirse neler söylersiniz? İki ülke arasında tiyatroya yönelik bir kıyaslama yapmak ne kadar doğru olur, bilemiyorum. Ama şu bir gerçek ki, kısıtlanan özgürlüklerden, uygulanan baskıcı yöntemlerden tutun, parasal ve mekansal


48

yetersizliklere kadar pek çok hayati sorunla mücadele etmek durumunda kalınıyor bu sularda. Kuşkusuz Amerika’da da her şeyin “güllük gülistanlık” olduğunu söyleyemeyiz; ama oralarda akışın belli bir kurgu içinde sağlandığınıda göz ardı edemeyiz. Türkiye’de ise, tiyatro sürekli bir takım engelleri aşmak ve her şeyi yoktan var etmek durumunda. Ama şu gerçeği de görmek gerekir; tiyatro dünyamızdaki dinamik yapılanmalar ve ödün vermeyen duruşlarla söz konusu engeller bir biçimde aşılıyor. Türkiye’de tiyatronun gelece¤i hakk›nda neler düflünüyorsunuz? Tiyatro giderek daralan bir boğazdan geçiyor. Siyasi iktidarların tiyatro ile barışık olduğu ve onun eleştirel yapısını, özgürlükçü karakterini özümsediği noktada geleceğe dair olumlu beklentiler içine girebiliriz. Bir yanda oyunlar yasaklanırken, ödenekli kurumlarda sanatçılar sorgusuz sualsiz işten atılırken, tiyatro mekanları; mesela Kenter Tiyatrosu gibi, AKM gibi, Taksim Sahnesi gibi daha başka örnekler de verebilirim- kaderlerine terk edilirken ya da yıkılırken, özel tiyatrolara verilen devlet destekleri ‘Demokles’in kılıcı’ gibi toplulukların tepesinde bir tehdit unsuru olarak sallanıyor haldeyken, geleceğe umutla bakmak kolay olmasa gerek. Ama, ben, her şeye karşın, yine de umutsuz değilim. Çünkü biliyorum ki tiyatroya gönül verenler azimle ve dirençle sürdürdükleri mücadelede üstünlüğü sağlayacaklar. Evet, dinamik bir tiyatrocu ve seyirci kuşağı inatla buluşmayı sürdürüyor. Sürdürecek. 2014 y›l›nda verdi¤iniz bir röportajda “TÜSAK’› tiyatromuzun, özellikle ödenekli tiyatrolar›m›z›n gelece¤i için çok tehlikeli görüyorum.” demiflsiniz. Bu konu hakk›nda bugün neler söyleyebilirsiniz? TÜSAK (Türkiye Sanat Kurumu) siyasi iktidarların kültür ve sanat üstüne uyguladığı baskı mekanizmasını daha da güçlendirmeyi hedefleyen bir yapılanma önerisidir kanımca. Britanya’nın ‘Arts Council’ (ACB) oluşumundan esinlendiği ileri sürülen; ama öyle bir özerk yapıya asla sahip olmayan, olmayı düşünmeyen bir tasarı. Aslında, eldeki mevcut sistemi iyileştirmeye çalışmadan, sorunlarısoruları ortak bir platformda tartışmaya açmadan her şeyi yıkıp, alelacele bir ‘kopyala-yapıştır’ olayına yönelmek son derecede sakıncalı ve sakat. Var olanı, şu ya da bu nedenle, kökünden söküp atmak ve tamamen siyasi iktidarların gölgesinde bir flora oluşturmaya çalışmak kültür ve sanat dünyasını bilinçli olarak kendi içinde eritme hamlesidir. Türkiye’deki birçok oyun, sinema filmi vb. sansürleniyor. Bunu bir elefltirmen gözüyle nas›l de¤erlendiriyorsunuz? Türkiye düşünce özgürlüğü alanında notu kırık bir ülke. Victor Hugo, “düşüncenin gümrük memurlarından” söz eder düşünce özgürlüğünün denetlenemeyeceğini söylerken. Ama nedense hemen her dönemde bunu yapabileceklerini düşünür iktidar odakları. Haldun Taner ustamızın dediği gibi, kendilerince statükonun bekçiliğine soyunurlar. Bunu baskıyla, sansürle yaparlar ya da yapabileceklerini sanırlar. Bir yanda ilkokullardan başlayarak eğitim alanında giderek tırmanan zafiyetin, öte yanda toplumsal anlamda yaşanan çöküntülerin tiyatro alanında bu sonuçları doğurması kaçınılmazdır. Bu sansürler çocuk tiyatrosunda kontrol mekanizmas› olarak kullan›labilir mi? Sansürün çocuk tiyatrosuna sızması çocuk kültüründe ve yapılanmasında yaratıcılığı kaçınılmaz olarak yok edecektir. Onların dünyaya bakışlarını tek yönlü kılacaktır. Çocuk tiyatrosunu her

yönüyle çok hassas ve üzerinde önemle durulması, ciddiye alınması, yaratıcılığı desteklemesi gereken bir alan olarak görüyorum. ‹KSV, 2014 y›l›nda ilk defa kurum içinden birine ödül verdi ve sizi Onur Ödülü’ne lay›k gördü. Bir ilk olman›n duygusu nas›ld›? İKSV’nin Tiyatro Festivali Onur Ödülü gibi değerli bir ödülü ilk kez kurum içinden birine vermesi ve o kişinin de ben olmam elbette ki müthiş bir duyguydu. Şaşırdım, sevindim ve kendimle gurur duydum. Çalışmalarımın böylesi bir zarafetle ödüllendirilmesi ne güzel bir şey… Onur ödülüne lay›k görülmenizde genç tiyatroculara her zaman destek vermenizin etkisi var m›d›r? Genç Tiyatro hareketinin tetikleyici güçlerinden biri belki de birincisidir Tiyatro Festivali. Ama, aldığım bu anlamlı ödülde genç tiyatroları, yeni arayışları ısrarla desteklememizin yanı sıra, hayata geçirdiğimiz pek çok projenin payı da büyüktür. Tiyatro Festivali’nin direktörü olarak çalıştığım 20 yıl boyunca sıradanlığa prim vermedim ve seyircimizi, sanatçımızı en iyilerle buluşturmaya gayret ederek çıtayı yükseklerde tutmaya gayret ettim. O nedenle de, Tiyatro Festivali her zaman dünya tiyatrosundan seçkin örnekler, seçkin isimler sundu. Yerli topluluklarımızla proje temelli çalışmalar gerçekleştirildi. Bu çalışmalar ilk kez festivalde perde açtı ve bazıları yurt dışında önemli festivallerde seyirciyle buluştular. Ortak yapımlar Tiyatro Festivali’nin ısrarla üzerinde durduğu bir alandı. Bu şekilde yine belli başlı uluslararası festivallerle ve topluluklarla işbirliğine gidildi. Çalıştaylarla, konferans ve seminerlerle eğitim programları üzerine de odaklandık. Özetlemek gerekirse, bu tür planlı çalışmalar Tiyatro Festivali’ne ivme kazandırdı. Tabii, bütün bu yapılanların, hayli yüksek oranlarda devlet desteği alan dünya festivallerinin aksine, kısıtlı maddi olanaklarla hayata geçirildiğini de ayrıca not etmek gerekir. Bu anlamda destekcilerimizin hakkını ödeyemeyiz. Daha çok genci tiyatroyla tan›flt›rmak ve maddi olana¤› olmayan gençleri de tiyatroyla buluflturmak için yapt›¤›n›z bir giriflim var m›? Tiyatro Festivali’nin seyircisi genelde genç bir seyirci. Yıllardır yapılan anketlerin sonuçları bu yönde. Öte yandan, maddi olanakları kısıtlı gençlere elimizden geldiğince festivalde çalışma olanakları sağlıyorduk. Halen de uygulanan bir sistem bu. Yapılan başvurular arasından seçilen gençler sanatçı asistanlığından, teknik asistanlığa kadar çeşitli görevler üstleniyor ve bu şekilde oyunları izleme fırsatı yakalıyorlar. Tabii ki emeklerinin karşılığını da alıyorlar. Bir çeşit staj da diyebiliriz buna. Şunu da hemen eklemek isterim; bu sistem içinde, yurt dışındaki tiyatrolara ve üniversitelere staj için, burslu okumak için yönlendirdiğimiz öğrencilerin sayısı da az değildir. Genç topluluklar› nas›l buluyorsunuz? Genç topluluklardan çok umutluyum. Çizgisini oturtmuş, duruşu sağlam ve dinamik pek çok genç topluluk var. Elimden geldiğince izliyorum ve tiyatro dünyamıza farklı bir boyut kattıklarını görüyorum. Kadir Has Üniversitesi Tiyatro Bölümü ö¤rencileri için neler söyleyebilirsiniz? Tabii ki güzel şeyler söyleyebilirim. Zaten Tiyatro Bölümü’nün Türkiye’nin en iyi beş tiyatro okulundan biri seçilmesi ne kadar büyük bir başarı. Bu da sanırım bölüm hocaları ve öğrenciler arasındaki sağlam diyalogdan kaynaklanıyor. Başarılı gençler ve başarılı üretimler bu şekilde çıkıyor ortaya kuşkusuz…


49

Afife Tiyatro Ödülleri Tiyatro, her yönüyle bir yarat›c›l›k, bilgilenme, ayd›nlanma ve düflünme süreci olarak yaflamlar›m›z›n ayr›lmaz bir parças›. Tüm sanat ödülleri gibi, tiyatro ad›na verilen ödüller de toplumu oluflturan bireyleri yeni yarat›lar, yeni hedefler, yeni çal›flmalar için yüreklendiriyor. Bu ödüllerden biri de Afife Tiyatro Ödülleri... 1997 y›l›nda, Haldun Dormen’in önerisiyle ve onun sanat dan›flmanl›¤›nda hayata geçen Yap› Kredi Afife Tiyatro Ödülleri, 2016’da, 20. yafl›n› kutluyor. Nisan 1919’da, dönemin koflullar›na ra¤men Hüseyin Suat Bey’in “Yamalar” adl› oyunuyla sahneye ç›kma cesaretini gösteren ilk Müslüman Türk kad›n›d›r Afife Jale. Tiyatro, her dönemde özgürlükler ad›na, ac›lar, sevgiler ve umutlar ad›na ortaya koydu¤u eserlerle gücünü, enerjisini koruyor. Bu ba¤lamda, Yap› Kredi Afife Tiyatro Ödülleri de tiyatro sanat›na katk›lar›yla anlaml› ve yap›c› bir durufl sergiliyor.

Muhsin Ertu¤rul Özel Ödülü Dr. Dikmen Gürün: “Beni onurland›ran çok k›ymetli bir ödül ça¤dafl tiyatromuzun yolunu ayd›nlatan Muhsin Ertu¤rul ad›na verilen bu özel ödül. Bir öncüdür Muhsin Ertu¤rul. Düflüncenin gümrük denetçilerine karfl› hayat› boyunca mücadele eden bir sanat insan›d›r. Bask›c› yöntemlere hiçbir zaman ödün vermemifl ve tiyatroyu yazar›yla, oyuncusuyla, tasar›mc›s›yla, e¤itimcisiyle, elefltirmeniyle bir bütün olarak ele alm›fl bir sanat insan›d›r. Bir düflünür, bir usta, bir hoca ve yaman bir kritiktir. Bizler Muhsin Ertu¤rul’un ayd›nlatt›¤› yolda ilerliyoruz.”

Dikmen Gürün Kimdir? Dikmen Gürün, tiyatro üzerine lisans ve yüksek lisans›n› Amerika Birleflik Devletleri’nde, doktoras›n› Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Tiyatro Kürsüsü’nde tamamlad›. 1993 y›l›nda ‹stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tiyatro Elefltirmenli¤i ve Dramaturji Bölümü’nde ö¤retim üyesi olarak çal›flmaya bafllad›. 2000’de Bölüm Baflkan› oldu. Halen Kadir Has Üniversitesi Sanat ve Tasar›m Fakültesi Tiyatro Bölümü’nde ö¤retim üyesidir. 1993-2013 y›llar› aras›nda ‹stanbul Kültür Sanat Vakf› (‹KSV) Tiyatro Festivali Direktörü olarak görev yapt›. ‹ki y›la yak›n bir süre ‹stanbul 2010 Avrupa Kültür Baflkenti Ajans› Sahne ve Gösteri Sanatlar› Yönetmeni olarak çal›flt›. Tiyatro üstüne kitaplar› vard›r. Çeflitli yurt içi ve yurt d›fl› sempozyumlara sunumlar›yla kat›lm›fl ve bildirileri yay›mlanm›flt›r. Ayn› flekilde, yerli ve yabanc› kitaplarda bölüm yazarl›¤› yapm›flt›r. Cumhuriyet Gazetesi’nde ve çeflitli sanat dergilerinde yazmaktad›r. Alan›nda pek çok ödül sahibidir. Son olarak 2014 y›l›nda ‹KSV Tiyatro Festivali Onur Ödülü ve 2016’da Yap› Kredi Afife Tiyatro Ödülleri Muhsin Ertu¤rul Özel Ödülü’nü alm›flt›r.


50

Dünya sinemasında darbe eleştirisi yaparak ön plana çıkan ilk film Yunanistan’daki 1967 albaylar cuntasını eleştiren Z filmidir. Darbe yönetimi sırasında esrarengiz biçimde öldürülen milletvekilinin davasına bakan dürüst bir savcıyı anlatan film, biçim ve içerik olarak dünyada ilgi görmüş, en iyi film ve senaryo dallarında Oscar’a aday olmuştur. Yakın zamanların ilgi çeken bir diğer bir darbe filmi Missing/Kayıp adıyla, Z’ nin yönetmeni Costa Gavras tarafından çekilen, bu sefer 1973’de Şili’de gerçekleşen askeri darbe sırasında kaybolan bir Amerikalı gazeteciyi babası ve eşinin arama hikâyesini anlatan bir filmdir. Isabel Allende’nin romanından uyarlanan 1993 yapımı Ruhlar Evi de askeri yönetim altındaki Şili’yi anlatır. Bu konuda bir başka film de Arjantin menşeli, 2009 yapımı Gözlerindeki Sır’dır. Arjantin’e en iyi yabancı film Oscar’ını getiren Gözlerindeki Sır’da, ülkede çok uzun süre yaşanılan acılar ve cinayetleri araştırırken bir savcının uzun yıllar boyunca dik durarak yaşanan haksızlığı araştırması anlatılmaktadır.

