Afro Dergisi Sayı:2

Page 1

1

afro

Şiir ve Edebiyat Dergisi • Şubat - Mart- Nisan 2015 Sayı: 2 • 6

Onur Akyıl: Bu şiirleri başka biri yazıyor ve adımı kullanıyor olabilir.

Başka Sinema Proje Direktörü İmre Tezel ile Röportaj

Ergin Günçe’de Tanrı Algısı

ARDA YASİN VANBEKİR TÜRKERNEBİYE ARIHUGO WILLIAMSKEREM ESERENES MALİKOĞLU ADEM.MAKSATSIZ.TUBA OLĞAÇÖMER FARUK ÖZKILINÇABDÜLKADİR POLATUFUK AKBAL MERT ERÇETİNMURAT HATİPFERDİ AMCAKURT VONNEGUTEZGİ MERMERSEMİH ESMER

afro


2

İçindekiler 4 • Gönlünü Put Sanıp Da Kıranın Kim Olduğunu Bulan İbrahim • Arda Yasin Van 6 • Milli Maç • Bekir Türker 7 • Onlarla Şimdi • Nebiye Arı 8 • Diyaliz Koğuşundan • Hugo Williams 14 • Gimnazyum • Kerem Eser 15 • Bu Bir Aşk Şiiri Olacak • Enes Malikoğlu 17 • Küfür Sevgilime • Adem.Maksatsız. 18 • Brahma’ya Övgü • Tuba Olğaç 20 • Politika ve Gömlek • Ömer Faruk Özkılınç 21 • Dekor • Abdülkadir Polat 22 • Üç Minör Öykü • Ufuk Akbal 25 • A Most Wanted Man Filmi İçin Dediklerim • Adem.Maksatsız. 27 • Başka Sinema Röportajı 32 • Çok Tahlil Az Tahrip Hiç İnşa • Enes Malikoğlu 36• Mobeni • Mert Erçetin 38 • Onur Akyıl Röportajı 43 • Mezarlık Gezmesi • Murat Hatip 46 • Mefisto Şamar Oğlanı • Ferdi Amca 48 • Harrison Bergeron • Kurt Vonnegut 51 • Ergin Günçe’de Tanrı Algısı • Kerem Eser 55 • Çizgi Romanda İtalyan Ekolü • Ezgi Mermer 62 • is • Semih Esmer

afro Üç Aylık Şiir ve Edebiyat Dergisi Şubat-Mart-Nisan 2015, Sayı: 2 ISSN: 2148-9319 İMTIYAZ SAHIBI Hüseyin ATAŞÇI SORUMLU YAZI İŞLERI MÜDÜRÜ Bekir TÜRKER YAYIN KURULU Enes MALIKOĞLU Bekir TÜRKER Kerem ESER Adem.MAKSATSIZ. TASARIM Emir Eymen TOZAL KAPAK FOTOĞRAFI Ceren Takımlı / Amsterdam İşkence Müzesi

ARKA KAPAK FOTOĞRAFI Serden Çağlar Şener BASKI Teknik Basım Tanıtım Matbaacılık San. A. Ş. Keyap Tic. Mrk. Bostancı Yolu Cad. F1 Blok No: 93 Y. Dudullu Ümraniye - İstanbul Tel: (0 216) 508 20 20 Faks: (0216) 508 20 45 www.teknikbasim.com Sertifika No: 24871 ADRES Zeyrek Mah. Kıztaşı Cad. No:12/A Fatih/İstanbul İLETIŞIM www.afrodergisi.blogspot.com afrodergi@gmail.com https://twitter.com/afrodergi www.facebook.com/afrodergi7 Eser gönderimlerinde ad, soyad ve kısa özgeçmiş eklenmeli, eser Word dosyasında gönderilmelidir. Gönderilen eserlere -olumlu veya olumsuzeditörlerimiz tarafından mutlaka cevap verilir. Yazıların hukuki sorumluluğu eser sahiplerine aittir.”

afro


3

Sıfır İroni’de Osman Konuk, e – kitaplar hakkındaki bir soruya şöyle cevap veriyor: “e – kitap için yayın teknolojisini destekliyorum. Berbat kitaplar, dergiler için ne kadar çok ağaç kesildiğini düşünürsek.” Dergilerimiz boş. Kağıt israf ediyoruz. Verdiğimiz paraya acıyoruz çoğu zaman vallahi. Yine de afro’yu çıkarmak bu işin o kadar da kolay olmadığını anlamamıza yetti. Sabahın altısında telefona gelen mesajlar dergiyle alakalı olunca canı da sıkılıyor insanın. “Başlarım böyle işe..” dedik muhtelif zamanlarda. Dergilerimiz boş. Dergilerimiz gmail konuşmalarını yayımlıyor. Dergilerimiz abilerinden aldığı kötü metinleri istemeye istemeye barındırıyor içinde. Ustanın iyisi parça artırır. Biz de belki kötü okurlarız ki malzemeden elimizde hiçbir şey kalmıyor. Biraz olsun zevk alabilmek için dergileri harcıyoruz ama yetmiyor. Şairlerimizin yaktığı ateşler su istemiyor, bir şiirin unutulması için, geride kalması için daha iyisini üretmeye gerek kalmıyor. Yine de şu haldeyken koca koca adamlar yalakalıkta yarışıyor. Kimse söylemiyor piyasadaki şiirlerin ne kadar kötü olduğunu, bir anlayıştan uzak olduğunu, günümüzle alakasız olduğunu.. Bunlardan bahsetmeye içinde yer aldığı tayfadan ayrılınca başlıyor harika şair eleştirmenlerimiz. Acaba ne zaman rol yapıyorlardı? O ortamlarda bulunurken mi, yoksa şimdi mi? Hem söz konusu taraflar, gruplar birbirinden ne kadar farklı? Bir de cahillik var ki başımıza bela.. Okuduğumuz metnin neden kötü olduğunu, neresinin kötü olduğunu anlatmaktan aciziz. afro nasıl bir dergi olacak sorusunun cevabını içinde bulunduğumuz duruma bakarak verebiliriz: En azından şu yukarıdakiler olmayacak afro. Bunlardan uzak duracağız. Bu yüzden dergilerde sık görünmeyen, işe yeni başlamış isimlerin yazdıklarına önem veriyoruz. Siz birilerine yalakalık yapmadan, bir ortamda gözükmenin şiir yazmaktan daha önemsiz olduğunun farkında olarak yazınız. Biz de dergicilik çilesine devam edip metinlerinize yer vermenin mutluluğunu yaşayalım. Olmaz mı? Dergi cebe girsin her ortamda okunsun diye bilinçli olarak küçük boyutta yapmıştık. Ortak bir karardı. Ancak dünya sistemi küçüğü yavaşı ve tevazuyu sevmiyor onun yerine büyük hızlı ve fonksiyonel olanı önemsiyor. O halimizle kitapçıların dergi raflarında kaybolduk. Defalarca, “Bahsettiğiniz kitapçılarda yoksunuz” dediler. Dışı büyük içi küçük dergilerin arasında arayıp bulamadınız belki ama oradaydık. Renksizliğimiz de sevilmemişti. Bundan dolayı boyutumuzu azıcık büyüttük, kapağımızı sertleştirdik ve renklendirdik, ikinci sayımızdan itibaren öyle çıkıyoruz karşınıza. Umarım daha güzel olmuşuzdur. Diğer sayıda görüşmek üzere. afro

afro


4

Gönlünü Put Sanıp da Kıranın Kim Olduğunu Bulan İbrahim Arda Yasin Van

herşey gitmişken ben neden ki kalayım kalayım diye mıhladı ibrahim bağcıklarını keskici hasandan aldığı toprak basmamış ketum ayak kaplarını sabah okundu mu kırıyor gözlüklerini içi pastil ve ağrı kesici dolu karnı götünde sevişmemenin ipek donu babası tarafından tıraşlı kafası eklem yerlerinde bir sancı bu sabah sabah olmamalı bir sancı devşiriyor ibrahim iki gömleği birini pazarcı rıfkı diyor katık yaparsın ciğerine bunu bunu bunu giymek korur seni tekleşmeden ve kadın göğsünden kara büyüden ve dahası kan davası tedirginliğini çoğaltıyor ibrahim kasıkları yere değiyor sabah günleri aramadığı aşkı bulamıyor ibrahim

afro


5

çok sevmeyi sevmem diye haykırıyor ah bu köftehor ibrahim kanburu sırtında yan kesici ibrahim kız var mı buralarda diye soruşuyor at gibi alnı var bu ibrahimin terazisi de kaypaktır öyle her doğru gibi bir gün bacağı tutuldu ibrahimin kaldırmaz yeryüzü böyle gariban sancı tuttu tam kesecekti baldırından altı elinde tıraş aleti kaskatı donuk zihninde yer gök tespihini aradı bu bizim buralara uğramaz bir kadın antik yunandan ya da budadan beridir ne varsadı gördü kadın ne dendiyse yaptı kadın ne kadar insan varsadı doğurdu kadın bir bacığı elinde bir ibrahime al dedi uzattı kara bir kediyi sev dedi uzun suları izler gibi hiç bilmediğin şeylere güler gibi bir an için senmişsin gibi okula giderken çantasına girmiş kedi camide farketmiş bu ibrahim esselamınaleyküm ve miyav ve esselamınaleyküm ve miyav

afro


6

Milli Maç Bekir Türker

Sana kaşımı çatıyorum bakmıyorlar yüzüme Konuşmaya başlıyorum her gün kavga var evde Senin yüzünden annem bana küsüyor Sen annemi bağlıyorsun annem bana ağlıyor Evlat ancak öldüğünde devletten daha değerli Şimdi annem ağladığında samimi mi değil mi? Evde tv açıyoruz milli maç var evde Haberlerini açıyoruz iktidar var evde Mahkumlar var hava alıyor bahçemizde Bize kendimizi anlatıyorlar ucuz belgesellerde “İnsan ailelerinde sevgi gösterileri çok az görülür.” Kanalı değiştiriyorum ve cinayet var evde İnsan davaya sarılı görülüyor İnsan bayrağa sarılı gömülüyor Her hastalık sahibiyle beraber ölüyor Seni de bir gün hapse atarlar Türkiye Sana evimizdir dediler, iyi baktılar evimize İçerisi bize açılır misafire kapı duvar Seviyorum, kendimden geçmek güzel Ama öfkem aklıma gelince yırtılıyor damar Burdan anlamışsındır biraz da öfkem var Biraz da öfkem var evet ulan hepimize Güneşin doğmasına çok var inanmıyorum Silahların susmuş, kesin yalandandır.

afro


7

Onlarla Şimdi Nebiye Arı

Onlar arada kalmış yaşlı ağaçlar Onlar ara sıra güneşle görünen yorgun çizgileri yüzünün Onlarla aramız beton sınırı yaşımın Şimdi bir motorun saatte kaç km hızla gittiğini bilemem Şimdi belki’lerin az sonra’ların inşallah’ların boz bulanık çağı Şimdi ona dair kurmaca yazın Onlar her gün bir mahşerin sahnesinde şimdi Onlar biraz taşeronu yeni’nin Onlar harcanacak bozuk paraları geniş ceplilerin Birazdan baretleri sarıları gömeceğiz sonuna günün Birazdan üşüyen ellerini ovuşturacak zarfları kadrolunun Tam da biraz sonra inşa edilecek geleceğin aziz göğü Onlar isimleri tarihe küçük harflerle asılan Onlar heykellerde bile yerleri oyulan Onlarla aramız sınıf sınıf açılan Şimdi bana ne etiket vurursunuz bilemem Şimdi göğün de yerin de yedi sülalesine birden kolonlar kolonlar çamları noelle tanıyan çocuklarını bonzai paklar o zaman

afro


8

Diyaliz Koğuşundan Hugo Williams (D. 1942)

Eğer Erkenciysem Gün aşırı Ortaca treni raylarının Aziz Pankras eski kilise mezarlığını ikiye ayırdığı patikadan geçiyorum. Belki kiliseye girebilir ve bir, bilemedin iki kez göğüs geçirebilirim, Aziz Pankras Kilisesinin Mary Rankin Kanadındaki mezarlık duvarına açılmış bir geçitten geçmeden önce. Genç bir adamken Thomas Hardy trenlere yol açmak için cesetlerin, mezarlığın bir bölümünden taşınışını denetlemişti. Mezar taşlarını ise şimdilerde koskocaman olan bir dişbudak fidesinin etrafına oturmuş masal dinleyen çocuklar gibi yerleştirmişti. Bir Diyaliz Maçı Ev sahibi ekip mavi askılılarla sahaya çıkarken, konuk takım günlük giysileri ile kapıdan gözüktü. Saha içindeki konumlarımızı yataklarımızın başucuna asılı dosyalardaki adlarımıza bakarak bulduk. Şimdilik tek yapabileceğimiz hareket etmek için doğru anı beklemek.

afro


9

Maç ev sahibi ekibin saha içinde aranıp durması, olmadı bir tur dolaşmasıyla başladı. Hareketlerin bazısı çok bilindiktir – örneğin; eşyaların yerini değiştirmek çok sevilen harekettir ya da eldiven çekmecesi ve atık iğne kutusu arasında ileri geri pas yaparak sayı almak. Konuk takım bakakalır rakibin taktiği su yüzüne çıkınca. Sessiz kalırsak ya da gülünç şakalar yaparsak sayı alabiliriz yalnızca. Kimin canının yandığı kimin kimi marke ettiğine bağlıdır. Maviler sahaya yayılırken her oyuncu kendi rakibini yatırmak için zor bir işe kalkışmalıdır. İğne Vurma Sanatı Çok önceleri keşfedersin, bazı hemşirelerin elinin bazılarınınkinden daha hafif olduğunu iğne vurma sanatında. Gelmeden önce bellemelisin hangi işinin ehli, senin fistül koluna aşina ve de kolunu serbest bırakman için seni telkin edecek hemşirenin nöbetçi yazıldığını. Gerçekten ehliyse işinin yatağı alçaltır ya da yükseltirken, tablaya aletlerini dizerken acele etmeyecek. Unutmayacak tentürdiyot sürmeyi. Fistülünden gelen brüiti dinleyecek. Trombositopeniyi parmağıyla bulacak ve duyacak. Ancak o zaman vuracak. Gene de başına buyruk bir iğne fistül duvarını delerek yırtık oluşmasına neden olabilir. İşte o zaman fistülaplasti için Acil’e gitmelisin.

afro


10

Köpek Köpeğin biri kolumu kapmış beni yerlerde sürüklüyor. Köpekdişleri ile atardamarımı deşiyor.az Bağırsakları kanımla çekiliyor. Ne zaman başka bir sorgu için yaka paça getirilsem, köpek üzerime çıkarak dişlerini etimde kanırtıyor. Bu sanki duvara çivilenmişken rahatlamamın söylenmesi gibi. Kanım itiraf gibi fışkırıyor. Köpekler bu yüzden yaratılmışlar ne mal olduğumuzu ortaya saçmak için. Köpeğin masanın üstünde gözlerini gezdirerek kanıtları incelemesini seyrediyorum. Tüm suçlamaları üstleniyorum. İğneler Meleği Mavi tablayı taşıyarak yatağıma yaklaşırkenki güzelliği Hintli hemşirenin içime Allah korkusu dolduruyor. Diğer ölümlüler gibi iğne vurma sınavını geçmek zorunda mıydı? Yoksa meleklerden biri olduğu için onu hemen aldılar mı? Beni beğenmesini istememe karşın, iğneyi paketinden çıkararak üzerime doğru eğilirken başka tarafa bakmalıyım. Turnike yapıyor ve parmağını damarımın üstüne bastırıyor. Dokunuşundaki bir şey iğneyi adeta tenimde eritiyor. Kederli ses tonuyla yüzündeki karışık pigmentlerden ötürü okulda alay edilen oğlu İbrahim’i anlatarak acımı hafifletiyor.

afro


11 Ray’in Yolu Ray Blighter mahvolmuş şıklığıyla – yeleği, yakasında tek kırmızı karanfil bleyzır ceketi, rastık çekilmiş kaşlarıyla – diyaliz koğuşunun kapı ağzında beliriyor ve tüm gözlerin üzerinde olmasını sağlamak icin bir anlığına duraklıyor. “BEN BOND” diye sesleniyor toplanan kalabalığa “ JAMES BOKTAN BOND.” Yan yana dizili yataklara doğru yollanıyor gözleri karşıya dimdik, mırıldanarak ve sararmış gri gömleğinin yenlerini tersine kıvırıyor. Otobüsün altında ezilmeye iki saat geç kalmıştı ancak, o çok değerli köşe yatağını almaya yeltenen kim olursa olsun; Allah yardımcısı olsun. Eğer Rabbi ondan önce gelmişse gerisingeri dönüp eve gideceğine güvenebilirsiniz. Yatağının karşısındaki masadan başlayarak yaşama hazırlanıyor – bira kutuları, bisküviler, yarış kuponları, saç fırçası, tıraş losyonu, Radio 2’ye ayarlı radyo, koğuşta bu ayrıcalıklara sahip tek kişi; çünkü Ray bir âlemdir. Ölmeden önceki ‘o son sigara’ ritüeli için yangın merdivenlerine çıkıp durur. “Üç altın halkalı Morland Special’lardan içtiğin olur mu?” diye sorarım. Ray zift karası kaşlarını kaldırır: “Beni Sean Connery ile karıştırdın galiba?” Yaşamak için Öldür de dâhil epey James Bond filminde Sean Connery ile birlikte oynamışlar, öyle diyor. “Yo, sıçtığımın figüranı olarak değil!” Sıçtığımın Kwai Köprüsü’ndeki rolünü anlatmaya başlayınca bozuk paraları yerlere dökülüyor. On yıl boyunca kendi Japon savaş kampında esir kalınca, kaçmak için kendince sövüyor, yalan atıyor. ‘Pazartesi günü gelmeyeceğim’ diyor bana bir sır vermek istercesine. ‘Boktan at yarışlarına gideceğim.’ Tabii ki gidecek. Belki ben de gelirim.

afro


12

Diyalite Anımsamanın şoku, bunun tedavi değil de bir tür sahte iyileşme olduğunu bir anlığına unutmuşluğunu – tıpkı uyuşturucu bağımlılığı gibi. Alt tarafı vücudunu şişirerek kan basıncını arttıran toplu hâlde sistemindeki suyu çekmek gibi basit bir numara çeviriyor. Bir iki günlüğüne işe yaracak da olsa yanında duran makinaya asılı şeffaf bir tüp içindeki pespembe kumlardan geçirerek kanındaki zehri süzecek. Böbreklerin emekliye ayrılma fikrine o kadar çabuk ısınıyorlar ki bir yerden sonra tümden çalışmayı bırakıyorlar. Sen de artık tuvalete çıkmıyorsun. Aslında diyaliz sağlığın için kötüdür. Çoğu zaman hâlsiz hissedersin ta ki o son ana dek. Anımsamanın şoku bir anlığına unutmuşluğunu… Zombi Teknik olarak ölüyüm, öyle diyorlar, ama ben sağ olduğumu dünmüş gibi anımsıyorum. Çamura bulanmış, bir zombi gibi, yeni bir mezarlığın fırtınalarında savrularak yüzüyorum. Arş-ı âlâyı ve oranın ne menem bir yer olduğunu kanımı benim için emen dostum sayesinde anımsıyorum. Beni canlı tutuyor, bir biçimde anıların canlılığına benzer.

afro


13

Eve Dönmek Sabık bir atölyenin gotik somurtmalarını arkamda bırakarak bir geçitten geçip hemşirelerin sigara içtiği ağaçların üstünde asılı duran kilise avlusuna çıkıyorum. Shelley’nin kızına evlenme teklif ettiği Mary Wollstonecraft’in mezarı Thomas Hardy’nin hışmından kurtulmuş da fırtınaya batırılmışa benziyor. Bournemouth’a giden bir trenin birinci sınıf kompartımanına oturmuştu Hardy dizlerinin üstünde kahverengi bir kâğıda sarılmış hâlde Shelley’nin kalbi. Hugo Williams (d. 1942) Hugo Williams (d.1942), aktör Hugh Williams ve manken-aktris Margaret Wyner-Williams’ın oğludur. Cazip ama bir o kadar da malî açıdan istikrarsız aile yaşamı şiirlerine büyük bir esin kaynağı oluşturmaktadır. Williams’ın ilk şiir kitabı Symptoms of Loss (Yitimin Şiirleri) 1965’te yayınlanışı ve daha başka yedi kitabın onu izlemesine karşın, iğneleyici nükteler ve biçemdeki titiz denetimler ile yapıtlarının yazınsal bir bütün oluşturmasından bilhassa uzak durdu. Bir aşk macerasın ıstırap ve kara mizah dolu bir biçimde anlattığı Billy’s Rain (Billy’nin Yağmuru) 2000 yılında T.S. Elliot şiir ödülünü kazındı ve 2004’de Queen’s Gold Medal for Poetry ile taçlandırıldı. Williams uzunca bir süredir Londra’da yaşamakta ve Times Literary Supplement’a düzenli olarak katkıda bulunmaktadır. 1985 yılındaki Writing Home (Evimi Yazmak) kitabında, şairin kendisi tüm canlılığı ile duyumsanabilir: “Hızlandırılmış Karasevda kursunu bitirmeye adayken;/ Tarih masasının altından şiirler okur / hayatta ne yapacağımı düşünürdüm./ ‘Bir roman yaz!’ dedi babam./ ‘Her şeyi içine koy! Film haklarını bir servet karşılığında sat!/ Dimdik otur!’” 24 Ocak 2013 yılında Times Literary Supplement’ta yayınladığı aşağıda çevrili şiirlerinde beri şairin sağlığı gitgide kötüleşmekte. Böbrek nakli için beklemesine karşın, olası bir ameliyatı kaldıramayacak kadar durumunun ciddileşmesi olası. Kızı Murphy nakil için bağışçı arayan bir facebook grubu kurduysa da Hugo Williams, kendi İngiliz yanıyla, bunu önemsiz gibi göstermeye çalışıyor: “Abartmıyorlar desem yalan olur – ama nakil olmaksızın iyileşme olanağının olmadığı da ortada.”

