Aktüel Politik Dergisi Ekim-Kasım Sayısı

Page 1

aktüel

litik

Yıl 3 • Sayı 13 • Ekim – Kasım 2011

▪ İdeoloji, Neden? ▪ Türkiye’de Yükselen Liberalizm ▪ Adım Adım Batılılaşma ▪ Yeni Bir Fikir Akımı; Neo-Liberalizm Röp

SİYASİ İDEOLOJİLER

Üniversitelerarası Akademik Fikir Dergisi

bir ideale bağlanın!

o r t aj

Doç.Dr. Stevo Pendarovski


BABE LUCCI MEYDAN TEKSTİL

Koca Ragıp Paşa Cad. Sempati İş Merkezi. NO: 72 Laleli/İSTANBUL Showroom: 0 (212) 551 23 75


izm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir. Cemil Meriç

İbrahim Müteferrika’nın katkılarıyla...


10

12 S05 S06 S07 S08

24

25

Giriş Ajanda - Dünya Ajanda - Türkiye İç Politika

Türkiye’de Yükselen Liberalizm / Ahmet BARANER

S10 Dış Politika

Değişen Ne Oldu? / Volkan TÜRKMEN

S11 Araştırma

18

İdeoloji, Neden? / Lütfiye Nur AKKOÇ

S12 Tarih

Adım Adım Batılılaşma / Yılma TACEMEN

S14 Araştırma

Siyasi Arenada Yeni Bir Fikir Akımı: Neo-liberalizm /Alperen Cihan ÇETİNKAYA

S17 Reklam S18 Biyografi

İstiklâl’e Sevdalı Bir Şair: Mehmet Akif ERSOY/ Lütfiye Nur AKKOÇ

S20 Ekonomi

Dünyadaki Son Ekonomik Gelişmeler ve Beklenen Kriz/ İbrahim ÖZSOY

S22 Güncel

Somali’ye Sosyo-politik Bir Bakış / Hilal ŞAHİNLER

S24 Film

22

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak / Fatmanur KILINÇ

S25 Kitap

Franny ve Zooey / Semra BAYIK

S26 Röportaj

Doç. Dr. Stevo Pendarovski

S28 S29 S30 S31 S32 S34

İki Açıdan Politik Vurgu Söz Sende Politik Kuş Kulüpten Karikatür

26 4


S

on yıllarda kağıdın biteceği, dergiciliğin ruhsuz internet sitelerine kalacağı komploları üretiledursun; matbaadan elinize ulaşan her dergi bu düşünceye vurulan bir tokat niteliğindedir. Elinizdeki dergi yazı yazmak için günlerini verenlerle sayfa tasarlamak için saatlerini verenlerin işbirliği; uygun yazıyı bulmak için gözlerini bozanlarla, reklam aramak uğruna yollara düşenlerin dostluğudur. Dergi; Muhammed Ali’nin rakibine vurduğu ilk yumruk, Mandela’nın tarifsiz özgürlüğü, Ümmü Gülsüm’ün en güzel bestesi, Neşet Ertaş’ın sazının bir teli, Cemil Meriç’in kalesi, Aliya’nın halkına son sözüdür. 3. yılına giriyor Aktüel Politik. İlk günden bugüne değişenlere rağmen hep bir okul oldu Aktüel Politik; sadece dergiciliği, yazarlığı, editörlüğü, tasarımı değil, hayata dair her şeyi tecrübe ettirdi ve öğretti. Aktüel Politik yeni akademik yıla köklü yeniliklerle giriyor. Bu sene dergimize yeni bölümler girdi. Politik Kuş ve Politik Vurgu sayfaları dergimize renk ve heyecan kattı. Bu sayıda olmasa da geçtiğimiz yıl yayınladığımız gibi İngilizce yazıları bu sene sistematik bir şekilde tekrar yayınlayacağız. Üniversitelerarası kimliğimiz ile birçok üniversiteye temsilcilerimiz aracılığıyla ulaşacağız. Artık dergimiz iki aylık olarak yoluna devam edecek. Aktüel Politik bir öğrenci emeği, öğrenci dergisi olmaya ve öğrencilerin fikirlerini ve bilgilerini aktarmalarına yardım etmeye devam edecek. Enes İlyas DEMİREL

Genel Yayın Yönetmeni Ankara Üniversitesi İrem Esra KÖMÜRCÜ Bahçeşehir Üniversitesi Yusuf Enes UZUN Bilgi Üniversitesi Kıymet KÖSE Bilkent Üniversitesi F. Zeynep HACIOĞLU Boğaziçi Üniversitesi Ahmet Mert GÜL Celal Bayar Üniversitesi Serim KARAKAYA Dokuz Eylül Üniversitesi M.Kutalmış ALKAN Fatih Üniversitesi (Ank) Mustafa Semih ELİTOK

a

Üniversite Temsilcileri Galatasaray Üniversitesi Celal Fatih KUYUCU Gazi Üniversitesi Taha ÖZTÜRK Gediz Üniversitesi Alperen BAĞCI İstanbul Üniversitesi Ömer Faruk ERDOĞAN İst. Aydın Üniversitesi Süheyla AYYILDIZ İst. Ticaret Üniversitesi Büşra Nur KAYA Kadir Has Üniversitesi M. Ramazan GÜNEŞ Kırıkkale Üniversitesi Rifat ÖZTÜRK

Koç Üniversitesi Oğuzhan OCAK Kültür Üniversitesi Ömer Faruk KURT Melikşah Üniversitesi M. Hasan TANRIÖVEN ODTÜ Mehmet USLU Selçuk Üniversitesi Berat Emre AKDAŞ TOBB ETÜ Erhan Burak AYDIN Turgut Özal Üniversitesi Ömer YILMAZ Uludağ Üniversitesi Aysel ÖZDEMİR

- Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale ve tasarımların elektronik ortamlar da dahil olmak üzere dağıtım hakkı yalnızca Aktüel Politik’e aittir. İzin alınmaksızın materyalin tamamının ya da bir bölümünün yayınlanması veya çoğaltılması yasaktır. - Bu dergi sadece sponsorluk ve reklam gelirleri ile çıkarılmaktadır. - Ücretsiz olarak dağıtılır.

5

a

Aktüel Politik Adına İmtiyaz Sahibi Fatih Üniversitesi Politika Kulübü Genel Yayın Yönetmeni Görsel Yönetmen Enes İlyas DEMİREL Editörler Kübra BULUT Semra BAYIK

Yayın Koordinatörleri Lütfiye Nur AKKOÇ Önder İŞCEN Yazı İşleri Sorumlusu Yılma TACEMEN

Görsel Tasarım Danışmanı Yusuf Mansur ÖZER Görsel Tasarım Kurulu Sibel YILDIRIM Ümmühan BEKTAŞ Yusuf SADİ Bölüm Sorumluları Ayşe SAR Ayşegül ER Hilal ŞAHİNLER Kübra KOÇAN Muhammed RESUL Önder ÜÇÜNCÜ Rabia Nur TERZİ Safiye ÇELEBİ Yunus Emre AKBABA Zeynep ÇAKMAK

Reklam ve Sponsorluk Sorumlusu Hilal YANIK Danışma Kurulu Öğr. Gör. Zehra ÖKSÜZ

Fatih Üniversitesi Öğretim Görevlisi

Öğr. Gör. Baran MERMER

Fatih Üniversitesi Kulüpler Ofisi Yöneticisi

Mehmet Yavuz KANAR

Politika Kulübü Divan Kurulu Başkanı

Murat DAİ

Aktüel Politik Eski Genel Yayın Yönetmeni

Nihan ALBAYRAK

Aktüel Politik Eski Genel Yayın Yönetmeni

Grafik Tasarım Zezé Design

Yayın Türü İki Aylık Yerel Süreli Yayın

Yönetim Yeri Fatih Üniversitesi Politika Kulübü Ofisi - M-210, 34500 Büyükçekmece, İstanbul


Ajanda Suriye’de Genel

me Türkiye’de Büyü

Af

Suriye lideri Beşşar Esad aylardır devam eden ayaklanmayı durdurmak için genel af ilan etti. 1 Haziran

9 Haziran

klama Kaddafi’ye Tutu

Uluslararası Ceza Mahkemesi, Libya lideri Muammer Kaddafi ve oğlu hakkında tutuklama emri çıkardı. 17 Haziran

DÜNYA

Dünya Bankası YAZ 2011 2011 yılında Türkiye’nin büyüme tahminini 4,1’den 6,1’e ıyor Suriyeliler Kaç yükseltti. Esad yönetiminAvrupa’da Kriz den kaçan Suriyeli Yunanistan, 8 Haziran mülteciler Türkiye’ye İspanya ve Belçika’da sığınıyor. Hatay’a gelen halk, kriz yüzünden Suriyeliler için sınırda hükümeti protesto için çadır kentler kusokaklarda. ruldu. 16 Haziran

rir’de Davutoğlu Tah

Libya’da coşkuyla karşılanan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu Tahrir Meydanı’nda tarihi bir konuşma yaptı. ği D-Çin Gerginli

AB

Obama’nın Tibet’in ruhani lideri Dalay Lama ile görüşmesi üzerine Çin İran’la 4 milyarlık anlaşma imzaladı.

4 Temmuz

orunu Güney Kıbrıs S

ı Norveç’te Saldır

Erdoğan, Rumların AB dönem başkanlığını üstlenmesinin Türkiye ile AB ilişkilerini donduracağını belirtti.

17 Temmuz Norveç’te Somali’de Açlık 20 Temmuz Başbakanlık Son 50 yılın en Binası’nın önünde büyük kuraklığını patlayan bombayla ve yaşayan Somali’de her bir gençlik kampına gün yüzlerce insan yapılan saldırıda 92 Londra’da İsyan açlıktan ölüyor. Kaddafi Bitti Londra’da kişi öldü. Kaddafi’nin 42 bir gencin polis yıllık iktidarı sona 22 Temmuz 25 Temmuz tarafından öldürülerdi. Libyalı muhalifler mesini protesto eden 6 aylık bir mücadeleden göstericiler, araçları sonra Trablus’un ve binaları yakıp, denetimini ele dükkânları geçirdi. yağmaladılar.

ABD’de Kasırga

ABD’de Irene Kasırgası nedeniyle birçok bölge ve ev tahliye edildi.

7 Ağustos

İsrail Kaçıyor

Netanyahu’nun Amerikalı yetkilileri arayarak, Mavi Marmara raporunun altı ay ertelenmesini istediği bildirildi.

27 Ağustos

29 Ağustos

6

22 Ağustos


. TÜRKIYE

Ajanda “CHP’ye Oy Ver

YAZ 2011

Hatip Dicle Kar ar

ı

Yüksek Seçim Kurulu, KCK davası tutuklusu Hatip Dicle’nin vekilliğini düşürdü.

21 Haziran

Ak Parti; Yenid

en!

in”

The Economist Dergisi; AKP’ye oy vermeyin, CHP’ye oy verin çağrısında bulundu.

BDP Boykotu

Genel seçim sonucunda AKP, yüzde 50 oy alarak rakiplerine fark atarak üçüncü kez iktidara geldi.

Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşmesinin ardından bağımsız vekiller meclise girmeme kararı aldılar.

1 Haziran

CHP Boykotu

23 Haziran

Fener’de Tutuk lamal

İn  ternet Andıcı

ar

Deniz Feneri e.V. soruşturmasında gözaltına alınan eski RTÜK Başkanı Zahid Akman ve bazı Kanal 7 yöneticileri tutuklandı.

CHP, tutuklu vekiller serbest kalmadığı sürece yemin etmeme kararı aldı. CHP meclise girecek ama Garip Tesadüf yemin etmeyecek. O rduda Emeklili k Diyarbakır’da Gül, Erdoğan ve Demokratik Toplum 28 Haziran Koşaner arasında Kongresi’nin “Demokrayapılan üçlü zirvenin tik Özerkliği”ni ilan ettiği ardından Işık Koşaner ve saatlerde Silvan’da 13 3 komutan emekliasker şehit oldu. liklerini istedi. 14 Temmuz

12 Haziran

10 Temmuz

29 Temmuz

İnternet Andıcı YAŞ’ta Tarihi G ün iddianamesi kabul YAŞ kararları edildi. Aralarında eaçıklandı. TSK’nin mekli Org. Hasan Iğsız’ın yeni Genelkurmay da bulunduğu 7si genBaşkanı Necdet Özel eral 22 subay sanık oldu. Hızlı Tren Hattı listesinde. Şaşırtan İddia Ankara- Konya arası mesafeyi bir TRT, PKK 4 Ağustos 29 Temmuz buçuk saate indiren hızlı örgüt elebaşı Murat trenin açılışı Başbakan Karayılan’ın yakalandığını Erdoğan’ın katılımıyla iddia etti. PKK ise bu yapıldı. haberi yalanladı. 13 Ağustos

23 Ağustos

Şok Karar

Kılıçdaroğlu So mali’de

TFF, Fenerbahçe’yi Şampiyonlar Ligi’nden men etti. Trabzon Devler Ligi’nde!

CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu Somali’de yardım kolilerini ihtiyaç sahiplerine dağıtarak sohbet etti.

25 Ağustos

31 Ağustos

7


İç Politika Ahmet Baraner | Fatih Üniversitesi Hukuk • 1

Türkiye’de Yükselen

LİBERALİZM

L

“Birey; cemaati, toplumu ya da partiyi “bozan”, “bölen” veya en azından “çözen” bir unsur olarak görülür. Bu nedenle liberalizmin parolası olarak kullanılan “Bırakınız yapsınlar!” çağrısı, Türkiye’nin hem solcularını hem de sağcılarını dehşete düşürür.”

iberalizm, her alanda özgürlüğü temele yerleştirme düşüncesinde olan siyasi bir ideolojidir. Diğer bir deyişle liberalizm, bireylerin ifade özgürlüğüne sahip olduğu gerektiğinde devlet yetkilerinin ve devlet içindeki kurum ve kuruluşların yetki gücünün sınırlandırıldığı ve serbest piyasa ekonomisine dayanan bir yapı oluşturma fikridir. Vatandaşların kişisel hak ve özgürlüklerini hiçbir engele takılmaksızın kullanabilmeleri ancak liberalizm kavramının tam olarak idrak edilmesi ve toplum ve devlet tarafından benimsenmesiyle mümkündür.

otoriteye direnme hakkını verdiğini belirtir. Batıdaki kralların kişilerin haklarını kullanmalarını engellemesi ve kişileri alınıp satılan bir mal ya da çalıştırılan bir köle olarak görmesi ve halkların topluluklar halinde aydınların da destekleriyle haklarını talep etmeleri liberalizmin doğmasındaki ilk kıvılcımlardır. Türkiye’de ise 19. yüzyılın ikinci yarısında azınlıkların devletten kopmasını engellemek, hiç değilse daha az sayıda kişinin kopmasını sağlamak amacıyla azınlıklara tanınan haklarla girer Türkiye sınırlarından içeri liberalizm. 1876’da Osmanlı’nın ilk anayasasının padişah tarafın onaylanıp halka haklar verilmiş ve padişahın yetkileri kısıtlanmıştır. Böylece, devletin yetkileri kısıtlanmış ve kişilerin özgürlüklerinin artırılmasına çalışılmıştır. SİYASİ YAPIDA LİBERALİZM irey; cemaati, toplumu ya da partiyi “bozan”, “bölen” veya en azından “çözen” bir unsur olarak görülür. Bu nedenle liberalizmin parolası olarak kullanılan “Bırakınız yapsınlar!” çağrısı, Türkiye’nin hem solcularını hem de sağcılarını dehşete düşürür. Mustafa Erdoğan’ın özlü anlatımıyla; “Gerçekten insanların kendi kaderlerini tayin etmeleri düşüncesiyle ilişkili bulunan müsedekar “Bırakınız yapsınlar!” düsturunun; insanların dışarıdan bir otorite eliyle yönlendirilip “hizaya sokulmasını”, samimiyetle, gayet tabii gören bir kültürde benimsenmesini beklemek gerçekçi olamaz. Böyle bir kültürün şiarı, olsa olsa sıkı tutun bırakmayın!” nidası olabilir.” diyor Vahap Coşkun. Cumhuriyet döneminden itibaren başlayan tek parti egemenliği süresince siyasi ortam liberalizme uygun değildir ve yıllarca liberalizmin gelişip, genişleyip topluma yayılabilmesi için

B

LİBERALİZMİN TARİHİ iberalizm, ilk defa Batılı düşünürler tarafından ortaya atılmış ve kısa sürede halktan ciddi bir destek görmüş bir akımdır. John Locke insanların bir arada yaşamaya başladıktan sonra haklarının korunması için toplumsal bir anlaşmaya ihtiyaç duyduklarını bunun da devleti ortaya çıkardığını savunur. Bu hakları “hayat, hürriyet ve mülkiyet’’ olarak belirler ve bu haklara o kadar çok önem verir ki kişinin bu haklardan mahrum bırakılması durumunda bu kişiye siyasi

L

8

elverişli bir ortam bulunmaz. Çok partili hayat ile liberalizmin eşdeğerde olduğu söylenilebilir Türkiye şartlarında. Çünkü çok partili hayatın olmadığı, baştaki partinin hiçbir muhalefete uğramaksızın ve kendi iradeleri dışındaki hiç kimseye danışmaksızın kararlar alınıp uygulamaya koyduğu koşullar altında özgürlükçü söylemlerin dillendirilmesi pek mümkün değildir. Bunlar dillendirilse bile siyasi idare istediği özgürlüğü istediği kadar verecektir halka ve yıllarca da böyle olmuştur Türkiye’de. Görüşleri itibariyle ilk liberal sayılabilecek muhalefet partisi 1924 yılında Kazım Karabekir, Ali Fuat ve Rauf Orbay gibi Atatürk’ün silah arkadaşları tarafından kurulmuştur. Ancak iktidarı tedirgin ettiğinden parti 1925 yılında kapatılmıştır. Çok değil aradan daha 5 sene geçmiştir ve yeni bir muhalefet partisi daha kurulmuştur; Serbest Cumhuriyet Fırkası. Bu parti de liberal özellikler göstermekle beraber muhalefet özelliği gösterememiş ve 1 yıl içerisinde kapatılmıştır. 1946’ya gelininceye kadar bu süreçte bir iktidar

