EMEĞİN SANATI YAZILARI - ALİ ZİYA ÇAMUR

Page 1

EMEðiN SANATI YAZILARI AlÝ ZÝya Çamur

Emegin Sanatı E-Yayınları


2


EMEÐÝN SANATI YAZILARI ALÝ ZÝYA ÇAMUR Emegin Sanatı E-Yayınları Emeğin Sanatı E-Kitaplığı Düşünce Dizisi - 3 Temmuz / 2012

3


EMEĞĐN SANATI YAZILARI Ali Ziya Çamur Kapak Düzeni: Ali Ziya Çamur Yayın, Tasarım ve Düzenleme: A. Z. ÇAMUR Emeğin Sanatı E-Yayınları Emeğin Sanatı E-Kitaplığı Düşünce Dizisi:3 Temmuz 2012

Emeğin Sanatı E-Yayınları Emeğin Sanatı E-Dergisinin yan kuruluşudur. Đlgili web adresleri: http://emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com http://emeginsanati.blogspot.com http://issuu.com/emeginsanati

Emeğin Sanatı E-Yayınları e-posta adresi: emeginsanati@gmail.com

© Bu e-kitabın tüm hakları Ali Ziya Çamur’a ve Emeğin Sanatı kolektifine aittir. Bu kitap ve kitabın özgün özellikleri Emeğin Sanatı kolektifine aittir. Ali Ziya Çamur’unve Emeğin Sanatı Kolektifinin izni olmadan hiçbir biçimde taklit edilemez, kopyalanamaz, çoğaltılamaz. Ancak kaynak belirtilerek alıntı yapılabilir.

4


SUNU

EMEĞĐN SANATI YAZILARI, Emeğin Sanatı E-Dergisinin yayına girdiği 1 Aralık 2006 ile 100. sayısını yayınladığı 1 Ağustos 2011 arasında benim yazdığım sunu yazılarının seçilmesinden oluşmuştur. Önsöz yazılarına yer verdiğim arkadaşlarım Uysal Himmet Aslan ile Yaşar Doğan da kimi zaman dergiye sunu yazıları yazdılar. Bana ait sunu yazılarını seçerken derginin oluşumu ve gelişimine emeği geçmiş bu iki arkadaşın yazılarını da ÖNSÖZ I-II-III başlıkları altında yayınlamayı uygun gördüm… Bu yazılarda, Emeğin Sanatı E-Dergi’nin yayına başladığı günden bu yana gündem ve sanatla ilişkili değerlendirmekler, eleştiriler ve polemikler bulacaksınız. Her yazı, o günün gündeminin içeriğini de taşıdığından, E-Dergi’nin altı yıllık serüveni içinde gelişen olayları, yapılanları ve yaptırılanları da görebileceksiniz. Ama yazıların hemen tümünde, E-Dergimizin yayın politikası, sosyalist sanata ve sanatçıya yönelik düşünceler, önermeler ağır basmaktadır. Belki kimi zaman yazılarda bir tekrar havası da sezeceksiniz. Ama bu “tekrar”, aslında hiç değişmeyen baskıcı, egemen iktidarların hiç değiştirmediği ya da değiştirmek istemediği gündemlerden de kaynaklanmaktadır… Yazıların hiçbirinde umutsuzluk, karamsarlık, yılgınlık yoktur. Hepsinde de geleceğe dönük umutlar, eylem çabaları ve devrimci sanat eylemcisine nesnel notlar vardır. Açıkça söylemeliyim ki yazıların bazısında önceden hazırlanmış özenli bir anlatım vardır. Kimisi de üst üste gelen gündem değişimlerinin ve dergiyi yayına son anda yetiştirmelerin aceleciliği vardır. Ama bu durum, yazıların niteliğiyle ilgili değildir. Emeğin Sanatı E-Dergi’de 1. ile 100. sayı arasındaki tüm sunu yazıları arasında bir seçme yaptım. Okura Emeğin Sanatı ile ilgili bir fikir veremeyecek, daha çok gündemle ilgili ajitasyonun ağır bastığı yazılar bu e-kitaba alınmadı… Elbet yayınlanan sunu yazılarının bazılarında da bir ajitasyon havası bulacaksınız. Ama bu ajitasyon; sosyalist sanata ve sanatçıya ve sosyalist sanat çevrelerinin birleşmesine dairdir. Yazıların sonunda, Emeğin Sanatı E-Derginin 100. sayısının yayınlanması nedeniyle Lütfiye BOZDAĞ arkadaşımızın benimle yaptığı ve BĐRGÜN Gazetesinin 14 Ağustos 2011 Pazar ekinde yayınlanan röportajına da yer verildi.. Tekrar söylemek gerekirse, bu yazılarda kendi adıma hiçbir şey yoktur. Var olanlar, sosyalist sanata, emeğin sanatına ve sanatçılarına dairdir.

Ali Ziya Çamur

5


Ali Ziya Çamur’un Emeğin Sanatı E-Yayınevinde Yayınlanmış E-Kitapları:

Kalp Örsünde Karanfil (Şiir) - ALĐ ZĐYA ÇAMUR http://issuu.com/emeginsanati/docs/kalp__rs_nde_karanfil_._ekitap?mode=window&backgroundColor=%23222222

Umut Sarkacında Yaşam (Denemeler) – ALĐ ZĐYA ÇAMUR http://issuu.com/emeginsanati/docs/umut_zincirinde_ya_am.ali_ziya__amur?mo de=window&backgroundColor=%23222222

Hayatın Sesleri ve Yüzleri (Kısa Öyküler) – ERDOĞAN TEZGĐDEN (Takma Adıyla) http://issuu.com/emeginsanati/docs/erdo_an_tezgiden__yk__kitabi?mode =window&backgroundColor=%23222222

6


ÖNSÖZ Nereden çıktı bu dergi? Toplumsal yaşamın rastlantısal, serseri, ‘’özgür’’ atomik parçaları haline getirilmiş bulunuyoruz. Yaşamımızı toplumsal yaşamdan, anlarımızı toplumsal tarihten, dahası giderek bireysel tarihlerimizden ayrı algılamamız isteniyor. Toplumun birinci ve ikinci tekil şahıslara parçalanmasıyla yetinilmiyor, birinci ve ikincil tekil şahıslar da organlarına parçalanıyor. Đnsan hiç bu kadar sayısallaştırılmadı, hiç bu kadar markalanmadı, hiç bu kadar kayıt altına alınmadı, hiç bu kadar izlenmedi, hiç bu kadar kontrol edilmedi, hiç bu kadar yönlendirilmedi, hiç bu kadar sürüleştirilmedi. Tarihte tüm toplumsal, bireysel yaşamın bu kadar merkezi olarak kontrol edilebildiği, yönlendirilebildiği bir dönem olmadı. Tarihin hiçbir döneminde bu kadar derin ve bu kadar yaygın bir iktidar olmadı. Birey insandır. Đnsan, kendi türünün tarihinde etkili eleman olan tek canlıdır. Đnsan hiç bu kadar etkisiz eleman olmadı. Bu dergi insana biçilen bu donun en yırtık yerinden, birey ve toplumun hiçbir alanda olmadığı kadar ayrışarak birleştiği yerden, yani sanattan fırlamak iddiasındadır. Tarih hiç bu kadar özgürlük aracı biriktirmedi ve bu araçlar hiç bu kadar köleleştirmek için kullanılmadı. Bir diğerimizin bileğindeki zincir baklalarına ses çıkarmadığımız, dahası bunu kabullenen insan yoldaşlara diyecek bir şeyimiz olmadığı sürece kendi yaşamımızın da imparatorların sofrasına meze olacağını biliyoruz. Bilgiyi bilince dönüştürmek istiyoruz. Yapıtına ihanet eden sanatçı da gördü tarih, sanatçısına ihanet eden yapıt da. Sanatın tüm taraflarında gördü bunu. Sorgulamamak kendini zincirlemektir. zincirletmektir. Bunlar putlaştırmadır ve çağımızda gelen yayın politikamız şudur: kralcı Balzac’ın yayınlamak ama en keskin, en ünlü sol kalemin durmak taraflısıyız.

Sorgulatmamak bir diğerini markalaştırmadır. Buna karşılık aklın zincirlerini kıran yapıtını düzenle barışık yapıtından geri

Bu sadece içeriğe bakacağız demek değil. Düşünceyi yüreğe, duyguyu beyne aktaramayan ürün etkisiz elemanı birey olmaya yükseltemez. Bunu başaramayan sanat hangi sloganı atarsa atsın parçalanmış insanı bireyde bütünleyemez. Sanatta mükemmelliği insanda var olan her duyuya aynı anda ve y/etkin bir dokunmayı başarmak olarak tanımlıyoruz. Her mükemmel yeni bir mükemmel tarafından aşılabilir diyoruz. Öyleyse, duyduğunu düşündüren, düşündüğünü hissettiren yeni bir

7


biçemi eski biçemin yasalarıyla sorgulamak yerine, onunla eski biçemin yasalarını sorgulamayı tercih edeceğiz. Bu demektir ki önce eleştirmen değil, önce o sanat yapıtı tarafından muhatap alınan birey olmayı önümüze koyuyoruz. Biz bireyi ‘Donkişot’ olarak, devrimi ‘yürüyüş güzergahı’ olarak tanımlıyoruz. Đddialıyız. Hayır, milyonlara ulaşma iddiasında değiliz. Milyonlarla içinde bulunduğumuz yaşama iki kişilik bile olsa bir çentik atma iddiasındayız. Sanat için yapılan bir kavganın, kavga için yapılan bir sanatın tarafıyız. ‘’Özgür çocuk’’lar bizden diledikleri kadar uzak durabilirler. Biz gözlerin yumuk olduğu yerlerde kameraların açık olduğunun farkındayız. Anadolu topraklarında yaşayan her dili anamızın dili kabul ediyoruz. Bireyin tekellere karşı ilan ettiği tek yanlı ateşkesi sanat ve düşünle her dilden baltalamak için varız. Bu 1 yıl var olma ve emekleme aşamamızdı. Ve bu bir yıl içinde “rüşt”ümüzü dosta, düşmana ispat ettik. Bundan sonraki süreçte Çıtayı biraz da ha yukarı kaldıracağız. Her ürün verenden ürünü üzerine düşünmüş olmasını isteyeceğiz. Ürününün tarifini, hangi yolda yürümeyi düşündüğünü soracağız. B i z, t a k l i t e d i l m e k i s t i y o r u z !..

UYSAL HĐMMET ASLAN

8


ÖNSÖZ II Merhaba Eski tası, eski hamamı kafatasımızdan çıkarıp atma zamanı geldi geçiyor! Emperyalizm sadece güncel yaşamımızı zehirlemedi; artıklarıyla, pırtıklarıyla, doyumsuzluğuyla, Dünyamızı tehdit ediyor. Takınmadığı maske, oynamadığı oyun, bölüp parçalamadığı topluluk yok gibi. Đklimlerimiz de etkilenmiştir, sadece bizi değil, doğayı bile kıskacına aldı. Her şey alt üst olmak üzere, belki Mutasyon safhasına girdik de haberimiz bile yok birbirimizden. Arkadaşlar! Tarih ve tabiat bizden yeni bir sayfa açmamızı bekliyor! Bırakın diyor uçurumlarıma egolarınızı egoistliğinizi! Böyle paramparça hiçbir yere varamaz ve kendinizi küçük çapta heder edeceğinize toparlanıp dirilin! Direnin! Hep beraber ve geleceğiniz için, kollarınızı sonuna kadar sıvayıp işe girişin diyor hemen. Bu işin hep başında kaldık çünkü tunç çağı mantığıyla bağlandı göbek bağımız. Ticaret usulü kurulmuş olan devlet sistemine ne kadar kırmış olsak ta kölelik zincirini bu boyutta, modern köleler olmaktan kendimizi kurtaramadık. Emperyalistlerin ortak bir dili ve dini var: o da para. Ama büyük insanlığın sefaletten başka ortak bir dili yok maalesef. Artık o tenimize yapışmış olan o terden sırılsıklam mintanı da üstümüzden atıp bütün insanlığın ortak dilini giyinelim! Sadece ulus olarak değil, dünyalı bütün kardeşlerimizle ayni dili konuşup büyük kavgada yerimizi alalım! Ama eskisi gibi parçalana parçalana değil. Her yerde birbirimizi bulup bütünleşerek bir tek el gibi bir elin beş parmağı gibi! Sürüp yolları kokumuzu ala ala buluşalım evrensel yaşam zirvesinde! Zira bizim onlara değil onların bize ihtiyacı var, var olmak için! Đki yakamıza vantuzlarıyla yapışmış olan bu belayı başımızdan def etmenin sırası çatmış gayri kaşlarını. Dev aynalara değil, artık birbirimizin yüzüne bakalım. Kucaklayıp, koklayalım gayri birbirimizi. Birbirimizden farklı oluşumuz zaten doğal bir oluşum, tabiat içerikli realizmdir. Nasıl gülü, begonyayı, orkideyi inkâr edemezsek şimdi! Arkadaşlar ey memleketimin, biricik dünyamızın insanları! Kâinat doğal olarak bize gerekli olanı sunmuş ama bir lokma ekmek, bir yudum su, bir birim ışık, bir dilim huzur, kucak dolusu dostluk ve kardeşlik için bir sıcak yuva için; bin bir dereden kalburlarla kamburumuz çıkana dek getirmeye kalkmadığımız su yok an ola, ant ola. Oysa insanın, onuruyla yaşayabilmesi için, her şey mevcut burada. Karteller onu tutup almış elimizden saflığımıza gülümseyerek bir sabah en iğrenç şamarıyla gürlerken ensemizde. Ama yirmi birinci asır kapadı elleriyle gözlerini tutamaz oldu hıçkırıklarını. Biz tıkayıp bu realiteye kulaklarımızı iki gün yaşarız, üçüncüsü hiçbir yerde yok. Teori de pratik de solmak üzere olan ışığımızın kursağında kuşpalazı, hemen yaşam istiyor can. Kurcalayıp durma kaşınan yaşamın kulak zarını, benden iki şey fazla bilsen de yürekten kopup gelen bu sesle birleş, piroman, korsan, terör, anarşist

9


ve hatta büyüklük deliliği, ne olursan ol, halksız hiçbir hakkına kavuşamazsın! Gel cevherinle buluş! Đhtiyaç zaten ispat edecek kendini! Karizma krizantemlerini çoktan insanlığın obasında yaktık kucaklayıp bizi üşümesinler diye tek başına. Nereye ve kime küsüp gitsen de dünya, dünyamız, bir tek ve tek başına bir yaşam!

YAŞAR DOĞAN

10


ÖNSÖZ III

Devlet kavramını bile sarsan; azgın neoliberalizmden, beklenmedik bir şamar yiyen kapitalizm, yeni bir oluşumun kapısında var olan gücüyle bütün edinimlere topyekun saldırıyorken; bir yanda da halkları daha da yoksunlaştırıp alım gücünü azaltıyor. Eski çağ köleliğini aratmayacak bir ortam hazırlayıp Kadir Beyin Külahı gibi kafamıza geçirmeye çalışırken, sunabildiği kadar bütün çaresizlikleri sunarak, bize büyük görevler üstlendiriyor! Bu nedenle kaçınılmaz olarak yeni bir oluşuma gidilirken perspektifleri de genişletmeliyiz. Nereye mi koşalım, dengesi tamamen bozulan dünyanın imdadına mı yoksa her gün biraz daha felç edilen hayatlarımızın imdadına mı? Hayır! Koşmaya başlamadan önce oturup düşünelim. Efektiflerimizi gözden geçirip kimin hangi cephede daha başarılı olabileceğini inceleyip, üstümüze düşeni en güzel ve kararlı bir şekilde, realist olarak, reel anlamıyla günümüzün koşullarına uygun olarak hayata geçirelim! Kalemi durmadan, kılık değiştiren burjuva demokrasisi tarafından dize getirilmiş ve kırılmış halkların sesi mi olmak istiyoruz, onlara hâlâ sönmemiş ateşlerin ve ışıkların olduğunu mu göstermek istiyoruz, bağrımızı açarak bütün haksızlıklara karşı, halka halka! O zaman susmayalım! Tavrımızı koyalım! Tavrımızı koyarken de ezbercilikten kaçınalım! Kapitalizm her zaman nabız yoklayarak yola çıktığı için, “al da bizi biraz gezdiriver” reflekslerinin o çok yönlü esnek ve estetik tetikliği arasında (etki-tepki). Reflekslerin eşleştiği kulvarda; hadi göster bize aksiyona karşı reaksiyonun etkisini. Yalnızlık şu fena şey değil mi kardeş! Hep tavizler vererek bugünlerin eşiğine kendimizi atmadık mı, satarak kamburlarımızı eski küllerden kalma hala sönmemiş alevlerinden sökün etmelerin yelleriyle savrula kavrula? Yani sabrımızı mı nabzımızı mı yoklayalım, yoksa sanat adına yapılan soytarılıkları mı dinlemeye devam edelim. Susalım mı? Sesimizi mi yükseltelim? Laf kalabalığını arşa mı çıkaralım? Bu aşamaya geldiğimizde bir daha oturup düşünelim. Tabii ki varız. Varsak, bu kavgada ne kadar varız. Mevcut olanla tam vücut olmamaya bizi iten içgüdülerin kavgasını inceleyelim. Yaşayan ölüler olmanın çemberini yarıp kapitalizmin ve neoliberalizmin bize zorla, demokrasi ve tercih adına direttikleri koşulları darmadağın etmenin yollarına hücum edip metodik bir şekilde geleceği, kendi geleceğimizi hazırlamaya koyulalım, bunu da yaparken hayali ve tahmini değil somut olarak yapalım ve onu gerçekleştirebilecek maddi ve manevi zemini hazırlamaya koyulalım. Bunu yaparken de kült semptomundan kaçınıp ipin ucunu bırakmayalım! Kavgaya daha sıkı sarılalım, Bedenine sarılmış olan yor/gan’dan sıyrılmayı bil… Ki bedenin bile onlar için bir ortak pazardır, kılın dahi kıpırdamaya gelmez. Göz açtırtmak istemezler sana. Üstüne, laboratuarlarında ürettikleri salgınları mahşer

11


şövalyeleri gibi salıvermek isterler ha bire. Bu bir ölüm kalım savaşıdır. Onu biz başlatmadık. Yediğimiz içtiğimiz, soluduğumuz ve hatta tuttuğumuz her şeyde bizden bir şeyler alıp gidiyor, gidiyorlar… Küreyi biz ısıtmadığımız halde ısınamayacağız birbirimize… Yıllardır yemeyip, içmeyip onları doyurmaya çalıştık – adamlarda ne doymayacak mide varmış, vay be-. Mide, mide değil ki toplu insan mezarlığı. Son ekonomilerimizi de kepçelediler bizi yerimizden yurdumuzdan edip işsizler ordusuna katmaya kalktılar, kapılarında zombiler gibi sürünüp duralım diye, her alanıma tecavüz etmeye kalktılar suratsız sürelerle çıkardıkları yasalar ve anayasalarla. Đşte bir kriz daha! Bütün kuklalar sarılmış sisteme kapitalizmi kurtarmaya çalışıyorlar. Daha beter bir talan evreni hazırlayıp soğuklarla beraber külah gibi kafamıza geçirmeye çalışıyorlar… Babil de meydan okumuştu gök kubbeye-ana-karaya, sonunu hatırlayabiliyor musunuz?

YAŞAR DOĞAN

12


3. SAYI Sanatta pek çok şey, sanatçının kişiliğine ve görüşlerine bağlıdır. Tek ve aynı nesnel gerçeği, her şeyden memnun olan, var olan tüm gerçeği olağan bulan sanatçıyla, olaylara ve olgulara eleştirel yaklaşan sanatçılar farklı görürler. Đşte bu fark, düş ile gerçek arasındaki çelişkinin dramatik biçimde farkında olan, ama kötülüğün düzeltilemez olduğuna inanan sanatçıyla, her şeyin iyiye doğru geliştirilebileceğine inanan, sanatını toplumsal kalkınmanın hizmetine adayan sosyalist gerçekçi sanatçı arasındaki farktır. EMEĞĐN SANATI, hep arka planda kalmış olanları tarihin ön safına çıkarmanın sanatsal mücadelesini verme amacıyla yola çıktı. Postmodernizmin yoğun saldırısı altındaki sanat alanında yeniden sosyalist gerçekçilik ateşini – şimdilik- internet üzerinden tutuşturuyoruz. Elbette sanat alanında gelişmeye ayak uydurabilmek için, bir yöntemi kaldırıp onun yerine başka bir yöntem getirmek yetmez; insanın çağında olanlara karşı duyarlı olması, yaşamı tanıması ve yaşamın akışını doğru algılayabilmesi gerekir. Sanatın gerçekle, okur ya da izleyicinin de sanatla ilişkisini çözümleyebilmek her zaman önemlidir. Okur ya da izleyicinin gerçekle ilişkisini çözümleyebilmek çok daha önemlidir. Đşte EMEĞĐN SANATI’nın çizgisi budur: “Gerçek” ölçütüne çağdaş bir anlam kazandırmaktır. Sosyalist gerçekçi sanatçılar olarak, devrimci tavır ve tarihsel sorumluluğumuzu emeğe ve insana saygıda birleştirdik. Ancak bu birlikteliğimiz sanata ve insana yaklaşımımızda, toplumsal sorunlara bakışımızdadır elbet. Buna karşın, her birimiz, sanatı yepyeni buluşlarla zenginleştirerek, kendi bireysel arayışlarımızı sürdürmekten de geri kalmayız. Đşte bu sayımızda da son on beş günün toplumsal ve yaşamsal yoğunluğunun izdüşümünü yansıtmanın yanında; estetiği, sanatta nesnel yasaların varlığını asla yadsımayan, hatta bu yasaların kesinliğini vurgularken, toplumsal yaşamın temel yasalarıyla aralarındaki ilişkileri ve karşılıklı etkileri üzerine yapıtlarını kuran sanatçı dostlarımızın yapıtlarını bulacaksınız.... 1 Ocak 2007

13


14


4. SAYI Devrim yoluyla burjuva gerçeği, sosyalist gerçeğe dönüşmeye başladığında, dünya edebiyatında da yeni bir tip gerçek kavramına gereksinme doğdu. Bu yeni bir tip gerçek kavramı, daha önceki dönemlerin büyük, estetik başarılarını devralmıştı ve tarihsel deneyim ve birikimden güç alıyordu. Baş kaldıran romantik kahramanı dikkatle inceledi. Kahraman, dış koşullar ile birey arasındaki etkileşmeden doğan gerçeklik ilkesine dayanıyordu. Bu gerçeklik, daha önce olanları aynıyla tekrarlamıyordu. Çünkü sosyalist gerçekçiliğin ele aldığı “akıl” soyut değil, tarih içinde somut bir “akıl”dı. Sonra dış koşullarla giriştiği savaşta yeni kahraman, yeni çevrenin içinde gelişmekte ve denetimi eline almakta olan yeni bir kaynaktan güç alıyordu. Sonunda yeni gerçekçilik, yeni kahramanı, —Marksçı anlamda— çevrenin belirlediği bir insan olarak yorumluyordu. Bu insan anlayışı da, her türlü bulanık düşüncenin ve otomatikleşmiş insan anlayışının tam tersiydi. Sovyetler Birliği Komünist Partisi Programını incelediğimizde, sosyalist gerçekçiliğin ana çizgilerini de buluruz: “Halk ile partinin birliği ve yakınlığı ilkesine bağlı SOSYALĐST GERÇEKÇĐ sanatta, yaşamın sanatsal açıdan yansıtılmasında gözü pek bir öncülük, dünya kültürünün ilerici geleneklerinin işlenmesinden ve geliştirilmesinden ayrılamaz... Yazarlar, ressamları yontucular, müzikçiler, tiyatro emekçileri ve film yapımcıları; çok çeşitli biçimleri, üslûpları ve türleri kullanarak yaratıcı girişimlerini ve ustalıklarını göstermede daha iyi olanaklar edineceklerdir.” Bu saptamadan yola çıkan GORKĐ, sosyalist gerçekçiliği, “Sosyalist deneyime dayalı, gerçekçi, mecazlı düşünmek” olarak tanımlar. Görülüyor ki, sosyalist gerçekçilik, yeni bir toplum kuran ya da kurmak için eyleme geçen; bu toplumun karşılaştığı ya da karşılaşabileceği sorunlara çözüm seçenekleri oluşturan, toplumun geçirdiği süreci yansıtan bir sanat yöntemidir. Sosyalist gerçekçilik, tarihsel görevlerin yerine getirilmesini, bu görevlerin insancıl biçimde çözümlenmesini, bunun kitlelerin savaşımıyla sağlanabildiğini; bu savaşımda kitlelerin değişime uğradığını göstermeyi hedefledi. Kaldı ki bu savaşım, salt savaş alanlarında verilen açık çarpışma değil, insan ruhunda geçen iç savaşımdı.