Çeviri: Mert Erçetin

afro


14

Gimnazyum Kerem Eser

balta dizdim paltoma aylardır bunu düşünüyorum inan her şey sonsuz dağılmış ve hiç yakmıyor aklımı bilsen ne bir vaşak görmüş gözüm ne de başka dünyalar uydurmuşum işte söylüyorum ben böyle gönlümce huzursuzum kendi akımını gören suyun aklı balıkla doluyor ağaçlar hâlâ aynı boydalar ısrarla mavi bir kuş deniyor gövdeleri ufku çatlamışlar yine o büyük deltada toplanmış yakacak akıl, dağılacak gövde kalmamış toprakta anam babam civarkentte yaşlanmış tek güzel kardeşim mekteplerde halsiz kalmış, yani uykusuz aslanlar gibi düşmekte ailem. çok sonraları dönüp bakınca uzun bir dua zannettim o akşamı sürekli unuttuğum şu sakat düzeni, otobüste bana uzatmıştın. büyük suç alnımdan böylece akar ha! ölüp gidişin patlar ağzımda embesil dağılma yine ordadır. zaten baltayı da kapıcıdan çalmıştım böyleyim çünkü tembel ve huzursuz balta dizdim paltoma sonra oturdum salona şunu düşündüm: ufku çatlamışlar, şimdi o büyük deltada kim bilir ne kadar üşümüştür

afro


15

Bu bir Aşk Şiiri Olacak Enes Malikoğlu

Setenay Reman’a Hep omzumda yükü kırsalın sanki hep gezdirmeliymişim ceplerimde acil pansuman dimağımın uğrak yeri kutsal erekler –mübarek! sanırsın benden sorulur Valonlar ve Flamanlar. Bir ben mi kaldım pankartezici GOD SAVE THE QUEEN

emek adalet peksimet falan filan Onbeşimden önce koptu kıyamet Ne mehdi geldi indi Ne o Jesus Cries Yoruldum! Bu bir aşk şiiri olacak Yolu yok. Biraz bensiz dönsün dünya. Yok, itirafımı yazın o zaman ne İbrahim olabildim bunca vakit ne cesur bir Ticani neyse o, ayrıksam da öyle işte! Öyle işte: hayat, sana açılan heteredoksi. müsteşarlar, tango dansının sınıfsal yorumu Papa ikinci Venedik miydi ne umruma takılmıyor, bakmıyorum zaten değil miyiz hepimiz deney fareleri -haftada 4gün koşu bandında-

afro


16

Bu bir aşk şiiri olacak! Seni anlatacağım Mesela; diyeceğim tek sende Kafkasyalı bakış aşısı koyacağım aruz gül bülbül menkıbe ne gerekiyorsa oraya kiraz koyacağım- nebatat kömür gözler; “kirpiklerinin müntesibiyim.” diyeceğim korkmadan telefon kapanırken –bilirsin1-2-3 Çocukları hiç sokmamalı bu şiire Yalnız kalalım: baş başa dersin ya Word’ün imkânlarını kullanarak yazıyorum bu şiiri Ve bir kalemin imkânıyla tasarladım mentolün ve troleybüsün imkânı verdi ilham Bu bir aşk şiiri olacak1 mümkünü yok Elim: ayağıma dolanıyor Ayağım: cihangir’deki o tabloda yeri gelmişken söyleyeyim yeni gelmişken, o şarkı neydi hâlâ söylemedin. Olmuş mu?

1

afro


17

Küfür Sevgilime Adem.Maksatsız. I. ben, kanlı ve paslı bir suyun gülü. kayışları üzerinde patlayan bir çocuk mutluluğunda buldum ölümü. durduk yere değil bir çiçeğe sen kimsen ben kimim diyordum domuz olmak günah değildir aslında kendi etini sıyırmadıkça gülün kemiğinden kanırtan bir renktir mor, ayazları sevgilimin ürkek seyirmelerinden. benim seni görmeyen ellerime bir güneş doğurasım var sevgilim bırakalım sancısını doğanın kanunları çeksin II. eğer ben bir silah olsaydım ve bir silah sevgilime doğrulsaydı gülün belini kırardım taşlaşan bir şehir azgınlığında kırardım öyle bir kırılırdı ki gül dört duvarlarına yıkılırdık odaların benim sana meyyalimi duymayanlara israfile boru çaldırasım var sevgilim bırakalım sancısını günahına razı olmayanlar çeksin FAKAT MI MINOR benim göğsüm sancıyor bebeklerin azı dişleri kadar sancıyor çatlayan bir at eşliğinde inleyen bir ağrı olarak yaşıyoruz aşkı seninle sevgilim

sonra çıplak bir mezartaşına kaçıyor gözlerim eğilip üzerimden ben sevgilimi öpüyorum.

afro


18

Brahma’ya övgü! Tuba Olğaç

seninle neden gelmeliydim hiçbir yerde evde değildim yüzümü ısır kopar kalbimi götür diş izlerini bırak bana benden ne istiyorsan al beni çağırma yanına hücrelerime ayır tüm soğuğuyla ve donukluğuyla bu duvarın dibinde Upanişadları getir bana temizlenmeliyim kırdığın her bardak dilimin altında düşünür müydün hiç hepsini yuttum gitti ciğerlerimde taşıyorum ne varsa neden gelmeliydim seninle? dağıtırken yüzümü, bu kadın artık sevemeyecek diye düşünmemiştin hiç belki de dilimi sen kopardın Brahma dilimi koparıp attın ve ne söylersen, inandım hiçbir şeyin anlamı kalmadığına hiçbir kelam benden yana değil artık sen soğuttun ve içime göçtüm ısınmak için

afro


19

perdelerden gelinlik yap bana bana kırmızı bir gelinlik yap ve yüzümü öyle ısır bir elmayı ısırır gibi kadehlerden taçlar yap bana kırılmış camlardan ayakkabı canlı mıyım bilemezsin otopsiye, hadi otopsiye öldürdükten sonra denize at beni yanında tutma ölürsem elimi tutma ve dikilme mezarımın başında mutsuz değilim, korkmuyorum ve kötüler upuzun yaşarlar biliyorum Lakşmi gibi güzel olamadım özür dilerim koşarken anladım ben Durga da değilim silahlarım yok kendine kocaman bir Devi bul parçala ve oyna onunla Işık senden gelir gülen gözlerime bir korkuyu yerleştir Surya ne kalmışsa biriktirdiğim çal git hepsini ayaklarına da kapanırım yüce gönlün dilerse ellerimi de keserim, kendimi de defalarca bir kurtuluş yok mu senin türünden uzaklarda bir galaksi yada gök ada yüz defa pes ettim, benden çok daha iyisin statün gözlerimi kamaştırdı İndra! kutluyorum, öpüyorum seni gözlerinden Stockholm’de öpüyorum, Beyrut’ta Havva’ların önünde eğilirim ben Lilit’im bir kemiğin ricam boynuna dolamak istedim beş dizelik hediye paketin kendi dilinde aşırma bir tanka içime bir destanı sığdır aramızdaki hiyerarşi senin ilahi tinselliğin

afro


20

Politika ve Gömlek Ömer Faruk Özkılınç

Bu gece hiç dinlemediğim şarkılar dinledim, Biliyorsun sevmiyorum alışkın olmadığım şeyleri; Bir haftalık bir beraberlikten, Bir daha göremeyecek üzere ayrılır gibi. Nasıldı? Ayrılık ve klarnet bakiydi Değil mi? Dinledim o şarkıları yine Klarnet olmasa ağlamazdım ama Ya da yaşamasaydım 5 yıl. Canım benim yemin ederim buraya neden 5 yıl yazdığımı bilmiyorum. Ama demiyor musun doğal ol yazarken; -Sürrealizm de biraz böyle bir şey olsa gerekAl saçmalıyorum işte yetmez mi bu kadarı? Saçmalamaya devam edecektim ki... İstemeden oldu ve sustu politika. Ya klarneti dijital bir hamleyle susturursam, Sana mı ayıp ederim Hüsnü’ye mi? Ya sana ayıp ediyorum zaten şu hayatta, Ya bilime. Ya hesapsızca yaşama ‘serseriliğine’ ayıp ediyorum zaten, Ya da ütülü gömlek garanticiliğine. Ama biliyorsun hep içten içe küfrediyorum, Sigortacılık sistemine ve Mesaj kaygısı taşıyan Şiirlerime.

afro


21

Dekor Abdülkadir Polat

musluk sabır sabır damlıyor kendimi hissetmiyorum beni kentinin yerine koy sana acayip hatta delice şeyler yazmadan isterdim beynimi süzerken dilimle geçinebilmeyi basit makineler konusu bana hiç basit gelmedi orta ikiden beri yıkılıyorum durduğum yerde ekmek ve çay temelli düşlerin sağlıklı gülüşleri kentsel dönüşüm ve paralı mutsuzluklar depreme dayanıklı istasyon ayrılıkları kaderini tren raylarından çaldı çünkü raylar tutuşamaz eller gibi evlerimiz çok geniş çiftler kavga etmemeli boğaz manzaralı yalı insanları dünyayı paylaşamazken parmaklarını kestiğim eldivenlerim hangi... yoksa yine mi kaybettim ? eldivenlerimi her kış yeniden keşfederim geçiş aralıklarında sözlerine hapsolduğum şarkının taklit ettiği ses yoldayken ‘tanrım’ böyle söylemeyecektim o çizgiler tutuşamıyorken neden raylar göz göze üstelik kimin ? kimsenin olmadığı yerlerde yıldızlar üzerinde mesleki yorgunluklar vaadediyor eskimiş ceketli ya da eskimemiş olmamış.adam yetmişinde madam derdi dünyayı aşmış görünmez bir titrek ve yavaş tek geçişlik dilenir ah bilemedim akbil.vermeyince üstelemedi, üstü başı eski. ve bir köşeye sindi. sonra; gözü yaşlandıran toza / eldivendeki söküğe / boyasız ayakkabıya taksidi ödenmemmiş telefonuna / şarkıcı midene / çatlamış nötrücinasız eline kâlbinin düzlüklerine / toplumsal düzene / konutsal yaşama / derinsel çocukluğa demli çaya / kıdemli aşklara / amatör yaşamaya / çizilmiş ekranlara kemersiz pantolonlara / makyajsız gözaltlarına / modası geçmiş kadın çantalarına imitasyon ürünlerin kalitesiz ve reklâmsız ışıklandırmalarına senin kulakların benim dilime benim elim kâleme senin gözlerin elime takılarak bir şiir yazıldı.

afro


22

Üç Minör Öykü Ufuk Akbal

fesleğenler sakin durdu. ocağa çay koydu. döndü ve yansıttı; sakin durabiliyor olmanın da bir sanat hâline getirilebileceğini. divana uzandı: “ufukçum baksana..böyle tavana baka baka bir ömür tüketebilirim..” dedi. ilk anda bu hareketi bana çiğ geldi. sigara içer misin? yok, içmem; “şu mustafa’da ne buluyorsun? geçen petshopun vitrinindeki hayvanlara bakıp, “biz de aslında hapisiz” dedi. Ne çiğ, di mi? “Yo, ben aslında mustafa’yı çok severim..” iyi, peki. cam içlerine fesleğenler koymuş. bu da sana yakışmıyor baksana. sen ömürboyu tavana bakarsan o çiçekleri kim sulayacak? iki gün sonra salataya katarız olur biter. sonuna dek öyle durmayacaklar ya. haklısın, aslında. florya-Bağlar dolmuşuna biniyoruz. ağlaya ağlaya. dünya bizi bilmeyecek,burada öleceğiz-bu dolmuşta, demiş. cidden öyle ölürüz. dünyanın umru olmaz. şunu uzatır mısın aslanım? peki abi. kışın ortasında kendini silivri’de bir yazlığa kapa. öyle de ölürsün. ciddiyetsiz baykuş. biraz tansiyonu düşmüş. ondan böyle diyormuş. şimdi beynine bol bol kan gitti. yüzü kıpkırmızı. vücud-u Beşer, fabrikaya benzer. dekart. tavuskuşu ahlâklı arkadaşım benim..

afro


23

kalibresiz o böyle diyebilir. sen de öyle de. anlaşın. yokuşa sürmeyin bizi. peki dedim, ağladım. taşlığa oturdum. yeni yıkanmış. yaz. uzakta rüzgarın habis uğultusu. bu dedim, işte bu. çocuklar uzak ülkelerde ilk kez mutlu otuzbir çektiler. papatya topladık meltem’le. şehre indik. ben-i şehre. cengiz gündoğdu’ya iki maltepe aldık. meltem ağlayarak anlattı: dün gitmiş internet kafeye. gaziymiş yazıştığı. em-es-ende. adam çok ağır cevap veriyormuşmuş. neden? parmaklarının üçü yokmuş. diğer eli bilekten allahlık. her şey allahlık; herkes allahlık. geldik. biraz peynirle biraz çavdar yedik. yine ağladık. ekledi: ama bilsen iddaa’da ne paralar kaldırdı. elal osssun... bartın’da kendini denize atan mustafa. pembe gözlü. parmakuçlarında kirli bir örümcek gidip geliyor. en son sadık hidayet okumuş. ben askerde yeniharmana başlamıştım. meltem mentollü birşeyler içiyor. masaya iki vermut geldi. ıııyyy! çok sert. kalibresiz bir ilişki bizi buralara getirdi. memnunduk ama di mi?

afro


24

özcan’ın parmakları topkapı’nın dışından otobüse binip özcan ve uluğ ile buluşacağımız mekana gittim. kağıthane deresinin içinde ufak bir mezarlık. günün anlam ve önemine eşlik eden bir hava. bozbulanık, pis ve çamurlu. “emanet nerde?”. özcan cebini gösterdi. hepimizin içini daha da içe büken bir hüzünle ağlamaklıydık. bir makinenin silebileceği anıları, düşleri, yaşanmışlıkları düşünüp düşünüp. özcan sol eliyle sağ cebindeki torbayı çıkardı. içinde bir peçetenin içinde duran “günlerin bilfiil tortusu” vardı. kağıthane’den uzak tepelere baktı. acı acı gülümsedi. uluğ sağda solda kimsenin olup olmadığını yokladı. özcan’ı ve ağlamaklı hâlini düşündüm. son fotoğrafında pembe bir gömlekle ve bordo bir kravatla şu başına gelen olayı hiç çağrıştırmayacak bir iş yapıyor gibiydi halbuki. sac makinesine parmaklarını kaptıracağı kimin aklına gelirdi? ama sonra öğrendik: makineden parmaklarını çekip arkadaşlarına döndüğünde ortalık kan gölüymüş. ve çığlık-koşuşturma-hır gür kara şenliğine dönmüş, her şey. anılar bir sistemin makinelerine gömülüyor. uluğ “çevrede kimse yok” diyor. ne bir bekçi ne bir ziyaretçi. uluğ elindeki kepçeyle hızlı hızlı toprağı kazıyor. iki bakımsız mezar arasında yazın eminiz otların bürüyeceği (sapsarı ve çirkin otların) bir ufak aralığa “emanetleri” gömüyoruz. elimizle çamurlu toprağın üstüne baskı yapıp, organsızlaşma operasyonumuzu nihayete erdiriyoruz. peki ya bize ne oluyor? bu işin faili dururken. özcan’a bakamıyorum. uzak akşamları düşünüyor. her girip çıktığı şehrin akşam ışıklarını bir kez daha özlediğini duymamıza elveren gözleri ile toprağa bakıyor. uluğ ile birbirimize bakamıyoruz. sağ elinin eksikliğine bakıyoruz. acı acı gülümsüyor yeniden. bir sigara yakıyor. kendimize bir nebze olsun gelip, bir dolmuşa atlıyoruz ve kağıthane’nin günün anlam ve önemine uyacak batak birahanelerinden birine oturuyoruz. birimiz gözünü camdan sanayi sitesinin keşmekeşine yöneltse diğerlerimiz masa altından parmaklarını kontrol ediyor. usul usul akşam oluyor.

afro


25

“A Most Wanted Man” Filmi İçin Dediklerim Adem.Maksatsız.

Bu film, Ölmekte olan bir adamın filmidir. Bir önceki cümleyi yanlış okumadınız ama tabi ki film bu kadar basit de değil. Hatta filmin konusu da bu değil. Size imdb ya da gazetelerin hafta sonu eklerindeki gibi anlatmayacağım bu filmi, filme on üzerinden bir domates ya da yarısı boyanmış bir Hollywood yıldızı da vermeyeceğim. Aslında size hemen şu an ilk tavsiyem kalkıp filmi izlemeniz üzerine olacaktır. “Hepsini izle”,” full izle” ,”tamizle” gibi bir yerlere falan girip izleyin; çünkü bence kimse böyle yazılar okuduğu için filmler izlemez. Filmleri izledikten sonra okudukları böyle yazlılarla üzerine çok düşünmedikleri o filmler üzerine basit yoldan fikir sahibi olur sonra da bu fikirleri entel dantel ortamlarda satarlar. Yine öyle olacak ama bu sefer filmle birlikte daha başka şeyler de diyeceğim. Zaten hep bir şeyler derim. Çünkü bir yönetmen olmayı ölmeyi istediğim kadar çok istiyorum ama olamayacağımı da öleceğim kadar iyi biliyorum. O yüzden filmleri izler iç geçirir ve çok konuşurum. Bir de yazının ilerleyen kısımlarında bu nedir arkadaş hiç derinlikli mevzular yok dememeniz için şunu belirtmeliyim ki bu film için dediklerim arasında yönetmenin ışığı nasıl kullandığı ya da kamera ile nasıl zik zaklar çizdiği vs. yok. Çünkü her ne kadar bu derinlikli

artistik mevzuları sevseniz de bunlardan bir şey anlamıyorsunuz. Ben de çok sevmeme rağmen bu sinemayı ben de anlamıyorum bu sefer diğer dergilerdekinin aksine bir değişiklik yapalım ve kendimizi kandırmayalım. Mevzumuz basit biri yazmış biri çekmiş biri de oynamış biz de çok da anlamadığımız şeylere girmeden anlayacağımız şekilde bakalım filme. Bu filmin baş rol oyuncusu Philipp Seymour Hoffman bildiğiniz (ya da bilmediğiniz) üzere kendisi geçen yıl öldü. Trajik olacak kadar genç yaşta öldü. Trajik olacak kadar öldü çünkü ilerde bir filmimde oynatırım diye düşünmüyordum değil. ”A Most Wanted Man” filmi kendisi öldükten yaklaşık bir sene sonra vizyona girdiği için ilk cümlem ölmekte olan bir adamın filmidir idi. Filmin Yönetmeni Anton Corbijn ve film ünlü politik polisiye yazarı olan John La Carre ‘nin romanından uyarlama. Şimdi durum şu ki tüm bu özellikler filme ayrı bir.. nasıl derler ona orjinallik vermiş. Zira bakın (“zira” kelimesini kullanacak kadar çok etkilemiş film beni) filmin konusu da 21. Yüzyılın dünyasında geçiyor hatta bizim zamanımızda. Filmin hikayesi de şu olaylar silsilesini içeriyor: Rus bir generalin Çeçen bir kadından tecavüz sonucu doğmuş olan oğlu İsa Karpov daha sonra Müslüman oluyor ve babasına olan nefretiyle birlikte radikal İslam’ın neferlerinden biri haline geliyor ki bu da onu direkt olarak sistemin potansiyel suçlusu haline getiriyor. İsa seneler boyu Rus ve Türk hapishanelerinde işkence gördükten sonra yasa dışı yollarla Almanya’ya kaçıyor ve ölen babasının 10 milyon Euro’luk mirasını bir İsviçre bankasından çekmek istiyor. İsviçre bankasının müdürü rolünü üstlenen William Defoe ki bence filmde sönük kalmış, kendisinden daha iyi bir performans sergilemesini beklerdim açıkçası ama olsun tecrübesi

afro


26 yine de kurtarmış bir parça. Neyse hikayeye dönecek olursak Alman istihbarat örgütü (aslında anayasalarına göre böyle bir örgüt olamazmış) kendini 11 Eylül olaylarından dolayı çok sorumlu gördüğünden dolayı sınırları içine giren bu Çeçen’i ve parasını takibe alıyor bu arada bu istihbarat örgütünün en önemli ajanı olan Günther Bachmann ( P. S. Hoffman ) İsa’nın suçsuz olduğunu anlıyor ama ülkesinde bulunan bir diğer radikal İslam neferi cemaat lideri kişinin El-Kaide’ye yardım ettiğini ispatlamak amacıyla İsa’nın parasını kullanmak istiyor. Ve tabii ki hiçbir yerde eksik olmayan faşist Amerikan istihbarat örgütü hem Alman istihbarat örgütünü baskılıyor hem de İsa’ yı alıp Guantanamo’ya götürmenin peşindeler. Çok fazla ayrıntı vermek istemiyorum ama filmin genel seyrinin düşük tempoda seyredişinde bir Anton Corbijn imzası olarak görebiliriz. Bu yönetmenin çektiği diğer filmlere baktığımızda aynı atmosferi yansıttığını görebiliyoruz bu yüzden acayip aksiyon seven Jason Statham’cılar filmlden hoşlanmayacaktır. Günümüzde geçmesinden ve gerçekçi yapısından ötürü filmden Mission Impossible tarzı bir ultra teknolojik ajanlık simülasyonu bekleyenlerin de dikkatini çekeceğini sanmıyorum. Ama radikal İslam’a yaklaşımı açısından ve Almanlar’ın duruşu açısından kritik bir film. Olaylara biraz daha objektif bakıyor diyebiliriz tabi filmin ilk 40 dakikasında hemen bunlar İslam’a küfrediyor moduna girip filmi kapatmazsanız bunları anlayabilirsiniz. Bakın mesela filmde geçen ve Alman istihbaratından birinin ağzından çıkan şu sözler gayet dikkat çekici: -Rusların bir günlük sorgusu ile sanırım biz de herşeyi kabul ederdik Bu cümle Amerikan istihbaratı tarafından Alman istihbaratına İsa‘nın bir terörist olduğunu kanıtlamak amacıyla Rus işkencesi altında alınmış ifadesine karşı söylenmiştir. Diğer yandan radikal İslam’a daha doğrusu İslam’a bakış açısı olarak bir batılı duruşunu yine de kaybetmemiş film. Mesela İsa’ya yardım eden genç avukat kız ona hazırlanması için getirdikleri arasında sakalını kesmesi için bir tıraş bıçağı bulunması ve sakalını kesmesi için ısrar edişi her ne sebeple olursa olsun bir batılı duruşunu gözler önüne seriyor. Filmden bir diğer ayrıntı her yabancı filmde Türkiye ile ilgili ufacık bir detay da görse sevinenle-

afro

re gelsin. Çünkü filmde Türk sinemasında ciddi işler başarmış bir oyuncu olan Derya Alabora ve yeni oyunculardan Tamer Yiğit’in de oynadıkları hatrı sayılır sahneler var. Almanya’da yaşayan babasız bir Türk aileyi canlandıran oyuncularımız İsa’yı Almanya’ya geldiğinde evlerinde misafir eden ve ona bakan kişiler. Bunu filmin adapte edildiği romanın ve romancının ustalığı olarak görebiliriz çünkü Türkleri misafirperverlik ve yardımseverlik sıfatı üzerinden okuyucuya vermek bu bıçak sırtı konu itibariyle bir denge sağlamış. Bu Türk aile de Müslüman ve iyilik sever insanlar olmalarının cezasını çekiyorlar izleyeceğiniz üzere. Son olarak Günchter karakterini canlandıran P. S. Hoffman’a geri dönmek istiyorum çünkü bu film çekildikten sonra ölen kendisi sanki filmde öleceğini anlatmış gibi. Film boyunca giden o bunalımlı, kafası karışık ve yorgun hali çok gerçekçi. Oynadığı babacan tiplemeyi vermesi noktasında hatta bu bohem duruşun biraz eksi yansımaları olduğunu farkedebiliyoruz. “A Most Wanted Man” Türkçesiyle İnsan Avı filmi John La Carre’nin romanından uyarlanmış Anton Corbijn imzası taşıyan iyi bir film olmuş hele ki şu sıralar Almanya ile aramızda yaşanan politik istihbarati gerilimleri de göz önüne alırsak olaya daha geniş açıdan bakabileceğiniz, kurgudan çok gerçekliğe yakın bir film. John La Carre’nin Gary Oldman’lı “Tinker Tailor Soldier Spy “uyarlamasından sonra oldukça modern ve düşük tansiyonlu bir film olsa da sizi bırakmayan ve P. S. Hoffman’ın vedasını da içermesi açısından izlemenizi tavsiye ettiğim bir film ki umarım siz ilk satırlardaki tavsiyeme uyup filmi izlemiş daha sonra bu satırları okumuşsunuzdur.


27

Başka Sinema Röportajı İmre Tezel / Direktör

Başka Sinema bir yıl içinde çok tutulan bir proje haline geldi. Birçok yeni filmin kendine salon bulabilmesini, uzun süre vizyonda kalabilmesini sağlayan proje seyirciye yaptığı sürprizlerle de farklılığını korudu. Ancak bir yıl içerisinde yakın zamanda projeye dair “içeriden” bilgi alındığına pek şahit olamadık. Daha önce yapılan röportajların büyük bir kısmı projenin başlangıç tarihine yakın. Peki Başka Sinema bir yıl içinde ne yaptı? Bu sürenin sonunda kendini nerede görüyor? İzleyicilerin şikayetlerini, beğendikleri noktaları takip edebiliyor mu? Bu minvalde soruların cevaplandığı bu röportajı proje direktörü İmre Tezel’in yoğunluğu nedeniyle internet ortamında gerçekleştirmek zorunda kalsak da, Başka Sinema takipçilerinin projeye dair merak ettiği bazı soruların cevaplarını öğrenebildik. Buyrun..