Ali Fethi Okyar


İç Politika

denemesi olmamış, iktidar yine bildiğini okumuş, kimse de “Dur bakalım! Ne oluyor?” diyememiştir. “Artık yeter, söz milletindir!” nidalarıyla halkı tam manasıyla temsil eden toplumun büyük bir kesimi tarafından desteklenen Demokrat Parti, 1950 seçimlerini ezici bir çoğunlukla kazanmıştır. Parti, her alanda yatırımlara yoğunlaşmış ve ülkemiz bir alanda bölgenin parlayan yıldızı haline gelmiştir. Ancak liberal tavır fazla sürmemiş birkaç sene sonra liberalizm yerini baskıcı otoriter bir rejime bırakmış adeta tek parti egemenliğinin hüküm sürdüğü dönem geri gelmiştir Türkiye’ye. Medyaya bir takım yasaklar getirilmiş gün geçtikçe özgürlüklerden uzaklaşılmıştır. Yapılan askeri darbeler de toplumu daha özgür bir ortamda yaşatma çalışmalarını her seferinde sekteye uğratmış, ülke ekonomik ve diplomatik olarak ne zaman atağa kalksa engellenmiş ve 20-30 sene geriye götürülmüştür. 2000’li yıllara gelindiğinde hala hak ve özgürlükler tam olarak halk tarafından benimsenememiştir. Daha doğrusu hala halkın haklarını özgür bir şekilde kendi hür iradesiyle kullanabileceği bir ortam yaratılamamıştır. Seçimlerden önce ülkeyi ekonomik ve siyasi açıdan nasıl daha iyi şartlara getirileceği vaadi yerine, hala daha fazla özgürlük vaat edilir. Elbette 21. yüzyıl ortamını daha önceki 1930 ya da 1960’la karşılaştırmak mümkün değildir. Şartlar değişmiş ve ülke günden güne gelişimini artırmaktadır, ancak hak ve özürlüklerin yaşanması açısından istenen ve olunması gereken noktada değildir sadece. 1950’lerdeki gibi kime oy atılması gerektiği söylenmi-

yor, seçim yaparken baskı altında tutulmuyor vatandaşlar. 1960’ta ya da 1980’de olduğu gibi halkın seçtiği iktidar zor kullanılarak devrilmiyor. Herkes resmiyle, yazısıyla ya da sözleriyle istediğini yerip, istediğini göğe çıkarabiliyor. Haklara saygılı olunduğu ve hukuka uyulduğu sürece kimse eleştirilemez değildir artık. Üniversite öğrencileri istediğinde eylem yapabiliyor ya da işçiler sendikalar yardımıyla haklarını çalıştıkları kurumlardan rahatça talep edebiliyor; bu kurum devletin dahi olsa. TÜRKİYE’DE LİBERAL EKONOMİ ir ülkede liberal ekonominin canlandırılması ve teşvik edilmesi için yapılması gerekli bazı düzenlemeler vardır. Bazı dönemlerde fabrika veya işyeri açılması koşuluyla özel yatırımları artırmak için devlet şahıslara ücretsiz arazi vermiştir. Bazı dönemlerde ise vergiler yok denecek kadar az seviyeye indirilmiş, her türlü zor şartlar altında dahi bireysel yatırımların devamı için her türlü yola başvurulmuştur. Örneğin, birkaç yıl öncesinde krizde devlet çok büyük istihdam sağlayan özel kuruluşların işçi çıkarmasını engellemek için belli süreyle işçi sigorta primlerini ödeyeceğini açıklamıştır. Halen yatırım için her alanda çok düşük faizli krediler vatandaşlara sağlanmaktadır ve yabancı sermaye girişi için de çalışmalar aralıksız sürdürülmektedir. Cumhuriyet döneminin başında liberal bir ekonomi oluşturma fikri ortay atılmış ama uygulanamayacağı kısa sürede anlaşılmıştır. Çünkü bireysel yatırımların yapılabilmesi için önce elinde nakit parası bulunan birilerinin

B

9

olması gerekmiştir. Bu da savaştan yeni çıkmış bir ülkede mümkün olacak bir şey değildir. O yüzden, o yıllarda devletçilik devreye girmiş ve bütün yatırımlar devlet eliyle yapılmak mecburiyetinde kalınmıştır. 1950’lere gelindiğinde devlet eliyle yapılan yatırımlar bir taraftan devam ettirilirken diğer taraftan mevcut doğal kaynakların en iyi şekilde kullanılması için ülkeye yurtdışından yatırımcılar çekilmeye çalışılmıştır. Yine 2000’li yıllarda devleti ciddi boyutlarda zarara uğratan ve devlete yük olan bazı kurum ve kuruluşların belli hisseleri özel sektördeki yatırımcılara satılmıştır. Örneğin, özelleşmeden önce devleti milyonlarca lira zarara uğratan Türk Telekom özelleştikten sonra kısa sürede kâra geçmeye başlamıştır. Büyük hissesi devlete ait olduğu için daha önce devlete yük olan kurum, şimdi bu hisse oranında çok ciddi kârlar elde etmektedir. Bunun gibi, her alanda yapılan özel yatırımlar gerekli desteği gördüğü takdirde ülkenin gelişmesine çok büyük katkılar sağlayacaktır. 2010 yılında Türkiye Avrupa’nın en hızlı büyüyen ekonomisi olmuştur. Çin ise yüzde 10.3 büyümeyle dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi olmuştur 2010’da; arkasından da Arjantin ve Türkiye gelmiştir. Türkiye’nin yüzde 8.9 büyüme oranına sahip olmasında özel sektörün payının çok büyük olduğu ise tartışmasız gözükmektedir. Kaynaklar ▪ ERDOĞAN, Mustafa. Liberalizm ve Türkiye’de Liberal Eğilimler. ▪ http://www.sendika.org


Dış Politika Volkan TÜRKMEN | Trakya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler • 2

11

Değişen Ne Oldu?

Eylül dünya tarihinde bir dönemeç ya da kısaca, insanlığın geleceğini ilgilendiren bir dönüm noktasıdır. Saldırıyla ilgili birçok spekülasyon yapılsa da gerçek olan şudur ki; ikiz kuleler çöktü ve dünya değişti. Nasıl mı? İşte 11 Eylül ve sonrasında ABD politikası... ABD Sovyet bloğu dağılıncaya kadar dünyayı denetim altında tutmak için “düşman-öteki’’ kavramını kullanmıştır. Sovyet bloğu dağılınca karşısında düşman kalmayan ABD, dış politikada yeni bir öteki arayışına girmiştir. Dünya haritasını önüne alan ABD ve Batı ülkeleri oluşturacakları yenidünya düzeninde değerlendirilmelerde bulunmuşlardır. Yapılan değerlendirmeler sonucunda, enerji ve zengin yer altı kaynaklarının genellikle gelişmemiş statüsünde bulunan Müslüman ülkelerin egemen olduğu topraklarda bulunduğu gözlemlenmiştir. Bu kaynakların denetim altına alınması için öyle bir neden olmalıdır ki; bu olay uluslararası alanda meşru hale gelmelidir. Bu tehdit, başlangıçta “İslam Köktendinciliği”, daha sonra “İslami Terörizm” olarak belirlenmiştir.11 Eylül günü ikiz kulelere yapılan saldırı ABD’nin bu politikasını uygulaması için önemli bir fırsat haline gelmiştir. Bu saldırı aynı zamanda, yenidünya düzenin ne şekilde oluşacağının göstergesi niteliğindeydi. 11 Eylül saldırısı ABD’nin uzun süredir kurguladığı düşmanını nihayet bulmasını sağlamıştır. Düşmanın ismi, terördür. Ancak bu düşmanın somutlaştırılması gerekir. Düşman somutlaştırılmazsa yönetim zafiyet içerisinde kendisinden bekleneni yerine getirememiş sayılır. ABD başkanı Bush, kısa sürede saldırıyı gerçekleştirenlerin Usame Bin Ladin ve onun yönettiği El-Kaide terör örgütü olduğunu açıklamıştır. Bu kısa süre zarfında uluslararası kamuoyunun desteğini alan ABD Afganistan’a müdahale etmiştir. 11 Eylül sonrasında ABD

11 Eylül Öncesi ve Sonrası

stratejisi tamamen Ortadoğu’yu hedef almıştır. 11 Eylül’de yaşanan terör olayı sonucunda, tüm dünyada barış sağlanabilmesi ve yenidünya düzeninin oluşturulabilmesi için yeni bir hareket başlatılmıştır. Bu harekete ulaşmak için ABD’nin ortaya attığı “Demokrasi uğruna savaş’’ sistemi ilk olarak Ortadoğu üzerinde uygulamaya geçirilmiştir. Birçok akademisyen ve siyaset adamı görüşlerinde, gerçekleştirilen operasyonlarda ABD’nin kendi milli-ekonomik çıkarlarının ön plana aldığını ifade etmişlerdir. Bölgenin zengin petrol yataklarına sahip olması, bu komplo teorilerini destekler niteliktedir. Irak savaşının temelleri buraya bağlanabilir. Savaş öncesinde ABD ve İngiliz hükümetleri Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olmasının birçok ülkeyi ciddi şekilde tehdit ettiği gerekçesiyle ve aynı zamanda Saddam Hüseyin yönetiminin El-kaideye destek verdiği iddiasıyla Irak’a 2003 yılında, “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu’’ adı altında bir harekât başlatmıştır. 11 Eylül sonrasında ABD stratejisinin tamamen Ortadoğu’yu hedef aldığı düşünülürse, ABD’nin stratejilerini 11 Eylül öncesi ve sonrası şeklinde kategorize ettiğini söylenebiliriz. ABD’nin 11 Eylül öncesindeki saldırıları daha çok ‘‘caydırıcı’’özellik taşırdı. Mesela 1991 Körfez Savaşı,1995 Bosna ve 2001 Afganistan Savaşı gibi. Ancak, 11 Eylül saldırısı tarihte bir değişikliğe yol açtı. Irak saldırısını bunun bir sonucu olarak değerlendirmek gerekmektedir. Artık tüm dünyada demokrasi rejiminin yayılması için başlatılan hareket ile ABD, savaş tanımını değiştirmiştir. ABD’nin Ortadoğu’da istediği, yeni bir toplum modeli ile din ve kültür inşasıdır. Ancak, durumlar ABD’nin istediği gibi gitmemektedir. ABD Ortadoğu bataklığına saplanmış, Irak’a istediği demokrasiyi inşa edememiş ve bölgede güç kaybetmiştir. Çünkü ABD’nin 11 Eylül sonrasında uyguladığı politika, ben merkezli tasnif politikasıdır. Bu süreçte terör küreselleşirken ABD yönetiminin teröre karşı savaşı küreselleştirme gayreti Irak zemininde inandırıcılığını yitirmiş ve terörle mücadele küreselleşememiştir. Irak’ta dikta rejimi yıkılmasına rağmen bölgede

10

Saddam rejiminden kalma terör grupları bulunmakta ve bu gruplar demokrasi karşıtı eylemler yapmaktadırlar. Bütün bunların yanı sıra; İran ise bölgede nükleer çalışmalarına devam etmekte ve uluslararası uyarılara kayıtsız kalmaktadır. Dünyayı kasıp kavuran terör artarken ABD’yi de bu bölgede tehdit etmektedir. Bölgede ABD yalnızlaşmakta ve ikinci Vietnam sendromunu yaşamaktadır. ABD’nin bütün müttefikleri Irak’ı terk ederken, ABD yönetimi Irak’tan çekilme hesapları yapmaktadır. Bununla birlikte; ABD’nin bölgede uyguladığı hatalı poli tikalar yüzünden terör grupları da saldırı cephelerini genişletmiştir. ABD’den sonra Türkiye, İngiltere ve İspanya da terör saldırılarının hedefi olmuştur. 11 Eylül’le birlikte küresel değişim meydana gelmiştir. 11 Eylül dünyanın yanı sıra, ABD dış politikasının belirleyicisidir. Sonuca gelecek olursak; 11 Eylül dünyada din, güvenlik ve terör kavramlarını ve algılarını topyekûn değiştirmiştir. Bazıları Samuel Huntingon’un ‘‘Medeniyetler Çatışması’’ kuramının geçerli hale geldiğini savunmuştur. Bu kuram genel olarak Müslüman ve Hıristiyanların bir arada yaşayamayacağını savunur. Bunun sonucu olarak İslam dünyası ve Batı arasındaki ilişkiler alt-üst olmuştur. Artık ABD politikası buna göre şekillenmeye başlamıştır. ABD’nin Irak ve Afganistan’dan sonra nükleer çalışmalarıyla tehlikeli bir hal alan İran ve Suriye’yi hedef alacağı yönünde yorumlar yapılmaktadır. Ancak, dünya kamuoyunda yapılan tartışmalara bakıldığında hâkim görüş, Beyaz Saray’ın Irak operasyonu bitmeden bu işe kalkışmayacağı yönündedir. ABD’nin demokratikleşme ve barış söylemleriyle girdiği Afganistan ve Irak’ta kaos ortamı ve iç çatışmalar devam etmektedir. Ortadoğu’da, özellikle Irak’ta, çatışmaların uzun bir müddet daha devam edeceği kan ve gözyaşının hüküm süreceği öngörülmektedir.


Lütfiye Nur AKKOÇ | Fatih Üniversitesi Psikoloji • 1 Araştırma

İDEOLOJİ neden? ‘‘B

ir ideoloji, yaşamak için nedenler koyar ortaya… Hayatını tehlikeye atmak için de… Başkalarını ezmek ve öldürmek için de nedenler bulur. İdeolojiler kıyıcıdır, hele başka, karşı ideolojilerce tehdit edildiklerinde. İnsanlar, çıkarları için, haince dövüşürler. İdeolojiler fetihçidir; sefere çıkılmasını isterler, hele güç istedikleri toplumsal kuvvetler, yeni ortaya çıkmış iseler. Ayrımsız bütün ideolojiler kan kokar, sadece ideolojileri uğruna canlarını tehlikeye atan veya hayatlarını yitirenlerin kanı değil… Daha çok bunların üstünlük sağladıkları yerdeki kurbanların kanıdır alabildiğine kokan. Hoşgörü, kendini tehdit altında görmeyen egemen bir ideolojinin göstereceği lüks bir tavırdır.’’ Jean William Lapierre. oplum belirli yasalar olmadığı müddetçe varlığını devam ettiremeyeceği gibi yenilikçi kimseler olmadan da ilerleyemez. Buna rağmen yasalar yenilik getirenlere karşı her zaman biraz düşman, yenilikçilerde yasalara karşı birazcık anarşistlerdir. İdeolojilerin çıkış tarihleri, ‘‘sosyal siyasal yönden objektif bir biçimde incelenirse’’ toplumun ihtiyacı olduğu bir anda doğdukları görülür. Ancak, zamanla sadece belli bir kitlenin menfaatleri doğrultusunda yönlendirilmeye başlandığında amacında sapmalar yaşanmaya başlar. Mesela sosyalizmin ortaya çıkış amacı ücretli sınıfın bağımsızlığa kavuşturulması, ihtilalcı bir eylemle özgürlük ve adaletin sağlanmasıydı. Kapitalizmden yeni düzene geçiş şiddetli ve bir o kadar da sarsıcı olacaktı. Kapitalistlerin bütün malları karşılık verilmeden ellerinden alınacak, alınan yetkilerinin yerine yeni bir yetki konulmayacaktı. Öyle de oldu. Ancak, daha sonra sosyalizmin ruhunun üzerine yavaş yavaş şahsi menfaatlerin gölgesi düştü. Fransa’da sosyalistler hükümette görev aldılar, parlamentoda çoğunluk meydana getirdiler ve başka çoğunlukları yıktılar. Almanya’da ise sosyal demokrasi öylesine güçlendi ki; kendi istediklerinin hükümetçe tanınması karşılığında bile uzlaşmaz görünen

T

İdeolojinin idealleri, fikirleri dini gerçeklik gibi sorgusuz kabul edilirse değişen, her an yenilenen toplumda, kokuşan ve ortaya sürekli sorunlar çıkaran fikirler olarak bütünleşmeye değil kaosa sebep olurlar.

bazı ilkelerin üzerinde pazarlığa gitmek istediler. Sosyalistler salt menfaatleri doğrultusunda hareket etmeye başladı. Kitleselleşen her fikrin başına geldiği gibi sosyalizmde tek gözünü kapattı ve resme bütün olarak bakmayı reddetti. Örnek olarak devletleştirmeyi verebiliriz. Mesela herhangi bir kurumu devletin aldığını ve işlettiğini düşünelim. Bu sosyalizmin en temel ideallerinden biridir. Ücretli sınıf ve halk için bunun birçok olumlu tarafı vardır. Bir kere başlangıçta ekonomik adalet sağlanmış gözükür. Gelirin rant ve faiz sahiplerine düşen payı kalkmış olur. Fakat madalyonun diğer tarafına bakarsak şunları da görürüz; hisse sahiplerinden alınan kurum, sahipleri hisselerden ömür boyunca gelir elde edeceklerinden, hisseleri şahsi kazançları doğrultusunda ancak çok iyi paraya vereceklerdir ki paranın miktarı ortaya çıkınca ekonomik adalet kavramı yine karışacaktır. (Veya devlet kuruma el koyacaktır ki bu ayrıca üzerinde tartışılacak bir konudur. )Devletin kurumu aldığını farz ederek başka bir bakış açısı daha getirelim. Özgürlüğe giden yolda ilerleme, çalışanların seslerini yükseltebilmesiyle doğru orantılıdır. Kurum kamusallaşınca yönetimle kavga eden ücretli sınıfın devlete başvurma olanağı varken, şimdi doğrudan doğruya hükümetle kavga etmiş duruma düşmüş olacaklardır. İşçiler grev yapınca karşılarında devletin örgütlenmiş gücünü bulacaklardır. Kurum içinde oluşabilecek aykırı ama belki yenilikçi ve başarılı olabilecek fikirler, kurum devletin elindeyken kaybolup gidecektir. Belki ücretli kesimin motivasyonu maaşın sabit olmasından dolayı düşecektir. Hatta artık kurumun yöneticiliği, taraf tutan ve kendilerini emekçilerden ayırmış belki de iktidar olma hırsına kapılmış memurların eline geçecektir. (‘‘Bu memurları denetleyen bir güç olmayacak mı?’’ diye sorabilirsiniz. Evet, olur ama genellikle uzak ve hareketsiz kalır. Ve ancak tüm ülkeyi ilgilendiren sansasyonel konularda harekete geçer. Bunun yakın tarihte de birçok örneği yaşanmıştır). Sonuç

11

olarak başlanılan noktaya geri döndük. İşte herhangi bir siyasi ideoloji çok haklı sebeplerle ortaya çıkabilir ancak uygulandığında işin içine insan ilişkileri (koltuk hırsı, para sevdası vb.) girdiğinde çok karışabilir hatta amacından tamamen uzaklaşabilir. Milliyetçiliğe de genel ve objektif bir açıklama yapmayı göze alırsak; eğer ulusu bir bütün olarak kabul ediyorsa, bir ülkü uğrunda birleşmede millete azim ve kuvvet veriyorsa ancak, yüce bir idealdir. Yoksa ufuklar ‘ırk’ gibi basit ancak o kadar da tehlikeli bir kavramla daralttırılırsa, zihinler bununla meşgul edilirse değil bir adım ileri gidilmek, gerilenir . Türkiye de ne yazık ki bu kavramın pençesine zamanında kurban vermiş ülkelerden biri. Bizim gibi kilit noktada çok uluslu bir vatana sahip olan milletin çok hassas yaklaşması gereken bir durum. Aslında Beşir Ayvazoğlu’nun sözleri milliyetçilik kavramına nasıl bakmamız gerektiğinin özeti gibi: ‘‘İmparatorluk bakiyesi bir coğrafyada yaşadığımın şuurundayım; insanların başına Almanlar tarafından bela edilen ırkçılığın ‘üstün ırk’ safsatasının ve siyasi bir ideoloji haline getirilmiş milliyetçiliğin ayrılıkları körükleyeceğini, felaketler getireceğinin fark ettiğimden beri bu toprakların tarihinden ve kültüründen beslenen bir milliyetçiliği savunuyorum; düşmana ihtiyaç hissetmeyen, ötekileştirmeyen, bütün halkın refahını ve mutluluğunu gözeten, kucaklayıcı, birleştirici bir milliyetçilik…’’ Sonuç olarak ideolojiler, kitleleri ‘yandaş’ ya da ‘karşıt’ diye ayırmak için değil de ancak birleştirici ve düzeni her an sorgulayan bir zemin olarak kullanılırsa medeniyetin gelişmesi için bir araç olabilir. Ve unutulmamalıdır; ideolojileri ortaya çıkaran toplumsal ilişkiler ve yapılardır, bunlar da her an değişmektedir. Eğer ideolojinin idealleri, fikirleri dini gerçeklik gibi sorgusuz kabul edilirse değişen, her an yenilenen toplumda, kokuşan ve ortaya sürekli sorunlar çıkaran fikirler olarak bütünleşmeye değil kaosa sebep olurlar.