TÜRK S‹NEMASINDA DARBE F‹LMLER‹ Doç. Dr. Murat AKSER Khas eski öğretim üyesi

Türk sinemas›nda darbe filmleri özellikle 12 Eylül 1980 darbesine karfl› toplumsal bir elefltiri olarak bafllad›. Sonraki y›llarda sansürün kalkmas›yla 1960 darbesine de de¤inildi. Sonunda Türk sinemas›nda askeri darbelere karfl› iki bak›fl geliflti. Espri ile yaklaflan nostaljik güldürü filmleri ve ayd›n›n yabanc›laflmas›n› anlatan içine kapan›k sanat filmleri. Bir ara model olarak da Hat›rla Sevgili gibi darbelerin ana konu olmay›p, arka plan olarak sunuldu¤u diziler ortaya ç›kt›. Yazar halen Ulster Üniversitesi’nde öğretim üyesidir.

Türk sinema tarihine baktığımızda ise, daha çok 12 Eylül darbesini eleştiren filmler yapıldığını görürüz. Zeki Ökten bu konuda öne çıkan yönetmendir. Onunla birlikte, kendisi de darbeden zarar gören sanatçı Tarık Akan 12 Eylül darbesini eleştiren filmlerde öncü rolü almıştır. Özellikle 1986 yapımı Ses filmi Tarık Akan ve Nur Sürer’in usta ve sade oyunculuklarıyla darbenin psikolojik etkilerini anlatır. Fehmi Yaşar’ın senaryosu, Orhan Oğuz’un görüntü yönetmenliği ve Tarık Öcal’ın duygulandıran film müziği ile film, estetik açıdan da yabancılaşmayı anlatır. Türk sinemasında darbe, aydının ülküsü uğruna acı çekmesi ve yenilgi nedenleri üzerine bireysel hesaplaşmasını anlatır. Bu anlatım tarzının ötesine geçilememesinin estetik, içerik ve ekonomik sebepleri vardır. Televizyon ve video filmlerinin etkisiyle seyirci sayısında düşüş olan Türk sinemasında gişe başarısı yakalayabilecek türlerde filmlere ağırlık verilir ve eleştirel-sanatsal filmler uluslararası festival sineması olarak kendilerine bir yön çizerler.


51

ve sansürlenmekten kurtulmuşlardır. 2000’lerde darbeleri güldürü üzerinden eleştiren filmlerin yanında, melodramatik olarak da eleştiren ikinci bir akım da görülür. Vizontele Tubaa, O… Çocukları ve Beynelmilel filmleri bu şekilde darbeleri sıradan insan yaşantısı üzerindeki etkileriyle anlatır.

Öte yandan, Yılmaz Güney de 1980 darbesini eleştirdiği iki film, önce Yol sonra Duvar filmlerinde dönemin toplumsal bir portresini hapishane içerisinden bakarak anlatır. Hapisteki çocuklar üzerinden hikayesini anlatması açısından Duvar filminde de çok etkileyici karakter tasvirleri bulunur. 1986-87 yıllarında ise yeni filmler çıkar, bunlardan en önemlisi Uçurtmayı Vurmasınlar filmidir. Film, kadınlar hapishanesi içinden bir çocuğun gözüyle özgürlüğe bakışı işlemiştir. Çocuk üzerinden darbe eleştirisi yapan filmler 1990’larda Handan İpekçi’nin Babam Askerde filmi ile devam eder. Bu filmlerdeki iki önemli tematik durum, hapsedilmişlik ve kaybedilmiştik hissi, Türk sinemasında özellikle 12 Eylül’ü eleştiren darbe filmlerinde söz konusu olmuştur.

Popüler sinemada ise ikinci bir yaklaşımdan daha söz edilebilir. Bu yaklaşım Vizontele ve Hükümet Kadın gibi darbelere komedi üzerinden eleştirel bakan filmlerde görülür. 2000’ler sonrası özel televizyonculuk üretim biçiminden ve dizicilikten yetişme komedi oyuncularının öne çıkardığı darbe konulu filmler bu çok ciddi konuya gülmece ile yaklaşıp, yasal olarak zor duruma düşmekten

Benzer şekilde, Eve Dönüş filmi de, sıradan vatandaşın darbenin Kafkaesk mantıksızlığı nedeniyle çektiği sıkıntıları anlatıyor. Burada bir vatandaş hiç yoktan sıkıyönetim tarafından içeri alınıp, sonra “ne yapalım hata yapmışız” izahı ile bırakılıyor. Yine 12 Eylül darbesi düşünüldüğünde geçmişe bakan filmler kategorisinde, darbe sonrası siyasetten yasaklanan Ecevit ve Demirel gibi liderlerin bir süreliğine Çanakkale’de alıkonulması üzerine bir film olan Zincirbozan var. Bir diğer film ise, Atıf Yılmaz’ın Eylül Fırtınası. En son darbeye değinen film ise Barış Atay’ın Eksik filmi. Gene darbenin hemen akabinde bir darbe çocuğunun hayatının nasıl mahvolduğu anlatılıyor. Anne babasını darbede kaybeden bir çocuk, dedesi tarafından yetiştirilmiş ve tıpkı toplum gibi idealistlikten yolunu kaybetmiş savrulup gidiyor. Çok güçlü oyunculuğu ve anlatımı nedeniyle gerçekçi bir film Eksik.


52

anlatmaya çalıştığı için bir nevi yabancılaşma filmlerinin antitezini oluşturur. Türkiye’de yapılan darbe karşıtı filmler ile yurt dışında yapılan darbe karşıtı filmler arasında ulusal sinema endüstrilerinin kapasitesi açısından da farklar bulunur. Uluslararası dağıtım ve gösterim desteği olan yabancı filmler milyon dolarlarca bütçelere sahip olup, tarihsel gerçeklik hissini daha etkin biçimde yansıtabilmektedirler. Türk sinemasında ise benzer altyapısal destek olmayınca içe kapanık dar mekânda geçen psikolojik gerilim türünde melodramatik ve biraz da entelektüel filmler yapılmaktadır.

Öte yandan tarihsel olarak Türkiye’de filmler ve diziler darbe döneminin hedef olmuşlardır. Bunlardan biri olan Halit Refiğ’in Yorgun Savaşçı’sı 1980 darbesi sırasında yasaklanıp yakılmıştır. Aslında 1920’lerde İstanbul’da geçmekteyken, yapım süreci 197882 arası olduğu için darbeye denk gelmiş, darbeci generallerce beğenilmemiş, üstüne de negatifi yakılmış bir dizidir. Sonradan 1991-92 yıllarında yeniden başbakan olan Demirel tarafından verilen direktifle dizinin var olan bir video bandı bulunmuş ve darbede kaybolmuş bu film TRT’de yayınlanarak izleyici ile buluşmuştur. Darbelerin sinemamıza bir etkisi de filmlerin negatiflerinin kaybolması veya yakılmasıdır. Buna bir örnek de Yılmaz Güney filmleridir. Darbe ile yurtdışına kaçan ve akabinde vatandaşlıktan çıkartılan Güney’in tüm film baskılarına da el konup, 12 Eylül darbe yönetiminin emriyle yok edilmiştir. Yılmaz Güney’in filmlerinin negatifleri yurt dışına kaçırıldığı için sonradan bulunup restore edilmiş ve 1990’lı ve 2000’li yıllarda Türkiye’de sinemada gösterilmiştir. Bu açıdan Yılmaz Güney filmleri üstün çaba ve mücadele ile kurtulabilmiş filmlerdir. Estetik olarak baktığımızda, dünya sinemasında darbe aleyhtarı ya da o konuyu anlatan tarihi filmlerle Türkiye’de çekilenler arasında içerik ve biçim farkı söz konusudur. Yurt dışında yapılanlar hesaplaşma üzerine ve hesap sorma üzerinedir. Estetik ve anlatım açısından hak aranan bu filmlerde, daha çok “biz hakkımızı arıyoruz ve onlar kötüydüler, yaptıkları da kötüydü hesap soruyoruz” düşüncesi hakimdir. Oysa Türk sinemasının darbe hesaplaşması içe dönük ve aydının yabancılaşmasının hesaplaşmasıdır. Bu hesaplaşmada “biz nerede yenildik, yanılmışız, bir şeyleri değiştirmek üzere yola çıktık, ama bak bize ne oldu” gibi kendi içinde hesaplaşan, aydının yalnızlaşması üzerine yapılan hesaplaşması var. Bu tarzda uzun bir film listesi yapabiliriz: Sen Türkülerini Söyle, Prenses, Bu Son Olsun, Bütün Kapılar Kapalıydı, Dikenli Yol, Gülün Bittiği Yer, Bekle Dedim Gölgeye, Av Zamanı Darbe, Sis, Çözülmeler ve Suyun Öte Yanı. Bu nedenle, komedi damarı olarak ortaya çıkan darbe filmleri ortalama bir sinema izleyicisine hitap ederek meseleleri gülerek

Dizilerde ise tarihi arka planda tutan ve geçmişe nostaljik bakan, fakat gene de aile içi melodram türünde yapılan Hatırla Sevgili, Çemberimde Gül Oya ve Öyle Bir Geçer Zaman Ki gibi diziler seyirci buluyor. Diziler, 1960’lar, 70’ler ve 80’leri, bir taraftan ailelerin dramlarına bakarken diğer taraftan tarihsel olarak askeri darbelerin etkilerine de değinerek anlatılıyorlar. Bir tarafta toplumsal hafızayı yenileyen ve darbelerin yarattığı toplumsal travmaları hatırlatan durumlar, öte yanda yasak aşklar ve ailelerin parçalanışı gibi konuları olan bu dizilerde tarihe nostaljik ve romantik bir bakış bulunuyor. Sinemada bu yaklaşımın en başarılı filmi Babam ve Oğlum olmuştur. Bu filmde bir ailenin kuşaklararası kişisel dramı anlatılırken, askeri darbe sadece arka planı oluşturuyor. Filmde darbe sırasında doğan ve annesini ile dedesini hiç görmemiş bir çocuğun en sonunda babasının ölümü ile dedesinin geçmişi kabullenmesine şahit oluyoruz. Gişe başarısı yüksek olan Babam ve Oğlum gibi popüler olarak halka inebilen, derdini melodramatik yaklaşım ile metaforlar üzerinden anlatabilme başarısı her yönetmende yok. Çağan Irmak’ın özgün yaklaşımı ile başardığı anlatım sentezini yakalayamayan diğer filmler ise, daha çok aşk ya da terk edilme hikâyeleri üzerinden bir dönem portresi verirken, bazen de aşırı gerçekçi olup acı, işkence ve gözyaşı ile “neden kaybettik” portresi veriyorlar. Tarihsel arka plan ile bireysel hikâyeyi harmanlayan sentez darbe karşıtı filmin ortaya çıkışı Türk sinemasında yeni bir paradigma. Bu yeni anlatım biçiminde ne aşırı melodramatik bir aile dramı ne de aşırı yabancılaşmış kişisel bir hikâye olacak; toplumsal arka plan ile kişisel tecrübeleri doğru harmanlayabilecek yeni bir sinemasal anlatım paradigmasının gelişmesi mümkün. Türk sinemasında bunu yapabilmek için senarist/yönetmenlerin önce olayları bir tarihsel perspektife oturtması, ardından objektif kaynaklara ulaşıp, propaganda gibi hissettirmeyecek, taraflara haksızlık ettirmeyecek türden bir filmi yapmak için çalışması gerekiyor. Öte yandan, darbelere tarihsel yaklaşımda objektifliğe ulaşabilmek için genellikle belirli bir sürenin geçmesi gerekir. Eğer darbe karşıtı film, hemen darbe sonrasında yapılırsa, büyük ölçüde bir propaganda filmi hissi verebilir. Zira sıklıkla eleştiri yapılırken aşırıya kaçıp, olayları karikatürize etme riski olabiliyor. 2015-16 yılında Türk sinemasında sinema seyircisi sayısı azaldı. Sinema sektöründe yüzde 10 küçülme var. Türk Sineması açısından çıkış aranacak bir yıla giriyoruz. Belki Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın hayatını ve 15 Temmuz darbe girişimini anlatan iki film, Reis ve Uyanış, Türk sinemasında yeni gişe başarasını geri getirebilir ve bu küçülmeyi durdurabilir.


53

F‹LM EK‹M‹:

“SONBAHAR F‹LM HAFTASI” Öğr. Gör. Dr. Esin PAÇA CENGİZ Khas öğretim görevlisi

‹stanbul Kültür ve Sanat Vakf› taraf›ndan ilk kez 2002 y›l›nda Emek Sinemas›’nda gerçeklefltirilen film gösterimleriyle bafllayan Film Ekimi bu y›l 15. yafl›n› zengin bir film seçkisiyle kutluyor.

öne çıkan ve festivalden ödülle dönen, aynı zamanda Oscar’a aday gösterilen filmlerin oluşturduğu Film Ekimi, 7-16 Ekim tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirildi. Önümüzdeki günlerde Ankara, İzmir, Bursa ve Eskişehir’de gösterimlere devam edilecek.