Başka Sinema vizyonda kendine yer bulamamış filmlerin elinden tuttu. Bunların yanında festival filmleri, aslında Başka Sinema sürekli bir festival havasına sahip. Peki, çalışmalarınız arasında ne kadar interaktif olabildiniz? Türkiye’deki izleyiciye bu anlamda bir puan verecek olsanız... Puan vermek demeyelim de izleyici aslında en baştan beri yani 1 Kasım 2013’te hayata geçtiğinden beri çok yoğun bir ilgi gösterdi Başka Sinema’ya. Sosyal medyada ve salonlarda eş zamanlı olarak böyle bir ivmeyle başlamak aslında beklenen bir proje olduğumuzu gösterdi yani sahiden izleyicinin hem bilinçli hem duyarlı hem de sinemayı takip eden bir kitleden oluştuğunu söyleyebiliriz. Özellikle genç izleyicilerin sayısı çok yüksek, üniversite öğrencilerinin Başka Sinema’ya ilgisi dikkat çekliyor. Onların ardından da orta yaş ve orta yaş üstü sinemaseverler geliyor. Hepsinin ortak özelliği sürekli Başka Sinema’yı takip etmeleri ve istedikleri veya istemedikleri bir şey olduğunda anında mail veya sosyal medya hesaplarımız üzerinden bizimle iletişime geçip her türlü sorunu, eleştiriyi veya sevdikleri noktaları bize bildirmeleri. Bu anlamda takipçi olmanın getirdiği bir interaktif olma durumu var tabii ki.

afro


28

Atıl İnaç’ın yazıp yönettiği Daire filmini izlerken salonda ( Beyoğlu Beyoğlu) 3 kişiydik. Yine de film Altın Koza’da en iyi yönetmen ödülünü aldı. Başka Sinema’nın izleyiciye ulaşma konusunda sıkıntıları mı var? Sosyal medyayı aktif kullanan bir proje hâlbuki ve seyirciyle iletişiminiz kuvvetli. Bir sorun olduğunu düşünmüyoruz biz ama bazı filmleri diğerlerinden daha fazla sevebiliyor seyirciler. Bu tamamen seyircinin inisiyatifinde birşey. Tabii sizin hangi seansta bulunduğunuzu bilemiyoruz, belki de o seans için geçerli bir durumdu ya da o andaki koşullarlarla ilgilidir çünkü özellikle Beyoğlu Sineması’ndaki seyirci sayısını çok fazla faktör etkiliyor. Bunların içinde ülkenin içinde bulunduğu politik durum, o gün gerçekleşen çeşitli yürüyüş, gösteri, protestolar veya kutlamalar var. Tüm bunların tam göbeğinde olduğu için özellikle Beyoğlu Sineması kolayca etklieniyor ama seyircilerimiz her ayın başında tüm ayın seans listesini elinde bulundurduğu ve online olarak da hepsine ulaşabildiği için herhangi bir sorun yaşamıyorlar, ancak dediğim gibi o bölgedeki tansiyon salonun doluluk oranına yansıyor elbette. Dolayısıyla bununla ilgili içimizin rahat olduğunu söyleyebilirim. Bir söyleşinizde amacınızın “Başka Sinema etrafında bir topluluk oluşturmak” olduğunu söylüyorsunuz. Biz Daire’yi izleyeli çok oldu. Başka Sinema kendi kitlesini yaratmaya başladı diyebilir miyiz artık? Tabii, hatta bunun en büyük göstergelerinden bir tanesi de yeni sinelamarın Başka Sinema’ya katılma konusunda istekleri. Aslında daha çok şehirde daha çok sinemada olmayı çok istiyoruz ve tabii ki kendi izleyicimizi oluşturmuş durumdayız ve bunu daha çok geliştirmeyi amaçlıyoruz. O yüzden de çalışmaya devam edeceğiz, Başka Sinema’yı daha yaygın bir şekilde daha fazla seyirciye ulaştırmak için. Başka Sinema’nın filmlere ulaşmadaki kaynakları ve seçimlerinde göz önünde bulundurduğu kriterler nelerdir? Sizin seçtikleriniz dışında size filmi için başvuran da var mı? Tabii ki bize filmler geliyor, biz de filmlere gidiyoruz. Aslında zaten M3 Film yani Başka Sinema’nın proje

afro

sahibi ki daha sonra bunu Kariyo Ababay Vakfı ile hayata geçirdik, uzun zamandır sektörde olan bir dağıtım şirketi. Zaten bu nedenle de hem yapımcılarla hem yurtdışından film alan ithalatçılarla iletişim halinde. Bunun sonucu olarak da elimizde aslında çok sayıda film seçeneği var, bunları seçerken de çok katı kriterlerimiz olduğunu söyleyemem. Özellikle bazı filmler Türkiye’ye daha gelmeden yani gösterim hakları satın alınmadan çeşitli yurtiçi veya yurtdışı festivallerde izlenmiş oluyor. Tabii özellikle bu filmler festivallerde ses getirmiş olsun diye de bir kaygımız da yok. Sadece konusuna göre veya oyuncuncusuna göre aldığımız filmler de oluyor, seyircinin hoşuna gidebileceğini düşündüğümüz, bizim de ilgimizi çeken içinde herhangi bir ilginç öğe bulundurduğunu düşündüğümüz filmleri de aynı şekilde programlıyoruz. Zaten bir yılı geçkin bir süredir yaptığımız programlara bakarsanız tarzımızın aşağı yukarı nerelerde olduğu bellidir. Fakat zaman zaman bazı filmlerin daha yaygın bir şekilde vizyona çıkması uygun oluyor. Bu tip filmlerde sadece Başka Sinema kapsamında değil daha yaygın bir dağıtımla vizyona çıkıyoruz. Bu tamamen filmin yapısına göre, film için en iyisi ne ise ve izleyici ne görmek istiyorsa uzun zamandır sahip olduğumuz deneyim ışığında bir seçki oluşturuyoruz. Başka Sinema daha önce görülmemiş işlere de imza attı. Annelerin bebekleriyle sinemada film izleyebildiği Sinebebe ve izleyiciyi şaşırtan Başka Çarşamba günleri, Kısa film günleri gibi. İleride bizi daha fazla şaşırtacak mısınız? Aslında bir yıl gibi kısa bir sürede çok hızlı ilerledik diyebiliriz. 4 salondan 13 salona çıktık ve bu sayı çok daha fazla artacak diye umuyoruz. Bununla birlikte içeriği de güçlendirmek ve çeşitlendirmek en büyük amacımız. Fakat bunu yaparken bir yandan da dikkatli olmak lazım. Yeni yaptığımız her şeyin hakkını vererek ilerlemek gerekiyor ve bu sadece içerikle bitmiyor. Bunun içerik tarafının yanında bir tanıtım ayağı, operasyon ayağı gibi birçok alan var ve gerçekten tüm bunları yürüten işini çok seven ve çok çalışan insanlarla yaptığımız işi en iyi şekilde yapmaya uğraşırken bir yandan da geliştirmeye uğraşıyoruz. O yüzden yeni şeyler eklemek biraz zaman alabilir ama şuanda üstünde çalıştığımız başlıklar var elbette.


29

Edebiyat dergiciliği ile festival sinemacılığı arasında şöyle bir benzerlik kurabiliriz aslında; hedef kitle sınırlı ve yapılan işler popülariteden uzak oluyor. Zorlandığınız bunaldığınız, umutsuzluğa kapılıp projeden vazgeçmeyi düşündüğünüz anlar oldu mu? Projenin başlangıcından bu zamana bir yılı aşkın zaman geçti. Halinizden memnun musunuz? Tekrar biraz önce konuştuklarımıza dönelim. M3 Film zaten bu tip filmleri dağıtmak üzere, dört bucuk yıl önce kurulan bir şirket. Tabii ki çok zorlandığımız yerler oldu bu süreçte ama sonunda geldiğimiz noktada gördük ki eğer bu iş yapılmazsa yani bağımsız sinemaları içine alacak şekilde bu filmleri izleyiciyle buluşturmayı bir an önce birileri becermezse artık kimse bu tip filmleri almayacak, kimse bu tip filmleri yapamayacaktı ve belki de bazı bağımsız salonlar kapanacaktı. Yani sonuç olarak izleyiciyle bu art house filmler buluşamayacaktı. O yüzden biz bu işe başlarken aslında çok heyecanla başladık. Başta sinemalar biraz temkinli yaklaşmış olabilirler ama onlar da ilk başladığımız 4 sinemanın ardından biraz çorap söküğü gibi geldi diyebiliriz. Tabii ki her işte olduğu gibi zaman zaman yorulduğumuz oluyor ama bir yandan da yaptığımı şey çok güzel. Aldığımız tepkiler çok güzel. Sektörden çok destekleniyoruz. İzleyiciler tarafından çok destekleniyoruz. Her işin zor tarafı var ama galiba mutlu olduğumuz yanların mutsuz olduğumuz yanlarından daha çok olması bizi motive eden en önemli etken genel olarak. O yüzden kültür sanat sektöründe çalışıyor olmak ve böyle bir iş yapıyor olmak ne olursa olsun tüm yorgunlukların ardından yine de mutluluk verici. Başka Sinemayı başlattığımız için o yüzden mutluyuz ve Kariyo Ababay Vakfı’nı desteği olmasa belki de bu olamazdı. Bu yüzden onlara tekrar teşekkür etmek istiyoruz.

Biz Kürt Sineması, Türk Sineması, Fransız Sineması, Uzakdoğu Sineması veya Amerikan Sineması diye ayırmıyoruz. Burada da tekrar geri dönmemiz gerekirse Avm yada bağımsız salon ayırmadığımız gibi herhangi bir ayrım söz konusu değil en başta söylediğim gibi Başka Sinema’nın seçkisine uyabilecek tüm filmlere bizim kapımız açık.

İnternette Başka Sinema’ya izleyicilerin nasıl tepkiler verdiğine baktık biraz ve izleyicilerin bir kısmının filmlerin AVM’lerde gösterilmesinden şikayet ettiğini gördük. Bu eleştirilere nasıl cevap vermek istersiniz? Sizce de filmlerin AVM’lerde gösteriliyor olması Başka Sinema’nın kimliğine zarar veriyor mu? En başında Başka Sinema’ya salonlarını açan 4 tane sinema vardı bunların bir tanesi de Capitol Spectrum

afro


30

uyabilecek tüm filmlere bizim kapımız açık. Şöyle bir şey var ki doğrudur; birçok film, ki bunun illa Türk Filmi olması gerekmiyor, için bir yaşam alanı oldu Başka Sinema. Yani Başka Sinema olmasa vizyona giremeyecek pek çok film Başka Sinema’da vizyona girebiliyor. Başka Sinema Kendi izleyicisini yarattığı için bunu rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Başka Sinema’yı başka sinema yapan bir diğer özellik de ilk filmlere verdiği destek. Annemin Şarkısı, Nergis Hanım, Sivas... Sadece Kasım ayında 3 tane

Sineması’ydı Avm içinde bir sinema olarak. Bizim sert bir duruşumuz yok derken aslında hiçbir alanda yok yani biz herhangi birilerini dışarda bırakma peşinde değiliz. Tam aksine Avm’lerin içindeki seyirciyi de bu filmlerle buluşturmak istiyoruz yani onları da bu filmlerle tanıştırıp bir nevi seyirci geliştirme yöntemiyle olarak ilerlemek istiyoruz. Öte yandan kapanması engellenen sinemalar oldu tabii ki. Özellikle Beyoğlu Sineması. Büyük yatırım yapıldı buraya aslında ve yine aynı pasajın içindeki Pera Sineması’nı tamamen yeniledik ve Pera Sineması baştan yapıldı. Bu tip salonların kapanmasını engellerken şunu da düşünmek lazım; artık çok çok az bağımsız salon var Avm dışında kalan ve eğer kendimize bir sınır koyarsak Başka Sinema umut ettiği gibi yayılamaz ve bu filmler sadece çok çok kısıtlı alanda seyirciye ulaşır. Bu da bizim hiç istemediğimiz bir şey. Yani bizim bu yola çıkarken birincil amacımız yerli ve yabancı iyi filmleri izleyiciye ulaştırmaktı ve şu anda bunu yapıyoruz. O yüzden içimiz bu konuda da rahat diyebilirim. Film yelpazenize baktığımızda Kürt yapımı filmlere, Kürtçe filmlere sıklıkla rastlıyoruz. Sesime Gel, Annemin Şarkısı ve Hay Way Zaman gibi... Kürt Sinemasının izleyiciyle buluşmasına önayak olduğunuzu söyleyebiliriz. Bu durum size ne hissettiriyor? Siyasi bir sorumluluk yüklendiğinizi düşünüyor musunuz? Ne tür geri dönüşler aldınız? Aslında böyle bir bakış açısı belki de hep kaçındığımız ötekileştirici bir algı uyandırıyor bende çoğu zaman. Biz Kürt Sineması, Türk Sineması, Fransız Sineması, Uzakdoğu Sineması veya Amerikan Sineması diye ayırmıyoruz. Burada da tekrar geri dönmemiz gerekirse Avm yada bağımsız salon ayırmadığımız gibi herhangi bir ayrım söz konusu değil en başta söylediğim gibi Başka Sinema’nın seçkisine

afro

ilk film gösterdiniz. Çoğu salon yönetmenlerin ilk filmlerini göstermeyi tercih etmez. İlk filmlerin gişesi sizi maddi açıdan zorluyor mu? Seyirci ilk filmlere de diğer filmlere gösterdiği ilgiyi gösteriyor mu?

Şöyle bir durum var aslında, biz bu ilk filmlere destek oluyoruz demek biraz üstten bakmak gibi geliyor çünkü saydığınız bu filmler zaten kendi başarılarını kanıtlamış, başka yerlerde gösterilmiş, festivallerden ödüllerle dönmüş filmler ve dolayısıyla onlar zaten ilk film olduğu veya biz onlara destek verdiğimiz için Başka Sinema’de diyemeyiz. Tabii ‘Annemin Şarkısı’ biraz daha farklı bir durum çünkü Annemin Şarkısı geçen yılki Köprüde Buluşmalar’da ‘’Başka Sinema Yapım Aşamasında Ödülü’’ aldı ve orada daha hiçbir yerde gösterilmemişken onlara vizyon sözü verdik. Ama onun dışında zaten bu filmler tabii ki beğendiğimiz için, yönetmenleri iyi filmler yaptığı için Başka Sinema’da ve dolayısıyla bence bizim onların teşekkür etmemiz gerekiyor. Normalde vizyona çıkamazlar mıydı? Bazıları için emin değilim. Belki çıkarlardı ama Başka Sinema’da daha rahat, daha uzun süreli vizyonda kalıyorlar ki bence daha önemlisi bu. Seyircinin daha haberi olarak ve bu filmlerle özel olarak


31

ilgilenilerek. Başka Sinema’daki tüm filmler için bu geçerli bu. Tabii ki ilk yönetmenlerin filmleri bizi heyecanlandırıyor yani yeni birilerinin filmlerini görmek çok heyecan verici bir şey bence ve bu heyecanı Başka Sinema üzerinden seyircimizle paylaşıyoruz. Başka Sinema ilk filmini çeken yönetmenlere, Kürtçe film çeken yönetmenlere yapım aşamasındayken ileride filmlerinin gösterime gireceğine dair bir umut veriyor mu?

Beni en başından beri en heyecanlandıran şey izleyicinin sürekli bizimle irtibat halinde olması ve gerçekten gidip filmleri sinemada izlemesi yani hiçbir zaman şöyle hissetmedik ‘’Aa ne güzel yeni bir şey yaratıldı, ama sonradan hiçbir şey olmadı, izlemiyorlar filmleri.’’

Söylediğim gibi tabii ki seçici kuruldan geçtiği takdirde neden olmasın. Yani verdiğimiz umut şu bence, “Sizin filminizi kesin alacağız.” değil “Ben iyi bir film yaparsam bu filmin gösterilceği salon var.” ve bir ay boyunca vizyonda kalabilecek bu süreç devam edecek ve bu filmin tanıtımı yapılabilecek. Filmin hedeflediği kitle Başka Sinema’nın kitlesi ile örtüştüğü için bu insanlara ulaşma şansı da tartışılmaz. Aslında Başka Sinem’nın yaptığı en büyük şey bu filmlere salon sağlamak. Tabii ki dediğim gibi aslında onlar normal şartlarda iyi film olsa bile salon bulamama ihtimalindeyken şimdi film iyi olunca salon bulabiliyorlar. Bu yine yönetmenin, oyuncunun, senaristin başarısı. Bizim onlara yaptığımız sadece hak ettikleri salonu vermek. Son olarak, bir yılını doldurmuş başarılı bir proje olarak Başka Sinema’yı gerçekten tebrik ediyoruz. Bir projenin muhataplarına hitap etmesi ne kadar doğrudur bilemiyorum; ancak izleyicilerinize söylemek istediğiniz bir şeyler olsaydı ne söylemek isterdiniz? Elbet bizim okuyucularımız arasında sizin izleyicileriniz vardır… Beni en başından beri en heyecanlandıran şey izleyicinin sürekli bizimle irtibat halinde olması ve gerçekten gidip filmleri sinemada izlemesi yani hiçbir zaman şöyle hissetmedik ‘’Aa ne güzel yeni bir şey yaratıldı, ama sonradan hiçbir şey olmadı, izlemiyorlar filmleri.’’. Ve izleyicinin sürekli dönüp geri bildirim vermesi sayesinde neyi doğru neyi yanlış yaptığımızı da bu süreçte anlayabildik. Hatta neyi daha iyi yaparsak daha iyi olabileceğini biliyoruz artık. O yüzden aslında bu projenin en büyük parçası tabii ki izleyici, çok teşekkür ediyoruz hepsine. Umarım çok daha sayıları artar ve çok daha fazla salonda görüşürüz. Röportaj: Kerem Eser / Bekir Türker

afro


32

Çok Tahlil Az Tahrip Hiç İnşa Enes Malikoğlu

Dergimize şiir gönderildiğinde eğer gönderilen metin şiirden epey uzaksa genelde güncel şiir ortamını takip etmesini, daha çok dergi okumasını ve şiir kitaplarını, şiire dair yazılmış kitapları okumasını salık versek de pek kitap ismi veya şair/yazar ismi vermiyoruz sordukları halde. Ancak Hayriye Ünal’ın Tahlil Tahrip İnşa kitabını okuyunca kendi adıma fikrim değişti. Şiir yazmaya başlayan gençlerin başucu kitabı olmaya aday. Minimal bir şiir tarihi kitabı da diyebiliriz. Kitapta, başındaki giriş yazısı mahiyetindeki şiir tarihini yorumlama bölümü olan “ Bu Kitap” ve “Şiir, Alesta!”yı saymazsak, şairler üzerinden Türk Şiiri’ne giriş yapılıyor. Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu hariç her şair için bir bölüm mevcut. Bu bölümler klasik tanıtım yazıları olmadığı gibi salt övgü patlaması ya da eleştiri adına yapılan karalamalardan da oluşmuyor. Kitabın bence en önemli özelliği nesnellik-öznellik dengesinin iyi kurulmaya çalışılmış olması. Yalnızca bu yazının devamında da değineceğim gibi bazen dengeyi biraz kaçırmış ve övgüde ve yergide ileriye gitmiş; ancak o kadar kusur kadı kızının yazdığı poetik yazıda da olur! Bunu saymazsak son yıllarda yazılmış en iyi poetik deneme kitabı diyebilirim. Kitabın başındaki “Şiir Alesta” bölümündeki poetik netlik gayet dikkatimi çekti. İlk sayı1

Tahlil Tahrip İnşa (Hece Yayınları, Ankara, Eylül 2014) syf:26

afro

da yazdığım Eşikteki Özgürlük kitabındaki çokbilmişlik ve bu bilmişlikle çelişse de kesif şekilde kendine yer edinen muğlaklık yok. Gayet net ve kendinden emin tespitler görüyoruz. Hayriye Ünal, “Şiir ne rüya ne büyü ne kılıçtır.” diye reddiye yapıp ve ne’liği konusunda bize yardımcı oluyor kitap boyunca. Günümüz modern şairinin iki amacından bahsediyor: insanı tanımlamak ve güvenlik arayışı. Şiirin modernizmle ilişkisini 9 madde halinde en yalın şekilde özetlemesi şiirle ilgilenen herkes içinde yol gösterici nitelikte. Bu bölümde ayrıca her eleştirmenin kendince yorumladığı gibi İkinci Yeni sonrası Türk şiirini tasniflendiriyor. Burada ayırdığı dönemlere ve belirttiği özelliklerde hemen hemen hemfikiriz. 80’li yılların şiirini iki döneme ayırıyor, 90’lı yıllardaki adlandırma hastalığına değinmiş ve 10 yıl içinde ortaya çıkan onlarca şiir akımını doğmamış çocuğa don biçmek olarak nitelendirmiş ki oldukça yerinde bir tespit. Ünal’ın günümüz şiirine bakışı da gayet netlik içeriyor: “1995 yılından bugüne tüm şiir ortamına baktığımızda gördüğümüz şudur: Kültürel alandaki parçalanma, öznelerin şizofrenik yarılışları, nesnelerdeki hâkimiyet ve buna bağlı olarak tüm hayatı ele geçiren dağınıklık, olduğu gibi şiire de yansıyordu.” 1Ünal’a göre şiirin şu an yaşanan iki açmazı var: 1. Aşırı kalabalık ve gürültülü bir ortam 2. Meselesiz-


33

lik. Kendimizce açmak gerekirse Ünal bence aslında farkında olmadan kendinin de düşme tehlikesinde olduğu şiir anlayışında hegemonya ve baskınlık kurma çabasını hatırlatırken bu çabanın çoğu zaman dünyaya ve hayata değmediğini iddia ediyor. Ses seçimi, imgedeki orijinallik ve artık aşırı derece bıktıran zekâ yarıştırmaca şiiri hiç olmadığı kadar işlevsiz ve tek kullanımlık hale getiriyor. Bu da Ünal’ın Şiir Alesta bölümünün başında da dediği gibi şiirin ruhuna aykırı olarak post-modern bir kostümü zorla şiire giydiriyor. Siyasi kampların müdavimi olan eleştirmenlerin yıllarca kafamıza çakmak istediği illüzyondan dolayı Hayriye Ünal gibi eleştirmenlerin değerlendirmelerine açız açıkçası. Solcular N. Hikmet’i sağcılar N. Fazıl’ı Türk şiirinin en iyi şairleri diye yutturmaya çalıştılar. Bunun tersine bir iddia ise neredeyse aforoz sebebiydi. Zaten Ünal, N. Hikmet yazısının başında şöyle diyor: “ Onun şiirine ilişkin herhangi bir yazının eleştirel kaziye ve hükümlerinin yazan kişinin kimliğine göre konumlanmadan okunup kabul edilmesi de olağan görülmüyor.” 2 Bir şairi değerlendirme kriterlerini de gene bu bölümde vermiş Ünal. 1.Şairin yazdıklarında bugünün hanesine ne yazdırdığı; 2.Şairin yazdığı şiirin ortak etik alana taşıdığı değer; 3.Aklın ve ebedi ölçütlerin ışığında belirli ölçütlere ulaşmak diyor ki ben bu üç ölçütün de sorunlu olduğunu düşünüyorum. Özellikle