Tarih Yılma TACEMEN | Fatih Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi • 2

ADIM ADIM B

Batıcılık akımının, kendini diğer akımlardan ayıran farklı bir özelliği olmuşt Günümüzde batıcılık akımı hala sessiz sedasız bir şekilde devam etmek

S

avaşlar, yenilgiler, başarısızlıklar ve ekonomik çöküntüler bir devletin sonunun gelmesine neden olabilir. Hiçbir devlet yıkılmak istemez ve bunun için çeşitli önlemler alır. Ya devletin başındakileri veya rejimini değiştirmeye çalışır ya da çeşitli fikir akımlarını toplumun ve devletin siyasetine uygulayarak devletin bir şekilde ayakta kalmasını sağlar. Hemen dönüp yakın geçmişimize bakıldığı zaman, hasta adam olarak anılan Osmanlı Devleti’nin 18. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyılın başlarına kadar devam eden siyasal akımlara kucak açtığı görülür. Bu siyasal akımların arasında ise, belki de en önemlisi “batıcılık” akımıdır. Osmanlı’da batılılaşma, devleti çöküntüden kurtarmak amacıyla Tanzimat’tan sonra başlamıştır. Bu, batılılaşmanın ikinci sebebidir. Batılılaşmanın başlangıcını ise Lale Devri (1718-1730) ile başlatmak daha doğru olur; çünkü batılılaşmanın birinci sebebi olan devleti batı modeline göre modernleştirmek, bu dönemde başlamıştır. Bu siyasal akımın kökeni, devleti modernleştirme ve geliştirme yolundaki ıslahatlara dayanmaktadır. Batılılaşma fikir akımı; ilk olarak devleti kurtarmak düşüncesinde olan aydınlardan değil de, padişahların kendilerinden ya da onların görevlendirdiği devlet adamlarından ortaya çıkmıştır. LALE DEVRİ BATILILAŞMA HAREKETLERİ atılılaşma, Lale Devri’nde kültür, ticaret ve sanat hayatının gelişmesinde büyük rol oynamıştır. 1727 tarihinde, ilk matbaa kurulup kitap basılmaya başlanmıştır. Sanat dalında ilkler gerçekleştirilerek, tiyatro oynanmıştır. Osmanlı’nın batılılaşmasında elçiliklerin rolü de çok büyüktür. Batı alemi dışında, ilk defa olarak daimi elçilik kuran devlet Osmanlı İmparatorluğu olmuştur. 1793 yılında Londra’da, ilk devamlı elçiliğimiz kurulmuştur. Bu elçiliği Paris, Viyana ve Berlin elçilikleri takip etmiştir. Batının yaşayış tarzı, kültürü ve sanatı bu elçilikler yoluyla getirilmiştir. 2. Mahmut döneminde, batının ilmini ve kültürünü öğrenmesi amacıyla gönderilen öğrencilerin de yurtlarına dönmesiyle, batıcılık belirgin bir hale gelmiştir. TANZİMAT DEVRİ BATILILAŞMA HAREKETLERİ anzimat devri aydınları, devletin varlığını korumak için batılılaşmanın gerekliliğine inanmışlardır. Bu görüşlerine bir dayanak olarak, 1768’de Rusya’ya karşı yapılan savaş 1774’te Küçük Kaynarca Antlaşması’yla sona ermiştir. Bu antlaşmaya göre Müslüman memleketi olan Kırım’ın, Osmanlı’nın toprak hakimiyeti altından çıkarılmasına karar verilmiştir. Böylece, herkes askeri alandaki yeniliklerin yanı sıra diğer kurumlarda da Batı tarzı ıslahatlara gerek duyulduğunu düşünmeye başlamıştır. Askeri alanda Batı ıslahatları ilk olarak 3. Selim zamanında görülmüştür. 3. Selim, 1792 tarihinde “Nizam-ı Cedit” adlı bir hareket başlatmıştır. Bu hareketin devamı olarak, 1826’da Yeniçeri Ocağı 2. Mahmut tarafından kaldırılmıştır. Batılılaşma akımı, gerçek manada bu olayla başlamıştır. Bu akım, bu ıslahatla kendini o kadar belli etmiştir ki, 2. Mahmut’un adı “gavur” padişaha çıkmıştır. 1839 yılında Gülhane’de okunan Hatt-ı Hümayun ile Tanzimat hareketi başlamıştır. Avrupa kanunlarından tercüme edilen çeşitli kanunlar çıkarılmış ve “sivilizasyon” adı verilen batının sosyal yaşamını ve gelenekleri benimsenmiştir. Bu benimsenen geleneklerin en göze

B

T

12


Tarih

BATILILAŞMA

tur. Bu da Osmanlı’yı yaşatmaktan ziyade, yeni bir devlet kurma amacıdır. ktedir. Tabii ki bunun en büyük örneği hayat tarzımızın değişmesidir.

çarpanlarından bir tanesi, mehter takımının yerine batı musikisi çalan bando getirilmesi olmuştur. Kılık kıyafette de ciddi değişiklikler olmuştur. Fes, redingot ve setre pantolon günlük hayatta yer almıştır. Batının edebiyatı tercüme edilerek, Osmanlı’nın kültür hayatının içine girmiştir. Fransız tarzı okullar açılmaya başlanmıştır ve bu okullar, Osmanlı’nın zümre tabakasının gözde okulları haline gelmişlerdir. Tanzimat batılılaşması, beklenilenden farklı sonuçlar doğurmuştur. Hatt-ı Hümayun’da alınan kararlar, sadece birer hukuki yazı olarak kalmıştır. Yenilikler, istenilen şekilde halka ulaştırılamamıştır. MEŞRUTİYET DEVRİ BATILILAŞMA HAREKETLERİ ngiltere, Rusya ve Fransa gibi ülkeler Tanzimat Fermanı’nın kendilerine verilen ayrıcalıklarını yeterli görmemiştir. Bu yüzden, Osmanlı Devleti’ne ayrıcalıkların artması yönünde sürekli baskı yapmışlardır. Sonuç olarak, 1856 yılında Islahat Fermanı ilan edilmiştir. Bu dönemde önceden yapılan yenilikler yeterli görülmemiş ve yeni batılılaşma yolları arayışına girilmiştir. Batıcılık fikrini savunan bir grup aydın fikirlerini “İçtihad” adlı dergide dile getirmiştir; bu gençler, toplumun kalkınmasının sosyal inkılaplarla olacağı kanısında olmuşlardır. Ancak, batıcılar da kendi aralarında ihtilafa düşmüşlerdir. Bir grup aydın, batının her türlü ilminin alınması gerektiğini düşünmüştür. Onlara göre, yalnızca teknolojisinin ve/ya biliminin değil; kültürünün, sosyal yaşantısının, sanatının ve edebiyatının da alınması gerekmiştir. Batıyı her şekilde kabul etmeyi, gülü dikeniyle beraber kabul etmeye benzetmişlerdir. Diğer bir grup aydın ise batının sadece biliminin ve teknolojisinin alınması gerektiğini savunmuştur. Bu anlaşmazlıktan doğan ve bu durumu en basit şekilde anlatan sözleri de “Kendisine nur verilmeyenden nur istemeye hakkımız yoktur.” olmuştur. Bu dönemde, eğitim alanında çeşitli düzenlemelere gidilmiştir. Kızların orta, lise ve yüksek öğrenime katılmaları öngörülmüştür. Arap alfabesinin bırakılıp Latin harflerinin alınması için tartışmalar yapılmıştır. Batı ile aramızdaki farkın bilim farkı olduğu, Meşrutiyet devrinde iyice ortaya çıkmıştır. Askeri ve bilim ıslahatları, batı taklitçiliğinden öteye gidemeyince; bu ıslahatlar kendilerini edebiyat, dil, kılık kıyafet gibi unsurlarda göstermiştir. Batıcılar bu dönemde radikal denilebilecek düşüncelere sahip olmuşlardır. Bunların arasında padişahın tek eşli olması, fes yerine şapkanın giyilmesi, kadınların diledikleri tarzda giyinmeleri, okuyuculuk ve üfürükçülüğün yasaklanması ve medreselerin kapatılarak batı tipi okulların açılması yer almıştır. Batıcılık akımının, kendini diğer akımlardan ayıran farklı bir özelliği olmuştur. Bu da Osmanlı’yı yaşatmaktan ziyade, yeni bir devlet kurma amacıdır. Günümüzde batıcılık akımı hala sessiz sedasız bir şekilde devam etmektedir. Tabii ki bunun en büyük örneği hayat tarzımızın değişmesidir. Batının ilmini alıp kültürünü almamak mı daha iyi, yoksa her ikisini birden almak mı daha iyi; üzerinde çokça tartışılması gereken bir konu...

İ

Kaynaklar ▪ KURAN, Prof. Dr. Ercüment. Türkiye’nin Batılılaşması ve Milli Meseleler.

13


Araştırma Alperen Cihan ÇETİNKAYA| Selçuk Üniversitesi Hukuk • 3

“Refah devleti anlayışını yıkarak tarihe adını şanlı bir zaferle yazdıran neo-liberalizm artık küreselleşme ile ulus devletler arasında çatışmanın olmasını kaçınılmaz kılmıştır.” Neo-Liberal Akımın Dünya’ya Enjekte Oluşu .yüzyıla damgasını vuran neo-liberal akım çoğu kaynakta belirtilmese de ilk olarak 1938 yılında ‘soğuk savaş’ terimini ilk kullanan kişi olarak bilinen Amerikalı Entellektüel Walter Lippmann tarafından Paris’te düzenlenen büyük seminer sonrası ortaya çıkmıştır. Bu ilk yıllarda, pek çok nedenden neoliberal politikalar, devletler ve halklar nezdinde meşruiyet kazanamadı . Dekolonizasyon dönemi ve yeni oluşan ulus devletlerin duruşu dünya genelinde neo-liberalizme uygun bir ortam yaratmıyordu. IMF ve Dünya Bankası’nın dönem devletleri üzerinde çok etkin olamaması da bir diğer önemli sebepti. 20.yüzyılın son çeyreğinde Hayek ve Friedman’ın da fikirleriyle daha sağlam temellere oturtulan akım, daha geniş kitleleri etkisi altına aldı. Öyle ki; bu dönemde bu fikre karşı olanlar geri kafalıkla suçlanıyor, neo-liberal düşünce neredeyse bir din haline geliyordu. Sadece ekonomiyi değil, siyasal hedefleri de değiştiren bu ideoloji ; sosyal refah seviyesi için işleyen devlet sisteminin müdahaleci yapısından, radikal bir başkaldırı ile kopuşun önderliğini yapmıştır. Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından da desteklenen ideoloji, 80’li yıllarda dünyada sağ politikalara yeni bir nefes getiren ABD başkanı ‘milliyetçiliberal’ Ronald Reagan ve yine o dönemlerde iktidara gelen ‘Demir Lady’ lakaplı Britanya Başbakanı Margaret Thatcher ile daha da güç kazandı (O dönemde Türkiye’de de Özal ile birlikte dünya neo-liberalizmin mutlak iktidarını ilana hazır hale gelmişti.). Kolektivizme ve sosyalizme tamamen karşı duran bu ideoloji, 70’li yıllarda gelişmiş ülkelerde uygulanan Keynesci Refah Devlet’i mantığının çökmeye başlaması (OPEC petrol krizi) ile ‘saf pazar mantığının yoluna çıkabilecek tüm kole-

20

ktif yapıları ortadan kaldırmaya yönelik bir program’ olarak karşımıza çıkmıştır. Nitekim; bu dönemde küreselleşmenin dinamosu olan ABD, ipleri tamamen eline almaya ve dünyayı Avrupa merkezli yapıdan uzaklaştırmaya başlamıştır. Tam bu aşamada, yeni bir dönemin perdeleri aralanmışken emekçi ile devlet arasındaki uzlaşı yeni sağ ideoloji tarafından çökertilmiştir. Açıkça görülebileceği gibi neo-liberalizm aşırı kapitalist sisteme entegre olduğundan, sağcı alternatifi olmayan bir oluşum haline gelmitir. Artık Keynes’in yani ‘Refah Devleti’ modelinin yerini Reaganizm/Thtcherizm modeli almıştır. Refah devleti adına yapılan ve artan harcamalar halkın beklentisini arttırmış ve eleştirilerin ana kaynağını oluşturmuştur. Bunun akabinde birikim sürecinin durmasıyla bu kendini bir kriz olarak göstermiştir, lakin o dönemlerde yıldızı parlayan kapitalizmin en sağı olarak tanımlanabilen ‘neo-liberal’ akım sürekli sermaye birikimine dayalı bir sistem olarak devam ediyordu. Önceki kriz örneklerinde de görülebileceği gibi 70’li yılların krizi de devletleri ve toplumları yeniden yapılandırmaya götürmüştür. İşte tüm bu gelişmeler neo-liberal ideolojinin dayanak noktasını oluşturmuş ve neo-liberal ideoloji tüm ideolojilerin üzerine çıkarak en doğru ideoloji olarak tanımlanmaya başlanmıştır. Yeni Bir Devlet; NEO-LİBERAL DEVLET eo-liberal ideolojinin başta gelen gereklerinden biri, klasik liberalizmde de olduğu gibi devletin sahneden çekilip toplumun kendi dinamiklerine bırakılmasıdır. Nitekim bu noktada Refah devletinin başarısız oluşu da devlet müdahalesine bağlanmaktadır. Friedman’ın vurguladığı gibi: ‘Hükümetin sorumluluğuna bırakılan tüm alanlar verimsizliğe ve başarısızlığa mahkumdur.’ Ekonominin yanı sıra özellikle 4550’li yıllardan itibaren siyasi arenada da

N

14

etkisini artıran neo-liberal yapı devleti sahneden itmiş ve yeni devlet ideolojilerine sağın ekonomik görüşlerini enjekte etmiştir. Kendini kurumsallaştırmak isteyen yeni dünyanın bu yeni sistemi refah devleti modelini egale etmiş olsa da henüz onun yerine tam olarak oturabilecek bir yapıya sahip değildir. Zira; siyasi alanda 45 yaştan sonrasını fazlalık gören bir yapının, demokrasi söylemiyle nasıl bağdaşacağı merak konusu oluşturmaktadır. Bunlara ek olarak hükümet görevlilerinin ve devletten yardım alan kişilerin de oy hakkı olmaması, sendikalara geçit verilmemesi gibi konularda aslında neo-liberal yapının özünü oluşturan özgürlük, hürriyet, demokrasi kavramlarına tezat oluşturmaktadır. Lakin bu noktada çıkacak uyuşmazlıklarda ‘görünmez el’ teoreminin devreye gireceği tahmin edilmektedir. Küresel dönemin yeni ekonomik ve siyasal yapılanması olarak görülen neo-liberal yapı, ulus devletleri yıpratmış ve dünyayı tek pazar haline dönüştürmeyi hemen hemen başarmış durumdadır. Refah devleti anlayışını yıkarak tarihe adını şanlı bir zaferle yazdıran neo-liberalizm, küreselleşme ile ulus devletler arasında çatışmanın olmasını kaçınılmaz kılmıştır. Artık tamamen yeni bir yarışma sistemine dönüştürdüğü ekonomik dünyaya entegre olmak istemeyen güçlü ulus devletler çıkacaktır. Zira küreselleşme denen bu süreç ulus devletlerin iç ekonomik politikada karar alma aşamasındaki takdir yetkisini ortadan kaldıracaktır. Neo-Liberal Devletin Yarattığı Özgürlükçü Birey oğu kişinin de bildiği gibi neoliberalizmin temel taşı bireyciliktir. Her türlü kolektivizme karşı duran, siyasal düstur setlerini yıkmaya çalışan özgür bireyler... Bu aşamada ‘bireyin en iyi çıkarını yine bireyin en iyi kendisi bilir’ şeklindeki ‘liberallerce de kabul gören’ düşünceye neo-liberal akım katılmaz.