15


Bu iç savaşımın amacı, başkalarını yaratamayan, üretemeyen insanlar olarak gören; bilinçli disiplini hümanizme karşıt sayan, örgütlü takım çalışmasını bireyin gelişmesini engelleyici bir olgu olarak gören insanlar arasında sosyalizm karşıtı görüş ve inançları yok etmek çabasıydı. Günümüzde reel sosyalizmin gerilemeye geçişiyle birlikte kapitalizmin vahşi zafer çığlıklarının ardından yoksul emekçilere, ezilen uluslara saldırısı daha da yoğunlaşırken sosyalizmin, gerçek hümanizmin güvencesi ve tarihin yaratıcısı olarak gördüğü insanı yüceltme yolu olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Đşte Sovyetlerle birlilkte tükendiği öne sürülen sosyalist gerçekçilik dünya kitaplıklarında Gorki ile, Şolohov ile, Simonof ile, Ehrenburg ile, Mayakovski ile, Yesenin ile sürmektedir. Bu yazar ve şairlerin devrinin bittiğini ileri sürme cesaretini kim bulabilir?

Yeniden sosyalist gerçekçiliğin oluşumunun temel taşı burada atılıdır... EMEĞĐN SANATI olarak sorumluluğumuz, çağımızın gelişimini ve yeni beliren çelişkileri göz önünde bulundurarak sosyalist gerçekliğin yeniden çağcıl dönüşümünü tasarlamak, yaşama geçirmektir. Sanat alanını kaplayan postmodern mantarların iç yüzlerini ortaya çıkarmak, sanat yapıtını metalaştırma çabasında olanların karşısına duvar gibi dikilmektir. Bu bağlamda “toplumcu gerçekçiler”le de karıştırılmamamız gerekir. Çünkü aramızdaki fark, diğerinin Türkçeleştirilmiş olmasının çok daha ötesindedir... Çünkü “toplumcu gerçekçi”lerin gerçekliği, düzenin duvarlarıyla sınırlıdır. Daha ilerisine gidemezler. Bir yönüyle düzenle uyumludur çabaları. Biz “yeniden sosyalist gerçekçiler” bu konuda sınırları aşma çabası ve savaşımı içinde olacağız.

15 Ocak 2007

16


6. SAYI Đnsanlığın tüketim aracı olarak sunulduğu dünyamızda biz gene sanat cephesinden insanca bir yaşam, insanca bir düzen için bayrağı yukarılara çekme çabasındayız... Yarına umudumuz, insana sevgimiz, yaşama tutkumuz, yüreğimizde inancımız, haksızlığa patlayan öfkemiz, beynimizde bilimle biçimlenen bilincimiz, her türlü baskı ve işkenceye “offf!” dedirtmeyen sabrımız, bizi biz eden onurumuz var olduğu sürece bu çabamız sürecek, yeniden sosyalist gerçekçiliği haykıran sesimiz daha da gürleşecek. Kör dumanların savrulduğu yaşamın sarp dönemeçleri bizleri kaosları içine çekmeye çabalarken, ak ve kara, yalan ve gerçek, yanlış ve doğru terazileri harıl harıl düşünce üretiyor. Bağnazlık tüketiyor. Bir yandan bozulan dengeler, bizleri de, ülkemizi de çarkları arasına çekme hevesindeyken, bir şeyler var ki çarkları sıkıştırıyor; istediği gibi duygularımızı, düşüncelerimizi öğütemiyor. Ne kadar yağlansa da oynak yerleri, zorlanıyor çark, rahat dönemiyor, duygu ve düşüncelerimizi dönüştüremiyor. Nedir, düzenin ve düzensizliğin çarklarını zorlayan güç? Umuttur birisi. Arzuların gün doğrusu yelinden gönlümüzün ortancalarını okşar. Sevgidir birisi. Karanfil düşlerimizin hedefini arayan özlem başlıklı peri bacası! Tutkudur birisi. Gül sağanağından şemsiye açmadan, gönül köprüsünden süzülen aşk bulvarına çıkan son kavşak. Đnançtır birisi. Zulüm zincirinin sarkacından boşanan kavun içi gölgelerin pembemsi uç veren kandili. Öfkedir birisi. Deli çaylar gibi gönül dağlarından boşanan, yankısız gecelerin kulağında çalan gonk. Bilinçtir birisi. Beynin yeğin kıvrımlarından dolana dolana doğan, ebemkuşağından yüreğe dolan pusula. Sabırdır birisi. Kuşatılan yıldızların bumeranglarını geri dönemeden tutan ve sardunya dalına destek kılan isyan.

17


Onurdur birisi. Kuşatmalardan süzdüğü direnci, bahar doruklarına tırmandıran kardelen! Đşte, filizkıran fırtınasındaki düşlerimizi, komaya düşen hasretlerimizi düzensizliğin yağlı çarklarına kaptırmaksızın ayakta dimdik yaşatan burçlarımız... EMEĞĐN SANATI, bu burçlara ses veriyor, sesini katacak ses arıyor...

15 Şubat 2007

18


7. SAYI Elbet herkesin sanata farklı perspektiflerden bakması doğal… Ama bizim sanatsal tavrımız da belli. Öncelikle şunu vurgulamak gerekir. Sanatın çıkış noktası, “güzel”in kaynağı eylemdir. Bir sanat yapıtını başarılı kılan da yapımındaki emektir. Her sanat verimi, bir taşın üzerine yeni bir taş koyma edimine tanıklık eder. Đşte bizim sanat anlayışımızda, bu emeği öne çıkarmak, emeksiz üretilen mızmız, içbükey sanat yapıtları arasından sıyrılıp sesimizi yükseltmek önem taşımaktadır. Sosyalist gerçekçi sanatın basit, insana seslenmenin kolay olduğunu, sanatın düzeyini düşürdüğünü ileri sürenler görmediği, ya da görmek istemediği nokta şudur: Sanatından ödün vermeksizin, ilkelliğe, şematikliğe ve popülistliğe kapılmaksızın, devrimci bir tutumla emek için, insan için yazmak, yazarken de yazdıklarının kitlelerin nabzında atabilmesi hiç de kolay değildir. Sosyalist gerçekçilerin güncelde kaldığını bu nedenle yarına kalamayacaklarını söylemeye dili varanların Nâzım Hikmet’i görmezden gelmelerine ne demeli? Elbette güncel gerçekçiliğin önünde sığlık ve geçicilik gibi önemli tuzaklar vardır. Asım Bezirci, bu tuzaklara düşmemenin yolunu gösteriyor: “Süreklilik ve derinliğe varmak isteyen sanatçı, çelişkiler düzenini göz önünde tutmak zorundadır. Bunun için, ele aldığı gerçekliği belirleyen özgül çelişkiyi bulmalı, onun adı geçen temel, yan ve dış çelişkilerle ilintilerini araştırmalıdır. Özgül çelişkiyi oluşturan karşıtlardan değiştirici ve tutucu olanları ayırt etmelidir. Gerçekliği, değiştirici karşıta göre sergilemelidir. Çünkü değiştirici karşıt, geleceğin tohumudur. Bunu başarabilmek için de, sanatçı, olayların izleyicisi değil, olayların önünde gitmesi, yolun ilerisini aydınlatması gerekir." Biz yeniden sosyalist gerçekçiler için geçerli olan, sanatı donduran ölçütler değil, canlı bir sanatın canlı bir estetiğidir. Burjuva sanatçılarından ayrılan bir diğer önemli yanımızda parçalayıcı değil, çözümleyici oluşumuzdur. Bizim sanat anlayışımız, dayatmacı değil, tam tersine zorlamacılığa ve tekelciliğe olmaktır. Kısacası yeniden sosyalist gerçekçilik, toplum ve doğa içindeki insan gerçekliğinin imgesel bir yolla ve estetik bir biçimle dile getirilmesidir. Bu dile getirmede, daha doğrusu temsil etmede temel öğe insandır. 1 Mart 2007 19


20


12. SAYI Vatandaşla, emekçilerle devlet ve iktidar arasında tırmandırılan Başkumandan şanlı valinin yönettiği 1 Mayıs Đstanbul Meydan Muharebesi bitti. Geriye 1 ölü, 900’u aşkın tutuklama, gözaltı ve polis copu, botu ve gazı altında harap ve bitap düşmeyen binlerce yaralı kaldı. Ama hepsinin kafaları, kolları sarılı olsa da, yedikleri bolca gazdan ses çıkaracak hâlleri kalmasa da gözleri ışıl ışıl, cıvıl cıvıldı. Bu arada ülkeyi Cumhurbaşkanlığı festivali sarmışken bando sesleri bütün sesleri bastırdı. Elbet tüm bu gelişmelerin sanata yansımayacağını ya da yansımaması gerektiğini düşünmek de safdillik olur. PLEHANOV, “Sanat ve edebiyat toplumsal yaşamın aynası olmalıdır” derken, bir başkası KEN BAYNES, “Sanat toplumda yaşayan bireylerin yaşamlarını etkiler ve toplum, sanatın olası içeriğini ve işlevini belirler. Bu ağın birleştiği noktadadır sanatçı” ve onun yaptığı şeyler.” diyor. Yaşadığımız olumsuzlukların içinde bizi yaşama, yaşama bizi bağlayan tek ve en güçlü bağdır sanat. Hani Sait Faik, bir deniz emekçisine emeği karşılığı birkaç para etmeyen balığı bile vermekten kaçınan emek sömürücülerini gördükçe hemen kalemini açmış, tütüncüden yazı kâğıdı almıştı ya… Đşte bize de karşılaştığımız, yaşadığımız, ezilip horlandığımız, sömürüldüğümüz dünyamızda çıkış yolumuzu ışıtır sanat ve edebiyat. Yazmak, insanın kendi evreni ve dünyasıyla kucaklaşması, kendi kendisiyle iç söyleşisi, dertleşmesidir. Bazı yazarlara göre de kendi kendisiyle cebelleşmesidir. Kâğıt ve kalemle buluştuğumuzda, bilgisayarın ya da daktilonun başına çöktüğümüzde evren ellerimizin altındadır. Olanların, bitenlerin, görülenlerin, duyulanların yüreğimize ve beynimize düşen yansıması gönül çağlayanından dökülmeye başlar. Beynimiz ve yüreğimiz, günlük sıkıntı ve bunalımların dar patikasından umut ve özgürlüğün bulvarlarına dökülmeye başlar. Gönül gözlüğümüzün camı, gri dumanlarından sıyrılarak pembeye, maviye, yeşile dönüşmeye başlar. Parmaklarımızın ucundan ebemkuşağı akar kâğıda. Kimileri yazmayı, soluk borusuna kaçan bir nesneyi öksürerek çıkartmaya benzetir. Kimilerine göre de can sıkıntısı sağanaklarına bir saçak altı bulmaktır. Öyle ya da böyle, duyan kulak, gören göz, düşünen beyin, kıpraşan yürek, söyleyen dil için yazmak bir mutluluk, bir gereksinimdir. Çünkü dünyada kişinin varlığı, uzayda doldurduğu boşlukla değil, dünyaya kattığı duygu, düşünce ve gözlemle anlam ve derinlik kazanır. 21


Görüldüğü gibi amacımız, kendimiz değil, hepimiz!... Yaşamda karıştığımız zorluk ve güçlükler karşısında, sabrımıza öfkemize dönüştüren olayların içinde işbirlikçi siyasetçi susar. Arını bırakmış kâr peşinde tüccar susar. Geçmiş defterlerin karıştırıcıları, bencil hesapların buzlu sularında kaynayanlar susar. Ama insan olan susamaz. Sanatçıyım diyen, şairim diyen hiç susamaz. “Đnsanlık yara almışsa sanat yoktur artık. Güzel sözcükleri bir araya getirmek sanat değildir. Đnsanların kara yazgılarından etkilenmezse insanları nasıl etkileyebilir sanat. Sanat en büyük sanata çıkmalı, yaşama sanatına.” diyor BERTOLT BRECHT Usta. Đşte bizim çizgimizin belirleyiciliği ve zorlayıcılığı burada başlıyor. Emeğin Sanatı’nı giderek büyüten, belli çizgiye oturtan da bu sorumluluğumuz, bu tavrımızdır.

15 Mayıs 2007

22


14. SAYI Miting, darbe, bomba, savaş, sınır ötesi harekât, operasyon, seçim, geçim derken yaz geldi. Her ne kadar “en sıcak yaz olacak” deseler de yorumcular ve tahminciler; biz ne sıcak yazlar yaşadık… 14. “Merhaba”mızı biraz daha iyimser bir bakışla sunalım size: Kar ve buz, yüreklerimizin baharında eriyor. Hüzünler buharlaşıp uçuyor. Yeni bir yaza daha umutla başlamanın mutluluğu okunuyor gözlerimizde. Özlemler damlıyor her yağmurda topraktaki tohuma. Bu özlem, bir de bakıyorsunuz, dağların üzerinden umutlarımıza rengârenk bir köprü kuruyor. Bir yağmur sağanağı, bir güneş ve renk renk açan gök kuşağı çiçeği! Yaşam da böyle değil midir? Her fırtınanın sonunda kırıldığı yerden çiçekler yeni bir filiz vermez mi? Her gecenin sonunda şafağın altın yüzü bizim korku ve kaygılarımızı temizlemiyor mu? Evet, yorulmaz işçileri olmalıyız, sevginin, umudun ve özlemlerimizin. Gökyüzünden toprağa düşen ince koku burnumuzda; ırmağın köpüğüne karışan türküler kulaklarımızda; yaz günlerini özleten gecenin ayazında sobanın çıtırtısı tenimizde; sevginin uyandırdığı terde denizlerin tuzu dilimizde; yemyeşil gölgesini anımsatan sarı çınar; soframızda ekmeğin tohumunu taşıyan buğday, geçmiş yüzyılların anısı, bir yıkıntı gözlerimizde yankılanmalı. Güzel günlerin ve tüm güzelliklerin hatırına… Umudu küçücük bir tohuma sığdırıyor köylüler. Đşçiler, bileklerinin dönencesinde alın terlerini süzüyor gelecek için. Bir kalemin dar gölgesine sığdırıyor umutlarını memurlar. Kadınlar, genç kızlar; bir iğnenin gözüne, ya da bir tığın, bir şişin ucuna sığdırıyorlar kaygılarını, özlemlerini, korkularını, dileklerini... Ağır uğraşların yorgunluğunda, yaka paça kavgaların soluğunda, gecede çığlık çığlığa yankılanan sorularda yaşamın yüklendiğimiz ezici ağırlığını atmanın yolu daha önce ilgi ve dikkatle bakamadığımız durumlara yüreğimizin merceğinden bakmak, kısaca yaşadığımızı görmek değil midir? Sevinç yüzlü bir çocuğun bir ırmak kıyısında taştan taşa sekmesi ya da deniz kıyısında taş sektirmesi. Mavi gökyüzündeki buluta sıçrayan dalga, çorak toprakta yeşeren tohum, karanlık yer altından aydınlık yeryüzüne patlayan çiçek. Taze koparılmış bir ekmeğin kokusunda gülüşlerimize sinen sevgi. Suyun ışıltısındaki umudun pırıltısı....

23


Yaşama bu yüzle baktıkça dışımızda çizgiler, içimizde ezgiler çoğalır. Uzak özlemler yakınlaşır. Yürünecek yerler çoğalır. Penceremiz hep gündoğumuna açılır. Yenilgiler, yaşam adlı bir sonsuz çalkantının köpüğünde erir. Turnalar geçer çizerek mavi atlaslara özgürlüğün resmini, taşır terkilerinde bulutları. Türküler öyle işler ki yüreğe, söker tüm dikenli telleri. Đşte yaşamak, her gün yeniden başlamaktır doğanın sonsuzluğuna. Yaklaşmaktır ölüme her gün yeniden kıl payı. Her gün dünyayı yeni baştan kuruvermektir. Duman duman bir perde ardından güneşe bakıvermek, sevginin mumunu sevgisizliğin kandilinde her gün yeniden yakıvermektir Ve yaşamak, direnmektir zulmüne sevgisizliğin. Karanlığın içinde bir kıvılcım çakmak; gerekirse Kerem gibi yanarak yok etmektir gücünü sessizliğin. Dengeyi kurmak, sevgiyle sevgisizliğin, bilgiyle bilisizliğin hesabını yapmak, derin derin soluk almak, pay koparmaktır dünyadan. Payınız tüm mutlulukların sığacağı genişlikte olsun!

15 Haziran 2007

24


16. SAYI Sıcağın her türünün birbirine girdiği, seçimle gerilen gevşeyen ve yeniden gerilme sürecine giren güncel politika yeni sorun işaretlerini doğuruyor art arda. Küresel burjuvazinin güdümünde yaşanan seçim sonunda elbette ki gene kazanan ĐŞBĐRLĐKÇĐLĐK oldu. Yaşanılan günler, umutla umutsuzluğu peş peşe kovalıyor. Gecikmiş gülüşler var göz bebeklerinde insanların. Kırılmış kapılara kilit vurma hevesi, avuçlara gizlenen özlemleri acının örsünde tava getirmeye çalışıyor. Şafağı kirletilmemiş ufukların sabahına serpilecek bir ışıkta gözler. Öfkeyi sevince taşırıyor yaralı günler. Saatleri zorlayan zaman, çılgınca bir nehirdir, akar şah damarımızdan. Yakamızdan düşmez olmuştur sıkıntılar. Köşe başlarında yakın takiplerin keskin gölgeleri sesi boğuyor. Kuşku rengindedir karanlık. Gülüşlerimize sinen taze ekmeğin kokusu terk ediyor yüzlerimizi. Ekmeğin ve suyun sabrında değer üretenlerin sesi, değirmenin çarkına çarpan akıntıda boğuluyor. Sevgiler artık aşılmaz dağların yücesine savrulan yellerde gizleniyor. Çağlayan sulardan sıçrayan damlada can bulan özlemlerimiz, ancak türkülerde kanatlanıyor. Seherlerin çiylerinde can bulan arzularımız, kirletilmiş bir gökyüzü ve yeryüzü arasına sıkıştırılarak ağulanıyor. Uçurumun kıyısından yıldız sayılmaz, yaralı yüreklerden sevda sağılmaz. Payımıza düşen: umut tohumlarını yıldızlamak! Sevinç yüzlü bir çocuk güzelliğinde, taştan taşa sekerek ellerimizde onarmalıyız umudu. Nergis tenli bir gelin sevecenliğinde yellere akıtmalıyız sevgileri. Bir sabah, penceremizi açmalıyız doğanın sonsuzluğuna. Bir öksüz çocuk gibi kucaklamalıyız hayatı. Đnadına doğan güneşe çıplak gözle bakmalı, çıplak elle dokunmalı. Yüreğimize sardığımız direnç, tohumu olmalı mutluluğun. Yaşam kokan her pırıltısında, gözlerimiz, kimsesiz ırmakları taşırmalı. Yanıtı bilinmeyen soruları, önce sormalıyız kendimize. Kendi yanıtımızı kendi başımıza bulmaya çalışarak... Mutsuzluğun kurağında sevgi yağmurları düşmeli tohumlarımıza. Günün beklenmedik yerinde zorlanan kapılarımıza yüreğimizin güzünden esen rüzgârı destek vurmalıyız. Karanlığın çamuruna bulanan cevherimizi silmeliyiz dorukların şavkında. Günün hoyratlığına karşı gecenin duldasında akan bir nehir gibi çağlayanlara saklamalıyız gürleyen sesimizi. 25


Ağır uğraşların yorgunluğu yaka paça çekmemeli kâbusların zorbalığına. Yıpranmış dizlerimizin taşıdığı bedenimiz, görkemli coşkuların suyunda yunmalı, yıkanmalı. Yaşama, bir solukluk ıslık gibi değil, dinmeyen bir horon türküsü gibi katılmalıyız. Bazen bir mektubun selâm kısmında bir dostun kokusunu; bazen bir kavganın en ateşli anında bir karanfil sıcaklığını; bazen yitirilmiş adreslerin uzağında söğüde çarpan bir su şırıltısını duymalıyız. Zemherinin en koyusuna, yolları kıvrım kıvrım bir baharı çiçek çiçek işlemeliyiz. Gurbetten sılaya düşen damlada “doğmak”, “sevmek” ve “ölmek” nakışlı kilimi boyamalıyız yaşamın bin bir rengine. Gül açımını beklemek başka kurakta; dönenceleri dönüştürmenin sevinci başka! Özlemin karşı yakasına geçebilmek için coşkun akan bir ırmağın donmasını beklemek başka; acıların nöbetini bitirip hazların köprüsünü kurmak başka!.. Yaşam dediğimiz, yeşile düşen bir damlada sunulmuş bir sofradır. Sevdikçe pınar olur, düşündükçe ırmaklaşır, inandıkça nehir olur. Akar özlemlerin denizine. Kısacası şafağı kirletilmemiş bir ufuk olan özlemlerimize kavuşmak için; yüreğimiz yaşamla, gözlerimiz sevgiyle, ellerimiz coşkuyla, beynimiz umutla dolmalı.