1950 öncesi şairlerin günümüz şiirine etkileri giderek seyrekleştiği, zamanda geri gittikçe şairin günümüz şiirin hanesine yazdı/rdı/ğı şey de oldukça azalıyor. Dolandırmadan itiraf edeyim ki ikinci kriterden pek bir şey anlamadım. Sadece tahmin edecek olursam; şairin kadim dünya tarihinin yarattığı ortak iyiye/ güzele olan katkı ve ona olan uygun yaşam ve yazma eylemi kastediliyorsa o da problemli bir yaklaşım. Örneğin Ezra Pound gibi faşizmin hanesine çalışmış bir şairin şairliğini kimsenin tartıştığına tanık olmadım bugüne kadar. Aklın ve ebedi ölçütlerin ışığı da genel geçer bir sabite değil devamlı değişim gösteren bir olgu. Nasıl şiirin tanımı hala muğlak ve her edipte ayrı bir anlamı varsa şiir eleştirisinin de mutlak bir ölçütü olamaz. Hayriye Ünal, geçmişte bulunduğu kampta olup aslında Türk Şiiri’ne neredeyse hiçbir katkısı olmayan şairleri kitabına alırken de aslında kendi ölçütlerine pek uymamış olmuyor mu? Yazımın hacminin şişmemesi için her şairin yazısına tek tek değinmeyeceğim ama genel hatlarla bakacak olursak kitabı kapsayan handikaplardan ve daha önce değinilmemiş noktalardan biraz bahsedeyim. Öncelikle şunu söylemem gerekir ki H. Ünal’ın siyasi görüşü olmasa da şiirsel duruşu sağcı bir anlayışa sahiptir. Bulunduğu kampta yer alan şairleri3 eleştirirken daha korumacı ve dikkatliyken, eleştirdiği nokta aynı olsa bile eleştirme tarzı

A.g.e. syf:33

2

Hayriye Ünal veya onun sıkı takipçileri belki bu cümleye karşı çıkacak olabilirler. H. Ünal’ın evrensel bir duruşu olduğunu, siyasi olarak her

3

şairle aynı mesafede olduğunu falan iddia edebilirler; ancak bu çok afaki bir iddia olacaktır. Büyük etkisi altında olduğunu bildiğimiz Hece’yi bile ele alsak sağcı/İslamcı şairlerin kampına yakınlığı düşünsel olmasa bile ilişkiler açısından yakınlığı inkar edilemez bir gerçektir.

afro


34

noktasında büyük farklılıklar görürüz. Mesela açısından yeterli bence: “Aslında Turgut Uyar aynı başlığı taşıyan iki yazıyı ele alalım: “Cahit bütün şiirlerinde epiğe yalnızca göz kırpmakla Koytak Şiirleri Bizi Neden Sarsmıyor?” ve yetinmiştir. Ey demiş ve gerisini getirmemiştir. “Haydar Ergülen Çünkü heva ve hevesine düşkün Şiirleri Bizi Ne“Hayriye Ünal, ‘Şiir ne rüya her şair gibi şiirinin kahramanı 4 den Sarsmıyor?”. ne büyü ne kılıçtır’ diye olmayı seçmiştir.” Eskiden okuduğum Cahit Zarifoğlu ve Sezai Karakoç reddiye yapıp ve ne’liği şiirine dörder bölüm ayırmış Ünal Cahit Koytak yazısını tekrar okuduğumda konusunda bize yardımcı diğer şairlerden ayrı olarak. Kitaunuttuğum veya fark oluyor kitap boyunca. bın geneline yayılmış adil bakış ve etmediğim bir nokta Günümüz modern şairinin denge bu bölümlerde biraz sapıyor dikkatimi çekti: Koyiki amacından bahsediyor: sanki. Sağcı-İslamcı şiir ortamının tak’ı eleştirmeden en büyük hastalıklarından biri bu insanı tanımlamak ve iki şairi olduğundan büyük gösönce yazının başında güvenlik arayışı.” çokça övüyor. Bu termektir. Kimisi Sezai Karakoç’u övgü yazı olgunlaşİkinci Yeni’nin en büyük şairi ilan tıktan sonra gelen eleştirileri oldukça yumuederken kimisi de Zarifoğlu’nun erken vefatını şatıyor. Bu ağdalı girizgâh, şahsi kanaatim ve fırsat bilerek yere göğe sığdıramaz. Örneğin hüsn-ü zannımca, H. Ünal’ın korku ve çekinZarifoğlu’nun savruk yazdığını söyleyemez, cesinden değil, karşı koyamadığı bir reflekstir. mesaj kaygısı olan şiirlerinin şiirsel yeterliliğiMahallenin edebiyatçılarında çokça bulunan nin çoğu zaman düştüğüne falan hiç değin“abimizi kırmayalım” tavrı Hayriye Ünal gibi iyi mez. Hayriye Ünal o kadar abartılı bir bakış şairleri sadece etkilerken kötü edebiyatçıları açısıyla yazmasa da değerlendirmelerinde maalesef dalkavuk durumuna sokmaktadır. soğukkanlılığını koruyamamış. “Sezai KaraBu durumu gayet normal veya insani olarak koç’un Gölgesi” bölümünde onun şiirinden görenler olabilir; ancak iyi bir eleştirmen hatta etkilenen günümüz şairleri arasında kendisini şiirsel akım kurma niyetinde olan bir şair için saymamış; ancak ben H. Ünal şiirinin çokça kabul edilebilir bir şey olduğunu düşünmüyoonun etkisinde olduğunu düşünmekteyim. rum. Zarifoğlu’na dair bölümlerde de oldukça yoğun Kitaptaki bu korunaklı alanda Türk şiirinövgüler var. Fakat burada oldukça özgün İsmet de sadece bir anı olarak geçmiş günümüze Özel karşılaştırmaları mevcut. Biraz önce hiç etkisi olmayan şairlere romantikçe yer bahsettiğim Zarifoğlu’nun savrukluğunu H. vermiştir. Örneğin bugüne dair klişeden başka Ünal estetize edip dile getiriyor: “Diyaloğu ve bir şey üretmeyen Turan Koç’un şiirini basite çiftdeğerliliği önemser. “Vurgulamak istediği indirip formülüze ediyor İsmet Özel’e lafı (bir) ana tema yoktur”5 İsmet Özel ile şiirlerini getiriyor; ancak topu dolaştırıp dolaştırıp golü karşılaştırarak yaptığı tespit de gayet yerinde: atamıyor bir türlü. Halbuki kötü bir İsmet Özel “Belirgin fark, Zarifoğlu’nda doğaçlama oldutaklidi diyebilse bir..! ğu gözlenen şiirselliğe, Özel’de gözle görülür Turgut Uyar yazısı kitaptaki en iyi yazılardan. biçimde zekânın ve mükemmeliyetçi bir ritim Elimde “Büyük Saat”le birlikte karşılaştırkaygısının eşlik etmesidir. Vurucu yerlerde malı okudum bu bölümü. Külliyat diyebileÖzel’le akraba olan Zarifoğlu doğaçlama ceğimiz şiir birikimi bırakan Turgut Uyar’ın üslubu ve dünyayı kavrayışı ile Sezai Karakoç’a şiirini dönem dönem tahlil ediyor, şiirlerinden akrabadır.” 6 örnekler veriyor, örneklerden hareketle de Kitap aslında salt şiir tarihi veya şairlerin öznel sonuçlara varıyor. Şu tespit bile bu böpoetikası kitabı değil. Hayriye Ünal kendi lümün ne kadar değerli olduğunu göstermesi poetik anlayışını azami ölçüde adil davranarak şairler üzerinden vermek istiyor. Örneğin Roni A.g.e. syf: 111

4 5

A.g.e. syf: 237

6

Karşılaştırma yapılan iki şiir Özel’in “Üç Frenk Havası” şiiri ile Zarifoğlu’nun “1958 Ekiminde” şiirleridir. Syf:243-244

afro


35

Margulies’in şiiri ve poetik tartışmalarına yer ayırdığı bölümde H. Ünal’ın anlam ve imge konusundaki görüşleri daha bir ete-kemiğe bürünüyor. Salt imgeci şiire olan karşıtlığını şu cümlelerle dile getiriyor mesela: “Haklı eleştiriler içeren “Oyun, sanat ve savaş” yazısının ana fikrine katılıyorum. Elbette dünyada bunca kıyım varken şaire düşen tek şey oynamak olamaz. Fakat şiirin hiç değilse belli düzeyde bir oyun olmadığı o kadar kuvvetle iddia edilebilir mi? Burada ana sorun, şiirin oyunla ilişkili olması değil, günün şairlerinin oyun zamanı konusundaki şuursuzluklarıdır”7 . Kendi adıma Ünal’ın bu bölümde yoğun olarak hissedilen öfkesini anlıyor ve hak veriyorum. Ölümü kendisi hiçbir mahfile dâhil olmamasına rağmen tüm mahfilleri üzen Didem Madak’a dair bölüm kitabın son ve zirve yazısı bence. Hayriye Ünal yazıda duygularına yenilmemeye çalışmış ama diğer yazılardaki batmayan bir öznellikle değerlendirmiş. Madak’ın o sımsıcak ve sahihliği inkâr edilemez şiirini soğuk bir değerlendirmeyle ele almak mümkün değil zaten. Ünal, yazıda saklamaya çalıştığı duygularını birkaç kez cümlenin sonuna “o öldü diye değil” diyerek savunur kendini.”(…) Çocukluğun saffetiyle yazıyor. Nasıl olabilir? Nasıl masumiyetle bu kadar

donatılmış olabilir? Bu masumiyet inandırıcı mıdır? Öldü diye değil.”8 Aslında kitaptaki tüm şairlerin ele alışını değerlendirip birkaç cümle kurmak gerekebilir; ancak kitabı okumamışlar için büyüyü bozmak istemiyorum. Genel itibariyle bir başucu kitabı diyebiliriz. Vefa borcu ödemek için eklediği çok da gerekmeyen birkaç şair dışında değindiği şairler modern Türk Şiiri’nin özeti gibi. İnternetten gördüğüm kadarıyla kitabın devamı niteliğinde yeni kitapları çıkacakmış Hayriye Ünal’ın. Umarım o kitaplarda eksik bıraktığı ve yorumlarını merakla beklediğimiz (İsmet Özel mesela) şairleri de ekler. Kitapta başlıkta belirttiğim gibi, yapıcı gayet özet şekilde “tahlil” ön planda. Tahlil, tıbbi tahlil titizliğinde yapılmış maddelere bölünüp anlaşılır hale getirilmiş öznel-nesnel yorum dengesi iyi ayarlanmaya çalışılmış. Tahrip’e gelecek olursak; Ünal’ın buna sınırlı sayıdaki şaire ve çekingen bir şekilde tahrip için yönlendiğini görüyoruz. Hayriye Ünal elini çokça korkak alıştırmış. Türk şiirinin kısır döngüye girmesinin, tekrara klişeye ve artık ironiden çıkıp komikli şiire evrilmesinin nedeni de bir dur diyeninin olmamasıdır. Aşağı yukarı 15 yıldır şiir ortamını takipteyim, Türk şiir tarihinde hiç olmadığı kadar birbirini öven şairler (veya müteşairler) topluluğu olduğunu görüyoruz. Sözü kısa kesmek gerekirse kitabın tahrip gücü oldukça az! İnşa iddiası ise oldukça altı boş görünüyor. Aslında ilk sayıda yazdığım yazıda da belirttiğim gibi Hayriye Ünal’ın kendine yüklediği “inşa” misyonu fazladan ve gereksiz bir misyon. Şiir tarihimizde hem şair hem eleştirmen çok az gelmiştir. Şu an kendini hem şair hem eleştirmen olarak tanıtanların eleştirmenliği kin, şairliği de çöpken; zaten H.Ünal Türk Şiiri adına fazlasıyla iş yaptığı ortadadır. Bu kurucu olma ve kapsayıcı olma (hadi açıkça tekrar edip şevkle söyleyelim: hegemonik olma) refleksi H.Ünal’ın hem şairliğine hem de eleştirmenliğine oldukça zarar vermektedir.

A.g.e. syf: 350 A.g.e. syf: 414

7 8

afro


36

Mobeni Mert Erçetin “Anımsadıkça unutmayı yeğlediğin memnuniyetsizlik, yaşadıkça hep daha bi’ iyisini aramana yol açacaktı.” Mari Dülgerciyan

Sayfanın tepesinde, soldan altmış iki karakter içeride oturan Piyale Vardavela, okuduğunuz epigrafın niyetinden ve okumuş olduğunuzu umduğum toplamda 5 sayfa öncesinde atacağı adımı düşünmektedir. İstisnasız fitilli kadife pantolon giydiğim için eninde sonunda gözüne takılacağını umuyorum. Durağan karakterimiz onun koluna girmemden çok önceleri, herhangi istemli ediminin kurguyu öncelemeyeceğinin ayırtına varamayacak. Gene de onun kendi seçimlerinin olduğuna inandığı bu güzel anlarda, aklını doldurduklarına bir bakalım isterim. Otobüs Merih ile Utarit’in yaptığı geniş açı içerisinde yol alırken muavinin ortalara doğru ilerleyip koltukların üzerinde duran tepe lambalarını kapatana kadar Piyale Vardavela’nın durup durup aklına takılacak olan olay, geçmiş gece rastlaştığı eski bir tanışın başından geçmişti. Bahsaçtığım olay Anadolu Liselerinde İngilizce eğitim verildiğinin iddia edilebildiği yıllarda; hazırlıktaki Listening & Writing dersinde altyazılı olarak izlediği Eric Bana’nın omzuna saplanan kargı ve göğsüne indirilen tek kılıç darbesinin ardından Brad Pitt tarafından iki yılkı atının çektiği savaş arabasına bağlanarak sürüklenmesinden daha heyecanlı, ama daha az trajik diyebileceğim kavgaydı. Dardanelspor ile Isparta Büyükşehir Belediyespor arasındaki Üçüncü Lig İkinci Grup 39. hafta maçının 90+3. dakikasında kırmızı kart gören yedek kaleci, soyunma odasından aldığı kelebekle hakemi bıçaklayarak 42 yaşında jübilesini yapmıştı. Emektar kaleci Dardanelspor kulübünden emeğinin karşılığında;

afro

• Üç ticarî plâka • Eceabat’taki feribot iskelesinin 20 m. ilerisindeki ‘Sahil Aile Çay Bahçesi’nin 15 yıllık işletme hakkı • Biri eski şehir merkezinden, diğeri 5x10x1,90 ebatlarında bir yüzme havuzu ve 32 m²lik kum havuzlu oyun parkının çevresine 18 katlı 6 apartman bloğunun inşası şeklinde planlanan siteden yüzme havuzuna yakın, çocuk parkına uzak 250 m²lik olmak üzere iki daire ve 5237 sayılı TCK’nun 86/1 fıkrası ve aynı fıkranın e bendi gereğince 5 yıl hapis cezası almıştı. Sarışın ya da Rumen konsomatrislerin balkıyan keten taytlar içinde “Büyük Saat” okuduğu meyhanedeki müzik kutusunun çaldığı “Görmedin mi gözlerimde/ bir mahkûmun son arzusunu” sitemini dinlerken Piyale Vardavela, hiç evlenmemiş olan 47 yaşındaki Kaleci Semiyan’dan hayatta en çok eve, yalnızlığına döndüğünde kendinden hâlâ utanmadığına şükretmeyi öğrenmişti. Martin Scorsese’nin Willem Dafoe için Beytüllahim’den çok uzaktaki bir başka çölde inşa ettiği cehennemde beklerken ise; otobüs bileti çıkınca kalan parayla bir paket kırmızı ‘Şanslı Grev’ mi almalı, yoksa mide kazıntısını bastırmalı mı karar veremedi. Otogarda bırakan servisle otobüsün kalkış saati arasında epey olduğundan yazıhanenin bir yan dükkânındaki ‘Karadeniz Pidecisi’nin merdiven boşluğuna attığı beyaz plâstikten masa ve düğün sandalyesine oturarak ebonit tabaktan kıymalı pide yiyip karton bardaktan çay içti. Eğer çok isterse sigarayı bırakabileceğini sandı.


37

Yazıhanede üst katında uyuyakaldıktan çok sonra oğlunun cenazesine kapının eşiğinden zorla çekilerek götürülmeye çalışılan babanın televizyondaki çığlığına sıçrayarak uyanmıştı. Karşı duvardaki kromür aynaya bakıp kazağın yakasına akmış olan ağız suyunu silerken İngilizce hazırlık sınıfında altyazılı film izledikleri bir Perşembe günü, demeyeyim de, gramer kitabından chapter bitirdikleri bir Çarşamba gününe ait bir anıydı son anımsadığı. O Çarşamba Piyale tercihini yaparak adını bir türlü çıkaramayıp kısa boyundan ötürü lâkabını unutmadığı Bastıbacak ve etraftayken uzamdaki tüm boyutların kendine iadesi gibi davranan çakır gözlü Vaşak’la belediye ringine biletsiz arka kapı kalabalığından binmişlerdi. Piyale’nin Bastıbacak’tan daha kısa boylu olmayı dilediği bir sonsuz turdan sonra hidrolik kapının tam açılmasını beklemeden inip Vaşak’ların hasbelkader garajlı gecekondusuna girdiklerinde kumrular; kafeslerde tek tek, kapalı, yalnızdı. Külrengi çıtalara çakılı paslı tellerden kavuşmaları olanaksızdı. Can sıkıları harçlıklarının ederinden çok üç kafadar, sınıfın arka üçlüsünde dersi dinlerken tahtayı dinlemek yerine ekseriyetle hiçbir tepenin ya da dağın görüşlerini keserek lise binasını kavramadığı pencereden dışarı baktıkları için çıkışsızlık nedir bilmeden büyüyeceklerdi. Daha o sıralar Kaleci Semiyan’ın yüzme havuzuna bir kere ayağını sokmadan oturacağı sitelerin inşası başlamamış olduğundan, bu duyguyu edinemezlerdi zaten. İşte o Çarşamba günü bu çocukluklarından bir oyun icat etmişlerdi. Saklambaca pek benzer bu oyunun kuralları Vaşak’ın anlattığı kadarıyla gayet akılda kalıcıydı. “Kaç kişiyiz şimdi burada? Piyale, bir. Bastıbacak, iki. Ben, üç. Hepimize birer parça kâğıt vereceğim.” Kumru kafeslerinin altına serilmek üzere ayrılan gazete yapraklarından birini alıp üç parça yırtmıştı. Birinin üzerine karalamış, ellerini arkasına saklayıp karıştırmıştı. “Seç bakalım Bastıbacak. Sen de Piyale. Bu da bana kaldı. Açın damperleri iyi belleyin. Birazdan birbirimize sırtımızı verip kâğıtlara bakacağız. Birinin üstünde MOBENİ yazıyor. Sonra herkes elleri ile kulaklarını tıkayıp

dön dön dönmedolap kızlar giyer ince çorap erkekler giyer haki çorap tekerlemesini söyleyerek gözler kapalı etrafında dönerken ebe, yani MOBENİ kapıdan çıkacak.” Bastıbacak, “E, diğerleri dönmeyi ne zaman bırakacak?” diye sormuş, bir eliyle de sırtındaki hayranı olduğu Dardanelspor’un genç yeteneği Semiyan Kapman’ın formasının yakalarını katlamıştı. “Kimse o kadar fazla dönemez, merak etme. Hem döndüğünü sandığın kadar uzaklaşırsın başlangıcından.” Bastıbacak’ın babasının yeni doğan kardeşini Semiyan adıyla kütüğe kaydettirdiğini öğrenmiştik. “Durduğumuzda da ebeyi arama faslı başlayacak. Oyuncunun teki, ötekini bulduğunda ‘MOBENİ?’ diye soracak. MOBENİ buna cevap veremez. Cevabı alamayan oyuncu da kaçamasın diye MOBENİ’nin yanından ayrılmaz, kalan oyuncuların ikisini bulmasını bekler. Sona kalan dona kalmaz. Paparayı yer!” Bastıbacak’ın paparayı kimin pişireceğini sorunca Vaşak “Böyle kumrular gibi beklerken birer sigara tellendirmeyi hak ederiz herhalde” diyerek elleri ile kulaklarını tıkayıp gözleri sımsıkı yumuk dönmeye başlamıştı bile: “Dön dön dönmedolap kızlar giye ince çorap erkekler giyer haki çorap. Dön dön dönmedolap kızlar giyer ince çorap erkekler giyer haki çorap aslan geliyor, kaplan geliyor? Bir, iki, üç!” Bastıbacak kapının çarptığını duyunca artık olduğu yerde dönenip durmanın saçma bir çabadan ibaret olduğuna karar verecekti. Piyale Vardavela dışarı çıktığından beri yan yana duruşarak anorak paltosunun ve telefon kulaklığıyla dinlediği Kantocu Nurten’in ötesinden şehir içi servislerinin kalkışlarını yeni gelen yolculara tek tek söyleyen amiri birlikte kestiğimizin ayırtındaydı. İskarpinlerimin sol bağcığını usulca katlayıp sağ bağcığı üzerinden doladığım halkanın içinden geçirerek bağladıktan sonra koluna girdim. İlkin usulca “MOBENİ?” diye fısıldadım.

afro


38

Onur Akyıl Röportajı Ben şiir kitaplarını ikiye ayırıyorum açıkçası. İçindeki şiirleri için alınan kitaplar, şairleri için alınan kitaplar. Edebiyat ortamında tanıdık kontenjanından, yaptığı polemiklerle, çevresinde oluşan edebiyat paparazzisiyle bir okur kitlesi olanlar ve şairi pek ortalıklarda görünmese de elden ele dolaşan hatta kâğıt ve matbaa ile vücut bulmadan bile dillere düşen kitaplar vardır. Vietnam Mektubu da böyle bir kitaptı. İlk kitabınızın çok kısa oluşum aşamalarını anlatır mısınız? Kitap tek bir şiirden oluşuyor diyebilir miyiz? Farklı şiir geleneklerine / çevrelerine / ortamlarına / ‘ekürilerine’ mensup pek kıymetli ozanlar silsilesinin bir kısmınca ‘ilk kitap’ için oldukça başarısız, bir başka kısmı içinse ‘pek yerinde’ bulunan Vietnam Mektubu tek bir şiirden oluşmamakta / oluşamamaktadır. Adının ve içeriğinin bir takım sol / sosyalist algı / olgu ve kavramlara yaslanıyor gibi öne çıkarılması / öyle zannedilmesi de aslında kitabın çalışanı olarak benim de pek hesapladığım bir şey değildir. Bahsi geçen kitap her şeyden önce parçalanmışlığı öncelemekte;

afro

parçalanmışlığın toplumsal kodlarla oluştuğunu, fakat bu ilişkinin hiçbir zaman tatmin edici ve birbirini doğrulayan / açıklayan bir ilişki olmadığını aktarmaya gayret göstermektedir. Bununla birlikte ilk kitabın şahsi bir mesele üzerinden yürüdüğü, ancak bu şahsi meselenin yalnızca hayatta olmak / yaşıyor olmak kaynaklı olarak başkalarıyla da ilişkilenmek durumunda kaldığı; böylelikle aslında her ne kadar parçalanmışlık aktarısı iddiası taşısa da, bir kurguya yaslandığı, dolayısıyla ister istemez, yalnız şahitleri kavrayacak olsa da, bir öykü anlattığı su götürmez bir gerçektir. Ancak kuvveti hakkında hala kesin bir bilgiye hasıl olmadığımız sözcüklerin, ülkemizdeki genel anlamları üzerinden de okunabilen kitap, böylelikle ama doğru ama yanlış, her kesimden okura kendi gereklikleri üzerinden bir şeyler fısıldayabilmektedir. Bunu sağlayan şey de, yukarıdaki ifadelerle birlikte, kitabın da böylesine tek bir ad konmuş parçalı bir süreçte kağıtla buluşmuş olmasıdır. Ve başkalarına sunulan her şey gibi içeriği de alılmayıcının dünyasıyla sınırlıdır.