2002 yılından itibaren; Elia Suleiman, Pedro Almodovar, Gus Van Sant, Hany Abu Assad, Kim Ki-duk, Jane Campion gibi dünya sinemasının önemli yönetmenlerinin merakla beklenen filmlerini ve daha da önemlisi sinemaseverler olarak vizyonda izleme şansı bulamadığımız onlarca yapımı büyük ekranda izleme fırsatı veren festival, bu yıl da heyecanla beklenen 51 filmi izleyiciler ile buluşturdu. Programı ağırlıklı olarak Cannes Film Festivali’nde

Yazar›n Seçkisi / Tavsiyesi American Honey İstanbul Film Festivalinde gösterimi gerçekleştirilen Fish Tank/ Akvaryum (2009) ve FIPRESCI ödüllü Wuthering Heights (Uğultulu Tepeler) (2011) ile büyük beğeni toplayan yönetmen Andrea Arnold’un son filmi American Honey Cannes Film Festivali’nin en çok konuşulan filmleri arasındaydı ve Jüri Özel Ödülü’nü almaya


54

hak kazandı. American Honey 18 yaşındaki Star’ın dergi aboneliği satan bir grup ile çıktığı yolculuğu konu ediyor. Film enerjisi, müzikleri ve sinematografisi ile izleyenleri kendine hayran bırakıyor. Elle / O Temel İçgüdü, Show Girls, Robocop filmlerinin yönetmeni Paul Verhoeven’in son filmi Elle Isabelle Huppert tarafından canlandırılan Michele’in tecavüze uğradıktan sonra yaşadıklarını konu ediyor. Michele maruz kaldığı bu travmatik olay sonrasında kendisine tecavüz eden kişiyi kendi yöntemleri ile bulmaya ve intikam almaya karar veriyor. Film, özellikle Isabelle Huppert’in performansı ekseninde çok tartışıldı. Hatta Huppert’in kariyerinin en iyi performansını bu filmde ortaya koyduğu hemen hemen her eleştirmenin ortak fikri. Filmin fragmanını izlemek bile Elle’in çarpıcı yapısı ve Huppert’in şahane oyunculuğunu fark etmenizi sağlıyor.

Alt Tarafı Dünyanın Sonu eleştirmenler tarafından yönetmenin en olgun filmi olarak görülüyor. Cannes Film Festivali’nde Grand Prix- Büyük Ödül ve Ekümenik Jüri Ödülü’nü kucaklayan film aynı zamanda Kanada’nın 2016 Oscar adayı. Ma Vie de Courgette /Kabak盤›n Hayat› Yönetmen Claude Barras’ın ilk uzun metrajlı filmi olan Kabakçığın Hayatı dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yaptı. 2016 Annecy’de En İyi Canlandırma ve İzleyici Ödülleri’nin de sahibi olan stop-motion film, annesinin ölümünden sonra yetimhanede kalmak zorunda kalan bir çocuğun edindiği arkadaşlıkları ve büyümenin sancılarını konu ediniyor. Gösterildiği her yerde hakkında övgüler düzülen film İsviçre’nin 2016 Oscar adayı.

The Salesman / Sat›c› 2011 yılında A Seperation (Bir Ayrılık) ile hem Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı hem de En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülü kazanan İranlı yönetmen Asghar Farhadi’nin son filmi The Salesman bu seneki Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo ve En İyi Erkek Oyuncu ödüllerinin sahibi oldu. Arthur Miller’in Satıcının Ölümü oyununu sahneye koyan tiyatrocu çift Rana ve Emad’ın hikâyesini konu edinen film, yıkılan evleri yüzünden yeni bir eve taşınan çiftin hayatlarının Rana’nın yeni evde uğradığı saldırı ile nasıl altüst olduğuna ve Rana’nın peşine düştüğü intikama odaklanıyor. Satıcı İran’ın 2016 Oscar adayı.

Bacalaureat / Mezuniyet 2007 Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödüllü 4 Ay, 3 Hafta, 2 Gün’ün yönetmeni Cristian Mungiu, kendisini bu yıl Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülü sahibi yapan Mezuniyet ile Film Ekimi seçkisinde yerini alıyor. Rumen Yeni Dalgası’nın kurucu sinemacılarından biri olarak anılan Mungiu’nun filmi Mezuniyet Romanya’da doktorluk yapan Romeo ve kızı Eliza’nın yaşamlarına odaklanıyor. Elisa, öğrenimine İngiltere’de devam etmek üzere burs kazanmıştır, ancak lise bitirme sınavlarına girmeden önce saldırıya uğrar. Romeo, kızının geleceğini tehlikeye atmamak adına farklı yollara, hilelere başvurur. Yılın en çok beklenen filmlerinden olan ve görenler tarafından takdirlere boğulan Mezuniyet, baba-kız ilişkisi üzerinden Romanya’nın dününün ve bugününün izlerini süren bir film olarak tarif ediliyor.

I, Daniel Blake / Ben, Daniel Blake Bread and Roses (Ekmek ve Güller) (2000), Land and Freedom (Ülke ve Özgürlük) (1995), Sweet Sixteen (Afili Delikanlı) (2002), My Name is Joe (Benim Adım Joe) (1999), The Wind that Shakes the Barley (Barley’i Sarsan Rüzgar) (2006) gibi önemli filmlerin usta yönetmeni Ken Loach’un son filmi I, Daniel Blake (Ben, Daniel Blake), 2016 Cannes Film Festivali Altın Palmiye ödülünün sahibi. Geçtiğimiz yıllarda Altın Palmiye ödülünü The Wind that Shakes the Barley ile kazanan İngiliz yönetmenin son filmi, sağlık problemleri nedeniyle çalışamayan emekli marangoz Daniel Blake’in devlet yardımı almak için verdiği mücadeleye odaklanıyor.

Sieranevada Rumen Yeni Dalgası’nın temsilcilerinden olan ve The Death Of Mr. Lazarescu (Bay Lazarescu’nun Ölümü) (2005) ve Aurora (2010) ile tanınan Cristi Puiu’nun son filmi Sieranevada babasının ölümünün ardından, onu anmak için düzenlenen bir aile toplantısına katılan Lary’nin hikayesine odaklanıyor. Planlandığı gibi gitmeyen anma yemeği, Lary’nin geçmişi hatırlamak ve yüzleşmek zorunda kaldığı komik bir aile dramına dönüşüyor. Sieravenada uluslararası eleştirmenler tarafından 2016’ın en iyi filmleri arasında sayılıyor ve “çok ciddi bir komedi” olarak tanımlanıyor. Film, Romanya’nın 2016 Oscar adayı.

Ah- Ga- Ssi / Hizmetçi İhtiyar Delikanlı / Old Boy (2003), I am a Cyborg / Ben Bir Cyborgum (2006) filmleriyle sinemaseverleri kendine hayran bırakan Güney Koreli yönetmen Park Chan-Wook’un filmi Hizmetçi 1930’larda Japon işgali altındaki Kore’de geçiyor. Zengin bir Japon kadını (Hideko) ve onu dolandırıp zenginliğini ele geçirmeye çalışan Koreli hizmetçi (Sookie) arasındaki ilişkiyi konu edinen film, yönetmenin her filmini heyecanla bekleyen hayranlarını tatmin edecek gibi görünüyor.

Paterson Bağımsız Amerikan sinemasının en dikkat çeken yönetmenlerinden, Only Lovers Left Alive (2013), Dead Man (1995) , Stranger than Paradise (1984) filmleriyle seyircilerin gönlünü fethetmiş Jim Jarmush’un filmi Paterson, New Jersey Paterson kasabasında otobüs şoförlüğü yapan ve şiirler yazan Paterson’un hayatına odaklanıyor. Adam Driver’in performansı ve Jim Jarmush’un eşsiz sinema diliyle adından söz ettiren film, Jarmush hayranlarını tatmin etmiş gibi görünüyor.

Juste La Fin Du Monde / Alt Taraf› Dünyan›n Sonu 2014 Film Ekim kapsamında gösterimi gerçekleştirilen bol ödüllü Mommy (Ana) (2014) ve I Killed My Mother (Annemi Öldürdüm) (2009) filmlerinin yönetmeni Xavier Dolan’ın filmi Alt Tarafı Dünyanın Sonu özellikle oyuncu kadrosuyla dikkat çekiyor. Kadrosunda Marion Cotillard, Gaspard Ulliel, Vincent Cassel, Léa Seydoux ve Nathalie Baye’in bulunduğu film, Fransız yazar Jean-Luc Lagarce’ın aynı adlı oyunundan uyarlama bir aile dramı. Film, yazar olan Louis’nin ölümcül bir hastalığa yakalandığını söylemek için uzun yıllar sonra eve geri dönmesini konu ediyor.

Toni Erdmann Yönetmenliğini Maren Ade’nin gerçekleştirdiği, Cannes Film Festivali’nin en çok konuşulan filmlerinden olan FIPRESCI ödüllü Toni Erdmann, baba – kız ilişkisi üzerine bir komedi. Filmin başkarakteri Winfried, yoğun bir iş hayatı olan kızı Ines’le fazla görüşemez. Ancak köpeğini kaybettikten sonra Ines’i ziyaret etmeye karar verir. Ama bu ziyarete rağmen, hem Ines’in yoğun iş hayatı hem de Windried’in garip alışkanlıkları nedeniyle ilişkileri ilerleme kaydetmez. Birçok eleştirmen tarafından son yılların en heyecan verici ve en iyi filmlerinden biri ilan edilen Toni Erdmann Almanya’nın 2016 Oscar adayı.


55

MASAL MASAL ‹Ç‹NDE DÜNYA KORKU ‹Ç‹NDE Gülizar GÜLOL Khas öğretim görevlisi

Yaflam›n içinde var olan her fley, bir dünya tarihidir asl›nda. Bu dünya, merkezine insan›n yerleflti¤i bir ola¤anüstülükler zinciridir. Efrasiyab’›n Hikâyeleri, ‹hsan Oktay Anar’›n ad› hikâye, kendisi roman olan masallar›d›r. Bu eserle, yaflam›n gizemine yolu sanattan geçen felsefi s›rlar›n büyüsüyle ereriz. Binbir Gece Masalları formatında çerçeve öyküler dediğimiz türden iç içe öykülerle fantastik bir yolculuğa çıkarız. Bu anlatı, edebi tarz bakımından temel birçok özelliğiyle postmodern roman anlayışına uygundur. Postmodern romanı, her okuyucu her okuyuşta yeniden yaratır. Bu esere de edebi tadı veren bu yeni yaratmalardır. Postmodernlere göre hayat da bir kurgudan ibarettir. Bu anlayışa sahip olan Anar’ın kitapları da kurgunun gerçeğe, gerçeğin kurguya değişip durduğu bir gerçeklik devinimi içinde ilerlemekte. Böyle olunca da görünen dünya, göründüğü gibi olmaktan çıkmakta ve sadece romanın kurgusu içinde bir anlam kazanmaktadır. Hikâyelerdeki fantastikliğe uzanan, postmodern kılıfı çıkarıp alt katmanlara basamak basamak indiğimizde gerçek dünyanın belki de bize çoğu kez dayanılmaz gelen, bireyin yaşamından, toplumdaki hukuksuzluğa varan sert yüzüyle karşılaşıyoruz; Hikâyenin kahramanı Uzun İhsan’ın gizemine ermek için bu perdeyi aralamaktan vazgeçmiyoruz. Bu yazıda anlatının derinliklerine aşama arketipinde yolculuk vasıtasıyla inmeye çalışıp, insanın doğasındaki korkunun zaman içinde evrilerek toplumları ele geçirişine uzanacağız. Cezzar Dede, Ölüm ve Uzun İhsan arasındaki öykü bu anlatıda ana çerçevedir. Ölüm, kara kaplıdan sıradakini, Cezzar Dede‘yi seçer; ama Ölüm Cezzar Dede’ye bir yaşama şansı verir. Bu çok iyi bildiğimiz Binbir Gece Masalları formatıdır. Dede Korkut hikâyelerindeki Deli Dumrul’a verilen şans gibidir. Deli Dumrul Azrail’in elinden yaşayabilme şansını aşkının gücü sayesinde elde eder. Cezzar Dede’de de yaşama şansı, hikâye anlatabildiğin kadar yaşayacaksın şeklinde karşılık bulur. Bu da aşkın ve sanatın yaşamaya hakkı vardır aşk ve sanat insanın en yaşamayı hak eden insanca yanıdır düşüncesini göstermesi bakımından önemlidir. Cezzar Dede anlatmaya “korku” hikâyeleriyle başlar. İlk hikâye, “Güneşli Günler” Anadolu’nun orta yerindeki bir köyün dışında hapishane gibi bir yatılı okulda geçer. Bu yatılı okulun dışarıdan tasviriyle başlar yazar anlatmaya. “Tepesindeki rüzgârgülünde bir bayrağın dalgalandığı kulesi, perdeleri sımsıkı kapalı küçük, pencereleri, eziklik ve hiçlik duygusu uyandıran abidevi kapısı ile bu bina bir yatılı okuldu.” İOA’nın okulun kapısındaki eğri kartal’dan yola çıkarak anlattığı heykeltıraşın öyküsü, okuyucuyu kapının ardında