Ç


Araştırma

Bunun yerine neo-liberal yapının istediği ‘hiç kimsenin en iyiyi bilemeyeceğini, zaten en iyiyi bilmesine de gerek olmadığını asıl önemli olanın herkesin yapabileceğine inandığını denemesinin’ kolaylıkla yapılabileceği bir sosyal yapının oluşturulmasıdır. Neo-liberal akım ‘toplumun çıkarı,toplumun yararı’ gibi kavramları yok saymaktadır. Bir örnek ile somutlaştıracak olursak: ‘toplumun iyiliği ’ kavramı muğlak görülmektedir. Bir toplumun iyiliği için bir bireyi kullanmak, onu araç konumuna düşürmekte ve kurban etmektedir (YAYLA, 2002:154). Sosyal demokratların eşitlik, toplum yararı gibi cazip fikirlerine; neo-liberal akım ‘özgürlüklerin düşmanı’ gözüyle bakmaktadır. Neo-liberalizmde eşitsizlik sadece acınacak bir durum değil, tersine çok da sevindirici bir durumdur çünkü zorunlu bir durumdur. Bu sayede neo-liberalizmin önemli bir unsuru olan rekabet olgusu harekete geçmekte ve neo-liberal yapıyı bu şekilde ayakta tutmaktadır. Neo-liberallere göre, bireyin hiç kimsenin müdahale edemeyeceği bir özel hayat alanı mevcuttur, diğer bireyler gibi devletinde bu alana tecavüz etmesi hoş görülemez. O yüzden devletin hareket alanını sınırlamak gerekmektedir. Böylece bireycilikten hukukun hakimiyeti ve sınırlı devlet ilkesine ulaşılabileceği ön görülmektedir.Ünlü neoliberal düşünür Hayek, işsiz ve parasız bir kişinin tüm ihtiyaçlarını güvence altına almış bir askerden çok daha fazla özgür olduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda örnek verecek olursak; Büyük Britanya bir piyasa toplumu olduğuna göre köprü altında yatan yoksullar , kentin en gösterişli kesimlerinde yaşayan soylular kadar özgürdür ama Sovyetler bir piyasa toplumu olmadığına göre, kimsenin engellemediği günlük işine giden Sovyet işçisi, Sibirya çalışma kampındaki tutuklu kadar özgürlükten yoksundur(BELSEY,1994:9). Neo-Liberal Akım Önderliğinde Piyasa ve Çokuluslu Şirketler eo-liberal yapıda, refah devleti yapısında düzenleyicilik işlevi gören devletin yerini piyasa alır.Yeni sağa hayat veren piyasa düzeni hem ilerlemeyi hem de özgürleşmeyi sağlayacaktır. Hayek’e göre piyasa düzeni düşüncesi gelirin piyasa güçlerinin serbest işleyişi yoluyla dağıtıldığı bir ekonomi düşüncesine dayanır. Hükümetin görevi sadece sözleşme ve mülkiyet gibi piyasa düzenini tanımlayan ve piyasa ilişkilerini mümkün kılan bu kuralların pekiştirilmesi ile sınırlıdır. Hükümetler rekabeti sağlamak açısından ve bireysel özgürlüğü korumakta yetkin olmalıdırlar. Ancak bireyler piyasa içinde karar alırken bu kararlara hiçbir şekilde müdahale edilmemelidir (GAMBLE, 1994:54). Zira bu müdahaleler gayri adil bir durum yaratacaktır. Ayrıca piyasa sadece ekonomik verimliliği artıracağı için değil, siyasi özgürlüğü garanti edeceği için de yüceltilmelidir. Buna karşın, piyasa toplumu için gerekli olan disiplin, sıkı çalışma, itaat, girişimcilik gibi değerler öne çıkarılmalıdır. Bu durum neo-liberal akım ile muhafazakar akım arasındaki akrabalığa da işaret etmektedir. Tüm liberal düşünürler gibi Hayek de özel mülkiyet ve sözleşme kurumlarına dayanan bir

N

piyasa ekonomisini savunmaktadır. Yalnız ona göre, özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğünün var olması piyasa ekonomisini korumak için yeterli değildir. Hükümetin serbest piyasanın gerçekten işleyebilmesi için yapması gereken işleri içeren bir kamu politikası olmalıdır (HAYEK, 2000:155). Her şey piyasayı, var etmek ve yaşatmak içindir. Yani piyasaların işleyişini kolaylaştıran her müdahale meşrudur. Neo-Liberal akımın temel taşı olan piyasa ekonomisinde herkes kendi adına davranır, fakat kendi ihtiyaçlarını elde etmek için uğraşan bireylerin eylemleri aynı zamanda diğer insanların ihtiyaçlarını gidermelerine de hizmet eder. Herkes diğer insanlara hizmet eder ve buna karşılık kendisi de başka insanların sunduğu hizmetlerden yararlanır. Bu karşılıklı yarara dayalı olarak işleyen sistem pazar tarafından yönlendirilir (YAYLA, 2002:194). Pazar ekonomisi çerçevesinde gelir dağılımında farklılıklar ortaya çıkacaktır. Bu çok doğaldır, eşitlik ve adalet sağlamak gerekçesiyle piyasa sisteminin işleyişine karışılmamalıdır. Çünkü bu tür müdahaleler özgürlüklerin tahrip edilmesine yol açmaktadır. Devlet müdahalesi demek, bireysel özgürlüğe müdahale demektir, o alanı daraltmak demektir. Devlet müdahalesi totaliter bir özelliği çağrıştırması açısından da hoş değildir (YAYLA, 2002:201). Devleti sahne dışında bırakmak isteyen neo-liberal düzende, ulus devletlerin en büyük düşmanlarından birisi çokuluslu şirketler olmuşdur. Bu noktada Işıklı’ya göre ‘Ekonomiyi siyasetten ayıralım’ demenin aslında somut anlamı şudur: ‘Uluslararası sermaye ekonomiyi yönetsin, siyaset ise daha başka şeylerle uğraşsın.’ (IŞIKLI, 2002:31). Gerçekten de Işıklı’nın isabetle işaret ettiği gibi, yeni dünya düzeninde tek ve tartışılmaz gerçeklik olan ekonomik bütünleşmenin lokomotifi sermaye ve çokuluslu şirketler olmaktadır. Ulus devletleri, küreselleşmeye; mallarını satın alacak tüketici pazarı bulmak için, kendisine gümrüksüz ve sınırsız bir dünya isteyen çokuluslu şirketler zorlamaktadır. Onların amacı karları maksimize etmek, pazar kontrolü yapmak, teknolojik denetim gibi ekonomik öğeleri kapsamaktadır. Buna karşın ulusal devletlerin rasyonellik anlayışı her zaman bunları içermeyebilir, çoğu zamanda içermez . Bu durum ise ulus-devletin varlığını tehdit eden bir olgu olarak kabul edilmektedir. Yeni Dünya İdeolojisinin Eleştirisi Özgürlük elbette ki önemsiz değildir ama maalesef karın da doyurmamaktadır. Zenginler zenginlikleri ile pek çok özgürlük kullanabilirken, yoksul insanlar pek çok özgürlüğü kullanamamaktadırlar(sağlıklı yaşam özgürlüğü v.s). 2) Yeni sağ, insanın yücelmesi ve özgürleşmesinin önündeki temel engelin yoksunluk ve yoksulluk olduğunu kabul ederken, bu çelişkinin ve eşitsizliğin devlet tarafından çözülmesine şiddetle karşı çıkar. Buradaki temel mantık, eğer bu durum devlet tarafından düzeltilirse rasyonellik ortadan kalkacak ve dahası yoksulluk çemberi hiçbir şekilde ortadan kaldırılamayacaktır. Sivil toplum bunun çözülebileceği adres olarak görülmektedir. Eğer bir toplumda bunları

1)

15


Araştırma

çözebilecek yeterli derecede sivil toplum kuruluşu yoksa sorun nasıl halledilecek? (SAYLAN,2003:144) 3) Yoksul insanları sürekli bu kuruluşların yardımlarına muhtaç bırakmak o insanların psikolojilerini nasıl etkileyecektir? 4) Bireylerin baş döndürücü bir hızla, yoğun ve çok sayıda imaj ve enformasyon bombardımanına tutularak bireylere kendi özgür iradeleri ile belirleyebilecekleri en küçük bir yaşam alanı dahi bırakılmaması, bireysel özgürlüğün savunucuları bakımından nasıl değerlendirilmektedir? 5) Serbest piyasa ekonomisine dayanan sistem düşük gelirli grupları en çok zarar gören kesim haline getirmiştir. Üstelik bu eşitsizlik ve haksızlıklar fakir ülkelerden zengin ülkelere müthiş bir göç dalgası başlatmıştır. Bunun önüne nasıl geçilecektir ? 6) Piyasa mekanizmaları yerine devlet müdahalelerinin yeğ tutulması kaynak israfına yol açmış, sürekli büyüyen bürokrasi toplumun üzerine abanarak girişimcilik ruhu dumura mı uğratılmıştır? Refah devleti kaldırılırken koruyucu güvenlik devleti mi getirilmek istenmektedir? (ORTAK,2003:335) 7) Etimolojik olarak ‘yeni özgürlük’ anlamına gelse de ne yenidir ne de özgürlükçüdür. Özünde pek çok muhafazakar unsur barındırmaktadır. 8) Özgürlükçü olduklarını ifade etmelerine rağmen kendi fikirleri dışındakilere karşı pek de açık değillerdir. ‘Her değişiklik ya da reform halkın özgürlüklerini artırıcı nitelikte değildir ve bir liberal elbette ki liberal olmayan reformdan yana olamaz. Liberal, liberal olmayan bir toplumda özgürlüğü elde etmek üzere reformcu; liberal bir toplumda ise bu özgürlüğü korumak için muhafazakar olmalıdır (PEKEL , 1994:30). 9) Reagan başkan olur olmaz ‘Sokağa atmayalım da besleyelim mi?’ diyerek darülaceze ve tımarhane türü bakımevlerini boşaltırken hangi özgürlükten bahsediyordu? 10) ‘Egemen halkın bir üyesi olmadan yurttaş olunamaz.Yasalar da egemen iradenin ifadesinden başka bir şey değildir. Yasalar aynı zamanda eşitsizliğe ve zayıfın güçlü tarafından ezilmesine karşı egemen kolektif kişiliğine can veren vatandaşların elinde olan tek güvencedir. Bu nedenle neo-liberal anlayışın sivil toplum lehine gerçekleştirdiği görünürdeki yetki devri , aslında halkı egemenliğinden yoksun bırakmaktan başka bir şey değildir.’ (BROWN , 2002 :42 ) Neo-Liberal İdeolojinin Önümüzdeki Süreçte Varlığı Refah devletini çökerterek büyük bir hızla dünya sahnesindeki yerini alan neo-liberal ideoloji düşünceler doktrini olmanın yanında , toplumun yeniden inşasına yönelmiş siyasal ve toplumsal bir program olma anlamına da gelmektedir. Yukarıda da incelemeye çalıştığımız gibi aslında bu ideoloji içinde çok ta tutarlı değildir. Zira muhafazakar ve liberal öğeleri bir arada taşımaktadır. Sendikaların gücünü azaltarak , yerel yönetimleri güçlendiren neo-liberal yapı kendini garantiye almış gözükmekte. Lakin kendini ‘tarih sonu ’ olarak tanımlayan bu ideolojinin bitip bitmeyeceği kesin olmamakla birlikte

16

hiçbir şeyin sonsuz olmadığını kabul etmek gerekir. Nitekim, 70’li yıllarda refah devletinin başına gelenler, neo-liberal ideolojinin de başına gelebilir. Neo-liberal yapı yıkılabilir ama düşüncelerinin çoğu bundan halefi olan ideolojinin de temel taşları olacaktır. Bu nedenle neo-liberal düşünceleri aşağılamak yerine, ‘En olumlu halini nasıl yaratabiliriz?’ sorusunun cevabını aramak daha mantıklı gelmektedir.

Kaynaklar ▪ Belsey, A. (1994) “Yeni Sağ, Toplumsal Düzen ve Yurttaşlık Hakları” Mürekkep,sayı 9, 3-12. ▪ Brown, J. (2002) “Yönetişim; Neo-liberalizmin Siyasi Düzeni”, Birikim, 158, 36-43. ▪ Çağan, N. (1997), “Yeni Sağın Ekonomik Anayasa Yaklaşımı”, Ekonomide Durum, 3-4, 129-130. ▪ Çakır, N. (1987) “Piyasa ve Demokrasi”, 11. Tez, sayı 6, 91-130. ▪ Gamble, A. (1994) “Özgürlüğün Ekonomi Politiği”, Mürekkep, sayı 9, 44- 56. ▪ Hayek, F. (1993), Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük, çev. Mustafa Erdoğan, İş Bankası Yayını. ▪ Hayek, F.A. Von. (1999). Liberal Bir Sosyal Düzenin İlkeleri, Çeviren: Atilla Yayla ▪ Hayek, F. (2000), Özgürlük Yolu, çev. Atilla Yayla, Ankara: Liberte. ▪ Kazgan, Gülten. (2002). Küreselleşme ve Ulus-DevletYeni Ekonomik Düzen, Bilgi Üniversitesi ▪ Koray, M. (2001) “Refah Devleti Nereye?” Avrupa Araştırmalar Dergisi, sayı 2, 9-19. ▪ Kozanoğlu, H. (2001), “Küreselleşme ve Uluslar arası Sermeye Sınıfı” Doğu-Batı, sayı 18,55-63. ▪ Köker, L. (1987) “Liberal Demokrasi ve Eleştiriler” 11. Tez 6, 79-84. ▪ Pekel, V. (1994) “Yeni Liberalizmin Özgür Dünyası”, Mürekkep, sayı 9, 21-31. ▪ Pierson, Christopher. (1998). “Contemporary Challenges to Welfare State Development” ▪ Poole, R. (1993), Ahlak ve Modernlik, çev. Mehmet Küçük, İstanbul: Ayrıntı. ▪ Rawls, J. (2003), Halkların Yasası, çev: Murat Borovalı, İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayını. ▪ Rawls, J. (Tarihsiz), A Theory of Jutice, England: Oxford University Press. ▪ Şaylan, G. (1998), Demokrasi ve Demokrasi Düşüncesinin Gelişimi, Ankara: TODAİ. ▪ Şaylan, G.(2003), Değişim, Küreselleşme ve Devletin Yeni İşlevi, Ankara: İmge. ▪ Tekin, S. (2003) “Neo-liberalizm, Teknik akıl ve Üniversitenin Geleceği” Toplum ve Bilim, sayı 97 ▪ Topal, A. (2002) “Küreselleşme Sürecindeki Türkiye’yi Anlamaya Yarayan Bir Anahtar: Yeni Sağ ▪ Tucker, D. (1994), Essays on Liberalism, London: Kluwer Academic Publishers. ▪ Volsky, D. (1987), Neo-globalizatıon, Moskow: Novosti Press Agency. ▪ Yayla, A. (2002), Liberalizm, Ankara: Liberte.


BEYZA TİCARET

TAHMİLTAHLİYE İNŞAAT TAAHHÜT YAPI SANAYİ VE TİCARET LİMİTED ŞİRKETİ

since 1967


Biyografi Amine BAYAR | Fatih Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi • 2

İSTİKLÂL’E SEVD Mehmet Akif Ersoy

K

ısılmış bir sesin çığlıkları ne kadar da zor işitilir, nefes alacak kudreti yokken insanın koşması ne kadar da imkansızdır, kar yağarken güneş açacak demek ne kadar inandırıcıdır, savaşın ortasında barış türküleri duymak mümkün müdür acaba? Yıkılan umutlardan inanç kuleleri kurabilecek kudretin oldu mu hiç biri olmaz değildir aslında… Yedi kıtaya hükmetmiş bir imparatorluğun küllerinden vücut bulan Türkiye belki de bu inanç kulesinin zirvesinin adıdır. Yokluğun yok edemediği inanç ve umudun dirilişi aklın geriye, yüreğin ileriye yürüdüğü yolların adıdır. Ve ülkenin en çıkmazda olduğu, zorluğun ve yokluğun yolları mesken tuttuğu bir dönemin inanç ve bilinç ile nasıl aşıldığının en güzel resmi olmuştur İstiklal Marşı ve bu marşın mimarı ülkenin medarı iftiharıdır; Mehmet Akif… MİLLETİN ŞAİRİ DOĞUYOR ürkiye Cumhuriyeti’nin ulusal marşı olan İstiklal Marşı’nın güftekarıdır; Mehmet Akif ve “Vatan şairi” unvanı ile anılır. Asıl adı Mehmet Ragif olan Mehmet Akif 1873 yılında İstanbul’da doğmuştur. Annesi Emine Şerife Hanım, babası Temiz Tahir Efendi’dir. İlk öğrenimine Fatih’te Emir Buhari Mahalle Mektebi’nde o zamanların adeti gereği 4 yıl 4 ay 4 günlükken başlamıştır. 2 yıl sonra iptidaii (ilkokul) bölümüne geçmiş ve babasından Arapça öğrenmeye başlamıştır. Orta öğrenimine Fatih Merkez Rüştiyesi’nde 1882’de başlamıştır. Bir yandan da Fatih Camii’nde Farsça derslerini takip etmiştir. Dil derslerine büyük ilgi duyan

“O, azmin ve kurtuluşun resmi olan İstiklal Marşı’nı kendi şiiri olarak görmeyip tüm şiirlerinin yer aldığı “Safahat” adlı şiir kitabına almayacak kadar hassas bir vicdana sahiptir.”

T

Mehmet Akif, rüştiyedeki eğitimi boyunca Türkçe, Arapça, Farsça ve Fransızca’da hep birinci olmuştur. Bu okulda onu en çok etkileyen kişi, dönemin “hürriyetperver” aydınlarından birisi olan Türkçe Öğretmeni Hersekli Hoca Kadri Efendi’dir. Rüştiyeyi bitirdikten sonra annesi medrese öğrenimi görmesini istemiş, ancak babasının desteği sonucu 1885’te dönemin gözde okullarından

18

Mülkiye İdadisi’ne kaydolmuştur. 1888’de okulun yüksek kısmına devam etmekte iken babasını kaybetmesi ve ertesi yıl büyük Fatih yangınında evlerinin yanması aileyi yoksulluğa düşürmüştür. Babasının öğrencisi Mustafa Sıtkı aynı arsa üzerine küçük bir ev yapmış ve aile bu eve yerleşmiştir. Artık bir an önce meslek sahibi olmak ve yatılı okulda okumak isteyen Mehmet Akif, Mülkiye İdadisi’ni bırakmıştır. O yıllarda yeni açılan ve ilk sivil veteriner yüksekokulu olan Ziraat ve Baytar Mektebi’ne (Tarım ve Veterinerlik Okulu) kaydolmuştur. Dört yıllık bir okul olan Baytar Mektebi’nde bakteriyoloji öğretmeni olan Rıfat Hüsamettin Paşa, Mehmet Akif’in pozitif bilim sevgisi kazanmasında etkili olmuştur. Mehmet Akif okul yıllarında spora büyük ilgi göstermiş; mahalle arkadaşı Kıyıcı Osman Pehlivan’dan güreş öğrenmiş; başta güreş ve yüzücülük olmak üzere uzun yürüyüş, koşma ve gülle atma yarışlarına katılmıştır. Şiire olan ilgisi ise, okulun son iki yılında yoğunlaşmıştır. Ve mektebin Baytarlık bölümünü 1893 yılında birincilikle bitirmiştir. Mezuniyetinden sonra Mehmet Akif, Fransızcası’nı geliştirmiştir. Altı ay içinde Kur’an’ı ezberleyerek hafız olmuştur. Hazine-i Fünun Dergisi’nde 1893 ve 1894’te birer gazeli, 1895’te ise Mektep Mecmuası’nda “Kur’an’a Hitab” adlı şiiri yayınlanmış, memuriyet hayatına başlamıştır. Aynı zamanda Mehmet Akif 1893’te Tophane-i Amire Veznedarı M. Emin Bey’in kızı İsmet Hanım’la evlenmiştir. 1913 yılına kadar devam eden memuriyet hayatı boyunca Ziraat Nezareti’nde baytarlık ve Darulfünun’da Edebiyat Öğretmenliği yapmıştır. Mehmet Akif, okulda öğrendikleri ile yetinmeyerek, dışarıda kendi kendini yetiştirerek tahsilini tamamlamaya, bilgisini genişletmeye