1 Ağustos 2007

26


17. SAYI Doğayla ve kendisiyle barışık olmayı yaşama geçirememiş insanoğlu, son mevzilerinde direniyor artık. Göller, sazlıklar kurutuldu, birkaç oy, birkaç dönüm toprak için. Ağaçlar, kesildi, ormanlar yakıldı gene birkaç oy, birkaç günlük kazanç için ya da pireye kızıp yorgan yakarcasına... Ağustos ve Eylül deyince atom bombasıyla birlikte yaşanılan susuzluk kazanılmış zaferlerin hep Pirus zaferi olduğunu bir kez daha ortaya koyuyor. Emperyalizm için "önce insan" değil "önce kâr" olgusu öne çıktığı sürece hep barış türküleri yakmaktan öte gidemeyeceğiz gibime geliyor. Đnsan için, onun doğal çevresi için artık edilgin barış çağrılarından çok ötede barış için mücadele etmenin zamanı geldi de geçiyor gibi. Gerçek barışın ancak sosyalist bir toplumda sağlanabileceğini göz ardı etmesek de barışa dair umutlarımızı hep dile getirmeye devam edeceğiz: Barış bir esinti insandan insana. Bir yürekten bir yüreğe, bir gözden, bir göze akıverir. Bakıverir, yüreği kara, düşüncesi para, vicdanı yara olanlar da göremezler önlerini; yitirmişler yönlerini. Barış bir coşku, halay halay kabartır duyguları. El ele, omuz omuza, yürek yüreğe verirken insanlar, barikatları aşar, sellercesine taşar, koşarlar barışın ışıttığı ve ısıttığı bir dünya özlemine. Barış bir tutku, emekle açıverir gülleri. Elleri nasırlı, düşlere yıldızlar saçıverir. Sarmaşık çiçeği gibi dünyayı sarar. Yüreklerine konacak insanlar arar. Umut tezgâhında kardeş ve dost emeğiyle gelişir, büyür. Barış bir türkü, yürekten yüreğe, umuttan umuda, düşten düşe yankılanır. Sevgi mumunu sevgisizlik kandilinde yakıverir, dağ doruklarının karlı gözelerinden sıcak denizlerin ince kumlu kıyılarına akıverir. Barış, bir kır çiçeğinin taç yapraklarına düşen umudun ilk çiğlerine yansıyan yaşam. Sesler çığlıklara dönüşmeden birbirini demlerken, bir çay bardağına akıveren sevgi; örgütler yalnızlıklara karşı direnci. Barış bir koşudur. Bıçak sırtında bir yaşamın ince cılgalarına doğru. Umudun ve çağlayanların türküsünde, ürkülere kapılmadan, alabalıklar gibi oltalara takılmadan, bilinçli kalabalıklarla düşmektir peşlerine barışın ve dostluğun.

27


Barış bir serüven, özle kabuk arasında. Gecenin çıkrıklarına asılarak çekmek aydınlığın sularından, umudun ve özlemin ağlarında, emeğin ve ekmeğin güneşini!

1 Eylül 2007

28


20. SAYI Alevi ve ateşi bol bir güze girdik. Bir yanda her alanda kontrolü eline geçiren ve anayasayı da kendi istemlerine göre düzenlemeye çalışan AKP diktası, diğer yanda, AKP’nin yüksek bir oyla iktidara gelişi karşısında susan, bu suskunluğunu ateşle, kanla bozmaya çalışan militarizm. Ve öbür yanda Güneydoğu’da durmamacasına akan kanlar, gazete satarken polis kurşunuyla vurulan gençler… Đktidarıyla, muhalefetiyle, medyasıyla tezkere ve savaş çığırtkanlığı almış başını gidiyor… Sendikalar kapatılıyor… Đşçiler ve kamu emekçileri sendika değiştirmeye zorlanıyor. Grevler polis baskısı altında… Đç açıcı olmayan bu görünüm karşısında, uçurumlarla çevrili bir yol ağzındayız. “Hava kurşun gibi ağır” Mandacı ve mürteci bir akşamındayız günün. Kilitlemiş kapılarda kaypaklığın parmak izleri var. Düşlerimizi yitirdiğimiz karanlık liman, uçurumların adresini gösteriyor hep. Ama gene de içimizi ferah tutmak gerekiyor. Gözlerimiz yaşarmamalı, nerede görülmüş bize veda etmek üzere olan güneşin geri dönmeyeceği. Hiç solar mı birlikte büyüttüğümüz umut gülleri. Sahte sevgilerin ömrü kaç yıl sürer ki? Ellerimiz ve bakışlarımız titrememeli öyleyse; çıkarmalı yüzümüzü acının kuyularından. Postmodern şehvet, ne kadar liberal maskeler üretip dursa da ve acımasız küstahlığın pençeleri ne değin tokatlasa da yaşamı; incir delip çıkar kayayı. Yine yeşerir elbet sevdalarımız. Aklımızı almasın bu hayın rüzgâr. Bu bakır rengi gök geçer elbet. Işığın o altın kuşları, tan ufuklarından süzülüp gelir yine. Kederlere batmamak gerek. Böyle sürmez bu ihanet korosu inan! Pembe tomurcuk gibi birden, dağ yamaçlarında patlar bahar. Sis dağının altındayız çoktandır. Umutsuzluğun ve yılgınlığın mor rengi sıvamış toprakları. Kara bulutlar sarmış evreni. Đnsanlık, açlığın ve yoksulluğun zincirlerinde. Acının doruklarında öksüz kalmış yıldızlar. Irmaklar çağlamıyor artık. Nil’in boynu bükük, Volga sarhoş, Dicle Bağdat’ta tutsak… Bir kara el, soldurmakta güneşini dünyamızın. Hınç ormanlarında barış hançerleniyor acımasızca. Bunları kayda geçmek gerek. Ama ağıt sellerine kaptırmadan kendimizi, umudun köprüsüne tutunmak gerek.

29


Yüreği umutla ısıtmanın zamanı! Aldatıcı ışıkların tuzağına kapılmadan yürümek gerek. Yolları tıkasa da fırtınanın öfkesi, her dağın kendince bir düşüncesi vardır. Bencil sığınma çukurlarına düşmeden yürümeli. Sabrı ekmeğimiz bilip, yaşamla ölüm arasında, doğanın matematiksel düzenine uyarak yürümeliyiz. El ele tutuşmak gerek. Kayaların bakışında, doğru olan erimeden; çile koyaklarında pişerek karlı dorukları aşmak gerek. Çünkü yıldızlar vurunca direncimize, uçurumlar gül kokar ellerimizde. Açmalıyız biz bize dostluğun şanlı yolunu. Yaşam, kendi özünde saklar bütün gizleri. Onun sonsuzluğuna kaptırmadan kendimizi kapmak gerek yaşamın büyülü gizini. Şimdilik ne kuşkanatlarında bir fırıltı, ne de bir su başında şırıltı var. Önümüzde rüzgâr, tepemizde çığ var. Kuşku yollarında diş biliyor harami çalılar. Mor korkuların hançeri boğazımızda… Ne kadar keskin olsa da karanlığın baltası, yeter ki usumuz çiçekli olmalı. Soluklanıp derin derin güç katmalıyız gücümüze çam kokulu yaylaların doruklarından. Dönüp de uzun uzun bakmalıyız resimlerine yitirdiklerimizin. Artık yüreğimizin orta yerinde dolanıversin bir mavi umut. Sabrımızı bir alakilim gibi dokuyalım ıstarlarda. Yalnızlığın hüznünden sıyrılıp umut dağlarından güzel bir geleceğe kuralım emeğin köprüsünü.

15 Ekim 2007

30


22. SAYI Öyle günler yaşıyoruz ki, kimi zaman şiir, sanat gereksizleşiyormuş gibi geliyor acıların arasında. Zaman geliyor, yaşananlar yüreğimizi bunalttıkça bunaltıyor. Bir yanda yükselen şovenizm, öbür yanda faşizmin pompaladığı Kürt-Türk çelişkisi, Hümanizmayı çökerten ve cellâtlaştıran Kürt sorunu ve ilâhların istediği kurbanlar, akan, akıtılan kanlar… gelen günün üstüne biniveriyor. Tam “Yoruldum! Bunaldım” havası esmeye dururken bir ezgi, bir türkünün binlerce yıllık birikimden süzülen ezgileri sıcaktan yanmış bir yüreğe dökülen pınar suları gibi bizi kendimize getirir. Durup durduk yerde kendimize, “Neyim? Nerdeyim? Nereye gidiyorum?” sorularını sormaya başlarız. Günlük bunalım ve sıkıntıların kararttığı gönül aynamızdaki sisler dağılmaya başlar. Başı karlı dağlardan esen çam ve kekik kokulu bir rüzgâr, tüm gam ve kasavetimizi alır götürür. Sabahattin Kudret Aksal’ın “Dündü evet dün geride kaldı/Bu sabah bir başka kente indim” dizelerini doğrularcasına içimize yeni bir günün doğduğunu duyumsarız. Tüm karamsar duygular, dertler ve sıkıntılar dünde kalmıştır. Nedir, bu içimizdeki yaşanmışlığın kirini, pasını söküp atan? Sanatın gücüdür. Müziğin, edebiyatın, resmin gücüdür. Sanat, içimizde günlerin biriktirdiği tüm birikintileri, karamsar duyguları söküp atan bir yıldız karayel gibidir. Kötümserlik ve karamsarlık, onun aracılığı ile iyimserliğe ve yaşam sevgisine dönüşür. Bu bağlamda sanat, yaşamın elleri gibi, tükenmeyen bir kaynaktır. Aydınlık bir sevgi, bir güç, bir inançtır. Đnsanla birlikte başlamış, onunla sürecek olan kutsal bir uğraştır. O zaman yaşam, Albert Camus’nun söylediklerini de doğrulamış olmuyor mu? “Sanat tek başına tadı çıkarılan bir şey değildir. Sanat bence, en büyük sayıda insanı, ortak acılar ve sevinçleri coşturarak görüntüleri, biçimleri bulmaktır.” Burada gerçek sanatın, zaten kötü koşullara inat, insanların kaderini değiştirme, daha aydın kafalar ve yürekler yaratma, dünyamızı saran karanlığı yenme çabası olduğu da ortaya çıkmakta. Evet, galiba gerçek sanat, insanla dünya arasındaki ilişkileri kavramaktan, en yararlı insancıl olanakları dünya üzerinde gerçekleştirmekten başka bir şey değildir. Olaya bu açıdan bakınca sanatın bir başka yönü çıkıyor ortaya: Herman Hesse’in deyişiyle, tüm sanatların kökünde sevgi yatar. Bir sanat yapıtının değer boyutlarını da sanatçının sevgiye yeteneği çizer

31


Görüldüğü gibi sanat, karanlık günlerimize güneş, yüreğimizdeki gamı, kederi söküp atan bir yel, yaşamımıza renk katan bir ebemkuşağıdır. Aynı zamanda zulme karşı rüzgâr, kavgada bayraktır. Sözümüzü büyük ozan ve yazar Victor Hugo’nun bir şiiriyle noktalayalım: “Onurdur, sevinçtir sanat, yanar fırtınada yalaz yalaz. Boğar mavi göğü aydınlığa. Sanat ışığıdır insanlığın, şavkır halkın alnında”

15 Kasım 2007

32


23. SAYI Geçenlerde Holywood’daki senaryo yazarları greve girdiler. Amerikan kültür emperyalizminin merkezindeki yazarlar, daha çok pay istiyorlar bu pazardan. Kendilerince haklılar. Çünkü üretim ve pazarlama aşamasında daha çok masraf yapmaya, simsarlara daha çok para vermeye başladılar. Gelelim ülkemize… Ülkemizde bu aşamada değilse de endüstriyel edebiyata yönelim var. Ülkemizde şanlı ve devrimci bir geleneğe sahip Türkiye Yazarlar Sendikası da var. Sanırım daha çok yayıncı sorunlarıyla ilgilenmekte ve üyelerine çeşitli etkinliklerde yol açmakta. Ama neresinden bakarsak bakalım 12 Eylül'e direnen Aziz Nesin yönetiminden uzaktalar. Bu son yazarlar grevi bana şu paradigmayı düşündürttü. Ya ülkemizde yazarlar, özellikle sosyalist yazarlar greve girerse kim kazanır? Burasını iyi irdelemek gerek. Şu anda pek çok şair ve yazar, Đstanbul fildişi kulesinin surlarını aşamadan yapıtlarını okurla buluşturmakta güçlük çekiyor. Ya 3-5 yazar bir araya gelip küçük örgütlenmelerle aşmaya çalışıyorlar bu sorunu, ya edebiyat tefecilerinin eline düşüp birikmiş birkaç kuruşuyla bastırmaya çalışıyorlar... Diyelim bir şekilde bastırdılar. Asıl sorun kapıda dev gibi dikiliyor: DAĞITIM… Bizim yazarımız, bırakın grevi mırevi, kendi cebinden para harcayarak okuruna ulaştırmaya çabalıyor kafasında çağıldayan duyguları ve düşünceleri. Öyleyse kimilerini kâra ve kazanca boğan, kimilerinin düşlerini ve düşüncelerini şahlandıran sözcüklerin perdelerini aralayalım bir. Hiç düşündük mü? Gündelik yaşantımızda ayrımına varmadan ne kadar ve ne tür sözcükler dökülüyor dilimizden. Bu sözcükler, kaç farklı anlama dönüşebilir. Bizim A anlamında sarf ettiğimiz sözcükler, başkalarının algı evreninde B ya da C anlamlarına da çekilebilir mi? Sözcükler anlam katlarından oluşmuşlardır. Çoğu sözcük çok katlı bir anlamlar yumağı gibidir. Tıpkı bir fidan gibi boy atar, gelişir ve meyvesini verir. Zamanla anlam ve düşünce evreninde dal budak salar. Yan, dip, derinlemesine ve yüzeysel anlamlar kazanır. Bir bakarsınız, bu ağacın dallarından şiirler fışkırır yürek perdelerimizi aralayan. Bizleri duygu kervanlarının göç yollarına sürükler.

33


Bir bakarsınız, düşünce okyanuslarının en derininde insana ve dünyaya bakışımızı yönlendirir. Bir bakarsınız, olaylar ve insanlar zincirinin dar halkasından bizleri geçirerek, coşkuların doruğuna ya da hüzünlerin en dibine uçuruverir bir öyküde. Bir bakarsınız, gönül ekranımıza yansıttığı canlar ve heyecanlarla dünyanın bin bir birikimini sığdırıverir düşlerimize roman sayfalarında. Bir bakarsınız, insanların günlük ve sıradan ilişkileri içinde binlerce ciltlik kitabın anlatamadığı çelişkileri, insana özgü ve insansı kaygı, kuşku ve tasaları yaşatır bir tiyatro sahnesinde. Sözcükler, düşünsel ve duygusal yaşantımızın tuğlaları, eylemlerimizin, tutku ve coşkularımızın tutanakçılarıdırlar. Sözcükler, söz ve yazı evreninin göklerinde bir parlayıp bir sönen anlam ışık küresinde duygu ve düşünce yıldızlarıdır. Bu yıldızların aydınlığını okurlarıyla buluşturmak için çırpınan yazı erlerine bin selâm olsun. Gün olur, birleşir, buluşur, birlikte çağlatırız emek çağlayanında sözcüklerimizi.

1 Aralık 2007

34


25. SAYI Merhaba 2008, Biz ellili yıllarda doğanlar, ellileri kitaplardan öğrendik. Altmışları şöyle böyle yarı çocuk-yarı genç tanıdık. Bu yıllardan belleğimize iz vuran 27 Mayıs Đhtilali, Talat Aydemir-Fethi Gürcan'ın ihtilal denemesi ve altmış sekiz kuşağının anılarıdır. Yetmişli yıllarda bizler de yavaş yavaş devreye girmeye başladık. Yeni yetmelikten delikanlılığa geçiş ve gençlik evremizi, yine darbelerle süslenen yetmişlerde yaşadık. 12 Mart Muhtırası sanki bizim için verilmişti. 12 Eylül de bizler için tezgâhlandı. Baskı, hile, düzen ve ihbar fırtınasına karşı onur ve direnç çiçekleri kokan yetmişlerden seksenlere girdiğimizde faşizmin zindanlarından, işkencehanelerinden geçtik. Seksen sonları, doksan başlarına doğru sular durulmaya başladı. Ailelerimiz, kendilerince başımıza çorap örmeden başımızı bağlamaya çalıştılar. “Benim memurum işini bilir” devri açılmıştı ama biz işimizi bilemedik. Doksanları, geçim sıkıntısı, medarı maişet motorunu yüzdürme çabası ve çıkan, inen ama hep vatandaşın sırtına binen iktidarlarla geçirdik. 2 Temmuz Sivas’ında kavrulduk, 17 Ağustosta sarsıldık, her seçimde darasız tartıldık. Geldik iki binlere. Milenyum milenyum derken krizlerle, bunalımlarla inim inim inlemeye başladık. Bir türlü olimpiyatları konuk eyleyemedik. Ama futbolda millî gururumuz şahlanışa geçti. ĐMF’den ve AB’den cüzdanımıza ve onurumuza goller yerken, onların kalelerini de biz delik deşik ettik. Bir eli silahlı, bir eli bayraklı yurttaşlarımızla sevinçten çıldırarak, su gibi benzin yakarak caddelerde tur attık. Ve orta yaşlılıktan yaşlılığa kaydığımız, ufak-tefekten kaygı vericiliğe uzanan sağlık sorunlarıyla karşılaştığımız şu günlerde, ne kadar zorda, ne kadar darda da olsak seninle kucaklaşmanın mutluluğunu yaşıyoruz ĐKĐBĐNSEKĐZ. Yükün ağır mı ağır! Đşin zor mu zor! Beceriksiz, vurguncu ve işbirlikçi siyasetçilerin bozduklarını yapmak; para ve çıkar uğruna dünyayı kana boyamak isteyen eli kanlı emperyalistlerin, 35


din ve kin tacirlerinin oyunlarını bozarak barışı yeniden dünyaya egemen kılmak sana düşüyor. Kolay gelsin! 1 Ocak 2008

36


26. SAYI Günümüzdeki gerek burjuva sanatçılarının gerek “aydın” etiketli orta dalga sanatçıların gerekse sol etiketli kimi sanatçılarımızın tavır ve yapıtlarına baktığımızda, giderek yaşamı es geçmek, önemli düzeyde bir sorunsal olarak karşımıza çıkmakta. Bu tavırlarını yapıtlarıyla birlikte irdelediğimizde ise görüş mesafesi kısa bakışlarla yaşamı seyrettiklerini saptayabiliyoruz. Postmodern sanatçıları anlamak olası. Çünkü onlar hep içe dönük yazarlar loş köşelerinde. Görmek değil düşlerinin falına bakmak vardır hesaplarında. “Aydın” etiketiyle çeşitli toplumsal eylemlere de kimi zaman katıldığını gördüğümüz sanatçılar var ki, yapıtlarıyla tavırları örtüşmemekte bir türlü. Onlar, hâlâ şiire dar ve loş labirentlerden geçerek ulaşılacağına inananlardan. Görmek yerine bakmaktır tercihleri. Bunlardan biri, bir şiir etkinliğinde bu türden şairlerin arasında, yetmişli yılların sosyalist şairlerinden (bugün de şiirini inançla sürdüren) bir ağabeyimize şiirini okuduktan sonra şöyle seslenir: “Olmaz ki kardeşim şiirde bu kadar anlam…. Hepsini görmüşsün ne kalmış bize bakacak?” Onların sorunu da bu işte! Etiketi “sol” şairlerimize baktığımızda, bir kısmının kimi zaman orta dalgacıların yönsemesinde çalkantılı bir şiir tarzı geliştirdiklerini, gördüklerinin de üstünü sımsıkı kapattıklarını söyleyebiliriz. Bir bölümü ise gerek anlamsal, gerek biçimsel yenilenmelerle güçlü bir biçimde şiirsel varlıklarını sürmektedirler. Elbet onlar için de sanatsal kaygı vardır. Olmalıdır da. Ancak gözleri keskin, görüş açıları da açıktır. Kimileri ise nereye bakacaklarını ya da baktıklarında ne gördüklerini bilemeden bireysellikle bireyciliği karıştırarak bir kaçışın izini sürmekteler. Gördükleri, ancak görmeyi istedikleridir. Burada sorun iki sözcükte kümeleniyor: Bakmak ve görmek. Bakmak ve görmek eylemleri her ne kadar birbirine yakın anlamlı sözcüklerse de derinliklerinde büyük farklılıklar taşırlar. Günümüzde yaşanan toplumsal olayları izlediğimizde; kimilerinin ormana bakarken çalıyı görmedikleri için üstlerini başlarını çizdirdiklerine tanık oluruz. Demek ki olay ve durumlara bakmak, edilgen bir tavır! Etken tavır ise olay ve durumların derinliğini görebilmekte yatmaktadır. Bakmak, dünyamızda ve çevremizde yaşananları kendi mantık süzgecini kullanmadan başkalarının dürbününden izlemektir. Görmek, aklın ve