56

olacaklar için de hazırlayan bir haberci gibidir. Heykeltıraşın başka bir okulda çarpık zihniyetler yüzünden travma yaşadığı düşünülürse eğitimin tümüne yayılmış baskı ve korku kültürüne dayalı bir sistemin varlığından söz edilir. Yazarın karşı çıkışı köhnemiş eğitim sistemin kendisinedir. Bu küçücük hikâyede eğitim sistemindeki yolunda gitmeyen, baskıcı ve insan ruhuna yaraşmayan uygulamalar adeta öfkeyle dışa vurulur. Bunu, Drakula Hikâyesi’nin çarpıcılığıyla vererek çok daha etkili kılar. Abidevi kapı, geçen kişilerde eziklik ve hiçlik duygusu uyandırır. Bu da eğitimden beklentinin çok çok uzağında bir duygudur. Baskı ve korku kapıda başlar. “Bu bina bir yatılı okuldu.” Yatılı okulda okumaya gönderilmiş çocuk hüzün, acı, itilmişlik duygusu, güvensizlik gibi duygular içindedir. Yatılı okullar kucaklayıcı ve çocuğun ruhunu sağaltıcı oldukları zaman bu yaralar sarılabilir; oysa bu hikâyede olduğu gibi öğrencinin hiçe sayıldığı bir yatılı okul, hayatı nefrete dönüşen bir yer haline gelir. Eğitim sistemimizdeki düzeltilmesi gereken aksaklıklardan biri de budur. Okulun ay ışığı altındaki siluetinden kurtlar, köpekler bile rahatsız olurlar, gönüllerini hoş etmeyen duygular yüzünden sabaha kadar ulurlardı. Burada kurtlar ve köpeklerin bile okulun içindeki durumu dışarıdan sezerek rahatsız olmaları önemli bir ayrıntıdır. Kurt ve köpek bir arketip olarak karşımıza çıkar. İnsanın ruhsal varlığı bilinç ve bilinçaltından oluşur. Bilinç ve bilinçaltı kişisel olduğu kadar insanlığın ortak yaşamıdır. Jung, ortak bilinçaltının yapısını oluşturan öğeleri “arketipler” (ilk örnek/ana model) olarak nitelendirir. Arketipler insan ruhunun karanlık ve bilinmeyen bir parçası olan ortak bilinçaltında yatan ve bize çok derinlerden seslenen ruhsal davranış biçimleridir. Bir yer ve durumun imgesi olan arketipler, kendilerini bu imge ve resimler aracılığıyla bilince yansıtırlar. Jung’a göre bu bilinç ortak bilinçaltıdır bu anlamda da arketipler evrenseldir. Ortak bilinçaltının öğeleri olan arketipler evrensel oldukları için farklı toplumlarda ortak olarak görülebilir. Oppenheim, masallarda görülen simgeselliğin, psikanalistlerin hastalarının rüyalarında çözümledikleri anlam ile tümüyle örtüştüğüne dikkat çeker. Oppenheim, halkın masallardaki rüyaları tıpkı psikanalizin yorumladığı gibi yorumladığını dile getirir ve bu bağlamda rüyanın bireysel bir süreç, masalın da kolektif bir süreç olduğunu belirtir. Lenin, “Her halk masalında gerçekliğe ilişkin öğeler vardır.” der. Thedor W.Adorno, masallarda her insan için bir ilksel imge olduğunu söyler. Bu ilksel imgeler arketiplerdir. İOA’nın bu eserinde arketiplerin önemli bir yer teşkil ettiğini görüyoruz. Dünya ve Türk destanlarında kurdun ortak bir arketip olarak milletin yaşadığı ortak sıkıntılarda ve onların çözümünde ortak bilinçaltının bir ürünü olarak ortaya çıkması da bundandır. Hikâyedeki Kurt arketipi de yazarın şahsi hikâyesinde okulla ilgili onda derin izler bırakmış yaşanmışlıklar olarak düşünülebilir. Hikâyenin sonundaki şu sözler dikkat çekicidir. ‘Bu okuldan mezun olup yaşı elliyi bulanlar, o karanlık okuldaki tek ışığın, Alyanak’ın yaptığı bir tablo olan “Güneşli Günler” olduğunu daima hatırlayacaklardı. Tablonun adı da geleceğe dair umudun daima var olduğunu göstermesi bakımından önemlidir. “Ellili yaşlar” İOA’nın yaşları. c.g. jung “insan, insan olmak hususunda bir anlatıya giriştiğinde hep kendini anlatacaktır irdeleyeceği hep kendisi olacaktır.” der.

Yazar, okuldaki öğrencileri anlatırken yine onların yanında yer alır ve köhne eğitim sistemine karşı tavrını belli eder. Eğitimde, öğrenciye kendi varlığına sahiplenme ve kendine güven duygusu aşılanmalı ve öğrenci yüceltilmelidir. Osho’ya göre eğitim seni bilgili yapmaz; bu çok ilkel bir eğitim fikridir. Bunu ilkel olarak adlandırıyorum çünkü bunun kökleri korkudadır. Eğer iyi eğitim göremezsem hayatta kalamam düşüncesinde kökleşmiştir. Bunu ilkel olarak adlandırıyorum çünkü derinde çok şiddet barındırır. O sana rekabet etmeyi öğretir, o seni hırslı yapar. O seni herkesin birbirinin boğazını kestiği, herkesin birbirine düşman olduğu rekabetçi dünyaya hazırlamaktan başka bir şey değildir. Eğitim, öğrencinin yeteneklerini eğitimcilerin destekleyerek ortaya çıkardığı yerdir. Oysa; yatılı okulda keyfiyet içinde yaşayan müdürler vardır, bu okulda hizmet etmek için değil kendi rahatlıklarının keyfini sürdürmek için kendi saltanatlarıdır esas olan. Var olan hiyerarşik düzenlerini öğrenciyi sindirerek ve korkutarak sürdürürler. Saltanat sürme ediminde, birilerini, kendi keyfi için, kendi hizmetine sunmak ve onları kendine tabii kılmak için korkutmak vardır. Eğitim, öğrenciye emek harcamayı gerektiren bir süreçtir, yani merkez öğrenci olmalıdır; oysa bu epizottaki ilk olayda heykeltıraş belgelenerek kovulmuştur. Bu muhtemelen siyasi düşüncesinden dolayı sakıncalı görülerek tarihimizde sıkça gördüğümüz, birçok donanımlı, genç insanın harcandığı, sistem dışına atıldığı ve hayatlarının cehenneme çevrildiği bir belgelenmedir. Bu anlatıdaki heykeltıraş belgelenip kovulmakla kalmamış, çok önemli bir melekesini, sanatı için çok önemli olan denge melekesini de yitirmiştir. Toplumda düşünce özgürlüğünün olmayışından, mesleki anlamda yetersiz insanların, kilit noktalarda karar mercilerinde olması yüzünden sanat da darbe almaktadır. Hukuksuzluğun zincirleme sürmesine sebep olan bir durumdur. Bu düşünceyi eserde gizli bir unsur olarak arka planda sezeriz. Okulun içerisi dışarıdan anlaşıldığı gibi bela bir yerdir. Öyküdeki diğer sanatçı okulda yeteneğiyle yüceltilecekken tam tersine kifayetsizliğinden dolayı kıskançlık ve kötülükle dolu müdür tarafından yok edilmiş masum bir çocuk olan resme yetenekli Alyanak’tır. Sanatçının tümüyle usaresinin alınarak yok edildiğini ve sanatçıyı yok etme çabasını, sanatçının hırpalandığını, kanının sömürüldüğünü yok edildiğini tüm çarpıcılığıyla bu Drakula Hikâyesi’nin versiyonu olan ama içeriği çok sağlam olduğu için ödünçleme bir şekilmiş izlenimi vermeyen okuyucuyu rahatsız etmeyen bu hikâyede görürüz. Osho, “Eğitim seni kendin olmaya hazırlamalı. Şu an o seni taklitçi olmaya hazırlıyor; o sana nasıl başkaları gibi olunacağını öğretiyor.” der; oysa eğitim adı altında öğrenciler, yetersiz ve psikolojik yönden sorunlu insanların elinde ziyan edilirler. Sanatçı olma yetenekleri öldürülür. Yazarın eserin tümünde işlediği bir sanat ve sanatçı sorunsalını görüyoruz. Yazar, “Sanatı hayatın uzağına değil tam merkezine oturtarak mutlu oluruz.” düşüncesini işliyor. Geleceğin sanatçısı olabilecek çocukların çektikleri acıları dile getirmektedir. Eğitim sistemindeki yanlışların psikolojik sorunları olan insanlar ortaya çıkardığını ve onların da geleceği karartarak nasıl zararlı tehlikeli varlıklar haline getirdiğini söylemektedir, sonuçta eğitim korkuya dayanmadan, sevgiyle, güler yüzle yapılmalıdır. Büyüklenmenin korku ve dehşet saçarak kendini büyük göstererek, korku salarak itaat etmeyi sağlamak olduğunu bunun da eğitim gören insanın doğasına uymayacağını söyler. Bu konuda sorunu kaynağına işaret etmekten de geri durmaz “sorumlu devlettir.” Belki buna ‘sorunlu da devlettir’i ilave etmek gerekir.


57

“Döv Beni Adam Olay›m.” Cehaletle savaşma araçlarının, tokat, cetvel, değnek gibi silahlar oluşu da ironiktir. Hocanın elindeki cetvel metrik taksimatlıdır ve üzerinde “döv beni adam olayım” yazar. Bu ayrıntı da cetvelin derslerde ölçüm için kullanılan bir araç olarak kullanılmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Hayatta her şey yerli yerinde olmalıdır, cetvel ölçüm aleti değil dayak aracıdır. Eğitim yapılması gereken bu yerde eğitim adına her şey yok edilmiştir, burada eğitim yoktur, korku ve baskı vardır. Yetişkinlerin disiplin diye baktıkları bu katı kuralların körpe masum dimağlarda yarattığı vurucu ve yıkıcı etkiyi çocuğun ruhuyla hissederiz; yazarın etkili olduğu önemli bir noktadır bu. Köhnemiş eğitim sisteminin çocuklarda yarattığı yıkımı adeta çocuğun bakışlarıyla görür, çocuk ruhuyla hissederiz. Hikâyedeki Kont bir metafordur, otoriteyi ve yerleşik düzeni korumaya çalışan düzeni temsil eder. Kont’u korkutan ışık onun için ölüm demektir. Yakın arkadaşı olan resim hocasını okula ışık sorumlusu yapar. Resim hocasının görevi resim dersi vermekten öte Kont’u ışıktan koruyacak tedbirler almaktadır. Tüm yönetim, Kont’un iktidarına hizmet eder, eğitime değil. Bu resim hocası hayatın, canlılığın ve coşkunun rengi olan çingene pembesinden nefret eder ve kullanılmasını yasaklar. Yasağa uymayan bir öğrenciye tokat atınca da öğrenci hocaya bir Osmanlı tokadı akşetmiştir ve hoca sağır olmuştur ve lakabı “Sağır” olarak kalmıştır. Otoriteye başkaldıran çok ağır cezalandırılır; çünkü otorite ancak korkuyla var olabilir. Baş eğmeyen yola gelmeyen çocuğu yola getirmek için korkuya başvururuz; çünkü korku bilinmeyendir hayal gücünün sınırsızlıklarına teslim olmuştur. Korku bir güç olarak boyun eğmeyen çocuğa dilediğinizi yaptırmanın bir yoludur. Çocukluğumuzdan itibaren korkutularak terbiye ediliriz ve bunun zararları üzerinde hiç düşünmeden biz de çocuğumuz olduğunda onu korkutarak terbiye etmeye çalışırız, çünkü korkuttuğumuzda çocuğun üzerinde egemenliğimizi kurmuş oluruz. Pek tabii ki bu çocuklukla da kalmaz. Sürgit devam eder. Bugün bilimsel gelişmelerin artık insanoğlunun yararına olmasının ötesine geçtiğini insana zarar verdiğini görüyoruz; aynı şekilde psikoloji bilimindeki gelişmeler de tüketimi artırmanın emrine verilerek her türlü ürünün pazarlanmasında kullanılabildiği gibi siyaset mühendisliği alanında da var gücüyle kullanılmaktadır. Korku da bunlardan en etkili kullanılanıdır; çünkü insanın doğasında korku hazırdır. Geriye bunu birtakım menfaatler için kullanmak kalır. Otoritenin bu sınırsız gücü kazanmasındaki en etkili silahı korku salmaktır. Hayatını kaybetmekten korkmanın dışında, işkenceye uğramaktan korkmak hatta sahip olduğu evini ya da işini kaybetmekten korkmak bile insanları kötü gidişat karşısında sessiz kalmak zorunda bırakır. İnsanların sahip olduğu korkular ve hayatlarını olduğu gibi devam ettirme isteği, yönetimin keyfiliğinin ve baskıcılığının devamlılığını sağlar. Tüketime yönelik insan yaratıp insanı nesneye kul ederek insanı ele geçirilir. Korku duygusuna aşağılanma, suçluluk duygusu eşlik eder. Hükümetler, insanların korkularını kullanarak onları istedikleri şekilde yönetmeye devam ederler. İnsanların korkuları, hükümetlere sahip olabilecekleri en büyük gücü verir, onları mutlak iktidar sahibi yapar; ancak korkular geride bırakıldığında totaliter rejimin ortadan kaldırılabileceğine,

insanlar eğer korkularından kurtulur ve ne kadar küçük olursa olsun bir kurtuluş umuduna sarılırlarsa yönetimin onları sindiremeyeceğini vurgular. İnsanoğlu korkularından arınamadığı sürece baskıcı yönetimler tarafından ele geçirilmiş olarak yaşamaya mahkûmdurlar. Hukuksuzlukların başladığı ve bittiği yer de burasıdır. Sağır’ın, bakışlarındaki anlam ve derinlik, gerçekten de sanatçı ruhlu olduğunu, resim sanatının onun için çok şey ifade ettiğini gösteriyordu. Ancak sanat yoluyla ideal güzelliğe aşina olması, sanki çirkinlikleri başka insanlardan çok daha kolay teşhis etmesine yol açmış gibiydi. Güzellikle oynayıp onun zevkini çıkaracak kadar değil, ancak onun tanıyıp teşhis edebilecek kadar yetenekli olduğu için, çirkinlik ile bunun getirdiği ıstırap, nefret ve aşağılama Sağır’ın hayatının temeli olmuştu. Çirkinliği gördüğü dünyanın tersine, güzelliği ancak, hayran olduğu dahi ressamların tablolarında buluyor, oysa bu sanatçıların, kendisinin çirkinlik bulduğu dünyada güzelliği gördüklerini kafası pek almıyordu. Bu haliyle o, Tanrının insanlara öğrettiği iyiyi tanıyan, fakat iyiliğin tadını çıkarmak yerine başkalarını kötülükle itham eden bir ahlakçı gibiydi.” Sağır’ın sanatçılığı, görünüştedir. “Sağır’ın, bakışlarındaki anlam ve derinlik, gerçekten de sanatçı ruhlu olduğunu, resim sanatının onun için çok şey ifade ettiğini gösteriyordu .” ifadesiyle yine sanatçı görünümlü fakat sanatçı olmayan, dış görünüşüyle, şekilciliğin yapaylığını, doğallıktan uzak oluşun iticiliğini vurgulamaktadır. Sanatçının hayat karşısındaki gerçek duruşu ve davranışı doğal olmalıdır. Bunu zıddının getirdiği komik duruma düşme ve çevreye zarar verme gibi sonuçların çeşitli hikâyelerde işlendiğini görüyoruz. Yazar onun sanatçılığını eksik ve yetersiz bulur, çünkü o çirkinliği seçmiş sanatı hayatla özdeşleştirememiş yaşamın içindeki güzellikleri bulamamış çirkini seçmiştir. Sanatçı olarak güzel ve çirkini ayırt eder ama hayattaki tercihini çirkinlikten yana kullanır. Güzelliği hayatta bulup hayata yansıtamaz, bu da çirkinliği seçmesi anlamına gelir. Hayatta Tanrının yansıması olan güzellikleri aramak yerine ahlakçı kesilerek, başkalarını kötülükle itham eden bir ahlakçı gibi oluşu da yazarın eserde işlediği sanatçı ve sanat felsefesi ile ilgilidir. Yazar burada “dünyada her şey zıddıyla kaimdir. Güzelliği anlayabilmek için çirkinlik vardır yeryüzünde” tasavvuf görüşünü sunar ve Sağır’ın çirkinliği seçişinde tanrıdan uzaklaşma vardır. Gerçek sanatçı, yaşamın içine güzelliği yerleştirir ve dünyaya bu güzelliğin penceresinden bakar. Güzellik yoluyla Tanrıya ulaşılır. “Sağır, güzelliğe aşıktı ama vasıl olamamıştı. Güzellikle oynayıp onun zevkini çıkaracak kadar değil, ancak onun tanıyıp teşhis edebilecek kadar yetenekli olduğu için ‘‘Kavuşunca aşk , kavuşamayınca meşk olduğu galiba doğruydu.” Bu öyküde de iOA’nın dayanamayıp, “Kavuşunca aşk, kavuşamayınca meşk olduğu galiba doğruydu.” sözüyle de sanattan yana duruşunu, eserin içinde kendini belli edişini, açık seçik görürüz. Yatılı bir okulun karanlık ve loş koridorlarında dehşet içinde kalırız. Bu iç acıtıcı durumun abartı olmadığını masal değil ayniyle vaki olduğunu kendi gözlemlerimizden de anlıyor ve yazara hak veriyoruz.