Biyografi

DALI BİR GÖNÜL çalışmıştır. EDEBİ KİMLİĞİNİ KAZANMA YOLUNDA ehmet Akif, memuriyet hayatına başladıktan sonra şiir yazarak edebiyat sahasındaki çalışmalarına devam etmiştir. Her zaman şiire ve edebiyata karşı bir ilgisi olan Mehmet Akif, memuriyet hayatı döneminde dahi edebi çalışmalarda bulunmuştur. Edebiyatçı kimliği yanında düşünür, veteriner hekim, öğretmen, milletvekili, yüzücü, vaiz, hafız ve İstiklal Madalyası sahibi bir vatanseverdir; Mehmet Akif. Yayımlanan ilk şiiri “Kuran’a Hitap” başlığını taşır. Fakat onun neşriyat alemine girişi daha fazla 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile başlamıştır ve bu tarihten itibaren şiirlerini Sırat-ı Müstakim’de yayınlamaya başlamıştır. Balkan Savaşı yıllarından itibaren destansı şiirler yazmaya başlayan şairin Mehmet Akif’in ilk büyük destanı “Çanakkale Şehitleri’ne” başlıklı şiiri olmuştur. İkinci büyük destanı ise Bursa’nın işgali üzerine yazdığı “Bülbül” başlıklı şiiridir. Mehmet Akif, üçüncü olarak da “İstiklal Marşı”nı yazmıştır. İstiklal Marşı, onun edebi kimliğini ispat ettiği, kendi döneminden taşıp bugünlere, bugünlerden de yarınlara sürecek bir geçmişe vefanın, geleceğe olan inanmışlığın destanıdır. Bu marş, özgürlüğü bir hayat tarzı olarak benimsemiş atalarımızın bizlere mirasıdır. Her harfinde binlerce şehidin kanı, her kelimesinde bir şehri ve toplamında milletin bağımsızlık ve istiklal savaşının yattığı kutsal bir dastandır; ve bu destan tüm Türk milletinin kanıyla sulanmış, inancı ile filizlenmiş bir destandır. Mehmet Akif, tüm şairlerden farklı olduğunu bu şiirde yani milletin destanını yazdığı İstiklal Marşı’nda belli etmiştir. O, dönemindeki insanlar gibi milli mücadeleye katılmıştır; yani hem bu mücadelenin içinde olmuş hem de bu içinde bulunduğu tablonun resmini çizerek ustalığını göstermiştir. O, her zaman Türk milletinin sesi olmuştur. MİLLETİN MARŞINI YAZAN BİR GÖNÜL ehmet Akif, milletin duygularına tercüman olduğu

M

M

bu şiiri yazmayı önce kabul etmemiştir; çünkü birinci olan şiir sahibine TBMM beş yüz lira para ödülü verecektir. Mehmet Akif gibi bir gönül insanına göre de bu çok ters bir vaziyettir. Ona göre, milletin marşı ancak ve ancak millet için ve millet adına yazılırdı; ve öyle de olmuştur… Son güne kadar yarışmaya katılmayan Mehmet Akif, zamanın Milli Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi Bey’in ricası üzerine arkadaşı Hasan Basri Bey tarafından ulusal marş yazmaya ikna edilmiştir. Konulan beş yüz liralık ödül nedeniyle başlangıçta katılmayı reddettiği bu yarışmaya, o güne kadar gönderilen şiirlerin hiç biri yeterli bulunmamış ve en güzel şiiri Mehmet Akif’in yazacağı kanısı meclise hakim olmuştur. Mehmet Akif’in yarışmaya katılmayı kabul etmesi üzerine kimi şairler şiirlerini yarışmadan çekmişlerdir. Şairin orduya ithaf ettiği İstiklal Marşı, 17 Şubat günü Sırat-ı Müstakim ve Hakimiyet-i Milliye’de yayımlanmıştır. Hamdullah Suphi Bey tarafından mecliste okunup ayakta dinlendikten sonra, İstiklal Marşı 12 Mart 1921 Cumartesi günü saat 17.45’te ulusal marş olarak kabul edilmiştir. Mehmet Akif, ödül olarak verilen beş yüz lirayı Hilal-i Ahmer bünyesinde, kadın ve çocuklara iş öğreten ve cepheye elbise diken Dar’ül Mesai vakfına bağışlamıştır. MISIR YILLARI stiklal Madalyası ile ödüllendirilen Mehmet Akif, 1923 yılında Ankara’dan İstanbul’a dönmüştür. Abbas Halim Paşa’nın daveti üzerine kışı geçirmek için Mısır’a gitmiştir. Gitmeden önce Kuran’ı Türkçe’ye tercüme etmek için Diyanet İşleri ile anlaşma imzalamıştır. Kendisine teklif edilen bu görevi başlangıçta reddetmiştir; çünkü kendi eserlerini yazmak, milli mücadele destanını yaratmak istemiştir, ancak bu çeviriyi yapabilecek tek adam olarak görüldüğünden kabul etmesi için çok yoğun ısrar olmuştur ve sonuç olarak kabul etmek zorunda kalmıştır. Birkaç sene yazları İstanbul’da, kışları Mısır’da geçirmiştir. 1926 kışından sonra Mısır’dan dönmemiş, Kahire yakınlarındaki Hilvan’a yerleşmiştir. Burada adeta inzivaya çekilerek

İ

19

Kur’an tercümesi üzerinde çalışmayı sürdürmüş, ancak 6-7 sene üzerinde çalıştıktan sonra sonuçtan memnun kalmamış ve bu sorumluluktan kurtulmak istemiştir. Sonunda, 1932’de mukaveleyi fesh etmiştir. Diyanet İşleri Başkanlığı da hem tercüme hem yorumlama işini Elmalılı Hamdi Efendi’ye vermiştir. Mehmet Akif, kendi yazdıklarını dostu Yozgatlı İhsan’a teslim etmiş ve ölür de gelmezse yakmasını nasihat etmiştir. Mehmet Akif, Mısır yıllarında Kur’an çevirisinin yanı sıra Türkçe dersleri vermekle de meşgul olmuştur. Kahire’deki “Cami-ül Mısriyye” adlı üniversitede 1925-1936 yılları arasında Türk Dili ve Edebiyatı dersleri vermiştir. VE GÖÇ VAKTİ ileli yılların ardında yıpranan vücudu siroz hastalığına tutulunca hava değişikliği iyi gelir düşüncesiyle önce Lübnan’a, sonra Antakya’ya gitmiş, fakat Mısır’a hasta olarak dönmüştür. Ülkesinden ayrı geçirdiği günler onun için daha zor ve hastalıklı geçmiştir. 17 Haziran 1936’da tedavi için İstanbul’a dönmüş, ancak milletin şairi Mehmet Akif için artık yapılacak bir şey kalmamıştır. 27 Aralık 1936 tarihinde 63 yaşında, İstanbul Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hayatını kaybetmiştir. Edirnekapı Mezarlığı’na gömülmüş, ancak iki yıl sonra yol inşaati nedeniyle kabri Edirnekapı Şehitliği’ne nakledilmiştir. Mehmet Akif, ömrü boyunca milletinin istiklalini göz önünde bulundurarak yazdığı şiirler ile Türk milletinin gönlünde sonsuza dek yaşayan gönül erleri arasındaki yerini almıştır. Ülkesi için yaşayan, savaşan, çalışan ve çabalayan bir insan olmanın verdiği gurur Mehmet Akif’in isminin her bir harfine sinmiş, ömrünün her dönemine işlenmiştir. O, azmin ve kurtuluşun resmi olan İstiklal Marşı’nı kendi şiiri olarak görmeyip tüm şiirlerinin yer aldığı “Safahat” adlı şiir kitabına almayacak kadar hassas bir vicdana sahiptir. Mehmet Akif ki sözlerin, şiirin, lisanın piri… Ona söz söylemeye, ona iltifat etmeye sözcükler aciz, kalem dilsiz kalır. O söylenecek en güzeli söylemiş ve gönüllere en derini işlemiştir zaten...

Ç


Ekonomi İbrahim ÖZSOY | Fatih Üniversitesi Ekonomi • Yüksek Lisans

“Her şey bir yana; aslında krizlerin çok önemli bir yönü daha var. Krizler ders çıkarmasını bilenler için geleceği sıfırdan, daha sağlam, önceki hataları yapmadan, yeniden kurabilmek fırsatı verir insanlara ve toplumlara.”

U

zun zamandır yeni bir kriz dalgasının tüm dünyayı etkileyeceği gündemi meşgul ediyor. 2008 Finans kriziyle bağlantılı olarak beklenen yeni krizin, selefinden daha yıkıcı bir etkiye sahip olacağı öngörülüyor. Zira 2008 krizinde alınan önlemler, etkin ve yeterli olmamakla kalmayacak olası bir krizi içinden çıkılamayacak bir hale sokacak. Kısa süre önce ABD’nin yaşadığı borçlanma tavanının yükseltilmesi görüşmelerinin kongrede muhaliflerce tıkanması ve zorlu ikna süreçlerinin ardından çıkan onay ABD’nin içinde bulunduğu durumu gözler önüne sermektedir. Ekonominin güven vermemesi muhaliflerin en büyük kaygılarıydı. Şu an bunu aşmış görünüyorlar ama yine de ABD bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmuş değil. Sadece bir ertelenme yaşandı. Yine aynı şekilde önceleri İrlanda’nın, daha sonra İspanya’nın ve son olarak Yunanistan’ın içine düştüğü belirsizlik ortamı yeni bir kriz endişesini artırdı. Olası krizin sebeplerinden en önemlisi, geçmişte uygulanan ve kısa vadeli çözüm getiren ama uzun vadede bir işe yaramayan IMF çıkışlı kriz çözümlerinin hala uygulanıyor olmasıdır. Nobel Ödüllü iktisatçı Joseph Stiglitz’in altını çizdiği şekilde: “ (IMF’de) Kararlar, ideoloji ve kötü ekonomiden oluşan tuhaf bir karışıma dayanarak veriliyordu… Krizler patlak verdiği zaman, IMF “standart ” olsa bile modası geçmiş, yersiz çözümler içeren reçeteler veriyor; bu politikaların uygulanması istenen ülkelerdeki insanların bunlardan nasıl etkileneceklerini göz önüne almıyordu… IMF’nin yapısal uyum politikaları (bir ülkenin krize ve daha kalıcı dengesizliklere uyum sağlaması için tasarlanan politikalar) birçok ülkede açlığa ve ayaklanmalara yol açıyor.”. Geçtiğimiz birkaç ayda Yunanistan’da ve İngiltere’de ortaya çıkan halk ayaklanmaları Stiglitz’in söyledikleri ile birebir örtüşüyor. Bu çözümlerden biri, kemer sıkma politikaları ile devletlerin giderlerini azaltmak ve para artırma yoluyla krizden kurtulmaktır. Bu politika çok basitmiş gibi gözükse de etkisi tüm ülkeyi kapsayacak kadar karmaşık bir politikadır. Uygulanması gereken politika ülkelerin gereksiz harcamalarını kesmek iken neredeyse devletin tüm giderlerinden kesinti yapılarak krizin etkisi daha da derinleştirilmektedir. Yapılan bu kesintiler yurtiçi talebi düşürmekte ve böylece ülkenin krizden çıkması için motor görevi görecek bir araç devre dışı bırakılmaktadır. Talebin düşmesiyle birlikte üreticiler de üretimlerini azaltacak ve azalan üretimlerde işçi çıkarımları ile dengelenmeye çalışılacaktır. Bu bir kısır döngü şeklini alacak nihayetinde içinde bulunulan krizden daha kötü sonuçlar doğuracaktır. Kredi Derecelendirme Kuruluşlarının da etkisiyle tüm

20

dünyada yeni bir kriz beklenmeye başlandı. Yunanistan ile başlayan not düşürmeler en son ABD’yi etkiledi. Bir derecelendirme şirketinin ABD’nin notunun bir kademe düşürmesiyle tüm dünya borsalarında endeksler ortalama %5-8 civarında düşüşler gördü. Bir günde borsa piyasa değerlerinde milyar dolarlarla ölçülen düşüşler yaşadı. Bir haberde derecelendirme kuruluşlarının menkul kıymet ihraç eden şirketlerin değerli kâğıtlarına yüksek notlar vermek için para aldığı ve bu kâğıtlara olduğundan yüksek not vermek istemeyen analistlerini de işten çıkardığı iddiası ortaya atıldı. 2008 Finans krizinin en yüksek not ile notlandırılan kâğıtların batması sebebiyle çıktığı göz önüne alınırsa bu iddianın, henüz kanıtlanmamış olsa da, doğruluk payı içerdiği görülür. Bağımsız oldukları söylenen Kredi derecelendirme kuruluşlarının bağımsız olmadıkları da hem 2008 krizinde hem de bu olayda ortaya çıkmıştır. Bu şirketler son merci gibi kabul görmektedir. Denetim eksikliği olan bu sektörde şirketler, kendi istedikleri gibi hareket etmekte ve öngörülebilinir yıkımlara sebep vermektedir. Yaptığı ilginç çıkışla adından söz ettiren Warren Buffett, kriz reçetesi olarak bir öneri sundu. Ünlü milyarder, kendilerinin yıllardır büyük paralar kazandıklarını ve bugün bu paraların ülkenin yararına kullanılması için “Servet Vergisi” alınması gerektiğini söylüyor. Buna bir destek de Fransız bir işkadınından geldi. Aslında bu alışılmadık bir durum. İnsanlar gönüllü olarak vergi vermek istemezler. Ama Buffett bu çıkışıyla aslında kendilerine zararı dokunmadan bu krizin bir an önce bitmesi için “zorunlu bir gönüllülük” ile vergi vermek istiyor. Zararın neresinden dönersen kardır mantığıyla alınan bir karar. Her şey bir yana; aslında krizlerin çok önemli bir yönü daha var. Krizler ders çıkarmasını bilenler için geleceği sıfırdan, daha sağlam, önceki hataları yapmadan, yeniden kurabilmek fırsatı verir insanlara ve toplumlara. Kurulu bir düzeni bırakıp da radikal kararlar almak kolay değildir. Ama düzen bir kere yıkıldıktan sonra yeniden ve daha güçlü bir şekilde kurmak için cesaret ve güven eskiye nazaran daha fazladır. Düzen devam ederken göze alınamayan birçok karar çok radikal bir şekilde uygulamaya konulabilir. 2001 krizi sonrası Türkiye’nin aldığı kararlar bugünümüzü şekillendirdi ve bizleri dünya devlerinin içine düştüğü çukura düşürmedi. Alınan kararlar çok radikaldi ve kısa sürede etkisini gösterdi. Türkiye’nin geçmişinden ders almış olmasına şöyle bir örnek verebiliriz; Türkiye’de iş yapan yabancı şirketler ülkeye ilk geldikleri zaman, kendi bünyelerinde çok önemli işler yapmış yöneticilerini Türkiye operasyonlarını yönetmek için atarlardı. Şu sıralar bu olgu değişmeye başladı ve dünya dev-


Ekonomi lerinin hem Türkiye’deki şirketlerinde hem de şirketlerinin en üst kademelerinde Türk yöneticiler görev yapmaya başladı. Dikkatli bir şekilde bakıldığında bu yöneticilerin 2001 krizini yaşayarak bundan ders çıkaran, bulundukları şirketlerde de buna göre karar alan kişiler olduğu görülür. Bu şirketler Türk yöneticilere ayrı bir önem atfetmektedirler. Zira kriz yönetimini bizzat yaşamışlardır. Beklenen krizde Türkiye’nin durumu nasıl? 2008 Finans Krizi’nden gelecekten ders alarak kurulan güçlü kurumları sayesinde yara almadan çıkan Türkiye’yi, olası krizde nasıl bir sonuç bekliyor? Merkez Bankası’nın faiz indirimleri kararı dünya otoriteleri tarafından şaşkınlıkla karşılanıyor. Böylesi bir kriz ortamında faiz indiriminin yabancı sermayeyi kaçıracağı ve likidite darlığına düşüleceği geçmişteki uygulamalarla tecrübe edilmişti. Ama şu ana kadar bu indirimlerin bir zararı olmadı. Bence bunun en önemli sebebi, geçmişte çıkan ekonomik krizlere bir de siyasi krizlerin eşlik etmiş olmasıdır. Yabancı sermaye bu çift yönlü kriz ortamında kalmak taraftarı değildi. Ayrıca çıkan krizler ülkemizin ekonomik aksaklıklarının neden olduğu krizlerdi. Ama son krizler bizim dışımızda ortaya çıkan krizlerdir ve bu krizlere bir siyasi kriz de eşlik etmemektedir. Bunun için yabancı sermayenin parasını kaçırmak gibi bir sorunu yok. Zira tüm dünya krizde olduğu için parasını götürebileceği güvenli ekonomiler çok az. Türkiye bunlardan bir tanesi durumunda şu an. Türkiye’nin bu durumda sıkıntılı olabileceği bir konu cari açık konusudur. Ama bu konu bizim dışımızdaki ülkelerin ve kurumların dillendirdiği kadar vahim ve çözülemeyecek bir konu değildir. Cari açık, kısaca, dış dünyadan aldığımız malların (ithalatın), dış dünyaya sattığımız mallardan (ihracattan) fazla olması durumudur. Son yıllarda yüksek büyüme rakamları ile birlikte ihracatımız da yükselme kaydetmiş ama buna paralel olarak ithalatımız da yüksek rakamlara ulaşmıştır. İthalatta en büyük kalem, ekonominin en büyük giderlerinden biri olan enerji kalemidir. Maalesef enerjide dışa bağımlı bir ülkeyiz. Daha fazla üretim yaptıkça daha fazla enerjiye ihtiyaç duyduğumuz içindir ki; enerji kalemi her geçen yıl artmaktadır. Bunun yanında üretim için gerekli olan ara malların büyük çoğunluğu yine ithalat yoluyla sağlanmaktadır. Bunun için en iyi çıkış yolu ara malların ülke içinde üretilmesi için teşvik sağlamaktır. İthalat içindeki yüksek rakamlı bir başka kalem ise; teknoloji ürünleridir. Kullandığımız teknoloji ürünlerinin neredeyse tamamı ülkemize ithalat yoluyla girmektedir. Bunun yanında yine ithalat yoluyla gelen parçalar ülkemizde montajı yapılarak piyasaya sunulmaktadır. Enerji alanında yapabilecek çok bir şeyimiz yoksa da ara mal üretimine ek olarak yepyeni teknoloji ürünlerinin tasarlanması ve üretilmesi konusunda yapabileceğimiz şeyler var. Ar-Ge’ye ayrılan payların artırılması ve bunun için verilen devlet destekleri bu konuda ümidimizi artırmaktadır. Üniversiteler bünyesinde kurulan teknoparklar ve yine şirketler tarafından oluşturulan Ar-Ge departmanları gelecekte teknoloji dünyasında söz sahibi olacağımızı göstermektedir. Sanayi inkılâbından önce tarım ekonomisi dünyaya hâkimdi. Sanayi inkılâbı sonrası üretim ekonomisi dünyaya hâkim oldu. Artık üretim ekonomisi de geri planda kalmaya başladı. Yakın bir gelecekte bilgi ekonomisinin dünyaya hâkim olacağı öngörülüyor. Türkiye’nin de bu ekonomide yer almak için nitelikli işler yapılmasına ihtiyacı var. Gelecek, güzel gelecek…

21


Güncel

Hilal ŞAHİNLER| Fatih Üniversitesi İşletme • 1

Somali Etiyopya’nın Somali’deki askeri müdahalelerine sessiz onay veren ABD, bu ülkenin teröristler için güvenli bir bölge olduğunu ileri sürmektedir.