37


sağduyunun ışığında, bilimsel düşüncenin kılavuzluğunda gerçekleri fark edebilmektir. Bakmak, sıcak sobalı bir evde, fırtınayı buğulu camların ardında izlemektir. Görmek, fırtınayı oluşturan etkenleri ve fırtınadan etkilenenleri yağmur ve rüzgâr altında hissetmek; fırtınanın yol açtığı zararları önleme çabasında olmaktır. Bakmak, baharla birlikte çifte çubuğa sarılan insanları değil, yalnızca yol kenarlarını süsleyen gelincikleri fark etmektir. Görmek, yaşamı sürdürmek adına alın teri döken, zararlıları topraktan söken insanların emeklerinin yaşamsallığını; yarına dair kaygılarını ve de kavgalarını seçebilmektir. Bakmak, bir savaşı salt yenen ve yenilen açısından anlayabilmektir. Görmek, savaşın acılarını; savaşın bireysel ve toplumsal açıdan yol açtığı yıkımları düşünebilmektir. Bakmak, her gün halkın omzuna binen vergi ve zamları yalnızca ekonomik bir olay olarak algılamaktır. Görmek, bu vergi ve zamların hangi dış odakların zorlamasıyla bindirildiğini; trilyonlar kürek kürek yurt dışına kaçırılırken halkın cebindeki maişetine el konmak olduğunu fark edebilmektir. Bakmak, başkalarının beyinlerinden dökülerek haplaştırılan düşüncelere tutsak olmak; düşünmeyi unutmaktır. Görmek, olayları ve durumları eleştirel düşüncenin süzgecinden geçirmek; başkalarının gözüyle değil kendi gözümüzle inceleyebilmek; kendi beynimizle düşünebilmektir. Artık günümüzde temel sorumluluk, olay ve durumlara bakarak değil görerek yaklaşmaktır. Artık ormana bakarken göremeden çalıya dolaşmaktan vazgeçmenin günü gelmedi mi? Farklı kaygı ve kuşkuların bizi soktuğu at gözlüklerinden kurtulmanın zamanı değil mi? Sanatta da bu, hayatta da!.. 15 Ocak 2008

38


27. SAYI Günümüzde edebiyat çevreleri dalgalı bir kişilik geliştirmeye başladılar. Bir yanda Arif Nihat Asya’lığa soyunan 70 kuşağının önemli şairlerinde Ahmet Erhan var. Diğer yanda kimileri de solculuklarını çağdaşlaşmacılığa kılıf göstererek burjuva sanatının yelkenlisine üfleyerek rüzgâr vermeye çalışıyorlar. Baskın Oran ve Murat Belge gibi AB dümen suyunda balık tutmaya çalışan kimi “sol” kılıflı liberaller de gerçek yüzlerini göstererek AKP’nin gerici ve baskıcı faşizan rüzgârından esinti kapmaya çabalamaktadırlar. Üniversitelerde özerklik ve parasız eğitim uğruna geçmişten bugüne verilen savaşımı yok sayarak, gerçeğe aykırı kafa karıştırıcı naylon bilgilerle devrimci tavır ve iradeye su koyuvermeyi öne çıkarmaktadırlar. Ekim 2007'de, üst üste asker ölümleri, gözünü kan bürümüş bir militer gündem için belirli odaklarca sömürülürken, Ahmet Erhan, yazar örgütlerini bu militer çığırtkanlığa katılmaya çağırmaya başlar. Bu yollu çıkışında, "TYS, PEN, Edebiyatçılar Derneği, niye susuyorsunuz? Dağlarda çocuklarımız ölüyor!" diyordu. Bunları herhangi bir karşılıklı çatışmanın öne çıktığı günlerde değil, üst üste asker ölümlerinin yaşandığı ve buna son verecek tezkerelerin şekillendirildiği, uygun psikolojik ortamın medya tarafından yaratılmakta olduğu günlerde söylemişti. Böyle bir tavrı bir okuyunca gözlerimize inanamadık. Son zamanlarda TYS yönetimini faşizan yordamlarla ele geçiremeyince Türkiye'nin Yazarlar Sendikasına kapatma davaları açacak kadar yüzsüzleşmiş antiemperyalist soslu ulusalcı çöreklenme girişimlerinin başka bir kılıkta ortaya çıktığını gördük. Bu tartışmanın sürdüğü günlerde bir tartışma da Birgün gazetesinde başlatıldı. Ulaş Gürpınar’ın “Sol Đle Güncel Sanatın Đmtihanı” konusu çerçevesinde Birgün’ün edebiyatçılara yönelttiği ve aldığı yanıtlar, başka bir mantık burkulmasının ipuçlarını veriyordu. Ulaş Gürpınar, daha hazırladığı dosyanın girişinde mantık çarpıklığını ortaya koyarak sözün hangi eksen çerçevesinde süreceğini belirtiyor: “Sol ve güncel sanat Türkiye'de de sürekli bir kavga halinde. Bitecek gibi de görünmeyen bu kavgada herkes bir şeyler söylüyor ve ne yazık ki biraz da bu topraklardaki insanların karakteristik özelliğinden midir bilinmez, kimse karşı tarafı dinlemiyor, sadece dinliyor gözüküyor. Herkes o kadar sabit fikirli ki "ben de ikna olabilirim" ya da "benim fikirlerim değişebilir" cümleleri çoktan çıkarılmış beyinlerden. Yeniliğe açık her ismi dönek ya da 39


oportünist ilan etmenin adet olduğu bu ülkede tabii ki güncel sanatla uğraşan solcu isimler de bundan nasibini alacaktı. Aynen de öyle oldu. Sol muhalefet ve sanat adına bir şeyler yapmaya çalışan isimler ne kadar yırtınsa da onlar her zaman kötü çocuklar olarak kalacak, bu gerçek.” Görüldüğü gibi baştan peşin hüküm verilmiştir: “Đkna olmak” (Hangi toplum ve sanat anlayışına?), “değişmek” (Nasıl, ne yöne doğru?), “yeniliğe açık her ismin oportünist, dönek ilan edilmesi”(Niçin?) söylemleri yazarın dilinin altındaki baklayı ortaya çıkarmaktadır: “Güncel sanatla uğraşan solcu isimler” gibi muğlâk bir kavramın arkasına sığındığında niyet hemen ortaya dökülüyor. Güncel sanat, postmodernizmin dayattığı, günü kurtarmak adına ortaya konan, yarını olmayan, geleceğe bakmasını beceremeyen, geleceği, hayalleri ve özlemleri de olmayan sanat! Sanatçılıkları kendilerinden menkul küratörlerin, yapımcıların ve holding yayıncılarının yaratıcılığı paranın çelik kafesleri arasına koyduğu bir güncel sanat. Geçmişten bugüne sanatta güncellik olgusunu iki perspektiften almakta yarar var. Birincisi olgusal güncelliktir ki, içinde yaşadığımız zamana ses almak, ses vermek ve ses olmak amacını içerir. Emeğin Sanatı’nın savunduğu sosyalist gerçekçilik, olgusal güncelliği savunur. O günün ve insanların toplumsal ve bireysel hallerine pencereler açmak, çözümlemeler sunmak olarak da açımlayabiliriz. Diğeri ise kavramsal güncelliktir. Kavramsal güncelliğin kurumsallaşması postmodernizmin çoğulcu sanat yönelimleri içinde özellikle kavramsal içeriği öne çıkartmış olmakla daha açık anlaşılabilmektedir. Gelin burada köktenci ve devrimci sanat üzerine çözümlemeler yapan Beykent Üniversitesi Öğr. Üyesi.Prof. Dr. Adem Genç’in “Köktenci Sanat’ta Devrimsel Gelgit: KavramĐmge Diyalektiği” başlıklı makalesine başvuralım: "Gerçekte, “güncel” nitelemesiyle algılanması istenen ulusal ya da uluslararası her politikadan arındırılmış küresel her sahte karşıt sanat -tıpkı modernizmin geleneksel sürecinde olduğu gibi- günümüzde de zaman içerisinde kendi amacına aykırı bir biçimde akademik bir yapıya sürüklenmekten kurtulamamıştır. Bu kurumlaşmanın amacı, hiç kuşku yok ki, ivedilikle kendi üretimleri ve mallarının yönetimine ilgi duyan ve kamunun önünde odaksal burjuva tipinin yüceltilmiş kimliklerini taşıyan egemen birey” statüsüne yükselmektir. (…) Güncel sanat ve genelde Kavramsal Sanat’la sanat eğitimi arasında “güncellik” ya da “çağdaşlık” söylemleriyle kurulmak istenilen ilişkilerdeki bütüncül yaklaşım içinde bize göre yapılan en hayati yanlışlık bu uygulamalarda güncellik ve çağdaşlık bağlamındaki kavramsal oluşumların 40


kurumlaşmasına yol açmak ve soruna adeta bir “kavramsal sanatçı kuşağı yetiştirmek” boyutu ile yaklaşmaktır. Bize göre sorun biraz da, kavramları veya kavramsal düşünmeyi öne çıkaran sanat etkinliklerinin, “sanat nedir?” sorusuna ışık tutup tutmadığı ya da kavramsallığın, bu soruya odaklanmak için bir mercek işlevi görmekten başka tek başına bir şey olup olamadığı düşüncesi üzerinde gerektiği biçim ve ölçüde duramamakla ilgilidir.” Bir de verilen yanıtlara göz atalım: Bu konuda en olumlu yaklaşımı Gökhan Gençay’ın yanıtında görüyoruz: “Güncel sanat, diğer tüm sanat akımları ve okullarının da olduğu gibi radikal muhalefet için somut alanlar açmaya da elverişlidir, kozmopolit tüketim toplumu işleyişi içinde iktidarını oluşturan yeni egemen sınıfın eğlenceliği olmaya da. Yani güncel sanatın kendine içkin bir pozitif veya negatif değeri mevcut değil. Bu kanalı, biçimi kimlerin, hangi amaçla, hangi üslupla, hangi motivasyonlarla doldurdukları belirleyicidir asıl olarak.” Süreyyya Evren ise topu başka yönlere göndermekte: “Güncel sanat ile solun arasının açık olduğu söylendiğinde "hangi sol" diye sormamız gerekir. Türkiye'ye halel gelmesini istemeyen ulusalcı solla güncel sanatın yıldızı hiçbir zaman barışmaz, anti-emperyalizm sömürüsü yapan milliyetçi/nasyonalist solla dünya yıkılsa barışmaz. Bugün bunlarla içice geçmiş halde bulunan ortodoks sol ile de barışması zordur çünkü ortodoks sol bırakın güncel sanatı ne edebiyatta deneysele/avangarda yakındır ne sinemada ne de haliyle sanatta.” Ne söylüyor Süreyya Evren anlayabildiniz mi? Önce ulusalcılara çatıyor güncel sanatı öne çıkardıktan sonra ortodoks solculara veryansın ediyor. Kafasındaki mantıksal kargaşalığın suçunu kolayca ortodoks solun sırtına yükleyivermekte, bir de karnından konuşarak solun sanattan anlamadığını söylemeye çalışmaktadır. Sözlerinin devamına baktığımızda “güncel sanat” sözünün anlamını da kavramaktan uzak olduğu görülmekte: “Güncel sanat dendikte, belirli bir tek akımdan bahsetmiyorsunuz, on yıllara ve bin bir eğilime uzanan büyük bir birikimden ve yaşayan bir sahadan söz ediyorsunuz. Önemli olan, özgürlükçü sol perspektiflerin deneysel şiir hareketleriyle, avangard romanlarla, kamusal sanat denemeleriyle, performanslarla ve tüm güncel sanat çalışmalarıyla diyaloglarını arttırmaları, dolayısıyla hem sanat içindeki sol sesi güçlendirmeleri, hem de sol düşüncenin sanatla da düşünebilme yetisini daha ötelere taşıyıp bugün de olabildiğince aktif kılmalarıdır.” 41


Zaten yazıda “özgürlükçü sol” adlı ucube bir kavramı okuyunca S. Evren’in kerrakesi de ortaya çıkıvermektedir. Bay S. Evren’e göre ortodoks solculuk (Marksist-Leninistlik) özgürlüklerden yana değildir ve sanat adına bir çabası da yoktur. Đyi mi? Bu konuda Evrim Altuğ da güncel sanat kavramıyla modern sanat kavramını karıştırarak orta yolcu bir çizgiyle sol ile güncel sanat arasında bir sorun bulunmadığını belirtmekte. Ve sonunda doğru yargıyı ortaya koymakta: “Eğer bugün sol ile bir alıp veremediği olan ve kendini güncel olarak atfeden başka sanatçılar da varsa -ki vardırlar- vahşi sanat kapitalizminin katı hiyerarşi çarkında vicdan ve emeklerine yeterince sahip çıkamadıkları ve bu yüzden gerek akademik, gerekse ticari veya siyasi olarak, tamamen boğaz ve özgeçmiş -iktidar tokluğuna angaje olmak zorunda kaldıkları için, ya da 'sol' ile aralarını biraz da kendileriyle yüzleşmekten çekindikleri için açmayı 'tercih etmiş' olabilirler. Açlık insana her şeyi yaptırabilir. Doğal bir vahşettir. Ama sol, sanatta veya hayatta bir tercih ya da lüks değil, kişinin varlık ve yokluğu, kısaca açlığı ve ötekinin tokluğunu emeğinin onuru uğruna göze alma biçimidir.” Ama E. Altuğ, sonraki söylemlerinde kılıcını çekmekten de geri durmamaktadır: “Güncel sanatı eleştiriyor veya sanattan saymıyorsa, sol cemaatin mutlak suretle kendi sanat şablonuyla ilgili bir kulluk veya iktidar meselesi mevzubahistir.” Bu cemaatler kimlerdir, neden “cemaat” gibi dinsel bir kavramla alaya alıcı bir söylem kullanılmıştır? Bu da burjuva aydıncıklarının kafalarına çöreklenen başka bir hazımsızlık yolunun ya da liberal ezberciliğin sonucudur. Görülüyor ki, yeniden sosyalist gerçekçilik yükselirken, yolumuza dikilen ve ayıklanması gereken daha pek çok taş var. Bizim sorumluluğumuz, önce bu taşların oynaklık ve hafifliğini sergileyip yolumuza devam etmektir. Uysal Himmet Aslan arkadaşımızın sözleri tavrımızı güzel vurguluyor: “Pes etme ki şiirin de pes etmesin. “ 1 Şubat 2008

42


28. SAYI Sanatın gelişen diyalektik sürecinde, çelişkiler çoğaldıkça saflar da berraklaşıyor. Yayınevleriyle, basımevleriyle, dağıtım holdingleriyle, menajerlik kurumlarıyla sınaîleşen sermaye, sanatı çelik prangası altında tek tipleşmeye götürme çabasını bize hissettiriyor. Sosyalist sanatçılar, küme küme, farklı başlıklar altında ama aynı nihaî hedefe ulaşma çabasıyla etkinlik gösterirken, bir kısım eski solcular, devrimci geçmişlerinin üstünü çizerek sermayenin güdümüne girmeye çabalıyorlar. Çünkü artık onların yazma amacı, sanatsal ve toplumsal heyecan değil, para olmaya başlamıştır. Öte yanda Doğan medya tekelinin dağıtım sansürüyle karşı karşıya kalan 19 yayınevi, ortak bir açıklamasıyla, okuyucuya sunulan yayın çeşitliliğinin azalacağı uyarısında bulunarak, “Bağımsız yayıncılığın sonu mu?” diye sordu. Bir kısmı demokrat, bir kısmı sermayenin su kesiminde duran bu yayınevleri ortak bir yazılı açıklama yayınlayarak, Doğan medya tekelinin haftalık yayınlara getirdiği dağıtım engelini protesto etti. Bağımsız yayıncılığın karşılaştığı sorunlara dikkat çekilen açıklamada, “Biz ve bizim gibi bağımsız yayıncılar her taraftan sıkıştırıldık, her yandan kuşatıldık. Ortalıktan çekilmek, yok olmak tehlikesi ile karşı karşıyayız, mevcudu kalmayan nesneye dönüşmek, yok pahasına gitmek üzereyiz… Dergi yayıncılığı yapmakta olanlar ise tekel durumundaki dağıtım şirketlerine kapak fiyatlarının yüzde 50 ile yüzde 80’i arasında pay vermeden dergilerini bayilere verememektedir. Örneğin YAYSAT 3 bin adet dergiyi dağıtmak için 2 bin 950 YTL, satılan her dergi için yüzde 18 ve yüzde 50 oranının üstünde iade alınan her dergi için 0.40 YTL talep etmektedir… Sonuç olarak; biz bağımsız yayıncılar -küçük, orta boy, büyükortadan silinince, kitap ve dergi yayıncılığı gene sürecektir. Ama bir fark olacak, yavaş yavaş seçiminize sunulan kitaplar birbirine benzemeye başlayacak, bazı canlı türlerinin hızla tükenmesi gibi, bir kültürel tükeniş ile karşı karşıya kaldığınızı gördüğünüzde iş işten geçmiş olacak. Çünkü artık bir zamanların kültürel çeşitliliğini, farklılıklarını yeniden yaratmak mümkün olmayacak” uyarısını dile getirmektedirler. Đşte sorunun yakıcılığı burada kendini gösteriyor. Günümüzde çirkini “güzel”, kötüyü “iyi” yapan kapitalist sanat ve estetik, insanların beğeni ölçülerini yönlendirme çabalarını hızlandırmıştır. Bu böyleyken, sanatı yaşamın ve diyalektiğin önüne çıkaran, idealize eden, sermayeye yaklaşma heyecanıyla dolu küçük burjuva yazarları, politik duyarlılıklarını çoktan yükselebilme ve para kazanma vaatleriyle sermayenin kasasına kilitlemiştir. 43


Bu koşullarda sosyalist sanatçılara ve sosyalist sanatçıların oluşturduğu yapılanmalara büyük önemli sorumluluklar düşmektedir. Artık ana nihaî hedefimiz dışındaki küçük burjuva olumsuzluklarını kaldırarak birleşmemizin ve buluşmamızın ana yollarını oluşturmak gerekmektedir. Emeğin Sanatı olarak, siyasi grup vesayeti taşımayan her sosyalist sanat platformunda rol almaya, katılmaya, katkı sunmaya, destek vermeye hazırız. Yeter ki, siyasi yapılanmaların gölgesi düşmesin çalışmalara. Ancak bu yöntemle sınaîleşen ve çekim merkezi oluşturan burjuva sanatına karşı yüksek volümlü bir ses, bir karşı çekim merkezi oluşturabiliriz. Sosyalist sanatçılar olarak, burjuvazinin mevzilerini bu şekilde yıkabilir ya da burjuva sanatına ve sanatçılarına karşı bir barikat oluşturabiliriz. Emeğin Sanatı Kolektifi olarak, sosyalizmin ana çerçevesi altında tüm sanatsal oluşumları, grupları, cepheleri, site ve dergi gruplarını buluşmaya, ortak bir platformda seslerimizi bir koro düzeni içinde buluşturmaya çağırıyoruz. Bu alanda Sorun Yayın Kolektifi içinde oluşan Sanat Cephesi’nin düzenlediği ‘Kültür-Sanat Konferansı’nı destekliyor, tüm sosyalist sanatçıları, sosyalist sanat yapılanmalarını, gruplarını, dergi ve site çevrelerini bu konferansa bildirileriyle katılmaya çağırıyoruz. Dileriz bu konferans, kendi hücreleri içinde varlık gösteren sosyalist sanat yapılanmalarını geniş alanlara dökecek, burjuva sanatına karşı bir çekim ve mücadele merkezi oluşturacak platforma dönüşsün.

Tek tek değil hep birlikte, paramparça değil omuza omuza vesayetsiz güçlü bir sosyalist sanat platformu olmak için görev başına! 15 Şubat 2008

44


31. SAYI Nihayet bahara ulaştık diyorduk ya… Politik anlamda tam zemheriyi yaşıyor ülkemiz. Yoğun ve karmaşık bir gündemi yaşıyoruz. Bir yanda sosyal güvenliği uluslararası sermayenin emrine veren ve giderek faşizme dönüşen AKP gerici iktidarı, diğer yanda Susurluklardan günümüze Ergenekon adıyla somutlaşan faşist şoven kontrgerilla çarpışıyor. Cephenin bir yanında ABD’nin yeni gözdesi AKP, diğer yanda ise bugün tukaka edilen eski gözdeler var. AKP’ye açılan kapatma davası ile statükoyu kapan ve kaptıranların iç egemenlik savaşları başladı. Görülüyor ki, sapla tane birbirine karışmış durumdadır. Đçinde yaşadığımız tarihsel süreç, sosyalizm kültürü için yeni olanaklar ve ufuklar hazırlama potansiyelini taşımaktadır. Bu dönem insanlığın kültürel ve toplumsal düzeyini yükseltmede, salt günümüz açısından değil, dünyamızın yarınları açısından da sorumluluk duyacak bilinci derinleştirmede rampa rolü taşıyabilir. Tüm dünyada emperyalizme duyulan öfke ve bu öfkenin sanat yoluyla bilince taşınması, sosyalist başkaldırı bilincine dönüştürülmesi sosyalist sanatın ve sanatçıların sorumluluk yüklerini ağırlaştırmaktadır. Emperyalizm farklı ayak oyunlarıyla ülkemizi ve ülkeleri bir horoz dövüşü arenasına dönüştürürken; elbet toplumsal bilincin gerilemesine göz yuman, insanî değerlerin erozyona uğratılmasından nema kapan plastik ve spastik çiçekler, bu kaotik sistemin var olma sürecine yapıtlarıyla vitaminler, mineraller ürettikçe sürekli öne çıkarılmakta; “el” sanatları değil, onların fabrikasyon ürünleri halkın neredeyse gözüne sokularak uyuşturma çarkları değer öğütmeyi sürdürmektedir… Bu ortamda sosyalist sanatçılar, tek tek, kır çiçekleri gibi bir o dağda bir bu vadide, bir şu yaylada kokularını ve renklerini sunmaya çaba gösteriyorlar. Ama artık bilinmeli ki, bu dağ başlarının, ıssız yolların, sarp vadilerin çiçekleri bir bahçe oluşturacak biçimde bir araya gelemedikçe, bulundukları yerlerde renk ve kokularını sınırlı gözlemcilere sunacak, bunlardan insanlığın diğer kısmı yararlanamadan solup yiteceklerdir. Đşte sorun; bahçe olabilmekte, orman olabilmektedir. Artık kaybedecek zamanımız yok…. Değerlerimiz, kendi kırlarında, vadilerinde değil, tüm evrende koku ve renk saçabilmeli. Sosyalist bilinci keskinleştirecek çabalarımız, bu bahçede buluşabilmeli. 45


Gelin yürüyelim vadilerden, tepelerden, kırlardan sistemin gözüne gözüne kuralım emeğin sanatının gümrah renkli ve kokulu bahçelerini, ormanlarını… Bu davet bizim!..