58


59

Hira Ayfle Özsoy’un ilk roman› Mucize Orman›, bir çocu¤un yaln›z olarak ad›m att›¤› yoldan kalabal›klara ulaflma öyküsünü anlat›yor. Annesinin ölümünün ard›ndan bunu bir türlü kabullenemeyen Kerem, annesini aramak için yola koyulur. ‹htiyar ç›nar, uçan ördek, ud çalan kufl, kumdan ç›kan askerler ve peri çiçekleri Kerem’in yol arkadafllar›ndan sadece birkaç›d›r... Kerem yol boyunca fantastik karakterlerle ve olaylarla karfl›lafl›r; sonunda yaflad›¤›m›z kötü deneyimleri kabullenmenin önemini fark eder. FOM Kitap’tan ç›kan Mucize Orman›, 10 yafl ve üstü çocuklar›n en sevdi¤i kitaplardan biri olacak gibi görünüyor. Seni biraz tan›yabilir miyiz? Çocukken yazı yazmayı, kelimelerle oynamayı ve kitap okumayı çok severdim. Bu sevgimin geçici olmadığını lise yıllarında keşfettim. Gazeteci olmaya karar verdim. Lisede, Mithat Bereket’le tanışıp Pusula’da staj yapmaya başladım. Ardından, Kadir Has Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde okudum. Üniversite birincisi olarak, Kadir Has Vakfı bursuyla, Amerika’da Montana

State University’de bir yıl eğitim gördüm. Montana çok soğuk bir yerdi. Karlı gecelerde biraz sıkıntıdan, biraz da yalnızlıktan dergilere öyküler yazdım. Her zaman sadece yazmak istediğimi anladım. Profesyonel olarak roman yazmaya bu anlayış sürecinden sonra tam anlamıyla başladım. Şu an hem yeni romanım, Yolculuk Kitabı üzerine çalışıyorum, hem de Kadir Has Üniversitesi İletişim Bilimleri bölümünde burslu yüksek lisans yapıyorum. Yaz› yazmak senin için ne ifade ediyor? Hayat›n›n neresinde duruyor? Tüm çocuklarda olduğu gibi ben de oyun oynamayı çok severdim. Ancak, benim oyun anlayışım diğer çocuklardan biraz farklıydı. Sokağa çıkıp arkadaşlarımla oyun oynamak yerine, evde kendi köşeme çekilip yazmayı severdim, yalnızlığı severdim... Yazmak bana bir oyun, bir sihir gibi gelirdi. Dilediğim gibi karakterler yaratıp, sonra beğenmeyip değiştirmek eğlenceliydi. Bu sonsuz özgürlük hissi ilgimi çekti. Yazı yazmakta bana çocukluğumu hatırlatıyor. Çocukken kendi köşeme çekilip oynadığım oyunları anımsamak beni mutlu ediyor sanırım. Yazı yazmak hayatımın merkezinde, en özünde duruyor. Her ne kadar işe gitsem de, arkadaşlarımla buluşsam da; aklım fikrim romanımda, yazmakta...

BU ORMANDA HEM ACI HEM DE MUTLULUK VAR RÖPORTAJ: Ayşen UÇAR Khas Lisans öğrencisi


60

Bu iyi mi kötü mü henüz bilmiyorum; ancak bunu yapmaktan her zaman mutluluk duyuyorum. ‹lk kitab›n Mucize Orman›'n›n hikâyesinden bahseder misin? Mucize Ormanı annesinin ölümünü kabullenmek istemeyen Kerem'in arayış hikâyesini anlatıyor. Kerem sürekli neden diye sorguluyor, her zaman bir arayış içerisinde. Okulu sorguluyor, arkadaşlarını sorguluyor ve sonunda annesinin ölümünü. Verilen cevaplar ona yetmediğinden, kendi sorularının cevaplarını bulmak için yola çıkıyor. Kerem yol boyunca gözü kara bir tavır sergiliyor. Sihirli Orman’da başlayan yolculuğu onu birçok maceraya sürüklüyor. Sihirli bir çınar ağacıyla karşılaşan Kerem, ağaçtan yardım alıyor. Çınar ağacı, küçük çocuğa geleceği söyleyen tılsımlı bir kitap hediye ediyor. İhtiyar çınar, uçan ördek ve beyaz sincap, ud çalan kuş, kumdan çıkan askerler ve peri çiçekleri Kerem’e yol arkadaşı oluyor. İyi ve kötü bir çok hikâye yaşıyor. Sonunda, sorularının cevabını buluyor. Hem kendini keşfediyor, hem de acıları kabullenmenin, onları oldukları gibi görmenin önemini kavrıyor. Kitaplar›nda ifllemek istedi¤in temel konu bafll›klar› var m›? Mucize Ormanı’nı yazmaya başlarken aklımda sadece şu vardı: çocuklar her zaman mutlu ve neşeli değillerdir. Acı çeken, travma yaşayan veya mutsuz olan çocuklar da var. Ve bu çocuklara, ne kadar zor durumda olursak olalım, hayatın devam ettiğini, umudun var olduğunu anlatmak istedim. Mücadeleci ve güçlü durmanın önemini göstermek istedim. Bu düşüncemi diğer kitaplarımda da işlemeyi isterim. Çocuklara güçlü, kararlı ve mücadeleci olmayı anlatmak büyük bir görev. ‹lk kitab›n› yazma süreci nas›l geçti? Zor oldu mu? Aslında ne yaptığımdan pek emin değildim; ama ne yapmak istediğimden çok emindim. Bir yıl boyunca edebiyat kuramı ve roman yazma süreciyle ilgili kitaplar okudum. Hocalarımla konuştum, neler yapabileceğimi düşündüm. Burhan Sönmez ve Feridun Andaç’ın yazarlık kurslarına katıldım; konu düşündüm. Yıl sonunda yavaş yavaş yazmaya, fikirlerimi hayata geçirmeye başladım. Yıl boyunca yazdım, yazdım; durdum. Bazen tereddüt içinde, bazense ümit... 2013 yılında, Giza Yayıncılık’tan çıktı Mucize Ormanı. Kitabı elime aldığım ilk an zaman durmuş gibi, piyango kazanmış gibi, her şeyi yapabilecek gibi hissettim.. Benim için büyük ve değerli bir olaydı kısaca. Çocuklar›n kitaba yorumlar›, yaklafl›mlar› nas›l? Kocaman gözleriyle, dev yürekleriyle çocukların beni dinlemeleri beni çok mutlu ediyor. Çocukların her şeyi hissettiklerine inanıyorum. Sanırım benim heyecanımı, sevgimi hissediyorlar. Bodrum’da bir okul buluşmasında çocuklardan biri yanıma gelip, “Biliyor musunuz Mucize Ormanı bana mücadele etmeyi öğretti,” demişti. O an o çocuğun gözündeki ışığı görünce doğru bir yolda olduğuma tamamen inandım. Kitabımın sosyal medya sayfalarına çocuklardan çok değerli dönüşler oluyor. Kitap yazmak isteyip fikir soran da var, kitabımı ödev olarak hazırlamak için soru soran da... Yak›n zamanda kitab›n›n yeni bir bask›s› FOM Kitap’tan ç›kt›. O süreç nas›l geliflti? FOM Kitap sadece çocuk kitapları basan ve bu alanda değerli çalışmalar yapan profesyonel bir yayınevi. Mucize Ormanı, Kasım 2015’te FOM Kitap’tan çıktı. Yayıncım Fuat Ömer Altay’la başarılı bir kitaba imza attığımızı düşünüyorum. Fuat’ın çocuk edebiyatına kattığı değer büyük. Ekibi de kendi gibi değerli. FOM Kitap’ın profesyonel ekibiyle güzel bir çalışma ortaya çıktı. Yeni dosyalar üzerinde de beraber çalışmaya devam ediyoruz.

Peki neden yazmak? Şu an hangi nedenden dolayı nefes alıyorsam o nedenden dolayı yazıyorum. Yazmak ile yaşamak arasında bir ayrım yapamıyorum. Eğer yazmazsam, yaşayamayacağım için yazıyorum. Nefes alabilmek için ve varlığıma anlam katmak için yazıyorum. En büyük tutkum yazmak olduğu için yazıyorum. Yazma sevdamı gerçekleştirebilmek için okuyorum. Roman, öykü veya şiir; değerli ya da değersiz; her şeyi büyük bir titizlikle okuyorum. Yazabilmek için, ne yazdığımı daha iyi anlayabilmek için okumalarımı iz sürer gibi yapıyorum. Herkesin birçok hayal kırıklığı vardır. Benim de var ancak en büyük hayal kırıklığını eğer yazmazsam yaşayacağım. ‹lk kitab›n› yazacak olan genç yazarlara ne gibi tavsiyelerde bulunursun? Neşe... Bir yazarın çantasında her daim bulunan kalemi, defteri, kitabı gibi, neşeyi de çantasının bir yerine koymalı diye düşünüyorum. Hayatını dolu dolu, farkındalıkla yaşamalı... Ve tabii ki olmazsa olmazı gözlem yeteneği. Bu bir süre sonra daha da gelişiyor. Bir kafeye gidiyorsunuz, bir diyalog duyuyorsunuz... Ve artık hayata, olaylara romanınız için acaba bunu da kullanabilir miyim gözüyle bakıyorsunuz. En sevdi¤in çocuk kitab› yazarlar› ve kitaplar› hangileri? Masalları çok severim; hatta tezimde masallar üzerine çalışmak istiyorum. Latin Amerika masalları en sevdiklerimden… Sevdiğim kitapları saymakla bitmez; Michael Ende Momo ve Bitmeyecek Öykü, Ferenc Molnár Pal Sokağı Çocukları, Samed Behrengi Küçük Kara Balık, Mine Soysal İstanbul Masalı, Sevim Ak Vanilya Kokulu Mektuplar, Süleyman Bulut Penceredeki Kuş ve Kelile ve Dimne.. Senin de gelecekte kitaplar›n›n film olmas›n› ister misin? Bundan 2 yıl önce yapımcı Fehmi Gerçeker Mucize Ormanı’nı okudu. “Bu kitap tam filmlik, senaryosunu yazdın mı?” diye sordu. Sonra, bir süre bunun üzerine düşündüm; ama Türkiye’de animasyon film yapmak çok da kolay değil. Zamanı geldiğinde kitabımın animasyon olmasını ben de isterim tabii ki... Çocukken yazmak d›fl›nda neler yapmay› severdin? Kardeşim Hilâl’le yaptığımız her şey... En ufak şeyler bile bizim için büyük bir oyunun malzemeleriydi. Annemin yünleriyle bile kocaman bir hayal dünyası kurabilirdik. Hilâl çocukken çok yaramazdı; hatta annem ben çok sessiz olduğum için Hilâl’in beni çok dövdüğünü anlatır. Ben yine de sesimi çıkarmazdım. Kıyamazdım ona. Bugün bile beraber yaptığımız her şeyi en küçük ayrıntısına kadar hatırlarım, mutlu olurum. Çocuklarla ilgili gelecekte baflka ne gibi projelerin var? En büyük hayalim zor çocukluk geçirmiş, travma yaşamış çocuklara destek olmak. Şu an için bunu kitap yazarak, etkinliklere gittiğimde onlarla kısa süre için de olsa konuşarak yapabiliyorum. Ancak sonrası için, birkaç kişiyle üzerinde beraber çalıştığımız projeler var. Bir sanat okulu kurma ve bunu ücretsiz yapmak gibi ütopik görünen projeler diyelim... Ben bunu bir gün yapabileceğime inanıyorum. Neden olmasın? Ayrıca, çocuk sorunu çok daha derin bir konu. Her ne kadar ailelerde yaşanan olaylar saklansa da çocuklar okullarda bunu davranışlarıyla gösteriyorlar. Çocuklar bir şey anlamaz diye yaklaşan zihniyeti sevmiyorum. Onlar yetişkinlerden çok daha derin, çok daha zeki... İşte ben de bu çocukların kendilerini ifade edebilmeleri için sanata yönelmeleri gerektiğine inanıyorum. Bunu bir görev bilinciyle kabullendim ve bir gün yapabileceğimi düşlüyorum.