39

“Vietnam” sol şiir ortamında çok kullanılan bir imge. Savaşın bitmesinden yıllar sonra aynı imgeyi tekrar kullanmanızın sebebi nedir? Ve bunu slogana kaçmadan yapmanın sırrı nedir? İlk soru ve ikinci sorunun cevapları biraz iç içe olacak; sanırım sakıncası yok. ‘Sol’? Tanıdığım bütün solcuları toplasak solun ne olduğunu, bütün sağcıları toplasak sağın ne olduğunu çözebileceğimizi düşünmüyorum. Nihayet itibari ile her algı bir birikimin üzerine inşa oluyor; dolayısıyla değişiyor, moda tabir ile de güncelleniyor. Fakat iş bu güncelleme hadisesi esnasında alışık / yerleşik tanımlar da sarsılıyor; ben şahsen kendi adıma solcularla çok anlaşamadığımı söyleyebilirim; analaştığım solcular olduğunu da; fakat bir o kadar sağcı ile de ortak değerlerim olduğunu, bir o kadar sağcıyla olmadığını da… Toplum ve toplumsal olan benim kendi açımdan gördüğüm odur ki aslında okunmayı reddeden gerçekliklerle örülüdür. Bu yoruma varmak içinde maalesef az biraz ‘entelektüel’ olmak icab eder; ancak bu icabiyetin bir sirk gösterisine dönmesi ve ‘ters okuma’nın çoğu zaman dışta bırakılması hepimizi eşitliyor. Bu herkes şair, herkes yazar laflarının altında yatan da budur. ‘Verili kodları reddetme’ denilen verili kod sağlıyor bunu. Bu karışık görünen yeri aslında sanat açısından deşilmesi gereken temel noktadır; algıların içerdikleri potansiyel anlamların her şeyden önce okuru sıradanlaştırdığını ve estetik beğenideki kaybın bundan kaynaklandığını da tam da bu noktada söylemek lazım. Bakın ne diyeceğim; hep aynı şeyler yazılarak farklı anlamlara ulaşılabilir ve kahretsin ki farklı şeyler yazarak da aynı anlamlara… İş bu noktada derinliği olmayan ciğerler için bilinen sözcükler, ayağı yere basan kişilikler, ağbiler ve dahası devreye girer. Çünkü yalnızca boşluğun doldurulmaya ihtiyacı vardır; dolu işine bakar, yolunda gider. Kendi olmayan hiç kimse başka bir şey de olamaz; başka bir şey olanların çoğu ise kendilerini öteleyenlerdir.

“Ben haklılıktan yanayım ve haklılık çok da teori kaldıran bir durum değildir; bir andır hayatta, haksızlığa gösterdiğiniz tavır size bir isim koymaz; insanlığınızı sınar.”

afro


40 Bir şiirinizde “herkes bir mektup bekler inanarak” diyorsunuz. İlk kitabınız internet çağı ile neredeyse tamamen yok olan mektup beklentimize bir cevap mıdır? Mektup mevzusunda anında reaksiyon alma imkanınız sıfırdır; beklersiniz. Yazılanı; karşı tarafın ne anladığını, size ne aktaracağını beklersiniz. Üstelik çoğu zaman mektupla karşılaşmanız bile ‘geciken’ bir şeydir; açmanız, ona, gönderdiğiniz uzaklığın geri dönüşüne ulaşmanız gerekir. Açarken dikkat edersiniz; size yazılmış, söylenmiş bir cümle yırtılsın istemezsiniz…. Ben de demek istedim ki, size bir şey yazdım; dikkatlice açın; yırtılmasın yazdıklarım / söylediklerim. Oldukça ideolojik bir ortamda olmanıza rağmen şiirleriniz buram buram slogan kokmuyor. 80’li 90’lı yıllarda çokça tartışılan şiir ve ideoloji tartışmasının neresinde duruyorsunuz? Toplumcu-Gerçekçi adı altında yazılan şiirin sahihliği sizin açınızdan nasıl görünüyor? Bu sorunuzun cevabı sanırım yukarıda açıktır; ben ideolojik bir ortamda değilim, olsaydım hoş olurdu. Evdeyim çoğu, yalnızım. Fakat her sözcüğün / kavramın bana ait bazı dünya yorumlarının sertliğine uygun düştüklerini sezdiğim (buna dikkat) için onları seçiyorum yazarken. İrite etmeyi seviyorum; kanırtmayı… Ki şiir zaten söylenmek istenen şeyin başka yolla ifadesi hikayesine yaslanmaz mı eninde sonunda. Dolayısıyla dikkatli okunmayı tercih ederim; ironi benim yazdıklarımda çok yer tutar. Büyük sözcüklerden kaynaklanan küçük akıl oyunlarına bayılırım. Elinizdeki kitaplarımı bu minvalde yeniden okumanızı dilerim; bu hadiseyi de en net ‘Yalnızlık Yengen Olur’ isimli öykü kitabımda görebilirsiniz. Ben haklılıktan yanayım ve haklılık çok da teori kaldıran bir durum değildir; bir andır hayatta, haksızlığa gösterdiğiniz tavır size bir isim koymaz; insanlığınızı sınar. “kavgalara karışmaya gör böyle darmadağın” mektup-14

afro

Şiir bu kavgalı hayatta size nasıl yoldaş oluyor, daha özel olarak sizin bizzat kendi şiiriniz ayakta durmakta ne kadar etkin? Ben şiire isteyerek, bayılarak başlamadım. Çıktı geldi, kovamadım. Açtı, parası yoktu, üstü başı darmadağındı. Aldım; imkanlarım dahilinde yedirdim, içirdim. Sanırım bir yoldaşlık ilişkisinden ziyade, bana bir minnet duygusu ile bağlı. Fakat semiren her şey gibi bir süre sonra beni terk edecektir, eminim. Besle kargayı, oysun gözünü. “öpüşmek ve bir kadına delice tutulmak merkez komitece yasaklanmıştır. Hatıratlarda öyle öyle yazmaktadır.” Mektup-16 Aşk, kavga, inanç… şiiriniz ana temaları; ancak üstte de alıntıladığım gibi özeleştiri de var şiirinizde İzmir de var İstanbul da… 20’li yaşlarda “karamazov kardeşleri” okurken oluşan his sizin şiirleriniz okurken de oluşuyor. Her şeyden kararınca var sanki… Çok klişe belki ama bir şaire en çok sormayı sevdiğim soru bu: Formülünüz nedir yazarken ne kadar kurbağa bacağı koyuyorsunuz, ne kadar ökse otu tozu… hangi vakitler yazarsınız? İlhama inanır mısınız; yoksa Zarifoğlu gibi şiire her yeltendiğinizde mutlaka istediğiniz gibi şiir gelir mi? Yirmili yaşlardayken manitalar tersleyince oturur iç dökerdim; fakat okumayı söktüğüm beş yaşımdan bu yana ne gereği varsa bir ton lüzumsuz şey okumuş olmak sanırım bu iç dökmeleri edebiyatla iştigal eden birilerinin dikkatini çekecek bir düzeye taşıdı. Sonra mevzular aynı kalsa da sözcükler değişmeye başladı; ancak inanın şiirlerimi nasıl yazdığım konusunda herhangi bir fikre sahip değilim. Bu şiirleri başka biri yazıyor ve adımı kullanıyor olabilir. Uyandırdığınız için teşekkür ederim; gereğini yapacağım. Edebiyat ortamındaki, daha özel soracak olursam şiir ortamlarındaki tartışma ve kavgalara ne diyorsunuz? Cumhuriyetin ilanından beri devam eden bu kavgaları tümüyle olumsuzlamak mümkün mü?


41

Bakın bu önemli bir nokta / alan işte. Şimdi bazıları der ki ‘Şiirin bir bilgisi vardır!.’. Bu güne değin yazılmış şiirler vardır; savunma budur. Yazılmış şiirleri bilebilirsiniz, hepsini bilebilirsiniz ama yazılacak bir şiiri bilemezseniz; onun bilgisine haiz olamazsanız. Size, yeni başlayanlara derler ki, dön bak, neler yazılmış. Sonra da ağlaşırlar, hep aynı şiir yazılıyor diye. Çünkü bu gün bir adım olsun diye şiirle uğraşanların çoğu çizilmiş yolları takip edenlerdir; belediye toplantılarında yer aranalar, Haydar Ergülen’le bir fotoğrafı olsun isteyenlerdir. Bunun için şiir yazanlar, şiirin işlevselliği hakkında yazı yazarlarsa haklarıdır; okunmalıdır. İnsan olma eğiliminden uzaklaştırır bu durum; tartışma, dedikodu dediğiniz şeylerin çoğu da bu yüzden ortaya çıkar. ‘Ben de yazıyorum, ne var?’. Oturdu mu yüz elli şair adı, kitabı sayan bir insanın şair olması imkan dahilinde değildir; okumak şart mıdır; şarttır. Fakat bu düğümü çözecek babayiğit yoktur. Aristotales’ten haberi olmayıp, Facebook’da Zizek paylaşmakla yürümez bu kervan. Ah Google ah! Şairin pek yapmadığı bir şeydir özeleştiri. Sizde durum nedir? Örneğin kitabınıza şöyle baktığınızda bunu yazmasaydım; burası çok klişe olmuş dediğiniz oldu mu? Komple; şiir, o geldiği gün, haline acımayıp kovsaydım çok iyi olacaktı, hepimiz açısından.

“Fakat bu ülkede, şu an hayatta olan her şiir uğraşçısının da derhal en çok kendiyle meşgul olduğunu itiraf etmesini dilerim. Ödüllere gelince; ağırlık, utanç? Bunlar doğru sözcükler mi gerçekten; aklınıza başka sözcükler gelmiyor mu? Hakkaniyet…”

Lirizm ile epik arasında Türk şiirinde halen bir kapışma var mıdır sizce? Varsa siz bu kapışmanın tarafı mısınız? (Ben sizin tarafınızı “kavgacı bir lirik” gibi uyduruk bir kavramla niteliyorum esasen) Şiir ve ödül çokça tartışılan bir konu. Pek çok ödül almış bir şair olarak “ödülün ağırılığı/ utancı” var mıdır? Günümüzde ödüllerin hakkıyla verildiğini düşünüyor musunuz? Uydurma tanımınızı aldım, kabul ettim. Fakat bu ülkede, şu an hayatta olan her şiir uğraşçısının da derhal en çok kendiyle meşgul olduğunu itiraf etmesini dilerim.

afro


42

Ödüllere gelince; ağırlık, utanç? Bunlar doğru sözcükler mi gerçekten; aklınıza başka sözcükler gelmiyor mu? Hakkaniyet… Size, aldığım ödülleri haksız yere aldığımı, bana torpil yapıldığını, kafa kol ilişkilerimin sağlam olduğunu çok ama çok söylemek isterdim. Öyle olsaydı da söylerdim. Bir gün öyle bir ödül alırsam, o zaman da söylerim. Ancak; Baudrillard’ın her yere / yazıma bir şekilde sıkıştırdığım trans-estetik kavramına gerçekten iman etmiş biriyim. Bilgi gösterisinin sanat alanında yokluğu / ölümü çağırmak anlamına geldiğini epeyce önce kavramış biriyim. Şiir yazıyor olmanın kimseyi bir başkasından daha önemli ve özel kılmadığını bilen biriyim. Temeli olmayan binaların en konforlu / en yüksek katlarında oturanlarla karşılaştığımda ‘Ne onu okumadın mı? Şunu izlemedin mi?’ şaşkınlığına sıkça düşmüş biriyim. Aldığım lisans ve lisanüstü eğitim nedeniyle entellektüalitenin sığlığından son derece sıkılmış biriyim. Tiyatro / Dramaturgi mezunu olmak kolay değil :). Evde binlerce kitabın içinde, bilinemez olanın herkes tarafından nasıl tarif edildiğini sosyal medya üzerinden izleyince, kitap fuarlarındaki imza panayırlarının like’larını görünce, kendimi Azer’e, Devran’a ( Azer Bülbül, Devran Çağlar) vermiş biriyim; çok mağdurum.

afro

Hangi şairleri okuyorsunuz? Aslında okuduğunuz kadim şairleri sormuyorum. Yazı ve röportajlarınızda okudum onları, aynı kuşakta olduklarınız ya da daha genç şairlerden okuduklarınız kimler? Dergilerde çokça görüyoruz sizi; ama yazmasanız da takip ettiğiniz önemsediğiniz dergiler hangileridir? İrfan Çınar bence en doğru yürüyeni; Arkadaş Zekai Özger Şiir Ödülü’nü aldı geçen sene. Aslıhan Tüylüoğlu, Gökben Derviş seviyorum. Çorum’da yayınlanan Aşkın E Hali dergisinde bir arkadaş vardı; camiaya bulaşmamış, kendi halinde yürüyen, adını unuttum ama o olağan dışıydı gerçekten. Bu arkadaşların dışında bir takım arkadaşlar var; fakat bana darılmasınlar, isimleri zihnimde olmasına karşın, benim elek biraz sıkıdır. Son olarak şunu sormadan edemeyeceğim, Virginia Dorothy Ulrike Rosalia Romana Martina Mathilda Elitsa kim allasen?! Virginia Woolf, Dorothy Count, Ulrike Meinhof, Rosa Lüxemburg, Commandante Ramona, diğer üçü de uyduruk. Bu isimlerden Dorothy Count, beyazların okuduğu bir liseye ilk kaydolan zenci kız; Commandante Ramona’da böbrek yetmezliğinden ölen Meksika’lı bir köylü… Bir de mesela kendi camisinde, çocuğu olmadığı için, kendini minbere asmak suretiyle yaşamına son veren bir imam için yazdığım bir şiir var; ona bakınız. Edebiyat Ortamı dergisinde yayımlanmıştı, tarihi biraz eski. Son olarak, değer verip ‘sorduğunuz’ için; ‘sorduğunuzun’ ardını aradığınız için, teşekkür ederim. Param olsa çiçek bile alırım… Röportaj: Enes Malikoğlu


43

Mezarlık Gezmesi Murat Hatip “Dört fil bir mezara nasıl sığar? Bunca akrep çiyan varken Nasıl sığar bir mezara Beline kadar kazılmış En küçüğünün.” Eğer tadını çıkarmak istiyorsanız mutlaka yağmurlu olmayan, kemiklerinizi titretecek soğukların bir an önce gelmesi için dua etmediğiniz, lodostan şikayet etmediğiniz bir havada, kendinizi şahane hissetiğiniz andan bir sonraki anda içine düştüğünüz henüz tatmin olmuş insan hali ile ziyaret etmeniz gereken bir mekan olan Kahvebar Dağı’nın kenarına kurulmuş Mabadabat kentinin mezarlığında bir mezar taşının üzerinde böyle yazıyor. Bir başka mezar taşında “Şimşek gibi çakar giderim” bir diğerinde ise “Şimdi boku yedik!” yazıyor. Mezarlık iki tarafında kurulmuş tavuk besanelerinin yaydığı ağır kokuya mezarların üzerlerine dikilmiş güller, yaseminler, kasımpatılar,

katır tırnakları ve atatürk çiçekleri ile direnmeye uğraşmakta ben bu yazılara bakarken. Bu şehirde yaşayan bir çok insan gibi ben de ilk sevgilimle bu mezar taşlarının arasında buluşmuştum. O zaman sevgilim babasının mezar taşında yazan “Hayatı boyunca acı çekmiş babama” yazısını gösterdi bana. Sonra ben de ona sen mezar taşına ne yazacaksın diye sorduğumda mezarlıkta bir anda müzik kesilmiş ve iki şarkı arasındaki o saniyelerde sırtımdan soğuk terler boşalmıştı zavallı kızcağızın çenesinde çıkmış tek bir uzun kalın kılın ucunda gözünden aşağı kayan bir damla yaş yer çekimine direnirken. ...

afro


44

Bu civarlardaki en eski şeylerin bu mezarlıktaki bazı mezar taşları olması çok ilginç. Bu şu manaya geliyor ki Mabadabat şehrine insanlar ilk geldiklerinde aralarından bazıları şehrin ilk hanelerinin yapıldığını görememişler. Ölümün türlü şekilde sonuçlarını barındıran bu mezarlıkta yanmış, boğulmuş, kızarmış, tıkanmış, şımarmış, arı sokmuş, çıban çıkmış, henüz ölmeden mezara konmuş yaklaşık 1200000 mezar var. Bu mezarlar elbetteki ölüm konularına göre tasnif edilmiş, ve aileleri ayırmamak ve gelecek nesillerin bir birini kolay bulmaları için ve de ölüm sebeplerinin istatistiklerinin sürekli güncel kalmasını sağlamak için aynı zamanda soy isimlerine göre de tasnif edilmiş bir durumdalar. Bu tasnif meselesi sayesinde bir kişi kendi ailesinden kaç kişinin ne sebeple öldüğünü kolayca çıkartabilir ve kendi ölüm konuları hakkında ufak da olsa bir şeyler öğrenebilir ve ölüm konusunu manipule edebilir, gerçekten çok önemli bir mezarlık uygulaması yani bahsettiğim. Zaten mezarlığın çok kullanılmayan resmi adı ölüler kataloğu imiş giriş kapısında yazdığına göre. Birçok ülkeden insanlar her yıl kendine has özellikleri olan bu mezarlığı ziyaret etmekte ve belediyeye bu mezarlıktan yer almak için başvurmaktadır. Mabadabat halkının bu yüzden çok gurur duyduğu bu mezarlık bir yıl önce Avrupa Mezarlık Başkentliği için yarışmış fakat tavuk besanelerinin kokusundan dolayı falan bu sıfatı kazanamamıştır.

afro

Gençliğimde, bu mezarlıkta olmuş, ortalığı kasıp kavuran bir olayın hatırası dondurulmuş bir şekilde, bir camın içinde sergilenmektedir. Henüz tavuk bes’aneleri yokken, mezarlığın etrafında art niyetli kötü kadınlarla en az onlar kadar kötü niyetli bed adamlar arasında bir takım pazarlıklar yapılıyormuş. Bir sabah o adamlardan birisi ile o kadınlardan birisi bedenleri birleşik çarpılmış bir şekilde bulunmuşlar mezarlıkta. Kadının kimi kimsesi yokmuş zaten, adamın da karısı sahiplenmemiş, dışarda kalsın gavurun dölü demiş adam için. Belediyenin mezarlıklardan sorumlu kişisi bu iki kişinin sorumluluğunu üstlenemeyeceğini söylemiş. O sırada üniversite eğitimini bitirip şehre geri dönen bir güzel sanatlar öğrencisi gizlice kağıt hamuru ve vernikle bir birinne sıkıca kenetlenmiş bedenleri dondurmuş ve üzerine camdan faunus yapmış. Hala kimsenin sahiplenmediği o bedenler cam faunusta sergilenmekteler. Tabi o bedenlerin bulunduğu faunus kara sevdadan ölenler reyonunda konu dışı çarpılmış ölüler olarak bulunmaktadırlar. Benim ilk sevgilimle buluşmalarımda ise bu şekil bir kenetlenme olmamıştı elbette biz daha ziyade buraya yakınlarımızın hayatları ile bize anlatmaya çalıştıkları şeyleri özetledikleri mezar taşı yazılarını okuyup kah gülüp kah ağlardık sadece. Sevgilimin babasının hayatını kendi babasına ithaf etmesi onu o zaman çok duygulandırmıştı mesela. Bu mezarlıkta bana ait tek mezar olan dedemin mezarında ise şu yazı yazıyor “Mezarlıklar sadece kahramanlarla


45

değil benim gibi normal insanlarla da dolu.” Beni hüzünlendirmeyen bu yazı öfkelendiriyor aslında. Dedem kahraman olsaydı hayatım başka türlü olacaktı. Kendimi kanıtlama kaygım olmadan gölgesinde yaşayabileceğim her türlü sıkıntıma bahane olarak sunabileceğim bir kahramanlık hikayem olacaktı o zaman. Fakat benim dedem normal bir insanmış, ölmeden önce öyle olduğuna karar vermiş kendisi daha doğrusu. Tabi o zamanın normali nedir bilmiyorum. Mabadabat’ta dört yaşımdan öncesinin normalini bilmiyorum. Dört yaşımda sokağa ilk kez gözlükle çıktığımda burada sokağa dört yaşında iken gözlükle çıkmanın normal olmadığını öğrenmem hatırlayabildiğim en eski hatıram Mabadabat’ta normal bir [dört yaşında] insan nasıl olmalı sorusu ile alakalı. Tabi şu anda sokaklarda bir sürü gözlüklü dört yaşında insan geziniyor, bu konuda çok değişti memleketim. Mabadabat mezarlığının bekçisi de bence orada konu dışı bulunan ölülerden. Kendisi tıbbi olarak henüz ölmemiş olsa da sanki bu mezarlığın ilk bekçisiymiş gibi yaşlı fakat ölmeye niyeti yokmuş gibi dinç, o tahta bacağına rağmen dik ve nisbeten hızlı adımlarla nereden çıkacağı belli olmadan turlar günün her saati mezarlığı. İlk başlarda mezarlık bekçiliği olan görevinin sınırları daha sonra genişlemiş ve ahlak bekçiliği de yapmaya da başlamıştır bence bu ceset. Belki de

bu yüzdendir, sevgililerin buluşmasının hoş görülmesi burada. Yanlış anlamayın benim annem babam da bir cenazede tanışmışlar bu olayın yanlış bir şey olduğunu düşünmüyorum fakat mezarlık bir mekan olarak kavuşma değil de ayrılma mekanı genelde. Mekanlara sabit manalar yükleyen bir adam olduğum manası çıkartılmasını istemem. Ben memleketime içeriden bakan bir insan olmak çabasındayım çünkü. Sevgilimle bu yüzden o tahta bacağın sesinden korkarak ben de tedirgin gezdim bu mezarlığın içinde. Mezarlıkla ilgili bahsedeceğim son şey en eski mezarların bulunduğu mağara kısmı. Bu kısımda aslında mezar taşlarına hayatın özetini yazma geleneğinin başlayışını ve gelişmesini takip edebiliriz dikkatli bir gözle bakarsak. Her taşta olmasa da mağaranın içindeki bazı taşlarda resimler vardır. Bu resimlerden en ilginci benim örümcek ağına tutulmuş bir kara sineğe benzettiğim resim. Yaklaşık beşyüz yıllık bu mezar şehrin kurucularından birisine ait. Adamın ismi yerine insandan daha büyük bir eşek arısı çizmişler, hayat özeti kısmında ise bahsettiğim o resim var. Eşek arısı ve örümcek ağındaki kara sinek ne manada kullanılmış bu mezar taşında bilmiyorum. İşte bu yüzden benim memleketimin gezmesi en ilginç mekânlarından birisi bu mezarlıktır.

afro


46

Mefisto Şamar Oğlanı Ferdi Amca

“Türk Medeni Kanunu madde 8: “Her insanın hak ehliyeti vardır. Buna göre bütün insanlar, hukuk düzeninin sınırları içinde, haklara ve borçlara ehil olmada eşittirler.”