1 Nisan 2008

46


32. SAYI Öteden beri sosyalist sanatın ve sanatçının yönsemeleri konusunda sağdan ve soldan her çevreden ileri-geri atılıp tutulur. Yok “kalıplar içindedirler”, yok “slogan ve propaganda edebiyatında öteye geçmezler”, yok “insanın bireysel duyuşunu ve iç dünyasını görmezden gelirler”… gibi daha bin beter söylemler yankılanır liberal, postmodern ve burjuvaziyle işbirlikçi kalemlerden. Biz, onların asıl niyetlerini biliriz. Herkes de bilir. Ama bizim amacımız, hedeflerimiz nedir? Bizim derken Emeğin Sanatı çerçevesi içinde gelişen “Yeniden Sosyalist Gerçekçilik”in sanata ve sanatçıya bakışı nedir? Bu yazıda onları somutlamaya çalışalım: Emeğin sanatçısı, toplum yaşamını, sosyalizmin bilimsel çerçevesi içinde devrim yoluyla yenileştirip yetkinleştirmeye önüne geçilmez istek duyar. Her köhne, tutucu ve aynı zamanda yoz, postmodern anlayışlarla kapışmaya hazırdır. Bu anlayışla, hayatının en yüce anlamını yapıcı emekte gören, her eylemde, toplumsal gerçekliğin her alanında yeniyi ve daha yetkini arayan ve aratan kişinin pırıltılı iç dünyasını bir kuyumcu titizliğiyle sanata dönüştürür. Bunu yaparken onu bağlayan ya da yönlendiren tek şey yüreği ve beynidir. Başka kural kayıt da tanımaz. Emeğin sanatçısı, yapıtları aracılığıyla kitlelere kişilik bilinci verirken, kendi bilincinin zenginliğini onların imgelemlerine taşır. Bu bilinç, kişinin bencil ve bireyci çıkarlarının çerçevesini cesaretle aşacak, sanatın getirdiği güzelduyumu coşkunlukla yaşantıya dönüştürecek bir bilinçtir. Emeğin Sanatı, sanat ve kültür bağlamında insanların salt tüketici yönünü geliştirmekle yetinemez. Maddi ve kültürel değerlerin eylemsiz tüketicisi olan toplumsal tiplerin gevşekliği silinerek, kişinin üretken ve yaratıcı yönlerini daha çok canlandırmanın yöntemlerini geliştirir. Emeğin Sanatı, yanlış anlamlandırmaların ötesinde —belli çevrelerin pompaladığının tersine— bir propaganda aracı olmaktan çok, bireyin bilincini geliştirerek, iç varlığını zenginleştirmek yoluyla toplumsal ilerleyişin itici gücü konumuna ulaştırmayı amaçlar. Özlü olarak vurgulayacak olursak, kişileri sürü psikolojisiyle belli bir noktaya yöneltmez; sosyalist kişiliğin oluşum ve gelişimi sürecinde gölgeleri aydınlatarak süreci hızlandırır. Emeğin sanatçısı, bilinci kapalı kalabalıklar oluşturmanın değil, her katılanın kendi bireysel gücünü ve zenginliğini ortaya koyabilen bilinçli kitleler oluşturmanın sorumluluğunu taşır.

47


Bu sorumluluk, insanın duyuşsal ve düşünsel dünyasının derinine inen, bireysel iç dünyasını zenginleştiren, görüş açısını genişleten yeni ve güçlü bir estetik yaratma sorumluluğudur. 15 Nisan 2008

48


34. SAYI 1 Mayıs 2. Taksim Savaşlarında, korkak ve ürkek burjuvazinin bu ürkekliği içinde ortalığı yangın yerine çevirişini hep birlikte yaşadık, izledik. Görülen odur ki, burjuvazi emekçilerin en küçük istemlerini bile baskı ve şiddetle bastıracak kadar şaşkın ve telâş içindedir. Bu korku ve şaşkınlığın yarattığı baskılar her alanda bir çığ büyümekte ama bu çığ emekçilerin, sosyalistlerin kararlı, ilkeli dirençlerinde eriyivermektedir. Baskılar vardır; yolumuzu kapayan, önümüzü kesen. Tepemizde Demokles’in kılıcı gibi sallanan. Baskılar vardır; düşüncelerimizi dondurmak; yaşama arzumuza fren yaptırmak isteyen. Baskılar vardır; bizi kendi iradesinin kör kafesine kapatmak isteyen. Ama bir baskı türü daha vardır ki, bizi sıkıştırarak, rehavete düşmekten alıkoyarak gerçeğe, doğruya, üretkenliğe götürür. Đnsan, bir baskı ya da baskılar çemberinin ortasında yaşar. Kimi baskılar toplumsaldır, düzenin siyasî temellerinden kaynaklanır. Sistemin ilerlemeye ve gelişmeye koyduğu kotalara karşı koyan insanın duygu ve düşüncelerini zincirler. Önüne, arkasına, sağına, soluna engeller diker. Kıpırdatmaz, kedi tutmaz eder. Ve özgürlük kuşu, başımızın üstünden uçar, gider. Bu baskılar daha çok, demokrasinin tüketildiği, insan hak ve özgürlüklerinin üstüne şal çekilmek istendiği anlarda ortaya çıkar. Bir de bireysel baskılar vardır ki, yaratıcılık ve üretkenliğin kamçılayıcısıdır. Bu baskı, tepemizden eksildi mi, alışkanlıkların pençesine düşeriz. Amacımızı yitirir, hedefimizi şaşırırız. Bu baskının kökeninde; dünyayı doğru algılama gücü ve iyiye, doğruya, güzele yöneltme çabası ağır basar. Yazara yazısını, romanını, öyküsünü; şaire şiirini yazdıran baskıdır bu! Bu baskının bir ucunda irademiz, diğer ucunda istemlerimiz yatar. Đrademiz güçlüyse, bu baskı zinciri içinde kendimizi yenileme, kabuğumuzu kırma, üretme, yaratma kaygısı çekeriz. Đrademiz sağırlaşmışsa, duyarlıklarımız tükenmiştir. Artık olaylara ve durumlara at gözlüğünden bakmaya başlarız. Bir “neme lâzımcılık” rüzgârında kendimizi kapıp koyuveririz. “Bana necilik” hastalığına yakalanır; dünyada olup bitenlere akıl ve mantık gözümüzü yumarız. Bir topaç gibi kendi merkezimizde döner dururuz. Bugün “aydın” nitelemesi yaptığımız pek çok insanın, alışkanlıkların pençesine düşerek, içkievlerinde kadehlere takılması, okey taşlarının peşine 49


düşmesi, iskambil kâğıtlarıyla kavga etmesi; onlardaki bu bireysel baskının erozyona uğramasındandır. Şurası yanlış anlaşılmamalı! Bireysel baskı da toplumsal duyarlıklardan doğar. “Neden böyle?”, “Böyle olmamalı!”, “Bu gidişe karşı benim de yapacağım bir şeyler olmalı!” gibi soruların ve sorunların baskısını benliğimizde duyar, bir şeyler yapabilme çabası içine gireriz. Doğrudan bir şeyler yapabilme gücümüz olmasa bile, hiç olmazsa Sait Faik gibi kalemimizi açar, sivriltir, durumdan duyduğumuz rahatsızlığı dile getirmenin yollarını ararız. Đşte “Bir şeyler yapmalı!” sorusuyla üzerimize abanan bu baskılar, bizlere toplumsal uyanıklığın, üretkenliğin ve yapıcılığın da kapılarını açacaktır. Sanata açılan yollar da bu kapılardan başlar. Öte yandan yeni çalkantılara, girdaplara doğru sürüklenen günümüz sanat ve edebiyatında burjuvazinin arka bahçesinde yeşertilen besleme sanatçılarda, bireysel isyankârlarda bu tavrı göremezsiniz. O zaman sermayenin kara kulelerinin duvarlarını delik deşik ederek emek ve gerçek sanat için “Bir şeyler” yapmaya devam! 15 Mayıs 2008

50


36. SAYI Salınımı sınırlı bir sarkaç yaşantımız. Gönlümüzden sokaklara, alanlara sığmamak geçiyor. Ama küçücük evlerde küçücük odalara tutsağız geçim sıkıntısının pas tutmuş anahtarıyla. Yüreğimizi depremlere dayanıklı sanırız, bir kır çiçeğinin kırılışında sarsılır derinliğinden. Ancak balkonunda bir kır türküsü söyleyen adamın kırılganlığı bu. Mutfak dolap istiyor, dolap içine konacak erzak. Duygularımızsa kırk yamalı bohça. Ceplerimizdeki rüzgârı düşürmüşüz kredi kartı makinelerine. Bir nehre yol gösterir yüreğimiz. Yaşam koşullarının sarp dağları dikilir önümüze. Ormanlara sözümüz geçsin isteriz. Cebimiz gibi şimdi yapraklarına zemheri dadanmış ağaçların. Geçip gidiyoruz yaşama köprüsünden, karşılığından korktuğumuz soruları sora sora. Büyük ateşler yakmayı diliyoruz. Ama yalnızca küller payımıza düşen. Bizi en iyi yazı, şiir ve mürekkep anlar, anlatır. En büyük lüksümüz, yüreğimizden kopan duyguları dizelere, beynimizde patlayan fırtınaları yazılara dökmek. Ellerimizi kanatır diken, gül geçen bir dizede. Đmza atmanın dışında yüreğimizden kopanları kâğıda dökecek olsak, önce parmaklarımız tutuşur bu volkandan fırlayan lavlardan. Sokağa çıkma yasağı koyarlar düşlerimize. Kitaplarımızı alacağız düşlerimizin yanına. Gün ışığı desenli yorgan kayacak üstümüzden. Bizim yerimize daha bir üşüyecek annemiz. Çiğ tanesi düşürecek uykusuz gecelerin kirpiklerine. Üstümüze düşmeyen şeyleri üstlendik yaşama pazarında. Rüzgârlı günlerde polenler gibi uçuştu umutlarımız. Tehirli trenler önüne raylar döşedik. Yaşamla dirsek temasında olduk ömrümüzün gecesinde ve gündüzünde. Onarmayı görev bildik su alan tekneleri. Menekşeler ardında koştuk da fesleğen bulamadık Serin göller düşledik, tuzlu denizler yaktı tenimizi. Ama bazen de koskoca bir ormanda yalnız bir ağacı göremedik. Kimi zaman suyu çekilmiş havuzda kuğular gibi kaldık. Deniz görmeyen bir balkonda maviyi boyadık tuvallere. Đkinci el piyasası yükselmiş acıların. Kimseler farketmiyor tozun dumanın içinde. Bastırılmış duygular düşüyor yalnızlık nakışlı yastıklara. Yüzüne kepenk çekilmiş dükkân vitrini gibi izliyoruz yollarda seyrekleşen ayak seslerini. 51


Ama umut, yüreğimizin en ulaşılmaz duldasında olumsuzluklara karşı güç veriyor. Acıyla karıştırılmış, içine direnç katılmış, sevgiyle yoğunlaştırılmış bir serum gibi.

15 Haziran 2008

52


39. SAYI Ülkemizde bir yandan emek-sermaye çelişkisi Tuzla ve kumlama işçilerinin iş cinayetleriyle karşı karşıYa kalması nedeniyle derinleşirken, öbür yanda dünya yeni bir oluşuma gebe durumdadır. Gürcistan’da turuncu darbenin kahramanı Shakasvili, ABD gazıyla Güney Osetya ve Abhazya’yı işgale girişti. Üstelik Güney Osetya’daki Şinvali’le iki binden fazla insanı katletti. Đşte bu gelişme, uyuyan devi uyandırdı. Rusya, harekete geçerek Gürcistan'ın merkezine kadar ilerledi. Poti limanını kontrol altına aldı. Ve “hür” dünya yaygaraya başladı. Amerika’nın Irak ve Afganistan seferinde kılı kıpırdanmayanları bir komünizm” korkusu sarmaya başladı. Ülkemizde iktidar sahipleri ise AB ve ABD endeksli politikaları sürdürerek “ Montrö’ye uygundur” denilerek ABD gemilerini Karadeniz’e geçirdi. Durum, dünyamızın yeni gelişimlere gebe olduğunu gösterirken; dileğimiz bu gelişimlerin barbalıktan gerçek uygarlığa geçisin basamağı olması. Geçtiğimiz hafta, edebiyatımızın önemli bir devini, Đlhan Berk’i yitirdik. Elbette biz bu ölümü, havarilerinin övgüleriyle değil, şiirimizde oynadığı rolüyle, gerçek kişiliğiyle aktarmak durumundayız. Sağlı sollu bütün edebiyat dergilerinde Đlhan Berk mersiyeleri ve övgü yazıları yazılıyor. Bizler bu konuda nesnel olmalıyız. Đlhan Berk’i nesnel yaşamıyla değerlendirdik. Söylediğimiz her sözün doğrulayıcı bir kanıtı var. Yaldızlı simgelerden alevli imgelere yol çıkmaz. Aynaları kırık süvarilerin rediflerine koşulu değiliz. Gündüzleri karartan lambaların kalyonlu karanfilli düşlerine sokulmadık hiç. Biz düşlerine felç inmiş metamorfiklerin iğdiş duyarlıklarına da kapılar açmadık. Biz, tılsımları kıran, şahlanan atların bukağısını çözen, kasırgaları arzumuza bent eden, aşkla kavgayı iç içe yaşayan bir şiirin, edebiyatın, sanatın yolları ve yolcularıyız. Kayalık yüreklere kuşların taşıdığı tohumdan filizlenmez bizim şiirimiz, öykümüz… Biz, iğreti kristal ikonların değil, gökle yer arasında bilinci ve gücüyle var olanların kalıp kıranların, yol açanların farklı renkler ve sesler dokuyan izcisiyiz. Janjanlı mürekkeplerin gümüşlediği kalemlerin düğümlerine konmadık. Söz girdabında kül simyalarına gül suyu doğrayanlara kuş uçurtmadık. Hükümlü hurufatın sökerek kurşun dizgisini, katratlara sığdırdık infazlı ufukları. 53


Pıhtılaşmış soyutların tenezzülünü tartarak, arşive kaldırarak yeni haritalarda yeni kıyılara koştuk biz, ustaların nişangâhını bozmadan. Medcezir sarkacında bungunların suratına fırlatarak dizelerimizi, direnç senfonisiyle terlettik güzün tanklarını, bilinç rüzgârlarıyla sarsarak… Đşte, dünden bugüne, bugünden yarına tartarak seslerimizi ustaların haritasında, kendi keşiflerimizi de ekleyerek ilerliyoruz. Adım adım ama hızlı hızlı; sessiz sessiz ama haykırarak koşuyoruz. Đltihapları patlatmaya, çürükleri ayıklamaya… Emekle ve sanatla… 1 Eylül 2008

54


42. SAYI Dünyada bir şeyler oluyor, kapitalizmin temellerinden gelen çatırtılar, ülkeleri batırmaya başladı. Dünyanın varsıllarında bir telâştır gidiyor. Dünya basınından ünlemler üst üste akıveriyor. Marks, Kapital’in satırları arasından göz kırpıyor bize… Bizde ise, üç nokta işareti ve soru işareti; virgüllerde ise bir sus pusluk egemen… Đşte bizde de ünlem işaretlerini ortaya sürmenin zamanıdır. Valery, şiirin bir ünlemin geliştirilmesi olduğunu söylemiyor mu? O kadar sesimizi yükseltecek olaylar içindeyiz ki… Gazete dergi kapatılmalarını kanıksadık; internet sansürlerine alıştık, Kürtçe üzerine yoğun baskı Tiyatro oyunlarına dek uzandı. Gencecik insanlar, dergi satıyorlar diye polis işkence hanelerinde katlediliyor…. Güneydoğu’da kanlar akmaya devam ediyor. Susulacak zaman mıdır? Evrenin karşısında, yalnız şairin, kendi türküsünü söylemenin zamanı mıdır şimdi? Tutuşturmak gerek köprü altlarına sinen umutsuzluk tozlarını. Lacivert göllerin ışık vurmaz diplerinden sisli puslu doruklara dek düşünlerimizin ayak izleri parıldamalı. Tolstoy’un dediği gibi, her yeni gün, bize, yeni bir tarihsel görev yüklüyor. Bizlere, ya bu yeni görevin arkasından bakmak ve çizmelerini seyretmek, ya da bu görevi tümüyle, olduğu gibi üstlenmek düşüyor. Bizim sanat çizgimizde sanatçı, toplumun evrimi içinde büyük bir adımı gösterirken, bireyliğini korur. Đşte Emeğin Sanatı olarak yapmak istediğimiz, toplumsal gelişmenin yasalarını tam bir anlayışla yorumlayarak, edebiyatın gerçeği, tarihsel ve toplumsal hareketi içinde, salt dış belirtileriyle değil, iç özüyle yansıtmasını istiyoruz. Böylelikle edebiyat, hem yeni, hem de eski insanı, dünün, bugünün, en önemlisi de yarının insanını açıkça yansıtacaktır.

55


Gün, ünlemleri kalemlerden satırlara, satırlardan alanlara taşıma, çoğaltma günüdür. Estetiğin ve sanatın ana artellerinden şaşmadan… 15 Ekim 2008

56


43. SAYI Yaşadığımız her gün, bize bir önceki günden ağır sorumluluklar yüklemekte. Bir yandan sanata ve sanatçıya yönelik baskılar dört boydan sürerken, diğer yandan internete yönelik kapatmalar bir üst boyuta tırmandı. Blog kapatmalarına kadar uzandı. Bu durum şunu gösteriyor ki, yönetenler ve hukuk adına karar verenler kültürsüz ve anlak yoksulluğu içindeler. Kafka’nın bir dönem arananlar listesine konduğu ülkemizde kültür ve edebiyatın nasıl bir kıskaç içinde olduğu daha iyi anlaşılıyor. Okullarda çocuklar için kitap okuma bayramları ve kampanyaları düzenleniyor ama ne yazık ki, bu ülkede yetişen kitleler, yetki ve karar mekanizmasında bulunanlar, dünyanın ve ülkemizin kültürünü yansıtan eserlerden ne yazık ki çok uzak. Bir avukat, mühendis, doktor yazıhanesinde — yazmaya özel ilgisi yoksa— kolay kolay edebiyatla ilgili bir kitap göremeyiz. Yalnızca çocuklar için değil büyükler için de kitap okuma kampanyaları düzenlemek gerek. Đşte ülkece yaşadığımız sorunların bileşkesinde bu çelişki yatmaktadır. Kültür diye salt dinî ve hamasî yapıtlardan başkasına bakmayan (Turgut Özal bunlara ek olarak Red Kit de okuyordu) insanların yönettiği bir ülkede daha ötesini beklemek liberal şapşallıktan başka bir şey değildir. Burada sorun “aydın” kavramında kilitlenmektedir. Günümüz aydını, ne yazık ki, bir seyirci konumundadır. Sahaya inmeye kolay kolay cesareti yoktur. Halbuki gerçek anlamda aydın, yaşanan ve yaşatılanlara tanık değil müdahildir. Oyunu izleyen seyirci değil, oyuna yön vermeye çalışan oyuncudur. Düşünce üreten, derinliğine ve genişliğine düşünen insandır. Martin Luther King, bir ülkenin zenginliğini, ne gelirlerinin bolluğuna, ne savunma araçlarının gücüne, ne de umumî binalarının güzelliğine bağlı olarak görür. Ona göre, “Bir ülkenin zenginliğini teşkil eden şey, okumuş, yetişmiş, aydın ve karakter sahibi insanlarının sayısıdır. Ülkenin gerçek yararı başlıca gücü ve hakiki kudreti bundadır.” Görülen odur ki, ezilen sınıfın aydınları, sanatçıları, ideolojik tavırlarını, ürettiği değerlerle ve yapıtlarındaki yaratıcılık ve güzellikle ortaya koymalıdır. Toplumun değişen değerlerine göre ikide bir yerini, yönünü ve değerlerini değiştiren, kapitalizmin nimetlerinden pay kapma çabasında olanlar aydın olabilir mi? 57


Đşte yaşadıklarımızın ve bize dayatılan yaşantıların düğüm noktası burasıdır. Bizler, kapitalizmin beneklendirdiği aydınlardan değil; berrak, duru ve yüzünü ezilenlere dönmüş aydınlardan olmaya çaba göstermeliyiz. Benekli aydınlara eğilmekten vazgeçmeliyiz. Ürettikleri, insanlık için evrensel bir değer taşıyorsa, bizim için de değerlidir. Ama daha ötesi teslimiyettir. 1 Kasım 2008

58


46. SAYI 46. Sayımız, elimizde olmayan durumlar nedeniyle gözlerinize bir hafta geç uzanmak durumunda kaldı. Ölüm ve dirim zamanını şaşırmıyor. Ancak bu olgular, bizim planlarımızı bozabiliyor, beklentilerin dışına süpürüp atabiliyor. 45 sayıdır —yaz ayları dışında— elinize her ayın 1’i ve 15’inde ulaştık. 45 sayıdır, zamanında çıkmayı da onur bildik. Bundan sonra da yolumuza çıkacak ölüm-dirim durumları dışında aksamadan çıkmaya devam edeceğiz. Ülkemizde her hafta rastladığımız polis cinayetlerini tam kanıksayıvermişken, komşumuzda Yunanistan’da genç bir insanın polis kurşunuyla katledilmesi, yoğun ve derin bir depreme neden oldu. Bu depremle patlayan direniş, anlaşıldığına sade orada kalacak gibi de değil. Yunan devrimci ve anarşistleri, ceberut devlete karşı geliştirdikleri yeni bir şiirin tam üzerinde kalem oynatmaya devam ediyorlar… Ülkemizde ise teğet geçerken son anda yüreğe saplanan bunalım, ilk ağır etkilerini işçi çıkartmalarıyla göstermeye başladı. Birçok fabrika bu bağlamda işçi direnişlerini gebe… Yörsan, Unilever ve Brisa direnişleri, zaferle sonuçlandıkça, bu direnişlerin süreği başka fabrikalarda tutuşmaya devam edecektir. 12 Eylül’le birlikte miskinleştirilen işçi sınıfı 28 yıl sonra da olsa yeniden zaferin tadına vardı. Bu da gösteriyor ki, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Bugünlerde burjuva edebiyatçılarının en önemli derdi ise 50 yılın, 30 yılın, 10 yılın, yılın, ayın, haftanın şairi olma unvanlarını başkasına kaptırmamak. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın ölümünden sonra tüketim reklamlarında sık rastladığımız sloganlarla unvan peşine düştüler. Gerçi çoğu da düşlerini ve dizelerini zaten kiralayıvermişti reklam borsasına. Yabancısı değiller işin…. Gülten Akın 50 yılın şairi seçildi seçilmesine ama postmodernizmin oyuncakçılarında bir isyan kopuverdi… Öyle ya Gülten Akın, kendi paradigmalarının ötesinde dürüst, sosyalist kişiliğiyle bilinen bir şair… Fildişi kule sanatçıları varken olur mu hiç! Đşte sorunun kaynadığı nokta burası! Sonra bir bakıyoruz, birbirlerini aday gösteren ama seçilmekten umut kesenler, tilkiyle ciğer hikâyesini anlatıyorlar bize… Yok efendim gereksizmiş, önemli değilmiş, saçmaymış… Madem öyleydi de ta baştan neredeydiniz?