61

Onlar, karanl›k mekanlarda foto¤raf çekimlerinde oluflan k›rm›z›, mor yahut pembe görüntüler de¤il; toplumsal çeflitlili¤in rengi. Fotoğraf: Tevfik BAŞER


62


63

IRKÇI REJ‹M‹N KALES‹ STELLENBOSCH Doç. Dr. Dimitrios TRIANTAPHYLLOU Khas öğretim üyesi

Stellenbosch, Güney Afrika’n›n Cape Town Üniversitesi’nden sonra ikinci en eski üniversitesi olan ve 1874 y›l›nda kurulmufl flehirle ayn› ismi tafl›yan Stellenbosch Üniversitesi’nin hâkimiyetinde bir flehir. Bat› Cape bölgesinde bulunan flehir, do¤ayla iç içe ve üzüm ba¤lar› taraf›ndan çevrelenmifl. Merkezinde birinci s›n›f bir üniversiteyi bar›nd›ran, ço¤unlukla yüksekorta s›n›f ve beyazlar›n yaflad›¤› kasabada yüksek gelir grubuna hitap eden restoranlar, kafeler ve güzel evler bulunuyor. Kadir Has Üniversitesi’nde geçirdiğim altı akademik yılın sonunda, bu yaz Güney Afrika’nın Stellenbosch Üniversitesi’nde misafir öğretim üyesi olma şansını yakaladım. Kadir Has, Coventry ve Stellenbosch Üniversiteleri’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği bir Avrupa Birliği projesi kapsamında, yeni bir akademik ortamı deneyimlemek için 14 Temmuz günü İstanbul’dan ayrıldım. Tabii ki, benim 15 Temmuz gündüzünde Stellenbosch’a sessiz sedasız varışım, o gece Türkiye’de yaşanacak olayların habercisi değildi. Dolayısıyla, dorp olarak adlandırılan Güney Afrika’nın küçük yerel şehirlerinden birinde bir aylık görevimi yerine getirip, tazelenip kendimi yeni akademik döneme hazırlarken, aklımda hep İstanbul’da ve Türkiye’nin diğer yerlerinde bulunan ailemin, arkadaşlarımın ve iş arkadaşlarımın iyi olup olmadığı soruları vardı. Nihayetinde, Türkiye’de olan olaylarla ilgili medyaya demeçler verirken, başka bir kıtada, çok sevdiğim İstanbul’dan uçakla on saat uzaklıkta olduğumu aklımdan çıkarmadım ve yeni yuvam olan sazdan yapılmış evden başlayarak, bu yeni toprakların bana sunduğu yeni lezzetleri tatmaya ve kokuları almaya başladım.

Ama yine de bu küçük cennetin her yerinde çok da tozpembe olmayan bir geçmişin ve sorunlu bir bugünün izlerini görmek mümkün. Sonuçta Güney Afrika’da ayırımcılık; resmi olarak Nelson Mandela ile arkadaşlarının uzun süren mücadeleleri sonucunda ve o dönemin Başkanı FW de Klerk’ın ırkçı rejimin geleceğinin olmadığı gerçeğini kabul ettiğinde yapılan Nisan 1994’deki ülkenin ilk demokratik seçimleri ile sonlandırılmıştı. Yine de, değişim ya da diğer bir ifadeyle değişimin kabulü yavaşça gerçekleşiyor. Nihayetinde, bir zamanlar ırkçı rejimin kalesi olan Stellenbosch’daydım. Bulunduğum üniversite, eskiden sadece beyazlar ve Afrikan dilini konuşan Hollandalı yerleşimcilerden oluşsa da, bugün nüfusunun yüzde 40’ı siyahilerden oluşuyor. Ancak bu, Eylül 2015’te eylemcilerin uzun süren mücadelesinin sonucunda, üniversite yönetimi eğitim dilinin İngilizce olmasını ve öğrencilerin ihtiyacına göre diğer Güney Afrika dillerinde akademik destek sağlamayı kabul etmelerinden sonra olmuş. Diğer bir deyişle, birçok siyahi öğrenci ırkçı rejimle ilişkilendirilen Afrikaan dilini konuşamıyor ve dolayısıyla iyi eğitim alma imkânına erişmekte zorluk yaşıyorlardı. Nihayetinde, Güney Afrika’nın on bir resmi dili var. Gerçekten çok renkli ama sorunlu bir toplum. Geride kalanlar ve geçmişin korkuları, tel çitler ve tik tak ritmiyle üzerinde elektriğin olduğunu işaret ederek ona alışık olmayanların sinirlerini bozan elektrikli çitlerle çevrilmiş evlerde olduğu gibi varlığını sürdürüyor. Sabahın erken saatlerinde yürüyüşe çıktığımda, ara sıra karşılaştığım koşucular dışında, kasabalarından şehirdeki evlere hizmetçi ya da bahçıvan olarak gelen siyahi kadınlar ve erkekler görüyordum. Zili çaldıktan sonra, sakince birinin kapıyı açmasını bekliyorlardı. Süpermarketlerde, fast-food restoranlarında, inşaat alanlarında ve belediyede çalışanların hepsi siyahiyken, yöneticiler, müdürler ve müteahhitler çoğunlukla beyazdılar. Kampüste sadece çok az ırklar arası ilişki kuran arkadaş grubu gördüm ve sadece bir ırklar arası çift gördüm ki bu pek de sıradan olmayan görüntünün bir serap olmadığına emin olmak için iki kere


64

bakmak zorunda kaldım. Güney Afrika yavaş da olsa değişiyor, çünkü sadece anayasal değişiklikler yaparak, yerleşik alışkanlıkların, pratiklerin ve ayrımcılığın törelerinin bir gecede üstesinden gelinemiyor. Orada bulunduğum sürede, Güney Afrika 1994’ten bu yana gerçekleştirilen dördüncü yerel ve dokuzuncu genel seçimini gerçekleştirdi. Mandela’nın partisi Afrika Ulusal Kongresi bir seçimde ilk kez yüzde 60’tan daha az oy aldı. Parti ülke genelinde yüzde 54’lük oy oranıyla, seçimlerden lider olarak çıksa da, güçlü oldukları belediyelerde büyük hezimet yaşadı. Bir anlamda, bu seçim ırkçılık sorunuyla birlikte kötüye giden ekonomide yolsuzluk ve temel hizmetlerin sağlanamamasının odak noktasında olduğu bir normalleşme sürecine yavaş bir geçişi işaret ediyor. Diğer bir deyişle, çoğunlukla siyahi olan seçmenler, Afrika Ulusal Kongresi’ne ırk meselesinin onları oy vermeye götüren tek neden olmadığı ve siyasi partilerin vatandaşların günlük hayatlarını iyileştirmek için çalışmaları gerektiği mesajını verdi. Stellenbosch’da seçim günü göreceli olarak sakin olan seçim atmosferini ve yerel televizyonlarda uzmanlar ve politikacıların seçim sonuçlarını kendi taraflarına yormaya çalıştıkları hararetli tartışmaları deneyimlemek etkileyiciydi. Genel olarak, Stellenbosch’daki hayatım inanılmaz şekilde zengindi. Üniversite şehrin merkezinde büyüyen kampüsüyle gerçekten harikuladeydi. Yazın güney yarımkürede olmak, Stellenbosch’da dünyanın tersine dönmesi demek. Kendimi bir anda, ılık ve yağmurlu kışın tıkırında işleyen yoğun bir akademik dönemin ortasında buldum. Sabahın erken saatlerinde kütüphane açılır açılmaz kütüphaneye gelen öğrencilerden oldukça etkilendim. Sabah saat dokuzdan sonra gidildiğinde, lisans üstü öğrenciler ve benim gibi ziyaretçiler için kütüphanede oturacak masa bulmak neredeyse imkânsızdı.

Sınıflar ve oditoryumlar, vızır vızır not alan öğrencilerle doluydu. Öğrenci birliği binası içlerinden seçme imkânı sunulan birden çok çeşidiyle herkese kahvaltı ve öğle yemeği imkânı sağlıyordu. Yağmur yağmadığı zamanlarda, bakımlı çimler dedikodu yapan, flört eden ya da kitaplarına dalmış öğrenciler tarafından doldurulmuş oluyordu. Ayrıca, kampüs etrafındaki birçok kafe öğrenciler ve onların bilgisayar ve kitaplarıyla sarılmış durumdaydı. O zamanlarda, Birleşik Amerika’da geçirdiğim lisans ve lisans sonrası dönemimi anımsadım. Tabii ki, buranın bizim kendi güzel üniversitemizden ve sunduğu imkânlardan büyük bir farkı vardı: Güzel ama bir o kadar da yorucu İstanbul’un aksine, tüm Stellenbosch şehri üniversite için çalışıyor ve öğrencilere yiyecek içecek hizmeti sunuyordu. Ayrıca, dünyada ya da ülkelerinde meydana gelen olaylara karşı ilgisizlik, öğrenme deneyimime oldukça büyük katkıda bulundu. Öğrenciler akşamları zamanlarının çoğunu şehirde veya odalarında parti yaparak geçirirken, ben evimde takılıp kalmadım, şehirdeki yiyecek içecek yerlerine gittim; keseli antilop, devekuşu veya Afrika ceylanı etlerinin tadına baktım. Bu sırada tabii ki yerel şarapları tattım, ki özellikle Pinotage ve Syrah benim için istisnai olarak güzeldi. Diğer günler, kurutulmuş et biltong ve Afrikalıların atıştırmalık olarak tükettikleri bir tür yerel sucuk olan droewors gibi yerel gurme lezzetlerle tanışmama vesile olan evimin yanında bulunan süpermarketi ziyaret ettim. Uzun yürüyüşler yaptım ve ağaçların güzellik ve dinginliğine, uzun gagasıyla bilinen yerel bir kuş olan ibis’in ilginç şekline hayran kaldım. Yağmurdan sonra toprağın kokusu ve yemyeşil doğaya bayıldım. Ve yerli halk, özellikle de siyahiler yanımdan geçerken bana “merhaba” dediklerinde oldukça şaşırdım. Her şeyin ötesinde kendimi buldum; ruhen, zihnen ve fiziksel olarak yenilendim. Yeni bir yer keşfettiğim başka bir macera yaşadığım ve ilhamsız geçen yıllardan sonra yeniden şiir yazabildiğim için minnettarım. Stellenbosch, söz veriyorum, geri döneceğim.


65

TÜRK‹YE’DE ENDÜSTR‹YEL TASARIM E⁄‹T‹M‹ Yrd. Doç. Dr. Ayhan ENŞİCİ Khas öğretim üyesi

Endüstriyel tasar›m Türkiye’nin ulusal kalk›nma ve ihracat politikalar›m›zda katma de¤eri yüksek ürünlerin üretilerek ihracat kalitemizin art›r›lmas›n›n hedeflenmesine ba¤l› olarak son y›llarda giderek daha da önemli bir konuma yerleflmektedir. Bu hedefin gerçeklefltirilmesi için yüksek teknolojik ürünlerin gelifltirilmesine yap›lan yat›r›mlar ve desteklerin ulusal sanayi politikalar›n›n içindeki pay› ve önemi artmaktad›r.

Artı ve kilo başı değeri yüksek ürünlerin teknolojilerinin geliştirilmesinin yanı sıra nispeten daha düşük yatırımlarla endüstriyel tasarım ile sağlanabileceğinin farkındalığı hem ulusal hem de sektörler düzeyinde artmaktadır. Bunun en önemli göstergelerinden biri bu yıl içerisinde Ar-Ge desteklerini düzenleyen ‘Araştırma ve Geliştirme Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında’ 5746 No’lu kanunun adının Araştırma, Geliştirme ve Tasarım Faaliyetlerinin Desteklenmesi Hakkında Kanun’ olarak değiştirilerek Ar-Ge için verilen desteklerin kapsamının tasarım faaliyetlerinin desteklenmek üzere genişletilmiş olmasıdır.