S

omali, tarihinde de çeşitli ızdıraplar çekmiş bir İslam ülkesidir. Sosyalist diktatörlükle yıllarca mücadele eden Somali’ye yapılan en büyük kötülük, siyasi politikasının yoksunluğunu fırsat bilip ülkeyi istikrarsızlığa ve ekonomik çöküşe iten Amerikan müdahalesidir. Uzun yıllar süren totaliter rejimin yıkılmasıyla başlayan iç savaş sonucu halk, 1960 sonrası cihad ilan edip Somali Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Ahlaki ve insani değerlerin hangi noktaya geldiğinin emsalsiz bir örneği olan bu Afrika ülkesi, bugün büyük bir siyasi boşluk yaşıyor. 1991’de yaşanan hükümet devriminden bu yana ülkenin işlerini yürütecek, sorunlarıyla ilgilenecek mevcut merkezi bir hükümet bulunmamaktadır. Said Barred’in ülkeyi terk etmesi üzerine hiçbir güvenlik gücü kalmamış, sahiller de dahil ülkenin tamamı korumasız kalmıştır. Somali’de ülke genelinde klasik anlamda bir devlet otoritesinden bahsetmek mümkün değildir. Amerika’daki ‘Fund For Peace’ adlı düşünce kuruluşunun hazırladığı Başarısız Devletler Sıralaması’nda Somali, 2008 ve 2009 yıllarında ilk sıraya yerleştirilmiştir. Fund For Peace’in başarısız devlet (failed state) ölçümünde kullandığı politik, sosyal ve ekonomik göstergeler(1) Somali’de oldukça belirgindir. Mesela, Somali’de farklı hizipler üzerinden faaliyet gösteren elitler (kabile liderleri, silahlı grup liderleri) ülkenin genel siyasi yapısında yönetici erkten daha etkilidirler. Yabancı aktörler (Etiyopya gibi) Somali’deki çatışmaların gidişatını değiştirebilecek derecede müdahale imkânına sahiptirler. Fund For Peace kuruluşunun başvurduğu sosyal ve ekonomik kıstaslar açısından

Bir BakIs.

değerlendirildiğinde de Somali’nin başarısız devlet konumunda olduğu görülmektedir. Robert Rotberg, özel girişimlerle sağlanan kamu hizmetlerine devletin müdahale edememesi örneğini vererek Somali’deki durumun başarısız devletin ötesinde “çökmüş devlet” (collapsed state) ifadesiyle açıklanması gerektiği ileri sürmektedir.(2) “Çökmüş devlet” tabirini ilk kez Afrika’daki diğer örnekler için kullanan William Zartman da Somali konusunda aynı görüştedir. Somali’de kabileler bünyesinde oluşturulan ya da kabilelerin desteklediği silahlı gruplar, hâkim oldukları bölgelerde adeta mikro sıkıyönetim idareleri meydana getirmiştir. İç savaş süresince bölgelerarası irtibat büyük ölçüde rakip silahlı grupların ilişkilerine bağlı devam edebilmiştir. Toplumun genel olarak silahlı olduğu Somali’de 9 milyonluk nüfus beş büyük kabileden (Haviye, Darod, İsak, Dirr, Digil-Mirifle) oluşmaktadır. Ülke genelinde ortak bir lisan (Somalice-Af Soomaali) ve din (İslam) olsa da, merkezi bir gücün olmayışı aidiyetin kabilelere kenetlenmesine, kabilelerin ve kabilelerin desteklediği silahlı grupların ayrı siyasi birimler gibi hareket etmesine zemin hazırlamıştır. Silahlı gruplar ellerinde bulundurdukları askeri ve iktisadi güce bağlı olarak, kabilenin yaşlı ileri gelenlerinin rıza ve onayıyla bütün bir kabileyi temsil edecek nüfuza sahip olabilmektedir. Silahlı gruplardan güçlü olanlar bu şekilde kabilenin desteğini alıp bölge hâkimiyetini sağlamaya girişebilirken, daha küçük silahlı hiziplerse şehirlerde çete düzeyinde varlık göstermektedir. Neredeyse bir neslin savaşla büyüdüğü Somali’de mevcut şartlar altında can güvenliği halkın en önemli problemidir. Gat çiğneyen, uyuşturucu kullanan

22

çocuklar silahları çok iyi tanıyıp kullanabilmekte ve insan öldürebilmektedir. 1991’den beri genel bir eğitim sistemi olmayan ülkede çoğunlukla Arap ülkelerinden gelen girişimcilerin açtığı veya finans desteği sağladığı ücretli okullarda okuma çağına gelmiş çocukların ancak yarısı eğitim alabilmektedir. Bu oran üniversite eğitiminde çok daha aşağılara düşmektedir. İç savaşın başladığı dönemden itibaren birbirine karşı veya aynı ittifakta başka bir hizbe karşı savaşan grupların sayısı artmıştır. Bu durum ülke genelinde bir uzlaşma zemininin inşa edilmesini zorlaştırmıştır. Aynı kabile içinde silahlı gruba hâkim olmak isteyen farklı liderler çıkabildiği gibi kendi milis kuvvetini oluşturup kabilenin ve bölgenin kontrolünü ele geçirmek isteyen liderler de olmuştur. Örneğin, 1991’de Ziyad Barre’nin devrilmesinden sonra yeni devlet başkanı olarak Ali Mehdi Muhammed’in ilan edilmesi, bu süreçte önemli rol oynayan Haviye kabilesi içinde anlaşmazlıkları, ardından da çatışmaları doğurmuştur. Barre sonrası dönemde, Birleşik Somali Kongresi adlı teşkilat üzerinden Orta Somali’yi kontrol eden Haviye kabilesinin içindeki hiziplerin çatışmaları, ülkenin en kalabalık üçüncü kabilesi olan Darod kabilesinin Mogadişu’ya hâkim olma girişimine yol açmıştır. Önce Haviye kabilesi içinde başlayan sonra da Haviye kabilesi içindeki Ferah Aidid’in lideri olduğu Somali Ulusal İttifakı adlı grupla Darod kabilesi arasında devam eden çatışmalar, Amerikan güçleri komutasında BM barış gücünün (UNITAF) müdahalesine neden olmuştur. Somali’de 1991’den beri ulusal seviyede bir ordu yoktur. Askerlerin kabile taraftarlığından kurtulamaması,


Güncel

gerekli finansmanın olmayışı ve BM’nin uyguladığı silah ambargosu bu yöndeki somut girişimlerden netice alınabilmesini engellemiştir. Kabile milisleri belirli bölgelerde tamamen bağımsız hareket edebilmektedir. Kuzeydeki Somaliland ve Puntland’in ise kendine ait silahlı kuvvetleri vardır. Geçici Federal Hükümet (GFH), 2005 yılından beri düzenli bir silahlı kuvvetler birliği kurmaya çalışmaktadır. 2006’da İslam Mahkemeleri Birliği (İMB) ve GFH arasından ulusal bir ordu kurulması yönünde prensipte anlaşılmışsa da, İMB ile GFH’ye bağlı kuvvetler ve Etiyopya güçleri arasında devam eden savaş bu girişimi engellemiştir. Fakat Somali ordusunun yeniden kurulması için 2009 yılında önemli gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. Nisan 2009’da Brüksel’deki BM’nin düzenlediği konferansta, Somali ordusunun ve kolluk kuvvetlerinin güçlendirilmesi için 250 milyon doların üzerinde destek sözü verilmiştir. Bu desteğin büyük ölçüde korsanların etkisiz hale getirilmesi hedefiyle sağlandığı belirtilmelidir. Haziran’da ABD’nin Güney Somali’deki Eşşebab örgütüyle mücadele edilmesi amacıyla GFH’ye 40 ton kadar silah ve mühimmat ulaştırdığı bilinmektedir. Aynı yılın Kasım ayında ise Avrupa Birliği, yaklaşık 2000 Somali askerine eğitim vermek niyetinde olduğunu beyan etmiştir. Somali iç savaşının bitmemesini sadece ülkenin yerli aktörlerini ve dinamiklerini inceleyerek açıklamak zordur. Somali’deki çatışmalara müdahale eden ve taraflarla ilişkisi olan ülkelerin, çatışmadaki tarafların uzlaşma eğilimlerini zayıflattığı yeterince belirgindir. Özellikle ABD ve Etiyopya’nın Somali politikası, ülkedeki iç savaşın bitmesinden çok, belirli siyasi hedeflere dönük planlanmıştır. Etiyopya’nın Somali’deki askeri müdahalelerine sessiz onay veren ABD, bu ülkenin teröristler için güvenli bir bölge olduğunu ileri sürmektedir. 1998’de Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan

büyükelçiliklerin bombalanmasından sonra Washington, Afrika Boynuzu siyasetini ulusal güvenliğiyle ilişkilendirmiş, 2003’te “terörle mücadele” amacıyla Cibuti’de (Lemonier Kampı) bir askeri üs kurmuştur. İslam Mahkemeleri Birliği’nin tesis etmeye çalıştığı yönetime bu söylemle karşı çıkan Washington, 2008’de ise Amerikan Savunma Bakanlığı’na bağlı hareket edecek Afrika Komutanlığı’nı (AFRICOM) oluşturmuştur. 53 Afrika ülkesiyle askeri ilişkilerin koordine edilmesinin planlandığı bu komuta merkeziyle ABD’nin, özellikle Çin’in kıtada güçlenen varlığını sınırlandırmayı hedeflediği söylenebilir. Bu kapsamda düşünüldüğünde Washington, Somali’nin; Güney Afrika, Zimbabve, Angola ve Namibya gibi Afrika’da ABD’nin askeri varlığına karşı çıkan ülkeler arasına katılmasını istememektedir. Karargâhı şu anda Almanya’nın Baden-Württemberg eyaletinin başkenti Stuttgart’ta bulunan Afrika Komutanlığı’nın yakında Afrika’da (muhtemelen Afrika Boynuzu’nda) bir bölgeye taşınacak olması Somali’nin stratejik önemini artırmıştır. Bu nedenle Eşşebab gibi içinde radikal unsurların bulunduğu ABD karşıtı vizyona sahip bir örgütün Güney Somali’de güçlenen varlığına karşı çıkmaktadır. Cibuti ve Etiyopya’nın desteğiyle kurulan bu iki geçiş hükümetinin yanında Somali’de merkezi otoriteyi sağlamaya yönelik diğer bir oluşum ise İslam Mahkemeleri Biriliği’dir. İMB, aslında Somali’de anarşik ortama karşı geliştirilen yerli tepkinin bir ürünü olarak değerlendirilmelidir. İç savaş ortamında ülke genelindeki otorite boşluğu dolayısıyla yetki alanı genişleyen Somali’deki yerel mahkemeler güvenliğin sağlanmasında önemli rol oynamıştır. İşadamlarının, güvenliğin tesisi karşılığında finans desteği sağladığı mahkemeler zamanla kolluk kuvveti işlevi görmeye başlamıştır. 1990’lı yıllar boyunca suçlarla mü-

23

cadelede işbirliği ve koordinasyonun faydalarını gören bazı mahkemeler, İslam Mahkemeleri Birliği’ni kurarak ortak hareket etmeye başlamış, bünyesine diğer mahkemeleri katarak genişlemiş ve bir silahlı milis gücü oluşturmuştur. Somali’de nüfusun tamamının Müslüman olması ve anarşinin mahkemelerin etkili olduğu bölgelerde azalması, halkın kritokrasi (hâkimlerin yönetimi) biçimindeki İMB otoritesine olumlu bakmasını sağlamıştır. İMB, özellikle Orta ve Güney Somali ile Etiyopya’nın doğusundaki Ogaden bölgesinde yaşayan ve en kalabalık kabile olan Haviye kabilesince kabul gördüyse de, mahkemelerin nüfuzu kabileler üstü bir nitelik kazanabilmiştir. Özetle, Somali’de mevcut hükümetle devam eden merkezi bir yönetim oluşturma girişimi önemli bir tehditle karşı karşıyadır. Eşşebab milisleriyle uzlaşma sağlanması başkentin güvenliği açısından şimdilik en tutarlı yol görünmektedir. Mevcut hükümet önceki girişimlerde oluşturulan hükümetlere göre daha temsili bir nitelik taşıdığından, Eşşebab’a verilecek taktik ödünlerin sindirimi kolay olabilecektir. Böyle bir uzlaşmanın sürekliliği, Washington ya da Etiyopya tarafından değil; Somali halkının yabancı saymadığı, nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan, güçlü bir ülkenin nezaretinde sağlanmalıdır. Ehli Sünnet Velcemaat grubuyla GFH arasında Addis Ababa’da yapılan antlaşma, Somali siyasetindeki Etiyopya gölgesinin tekrar kararmaya başladığı izlenimini doğurmuştur. Bu nedenle Şerif Ahmed iktidarının Mısır, Türkiye, Malezya ya da Endonezya meziyetinde ve ölçeğinde bir arabulucunun yardımına başvurması isabetli olabilir. Afrika Birliği Barış Gücü ve GFH’ye bağlı kuvvetlerle Eşşebab milisleri arasındaki savaşın devamı merkezi iktidar hedefini daha da erteleyecektir. Eşşebab’ın Mogadişu’yu kontrol etmeye başlaması ise uluslararası müdahaleye kapı aralayacak gibi görünmektedir.


Film

Fatmanur KILINÇ| İstanbul Teknik Üniversitesi Gıda Mühendisliği • Hazırlık

S

öyleyecek bir şeylerin, anlatılmaya değer bir hikayenin, içi dolu bir yaşanmışlığın kötüsünden bir dijitalle de olsa kimi zaman 35 mm’nin veremediği derinlikle aktarılabileceğini gösteren bir filmle karşı karşıyayız. Warner Bros’cu, Paramount Pictures’çıların sıradan bir film bütçesinin yüzde biri bütçeyle çektiği filminde oyuncu kadrosunun neredeyse tamamını köyünde yaşayan insanlardan oluşturan Ahmet Uluçay’ın, kısıtlı bütçeye rağmen sanatsallığı ve gerçekliği maksimize ettiği yapıtıdır “Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak”. Peki, “Avrupa’da aldığı ödül sayısı, Türkiye’de sattığı biletlerden çok” diye tabir edilen bu film neyi anlatmaktadır? Hikâyede iki köylü çocuk sinemaya meftun olur ve sinemacı olmak isterler. Kasabadan aldıkları kopuk filmlerin, kendi yaptıkları makinede saniyede 24 kare geçirdiklerinde hareket edeceğine inanırlar ve bıkmadan, usanmadan denemeye devam ederler. Tutkuyla, aşkla, özveriyle ve tüm samimiyetiyle sinemaya olan bağlılığını naif, zarif, sıcak ve bizden bir öyküyle seyirciyle paylaşan Ahmet Uluçay, sinema entelijansiyasının içinde olmadan da radyo-sinema bölümü okumadan da ve hatta çok para harcamadan da böylesine başarılı bir yapıt ortaya konulabileceğini göstermiştir. Filmde Deli Ömer rolündeki Fizuli Caferof’un oyunculuğu da takdire şayandır. Deli Ömer’in sara krizi önceki hareketleri, gözlerini kırpıştırarak hayatı karelere bölmeye çalışması, bizim olanları onun gözünden görmemiz, o anı hissedebilmemiz bizi beş saniye içinde bambaşka bir ruh haline götürmeye yetiyor da artıyor bile. Ahmet Uluçay, iki Anadolu gencinin hayallerini ve uğraşlarını enteresan bir Anadolu mistisizmi eşliğinde bizlere sunmuştur. “Umut”; Deli Ömer’in hayatta olmayan nişanlısının yüzünü perdede görebilmek için sabahlamasında, Recep’in kendinden büyük bir kıza aşık olmasında, iki kafadarın sinemaya olan inancında ve filmin nerdeyse her karesinde ustaca işlenmiştir. Umutsuzluğun zirvesinde bile “ne varsa sinemada var, bize de sinemadan hayır var.” diyerek yollarını yine hayallerine çeviren iki köylü gencinin köy kahvaltısı tadında hikâyesi, izlerken seyircide orada olma

I

I

Karpuz Kabugundan Gemiler Yapmak KÜNYE

arzusu uyandırıyor.

Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak

Yönetmen Senaryo Müzik

Oyuncular Türü Yapım Yılı Ülke

Ahmet Uluçay Ahmet Uluçay Ender Akay A.T. Demirel İ.Hakkı Taslak Kadir Kaymaz Gülayşe Erkoç Boncuk Yılmaz Duygusal Dram 2004 Türkiye

IMDb Puanı: 7.7

Filmdeki mekânsal tasvirler de takdire şayandır. Filmin çekildiği küçük kasabanın taş kaplı, dar ve kısa sokaklarını, bitişik nizam cumbalı evlerini, arkasındaki yaşamı gizemli kılan, büyük, ahşap avlu kapılarını ve taş avlu duvarlarını oldukça başarılı bir şekilde kullanan yönetmen; yalnızca filmin özünü oluşturan “umut” ve “heyecan” duygularını anlatış biçimiyle değil, bu duyguları görsel ve algısal açıdan gayet iyi tamamlayan mekân seçimleri ile de başarılıdır. Filmi birçok taşra filminden ayıran bir özellik var ki o da yönetmenin o topraklarda yaşıyor ve o insanları gerçekten yakından tanıyor olması. Kameranın sahneyi hep en güzel köşeden gösteriyor olması, her gün geçtiği sokakları

24

hiç bir ayrıntıyı kaçırmadan kameraya yansıtması, sanki olaylar kurgu değilmiş de bir yerlerde gizli kamera varmışçasına filmin her sahnesine sinmiş olan buram buram gerçeklik ve estetik kokusu da yönetmenin filme ve filmin geçtiği topraklara ne denli hâkim olduğunun bir kanıtıdır. 2001 yılında bitmiş olmasına rağmen Ahmet Uluçay’ın rahatsızlığı nedeniyle ancak 2004’te gösterime giren film, yönetmenin ilk ve son uzun metrajlı filmidir. İlk filmi ile 40’a yakın ödül alan Uluçay’ın film hakkında ‘‘Korkuyorum, birisi bir şey derse ölürüm gibi geliyor.” sözleri de filmine olan inancını göstermektedir. Filmin kimi anlarında kurgu ve kamera açılarının kullanımı insanda hayranlık uyandırmaktadır. Yani; yalnız anlattıkları ve konusuna yaklaşımındaki samimiyetiyle değil, sinematografik olarak da son derece başarılı bir filmdir. İçi temiz esnaf kimliğine denk düşen pehlivan karpuzcunun iflas ettiği, sermayeyi eline alıp (iki tabure, bir poster) evine doğru ağır adımlarla ilerlediği ya da Recep’in kesilen saçlarının arkasından “Daha ne yapacağıdın, anasını ağlattın len saçların!” muhabbetinin döndüğü sahnelerde, kamera açısının başarısı elle tutulur derecede ortadaydı. Filmin tek sorunu sinemamızın genelinde olan ses problemidir ki; Gora gibi bir kaç milyon dolar harcamış filmlerimizde bile bu sorunla karşılaşırken bu filmde bunu problem etmek oldukça yersizdir. Çok eleştirilen noktalardan biri de Kütahya şivesinin anlaşılmaması sorunudur ama filmin büyüsü içinde bu ortadan kalkacaktır. Yağmur sonrası toprak kokusunu hissetmek kadar hayatın içinden olan bu film bize, gişenin film olmak anlamına gelmediğini açık bir şekilde göstermiştir. Aynı zamanda; “Orhan Kemal veya John Steinbeck niçin evrensel oldu?’’sorusunun minimal sinemayla verilmiş cevabı olan bu filmde, Ahmet Uluçay yerelin çok ötesinde bir filme imza atarak sınırları aşmayı da başarmıştır. Filmi izledikten sonra Nietzsche’ye inat “Umut kötülüklerin en büyüğü değildir.” diye düşünen ben, “Başarının ilk adımı hayaldir.” diye de ekliyor ve sizleri filmle baş başa bırakıyorum.