“Mefisto, mefisto! Şamar oğlanı! Nerde kaldın?” “Geldim efendimiz!” Büyük Goethe’nin abarttığına bakmayın! Aslında hödüğün, salağın önde gideni! Ona ettiğim hakaretleri herhangi bir insan evladına saydırsaydım gururuna yediremez çoktan intihar ederdi. “İt oğlu it! Bir mektubu götürmesini beceremiyorsun!” “Ama efendimiz…” “Aması maması yok! Senin işin verdiğim görevleri yapmak. ” “Telefon ne güne duruyor efendimiz?” “Sana fikrini soran mı oldu? Hödük! Romantizm diyorlar buna. Katya’yı ancak böyle kafesleyebilirim.” “O işi oldu bilin efendimiz.” “Havva mı ki o sefil suratına kansın mendebur! Geçende yine kızın ödünü koparmışsın.”

afro

“Böyle diyerek Tanrı’yı gücendiriyorsunuz efendimiz.” “Pöh! Tanrı’ymış! Budala! Ne bilirsin Tanrı hakkında!” “Efendimiz, hepimizin yaratıcısı yüce Tanrı’nın yaptığı her işte bir hayır, şekil verdiği her yaratıkta kendine özgü bir güzellik vardır. Efendimiz, hem unutmayın, bir zamanlar ben de o çok güzel resmettiğiniz melekler gibi bir melektim cennette.” “Hem iş bilmez, hem geveze! Kes lakırdıyı da bir kahve yap!” “Emredersiniz efendimiz.” “Bu arada, ay sonunda sözleşmenin süresi doluyor, kendine başka bir velinimet bulmanı tavsiye ederim.” “Nasıl yani, beni istemiyor musunuz efendimiz?” “Senin gibi işe yaramaz bir hödüğü kim ister evinde?”


47

“Bazen çok kırıcı oluyorsunuz efendimiz.” “Hahaha! Göğsünde kalp taşıyan bir şeytancık!” “Evet, efendimiz, siz demiyor muydunuz canlı olan her şeyin bir kalbi vardır diye?” “Çok konuştun, kahvemi getirecek misin, yoksa döveyim mi?” “Hemen getiriyorum efendimiz. Her zamanki gibi az şekerli değil mi efendimiz?” Mendebur suratlı, işe yaramaz, hödük! Sadece bununla kalsa iyi, sakar da. Kahve yapayım derken evi yakabilir her an. Bazen küçük düzenbazlıklara başvurduğu da oluyor. Tüm eblehliklerine karşın şeytan doğasından hâlâ bir şeyler taşıdığından şüpheleniyorum. Geçenlerde yine böyle kahve istediğimde kahveyi köpürtmeyi becerememiş, fincanın içine tükürmüş. Suçüstü yakaladım sahtekârı. Tabi bastım köteği, bastım köteği. Mefisto itin biri, kötekten anlıyor ancak. Dövmesi de baya keyifli; stres topu gibi, kamçıyı şaklattıkça zıp zıp zıplıyor, zıp zıp zıplıyor. “Mefisto hayvanı! Kahvem nerde kaldı?” “Efendimiz getirdim.” “Şu servis işini bir türlü öğrenemedin. ‘Efendimiz getirdim’ ne demek dana?” “Ne diyeyim efendimiz?” “Elinin körü! Sana kim iş verecek merak ediyorum.” “Ama efendimiz…” “Ne aması?” “Bonservis vereceksiniz ya.” “Hahaha! Bonservis mi? Hahaha!” “Evet efendimiz, bonservis verecektiniz, sözleşmede yazıyordu.” “Sana daha önce aptal demiş miydim?” “Her gün diyorsunuz efendimiz.” “Bak oğlum, şunu kafana iyice sok! Sen şeytansın. Yasalar ise insanlar arasında geçerlidir. Yani anlayacağın aramızdaki sözleşme iş ya da borçlar hukuku açısından hiçbir sonuç doğurmayacaktır. Çünkü senin gerçek kişiliğin yok. Senin anlayacağın dille söyleyecek olursak, kişiliksiz herifin, karaktersiz itin birisin.” “Nasıl yani efendimiz?”

“Hâlâ anlamadın mı öküz! Adam yerine konmuyorsun insanların dünyasında. Kimsenin umurunda değilsin.” “Ama benim de sizin gibi iki elim, iki ayağım, bir kulağım, iki gözüm, bir burnum var. Sonra efendimizin çayını kahvesini yapıyorum, yemeğini pişiriyorum, evini temizliyorum.” “Daha kaç kere anlatacağım sana! Bir kere hiçbir şekilde kimliğini ispatlayamazsın. Şeytan olduğunu yani. Sonra ispatlasan bile homo sapiens değilsen o yasalardan yararlanamazsın. Sonra her yasadan herkesler yararlanamıyor, vatandaş olman gerekiyor.” “Ama siz herhalde bonservis vereceksiniz, değil mi efendimiz?” “Nedenmiş o?” “Sözünüzün erisiniz ya efendimiz…” “Bak sen yalakaya!” “Ama efendimiz…” “Tamam, bakacağız. Helena konusunda attığın kazığı hâlâ unutmadım ya neyse. Şimdi sen arabamı hazırla!” “Nereye efendimiz, Katya’yı görmeye mi?” “İşine bak sen aptal! Falakaya mı yatırayım sabah sabah!” İt oğlu! Adam olamayacak! Kovsam bir dert kovmasam bir dert! Bu ite yaptığım işkenceleri başka bir insan evladına yapsaydım çoktan çekerdi cavlağı. Ben de ceza yargılamasına konu olur, mutlaka boylardım hapsi. Yine de bu itten başkası çekmez kahrımı. Sözleşmesini bir sene uzatacağım.

afro


48

Harrison Bergeron Kurt Vonnegut 2081’de nihayet herkes eşitti. Sadece Tanrı ve hukuk önünde değil, her anlamda. Kimse kimseden zeki, yakışıklı, güçlü yahut hızlı değildi. Bütün bu eşitlik 211, 212 ve 213. anayasa değişikliklerinin ve Birleşik Devletler Engelleme Generali’nin her daim nöbette olan ajanlarının sayesindeydi. Yine de hayatta bazı şeyler pek yolunda değildi. Mesela Nisan’da hala baharın gelmemiş olması insanları çılgına çevirebiliyordu. Ve Engelleme Generali’nin adamları, George ve Hazel Bergeron’un oğulları Harrison’ı bu rutubetli ayda alıp götürmüştü. Çok kötüydü, kabul, ama George ve Hazel bunu pek düşünemezlerdi. Hazel’ın zekası tam olarak ortalamaydı. Kısa ani parlamalar dışında bir şey düşünemiyordu. George’un zekasıysa normalin üstündeydi ve kulağında küçük bir zihinsel engelleme radyosu vardı. Devlet tarafından radyoyu her zaman takması emredilmişti. Bir hükümet vericisine bağlı cihaz, George gibi insanların zihinlerinin adil olmayan avantajlarını kullanmasını engellemek için onlara her yirmi saniyede bir tiz bir ses gönderiyordu. Televizyon izliyorlardı. Hazel’ın yanaklarından gözyaşları akıyordu ama nedenini çoktan unutmuştu. Ekranda balerinler vardı. George’un kafasındaki bir vızıltıyla, düşünceleri hırsız alarmı duymuş haydutlar gibi kaçıştı. “Şu dans gerçekten çok iyi.” dedi Hazel. “Ha?” “Dans diyorum. Güzeldi.” “Hı hı.” Balerinleri düşünmeye çalıştı. Aslında çok iyi değillerdi, herkes ne kadar iyi olabilirse o kadarlardı zaten. Yüzleri maskeli, yanlardan ağırlıklarla ve saçmalarla yüklenmişlerdi ki, kimse orada zarif bir hareket ya da güzel bir yüz göremesin. George dans edenleri engellenmemiş halleriyle gözünün önüne getiriyordu ki, kulağında bir ses düşüncelerini tekrar böldü.

afro

Sekiz balerinin ikisiyle birlikte ürktü. Karısı kendisinde zihin engelleyici cihaz bulunmadığından, son gelen sesin nasıl bir şey olduğunu sordu. “Sanki birileri çekiçle süt şişesine vuruyor.” Tüm o garip sesleri duymak ilginç olmalı, dedi Hazel kıskanarak. “Engelleme Generali olsaydım n’apardım biliyor musun?” Gerçekten de Diana Moon Glampers adındaki kadına benziyordu. “Pazarları çan çaldırırdım. Sadece çan. Dinin şerefine.” “Sadece çan çalsaydı düşünebilirdim.” “Belki biraz yüksek sesle. Bence iyi bir Engelleme Generali olurdum.” “Herkesin olabileceği kadar.” “Neyin normal olduğunu kim benden iyi bilebilir?” Doğru, dedi George hapiste olan anormal oğlu Harrison’u düşünmeye başladı. Ama kafasındaki yirmi bir pare top atışı bunu durdurdu. “Sert miydi?” George’u bembeyaz edecek, sarsacak, kırmızı


49

gözlerinin kenarında göz yaşları belirtecek kadar sertti. Sekiz balerinin ikisi şakaklarını tutarak yere çöktü. Birden yoruldun, dedi Hazel. Neden kanepede uzanıp engelini yastıklara yaslamıyorsun? Engelden kastı, George’un boynundaki 21 kiloluk bez saçma torbasıydı. “Gidip dinlen, bir süre eşit olmasak da olur.” Eliyle torbayı tarttı. “Sorun değil, fark etmiyorum artık, parçam oldu.” “Son zamanlarda çok yorgunsun, tükendin sanki. Bir yolu olsaydı torbanın altında delik açıp saçmaların birazını çıkarırdık.” “Her saçma için iki yıl hapis ve iki bin dolar, hiç akıl işi değil.” “İşten gelince biraz çıkarabilseydin. Yani burda kimseyle yarışmıyorsun ki... Sadece oturuyorsun.” “Eğer bundan kurtulmaya çalışırsam diğer insanlar da bunu dener. Kısa zaman sonra da herkesin birbiriyle yarıştığı o karanlık zamanlara geri döneriz. Bunu istemezsin değil mi?” “Nefret ediyorum ondan.” İşte, dedi George. “İnsanların kanuna karşı hile yapmaya başladığı dakikada topluma ne olurdu dersin?” Karısı cevaplamasaydı George yeni bir soru soramazdı. Kafasında bir siren vardı. “Çökerdi.” “Ne çökerdi?” “Toplum. Az önce bunu demedin mi? “Kim bilir?” Televizyondaki programı aniden haber bülteniyle bölündü. Haberin ne hakkında olduğu belli değildi çünkü spiker, diğer tüm spikerler gibi

kekeme gibi bir şeydi. Yarım dakika boyunca müthiş bir heyecan içinde: “Bayanlar Baylar..” demeye çalıştı. Sonunda vazgeçti ve elindeki bülteni okuması için balerine verdi. Bu yeter, dedi Hazel spiker için. “Denedi, önemli olan da bu. Tanrı’nın verdiği yetiyle en iyisini yapmaya çalıştı. Bunun için iyi bir zam almalı.” Bayanlar ve Baylar, dedi balerin. Olağanüstü güzel olmalıydı, çünkü yüzündeki maske olabileceğinin en iğrenciydi. Normalde doksan kiloluk adamlara verilen torbalarına bakılırsa, dansçıların en güçlüsü ve zarifi olmalıydı. Önce sesi için özür diledi çünkü bir bayan için hiç adil olmayan bir sesi vardı. SIcak, aydınlık, sonsuz bir melodiydi. Sesini tamamen normalleştirerek başladı: “On dört yaşındaki Harrison Bergeron, hükümeti devirme planları yaptığı şüphesiyle tutulduğu hapishaneden kaçmıştır. Bir dahi ve bir atlet ve şu an engelleri yokken aşırı derecede tehlikelidir.” Ciyaklıyor gibiydi. Harrison Bergeron’un poliste çekilmiş bir fotoğrafı ekranda göründü. Tepetaklak, kenarlarda, tekrar tepetaklak ve düz. Santimlerden ve inçlerden ayarlanmış bir arka planın önünde duruyordu. Iki metre on santimdi. Görüntüsünün kalanı cadılar bayramı kostümüydü. Kimse bundan daha ağır engellere sahip olamazdı. Engelleme Generalinin adamlarının planlarından daha hızlı gelişip kıyafetlerine sığmıyordu. Zihin engellemeleri için küçük bir kulak cihazındansa çok güçlü kulaklıkları ve gözlerinde bulanık lensler vardı. Lensler sadece görüntüyü bulanıklaştırmak için değil, aynı zamanda başına ağrılar vermek içindi. Üstünde boydan boya hurda asılıydı. Olağan biçimde, güçlü insanların engellerinde kesin bir simetri, bir askeri intizam vardı fakat Harrison bu haliyle bir hurdalığa benziyordu. Bu hayat yarışında 150 kilo taşıyordu. Ve Engelleme Generallerinin adamları, yakışıklılığını gizlemek için burnuna kırmızı kauçuk bir top takmış, kaşlarını kesmiş, dişlerini kırık göstermek için rastgele bazılarına siyah kaplama yapmıştı. Eğer bu çocuğu görürseniz, dedi balerin:

afro


50

“Sakın, tekrar ediyorum sakın onu ikna etmeye kalkışmayın.” Menteşelerinden ayrılan bir kapı sesine benzer çığlıklar vardı ertafta. Çığlıklar ve dehşetli ağlamalar televizyon setindendi. Harrison’un fotoğrafı ekranda bir deprem ezgisiymiş gibi zıpladı durdu. George Bergeron depremi tanıyabildi çünkü kendisi de bu ezgiyle evinde kaç kere dans etmişti. Aman tanrım, dedi. “Bu Harrison olmalı!” Fark edişi bir araba kazasının sesiyle derhal yok edildi. George gözlerini tekrar açtığında, oğlunun resmi ekrandan gitmiş, yerine kanlı canlı Harrison gelmişti. “Kral benim!” diye bağırdı. “Duydunuz mu? Kral benim! Herkes benim dediğimi yapsın!”. Ayağını yere sertçe vurdu ve stüdyo sallandı. Şu kör topal, aksak halimle bile herkesten daha iyi bir hükümdarım ben. Şimdi ne olacağımı izleyin!” Harrison 2500 kiloyu çekebilen engelleyici koşumlarının kemerini ıslak tuvalet kağıdıymış gibi çıkarıp attı. Hurda metal engeller zemine çarptı. Başparmağıyla kafa koşumlarını tutan kilidi zorladı. Kilit kereviz gibi çatladı. Büyük kulaklıklarını ve kostümünü duvara fırlattı. Burnundaki kauçuk topu attı. Gök gürültüsü tanrısı Thor’u imrendirecek bir adamdı ortaya çıkan. Şimdi kraliçemi seçmem gerekiyor, dedi sinmiş kalabalığa bakarak. “Ayakları üstünde doğrulmaya cesaret eden ilk kadın eşini ve tahtını istemiş sayılır.” Bir an geçti, bir balerin ayağa kalktı. Söğütler gibi salınıyordu. Harrison onun zihin engelleyicisini çıkardı, müthiş bir hassaslıkla fiziksel engellerini de. En son maskesini aldı. İnsanı kör edecek kadar güzeldi. “Şimdi insanlara dans kelimesinin anlamını gösterelim mi?” Kızın elini tuttu. “Müzik!” Müzisyenler sandalyelerine güçlükle ilerledi, Harrison onların engellerini de çıkardı. “En iyi şekilde çalın. Sizi baron, dük, kont yapacağım.” Müzik başladı. Başta normaldi, ucuz, aptalca, yanlıştı. Harrison iki müzisyeni sandalyelerinden kaptı ve sarsıp geri bıraktı. Müzik yeniden başladığında daha iyiydi. Harrison ve Kraliçesi

afro

müziği çok az, sakince dinledi. Usulca, kalp atışlarını onun ritmine uyduracaklarmış gibi. Ağırlıklarını ayak uçlarına verdiler. Harrison koca elini kızın minik beline koydu, ilerde onun olabilecek bir hafifliği kıza hissettirdi. Ve bir haz ve zarafet patlaması içinde havaya yükseldiler. Sadece yeryüzünün kanunları kendini koyvermemişti. Yerçekimi ve hareket kanunu da öyleydi. Döndüler, dolaştılat, yörüngeler çizdiler, atıldılar, sıçradılar, hopladılar ve eğildiler. Aydaki geyik gibi sıçradılar. Stüdyonun tavanı on metre yüksekliğindeydi ama her sıçramada ona yaklaşıyorlardı. Tavanı öpmeyi amaçlıyorlardı. Öptüler. Ve sonra yerçekiminin aşk ve saf niyetle nötrleşmesiyle tavanın biraz altında asılı kaldılar. Uzun uzun öpüştüler. O sırada Engelleme Generali Diana Moon Glampers elinde çift namlulu on kalibrelik tüfeğiyle stüdyoya girdi. Iki el ateş etti. Kral ve Kraliçe yere düşmeden önce öldüler. General silahını doldurdu, müzisyenlere doğrulttu ve engellerini tekrar giymeleri için on saniyeleri olduğunu söyledi. O sırada Bergeron’ların evindeki televizyon yayını bozuldu. Hazel George’a bozukluğu söyleyecekti fakat kocası bir kutu bira almak için mutfağa gitmişti. Birayla geri döndü, engelleme sinyaliyle bir süre donakaldı, sonra oturabildi. Ağlamışsın, dedi karısına. “Hıhı.” “Neden?” “Unuttum, televizyonda gerçekten üzücü bir şeyler oldu.” “N’oldu?” “Hepsi karıştı kafamda.” “Üzücü şeyleri unut.” “Hep öyle yaparım.” İşte benim kızım, dedi George. İrkildi. Kafasının içinde bir perçin tabancası patladı. Ov! Bu sertti diyebilirim, dedi Hazel. “Bir daha söyleyebilirsin.” Ov! Bu sertti diyebilirim. Çev: Bekir Türker


51

Ergin Günçe’de Tanrı Algısı Kerem Eser

“Tanrı evvelsiz sonrasız bir iklim gibi ordadır” Cahit Zarifoğlu

Bir şairi şiir yazmaya iten, ya da o şairin şiirini şekillendiren diyebiliriz, meselelerin içinde en kudretli, tartışmalı ve çetrefilli mevzulardan biri şair kişisinin tanrı algısıdır. Meselenin bu denli zor olması şairlere çekici gelmiş olacak ki biz şiir okuyucularına çeşit çeşit tanrılar sunarlar. Aralarında pekâlâ dindarlar olduğu gibi meseleyi şiir ve metafizik boyutunda, daha felsefi diyebileceğimiz bir şekilde ele alan şairler de vardır ve asıl çeşitliliği de onlar sağlar aslında. Dindar şairlerin, bir dine biat etmiş olmalarından ötürü, inandıkları tanrıların az çok birbirine benzediğini görmek zor olmasa gerek.

Peki bu durum dinsiz olup olmadıklarını bilmesek de, dindar olmadıkları konusunda hemfikir olduğumuz şairler için de aynı mıdır? Bir seri olarak planladığım bu yazı dizisinde Türk Şiiri’nin sol görüşlü şairlerinin tanrı algısını şekillendiren öz kaynakların neler olabileceğine dair, şairlerin kendi dizelerinden yola çıkarak, tahminlerde bulunmaya çalışacağım. Buna ek olarak; topraklarımızda yerleşmiş “Solcular tanrı tanımaz” yargısından nasiplerini almış sol görüşlü şairlerimizi, yine kendi dizelerini referans alarak, örtük bir tanrı algısının ya da daha net bir ifadeyle bir bilinçaltı tanrısının varlığına ikna etme

afro


52

niyetindeyim. Mercek altına aldığım ilk şair Ergin Günçe. Beklenmedik ölümü ve uzun yıllar keşfedilemeyen şiirinden dolayı hakkında neredeyse hiçbir biyografik bilgi bulunmamakta. 1938 Giresun doğumlu şair, yurtiçinde ve yurtdışında akademisyenlik ve Türkiye’de başbakan danışmanlığı gibi çeşitli görevler yapmış. 1983’de Ankara’da meydana gelen bir uçak kazasında hayatını kaybetti. Günçe’nin tanrı algısı iki temelden şekillenir; bunlardan birincisi yaşadığı coğrafyadan ve dedesinden ona kalan bilgiler. İkincisi ise kendisinin ölüme dair sorduğu sorulara yine kendi bulduğu cevaplardır. Aslında herkeste olduğu gibi. Ama şair Günçe’ye dedesinden öğrendikleri fazlasıyla yetersiz gelmiş olacak ki derin arayışını devam ettirmiş ve korkunç bir uçak kazası neticesiyle tanışacağı “ölüm”ü de henüz genç yaşlarından itibaren bu arayışında yanına yoldaş edinmiştir.

kalmış olması da henüz Ergin Günçe’ye gelmeden bir kuşak evvel ailenin dini hassasiyetlerinin zayıfladığına işaret ediyor. Bu da bize gösteriyor ki Ergin Günçe, dedesinden ona kalan tanrıyı kültürel bir miras olarak tanımış ve benimsemiştir. Şair Bu Tanrı Dedemden Kaldı Bana adlı şiirinde tanrıyı yakışıklı “Tanrı Baba, vardır ve yakışıklıdır” ve her zaman ona kaşlarını çatan “Tanrı vardır ve bana her zaman kaşlarını çatar” bir baba figürü olarak çizmektedir. Bunun yanı sıra kendisini de çizdiği tanrı-baba figürünün karşısına “Tanrı vardır ve ben haylaz büyüdüm” dizesiyle haylaz bir çocuk olarak yerleştirir adeta.

Günçe’nin tanrı algısı iki temelden şekillenir; bunlardan birincisi yaşadığı coğrafyadan ve dedesinden ona kalan bilgiler. İkincisi ise kendisinin ölüme dair sorduğu sorulara yine kendi bulduğu cevaplardır.

BU TANRI DEDEMDEN KALDI BANA Müslümanların çoğunlukta olduğu bir coğrafyada doğup yetişen Ergin Günçe’ye dedesinden kalan tanrı muhtemelen İslam’ın tanrısıydı. Bu tanrının bizzat ebeveynlerinden değil de dedesinden

afro


53

Şair Günçe ayrıca tanrıyı bir noktada şiirin kaynağı olarak da görmektedir. “Tanrı vardır, ayak diremeli bu konuda Şair” ve “Tanrı vardır ve elverişlidir” dizeleri ile şairleri bu kaynaktan beslenmeye davet eder. Onun için tanrı yaratıcılığın ve yaratma gücünün bir simgesi. Günçe hem yaşadığı coğrafyanın hem de yalnızlığının farkında bir şairdir üstelik. “En yalnız adamıyım Orta Doğunun / Tanrım kabul et artık şiirlerimi” dizelerinde bu yalnızlığına karşılık şiirlerini bir ibadet, bir kurban veya bir dua gibi tanrıya sunduğunu görüyoruz. Tıpkı birçok Orta Doğulunun yüzyıllardır yaptığı gibi. Ergin Günçe’nin tanrıyı bir şair ve usta bir sanatkâr olarak okuyucuya sunduğu dizeleri de mevcuttur. Kutsal kitapların gerçekliğini kabul etmekle birlikte varlığını tiye aldığı izlenimini veren “Bir Kitap da ben indirsem / Ustam kaşlarını çatar” dizeleri aynı zamanda, bir şair olan Ergin Günçe’nin tanrıyı da bir şair ve hatta ona kaşlarını çatacak bir usta gibi gördüğünü söylenebiliriz. Ayrıca Günçe’nin, “Yusuf’un ütüsüz bir gömleği bizde” ve “En güzeli İsa’dır Geometrilerin” gibi dizeleriyle, Orta

Ergin Günçe’nin inandığı tanrı, bir tanrı olmaktan çok uzak, adeta aramızdan biri, sadece daha yetenekli ve kudretli, üstelik yakışıklı da. Doğulu bir şair olarak kutsal kitaplarla fazlasıyla ilgililendiği de belli oluyor. Tüm bunlar dikkate alındığında Ergin Günçe’ye dedesinden kalan tanrının tipik bir Orta Doğu tanrısı, yani kaşları çatık bir baba olduğunu söylemek mümkün. Günçe’nin ise Orta Doğu’nun bu öfkeli babasını cesur ifadelerle yontarak usta bir şaire dönüştürdüğünü görüyoruz. Her halükarda Ergin Günçe’nin inandığı tanrı, bir tanrı olmaktan çok uzak, adeta aramızdan biri, sadece daha yetenekli ve kudretli, üstelik yakışıklı da.