66

Endüstriyel tasarım kullanıcı memnuniyeti, markalaşma, müşteri sadakati, pazarda öne çıkma, yenilikçi ürünlerin yaratılması, rekabette avantaj sağlayarak üreticilerin maliyetlerini düşürme ve ürün üzerindeki artı değeri artırma şansını oluşturmaktadır. Endüstriyel tasarımın yatırım maliyetleri diğer inovatif ürün geliştirme maliyetlerine göre oldukça düşüktür. Etkin ürün tasarımı çözümlerinin yaratılması; değişen endüstri olanaklarını doğru kullanan, kullanıcı eğilimlerini doğru analiz eden, küresel ve bölgesel pazarları takip eden tasarımcıların yetiştirilmesine doğrudan bağlıdır. Tasarım tarihine ilişkin birçok kaynak, ürün tasarımının başlangıcını endüstri devriminden başlayarak ele almaktadır ve o yıllarda endüstriyel tasarım kavramı henüz kullanılmamış olsa dahi kaynaklar, alanın geçmişini aktarırken 1851’de İngiltere’de Crystal Palace’da açılan ilk endüstri sergisinden bahsederek başlamaktadırlar. Endüstride ilk standart parçalardan oluşan Colt marka tabanca, Peter Behrens’in AEG firması için kurumsal kimlik geliştirmesi ve yeni ürünler tasarlaması, sonrasında Henry Ford tarafından geliştirilen seri üretim metodu endüstriyel tasarımın başlangıcı için önemli kilometre taşları olmuştur. Geçtiğimiz yüzyılın başından itibaren ilk defa kullanılan endüstriyel tasarım kavramının kapsamı, kavramın ortaya konulmasından yaklaşık yüzyıl sonra, bu yüzyıl başında önemli derecede genişlemiştir. Endüstriyel tasarım eğitiminin tarihsel başlangıcından bahsedilirken temel olarak 1919’da Almanya, Weimar’da sanat okulu olarak açılan ve güzel sanatlar ve zanaat eğitimine odaklanmış Bauhaus okulu adres gösterilmektedir. Sonraki yıllarda Avrupa’da ve 1940’larda 2. Dünya Savaşı’nın başlamasından sonra göç eden Bauhaus hocaları ile Amerika’da endüstriyel tasarım eğitimi başlamıştır. Türkiye’de göreceli olarak genç bir disiplin olan endüstriyel tasarım eğitimi ilk kez 1970’lerin başında lisans düzeyinde İstanbul’da başlamıştır. İstanbul’da Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde ‘Endüstri Tasarımı’ adı altında ilk ürün tasarımı lisans programının açılmasının ardından günümüzde tasarım eğitimi veren lisans programları ‘Endüstriyel Tasarım’ ve ‘Endüstri Ürünleri Tasarımı’ adları altında yer almaktadır. Her iki adı taşıyan bu eğitimler, birbirlerinden yapısal olarak farklı olmamakla birlikte bu isim farklılığı yurtdışında ‘Industrial Design’ ve ‘Industrial Product Design’ program başlıklarının Türkçeleştirilmesine dayanmaktadır. Günümüzde ise tüm dünyada bu alanda ‘Industrial Design’ tanımı genel kabul görmektedir. Endüstri Ürünleri Tasarımı bölümünü Türkiye’de ilk defa 1971 yılında, daha sonra Mimar Sinan Üniversitesi adını alacak olan, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde Yüksek Dekoratif Sanatlar Bölümünde İç Mimarlık ve Endüstri Tasarımı kürsüsü olarak kurulmuştur. 1979 yılında ise ODTÜ Mimarlık Fakültesi bünyesinde Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü adı ile lisans eğitimi vermeye başlamıştır. ODTÜ’de kurulan bölümün kuruluş çalışmaları her ne kadar Marshall yardım programı kapsamında yapılan çalışmalarla 1950’lilerin sonuna kadar tarihlense de bölümün kurulumu ancak 1979 yılında olmuştur. ODTÜ’de kurulan bölümün ardından 1985 yılında İstanbul’da Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde, 1993 yılında ise İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi altında lisans eğitimine başlayarak öğrenci kabul etmeye başlamışlardır. Yarım yüzyıla yaklaşan tarihi ile Türkiye’deki Endüstriyel Ürünleri Tasarımı eğitimi macerasının ilk 25 yılını, tamamı devlet üniversiteleri bünyesinde bulunan 4 lisans programı ile geçirdikten sonra 1996 yılında, ilk kez bir vakıf üniversitesi olan Yeditepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi bünyesinde Endüstri Ürünleri Tasarımı programı açılmıştır. Ülkemizdeki beşinci endüstriyel tasarım bölümünün kurulması için dört yıl daha geçmesi gerekecektir. 2000 yılında, Ankara’da bulunan ODTÜ dışarıda bırakılırsa İstanbul dışındaki ilk bölüm Eskişehir Anadolu Üniversitesi’nde açılmıştır. İlk lisans programının öğrenci kabul etmesinin ardından geçen 45 yıllık süre içerisinde -bu yıl itibari ile kapatılmış olan 3 program dışında- günümüzde toplam 47 lisans programı faaliyet göstermektedir. Bu açıdan bakıldığında ilk 25 yılı 4 programla


67

tamamladıktan sonraki 20 yılda 46 lisans programı daha Türkiye’deki endüstriyel tasarım programı lisans eğitimine katılmıştır. Türkiye’deki üniversitelerde Endüstriyel tasarım bölümleri ‘Mimarlık’, ‘Mimarlık ve Tasarım’, ‘Sanat ve Tasarım’, ‘Güzel Sanatlar ve Tasarım’, Güzel Sanatlar, ‘Sanat, Tasarım ve Mimarlık’, ‘Güzel Sanatlar, Tasarım ve Mimarlık’ fakülteleri bünyesinde yer almaktadırlar. Resmi olarak kurulum işlemleri tamamlanmış olmalarına rağmen söz konusu lisans programlarının 20 tanesi henüz programlarına öğrenci kabul etmemektedirler. Şu anda faal eğitim veren lisans programları ile birlikte henüz öğrenci kabul etmeyen 20 lisans programı ve bunların yanı sıra 5 üniversitede daha endüstriyel tasarım programı açılacağı öngörülmektedir. Yakın gelecekte toplamda 52 adede ulaşacak Endüstriyel Tasarım programından bahsedilir durumdadır. Kapatılan 3 program ve resmen açılmış ama henüz öğrenci kabul etmeyen pasif programlar dışarıda bırakıldığında günümüzde 27 Endüstriyel Tasarım programında aktif olarak lisans eğitimi verilmeye devam edilmektedir. 27 lisans programının 9 tanesi devlet üniversitelerinde, diğerleri ise vakıf üniversitelerinde bulunmaktadır. Hali hazırda öğretim hayatına devam eden 27 lisans programının 10’u yetenek sınavı ile öğrenci alırken, diğer 17 program merkezi öğrenci yerleştirme sınavının sonuçlarına göre öğrenci almaktadır. Yetenek sınavı ile öğrenci alan programların sadece ikisi devlet üniversitesi bünyesinde bulunmaktadır. YÖK geçtiğimiz yıllarda endüstriyel tasarım bölümlerine yetenek sınavı ile öğrenci alan son iki devlet üniversitesi olan Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi ve Marmara Üniversitesi’nde yetenek sınavı ile öğrenci alımını durdurmak istemiş ancak ilgili üniversitelerin itirazları ile bunu uygulamamıştır. Ancak bu itirazın ardından aynı üniversitelere yakın zaman önce 2017-2018 akademik yılından itibaren yetenek sınavının İç Mimarlık ve Endüstriyel Tasarım bölümleri için kaldırılarak merkezi sınav ile öğrenci alınacağı YÖK tarafından ilgili bölümlere bildirilmiştir. 1994 yılına kadar yetenek sınavı ile alan İstanbul Teknik Üniversitesi ve Ortadoğu Teknik Üniversitesi sonraki yıllarda merkezi sınav sistemi ile öğrencileri programlarına kabul etmeye başlamışlardır. Halen her iki üniversite de yüksek puan dilimleriyle programlarına öğrenci kabul etmeye devam etmektedirler. 2010 yılına doğru öğrenci tercih ve puanlarında meslek genelinde tüm programlarda düşüş yaşanmıştır. İlk 1000-5000’lik sıralama diliminden öğrenci alan İTÜ ve ODTÜ zaman içerisinde 20.000’lik dilime kadar gerilemiştir. Bu gerilemenin temel sebeplerinden biri 2008 global ekonomik krizi ile belirginleşen ekonomik sıkıntılar, Türkiye genelinde çok sayıda endüstriyel tasarım programının açılması ve sanayide endüstriyel tasarımcıların yaşadığı temel sıkıntıların sebep olduğunu söylemek gerekir. Bu yıl itibariyle endüstriyel tasarım bölümlerinin kontenjanı 1050 civarlarına yaklaşmış, faal öğrenci sayısının 3500’ü geçtiği ve mezun sayısının ise 7000’lere yaklaştığı bilinmektedir. Devlet üniversitesindeki kontenjanlar her zaman tam doluluk göstermekte ancak 2014 yılında vakıf üniversitelerindeki doluluk oranı yüzde 60’lara kadar gerilemiştir. Doluluk oranları belirtilen yıldan itibaren artmaya başlasa da halen kontenjanlarını dolduramayan bölümler bulunmaktadır. Bu sene öğrenci almama kararı alan Arel Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölümü’nü, alan için bir ilki oluşturmuştur. Önümüzdeki dönemde öğrenci alımını durduracak başka bölümlerin de olacağını öngörmek akıldışı değildir.

Türkiye’deki tasarım eğitiminin genel yapısı ve çerçevesi 50 yıllık tarihi boyunca önemli değişiklikler geçirmemiştir. Tasarım stüdyoları 4 senelik programa yayılan ve bir miktarda genel programdan ayrıksı duran derslerdir. Tüm programların diğer beceri ve mesleki teori derslerinin stüdyo çalışmaları içerisinde kapsamlı olarak uygulanması hedeflenerek müfredatlar oluşturulmaktadır. Yukarıda bahsedilen lisans müfredatlarının genel yapıları, derslerin müfredat içerisinde yerleşimleri programlar arasında büyük oranda benzerlik göstermektedir. İlk kurulan programlar genellikle mimarlık ve içmimarlık disiplinlerinden gelen akademisyenlerin verdikleri derslere göre şekillenmekteydi. Bu nedenle çevre tasarımı, strüktür gibi dersler ürün yapılarına yönelik olmaktan daha ziyade mimarlık prensiplerine uygun içeriklere sahip olmuştur. Güncel durumda bölümlerde verilen dersler özellikle sanayi işbirlikleri ile daha üretim ve ürün odaklı içeriklere sahip olmaya başlamıştır. Ancak hali hazırda üniversitelerde ders veren akademisyenlerin düşük bir bölümü endüstriyel tasarım bölümlerinden veya pratiğinden gelmektedir. Bu anlamda programların arzuladıkları oranlarda endüstriyel tasarım birikimine sahip hocaları bulmaları mümkün olmamaktadır. Tüm bu geçerli sorunlar ile birlikte dünyada endüstriyel tasarım alanında yaşanan değişimlerin disiplin eğitiminde de farklılıklara neden olması söz konusudur. Endüstriyel tasarımın iki yönde evrildiğini söylemek mümkündür; bunlardan biri alana özgü ürün tasarımının gelişmesi ki bu mobilya tasarımı, ulaşım tasarımı ya da ayakkabı tasarımı gibi sektörel alanda iyi yetiştirilmiş tasarımcılara sanayinin ihtiyacının artmasıdır. Sanayiciler istedikleri düzeylerde ürün tasarımcılarına ulaşamadıklarını söylemektedirler. Bu tip bir sektörel uzmanlaşmaya yönelik tasarım programlarının ya programlar içerisinde dallara ayrılma ya da yüksek lisans seviyesinde doğrudan sektörü hedefleyen uzmanlaşma programlarının geliştirilmesi gereklidir. Endüstriyel tasarımın evrildiği bir diğer yön ise ‘ürün’ kavramının içeriğinin dönüşümüne bağlı olarak değişen uzmanlığın kapsamıdır. Endüstriyel tasarım eğitimi genel olarak üretimi ve kârı hedefleyen dersleri içermektedir. Beceri derslerinin yanısıra üretim yöntemleri, malzeme, strüktür, pazarlama gibi dersler ürün tasarımının ticari açıdan başarısına odaklanmaktadır. Ürün artık günümüzde sadece bildiğimiz anlamdaki geleneksel endüstriyel ürün yerine sistem ve servisi de içermektedir. Aynı zamanda üreticinin pazar başarısının sadece üretim maliyetlerine bağlı olmadığı pazarda kalıcı başarı için kullanıcı odaklı tasarım çözümlerinin geliştirilmesi gerektiği açıklık kazanmıştır. Don Norman artık günümüzde tasarımcıların; sosyal bilimler, hem duygusal hem de bilişsel düzeyde insan davranışları ve bilimsel yöntemler hakkında yeterli bilgiye sahip olması gerektiğini belirtmektedir. Artık üretici odaklı ürün tasarımı yerine kullanıcı deneyim odaklı tasarım tüm yeni iş ve inovasyon modellerinde baskın olmaktadır. Ürün başarısı hiç olmadığı kadar artık kullanıcıdan geçmektedir. Sonuç olarak endüstriyel tasarım eğitimi tüm paydaşlar için artı değeri olan ürünlerin tasarlanması amacıyla sosyal ve insani bilimleri içermesi, birbirinden ayrıksı duran uygulama ve teorik derslerin grift yapıyla planlanması -ki Kuzey Avrupa ülkelerinde, özellikle Hollanda’da bu tip yapıları uygulayan bölümler bulunmaktadır-, makro düzeyde tasarım programlarının inovasyon, tasarım yönetimi, tasarım mühendisliği gibi benzer yaklaşımlarla eğitim içeriklerinde farklılaşması, çok sayıda bulunan endüstriyel tasarım programlarının ayrışmasında ve uzmanlık gücünün artmasında rol oynayacaktır.


68


69

DO⁄DU⁄U KENTE BENZEYEN

FUTBOL KULÜBÜ: A.S. VELASCA Yrd. Doç. Dr. Şehnaz ŞİŞMANOĞLU ŞİMŞEK Khas Türk dili koordinatörü

15 Temmuz darbe giriflimi yaflanmasayd› muhtemelen bu yaz, 2016 Avrupa Futbol fiampiyonas› ve Rio Olimpiyatlar›’yla sporun ve futbolun yaz› olacakt›. Futbolun kiflisel tarihimde önemli bir yeri var. ‹lkokuldayken önce astronot olmay› hayal etti¤imi hat›rl›yorum; sonras›nda ise futbol hakemi olmak istemifltim. Bunun nedenlerinden biri san›r›m ortaokul y›llar›mdaki fanatik Befliktafll›l›¤›m ve Türkiye’de ilk kad›n futbol hakemi olan Lale Orta’ya hayranl›¤›md›.