Semra BAYIK | Fatih Üniversitesi Hukuk • 1 Kitap

FRANNY VE ZOOEY

Franny ve Zooey”, Jerome David Salinger’ın 1961 yılında yayımladığı iki kısımdan oluşan kitabıdır. Franny ve Zooey, kitap olarak basımından önce The New Yorker dergisinde iki kısa hikâye olarak yer almıştır. “Franny” Ocak 1955’te, “Zooey” ise Mayıs 1955’te dergide yayınlanmıştır. Kitap olarak toplanıp yayımlanması ise Eylül 1961’de olmuştur. Salinger, “Franny ve Zooey”de, hikayelerinde sıklıkla yer bulan Glass ailesinin en genç iki üyesinin, 20 yaşındaki Franny ile 25 yaşındaki Zooey, kısa bir zaman diliminde geçen uzun hikayelerini anlatmaktadır. FRANNY Kitabın “Franny” isimli ilk bölümüne ismini veren Franny, Glass ailesinin en genç üyesidir. Bu bölümde Franny, “Yale maçının olduğu haftasonu” erkek arkadaşı Lane Coutell ile vakit geçirmek için adı belirsiz bir üniversite şehrine gider. Franny, elinden hiç düşürmeden okuyup durduğu yeşil kapaklı “Hacının Yolu” adlı kitabı da yanında götürür. Ancak Franny her zamankinden biraz daha keyifsizdir. Hastaymışçasına solgun, iştahsız ve fazlasıyla dalgındır. Aslında Franny’de görülen tüm bu gariplikler, onun varoluşsal bir bunalımın sebep olduğu sinir krizinin eşiğinde olmasından kaynaklanmaktadır. Kafası karışıktır Franny’nin. Dünyayı, insanları ve onların anlaşılmaz davranışlarını, herkesin yaptığı ve yapmak zorunda olduğu eylemlerin amacını sorgulamaktadır. Tüm bu olup bitenlerin saçmalığı onu yaşadığı dünyadan ve çevresindeki insanlardan nefret ettirir. Çünkü herkes bencildir, egoisttir, yapmacıktır ve birbirinin aynısıdır. Toplum tarafından kabul görmek adına yapılan her şey, farklılaşmak adına yapılan ve aslında insanları aynı kalıba biraz daha sokan tüm eylemler, insanlardaki kendini beğenmişlik ve egoistlik onun midesini bulandırmaktadır. En çok da kendisinden nefret etmektedir aslında. Çünkü kendisinin de ne denli egoist olduğunun, onlara ne denli benzediğinin farkındadır. Bu yüzden “Ego ego ego. Bıktım usandım. Kendiminkinden de, başkalarınkinden de. Bir yere varmak, farklı ve ayrıcalıklı bir şeyler yapmak, ilginç biri olmak isteyen

KÜNYE

Franny ve Zooey Yazarı Türü Dili Yayınevi İlk Basım Tarihi

J.D. Salinger Roman İngilizce YKY 1961

herkesten bıktım usandım. İğrenç bir şey bu –iğrenç iğrenç…... ben herkesin değer yargılarını kabule korkunç bir şekilde koşullanmışım diye, alkışlardan ve insanların benim için deli divane olmasından hoşlanıyorum diye, bunun doğru olması gerekmez ki. Bundan utanıyorum. Bıktım usandım. Tam bir hiç kimse olacak cesaretim olmamasından bıktım usandım. Kendimden de, bir çeşit ses getirmek isteyen herkesten de bıktım usandım.” ve “Para, prestij ün ya da bunlardan herhangi biri yerine aydınlanmayı ya da iç huzurunu -seçme konusunda bu kadar zorlanıyor olmam, herkes kadar bencil ve çıkarcı olmadığımı göstermez ki. Herkesten daha bile beterim belki!” diyerek iğneyi başkalarına batırırken çuvaldızı kendisine batırmaktadır. Çünkü kendisinin de o saçma düzenin, apaçık küfrettiği sistemin bir parçası olduğunun farkındadır. Geçirdiği bu zor dönemde Franny, sürekli yanında taşıdığı “Hacının Yolu” adlı kitaptan öğrendiği “İsa Duası”nı sürekli okumakta ve bu dua sayesinde aydınlanmayı ve içsel bir huzura kavuşmayı amaçlamaktadır. ZOOEY Bu bölümde Salinger, Franny’nin geçirmekte olduğu sinir krizi hikayesine

25

Glass ailesinin Manhattan’daki evinde devam etmektedir ve bu sefer hikayenin odak noktası, Franny’nin beş yaş büyük ağabeyidir. Bu bölüm aynı zamanda Glass ailesinin fertlerinin geçmişlerine ve o günkü durumlarına dair önemli bilgiler vermektedir. Glass çocuklarının birer dahi olarak yetişmeleri ve “Akıllı Bir Çocuk” adlı radyo programında her birinin yıllarca yer alması ve neredeyse ulusal bir fenomen haline gelmelerinden bahsedilmektedir. Hikaye, Zooey’nin küvette oturup ağabeyi Buddy’den dört yıl önce gelmiş olan sayfalarca uzunluktaki mektubunu bir kez daha okumasıyla başlamaktadır. Bu sırada annesi Bessie banyoya girer ve Zooey ile Franny hakkındaki endişelerini paylaşır; çünkü Franny erkek arkadaşı Lane ile birlikte yediği yemek esnasında rahatsızlanmıştır ve ailesinin yanına dönmüştür. Franny’nin durumuna endişelenen Bessie de Zooey’den, Franny ile konuşmasını, Franny’nin içine düştüğü bunalımdan çıkmasına yardımcı olmasını istemektedir. Kitabın bu kısmı, Bessie ve Zooey ile Bessie’nin ısrarı üzerine Zooey ve Franny arasında geçen diyaloglardan oluşmaktadır. MODERN ZAMANA KAFA TUTMAK Her ne kadar Salinger için “modern”, bu kitapta 1955 yılı olmuş olsa da, modernite kavramına getirdiği eleştiri 55 yıl sonra bile hala güncelliğini koruyan nitelikte. Çünkü Salinger, modern çağın hastalığının insanların farklılaşmak, ilginçleşmek adına gerçekleştirdiği ve daha da aynılaşmalarına yol açan eylemleri ile insanların toplum tarafından kabul görmek adına oluşturduğu tüm o yapmacık, yapış yapış, kimliksiz davranış biçimi olduğunu “bohem takıldığında ya da bunun gibi bir çılgınlık yaptığında, sen de herkes kadar düzene ayak uydurmuş oluyorsun, sadece biçim farkı var,” derken biliyordu. İnsanların yeni bir kimlik -hatta belki de arzuladıkları ama sahip olamadıkları kimlikleri- inşa etmek adına çılgınlar gibi internetteki sosyal ağlara koştukları bir devirde, günümüzde, yazılmamış Franny ve Zooey; ama bugünü de görüp gözetmiş, bugünün toplumuna da hitap etmeyi başarabilmiştir.


Röportaj Önder ÜÇÜNCÜ | Fatih Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı • Yüksek Lisans

“Ladin Gibiler Hiçbir Zaman İslam’ın Gerçek Temsilcisi Olmadılar.”

Doç. Dr. Stevo Pendarovski

B

u sayıda, konuğumuz yurtdışından alanında son derece uzman ve ünlü bir akademisyen. Üsküp Amerikan Üniversitesi’ndeki odasında görüştüğümüz Doç. Dr. Stevo Pendarovski Makedonya’da ve Balkanlar’da oldukça tanınan bir isim. Bundan önceki iki Makedonya cumhurbaşkanına ulusal güvenlik ve dış politika konularında başdanışmanlık yapmış, ülkesinde İçişleri Bakan Yardımcılığı ve Seçim Komisyonu Başkanlığı da dahil olmak üzere çeşitli görevlerde bulunmuş, medyanın sürekli görüşüne başvurduğu saygın bir bilim adamı. Uzmanlık alanları olarak uluslararası ilişkiler, istihbarat ve ulusal güvenlik, küreselleşme, Amerikan dış politikası, AB dış politikası, uluslararası ilişkilerde küçük devletler, Avro-İslam ve çokkültürlülük konularını sayabiliriz. Kendisini, Makedonya’nın şirin kenti Kruşova’da katıldığımız bu yıl 9.’su düzenlenen “Güneydoğu Avrupa Ülkeleri için Avrupa Değerleri” isimli uluslararası bir gençlik konferansında da dinleme fırsatı bulduk.

Ö

ncelikle sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada artan İslamofobi konusuyla başlamak istiyorum. Sizce bu Müslümanlar tarafından abartılan bir konu mu, yoksa hakikaten Avrupa’da bir İslam korkusu var mı? Varsa bunun dayanağı nedir? Sonuçta Müslümanlar yüzyıllardır Avrupa’da yaşamaktalar. Bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum.

Maalesef İslamofobi Avrupa kıtasında çok uzun süreden beri var olan bir gerçek. Bunun başlangıcını kıtanın iki temel dininin karşılaşmasına kadar götürebiliriz. İnsanlar bilmedikleri değişik gruplardan insanlarla karşılaştıkları zaman bu kişilere bir önyargıyla yaklaşabilmekteler. Bu durum geçmişte bu şekilde olmuş; ama günümüz modern dünyası hakkında konuşacak olursak İslamofobi’nin artması özellikle 11 Eylül olayından sonra gerçekleşmiştir diyebiliriz. İç politikadaki bazı sebeplerden dolayı bazı radikal ‘Müslüman’ kişilerin de yer aldığı bu saldırılar, hem bazı Amerikan siyasetçilerinin hem de halkının gözünde tüm İslam dünyası tarafından yapılmış veya desteklenmiş gibi algılandı -ki bu kesinlikle doğru değildi ve bütünüyle İslam dünyasının bu gibi saldırıları desteklemesi tarihte görülmemişti. Tarih boyunca insanlar, birçok insanın hayatına mal olan savaşlar veya ihtilaflar gibi önemli olaylarla ne zaman karşılaştılarsa olayı hep basitleştirme yoluna gitmişlerdir. Aynı zamanda, yaşadıkları toplumun büyük çoğunluğu tarafından kabul edilen dinden farklı bir dine mensup olduklarından ikinci sınıf vatandaş muamelesi gören topluluklar, bu saldırılardan sonra hedef haline gelmişlerdir. Kendilerini birinci sınıf vatandaş olarak gören kişiler bazı durumlarda bu kişileri suçlamayı çok basite indirgediler ve onların ‘topluma en-

26

tegre olamadıkları’ için radikalleşmeye yöneldiklerini düşündüler. Dolayısıyla, bu durumdan kaynaklanan olayları engellemek için polis gücünü veya istihbarat mensuplarını kullanarak güç kullanmayı yegane bir çözüm olarak gördüler. Geçtiğimiz yaz Londra’da meydana gelen olaylar da bir ölçüde bu kapsamda değerlendirilebilir. Yetkililer 16.000 polis daha takviye ederek olayları engelleyebileceklerini söylediler. Tamam, buna ihtiyaç var, çünkü sizinle savaştığını söyleyen bir kişiyle sadece konuşarak bu işi çözemezsiniz. Fakat size savaş açmış, mesela Bin Ladin gibi çılgın bir kişi kendisini Müslüman olarak adlandırıyor diye dünya nüfusunun neredeyse çeyreğini teşkil eden 1,5 milyar kişiyi onunla aynı kefeye koyamazsınız. Çünkü kendisini Müslüman olarak adlandıran bu kişiler hiçbir zaman gerçek anlamda İslam inancının bir temsilcisi olmamışlardır. Bu inancın gerçek temsilcileri olan düşünür, entelektüel, profesör ya da sıradan inanç sahipleri ile görüşmek veya Türkiye gibi yıllardır Doğu ile Batı arasında köprü olmuş bir ülkeyle konuşmak yerine radikal unsurları göz önüne alıp onları gündeme getiriyorlar. Bu da hayatında Kutsal Kur’an’ı eline alıp okumamış ve dolayısıyla içinde aile, dürüstlük veya insanlara yardım etme konularında ne yazdığından haberdar olmayan kişilerin, 11 Eylül saldırılarından sonra bazı art niyetli kişiler tarafından yanlış


Röportaj yönlendirmelere tabi olmalarına neden oldu. Çünkü 11 Eylül, söylemlerini gerçeğe dayandırmayan ve Müslümanlara karşı bir önyargı yaratmak isteyenler için bulunmaz bir fırsattı. Bu durumun Avrupa’da bu şekilde algılanması son dönemlerde de yükselişte olan aşırı sağ siyasi partilerin desteğiyle olmuştur. eki bu konuda Balkan ülkeleri hakkında konuşacak olursak ne diyebilirsiniz? Biz Balkan halkları olarak bu tür bir probleme sahip değiliz; ama Batı Avrupa’da veya Amerika’da olanları görmek bizim için sürpriz olmadı. Balkanlar’da insanlar şunun farkında: Gerek Batı Avrupa’da gerekse dünyanın diğer yerlerinde farklı değerlere inanan veya farklı etnik kökenlerden gelen kişiler birlikte yaşamayı öğrenmeliler. Peki geçmişte Balkanlar’da yaşadığımız savaşlar ne anlama geliyor? Birçok kişi bu savaşların veya problemlerin etnik, dini kimlikler arasında olduğunu düşünüyor; fakat bence bu yanlış. Bu savaşlar, Balkanlar’daki bu unsurların kendi ulus devletlerini kurma amaçlarından kaynaklandı. Yani Sırplar veya Hırvatlar birbirleriyle farklı Hıristiyan mezheplerinden oldukları için savaşmadılar. Yugoslavya sonrası kendi ulus devletlerine sahip olmak için birbirlerini öldürdüler. Gerek Makedonya’da gerekse diğer Balkan ülkelerinde, mesela Bulgaristan’da, büyük oranda Müslüman nüfus var. Bu insanlar birbirleriye çatışmıyorlar ve bir arada yaşayabiliyorlar. Bu anlamda Batı Avrupa ülkelerine katkı sağlayabileceğimizi sanıyorum. u sorumu sormadan önce sizinle Sultanahmet Camii’ni ziyaret eden bir Japon turistin bana söylediklerini paylaşmak istiyorum. Miyo isimli bu turist bana aynen şunları söyledi: “Buraya gelip camiyi ziyaret etme fırsatı bulan, içinde yürüyen, o muhteşem güzelliği, sanatı, içinde huzurlu bir şekilde ibadet yapan Müslümanları gören bir insan, dünyaya Müslümanlar tarafından yapıldığı şeklinde lanse edilen eylemlerin asla bu insanlar tarafından yapılamayacağını anlar.” Aradaki mesafeyi göz önünde bulundurursak Müslümanlar Avrupa halklarına Japonlardan daha yakın. Peki dünya tarihinin en acımasız ve talihsiz katliamlarından biri olan bu son Norveç katliamından sonra, ilk etapta niçin birçok insan bu kanlı vahşetin bir Norveçli radikal Hıristiyan olan bu katil tarafından değil de radikal

P

B

bir Müslüman tarafından yapılmış olabileceğini düşündü? Bunun sebebi sadece medya mıdır? Sadece medyadır diyemem. Nihayetinde medya, siyasetçilerin ve toplumun reaksiyonlarını yansıtmakta bir ölçüde. Son zamanlarda Avrupa’da meydana gelen siyasi hareketlere ve siyasi partilerin oy dağılımına bakarsak siyasilerin ne derece halkı etkilediğini veya halkın düşüncelerinin ne derece siyasete yansıdığını görürüz. Birçok insan hakları kuruluşu tarafından demokrasi bayraktarlığı yapmada öncü olarak gösterilebilecek 3 ülkeyi örneğin gündeme taşıyalım: Hollanda, Finlandiya ve Danimarka’ya bakalım. Bu ülkelerde mesela son seçimlerde oyların yüzde yirmisine yakınını alan Avrupa’nın en aşırı siyasi partileridir. Hollanda’da Hollanda Özgürlük Partisi -ki Wilders’in başında olduğu parti Kur’an’ı yasaklamak istiyor-, Finlandiya’da AB ve göçmen karşıtlığıyla bilinen Gerçek Finliler Partisi ve Danimarka’da Danimarka Halk Partisi. Bunların oyları hep artıştadır. eçtiğimiz günlerde İspanya Başbakanı Zapatero, Türkiye’ye 2 günlük resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Türkiye Başbakanı Erdoğan ve İspanya Başbakanı Zapatero bildiğiniz gibi BM Medeniyetler İttifakı projesinde eş-başkanlık yapıyorlar. Bu projenin dünya siyasetine ve toplumlarına getireceği yararlar sizce neler olabilir? Öncelikle bu inisiyatifin ortaya çıkmasına sebep olan Huntington’ın meşhur “Medeniyetler Çatışması” tezine ve orada belirttiği 8 tür medeniyet sınıflandırmasına birçok kişi gibi katılmadığımı belirtmek isterim. Aynı zamanda “Medeniyetler İttifakı” projesi için de biraz şüpheciyim diyebilirim. Çünkü bu projede bana göre örneğin ABD veya Çin de masada olmalı. Kimsenin aklında bu proje, ABD’ye veya doğuda yükselen bir güç olan Çin’e karşı diye bir izlenim olmaması gerekiyor bence. Bilmiyorum bu konuda bana illa ki katılmayanlar olacaktır; ama bence bu projeyi oluşturanların zihinlerinde bu şekilde bir algı var gibime geliyor. vrupa’ya bakacak olursak bazı ülkelerin yetkililerinden Avrupa’da çokkültürlülük konusunda şaşırtıcı açıklamalar geliyor. Bunlarla beraber AB’nin geleceğini de değerlendirebilir misiniz? Bizlerin, Balkanlar’da yaşayan halklar olarak, Batı Avrupa’dan demokrasinin uygulanması konusunda ve

G

A

27

insanların zihinlerine yerleşmesi konusunda alacağımız dersler var. Aynı şekilde Batı Avrupa ülkelerinin de Balkan ülkelerinden çokkültürlülük, birlikte yaşama gibi alanlarda alacağı dersler var. Bunu çok açık bir şekilde söyleyebilirim. Özellikle bazı lokal örnekler var ki hakikaten Batı Avrupa için çok olumlu örnekler olarak gösterilebilir. Eğer Avrupa’da bazı ülkeler bizi bu konuda en azından dinlerlerse ciddi bir gelişme sağlayabilirler. Tabii ki bizim de demokrasinin uygulanması konusunda Batı Avrupa ülkelerinden yapılacak olumlu önerilere her zaman kulak vermemiz gerekiyor. Bu tabii ki birbirimize ders verir şekilde değil de fikirlerin değişimiyle, diyalog kanallarıyla yapılmalı. Mesela bir örnek verecek olursak 2001’de Kosova Arnavutları ile bir sorun yaşadık ve bu tarihte kurulmuş Arnavut Bağımsızlık Ordusu askeri yetkililerinden bir kişi bu olaylardan sadece 3 yıl sonra 2004 yılında bu ülkenin cumhurbaşkanlığı için adaylığını koydu ve kimse de bu neyin nesi demedi.