ÖLÜM TANRI GİBİDİR ESİRGER VE BAĞIŞLAR Günçe’nin 1964’te Dost Yayınları’ndan çıkan ilk şiir kitabının adı “Gencölmek”. Bu kitapta aynı isimle yayınladığı şiirinde “Ölüm alışsın artık bize” demiş daha henüz 26 yaşındayken. “Yoksa bu yaşta ölümden mi korkuyorum” dizesi de onu erken yaşlardan itibaren ölüm korkusunun sardığına işaret ediyor. Şairlerin ölümü kendine dert edinip bu dertlerinden beslenerek şiirler kurduğunu çok kez görmüşüzdür. Fakat Ergin Günçe diğer şairlere nazaran ölüm konusunda büyük düşünmeyi, “Ölüm konusunda büyük düşünmelisin” der çünkü, tercih eder ve en nihayetinde ölümü bizzat tanrının kendisine

afro


54

benzetir. Bütün şiirlerinin yayınlandığı Türkiye Kadar Bir Çiçek adlı kitabın son kısmı “Günlerden Eylül, Aylardan Ergin Günçe”; birbirine göndermelerde bulunan 5 ayrı şiir ile açılır ve hepsine aynı dizeler hakimdir: “Ölüm Tanrı gibidir”. Şair ölüm hakkında çok nettir. “Korkmadım, Ölüm Tanrı gibidir” der bir kez daha. Yukarıda vermiş olduğum ara başlık yine şairin kendisine ait bir dizesi olup, yazının ilk kısmında bahsettiğim Günçe’nin tanrı algısının şekillenmesindeki coğrafi sebeplerle örtüşen bir söyleme sahiptir. Günçe “Ölüm tanrı gibidir esirger ve bağışlar” dizesindeki “esirger” ve “bağışlar” ifadeleriyle İslam’ın tanrısına ve Kuran’a atıf yapmaktadır. Yani bütün bunları şöyle toparlayabiliriz: Ergin Günçe’nin inandığı tanrıyla ilgili bize bıraktığı her ipucu, aslında onun ölüm hakkında ne düşündüğü konusunda da bize çok açık fikirler verir. Ölüm ile tanrıyı birbirine eşitlemiştir çünkü. “Ergin der ki çocuklar yüreğimin zeytini / Tanrıyı da istersen oralarda ara” dizeleri ile şair Günçe aslında

bütün bu soruşturmayı anlamsız kılıyor bir bakımdan. Bize tanrısını nerede aramamız gerektiğine dair açıkça bir harita vermiş çünkü ve bu yazı Ergin Günçe’nin tanrısını bambaşka yerlerde aradı. Yine de burada bir şerh denemesi yapıldığı için bu naif detayı görmezden gelerek sorumu tekrar soruyorum: Ergin Günçe’nin tanrısı neye benzer? Nasıl biridir? Ona kaşlarını çatan yakışıklı bir baba mıdır? Yoksa usta bir şair mi? Belki de ölümün ta kendisi. Hiçbir şeyden emin değildir Günçe. “Bu dünyada gülmedik de, öteki de şüpheli” der mesela bir şiirinde. Çoğu zaman alaycı bir dille yaklaşır konuya. Ama kimse de meseleyi ciddiye almadığını iddaa edemez. En nihayetinde bir noktadan sonra artık şairin aramaktan yorulduğunu da görmekteyiz. İmkân bulsa yerleşecek halsiz bir göçebe gibi şu soruyu sorar kendine ve onun gibi tanrı yorgunlarına: “Öyleyse neden uyumayalım / Elimizde tespih ve bir Hasır üstünde”.

Ergin Günçe’nin inandığı tanrıyla ilgili bize bıraktığı her ipucu, aslında onun ölüm hakkında ne düşündüğü konusunda da bize çok açık fikirler verir. Ölüm ile tanrıyı birbirine eşitlemiştir çünkü.

afro


55

Türk “Çizgilerinde” İtalyan Esintileri -bu bir moda yazısı değildirEzgi Mermer Çizgileri, renkleri ve harfleri öğreten babama… Çizgi roman veya resimli roman, çizgi ile hikâye anlatmak için birbirini takip eden panellerin (çerçevelenmiş resim) kullanıldığı bir sanat türü olarak kabul edilmiş bir yirminci yüzyıl ürünüdür. Devamında özellikle ABD’de revaç bulan bu sanat çocuklara yönelik olmasına rağmen savaş, güç, şiddet gibi unsurlar içerdiğinden belli dönemlerde eleştirilerin odağı haline gelmiştir. Çizgi romanlar dünyada ekolleriyle birlikte anılırlar. Bir çizgi roman satan dükkâna girdiğinizde eğer satıcı işinin piri ise, çizgi roman istiyorum dediğiniz zaman soracağı ilk soru “Hangi ekolden olsun?” olacaktır. Tüm ekollerin ele alınmasının zorluğu ve aslen Türkiye’de benimsenen ekolün İtalyan ekolü olması hasebiyle bu yazıda İtalyan ekolü ve onun etkilerini, ülkemizde benimsenişini ve neden özellikle İtalyan ekolünün benimsendiğini anlatmaya çalışacağım. Aynı zamanda bu ekolden hareketle Türkiye’deki çizgi romanın gelişimine ve 50’li 60’lı yıllardaki okuyucu kuşağının kültürel yönden etkilenişine

değineceğim. Ülkemizde 1950’li yıllarda genç jenerasyon arasında bir furyaya dönüşen çizgi roman hayranlığı günümüzde her ne kadar durulmuş görünse de etkileri olanca ağırlığıyla devam ediyor. Türkiye’de çizgi romanların revaçta olduğu senelerde öne çıkan ekol, İtalyan ekolü. Bu ekolün ülkemizdeki en önemli temsilcileri ise ESSE GESSE Stüdyolarının yazarları olan Giovanni Sinchetto, Dario Guzzon ve Pietro Sartoris. Türkiye’de 1955 yılından itibaren yayınlanan bu eserlerin en bilinenleri yine ülkemizde çizgi roman olgusunun diğer adı olarak kullanılan Teksas ve Tommiks. Önce çizgi romanın doğası gereği gazeteler yoluyla hayatımıza giren bu meşhur ikili, zaman geçip üzerlerindeki ilgi de ilgi çekici hale gelince kitaplaştırılmışlar. Ülkemizdeki çevirilerde orijinal isimleri kullanılmamakta. Kapak çizeri olan Samim Utkun Il Grande Blek için tam çeviri karşılığı olan Koca Blek yerine kahramanın adını, dilsel ses özelliklerini göz önünde bulundurarak “Çelik Blek” adıyla çevirmeyi, romana da Teksas adını vermeyi uygun görmüş. Ancak orijinaline baktığımızda ne karakterin adı Teksas ne de olay Teksas’da geçmekte. Teksas’ın ardından yayınlanan Tommiks de isim değişikliğine uğramış ancak sebepleri biraz daha farklı. Orijinal adı Captain Miki olan bu çizgi romanda on beş yaşındaki Captain Miki’nin maceraları anlatılmakta. Ancak muhtemelen “miki” kelimesinin dilimizde argo kullanımının

afro


56

Türkiye’de de korku psikolojisi sebebiyle komünizm karşıtı bir tavır bulunmaktaydı. Sergilediği antikomünist tavırda en büyük paya sahip olan ülkenin, hatta “gücün” ABD olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu ortak paydada buluşulması da bu romanların benimsenmesinde etkili olmuş olabilir. mevcut olması, çevirmeni çizgi romanın ismini farklılaştırmaya yöneltmiş. (Dündar) Ayrıca Haşim Öz’ün belirttiğine göre Utkun Amerikan sessiz sinema oyuncusu Tom Mix’ten de esinlenerek isim değişikliği yapmayı önermiş ve bu minvalde yine “ses”leri muhafaza ederek yaptığı çeviride Captain Miki, Tommiks olmuş, karakter de Yüzbaşı Tommiks olarak anılmaya başlanmış. Bu iki eser de İtalyan yapımı olmalarına karşın Amerika’nın kuruluşunu anlatmaktalar. Bu nedenle kanaatimce çevirmen Amerika’yı anımsatan isimler koymakta sakınca görmemiş. Bu tavırdan anlaşıldığı kadarıyla da Teksas-Kovboy filmleriyle Amerikan kültürüne aşinalık kazanan okurların, eseri okurken Amerikan kültürüyle bağlantı kurulması istenmiştir denilebilir. 1950’li ve 1960’lı yıllarda çocuk olan kuşağın Amerikan kültürüne aşinalığının bu çizgi romanlardan geldiği söylenebilir. Aynı zamanda yine aynı dönemde “Amerikan yapımı” olarak algılanan bu

afro

eserlerin genç ve orta kuşak tarafından da benimsendiği iddia edilebilir. Çünkü bilindiği üzere bu yıllar soğuk savaş dönemine tekabül etmekte ve Türkiye’de de korku psikolojisi sebebiyle komünizm karşıtı bir tavır bulunmaktaydı. Sergilediği antikomünist tavırda en büyük paya sahip olan ülkenin, hatta “gücün” ABD olduğu göz önünde bulundurulduğunda, bu ortak paydada buluşulması da bu romanların benimsenmesinde etkili olmuş olabilir. Bu durumdan da anlaşılabileceği üzere kovboy filmleri ve bu çizgi romanlar, aynı zamanda siyasi alandaki ortak paydalar, Amerikan kültürüne ve bizzat ABD’ye sempati beslenmesine sebep olmuş ancak okuyucu kitlenin çocuklar ve/veya ilk gençlik olması hasebiyle etkileri şimdilerde anlaşılmaktadır. Bunlara ek olarak, bu romanlarda işlenen; kahramanlık, vatan sevgisi, vatanın işgalcilere karşı savunulması, silah kullanmadaki ustalık gibi unsurlar kendi kültürümüzde de önemli paya sahip olmalarından ötürü, romanlar oldukça rahat bir biçimde benimsenmiş ve yerli yazarlarımızın çizgi romanlara el atmasından önce ve sonra olmak üzere uzun yılar ithal edilmişler. Bilindiği üzere “at, avrat, silah” üçlüsü kültürümüzde


57

önemli bir yere sahip. Hatta eski (!) Türk yakın bir yaşta- içki kullanmayan, kesinlikle kültüründe özellikle erkek bakış açısından küfürlü konuşmayan ve kadınlara karşı en önemli değerler olarak bu üç öge nazik olup biraz utangaç davranan bir belirtilmekte. Romanlara baktığımızda karakter. Bu noktadan hareketle, bu roman kahramanları iyi ata binmekteler karakterlerin çocuklar için rol model aynı zamanda silah kullanma konusunda da oldukları görülebilir. oldukça yetenekliler. Meseleyi bir Kadın konusuna de gerçek ”Ülkedeki benimsenişin gelince işlerin biraz okuyucularından ardından, piyasada değiştiği görünüyor. dinlemek için Eserlerin kahramanları oldukça rağbet gören çizgi 1950’li ve 1960’lı kadın konusunda biraz yıllarda çocuk olup romanlar ithal edilmeye utangaç bir çizgiye bu romanları takip sahipler, hatta Can devam edilmiş, ancak bir eden insanlarla Dündar karakterlerin konuştuğumda süre sonra yerli yazarların şunu gördüm; bu tavırlarından ötürü aseksüel olarak şimdilerde genel duruma el koymasıyla, yansıtıldıklarını olarak aile babası ülkemiz ve kültürümüz söylüyor: olan okuyucular “Ve zannederim asıl kendi resimli romanlarına (evet, genel okuyucu farkları şuydu ki gerek kitlesi erkekti) kavuşmuş, kendi Karaoğlan, gerekse “jean” giymekte, Tarkan; Teksas naralarını attığı konuşma çocuklarını gibi, Tommiks gibi “McDonald” ve baloncuklara sahip olmuş. benzerlerine “aseksüel” değildi. Demem o ki, güzel bir götürmekte, onlarla Okuyucular büyüyüp, dilber gördüklerinde beraber Hollywood Suzi görmüş Tommiks bıyıkları terlemeye filmlerini izlemekte, gibi kızarmazdı başlayınca, milli duygular aynı zamanda yüzleri...”(Dündar,2006) animasyonları da harekete geçmiş, gençliğin kaçırmamaktalar. Bu tespitten de anlaşılacağı üzere beklentilerini karşılaması Amerikan kadın olgusu bu kültürünün tüm açısından kahramanlar romanlarda bizim dünyadaki etkisi “üçlememizdeki” avrat aseksüelliklerinden malumumuz, sözcüğünü tam olarak bu örneklere sıyrılmış, yalnızlaşmış ve baktığımızda, bu karşılamıyor, tabii bunun hedef kitlenin kültür, ülkemizde de yerlileşmişler.” çocuklar olmasıyla büyük bir direnişle alakalı olduğu karşılaşmadan savunulabilir. kabullenilmiş gibi görünüyor. Tüm bu tavrın Hedef kitlenin çocuklar olmasının kaynak noktasının çizgi romanlar olduğunu karakterlerin davranışlarında oldukça düşündüğümü, 1950-1960 kuşağının çizgi önemli bir etken olduğunu düşünüyorum. roman okuyucularına söylediğimde önce Teksas ve Tommiks’i şimdiye kadar bir hayretle sonra da gülümseyerek bakıyorlar. tutmuş olsam da bu noktada Tommiks’in Çünkü hayretten gülümsemeye dönen kısa etkisi biraz daha öne çıkıyor gibi çünkü süreç içerisinde bu fikre hak veriyorlar. kendisi on beş yaşında - yani hedef kitleye Yine bu kuşağın temsilcilerinden

afro


58

öğrendiğim bir diğer ilgi çekici nokta, romanların ülkemizde yayınlanmaya başladığı dönemde ikinci ele en çok düşen kitapların çizgi romanlar olduğuydu. Mahalle aralarında değiş tokuşların yapıldığını, heyecanla pazartesilerin beklendiğini (yeni sayılar pazartesi günleri yayınlanmaktaydı), hatta kimileri pazar geceleri uyuyamadığını belirttiler. Okuyucular, hayal kurmayı, çizgi romanlardaki karakterleri kendi dünyalarında renklendirerek öğrendiklerini anlattılar, biraz nostaljik bir özlemle. Tüm bu heyecanı ve etkiyi yaratan çizgi romanların çocukları kültürel yönden etkilememesinin mümkün olmadığını düşünmek çok da iddalı gibi görünmüyor buradan bakılınca. Tam bu noktada karakterler üzerinde özel olarak durulması gerektiğini düşünüyorum. Genel olarak ele alındığında karakterler güçlü kahraman çizgisinde anlatıldıklarından ötürü çocuklar tarafından benimsenmeleri çok da zor olmamış. Çoğunlukla pozitif yönlere sahip olsalar da ( küfür etmemeleri, nazik olmaları, içki kullanmamaları gibi) silaha düşkünlük ve sürekli savaş eder halde olmaları çocuklara şiddeti ve silahı “güzel” gösteriyor. Eğer bir macera söz konusuysa içinde muhakkak “silah” olmalı anlayışı var sanırım. Her ne kadar kültürümüzde de bu öge bulunsa da çocukların bunu benimsemeleri, silahı güç unsuru olarak görmeleri küçük yaşta veya ilerde sorunlar yaşamalarının ihtimal dahilinde olması kanaatimce oldukça düşündürücü. Gazete haberlerinden silahla oynarken arkadaşını veya kardeşini yaralayan hatta ölümlere sebep olan

afro

çocuklara aşinalığımız bu tip bilinçsiz benimseyişlerle ilişkilendirilebilir. Bu bağlamda çizgi romanların çocuklar için rol model oluşturdukları, ancak bu modellerin hem pozitif hem de negatif yönleri olduğu açıkça görülüyor. Çizgi romanın tarihine baktığımızda, uzun yıllar hükmünü sürdüren ikilinin (TeksasTommiks) ülkemizdeki benimsenişinin ardından, bu sahada bir “pazarlama yeteneği” olarak da algılanabilecek çizgi roman “üretimine” başlanmış. Yurtdışından çevrilen çizgi romanların sayısı oldukça artmış ve onlarda kendi taraftarlarını oluşturmaya başlamış. Kaptan Swing, Zagor vb. çevirilerin yapıldığı bu dönemde bu pazarın da oldukça işlek olduğunun fark edilmesi ve aynı zamanda bazı milliyetçi duyguları kabarmasıyla yerli hatta ”milli” çizgi romanlar da yazılmaya başlanmış. Bu noktadan itibaren kahramanlar arasındaki benzerlikler ve farklılıklarla beraber kendi çizgi romanlarımızı yani bir bakıma kendi “çizgi”mizi oluşturmaya başladığımız açıkça anlaşılıyor. Temel olarak ithal edilen çizgi romanlardan birtakım unsurlar milli ögelerle, yerel kültürle yoğrulup yeni eserler ortaya konmuş. Ancak bu eserlerin yerlileşmesiyle birlikte hedef kitlenin de değiştiği görülüyor. Bu çizginin ilk ürünü 1963’te Suat Yalaz’ın kaleme aldığı Karaoğlan. Devamında Tarkan, Kara Murat, Ustura Kemal gibi eserler de kaleme alınmış. Bu çizgi romanların çoğu kitaplaştırılmadan önce gazete sayfalarında serüvenleri devam etmiş. Daha sonrasında piyasaya sürülmeleri milli alanda da bir rekabet ortamı yaratmış. Eser üstüne eser üretilmesi bir süre sonra “onların” çizgisine karşı “bizim” çizgimiz ve hikâyemizin varlığını piyasanın ve dolayısıyla okuyucuların kabullenmesini sağlamış. Ancak birçok konuda olduğu gibi çizgi roman da taklitçilikten öteye geçilememiş. Kendi özgün yorumumuzu getirmiş olsak da, bizim ögelerimizle harmanlanmış romanlar yazılsa da hala çizgilerin ithal olması söz konusu… Kendi çizgimizi yaratamamış


59

olmamız ithal çizgi romanlardan yerli genel olarak yalnız insanlar olarak çizgi romanlara geçiş yaparken okuyucu görülüyor. Dündar’ın da belirttiği gibi: için “yabancılaşma” tehlikesini ortadan “Tommiks gibi kaleleri, Swing gibi kurt kaldırmış olsa da orijinal üretimden uzak, orduları yoktu. Ne yaparlarsa bir başlarına ithal bir çizgiye sahip olduğumuz açıkça yaparlardı.”. Gençlerin tek başlarına her şeyi görünmekte. Bizim kahramanlarımız da değiştirmeye yönelik hayallerini de tatmin tıpkı onlar gibi kaslı, güçlü ve oldukça eden bu eserler, oldukça kısa zamanda yakışıklılar. Bu tip benzerlikler mümkün benimsenmiş. olduğundan, erkek kahramanlarda Bu benimseyiş 1970’li yıllara gelindiğinde kültürdeki farklılık çizgiye çok yansıyamasa oldukça farklı bir alanda etkilerini da kadın kahramanların çizimi eksik kalınan göstermiş. Halk tarafından çok sevilen, noktayı ele vermekte. Türk örf ve adetlerine, tercih edilen çizgi romanların filme en azından toplumun geneli tarafından çekilmesi söz konusu olduğunda, ilk hareket kabul gören kısmına ters düşen, bu yine Suat Yalaz’dan gelmiş ve ilk yerli kültürü yansıtmayan kadın kahramanların çizgi romanı da kaleme alan Suat Yalaz çizilmesi söz konusu çünkü çizgiler ve çizgi böylece Karaoğlan’ın filminde de yönetmen roman “mantığı” koltuğuna oturmuş. yurtdışından Karaoğlan’dan ”Teksas ve Tommiks’i alınmış ve her ne sonra bu uyarlamalar kadar çabalansa hız kazanmış ve 1970’ler şimdiye kadar bir tutmuş da tam anlamıyla deki yerli sinema olsam da bu noktada bu mantıktan sektörünü önemli kopulamamış. ölçüde şekillendirmiş. Tommiks’in etkisi biraz Tabii bu çizgilerin Tarihi kahramanların oluşturulmasında daha öne çıkıyor gibi sahnede oldukları bu hedef kitlenin filmlerde aksiyon, aşk ve çünkü kendisi on beş yaş düzeyi ve aile ilişkileri ön planda yaşında - yani hedef beklentisi de göz tutulmuş. Uzun yıllar ardı edilemeyecek kitleye yakın bir yaşta- içki geniş kitleleri etkileyen, bir etken. Teksassinemalarda uzunca kullanmayan, kesinlikle Tommiks’lerin süre gösterimde kalan hedef kitlesi ve halkın –özellikle küfürlü konuşmayan ve çocuklarken, genç kesiminkadınlara karşı nazik olup de değişen zaman akınına uğrayan bu ve talep üzerine filmler şimdilerde biraz utangaç davranan (okuyucu kitlenin salonlarından bir karakter. Bu noktadan sinema de zamanla evlerimizin oturma büyümesi ve yeni hareketle, bu karakterlerin odalarına taşınmış ve yazılan/yazılacak hala aynı aksiyonu ve çocuklar için rol model olan romanların, heyecanı yaşatmaya yaşlarının getirdiği oldukları görülebilir.” devam ediyorlar. heyecanları 20. yüzyıl ürünü olan tatmin etmesini çizgi romanların 21. beklemeleri sebebiyle) hedef kitle yüzyıla geldiğimizde bir manada evrime çocuklardan gençlere doğru bir değişim tabi olduğunu görmekteyiz. Eskisi kadar göstermiş. Bu değişimden olsa gerek, rağbet görmese de yine meraklılarının bireyselliğin öne plana çıktığı eserler bulunduğu, yeni üretim ve heyecanlara açık yazılmış. Yerli romanlardaki karakterler olan çizgi romanın şimdilerde, 1950lerdeki

afro


60

karşılığından biraz daha farklı bir alanda taraftar bulduğu görülüyor. “Çizgi”den bir göbek bağına sahip olan bu alan -tahmin edilebileceği gibi-: karikatür dergileri. Eskiden gazeteler vasıtasıyla veya haftalık yayınlanan çizgi romanların devamı olarak algılanabilecek olan bu dergilerin çizgiden sonra en önemli ögesi “güldürü”. Çizgilerin zekice kullanıldığı, siyasi veya toplumsal yorumların yapıldığı, günlük hayatın yer aldığı, bazen fantastik öğelerin kullanıldığı, genel olarak on sekiz yaş üstü kitleye hitap eden üsluba ve çizgiye sahip olan ürünler olarak kültürümüze önemli bir çentik atmışlar. İtalyan ekolüyle ülkemize giren çizgi roman, kültürümüzden tutun da sinema sektörümüze kadar oldukça geniş bir yelpaze de etkilerini göstermiş gibi görünüyor. Çocuk okuyucularını ilerde Amerikan kültürüne aşina kişiler olarak yetiştirmiş, onlar için; küfür etmeyen, kadınlara karşı saygılı, içki kullanmayan, vatanını milletini çok seven, gerektiği zaman onun ayakta kalması, savunulması için canını ortaya koyan kahramanlar oluşturmuş. Hatta bu çizgi romanlar mahalle aralarında takas edilmeye, pazar gecelerini uykusuz geçirmeye varacak derecede sevilmiş ve benimsenmiş. Ülkedeki benimsenişin ardından, piyasada oldukça rağbet gören çizgi romanlar ithal edilmeye devam edilmiş, ancak bir süre sonra yerli yazarların duruma el koymasıyla, ülkemiz ve kültürümüz kendi resimli romanlarına kavuşmuş, kendi naralarını attığı konuşma baloncuklara sahip olmuş. Okuyucular büyüyüp, bıyıkları terlemeye başlayınca, milli duygular

afro

harekete geçmiş, gençliğin beklentilerini karşılaması açısından kahramanlar aseksüelliklerinden sıyrılmış, yalnızlaşmış ve yerlileşmişler. Ülkemizde 60. yılına giren çizgi roman olgusu, hem kültürümüzü hem de “çizgi”mizi önemli ölçüde etkilemiş, kendi varlığımızı belirttiğimiz yeni bir alana sahip olmamıza da imkân sağlamış gibi görünüyor. Çocuklar için basit bir eğlence aracı olarak görülen Teksas- Tommiks’ler yalnızca ders kitapları arasında ailelerden gizli okunan heyecanlı magazinler değillerdi. Onlar bir kültürü tepeden tırnağa etkileyebilecek bir noktaya nüfuz ediyorlardı; çocuk tahayyülüne. Böylelikle bir ülkenin, geleceğini, kültür yapısını, “çizgisini”, hatta sinemasını değiştirmiş ve geliştirmişlerdir. Çizgisiz bir dünyanın var olamayacağını daha çocukken zihinlere işleyen çizgi romanlar, renklendirmeyi size bırakarak kendi yorumunuzu katmanıza olanak tanımışlar. İtalyan ekolüyle bizde başlayan bu yorum ve heyecan biraz soluklansa da hala devam etmektedir.