70

80’lı yılların sonuna doğru ne maçları düzenli takip edebileceğiniz bir TV yayını ne de Fotospor, Fanatik, Fotomaç vb. spor gazeteleri vardı. TRT maçı vermiyorsa eğer radyodan maçları dinlediğimi, pazartesi günleri ise okulumuzun yanındaki gazete bayisinden Gelişim Spor adında kuşe kağıda basılı çoğunlukla futbol haberlerine yer veren dergiyi heyecanla satın aldığımı hatırlıyorum. Fanatizmimin bir nedeni de o yıllarda Metin-Ali-Feyyaz üçlüsünün sahalarda yarattığı heyecan ve Gordon Milne yönetimindeki Beşiktaş’ın üst üste Fenerbahçe’ye yaşattığı yenilgiler de rol oynuyordu. Ben Feyyazcıydım ve uzun yıllar odamdaki dolabın kapağını Beylerbeyi Milli Takım tesislerinde Feyyaz’dan aldığım imza süslemişti. Liseye doğru kız arkadaşlarımın alaylarının ve belki de artık çocukluğu geride bırakmamın etkisiyle futboldan soğuyuvermiştim. Pazartesi günleri rakip takımları tutan erkek arkadaşlarımın maç kaynaklı sataşmaları da gittikçe azaldı ve yine aynı kişilerle madeni paralarla yapılan sıra üstü parmak maçları da böylece bitiverdi. Şimdi dönüp baktığımda o hızla devam etsem bugün belki de farklı bir mesleği seçmiş olabilirdim diye düşünüyorum. Lisede ise artık ilk 11’i sayamayacak noktaya gelmiştim ve sonraki yıllarda ise yeşil sahalarla aram iyice açıldı ancak 2000’li yıllarda Bağış Erten’in deyişiyle “memleket entelektüellerinin futbol yazmaya girişmelerinin’’ müsebbibi Tanıl Bora’nın ve İletişim Yayınları’nın futbol kitaplarına da geçmişten kalan bir ilgiyle merakla göz attığımı hatırlıyorum. Dolayısıyla, futbolun yalnızca futbol olmadığını gösteren çalışmalar ve projeler de hala ilgimi çekmeye devam ediyor. Bu girizgâhtan sonra bu dergide yazacağım belki de ilk ve son futbol yazısı ilginç bir futbol kulübü hakkında olacak. Kendilerinden, tesadüf eseri kurucularından biri olan Clément Tournus ile tanışarak haberdar oldum.

Milano’da Sanat, Tasar›m ve Futbol A.S. Velasca 2015 yılında kurulmuş bir futbol kulübü ancak bildiğimiz futbol takımlarından hiçbirine benzemiyor çünkü aslında her şeyiyle hem bir kulüp hem de bir sanat projesi. Kulüp sanata ve spora düşkün, bu iki unsurun bir aradalığına vurgu yapmak isteyen beş yakın arkadaş tarafından kurulmuş. Sadece içlerinden birisi profesyonel anlamda sanatçı, diğerleri avukatlık, satış uzmanlığı gibi işlerle uğraşıyor.

Sanat, tasarım ve futbolun Milano gibi sanatsal bir şehirde bir araya gelmesi aslında şaşırtıcı değil. Kulüp Başkanı Wolfgang Natlacen, The Football Pink dergisinde Alex Stewart’la yaptığı söyleşide, İtalya’daki futbolun atası sayılabilecek calcio adlı oyunun Rönesans döneminde aristokratlar tarafından oynandığını ve İtalya’da futbolun henüz doğuşunda estetikle iç içe olduğunu belirtiyor. Clément Tournus ise bu bağlamda kulübün iki yönünün öne çıktığından söz ediyor: Kilise tarafından organize edilen bir amatör lig olan Open B-CSI’de oynayan A.S. Velasca bir yandan diğer kulüpler gibi şampiyonada maç kazanmayı hedefleyen bir futbol takımı. Toplamda meslekleri ve milliyetleri değişen 20 futbolcuları var. Aralarında öğrenci ve işçilerin de bulunduğu, Perulu, Mısırlı, Kongolu ve İtalyan oyuncular yeşil sahada top koşturuyorlar. Kulübü diğer takımlardan ayıran başlıca özellik ise bütün ayrıntıların sanatçılar tarafından tasarlanıyor olması. Her sene bir sanatçı takım formalarının ana sponsoru oluyor ve formaları o tasarlıyor. Geçen sezon oyuncuların formaları Régis Sénèque adlı Fransız sanatçı tarafından tasarlanmış. Kulübün internet sitesinde de görebileceğiniz tuğla benzeri ilginç bir nesne tasarlamış ve geçen sezon bütün görsellere bu tasarım hakim olmuş. Pazıbentlerini İtalyan tasarımcı Patricia Waller hazırlamış, oyuncu değiştirme tabelaları ise Patricia Novello tarafından tasarlanmış. Ayrıca her ay Le Bollettino adında takıma ait bülteni farklı dillerde birçok sanatçıyla birlikte çalışarak çıkartıyorlar. 2016-2017 sezonunun sponsoru ise 90’larda Paris’te etkili olmuş bir sokak sanatçısı olan Zevs. Zevs daha çok Gap, H&M, Yves Saint Laurent gibi ünlü firmaların billboardlarına yaptığı görsel müdahalelerle ve ünlü markaların logolarını liquidation tekniğini kullanarak -görsel olarak eritme, sıvılaştırma etkisi yaratma- yeniden yorumlamasıyla tanınıyor. Zevs’in sanatı bazı çevreler tarafından sokak vandalizmi olarak yorumlansa da en temelde tüketim davranışlarına ve devasa markaların ticari tutumlarına getirilen önemli eleştiriler barındırıyor içerisinde. Bakalım Zevs’in görsel hakimiyeti eline alması önümüzdeki sezon takıma nasıl yansıyacak? Sanatçının bu ünlü markalara getirdiği bozguncu eleştiri aslında A.S. Velasca’nın futbolda yapmaya çalıştığına da çok benziyor.


71

Velasca Kulesi’nden Yay›lan Futbol Rönesans› Clément Tournus, amblemleri olan Velasca kulesinin, Milano’nun 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki Rönesans’ın sembolü olduğunu, kendilerinin de futbol endüstrisinde bir rönesans sembolü olmak istediklerini belirtiyor. Futbol sektöründe kendilerini yenilikçi bir ekip olarak konumlandırıyorlar çünkü sektöre yeni bir bakış, yeni bir kavrayış getirdiklerine inanıyorlar. Sanat onlar için sadece kendilerini daha iyi sunacakları bir reklam aracı değil, oynadıkları ya da düşündükleri futbolun kendisi sanattan besleniyor ya da kendini sanatla ifade ediyor. Başka bir ifadeyle, sanat futbol kadar önemli bu projede. Bu nedenle, sanatı kullanan diğer futbol ekipleri gibi olmadıklarını düşünüyorlar. Örneğin, AC Milan bir sanat galerisi açmış ancak sanat A.S. Velasca’da olduğu gibi takımın bir parçası değil. Kulüp Başkanı Natlacen, sanatın elitist, futbolun ise popüler bir olgu olarak algılandığını, amaçlarının her ikisine de yeni katılımcılar çekmek olduğunu belirtiyor. Bu amaçla, kendi sahalarında oynadıkları bütün maçları her seferinde bir sergi açılışı gibi kurguluyorlar; bir defasında taraftarlara takımın renklerini içeren bayraklar başka bir seferinde ise takımın atkısını dağıtmışlar. Her ay maçla birlikte küçük bir koreografi, bir tür vernissage (öngösterim) düzenliyorlar. Bu etkinliklere futbolla ilgisi olmayan taraftarları da katılıyor. Futbolcuları yeteneklerine göre seçiyorlar ama kulübün sanatsal yönünü de kavramalarını bekliyorlar. Bu yönün futbolcularda kulüple olan bağlılığı da sağlayan taraflardan biri olduğu vurgulanıyor. Sanat ve futbolun bir aradalığı başka kulüplerde yaşanmayacak ilginç durumlar da yaratıyor. Natlacen, takımın ilk zamanlarına ait şu öyküyü anlatıyor: “Önemli bir dostluk maçımız vardı ve takımımızın biricik kalecisi hala ortalarda yoktu. Maçın başlamasına bir saat kala yaptığı graffiti yüzünden tutuklandığını öğrendik. Maça az bir süre kala, polis onu serbest bıraktı. O gün gayet iyi oynadı ancak sonraki sezon yine ortadan kayboldu. Bu nedenle artık iki kalecimiz var!” Peki oynanan futbol açısından ne durumdalar? Başkan Natlacen sezonu “tam bir felaket” olarak tanımlıyor ama bunun neredeyse her yeni kulübün yüzleşmesi gereken bir durum olduğunu belirtiyor. Sonuçta daha önce hiç bir arada oynamamış oyunculardan yepyeni bir takım oluşturulmaya çalışılıyor. Ama anlaşılan bunu pek de önemsemiyorlar. Tournus da geçen sezonu acemilik sezonu olarak tanımlıyor. Yeni bir futbol ekibi kurmanın getirdiği zorlukları

görmüşler ve aynı zamanda kulübün tanınırlığını arttırmışlar. Antrenör Paolo Lapizzo’nun işaret ettiği gibi sonuca odaklı bir kulüpten söz etmiyoruz aslında. Bu da futbolun işleyişi açısından oldukça yeni bir bakış. Antrenörün yanında takımı fiziksel olarak çalıştıranın bir kadın olduğunu söylersek A.S. Velasca’nın ezberbozan bir özelliğini daha eklemiş oluruz. Kulüp böyle olunca taraftarlar da ayrı bir merak konusu. Aşağı yukarı 40-50 kişilik kemikleşmiş bir taraftar grupları var. Maçları izleyemeyenler için de Twitter üzerinden Fransızca ve İtalyanca anlatımlar yapılıyor. Takipçileri arasında futbol severler olduğu kadar futbolla ilgisi olmayan sanatseverler, hatta futbolu ilk kez A.S. Velasca ile keşfedenler de var. Alex Stewart, Başkan’a A.S. Velasca’nın Milano’nun iki büyük takımından taraftar çalıp çalmadıklarını soruyor. Natlacen bundan çok emin değil ancak kulübün ideolojisinin ve alışılmışın dışındaki yaratıcılığının gelecekte insanları onlara yöneltebileceğini söylüyor: “Milan ve Inter’in artık, eskisi kadar çekici olmadığını biliyoruz; insanlar yeni heyecanlar, yeni titreşimler ve yeni futbol masalları arıyor. Hayal etmek istiyorlar. Biz iyi bir alternatifiz ancak bir futbol inancını kırmak da kolay değil. İtalyanlar da ayrıca inançları sağlam kişiler.” Dolayısıyla A.S. Velasca’nın taraftarlarını arttırma konusunda işleri biraz zor görünüyor ancak hedef kitlenin niceliğinden ziyade Borges’in deyişiyle coşkulu bir “uçsuz bucaksız azınlık” onlara yeterli motivasyonu sağlayacak gibi duruyor. Takipçi sayıları az da olsa A.S. Velasca’nın söz konusu alternatif tavrının belirli çevrelerde heyecan uyandırdığı ve ilerleyen zamanda daha da dikkat çekeceği söylenebilir. Bunun ilk belirtileri olarak FIFA’nın çektiği mini belgesel ve 2016 Avrupa Futbol Şampiyonası’nda açtıkları sergi gösterilebilir. “Dünyadaki En Sanatsal Futbol Kulübü” başlığını taşıyan belgesel, kulübün sanat ile futbolu nasıl buluşturduğunu projede yer alanların röportajlarıyla dinamik bir biçimde aktarıyor. Sergi ise 2-10 Temmuz 2016 tarihlerinde Futbol Şampiyonası sırasında Paris’te açılmış ve büyük ilgi görmüş. Sergide A.S. Velasca’nın oynadığı stadın tribününün bir replikasını yapmışlar ve şampiyonanın maçlarını oradaki dev ekrandan izlemişler. Ayrıca sergide futbolcuların sanatçı Naniii tarafindan yapılmış olan portreleri yer almış. Geçen dönemin sponsoru olan Régis Sénèque, kulübün forması için tasarladığı amblemi sadece orada sergilemek üzere çizerek canlı bir performans gerçekleştirmiş.


72

“No Al Calico Moderne” ya da Modern Futbola Karfl› Olmak! A.S. Velasca’yı oluşturan birikimin arkasında 90’larda İtalya’da başlayan modern futbola karşı akımın etkisi olduğu söylenebilir. “No al Calcio Moderne” yani İtalyanca “Modern Futbola Hayır” demek olan slogan giderek diğer ülkelere de sıçrayan endüstriyel futbola karşı tribün kültürünü savunan bir akım. Futbol izlemenin giderek pahalılaşması, yayıncı kuruluşların keyfi uygulamaları, futbol oyununun kendisinden çok ticari boyutunun öne çıkması bu akımın ardında yatan birkaç nedenden yalnızca bazıları. Burak Derya Erbab’ın insanhaber.com sitesinde yazdığı “Endüstriyel Futbol ve Tribünler” başlıklı yazısı, bu hareketin arkaplanına dair önemli bilgiler ortaya koyuyor. Yazıda, modern futbolu, “futbolu sadece ticari bir meta; taraftarı ise tüketici konumuna indirgemeye çalışan bir anlayış” olarak betimleyen Erbab, buna karşı olan oluşumun arkasında İtalya’da 1960’lı ve 70’li yıllarda özellikle altsınıflara ait taraftar gruplarının oluşturduğu “ultras” gruplarının

olduğunu belirtiyor. Özellikle 2002 sonrası Ultras Hareketi adında hemen hemen tüm İtalya’da kurumsallaşan taraftar grupları, Brescia, Roma, Milano kentlerinde geniş katılımlı ortak gösteriler yaparak manifestolarındaki talepleri herkese duyurmaya çalışmışlar. Erbab, bu talepleri şu şekilde sıralıyor: ‘Tüketici temelli stat yerine taraftar temelli stat’, ‘yüksek bilet fiyatlarına karşı olmak’, ‘maçların aynı gün ve saatte oynanması’, ‘sis bombası, meşalelerin, koreografilerin engellenmesinin durdurulması’, ‘kulüplerin borsada piyasa değeri olmaması’, ‘güvenlik güçlerinin baskıcı uygulamalarına son verilmesi’ vb. Bu taleplerin bugün hemen hemen dünyadaki bütün taraftar grupları tarafından karşılık bulduğu söylenebilir. A.S. Velasca hiç şüphesiz yeni bir şey yaratma arzusu kadar bugünkü futbola karşı duyulan hayalkırıklığının da bir eseri. Onlar şiddetten uzak daha farklı, daha sahih, alternatif bir futbol tahayyülü peşindeler. Başka bir futbol mümkün mü, hep birlikte göreceğiz.


Ifl›¤›n yolunu keserek ›fl›kl› yerde meydana getirdi¤i karart›d›r bazen insan. Fotoğraf: Tevfik BAŞER


0 212 533 65 32 dergi@khas.edu.tr

www.khas.edu.tr facebook.com/Khasedutr

twitter.com/khasedutr

Kadir Has Üniversitesi Kadir Has Kampüsü 34083 Cibali ‹stanbul


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.