S

on olarak ülkenizde yaşanan gelişmelerle ilgili bir sorum olacak. Ülkenizdeki siyasi durumu nasıl buluyorsunuz? Bundan 5-6 yıl önce uluslararası bazı kuruluşlar için siyasi partilere üye olma konusunda bir araştırma yapmıştım. Araştırmanın sonucunda toplamda 340.000 kişinin Makedonya’daki siyasi partilere üye olduğunu tespit ettik. Maalesef bu demokrasiye ve siyasi partilere olan güvenin bir göstergesi sonucu ortaya çıkmamıştı. Tam aksine, iktidara gelen parti, devlet kurumlarına planlı ya da plansız eleman alacağı zaman kendi parti listelerinden seçiyordu. Bugün de maalesef değişen çok bir şey yok. Onun için AB’ye yakın bir zamanda tam üye olmamız zor görünüyor ama NATO üyeliğimiz için gelişmelerin olduğunu söyleyebilirim. n Pendarovski, değerli vaktinizi ayırdığınız için çok teşekkürler. Ben teşekkür ederim.

S


Zorunlu Askerlik

D

Osman CAN Star Gazetesi

arbe Anayasası bile askerliği değil, yalnızca vatan hizmetini zorunlu kılıyorken Askerlik Kanunu’nda öngörülen “Her erkek, işbu kanun mucibince askerlik yapmaya mecburdur” ibaresi ne ‘yaman çelişki’dir. Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’yle ilgili olarak önceki gün medyaya yansıyan açıklamalara bakılırsa, Türkiye’yi insan hakları konusunda esaslı bir problemin beklediği anlaşılıyor. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin vicdani Retçi Osman Murat Ülke ile ilgili verdiği karar gereği ihlali sona erdirecek yasal düzenleme yapılması için Türkiye’ye aralık ayına kadar süre tanınmış durumda. Karar 2006 yılında verildiğine göre, bu konudaki ayak sürümenin 5 yılı geride bıraktığı anlaşılıyor. Hatırlanırsa vicdani kanaati gereği askerlik yapmak istemeyen Osman Murat Ülke, zorla askerliğe alınıp, gereğini de yerine getirmediği için her defasında emre itaatsizlik nedeniyle ceza almakta, diğer yandan vicdanı ret kararını açıkladığından dolayı da halkı askerlikten soğutma suçu işlediği gerekçesiyle yargılanmaktaydı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvuran Ülke haklı bulunmuş, Türkiye bir yandan tazminat ödemeye mahkûm olurken, diğer yandan vicdani retçilerin karşılaştığı sorunlar nedeniyle Türkiye’den yasal düzenleme yapılması talep edilmişti. (...) Hâlihazırda kurtulmaya çalıştığımız darbe Anayasası profesyonel askerliğe veya vicdani ret hakkının tanınmasına engel değil. Aksine bunu önemli ölçüde talep de ediyor. Zira Anayasanın 24. Maddesi vicdan özgürlüğünü yasayla sınırlanması mümkün olmayan bir hak olarak tanımlarken, 72. Maddesi askerliği değil, yalnızca vatan hizmetini zorunlu kılıyor. Üstelik bu hizmetin illaki silah altında yerine getirilmesini şart koşmuyor. Madde vatan hizmetinin silahlı kuvvetlerde veya kamu kesiminde ne şekilde yerine getirileceği veya getirilmiş sayılacağı kanunla düzenleneceğini öngörüyor. (Devamı 28 Eylül tarihli Star Gazetesi’ndedir.)

28

T

Oral ÇALIŞLAR Radikal Gazetesi

ek tip askerlik projesi, zorunlu askerlik konusunda zaten var olan tartışmaları körükledi. Henüz askerliğini yapmamış olan üniversite mezunları ve öğrencileri, endişe ve tepkilerini daha yaygın şekilde dile getirmeye başladılar,buna paralel olarak bedelli askerlik tartışmaları da yeniden gündeme geldi. Ahmet İnsel,dün, Radikal’deki köşesinde, askerlikte statü konusunu değerlendiren bir yazı yazdı. Okumuş ve paralı gençlerin, kısa dönem askerlik, bedelli askerlik gibi taleplerini bir ‘statü’ talebi olarak değerlendirdi ve eleştirdi. ‘Zorunlu askerlik’ militarist düşünce şeklinin topluma benimsetilmesinin en geçerli yöntemleri arasındadır. Bütün topluma, bütün erkeklere verilmek istenen mesajın özü şudur: “Hangi eğitim düzeyinde olursanız olun, sivil hayatta hangi statüde olursanız olun, asker sizin üstünüzdür ve en küçük rütbeli subay-astsubay bile sizi bir emir komuta zinciri altında idare eder.” Askerlerin dokunulamaz ve erişilemez statülerinin ortalama vatandaşa benimsetilmesi amaçlandığı için, zorunlu askerlik, militarizmin elinden kaçırmaya kolay kolay razı olamayacağı bir ayrıcalıktır. Bedelli askerliğe bu kadar karşı çıkılmasının arka plandaki nedeni de budur. ‘Okumuş’ gençlerin hegemonik ve ezici militarist kültürün karşısında,yedek subaylık,kısa dönem askerlik gibi seçeneklerinin olması,askerin toplum üzerindeki koşulsuz hegemonya idealine ters düşüyor.Şu an gündemde olan ve herkesin (9 ya da 12 ay) tek tip askerlik yapmasını,yedek subaylığın da kaldırılmasını öngören proje, militarizmin hegemonyası temelinde kurgulanmış bir proje. Bu proje,gençler arasındaki statü farklılıklarını azaltıcı bir girişim gibi gösterilse de, asıl mesele, askerlerin toplumun geri kalanına karşı sahip oldukları statü üstünlüğünün bir kez daha tescillenmesi ve perçinlenmesi. (Devamı 1 Eylül tarihli Radikal Gazetesi’ndedir.)


Vurgu

“kimseye

kırgın değilim.”

Ali Adnan MENDERES

son istasyon ruhuna saygıyla... 29


Söz Sende

üniversiteliler düşünüyor!

İsrail’in dış politikasındaki uygulamaları karşısında verilen tepkiler anti-semitizmi tetikliyor mu?

olgusunu srail’in politikalarının antisemitizm bazında eli toplumlar düzeyinde, halkın gen er, ülke elitl tetikleme tetiklediğini düşünüyorum. Bu anyahu Net ında da yöneticileri ve entelektüelleri aras aları itik pol i şu ank yönetimindeki İsrail hükümeti ve il’e İsra ve artması hakkında olumsuz düşüncelerin ın alar itik pol iltimaslı karşı gösterilen tahammüllerin ve kai ettiğ hür ak teza hoş görülmemeye başlanması olar ünürsek toplumudüş için kiye Tür . naatini besliyorum azımsanmayacak yer muzun üst tabakasında hacmi tarz eğilimlerin daha tutan muhafazakar kesimde bu de halkın genelinde fazla olduğu fakat bunun yine an daha hafif olduğu oluşan İsrail düşmanı duygulard farkedilmektedir.

İ

Galatasaray Üniversitesi Hukuk Bölümü

ürkiye’den İsrail’e ne dinsel, ne de ırk esaslı bir nefret söz konusu değildir. Osm anlı Devleti’nde ve sonra Türkiye Cumhuriyeti’n de antiSemitizm kök salamamıştır; ancak son zama nlardaki İsrail başarısız iç politikası, uluslararası kam uoyunda kabul görmeyen Mavi Marmara ile ilgili BM raporları, Yahudi lobisinin İsrail’in döktüğü kanı temi zlemeye çalışması mahallede işlerin bir tuhaf yürü düğünü göstermektedir. Bölgede ‘hard power’ ile hare ket eden ve kan dökmekten çekinmeyen İsrail,uluslara rası kurumlarda ve ortamlarda ‘soft power’ ile süreç leri lehine çevirmeye çalışıyor.Bu süreç böyle devam eder se AB’de söz konusu değil ama Türkiye ve Arap düny asında anti-semitizmi tetikleyebilir.

Öğrencisi

T

ürkiye İsrail ilişkileri gerilm eye başladığından bu yana İsrail’in en bü yük savunması tüm yaşananları anti-semitizm e bağlamak oldu. Halbu ki yaşananların sebebi anti-se mitizm değil, Türk milletini n zayıf olanı koruma eğilim idir. Tarihe bakıldığında Ya hudilerin zayıf olan taraft a oldukları zaman bizim onları da koruduğumuz açı k bir şekilde görülmektedi r. Şu anda İsrail sürekli zul meden taraf olduğundan bizim milletimiz de her zam anki gibi zalime karşı tavrın ı açıkça ortaya koyuyor. Son uç olarak şu anki durumu bir anti-semitizm vakası olarak değil; İsrail karşıtl ığı olarak görmek daha doğru olacaktır sanırım. Keza mi lletimiz de her şeyin farkın da olup kimin suçlu kimin masum olduğunu açık bir şekilde görmektedir.

Bilkent Üniversitesi Hukuk

T

Bölümü Öğrencisi

davranan milletlerde arihte Yahudilere en iyi Fakat son yüzyılda Türkler başta gelir. şkusuz bir er coğrafyamızda ku gelişen Siyonist fikirl z bunun a neden oldu. Şüphesi anti-semitizm dalgasın . Yahudi Yahudilere de yansıdı etkileri Türkiye’deki .Sessizce k göz önünde değildir cemaati Türkiye’de ço aşmada karlar. Herhangi bir sat hayatlarına, işlerine ba olsa da ezler. Bu, havayı az karşı tepki pek verm nce Be ? dir dip dalgasına işaret mi er yumuşatıyor. Fakat bir rab be a yoktur. Tarih boyunc biabartılacak bir durum bu t ka devam ettirecektir. Fa yaşamış insanlar bunu hıncını rın ılla zy Yü . dır ğlı una ba raz da İsrail’in tutum r’dan nla davranan Müslüma onlara her zaman iyi ab taş ilir. erse bardak bir yerde çıkarmaya devam ederl

T

e Bölümü Öğrencisi

İstanbul Üniversitesi İşletm

30

Kırıkkale Üniversitesi Tıp Bölümü Öğrencisi

rşın daki uygulamarına ka srail’in dış politikasın lar, ım ad kiler ve atılan verilen diplomatik tep an nd ası kökenli bir devlet olm in İsrail’in yahudi etnik ti’n vle De rkiye Cumhuriyeti rak bağımsız olarak, Tü na alı e ı ve hakları göz önün uluslararası saygınlığ gerekeni ni devletimiz olması gerçekleştiriliyor. Ya ygusal du bu hareketleri illa ki yapıyor aslında. Eğer jimizi ate str rekirse, Uluslararası etkenlere bağlamak ge Antie. nc rış şekillendiriyor be anti-semitizm değil ba rdiği ve n iyorsa o da Türkiye’ni semitizmi bir şey tetikl tavrı ve üslubudur. tepkiler değil İsrail’in

İ

mi Bölümü Öğrencisi

Boston Üniversitesi Ekono

B

ir sivil olarak İsr ail’in ‘dış politika’la rını eleştirmeyen birini bulmanın zor olacağ düşünüyorum. İsrail’in ını ‘kanlı dış politika’ların ı ancak kan üzerinden beslenen, merkez ba nkalarında kanlı paraları dünya piyasasına servis edeb ilen devletler destekleyebilir veya bu politikalar a sesini çıkarmayabilir. Nitekim de bu böyle oluyor. Ya hudilerle beraber ‘insanca’ yaşay abilen toplumlar hatta aklıselim Yahudiler İsrail’in katlia mlarına sessiz kalmıyo r. İsrail kendi politikalarının ha ksızlığını yüzüne vuran herkese anti-semitist damgası vurarak anti-semitizm dalgasının yayılmasına kendisinin de büyük ölçüde ya rdım ettiğinin farkına varır mı bilmem.

Boğaziçi Ünv. Uluslararası

İlişk. Bölümü Öğrencisi


Politik Kuş aktuelpolitik Zaman Akışı “Her asırda birkaç kişi düşünür; gerisi düşünülenleri düşünür.” [Cemil Meriç]

Politika_Kulubu Yaptığı işlerle adından sık sık bahsettiren Politika Kulübü hakkındaki en güncel gelişme ve haberleri bu hesaptan takip edebilirsiniz. Dumanlie Ateş düştüğü yeri yakar. Katilleri affetme hakkı devletin elinde midir yoksa evlatları vahşice vurulan anne ve babaların mı? Siz karar verin. presidentaz Today 50 per cent of our population are Internet users. Today we have the freedom of speech and the press. #Azerbaijan

“Sonuçta savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur.” [Louis Ferdinand Celine]

omerrcelik Halkin kendi geleceğinin tek faili olması için, faili meçhul cinayetlerin aydınlanmasına seferber olmak lazım.

“Dünya yaşamak için tehlikeli bir yer; kötülük yapanlar yüzünden değil, durup seyreden ve onlara ses çıkarmayanlar yüzünden.” [A.Einstein]

alperbudka İzmir’de uyuşturucu ve cinsel suç oranları Türkiye ortalamasının üzerinde. Uyuşturucu suçu yönünden İzmir, Türkiye’de ikinci sırada...

Uygun ücretlerle tam isabet reklamlar verebilmek için lütfen reklam dosyamızı isteyin. aktuelpolitik@hotmail.com Hedef kitlesi üniversiteliler olan dergimize reklam verip kazançlarınıza katkıda bulunabilir aynı zamanda da bize destekte bulunabilirsiniz. On üçüncü sayımız için gönderdiğiniz yazılar elimize ulaşmıştır. Hepinize destek ve katkılarınızdan ötürü teşekkürler. Yenilenen arkaplanı ile Aktüel Politik twitter hesabının 445 takipçiye ulaştığını biliyor muydunuz? http://twitter.com/aktuelpolitik “En haksız barışı en adil savaşa tercih ederim.” [Cicero]

“Kim ki kendisinin efendisi değildir, özgür değildir!” [Epictetus] “Politika bir bilimdir. Kendi görüşünün doğru olduğunu, ötekinin ise yanıldığını kanıtlayabilirsin.” [J.P. Sartre]

melihaltinok 12 Eylül darbesine 6 saat bile “direnmeyen” Türkiyeli solcular, 31 yıldır aralıksız “yenildik ama ezilmedik” mottolu romanlar yazıyorlar. beyinsiz_adam Devleti Osman Gazi değil de oğlu kursaydı Orhanlı İmparatorluğu olacaktı ve ismi yüzünden kimse ciddiye almayacaktı. Orhanlı. Köy ismi gibi. KacYil Süleyman Demirel seçim vaadi olarak, “Kim ne veriyorsa 5 lira fazlasını veriyorum!” diyeli ve rakiplerini geride bırakalı 20 yıl oldu... Leyla_Ipekci Leyla Zana’nın meclisten atıldığı yıldan beri aslında hep ‘orada olduğunu’ düşünürüm. Hakikatiyle varolanın vücuda gelmesi bugünlereymiş. eminimsi KK on gündür alley oop yapıyor, AKPliler ters düz sağ el sol el smaç basıyor. Busra_Erdal OdaTV iddianamesine dolu değil demeyin, inanmak istemiyorum deyin, anlarız biz, yoksa kimse gazeteciden silahlı eylem beklemiyor değil mi? savasgenc Yıllardır profesyonel ordu ve güçlü özel harekat diye feryat edenler haklı çıktı. Hadi deyince tecrübeli ve hazır birlikler oluşturamıyorsun. turgayogur Türkiye’nin sivil anayasasını yapacağı bir mecliste kritik oya sahip Kürt siyasetinin hala mayından, tüfekten medet umması asrın yanılgısı. tugbatekerek Güneydoğu’ya gitmek ve toprağın üzerine uzanıp canlı kalkan olmak istiyorum. Güneydoğu’nun topraklarını kaç beden kaplar acaba?

“Haksızlığa sapıp bütün insanlar seni takip edeceğine, adaletle hareket edip tek başına kal daha iyi.” [Mahatma Gandhi]

mervesebnem ANF de iyice sıyırdı. “Erdoğan iftarını savaşla açtı” demiş. Her gün en az bir askeri ben öldürüyorum sanki. Abart da bari kremasını abart..

“Bu (dergi çıkarmak) bir aşktır; dergilerin dergiliğinden çok, gönüllerin gönüllülüğüyle ilgilidir.” [Gökhan Özcan]

mehmetbaransu Şike soruşturması bana şunu gösterdi. Bazı taraftarların kutsalına, dinine, peygamberine laf edebilirsin takımına asla, Maalesef durum bu. EmreUslu TSK operasyonlari durdursun diye yürüyüp PKK eylemleri durdursun diye yürümeyen BDP’nin PKK’ya mesajı: Arkama saklan ateşe devam.

31


Kulüpten

POLİTİKA KULÜBÜ 15. YAŞINI KUTLUYOR!

15. YILDA

15 PROJE 32


Kulüpten

G

ündemdeki gelişmelere, yeni kavramlara farklı perspektifler kazanarak mı bakmak istiyorsunuz? Önemli ve alanında uzman akademisyenlerle politikanın çeşitli konularının değerlendirileceği Akademik Bakış programları sizleri bekliyor!

S

S

iyaset mutfaktan öğrenilir! Siyasetçiler konuk ediliyor, Politika Kulübü üyeleri Siyaset Okulu’nda siyaseti mutfağından öğreniyor!

iz de gerçek bir politika deneyimi yaşamak istiyorsanız, Birleşmiş Milletler simülasyonunun Politika Kulübü üyeleri tarafından resmi prosedürlere uygun olarak yapıldığı FUMUN tam size göre!

Ö

G

ündemi sadece gazetelerden değil, gazetecilerden de takip etmek sizin için önemliyse Gazete Köşesi’nde farklı köşe yazarları ve gazetecilerle buluşun, konuşun!

ğrencilere özel bir tartışma ortamı! Öğrenciler bir araya geliyor ve gündemdeki konuları ele alıyor. Sizin de söyleyecekleriniz varsa, Gündem Sohbetleri sizi bekliyor!

M

T

ürkiye’nin gündemini bir de Türkiye’de yaşayan uluslararası öğrencilerin gözünden dinlemek, farklı bakış açıları kazanmak ve bunları sistematik bir şekilde yapmak istiyorsanız International Channel sizleri bekliyor!

ünazara alanında iyi bir eğitim almak isteyenler, bu işe gönül verenler! Politika Kulübü üyelerinden oluşan Fatih Üniversitesi Münazara Topluluğu sizleri bekliyor!

S

F

arklı görüşleri aynı anda dinlemek isteyenler, her görüşe saygısı olanlar için Politika Panelleri’nde her telden isimler bir araya geliyor, iç politika ve dış politika üzerine önemli konular tartışılıyor!

ivil toplumun sesi Sivil Toplum Sohbetleri’nde duyuluyor! Sivil toplum kuruluşlarının temsilcileriyle Politika Kulübü üyeleri bir araya geliyor, gündem bir de sivil toplum gözüyle değerlendiriliyor!

G

elenek devam ediyor! Politikacılar ve politik bilgilerle dolu Uluslararası İlişkiler Sempozyumu 7. kez gerçekleştiriliyor!

33


Kul端pten

34


Tüm öğrencilere ve akademisyenlere 2011-2012 akademik yılında başarılar dileriz.

Politika Kulübü’ne 2011-2012 akademik yılında yapacağı çalışmalarda başarılar dileriz.

İLETİŞİM

e Z

[Yazı, Reklam, Görüş, Öneri]

/aktuelpolitik /aktuelpolitik aktuelpolitik@hotmail.com

désign



Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.