59


Neyse, biz biliyoruz ki, gerçek şairler, her günün, her saatin, her anın şairidirler. Okundukları yerde zamanı durdururlar… Dizelerinin bedeli, borsada değil yüreklere düşürdükleri izlerde ödenir. Şiirleri işporta gönüllerindedir…

tezgâhlarında

değil,

okurların

alınlarında

ve

Emeğin şavkı yansır dizelerinin arasına…

15 Aralık 2008

60


47. SAYI Yeni bir yıla kanlı görüntüler içinde giriyoruz. Amerikan emperyalizminin işleri karakolu Đsrail’in soykırıma giriştiği Gazze sokaklarında ölüm genç-yaşlı, kadın-erkek, çocuk-büyük ayrımı yapmıyor. 2008’in son günlerinde yaşananlar, aslında 2009’un da insanî değerler açısından aydınlık olamayacağının bir göstergesi değil mi? Her yeni yılın sonunda bir muhasebe yapılır. Olanlar, olmayanlar, yapılanlar, yapılmayanlar bir gözden geçirilir. 2008’e baktığımızda, ilk gözümüze çarpanlar, Tuzla tersanelerde işçi kıyımları, kot taşlama işçilerinin suyun yüzüne çıkan dramları ve iktidarın her alanda derin ve yoğun bir baskı politikası… 1 Mayıs’ta Gazze’ye, dönen Đstanbul sokakları… Ve sonunda Amerikanın iç bunalımıyla dünyayı saran kapitalizmin krizi… Sanırım 2008’e farklı bir damga vuran da, krizle birlikte uyanışa geçen sınıfsal bilinçtir. Çünkü krizle birlikte içinde emekçilerin artı değerini taşıyan sermayesini kaçırmaya çalışan, işçileri işten çıkaran, sendikalaşmaya karşı çıkan patronların yüzüne bir tokat gibi indi işçi direnişleri… 12 Eylül’den 28 yıl sonra emekçiler, işleri ve emekleri için mücadele etmenin, mücadele ettikçe de kazanmanın tadına vardılar yeniden. Bu açıdan 2009’a dair umutlarımız çoğalıyor. Sanatsal açıdan bakarsak, sanatın giderek sermayenin emrine yöneltildiğini görüyoruz. Özellikle müzikte ve görsel sanatlarda sermaye sanata tahakküm etme çabasında. Önce sponsorluklarla başlayan sanat-sermaye ilişkisi, giderek tahakküme ve dayatmalara dönüşmekte… Sermaye’nin sponsorluğunda ve öncülüğündeki sanatsal etkinlikler, klişeler içine hapsedilmekte… Edebiyatta ise bu ilişki, şimdilik belli çerçeve içindeki çevrelerde öne çıkmış durumda. YKY, elitçi edebiyat çevrelerinin yeni tapınağı… Bu tapınakta, temel değerleri sanatsal iradeden çok “para” belirliyor. Ortaya çıkan sonuçlar da bu irade çerçevesinde kümelenmeye başlıyor. Đnsanî heyecan ve coşkulardan arınmış, durağan, iç bükey, masa başı edebiyat… Buna karşın Anadolu’nun dört bir yanında sanatı bir coşku ve heyecan olarak gören, üreten, ürettiklerini dergilerle edebiyat borsasının sırça duvarlarına fırlatan sanatçılar var… Sanatı insanîleştirme eylemi Anadolu’da dergilerle, üretilen ve maddi beklentiden uzak hedeflerle kitaba dönüştürülmüş yapıtlarla sürüyor.

61


Ancak onların da önemli sorunları var. Kimileri sırça borsaya dâhil olabilme çabasında, kimileri ise, farklı bir sanat kalkışması oluşturma çabasında… Ama buluşamamaları, tekil kalmaları, konfederatif bir güç birliği oluşturamamaları, seslerini cılızlaştırıyor. 2009, bu açıdan bize, yaşama müdahil olma çabasındaki sanatçılara önemli görevler dayatmaktadır.

1 Ocak 2009

62


48. SAYI

Yeni bir yılın ilk saniyelerinden itibaren gördük ki her zaman olduğu gibi gelen gideni aratmaya devam ediyor. Tarihin geçmişten bugüne gördüğü en büyük toplu katliam, soykırım, naklen tüm dünya halkları tarafından bir dizi film gibi seyrediliyor. BM ve diğer insan hakları konusunda ahkâm kesiciler bu katliamı onaylarken insan hakları, barış gibi tüm evrensel değerler gözler önünde sıfırlanıyor. Đsrail saldırıyor, çoğu çocuk, yaşlı, kadın Filistinli canını yitiriyor. Tüm erdemler erozyona uğrarken biz hâlâ terörist sıfatı kimin önünde onu tartışıyoruz. Öte yandan ülkemiz toprakları silah kusmaya başladı. Geçmişten bugüne arta kalan kirli bir savaşın cephaneleri su yüzüne çıkıyor. Susurluk geldi Ergenekon’a dayandı. Kimi önemli adlar, kirli savaşın komuta kademesindeki bir adla birlikte gene sansasyonel operasyonlarla gözaltına alındı. Çeşitli tepkiler oluştu. Ama görüyoruz ki, bu kirli ad ve ilişkili olanların birçoğu sosyalistlere ve Kürt halkına yönelik faili meçhullerde, kıyımlarda buluşuyor. AKP iktidarının çoğu kez muhaliflerine sansasyonel olarak salladığı Ergenekon kılıcı, Demokles’in kılıcına dönüşse de ortaya çıkan pislikler gösteriyor ki, kontrgerilla yavaş yavaş su yüzüne vuruyor ya da buna dönük umutları pekiştirici olgular var. Bugünlerde kimliği ve neliği belli Hilmi Yavuz’un “şiir ve hayat” üzerine yazısı konuşuluyor. Zaman Gazetesinde yayınlanan bu yazıda gene kaş altından Marksistlere yüklenmekte: “Öteden beri vulgar Marksist bir poetikanın dayatmasıyla, şiirle hayat arasında zorunlu bir bağ olması gerektiği düşünüldü.” Bu vulgar (kaba) sıfatını kimin için kullandığını üstü kapalı geçiyor Yavuz. Bugün de savunulduğunu da ayrıca belirtiyor. Şiir ve hayat ikilemi üzerine yazısını kuran Yavuz, Amerika’yı yeniden keşfedercesine hayatın şiire doğrudan değil dolaylı girebileceğini belirtiyor. Söze Adorno’da aldığı alıntıyla başlıyor: “Lirik şiir, Dünya'nın, Kapitalizm dolayımında 'şeyleşme'sine ('reification') ve burjuva ideolojisinin bu 'şeyleşme'yi gizleyip örtbas etmesine karşı, 'kendine özgü bir muhalefet'i dilegetirdiğini bildirir. '[Lirik şiirin] yüceliği, ideolojinin gizleyip örtbas ettiklerini açığa çıkarmasındadır” Yavuz, bu alıntıyla ideolojilerin şiirden uzaklaştırılmasını imlerken aklıma Nâzım’ın Halide Edip’e yanıtı geldi. Halide Edip, Nâzım’ın şiirlerini beğenmiştir ama ideolojik olmasından yakınır ve “Đçlerinde ‘Taranta Babu’ ve sırf ideoloji propagandası olan parçalar çıkarılırsa ‘Benerci Kendini Niçin Öldürdü’ derecesindeki eserleriyle gençler arasında, hatta bu devirde dahi 63


sıfatını alabilecekler vardır” der. Nâzım da, “Hey sersem bayan, ben dâhi değilim, fakat iyi bir sanatkârım ve bunu her şeyden önce ideolojime borçluyum. Eğer sizin iyi sanatkârlarınız yoksa, ideolojinizin bugün artık iyi sanatkâra muhteva olamayacak kadar tefessüh etmiş olmasından gelir" diyerek ağzının payını verir. Hilmi Yavuz, sanat ve hayat konusundaki sözlerini dolambaçlı olarak alıntılarla doldurduktan sonra sonuç bölümünde şu yargıya varır: “Sanatın amacı, gerçekliğin taklidi ya da yansıtılması değil, gerçeklik duygusu (vraisemblable) uyandırmaktır.” Đşte burada Yavuz, Marksistlere yakalanıyor. Evet, sanatın amacı Marksist sanatçılara göre de ne gerçekliğin taklidi ne de yansıtılmasıdır. Ama gerçeklik duygusu uyandırmak da değildir. Bu olgu belki romanda, sinemada söz konusu olabilir. Sanatın bütününde değil. Sanatın amacı, toplum-doğa gerçeğini, bunların gerek kendi içlerindeki çelişkilerini, gerekse birbirleriyle olan çelişkilerini diyalektik bir yaklaşımla estetik olarak, anlatmaktır. Yavuz’un son yargısına biz de katılıyoruz elbette: “Bir şiirde, somut ve maddî hayatın şiire doğrudan dahil edilmediğine bakarak, o şiirin hayatla ilişkisi olmadığını sanmak yanıltıcı olabilir.” Hilmi Yavuz’un derdi ne şiir, ne hayat! Hayata ancak gölgelerden bakabilen şairin derdi ait olduğu çerçeve içinden Marksistlere saldırmak. Hep olumsuzluklar yaşıyoruz gibi görünse de, elbet güzel şeyler de olmuyor değil. 30 ve 31. sayılarımızda sosyalist sanat sitelerine, grup ve hareketlere çağrı yapmıştık. Emeklerimizin dağ başlarında ıssız yollarda tek tek ağaçlar gibi kalmadan bir bahçeye, giderek ormana dönüşmemiz gerektiğini dile getirmiştik. Bu çağrımıza ilk yanıt veren ve yanıtlarını işbirliğiyle hayata geçiren Sorun Yayın Kolektifi şair ve yazarları tarafından oluşturulan Sanat Cephesi (sanatcephesi.org) olmuştu. Sanat Cephesi’nin “Kültür-Sanat Konferansı”na grubumuzdan ben, Yaşar Doğan ve Babür Pınar tebliğ sunmuştu. Son olarak 2. Çukurova Kitap Fuarında Sorun Yayın Kolektifinin düzenlediği toplantıya çağrıldım. Bu arkadaşlarla tanışma, söyleşme olanağı buldum. Oradaki etkinlikte şiirlerimi okudum, Emeğin Sanatı’nın sanata sosyalist bakışını anlatma olanağı buldum. Sanata ve hayata bizim gibi bakan dostlarla tanışma olanağı bulduk. Bu etkinlikler çoğalarak buluşarak sürecek elbette. 15 Ocak 2009 64


49. SAYI 11 Ocakta Sorun Yayın Kolektifi ve Sanat Cephesi'nin davetlisi olarak katıldığım söyleşide, şiirin neliği ve niteliği üzerine konuşmuştuk. Orada izleyicilerden birinin bana yönelttiği sorulardan biri de şiirimin izleyicilerin yüzde 30'u tarafından anlaşılamayacağı ve bunun sosyalist gerçekçilikle çelişip çelişmeyeceği idi. Gördüm ki, şiire bakış ve algılama çevreni aydın olarak nitelediğimiz insanlarda bile kalıplardan ve yerleşik anlayışlardan uzaklaşmamış durumdadır. Hâlâ şiir dilindeki soyutluk, şiiri gerçeklikten uzaklaştıran bir etken olarak görülmekte; bu yargı da insanları kolaycılığa yöneltmekte, “çıplak” şiire itmektedir. Çıplak şiirin sanatsal ve estetik yetilerinden uzaklaştığı algılanamamaktadır. Bana göre şiir, dil adı verilen gücün yalnız insana özgü ve erkini insandan alan bir imgesel gizler sistemidir. Ama bu sistemin uçları açıktır, açık olmalıdır. Ama bu açıklığın sınırları şiirin sınırları içindedir. Şiirin sanatsal ve estetik özünden uzaklaşan, şiirin soyut sistematiğinden günlük yaşamın somut sistematiği içine giren şiirler şiirliğinden çok şey yitirmektedirler. Şairin buluşçu ve arayışçı yönü dondurulurken şiirin çağrışım yönü de kilit altına alınmaktadır. Bir de kapalı şiir savunucuları vardır. Şiiri kapalı gizemli, anlaşılmaz bir biçime sokmayı ve onu fildişi kuleye hapsetmeyi amaçlamaktadırlar. Şiirin hayat ve insanla bağını kopartmaktadırlar. Bunların kimliği, niteliği ve amaçları zaten bilinmektedir. Onlara harcayacak fazla zamanımız da yoktur. Bu anlayışlar karşısında bizim anlayışımız da şiiri bir anlam ve ses bütünselliği içinde değerlendirip sözcüklerin çağrışımsal niteliklerine ağırlık vererek, anlatılmak istenen görüntü ya da durumu anlama ve algılama uçlarını açık bırakarak şaire ve şiire özgü bir dille anlatmayı amaçlamaktadır. Savunduğumuz bu şiir, elbette çıplak şiir kadar açık bir ileti sunamaz. Ancak ileti dili düzyazı dilidir. Đletiye doğrudan verilen ağırlık şiiri düzyazıya kul eder. Biz, şiirin diliyle, estetik kaygımızdan ödün vermeden de politik şiir yazılabileceğinin bilincindeyiz. Sanatsal gücümüzü de bu bilinçten almaktayız. Đşte ilk anlayış, şiirden ve şiirsellikten uzaktır. Düz yazıyla daha yetkince söylenebilecek şeyleri ölçü ve uyağın dar hücresine sıkıştırmaktır. 2. anlayış, anlamsızlıkla sırlanmış imgelerin lahdine gömmekte şiirde anlamı. 3. anlayış, şiirde anlamı duygu ve zekâya dayalı imgelerle sarmalamakta, sözcüklerin 65


çağrışım zenginliğini kullanmakta; ders vermek, yol göstermek yerine okurun anlama ve algılama duyarlıklarını keskinleştirerek şiirden özümlediklerini yaşama dönüştürme bilinci kazandırmaktadır.

1 Şubat 2009

66


54. SAYI Dergimiz e-postasına çeşitli iletiler gelir. Kimileri överler, kimileri eleştirirler... Geçenlerde e-postamıza bir ileti geldi. Đletiyi yazanın açık kimliği yoktu ama dergimizin eski sayılarını okuduğu belliydi. Soruyordu, “Siz kimsiniz kardeşim? Altı üstü bir blogsunuz, nasıl koskoca yazarlara, şairlere dil uzatırsınız? Çizmeyi çok aştığınızın bilmem farkında mısınız?” Yer yer azarlama, yer yer küfre varan söylemlerle sürüyordu ileti. Sanırım dilimize doladığımız anlı şanlı şair-yazarlarımızın müritlerindendi. Onu, “Evet bayım, söylediğiniz gibi biz çizmeyi sık sık, hatta çoğu zaman aşıyoruz. Bu bizim temel ilkelerimizden biridir. Çünkü çizmeyi aşmak, var olan ufuklara sığamamak, daha ötesini aramak, araştırmak, bulmaktır” sözleriyle kısaca yanıtladım. Evet, Ne zaman birisi yeni bir düşünce üretse, ne zaman birisi yeni bir kapı açsa, hemen yukarda bir tokmak iner beyinlere: “Çizmeyi aşma!” Ne zaman birisi farklı bir doğru ortaya koysa, ne zaman birisi yüreklere yeni umutlar saçsa , yine aynı tokmak tepede: “Çizmeyi aşma!” Rollerimiz belirlenmiştir. Bizlere genellikle alt kadroda figüran rolleri yazılmıştır. Ne zaman azıcık rollerimiz dışında konuşsak, yüreğimizden ve beynimizden insana özgü ve araştırıcı, sorgulayıcı sözler dökülse, aynı tokmak hep tepemizdedir. Đsterler ki, herkes, egemenlerin gözle görülmez elleri tarafından belirlenen rolleri içinde kalsın. Herkes kendine biçilen rolü oynasın. Eski köye yeni âdet çıkarmanın gereği yok... Düşünmeye, sorgulamaya, güzellikler üretmeye kalkışalım, hemen eloğlu çizmenin sınırlarını kafaya vura vura hatırlatır. Çünkü sorumluluklar çizme boylarıyla ayarlanmıştır. Kimininki kasıklara dek kimininki dizde, kimininki diz altı, kimininki topukta. Pek güzel de, bu çizmeleri sizlere bu toplum, bu halk vermedi mi? Sizler, fırsatların bahçesinde çizmeyi kasıklara dek uzatırken halkın çizmesi topuğu aşamadıysa suç kimin? Tek doğruyu onlar bilir. Tek güzeli onlar seçer. Tek iyiyi onlar tanır. Otur oturduğun yerde. Sana ne oluyor? Donkişotluğa soyunmanın gereği yok! Ne 67


doğru söylemiş Orhan Veli, “Bu düzen böyle mi gidecek, pireler filleri yutacak...” Bu ülke insanlarını kendi yoz sanat ve düşünce kalıplarına göre çizme boylarına ayıran; en uzun çizmeyi de ayağına geçirmeye kalkışan hastalıkları Emeğin Sanatı, elbette teşhis ve afişe etmeye devam edecektir. Bizlere uzatılan çizmeleri asla kabul etmeyeceğiz. Bilimsel sosyalizmin doğrultusunda sanatsal eylemimizi estetik çizgiyle bulaştırarak yazmaya, çizmeye, söylemeye devam edeceğiz. Haydi Emeğin Sanatçıları, çizmeleri aşmaya devam!

15 Nisan 2009

68


56. SAYI Yeni bir zamanın eşiğindeyiz. Bütün dengeler kaypak, bütün bağlantılar gevşek, bütün erdemler sakat, bütün büyüklükler çürük… Sanat ve sanatçılarda bu çürümeden payını almakta… Bir şekilde ele geçirilen köşe başlarında içbükey dünyalar kurulmakta ve batırılmaktadır. Kapitalizmin ideoloji, postmodernizmin her yönüyle sağdan, soldan rağbet bulduğu ülkemizde sanat mahfillerinde, sanatçılarda da çürük kokuları gelmekte. Bizi ilgilendirenler, “sol” kisveli oldukları için onları ele alacağız. Bazılarını işçi direnişlerinde ve gösterilerde sık sık görmek olası. Dış yüzüyle bu sanatçıları görenler, O’nu en devrimci, en sosyalist sanatçı sanabilirler, sanmaktadırlar. Ancak, “kişinin aynası işidir” sözü uyarınca bu sanatçı tiplerinin yapıtlarına baktığımızda, başat olan öğenin “birey’in bungunlukları, aşk ve birey kavramı olduğu görülmektedir. Aşka ve aşk şiirlerine elbette karşı değiliz. Başat öğe olmasına karşıyız. Bu tipler için, elbette reklamın her türlüsü mübahtır. Gittikleri sergi ve etkinliklerde, devrimci yüzüyle tanıdıkları sanatçının yapıtlarını alanların düşünceleri, bu yapıtlar okundukça değişmektedir. Ama sanatçının kitapları yok satmıştır bir kere… Bu tiplerden bazıları, daha açık davranarak sonsuzluğa göçmüş, yaşamı cezaevi, işkenceler ve baskılar arasında geçmiş sanatçılara dil uzatmaktan çekinmezler. “Enver Gökçe şair değildir”, “A.Kadir manzumecidir”, “Rıfat Ilgaz, şair değil öykücüdür”… Dillerinden çıksa Nazım’a da el atacaklar ama cesaretleri yok. Zaman, sapla samanı ayırma zamanıdır. Yılmaz Güney’in vurguladığı gibi: “Devrimciler, kimle ve neyle ilgileneceklerini bilmediği zaman yanılgı ve yenilgi onlar için kesindir.” Zaman, bizim gibi düşünen insanların buluşma zamanıdır. Buluşmalıyız ki, köşe başlarının içbükey dünyalarını sırça köşk gibi tuzla buz edelim. Bizim gibi düşünen sanatçıların çok olduğunu görüyoruz. Önemli olan – birleşerek demiyorum- buluşarak sanatta bir sinerji oluşturabilmektir. 15 Mayıs 2009

69


70


57. SAYI Günümüzde sanat, her alanda kapitalizm ve onun sanat alanında geliştirdiği postmodernizmin etki alanı içine sokulmak istenmektedir. Sanat alanını gerek ucuz reklam aracı, gerekse bir prestij aracı olarak egemenliği altında görmek isteyen kapitalizm, giderek sanatın kendi dinamiklerini de etki alanı içine alarak sanat ve edebiyatı kendi isteği doğrultusuna yönlendirmek çabasındadır. Adı öne çıkartılan sanatçıların çoğunluğu bu tezgâhtan geçmiştir, geçmektedir. Tezgâhtan geçmeyen, direnen sanatçıların ise hep sesleri kısılmak istenmiş; okurla buluşma hatları olan dergiler yüzlerine kapatılmış; kitaplarını yayınlama olanakları oldukça azalmıştır. Bunun karşısında, sanata bulaşan kapitalizmin müdahalelerinden hoşnut olmayan pek çok sanatçının var olduğu biliniyor. Bunları bazen dergilerde, bazen fanzinlerde ya da bloglarda görmekteyiz. Bu sanatçılar, sanatın kâr objesi olmasından rahatsızlıklarını her fırsatta dile getiriyorlar. Ama şunu da görüyoruz ki, artık gerçek sanat ve edebiyatı, bu tezgâha direnen sanatçılar başaracaktır. Çünkü onların yaratıcılıklarının ve doğurganlıklarının önünde bent yoktur. Çünkü onlar, kendi var oluş ve ortaya çıkış nedenlerini parada ve kârda değil halkların daha güzel bir dünyada yaşatılması mücadelesindedir. Çünkü onların kökleri plastik, steril ortamlar değil, Baba Đshak’ıyla, Pir Sultan’ıyla, Bedrettin’iyle, Börklüce’siyle HALK’tır. Burada HALK kavramını da açmak gerekmektedir elbet. Bu kelimeyle somutlamak istediğim; kapitalist sistemden olumsuz etkilenen, kapitalist sömürünün üzerlerinde acımasızca uygulandığı emekçiler, işçiler, az topraklılar, küçük esnaflardır. Daha bilimsel bir ad koymak gerekirse, işçi sınıfı ve müttefikleridir. Bizim sanatımızın öznesini onlar oluşturacaklardır. Biz sosyalist sanatçılar; esin kaynaklarımızı dar köşelerde, karanlık odalarda, loş ortamlarda değil açık alanlarda, ışıklı ortamlarda, kısaca emeğin kavga verdiği her alanda bulacağız. Kısaca bu tavır, devrimci bir tavır, hayatı değiştirme tavrı olmalıdır.. Bizim sanatımız, kitleleri, parçalanmış bir durumdan birleşmiş bir bütüne dönüştürebilme çabasında olmalıdır. Ancak bir noktayı belirtmekte yarar var: Đşçi sınıfı adına müdahil olduğumuz sanat alanında, dikkat edeceğimiz noktalar bulunmaktadır. Yola çıkışımız işçi sınıfı adınadır. Sanatımızın öznesi de onlardır. Ancak sanat alanının kendi silah ve gerekliliklerini bu alanın dışına taşırmadan da sanat yapmak zorundayız. Böyle bir duruma da düşmemek gerekir. Çünkü sanat, 71


nesnel gerçekliğin estetiksel imgeler hâlinde yansımasıdır. Elbette savunduğumuz sanatın adı sosyalist gerçekçiliktir. Ama sanat ve bilim durağan değildir. Sosyalist gerçekçilik de, ortaya çıktığı Sovyetler’deki konumunda donuk kalacak değildir. Sosyalist sanatçılar olarak, kendi halklarının kökleriyle sosyalist gerçekçiliğin temel bakış açısını buluşturarak, yeni bir sosyalist gerçekçiliğin temelini oluşturmalıyız.. Sanat, ideolojilerin estetik kimlik kazanmış biçimidir. O zaman, toplumsal kavgamızın bir parçası olarak gördüğümüz sanat alanında, bizi sadece sanatın estetik iç dinamiği sınırlayacaktır. Yani ilkemiz, “Önce ‘iyi’ sanat, sonra ‘yararlı’ sanat” olmalıdır. Bizim sanatımız; yeni biçimler, yeni özlerle, gerçeklerin devindiği bir süreçler ırmağında birbirlerini besleyerek belirmelidirler. Yılmaz Güney’in de vurguladığı gibi sanat, tesadüfün yarattığı sanat değildir. Sanat, bilinçli müdahalenin, yeniden yaratmanın, heyecanın, tutkunun sonucu çıkar ortaya! Burada özenle durduğum nokta, insanla nesnel gerçek arasındaki estetiksel ilişkinin koparılmamasıdır. Bu kaygımı, Lenin’in şu özlü sözü en vurucu biçimde somutlamaktadır: “Sanat kitlelere yaklaştırılmalıdır, kitleler de sanata..”