Kaynakça Öz, Mehmet Haşim. EsseGesse Magazin. İstanbul: Hozcomics, 2006. — — . EsseGesse Magazin 2. İstanbul: Hozcomics, 2007. Dündar, Can. “Teksas 50 yaşında mı? Hay dedemin köse sakalı!” (5 Mart 2006). http:// www.milliyet.com.tr/2006/03/05/yazar/ dundar.html. 22 Ocak 2015. http://tr.wikipedia.org/wiki/Çizgi_roman. 22 Ocak 2015.


61

afro


62

is Semih Esmer

Herkesin vazgeçemediği küçük şeyler var diye düşünüyordu. songül teyzesinin yaptığı öğmeçi yiyordu. mısır ekmeği –davul fırında yapılmışı daha iyidirufalanır ve içine çökelek ya da keçi peyniri ufalanıp karılırdı. songül teyze mahalleden tanıdıklarıydı. ailesiyle bir süredir görüşmeseler de onu hep çağırırdı öğmeç yaptığında. kocasının adı ali’ydi. ali amca. onu pek evde görmezdi. genelde işte olduğunu biliyordu. evlerine gittiğinde ali amca evdeyse tedirgin hissederdi. bir ağırlık olurdu evin havasında. sonrasında da akif ve dilek’ten dolayı hiç gitmedi. songül teyzenin çocukları. “şimdi hatırlayamadığım zamanlardan bilebiliyorum dileği. ama akif nedense hep sonradan gelmiş gibi, en başta yokmuş gibi geliyor bana.” günlüğüne böyle yazmıştı ilk günlük tutmaya başladığı zamanlar. liseye başladığı zamanlar.

afro

hiçbir şeyden haberdar olmadığı zamanlar. nesin, babasını her şeyden sorumlu tutabilirdi. çünkü ne yaşadıysa ondan dolayı yaşamıştı. kendini anlatma imkanı verilse, daha farklı bir hayatı olurdu. “şimdi ben diye bahsettiğim şey daha farklı bir karaktere sahip olabilirdi.”. edebiyatla ilgilenmeye başladığı zamanlar, bir ihtimal daha önce okuduğu bu cümleyi liseden bir arkadaşına söylemişti nesin. sık sık da “iyi ki liseyi dışarıda bir yerde okumuşum.” derdi kendi kendine. önemli sandığı şeylerle önemli olan şeyler kafasında belirginleşmeye başlamıştı. evde kalsaydı bu mümkün olmayacaktı. ailesinden dolayı. sadece istediğini belli etmesi, bir şeye sahip olmasına yetiyordu. yeni oyuncak arabasıyla evin önüne oynamaya inerken fark etmişti bunu. kendi isteğiyle de inmiyordu gerçi. babası yeni aldığı bir şeyle ilkin evin önünde


63

oynamasını isterdi. ayrıntısıyla bilmiyordu ama, merak da etmiyordu gerçi, durumları o doğmadan önce kötüymüş. kirayı veremedikleri bile olmuş birkaç kez. sonra babası ticarete girmiş. annesi ve nesin farkına varamadan düze çıkmışlar. kirasını ödeyemedikleri evi satın almışlar. oradan ayrılmamalarının sebebi ise nesin’miş. rahatı sonradan gören bir aile, oğlunun ruh sağlığını düşünür çünkü. yaşamak için çaba harcamalarına gerek kalmayınca akla gelen, çok önemli olan ve keşke ertelemeseydik dedirten şeyler vardır çünkü. dilek neyse de akif sevmezdi nesin’i. oyuncaklarıyla bahçeye onları özendirmek için çıktığını düşünürdü. sebebini sormadı hiç. nesin de anlatmadı “babam çık oyna diyor.“ diye. bunu söylerse babasıyla ilgili düşüneceklerinden korkuyordu. “bu kadar düşünceli olunmaz ki o yaşta.” deyip gülerdi kendi kendine. bunları sadece annesiyle konuşabilirdi. annesi farklıydı babasından. çok şey konuşurlardı, dertleşirlerdi. nesin unuturdu tabii bunları. annesi de hatırladıklarını zamanı geldikçe anlatırdı. mahalle maçında olanları, atari aldığı gün, eve çağırdığı akif ve dilek’in neden apar topar gittiğini. “ayakkabı bulamadım. nesin de gelmiş zaten.” demişti akif. halbuki konuşabilse kendininkileri giymesini isteyecekti nesin. maç yapmak istemediğini söyleyecekti. “seni izlemeye mi çağırdın bizi?” demişti akif. bu sefer konuşabilse, istediklerini oynamalarını anlatmaya çalıştığını söyleyecekti nesin. _ 17.5.14 otobüs yolculuğu. tatile gidiyorum. normalde otobüs kullanmam ama bu sefer zorunda kaldım. küçükken yaptığım –ya da gençken mi demeliyim?- yolculuklar geliyor aklıma. hafta sonları yurttan eve; Pazar akşamüstleri de evden yurda, ya da okula. bir şey bilmediğim zamanlardı. ne zamanlardı… okuduğum ilk kitap bir deneme kitabıydı ve ilk yazı da otobüs

yolculuklarıyla ilgiliydi. otobüs koltukları kişinin on iki saat boyunca hüküm sürdüğü bir krallıktır. yazarın kaç saat dediğini hatırlamıyorum. ve benim yolculuğum on iki saat sürecek. bundan dolayı on iki saat yazdım ve 6 saatim kaldı. burası benim krallığım değil. burası benim 6 saat sonra kurtulacağım bir yer. uçakta olduğu gibi aynı aracın içinde farklı sınıflar yok burada. koltuk yatırma meselesinden dolayı tartışma çıkacak mı diye bekliyorum. ben gençken çıkardı. o zamandan bu zaman bir şeyler öğrendim. şimdi tartışma çıksa söyleyebileceğim bir şeyler var. başkalarının haklarının başladığı yerde sizin sorumluluğunuz başlar gibi. (muhtemelen söyleyemem bunu.) konuşabilsem, derdimi anlatabilsem, hep daha farklı şeyler yaşayacaktım zaten. daha farklı biri olacaktım. _ hala otobüsteyim. canım sıkıldı. önümdeki ekranda oynayan filmler hoşuma gitmedi. ben de telefondan film açtım. muavin koltuğunun iki arkasında, koridor tarafında oturuyorum. 7 numara. (bu kadar ayrıntıyı ileride okursam kalımda soru işareti kalmasın diye yazıyorum.) aklıma yine yurttan eve –ya da evden yurda, hatırlamıyorum- giderken yaşadığım bir şey geldi. o zamanlarda, otobüslerde en önde ve ortada olmak üzere 2 ekran olurdu. bir moladan sonra, saat de çok geç olmadan bir komedi programı oynatmışlardı. beraber izliyorduk, beraber gülüyorduk. iki önümde sağ tarafta 50’li yaşlarda bir adam oturuyordu. kahkahalarla gülüyordu. kanım ısınmıştı adama. yapmayacağımı biliyordum ama aklıma çok güzel gülüyorsunuz, program bitene kadar inmeyin otobüsten demek gelmişti. zaten sonra uyuyakalmışım; ineceğim yerde muavin uyandırdı. adamın otobüste olup olmadığına baktım uyanınca; inmişti. çevreme bakındım. sol çaprazımda ve sol tarafımda oturanlar telefonuma bakıyorlardı. rahatsız oldum ben de ve

afro


64

kapattım. istemsizce, sadece dikkatlerini çektiği için izliyorlardı. benle ilgili ne düşünürlerse düşünsünler, izlemeye devam edeceklerdi. sınıfsız ortam, yanında oturana çay ısmarlayan insanlar, yargılarla yer değiştirmeye başlamıştı. ya da bana öyle geldi o anlığına. çocukluğum geliyor aklıma. otobüste tuvalet olduğu için sadece iki mola verilecekmiş. ilkinde uyuyordum. araçta uyuyakalmamızı bebekken sallanarak uyutulmamıza bağlamıştı birileri. ikinci molada inip bir şeyler yiyeceğim. o zamana kadar ne yapacağımı bilmiyorum. burası benim krallığım diyebilmek isterdim. yaptıklarıma karışmayacakları kadar. en azından. _ “Akif’in Çocukluğu” istisnalar, genelde olanın dışında gerçekleşen şeylerdir. doğamız gereği genelde gerçekleşene göre plan yaparız. bunları özel kılan da o anki durumun farklılığıdır. zaman geçip bir şeyler keşfedildikçe, bir şeyleri anlamaktan daha da uzaklaştıkça, hazırlıklı olmadığımız şeyleri daha az yaşıyoruz. her şey planlansın, her şey tahmin edilebilsin. nesin bilmiyor ama ali amcasının durumu daha iyi olsa, istisna diye bir şey olmayacak. her şeyi istedikleri gibi yaşayabilecekler. Nesin bilmiyor. akif ve dilek’in ikiz olduğunu; ali amca dediği kişinin bir beklerken iki çocuğu olduğunu; sadece birine bakabilecekleri için diğerinin babaannesinde büyüdüğünü. ali amcası bunları düşünmedi hiç. düşünecek çok fazla şeyi vardı zaten. erkek çocuğunun, soyadını devam ettirecek kişinin ne yapıyor olduğu gibi. istisna kelimesini doktordan işittiği anda hissettikleri gibi. “Normalde böyle bir şey pek yaşanmaz. istisnai bir durum.” demişti doktor. ali amcasının yeri geldiğinde inşatta işçi, yeri geldiğinde taksici olarak çalıştığını bilmiyordu nesin. oda takımı, okul harcamaları gibi şeyler için de kenara köşeye biraz para koymuştu. ama aynı yaşta ve aynı şeylere ihtiyaç duyacak iki çocuğa bakamazdı.

afro

doğumdan sonra bir yıl denediler ama birikmişten yemeye başlamışlardı bile. tabii ki de zordu ama akif’i bakması için annesine verdi ali amcası. akif ilk çikolatasını sekiz yaşında, şeker bayramında yedi. köyün bağlı olduğu ilçe yürüyerek yarım saat mesafedeydi. akif sekiz yaşına kadar, ilçede yılda bir düzenlenene festivale de gidemedi. ne güzeldi sekiz yaşı. öncesi ve sonrası olmadan, salt sekiz yaşı. akif kendisi “babaanne festivale gidelim.” demedi hiç. bir gün ağlamaklı “akif’im evladım. festival başlamış ama ayağım aksak.” dedi. “halan desen işi başından aşkın. başka şey düşündüğü yok. emmi desen odasından çıkmaz.” sonra koyuvermişti kendini. akif’i bağrına basıp ağlamıştı. akif o günden beri kadınların ağlamasını sevmezdi. eve döndüğünde bugünü hatırlayıp annesinin soğan kesmesine izin vermeyecekti. zor iş değildi ya, kendi kesecekti. halası için bahçe işten fazlasıydı. birilerinin orayla neden o kadar uğraştığını anlaması için de çabalamazdı. kendi yedikleri bu bahçeden toplanıyordu. önemli olan bu da değildi ona kalsa. köyde kim açlıktan ölmüştü ki o güne kadar? bu bahçe babasından mirastı. yeşili severdi. otlarla uğraşmayı, çalıştığı kadar da kaşınmayı severdi bahçeden dolayıysa. yaşamaları ona bağlıysa o kadar yeşilliğin, neden çalışmasındı ki? bunları büyüdükçe kendi kendine düşünmüştü halası ama bu sulama biçme alışkanlığı çocukluktan geliyordu. yine akif’e en yakın oydu içlerinde. işin gücün arasında nasıl olduğunu, bir şey isteyip istemediğini sorardı. akif, bir şey istemek şöyle dursun, acıktığında kendi yemeğini kendi hazırlardı. yemek de kümesten iki üç yumurta al, kır ya da haşlayıp ekmeğe katık et. akif yedisini doldurup sekizine bastığı sene, şeker bayramına dek bir şey istemedi. zaten pek konuşmazdı da. halası bayramdan dolayı bahçeden kendini sıyırınca bunu fark etti. onun için bir şeyler yapmak, almak istiyordu. ne kadar masraf


65

edeceğini bilmiyordu. önemli de değildi zaten. emmiden para alıp dışarı çıktı. eve elinde çeşit çeşit çikolatayla döndü. insan yaşı büyüdükçe değerlerine daha çok sahip çıkar ama akif daha çocuktu. insanların arkasından konuşmayacağı şeylerden biriydi. her şeyi boş ver, o güne kadar çikolata yememiş bir çocuktu. akif o günden sonra değişti. Emmi’nin yanına çıkmaya korkardı. babaannesiyle vakit geçirmezdi. halasıyla bahçeden başka bir şey konuşmadığı için yanına uğramazdı. herkese yük olduğunu düşünürdü. çocuk başına bir yere de gidemezdi. en azından kendi yemeğimi kendim yapayım derdi. amcası bildiği ali’yle iyi vakit geçirirdi ama. ondan bir şey isteyemezdi. sık sık ziyaretine gelmesi yeterdi bile. kimi zaman songül teyzesi de gelirdi. akif’i yanından ayırmazdı. evlerine dönerken de, ikisi birden sıkıca sarılır, öper koklarlardı. akif bayramdan sonra emminin yanından inmez oldu. dinlediği hikayeler, okuduğu mektuplar çok hoşuna gidiyordu. babaannesi ağladığında kendince teselli veriyordu. halasıyla da artık bahçe dışında şeyler konuşuyorlardı. çevrelerindeki insanların hikayelerini öğrendi. akranlarından, köy okulundaki çocuklardan bahsetmeye başladı. artık yük olduğunu düşünmüyordu. herkesin değer verdiği biriydi. en azından böyle hissediyordu. akif, bir güne kadar her şeyin nasıl alt üst olabileceğini bilmiyordu. on yaşına kadar, sadece iki yılını çocuk olarak yaşamıştı. bir gün, ali amcası ve songül teyzesi, kendiyle yaşıt, hatta kendine benzeyen bir kızla çıkageldiler. normalde ev halkı toplanmazdı ama emmi bile odasından çıkıp gelmişti. ali amcası konuşmaya başladı. ne işlerde çalıştığını, neler planladığını, ne kadar para biriktirdiğini anlattı. sonra sustu. evdeki herkes akif’e bakıyordu. sessizliği yine ali amcası böldü. doğumdan, istisnalardan bahsetmeye başladı. songül çift yumurta ikizlerine hamile kalmıştı. doğumdan bir

yıl sonrasına kadar idare etmişlerdi ama yapamamışlardı. bundan dolayı da akif’i ali amcasının annesine, babaannesine vermişlerdi. bu kadar sık gelip gitmelerinin sebebi buydu. konuşma bitince evi bir sessizlik doldurdu. herkes, akif’ten bir tepki bekliyordu. odada yankılanan şeyleri anlamış mıydı? ne düşünüyordu? inanamıyordu. vücudunun tamamı taşımak zorunda olduğu bir yük gibiydi. Öylece, halasına sarılış ve gözleri yaşlı, kalakaldı. akif, ait olduğunu söyledikleri eve gittiklerinde şeker bayramını hiç yaşamamış gibiydi. kimseden bir şey istemedi. sofraya oturdukları zaman dilek’in ısrarlarıyla bir şeyler yiyordu. ali, o güne kadar amcası sandığı babası eve çikolata getirirse, herhangi birinin görebileceğini düşündüğü zamanlarda yemiyordu. tekrar birilerine yük olduğunu düşünmeye başladı. doğuştan gelen bir şeydi herhalde bu. kendi, öz ailesine bile yük olduğu için başka bir yerde büyümüştü. Gece, herkes uyurken sessizce dolaba gidiyor, eksikliği hissedilmeyecek kadar bir parçayı ağzına atıp yatağına dönüyor ve ağzında eriterek, ses çıkarmadan yiyordu çikolatayı. birkaç gün içinde çikolata, azaldığı belli olacak kadar küçülüyordu. ama akif, çocukluğunu yaşayamamış bir çocuktu. değerleri, kelimeden ibaret olan şeyleri sahiplenecek biri değildi. istediği, eksikliğini hissettiği şeyler vardı ve bunlar değerlerden daha önemliydi. Kim ne derse desindi. hem bir çocukla ilgili ne konuşabilirlerdi ki? dilek, her zaman onun yanında olduğu için öz kardeşten, ikizden de fazlasıydı. sonradan sahip olması neyi değiştirirdi ki? akif, kendini bulmuştu. doğru ya da yanlış. _ Sonrası nesin otobüsten indi. ilk mola yerinde uyumuştu. şimdi karnı açtı ve sigara içmek istiyordu. yemek bekleyebilirdi; sigarasını yakıp tesise bakmaya başladı. eski konaklara benzetilmeye çalışılmıştı. büyük pencereler. tahta kirişler.

afro


66

ışıklandırmalar. lambaların sırasında yürümeye başladı. dinlenme tesisine girecekken birinin adını söylediğini duydu. yıllar öncesinden bir ses. bu sesin “songül!” diye bağırmasına alışıktı. akif’le dilek’in babası ali amca. dönmeye cesaret edemedi. tam yürüyecekken durduğundan dolayı duymamış gibi de yapamazdı. bunu yapmasını gerektirecek ne vardı ki zaten? ali amcası, sezonluk olarak bir otelde çalışıyordu. soğuk hava deposundan mutfağa malzeme götüren kamyonun şoförlüğünü yapıyordu. günde birkaç sefer. sonrasında dilek’i oda servisine, akif’i de mutfağa aldırmıştı. her yıl mayısın ortasında güneye gidiyorlardı. haftalık izinlerde havuzu, barı, restoranı kullanmaya izinleri vardı. songül teyzesi de bu zamanlarda köyde kalıyordu. sezon kapanınca bir haftalığına o da geliyor ve bir hafta tatil yapıyordu. nesin hiç çalışmamıştı. mahallenin şanslı, okuyan çocuğu olmuştu. bu insanların yorgunlukları hakkında bir fikri yoktu. burnu havada değildi. sadece yaşadığı hayattan dolayı bu durumdaydı. kendine seslenen akif’ti. o da neden seslendiğini bilmiyordu. nesin onlara döndü. mahallenin ikizleri ve ali amcası. şaşırmıştı şaşırmasına da ne yapacağını bilemedi. sadece gülümseyerek onlara doğru yürüyebildi. ali amcasıyla sarıldılar. çocukken bulunduğu yerde duramasa da kendisine hep babacan davranmıştı. o an sırtını sıvazlayan adamı da songül teyzesini sevdiği kadar severdi. dilek’in elini sıktı sadece. ama samimiydi. çaresizlikten ya da anlatamadığı şeylerin gölgesinden uzaktaydı. akif’le birbirlerine baktılar, ikisi de ne yapmaları gerektiğini kestirmeye çalışıyorlardı. nesin öne çıkarak akif’e sarıldı. yaşadıkları hayatlar tamamen küçük anlardan oluşuyordu. dilek nesin’in elinin sıcaklığını düşünürken, elinin yumuşaklığının ve serinliğinin karşısındakini nasıl etkilediğinin farkında değildi. ali amcası, evladı gibi

afro

gördüğü birini uzun zaman sonra bağrına basmasından ziyade kendine istekle sarılınmış olmasının hoşnutluğu içindeydi. akif, onca şey yaşadığı birinin kendine neden sıkıca sarıldığını düşündü kısa bir an. özür dese, neyin özrü olabilirdi? nesin’i hiç dinlememişti. maç yapmayı sevmediğini ve beceremediğini bildiği halde, öncesinde oyuncaklarını paylaştığı, hatta hediye ettiği halde. sonrasında zaten nesin okumaya dışarıya gitmişti. hafta sonu karşılaşırlarsa sadece başlarını eğerek selam veriyorlar ya da basitçe naber deyip geçiyorlardı. dilek, akif’in nesin’e yaptıklarından dolayı ağlardı hep. bu bir özürse o da özür dilemeliydi, şu an. nesin’e sıkıca sarıldı. çay içip tostlarını yerken muhabbet ettiler. ali, nesin’e otelde nasıl çalışmaya başladığını anlattı. akif’i ve dilek’i nasıl yanına aldığını. bir ara nesin lavaboya gitmek için izin istedi. dönerken dört çay daha söyledi. tüm hesabı kapattı ve masaya döndü. “otobüs molaları biraz daha uzun olsa çok güzel şeyler yaşanabilir belki.” nesin, lisedeyken böyle düşünürdü. ama anons yapılıyordu. ali amca, ayağa kalkarken dört çayı bırakmaya gelen garsona “hesap ne kadar?” dedi. garson başıyla nesin’i gösterdi: “beyefendi kapattı hesabı.” akif ayağa kalktı ve sakin bir şekilde “yıllardır hiç değişmedin değil mi?” deyip yürümeye başladı. dilek ve ali amca da ayaktaydılar. ali amca “kusurumuza bakma evladım. iyi yolculuklar.” deyip otobüse doğru yürümeye başladı. dilek’in elinden tutuyordu. nesin oturduğu yerde kalakaldı. giderken dönüp kendine bakan dilek’i görmedi. çay bardakları neden bu kadar yabancı gelirdi ki insana? kendi çayını bitirdi. aynı garson tekrar geldi ve: “tazeleyeyim mi abi? ikramımız.” dedi. nesin böyle bir anda konuşmazdı normalde ama garsona “hiçbir şeyden haberin yok. değil mi?” dedi. garson masadaki boşları aldı ve sakin sakin: “kimin var ki be abi?”


63 67

Fatih’teki geleneğe dönüş kapısı: Dylemi Sahaf Sizi sadece eskiye değil bilgiye ve düşünceye götürecek kitaplara ulaştırır.

Tlf: 0555 462 58 21 Facebook: www.facebook.com/dylemi.sahaf Adres: Zeyrek mah. Kıztaşı cad. 42/a Fatih-İstanbul

afro afro

Her türlü eski kitap, plak, eski gazete, eşyanız evinizden alınır. Her pazartesi ve perşembe günleri saat 17:30’da kitap mezatı-müzayedesine tüm kitap severleri bekliyoruz.


68

afro

afro


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.