1 Haziran 2009

72


59. SAYI Son dönemde Đnternet üzerinden dergiler ve edebiyat siteleri çoğaldı. Bunların çoğu, kişilerin şiir tutkularından rant kazanma çabasının sonucudur. Hiçbirinde doğru düzgün bir eleştiri kurumu yoktur. Ahbap çavuş ilişkisiyle şiirini öne çıkarma çabası öne çıkmakta. Bir de bu anlayışlardan rant çıkaran para karşılığı dağıtılan birincilik ödülleri de kokuşmuşluğu gösteriyor. Ama gene de Đnternette gelişen şiirin gelecekte edebiyatımız için önemli bir pınar oluşturacağına dair inancımı da koruyorum. Öz ve nitelik yönünden “has şiir”e ulaşma yolunda çaba gösteren, okuyan, öğrenen, araştıran özenci şairlerin yapıtları, gelecekte dergi çevrelerinin fildişi kulelerini aşarak edebiyat tarihi içindeki yerini alacak; Giderek tekelleşme sürecine giren dergilerin ve yayınevlerinin şiirimizi sokmaya çalıştıkları bireyci ve postmodern çıkmazları yaracak; belki de ilerde Internet şairleri şiirimize yeni mecralar açabilecektir. Bugünkü edebiyat ortamında göz ardı edilen Đnternet şairleri, kuşkusuz içlerinden kendi estet ve eleştirmenlerini de çıkararak edebiyatımıza damgasını vuran bir kuşak ya da akım oluşturabilecektir. Bunu başaramazlarsa silinmeye mahkûm olacaklardır. Đnanıyorum ki, medyatikleşmeye, magazinleşmeye, mistikleşmeye, metalaşmaya, markalaşmaya baş kaldıran Đnternet şairleri fildişi kule şairlerinin de tahtlarını sallayacaktır. Çıkar, küme ve para kaygısı taşımadan yürek ırmaklarını Internet sayfalarına akıtan şairler, bugün düz ovalarda menderesler çizerek bataklığa dönüşen nehirler gibi yalpa vuran şiir anlayışlarını da önlerine katarak sanatsızlığın, hiçliğin, boşluğun, yokluğun ve zamanın derinliklerine göndereceklerdir. Melih Cevdet ANDAY, “Sanatın büyük bir güç olması, ancak özgür bir kafadan doğması ile gerçekleşir” diyor. Kendilerini yayınevlerine, dergilere beğendirme, şiirden rant kazanma kaygısı olmayan Đnternet şairleri bu bağlamda daha özgür ve daha şanslıdır. Çünkü onlar için amaç yaratmak, üretmek ve sunmaktır. Đnternet sitelerinde şiirler tüketim metaı değildir. Beğenen açar, okur; beğenmeyen tıklar, geçer. Đnternet sayfalarından fışkıran şiirler, çağına ve yaşamın seyrine karşı takındığı tutumla ve kazanacağı şiirsel birikimle sarsabilecektir edebiyat ortamını. Yaşamla buluşmalarını sürdürdükleri, verili yaşam kalıplarıyla yaşamın ruhunu ayırt ettikleri, güne zamanın penceresinden baktıkları oranda önem kazanacaklardır. 1 Temmuz 2009 73


74


61. SAYI 2 aylık bir aradan sonra Emeğin Sanatı yoluna devam ediyor. Đnsanî hallerden kaynaklanan bu gecikme sürecinde, hep şunu düşündüm. Bu derginin devamlılığı gerekli mi gereksiz mi? Okurunun gönlünde bir ayrıcalık oluşturdu mu? Okuru, Emeğin Sanatı’nın her yeni sayısını ilgiyle bekliyor mu? Yani emeğimizin karşılığı var mı? Ama okurlarımızdan, özellikle de genç okurlarımızdan e-postamıza gelen mesajları, dergiye yorumlarla beklentilerini bildirenlerin yazılarını okuduktan sonra devam kararını verdik. Dergimizin bir gereksinmeye karşılık düştüğünü görmek, elbet bizim de coşkumuzu kanatlandırdı. Dostlardan gelen övgü ve özendirici sözler, bizi kıvandırırken, 60 sayımızı gözden geçirdiğimizde en büyük eksikliklerimizden birinin eleştiri eksikliği olduğunu görüyoruz. Bundan sonraki süreçte, yapıcı ve iyiye, doğruya yönlendirici eleştirileri de bekliyoruz. Gelelim sanatın yeni açmazlarına: Bugünlerde sanat ve kültür adına yeni bir pazar kuruluyor Đstanbul’da. Đstanbul 2010 Kültür Başkenti kumpanyası, halkın harcama kalemlerine konan ek vergiyle şişirdiği kasasını tekellerin omzunda sanat yapmayı marifet bilenlere açıyor. Sanat, sermayenin Zürafa Sokağına düşürülüyor. Holding ve tekeller, sanatı sömürerek yeni voliler vurma çabası içinde. Đşin en acı yanı da kendine sanatçı diyenlerin bu pazardan kendilerine yemlik aramaları… Bir zamanlar "Halk için sanat”, “sanat için sanat" tartışmaları bugün yerini "piyasa için sanat" anlayışına bırakmıştır. Sanat alanı açıkça tekellerin istilasına uğramıştır. Yıllardır tekeller kültür-sanat alanını piyasaya açmaya çabasındalar. Sanatı ve sanatçıyı düzenin en büyük destekçisi hâline getirmeye çalışıyorlar. Günümüzde sanat emekçilerinin yakıcı sorunudur bu! Günümüz sanatçısının yapması gereken, aklına, yaşamına, varoluş kaynaklarına yapılan bu çok yönlü saldırıya karşı düzenin bireyci, gerici, yalnızlaştırıcı köklerine iyice sarılmak yerine; direnişi ve karşı saldırıyı örgütlemektir. Bu çaba, ortak sorumluluk ve üretimlerle buluşturulmadığı sürece, sanatçı ve sanat metalaşmaya ve giderek hiçleşmeye devam edecektir. Çünkü piyasa sanatı özgür sanatsal üretime pranga vurmaktadır. Sanatsal üretime, satış kaygısı egemen olmaya başlamaktadır. Böylelikle sanatçının muhalif, eleştirel tavrı aşınmaktadır.

75


1980'lerden 1990'lardan beri yoğunlaştırdığı yoz kültür bombardımanı ile bir yandan insanları tek tek hücrelerine hapsederek, onlara "özgür bireyler" olduklarını pompalamaya çalışıyor, diğer yandan ideolojilerin öldüğünü iddia ederek, tarihin hiçbir dayanağının bulunmadığını söylüyorlar. Gerçeğin "kendiliğinden" ilerleyen ve değiştirilemez bir olgu olduğunu savunarak dayattıkları kadercilikle, sundukları mistisizmle, örgütlülüğü suç göstererek, aklı ve istenci yaşamlarımızdan çıkarmak için uğraşıyorlar. Toplumsal savaşımdan bağları koparılan insan, bu süreçte giderek yalnızlaşıyor, bireycileşiyor ve düzenin çarklarında yok oluyor. Đşte Emeğin Sanatı çabasıyla yola çıkan bizler, sanatın alınıp satılan meta olmasına karşıyız! Sanatçının, pazar için üretmesine karşıyız! Sanatın ve sanatçının alınıp satıldığı bir dünya istemiyoruz! Artık gerçek sanatçıların, piyasa egemenliğini benimsemiş sanatçılardan ayrıştırmasının zamanı gelmiştir. Emeğin sanatı için verilecek devrimci mücadele kendi varlığını ortaya koymalı, kendi koşullarını yaratmalıdır! Vakit, holdinglerin istilasına karşı sanatçıların başkaldırısını örgütleme; sanatçıların, özgür sanat için çaba gösterme, üretme vaktidir!

1 Kasım 2009

76


62. SAYI Savaşın ve barışın kesiştiği bir gündemde, bütün değerlerin cıvatalarının oynatılmaya başladığı bir bir dönemde gene birlikteyiz… Öyle bir dezenformasyon fırtınası var ki, değerimiz bildiğimiz insanların adları, gerici, bağnaz insanların adlarıyla buluşturularak, yeni bir kültür erozyonu oluşturulmak isteniyor. Devrimci değerlerimiz üzerinden kirli politikalarına çanak bulmak isteyenler, elbet umduklarını bulamayacaklardır. Öte yanda, insanî erozyonların da en keskin dönemecindeyiz. Şiirin ve müziğin devrimci şahlanış döneminde adlarını belleğimize kazıdığımız kimi adlar, şimdilerde liberalizmin pazarına işporta tezgâhı açmakla meşguller, insanlığın devrimci birikimini ranta ve kâra dönüştürme çabasındalar. Bu karanlık içinde resmî edebiyatçılar, sanatı örtü altına alma çabasındalar. Öyle ki, bu çaba, bir alkış, bir övgü nedeni olarak görülmekte… Halbuki, sanatın görevi, gerçeğin görünüşünü değiştirmek değil, gerçeği gizleyen örtüleri kaldırmaktır. Sanatın görevi, açık kapıları yıkmaktan çok, kilitli kapıları açmaktır. Devrimci sanatçıları, sanatı bir silah olarak kullanmakla suçlayan burjuva yazıcıları bilmelidir ki, “Sanat, toplumsal savaşımda bir silâh değil, dünyada süregiden toplumsal savaşımın kendisidir.” Sanatın gerçek yeri, sürekli gelişen toplumsal yapının bir parçası oluşundadır. Sanatı, salt seçmek ve susmaktan ibaret sananlar, sanatı bilinçli müdahaleye değil rastlantıların peşine taktıklarının da farkındadırlar. Hâlbuki sanat, kendisinden ibaret değildir. Sanat kendisinden fazlasıdır. Sanat hayatın tüm anlamlarını taşır. Sanat, yeni dünyalar kurgulamakla eş anlamlıdır. O dünyalar da önce düşlerde doğar. Doğallıkla, düş kurma özürlü bir ortamın sanatta yerinin olamayacağı açıktır. Kısacası, sanatın dizginlerle, kelepçelerle, ağız tıkaçları ile işi yok! O size: “yürü!” diyor ve sizi yasaklanmış meyvesi bulunmayan o büyük sanat evrenine salıveriyor.

15 Kasım 2009

77


78


63. SAYI Ekonomik bunalımın ve buna dayalı olarak insan kırımını, insanı aşağılamanın zirvelere ulaştığı günleri yaşıyoruz. Đnsanlar, haykırıyor, yaşamlarını savunmaya çabalıyor. Kimileri de umutsuzluk girdabında yaşamına son vererek ses getirmeye çalışıyor. Doğudan akan kan ırmağı Kürt ve Türk kanı, tüm Anadolu’nun geleceğini ipotek altına alırken, iktidar samimiyetsiz bir tavırla Kürt oylarının rantına oynuyor, muhalefet ise azgın bir şovenizm çalkan, aynı sözleri, aynı söylemleri, voleybol oynarcasına bir atıp bir tutuyorlar. Öte yanda insan hakları ihlallerinin bini bir para... Kendi insanına, ülkesinin birikimini taşıyan kamu emekçilerine şahin kesilen erk sahipleri, ABD karşısında boynu bükük yeni cami dilencisi konumunda… Bankalar, kamu kaynakları hortumlanıyor… Kamu işletmeleri bir yıllık kârına peşkeş çekiliyor. Bu açıklara kapatmaya devlet de güç bulanlar, eğitime ve sağlığa yatırıma gelince mi; kamu emekçilerine gelince mi acizleşiyorlar? Konuşmaya gelince şereften, itibardan, alın aklığından, baht açıklığından konuşanlar; açlık sınırının altındaki kendi insanlarına, hastane kapılarında bekleşenlere, çocuklarını öğretim yılına yeni giysilerle gönderememenin acısını duyanlara söyleyebileceği ne var? Bu nasıl şeref, nasıl itibar? Öte yandan H1N1 virüsü zengin-fakir her kapıdan içeri dalarken Bakan “Aşılanalım”, Başbakan “Ben olmam, aileme de yaptırmam” diyerek kavukluyla pişekâr gibi ortaoyunu sergilerlerken sanatçı, “Beni sokmayan yılan bin yaşasın” diyebilir mi? Đşte bu ortam içinde sanata ve sanatçıya büyük görevler düşmekte. B. BRECHT’e göre “Đnsanlık yara almışsa sanat yoktur artık.” Güzel sözcükleri bir araya getirmek sanat değildir. Đnsanların kara yazgılarından etkilenmezse insanları nasıl etkileyebilir sanat. Gerçek sanat zaten kötü koşullara inat, insanların kaderini değiştirme, daha aydın kafalar ve yürekler yaratma, dünyamızı saran karanlığı yenme çabasıdır. M. GORKĐ’ye göre “Sanat iyiyi abartmak, insana düşman olan kötüyü de abartarak buna karşı nefret uyandırmak, hayatın bütün adî kötülüklerini, yavan ve hasis küçüklüğünü yok etmek azmini doğurmak için kötüyü daha da 79


çirkinleştirmek emelindedir.” Aslına bakılırsa sanat hem lehte, hem aleyhte bir kavgadır. Sanat toplumsal çevrede doğar; toplumsal değişme ve gelişmelere uyarak, değişir ve gelişir; içinden çıktığı ortama etkiler yapabildiğinden, toplumsal gelişmeye olumlu ya da olumsuz yönden katılır. Günümüzde sanat yapıtlarına baktığımızda, yukarıdaki göstergeleri görebiliyor muyuz? Kuşkusuz hayır! Sanat da kimi sanatçılar da bilerek ya da bilmeyerek emperyalist kültürün davulunu çalıyorlar. Bu anlayışta olanlara göre sanat çorap, mendil gibi paraya dönüşecek bir metadır. Dillerinden “postmodernizm”, “modernite” kavramlarını düşürmeyen ve her daim sözleri paranın vitrinlerinde dolaşan bu sanat simsarları, kendi ağızlarıyla kendilerinin değersizliklerini ortaya koymuyorlar mı? Öyle ya, çorabı ya da mendili bir süre kullandıktan sonra eskidi, epridi diye kaldırıp atmıyor muyuz? Öyleyse onların da yazıp çizdikleri eprimeye ve eskimeye mahkûm! Biliriz ki, gerçek sanat yapıtı asla eskimez, modası geçmez. Öyle olsaydı Cervantes’in Donkişot’u, Tolstoy’un Savaş ve Barış’ı, Homeros destanları duyarlıklarını yitirir, kullanımdan kalkardı. Bugün, kim bu yapıtları okumaktan tat alamadığını söyleyebilir? Elbet, bazıları “Bu şiirler, yapıtlar tümden mi gereksizdir?” diye sorabilir. Belki bu tür şiir de gereklidir, ama gereken yerlerde. Sözgelimi, fırtınalı bir denizde, her yanı dökülen bir gemide yolculuk edenler için yemek müziği ne kadar gereksizse; %30’ların açlık sınırında olduğu, %50’lerin bu sınıra yaklaştığı, %20’lerin kaymağı yediği ülkemizde amaçsız, süs şiir de o denli gereksizdir. Lüks garnitür ve mezelerle süslü bir sofrada aç insanlar, sofranın süslemesine önem vermezler, önce ekmeğe saldırırlar. Görülüyor ki, günümüzde sanat; kendi estetik kuralları çerçevesinde yön gösterici olmalıdır. Kısacası, gerçek sanat ve sanatçı, yaşananlara ve yaşatılanlara, her zaman halkın içinde ve halkla birlikte tavır koymalıdır. Kaçak güreşen, sorunsuz ve sorumsuz sanat çabasını sürdürenlere, sanatsal çıkarlarını holdinglerin çıkarlarıyla buluşturanlara söylenecek fazla sözümüz yok. Edebiyat tarihi, onları kendi kulelerine hapsedecektir.

1 Aralık 2009

80


64. SAYI Bugünlerde yaşanan olaylar ya da geçmişte 30 yıl önce, 29 yıl önce, 9 yıl önce Aralık ayı içinde yaşanan olaylara baktığımızda, aklıma Descartes’in “Đnsan yıkıcı bir hayvandır” sözü geliyor. Đnsanlığın niçin savaşlardan ve yıkımlardan kurtulamadığını sorduğumuzda, sorunun yanıtı “çünkü”yle başlıyor. Olgulara ve durumlara baktığımızda, bu “çünkü”nün devamında şu saptama dökülüyor dudaklarımızdan: “Neoliberalizme göre, insan yıkıcı bir hayvandır ve ütopyası falan da olamaz.” Geçmişte ve bugün yaşatılanların çıkış kaynağı bu saptamada yatmakta. Neoliberalizmin bu çabasında geçmişten bugüne temel silahı liberal medya idi. Bu medyanın görevi, halkı hayatta var olmayan gerçekliklere inandırmak, neoliberalizmin imajını cilalamaktır. Neoliberal güdümlü medyanın güvenilirliğinin sarsıldığı yüzyılımızda neoliberalizm kendine yeni bir silah bulmuştur: Sanat. Neoliberalizmin sanattaki felsefesinin adı postmodernizmdir. Postmodernizm, modernite sürecindeki sanatın öldüğü gerçekliğinden yola çıkarak karşıt bir sanatı tetikleme çabasını sürdürmektedir: “Modernizm sanatı katletmiştir, savaşlar, yıkımlar sanatı öldürmüştür, artık ölüm sonrası yeni bir sanat gerekmektedir” Kısacası, “insan denen yıkıcı hayvan budur” diyen benmerkezci bir sanat dayatılmak istenmektedir. Günümüzde kimi çevreler, postmodernizmi gerçeküstücülerle aynı çizgiye oturtma gayreti içindedirler. Evet, postmodernizm, gerçeküstücülerden etkilenmesine etkilenmiştir. Ancak gerçeküstücülerde var olan ütopya, sonsuzluğun savunulması, bilinçaltının deşilerek sosyal içeriğin aydınlatılması, postmodernist sanatta yoktur. Postmodernizm, sanat ve edebiyatın başlangıçtan bugüne aştığı yolu, hemencecik sıçrayıp aşma çabası içindedir. Bunun sonucunda çılgın, ani, usötesi, tepkisel fırça vuruşlarıyla ortaya çıkan tablolar, kapitalist sistem içinde yeni bir değişim ve yatırım aracı olarak ortaya çıkmaktadır. Edebiyatta ise, monologa dayalı, yazarın içbenliğine dönük her konuda oluşturduğu otomatik metinler vitrinlerin baş köşelerine oturtuluyor. Bu metinlerde, uzun araştırmalar, gözlem ve deneye dayalı çabalar çok azdır. Postmodernist edebiyatta yazar ve okur, her şeyden bağımsız bir olgu konumundadır. Topluma dair var olan olgular, yazarın kendi egosuna göre oluşturduğu kurgudan öteye geçmez.

81


Neoliberalizm, postmodernizmle birlikte ruhsal patolojik bozuklukların dışavurumu bir edebiyat sunmaktadır bizlere. Yüzyıllar boyu etkisi sürecek yazar ve yapıtlar yerine, kapitalizmin tüketimi tetikleme yasası gereğince bir çırpıda okunup sakız gibi çiğnenip atılacak yazar ve yapıtlar piyasaya sürülmektedir. Yapılmak istenen, “insan…hayvandır” tezinde yeni bir edebiyat yaratmaktır. Temel Demirer'in vurguladığı gibi, "Küresel neoliberal ve postmodern yıkım karşısında, ‘Direnişten Đsyana, Đsyandan Devrime’ diye formüle edilmesi mümkün olan bir güzergâh"a göre sanat çizgimizi belirlemeliyiz. Đnsanı hayvanlaştırma çabasındaki neoliberal saldırı sanatının karşısında sosyalist sanatçılar, bu etkilerden uzakta daha bilinçli ve birleşik bir sanat mücadelesi vermek zorundadırlar. Olaya bir de şu açıdan bakmak yararlı olacaktır. Geçmişten bugüne değin o ülkenin ya da dönemin önemli aydınları; sanatçılar, yazarlar arasından çıkardı. Savaşlara ve faşist baskılara bir dağ gibi direnirlerdi. Çünkü onlar, çağlarında olup bitenlerden sorumluluk duyar; yaşananlara ve yaşatılanlara tanık olmak yerine müdahil olmayı amaçlarlardı. Bugün, neoliberalizmin piyasaya sürdüğü sanatçılar içinden bu çapta kaç aydın çıkar?

15 Aralık 2009

82


66. SAYI Günümüzde, kaçış sanatçılarıyla devrimci sanatçılar arasındaki karşıtlıklar, giderek artmaktadır. Gerek sanat anlayışı, gerekse yaşam açısından da yoğun farklar vardır. Bu bağlamda, sürgünde yitirdiğimiz devrimci sanatçı Servet Ziya Çoraklı’nın yaşamı, sanatta bu iki karşıt anlayıştan birinin yaşama biçimi hakkında ipuçları veriyor. Bu yaşam, aynı zamanda tüm devrimci şairlerin paylaştığı ortak bir yaşam biçimidir. Bu karşıtlığın her iki yandan izini sürerken, “devrimci sanatçılar” tanımı açıktır. Kullandığım “sağ eğilimli sanatçılar” tanımını genel, teknik anlamda kullandım. Bu tanımın açılımına liberal “sol”cular da dahil olmak üzere, düzenden nemalanan liberal, gerici, şoven sanatçılar dahildir. Ülkemiz ve dünya edebiyatını incelediğimizde, kaçış sanatçılarının bazı üstün niteliklere(!) sahip olduğu söyleyebiliriz. Evinin balkonunda insanca yaşam koşullarında kahvaltısını yapan çocukların çöpe atacakları besinler ile beslenen diğer çocukları gördüğü zaman, devrimci sanatçı, bu olay için sağ eğilimli bir sanatçının üreteceği herhangi mistik bir neden, karanlık köşeler üretemez. Bu olayların nedenlerini gökyüzünde arayıp bulma yetisine sahip olmadığı için nesnel koşulları düşünür ve çözümü bu koşullarda arar. Devrimci sanatçının, sağ eğilimli sanatçılarda olağan olan esen rüzgâra ayak uydurma yetisi de zayıftır. Devrimci sanatçı, rüzgârın estiği yöne doğru hareket etme akıllığını göstereceğine, rüzgârın çıkış nedenleri üzerinde durur. Devrimci sanatçılar, yapıtlarında bir avuç insan uğruna yaşamı tükenen milyonlarca insanın acısını yüreğinde duyar ama kendisini aldatacak ve sığınacak tanrısal nedenler üretip ona sığınamaz. Bu konuda, kaçak güreşen sağ eğilimli yazarlar daha tutarlı(!) gibi görünmektedir: “Edebiyat dediğin ne nesnel gerçeklikle ilgili, ne de yoksullaşan, ezilen insanlarla ilgili olmalıdır. Sanat tamamen duyularla ilgilidir. Ben sanatçıyım, bindiğim trenin lüks kompartımanına yerleşirim. 3. mevkide yolculuk eden solcunun çığlığına kulak asmam. O, ‘Treni durduralım, bu tren mezbahaya gidiyor’ diye bağıra dursun ben trenin geldiği yerle gideceği yer arasında ruhsal bir ilişki kurar, bununla avunurum. Avuntularımı da bu inançla yazarım. Nasıl olsa her koyun kendi bacağından asılmıyor mu?”

83


Görülüyor ki, devrimci sanatçı baştan kaybetmiştir. O herhangi bir koruyucuya sığınmak ya da güçlünün gölgesinde güven aramak yerine, toplumsal koşulların insanileştirilmesi kavgasına girişmiştir bir kere. Dik kafalı, inatçı ve asidir. Onun en önemli sorunu, hem düzene karşı olup, hem de bu düzende yaşamak zorunda oluşudur. Oysa bu durumu bir yazgı olarak benimseyebilseydi, belki mutluluğun kıyıcığında gezinebilirdi. Sözcüklerini nesnel gerçekler yerine üretilmiş erdemlerin silahı olarak kullanabilse, payını yeterince alırdı. Sağ eğilimli yazarın ise bakışı şudur: “Küreselleşen dünyada, her eylemin parayla ölçüldüğü bir döneme girilmiştir. Böyle bir durumda neden ben de ülke nüfusunun şanslı yüzde yirmisi arasında olmayayım. Yüzde sekseni düşündükçe, onlardan bir farkım kalır mı? Siyasi baskı, zorluk, hayat kavgasında yalnız bırakılma, mideden teslim alma, hapse atma, gözaltı ve işkence hep solcuların tanışık olduğu felaketler. Ama hâlâ umutlu ve geleceğe güvenle bakmaktalar. Bu, nasıl oluyor? Ah bir de bunun nedenini anlayabilsem…” Aslında, Nazım’ın biz devrimci sanatçıların konumunu daha açık göstermektedir: “Şairin hayatı ile edebi etkinliği arasında hiçbir ayrılık olamaz. Biri pratikte, biri şiirde iki hayat yaşamıyoruz, tek vücuduz.”

15 Ocak 2010

84


68. SAYI Tekel direnişinin politik ortamı tetiklediği günümüzde şiirin sınıfsal önemi daha bir öne çıkmaktadır. Şiirini, sınıfsal göreviyle buluşturan şairler, faşistlerin olduğu kadar belli çevrelerin de hedefi olmaktadır. Yaşanan durumlarla konu tazelenirken, şiir ve politika, şiir ve slogan üzerine tartışmalar artmaktadır. Kaçış şiirinin yolcuları, sırça köşk sakinleri, bu savın üstüne mal bulmuş mağribi gibi atılıyorlar. Tüm sosyalist şairleri slogancılıkla markalayıp çıkıveriyorlar. Gerçi daha önce de dergimizde bu konuyu işlemiştik. Ama konu güncelliğini yitirmediğinden bu konuda yeniden Emeğin Sanatı görüşlerini açıklamak şart oldu. Bizim şiire bakış açımıza göre önemli olan, sloganın üzerine şiir yazmak değil, şiirin içine sloganı emdirmektir. Şiirin anlamsal haritası içinde yaşamın, yaşananla sınırlı olmayan, yaşanması mümkün olanın, yaşanması gerekenin sınır taşları olması gerekir. Şiir kendinden ödün vermeden politikleşebilir. Kendinden ödün verdikçe şiir kendinden uzaklaşır. Şiir, bugünden etkilenir, ama bugüne kilitlenemez. Şiir, bireyselliğimizden kaynaklanır. Ancak bireyselliğimiz de toplumsal tabandan güç alarak gelişir. Bizim için şiir, dizginlenemeyen duyarlığın ritim ve sese dönüşmesidir. Bizim şiirimizde, ne kadercilik, bungunluk ve hicran vardır. Ne de duyarlık yoksunu kuru ve sert dizeler. Bizim şiirimiz, coşku ve sevdayla örülüdür. Şiirimizin özünde umut, sevda ve kavga vardır. Bizim şiirimiz, yeleleri fırtınada savrulan atların üzerinde koşar devrimin şafağına. Đsteyenler dar köşe şiiri yazmaya devam ederler… Her bitli baklanın bir kör alıcısı vardır. Ama biz alanlardan alanlara yükselen sesimizle, şiirin duyarlığını bilincimizde buluşturarak kendi sloganlarımızı yazmaya devam edeceğiz: 85


HER KAVGA BĐR ŞAĐR, HER ŞAĐR BĐR KAVGA BESLER! (*)

15 Şubat 2010

_______________ (*)Uysal Himmet Aslan

86


69. SAYI Bize kaotik bir ortamın dayatılmaya çalışıldığı günlerdeyiz. AKP-AskerHukuk üçgeninden doğan çalkantılar ülkeyi sallarken bizim telimizi bile kıpırdatamıyor. Çünkü bu savaş egemenlik savaşıdır. Düzenin eski egemenleriyle yeni egemenleri arasında süren savaştır. Bizim savaşımız her ikisiyledir. Đşçi direnişleri; Đntes’le başlayıp Tekel’le doruğa ulaşan, Đstanbul’dan Marmaray ve Đtfaiye emekçilerinin, Gaziantep’ten Çemen Tekstil emekçilerinin katılımıyla bu kaotik karanlığı aydınlatacak bir ateşe dönüştürmektedir. Bu açıdan sanat ve edebiyat, kitlelerle buluşmada, ruh halini, yaşam biçimini belirlemede en temel araçların başında gelmektedir. Sanat alanında da sınıfsal çatışmalar söz konusudur. Her yapıt, bir sınıfa ait olup, onun doğrularını dile getirir. Geçmişe baktığımızda, Baudelaire, kapitalizmin toplumu karşılıklı çıkar ilişkileri temelinde kurnazca biçimlendirmesinin dil ustasıdır. Baudelaire, emekçilerin devrimci mücadelesine “Bu baldırıçıplaklar mı yönetecek bizi?” diyerek kapitalizmden yana tavrını sürdürmüştür. Baudelaire’in düşündaşlarını günümüz edebiyatında da fazlasıyla bulmak mümkündür. Halkın sanatçıları direniş alanlarında işçilerle aynı soluğu paylaşırken kimileri kafelerinde, minnacık mekânlarında şiir konfetileriyle dinletilerini sürdürerek kapitalizmin varlığında kendilerini bulmaktadırlar. Kimileri var ki, adları defterimizden silinmiştir; emek düşmanlarının sofrasına oturmuşlardır çünkü… Onlar bu sofrada yeyip içerken, sofra sahibinin ise birkaç hafta önce açlık grevinde TEKEL işçileriyle birlikte olan şair Ataol Behramoğlu hakkında tazminat davası açması; bu sanat esnaflarının kimlerin yanında, kimlerin karşısında olduğu da ortaya çıkmıştır. Toplumsal yaşamın akışı ile sanatın akışı aynı çizgide yürür. Gelişimleri içinde geçtikleri aşamalar aynıdır. Egemenler, kitleleri ezmek ve kendi doğrularını kabullendirmek için, kendi doğrularına uygun toplumun çıkarlarını değil, bireyin çıkarlarını öne çıkaran sanatı hep öne çıkarmışlardır. Bugün burjuvazinin sanatçıların Burjuvazinin

best-seller listelerine baktığımızda bol reklam ve propaganda ile çıkarlarını savunan yapıtların ilk sıralarda yer aldığı; bu bol uluslararası ödüllerle ödüllendirildiği görülmektedir. güdümlendirdiği sanatın temel niteliği, kitlelerde politik ilgiyi 87


düşürmek, gençleri apolitikleştirmektir. Kitleler, gerçeklerden uzaklaştırılıp bir hayal dünyasında yüzdürülmek istenmektedir. 12 Eylül sonrası sanat ve edebiyatına baktığımızda bunun ne denli başarı kazandığı görülmektedir. Burjuvazi, güdümlendirdiği sanat yoluyla tarihler çarpıtılır; sistemin öne çıkardığı insanlar şişirilir, sisteme direnç çıkaran devrimci politikacılar, aydınlar, sanatçılar ise uyduruk gerekçelerle karalanadurur. Bu tür sanat yapıtları, resmi tarihin oluşmasına katkı sağlar. Burjuvazinin toplumdan, kitlelerden yana sanatı engelleme çabası ne kadar güçlü olursa olsun, yüzyıllar boyu halk kendi tarihlerini kendi şiirleriyle, türküleriyle, kılamlarıyla, stranlarıyla yazdılar, anlattılar. Yazmaya, devrimci sanatçılar eliyle günümüzde de devam ediyorlar. 1 Mart 2010

88


70. SAYI Önce ortalığı allak bullak eden hukuk ve balyoz depremlerinden sonra Elazığ’ı vuran deprem hâlâ gözümüzü açmamış görünüyor. Her ne kadar, depremler yokluk ve yoksulluğun olduğu bölgelerde daha can yakıcı olsalar da depremin sınıf farkı gözetmediğini 17 Ağustos’da gördük. Bu görüntüyü en çarpıcı biçimde, Rıfat Ilgaz Tosya depreminden gözlemleriyle saptıyor: “Aynı çadırda geçirdiler geceyi Dargını küskünü bir arada / Açıldı evlerin iç yüzü / Ne var ne yok döküldü ortaya/ Yevmiyeyle çalışanlarla / yevmiyeyi verenler aynı çadırda…” Ama nedense hep unutuyoruz yaşananları ve yaşatılanları. Yaşadığımız sorunların kökeninde de unutkanlığımız yer almıyor mu? Biz sanatçılara düşen sorumluluk, sürekli toplumun hafızasını tazelemek olacaktır öyleyse. Geçen bir okurumuz, geçenlerde peş peşe şu soruları yöneltmiş bizlere: “Derginizi her ne kadar bir blog ise de güzel yapıtlar yayınlanıyor. Bu yapıtlar kitaplaşıyor mu? Bu şair ve yazarların kitapları var mı? Varsa nasıl ulaşabiliriz? Bu adlara, tanınmış dergilerde rastlayamıyoruz…” Biliniyor ki, burjuvazi, nasıl kendi sanatını dayatmak için çaba gösteriyorsa, bir o kadar da devrimci sanat ve edebiyat yapıtlarını, şair ve yazarlarını gözden düşürmek, yetmezse yasaklamak için çaba göstermektedir. Bu sırça köşk dergilerinin mihenginde biz olmayız, olmak da istemeyiz. Genel anlamda söylersek, tarihin en eski dönemlerinden bu yana var olan egemen düzene baş kaldıran sanatçılar, bilim insanları tehdit edilmiş, yakılmış, katledilmiş; ürettikleri yapıtlar yakılmıştır. Bu olgu, aynı zamanda devrimci sanatçıların haklılığını ve üstünlüğünü, aynı zamanda da burjuvazinin dağlarını saran korkuyu göstermektedir. Geçenlerde TRT’de bir programda Hilmi Yavuz’la yapılan söyleşide şöyle bir soru yöneltiliyor: “Şiir yazan, eser üreten bir çok insan var, Anadolu dergileri var. Bunlar neden edebiyatımızda dikkate değer bir öneme ulaşamıyorlar?” Bay Yavuz, “Her ‘iyi’ şair, adını edebiyatımıza yazar, yazamayanlar demek ki, iyi değil” dedikten sonra iyi şiir yazıp da başarıya ulaşanları saydığında maskesini de düşürüyor. Çünkü saydığı adlar, edebiyat çevrelerinde ‘Hilmi Yavuz müridi’ olarak tanımlanan gizemci, gölge şairleridir. Bu müritler silsilesine, Doğan Hızlan müritlerini, Enver Ercan müritlerini ve daha bir kaçını daha sayabiliriz. 89


Bir de holdingleri sanat aşığı, hümanist göstermenin aracıları olan sanatçılar vardır. Sanatını banka tahvilleriyle takas eden bu sanatçılar, gerçeğe uzanamadıkları için hep biçimi öne çıkartmaktadırlar. Biçim elbette sanat yapıtında önemli bir öğedir. Ancak biçimin sanat yapıtındaki ölçüsü özle orantılıdır. Burjuva sanatçıları özü biçime kurban etmektedirler. Soyutluk, anlaşılmazlık, zor anlaşılır olmak, anlamı ötelemek burjuva sanatçıları için büyük başarıdır. Güçlerini halktan ve gerçeklerden almadıkları için, kalıplar içinde boğulmaya mahkûmdurlar. Devrimci sanatçılar açısından sanatsal üretim için en temel kaynak toplumdur, sınıfların kavgasıdır. Devrimci sanatçılar için en büyük engellerden biri de, burjuvazinin önlerine diktiği beğeni ve değer yargılarıdır. Alanında öne çıkmış ve burjuvazinin kabullenmek zorunda kaldığı toplumcu sanatçılar, devrimci sanatçıların önüne duvar olarak dikilmek istenmektedir. Bugün değilse de gelecekte, internetin olanaklarını da kullanarak elektronik kitaplarımızla sarsacağız basın-yayın oligarşisinin köhne duvarlarını… Devrimci sanatçılar, bu sanatçıları burjuvazinin dayattığı kalıplar dışında eleştirel bakışla değerlendirdiğinde, kendilerinde daha iyilerini yaratabilme gücü bulacaklardır. Bu konuda yapılacak en önemli iş, sanatın temel ilkelerinden ödün vermeksizin statüleri kırmaktır. Devrimci sanatın gelişmesi ve kitleselleşmesi buna bağlıdır. Bizim için sanat, hep devrimci kavgamızın bir parçası olacaktır.

15 Mart 2010

90


72. SAYI Aydın olmak nedir? Günümüz açısından bu kavrama baktığımızda her okur-yazar aydın olarak tanımlanıyor. Hâlbuki aydın, pasif değil etkin insandır. Kendisini yaşadığı çağa uydurmaz, yaşadığı çağa kendi özgün ve öncü düşüncesine uydurmaya çalışır. 12 Eylül’ü kabul edenler, karşı çıkmayanlar aydın değildi. 12 Eylül’e karşı Aydınlar Dilekçesini örgütleyen Aziz Nesin aydındı. Đmzasını çekenler ise aydın müsveddesi.. Çünkü aydın korkusuzdur. Kendi hal ve hareketlerini sistemden kaynaklanan nemalara göre ayarlamaz. Bu bağlamda Nazım Hikmet, Yılmaz Güney, Sabahattin Ali, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve diğerleri gerçek anlamda aydındılar. Sistemin çarklarına karşı direnç noktası oluşturdular hep. Cigerxun ve Musa Anter, gerçek anlamda aydındılar. Çünkü üzeri hâki şalla örtülmek istenen Kürt halkının ve Kürt dilinin var olma kavgasını ne pahasına olursa olsun inatla, inançla savunmaktan vazgeçmediler. Dünyada da böyle değil mi? Brecht’ten Aragon’a, Neruda’dan Eluard’a, Einstein’den Bertrand Russel’e kadar insanlığın yüz akı olmuş insanlar birer örnek aydındılar. Günümüzde baktığımızda, Sibel Özbudun,Temel Demirer ve Adil Okay, ilk aklımıza gelenlerdir. Bu açıdan baktığımızda adlarını verdiğimiz bu aydınlar; sisteme karşı hayatın, sanatın ve bilimin doğrularını militanca savundular. Edebiyatçılar militandı, sanatçılar militandı. Öyleyse şöyle bir sonuca varabiliriz: Gerçek aydın militan olmalı. Yani pasif değil etkin olmalı. Seyirci değil, oyunun içinde olmalı. Sistemin resmi ideolojisinin omurgasını oluşturan milliyetçilik, ırkçılık ve şovenizmin yanı sıra onun ayrımcı ve mezhepçi yapısından kopamadan aydın olabilmek mümkün değil. Bu bağlamda, bizim cenahtakilere dek söylenecek birkaç söz var: Sosyalist Edebiyatçının yanlış kelime kullanma hakkı yoktur. Sosyalist Edebiyatçının kavramları karıştırma hakkı yoktur. Sosyalist Edebiyatçının aydınları karıştırma hakkı yoktur.

91


Sosyalist Edebiyatçının Orhan Pamuk’a, Ahmet Altan’a ve aynı soydan diğerlerine aydın deme hakkı yoktur.

15 Nisan 2010

92


74. SAYI

Yaşadığımız çağ; dönemeçler çağı, kırılmalar çağı, kıvrılmalar çağı, yılmalar çağı… Bunların karşısında kan, barut ve alın teri rüzgârında direnmeler, mücadeleler, günleri, ayları yılları da oldu. Mayıs ayı da geçmişten bugüne dek simgeleşerek süren bir direnme ve mücadele ayı oldu. Dönen dönsün, kırılan kırılsın, kıvrılan kıvrılsın, yılan yılsın varsın. Ama bizler bir ayrık otu gibi sistemin çarklarına ve vidalarına “vız gelir” demeye devam edeceğiz. Đşte başlıkta gördüğümüz ayrık otu gibi bizi ne demir, ne çelik durdurabilmeli. Ayrık otunun sistemin bin bir hilesine, tuzağına, gazına rağmen nasıl hayata tutunduğunu, yaşama hakkı için nasıl direndiğini görüyoruz. Ayrık otundaki bu direnç, bizim sisteme karşı verdiğimiz mücadelemize en basit örnektir. Artık hayatın her alanında bu direncin dinamizmi taşımalı bizi şanlı şafaklara… Önümüzde örnekler çok. Đbrahim Kaypakkaya’lar, Sinanlar, Kadirler, Alpaslanlar ve daha niceleri bize direnmenin bu temel çizgisini işaret etmektedir. Sanat alanında da bu böyle olagelmektedir. Sanat alnında da bir ayrık gibi düzenin düzenbaz sanatçılarının, bir ayrık gibi direnç göstererek her alanda karşısına çıkmalıyız. Onların oyunlarını kendi direncimiz ve istencimizle kıracağız. Sanata yapışan bu ökse otları, taşıdığı direnç ve bilinçle şanlı bir geçmişe sahip Türkiye Yazarlar Sendikası’nı bugün liberallerle ulusalcıların oyuncağı çizgisine getirmiştir. Bu çizgi, TYS’yi kapanma sürecine sürüklemektedir. Ama bu son, onların sosyalist sanata ve sanatçıya karşı da zaferleri olacaktır. Bugünkü yönetimde liberallerle birlikte yer alan sosyalist sanatçılar, gerçek tavırlarını göstermelidirler. Yoksa TYS’nin bu sürecinde onlar da yanlışın içinde kaybolacaklardır. Öte yandan TYS, günümüz soluna bulaşan, “hepbencilik” hastalığının da kurbanı olmamalıdır. Dar kadroculuk çöküşü hızlandıracaktır. KESK’e, Eğitim-Sen’e en büyük zararı aynı hastalık olmamış mıdır? Biz, pıhtılaşmış soyutların tenezzülünü tartarak, arşive kaldırarak yeni haritalarda yeni kıyılara koşuyoruz artık, ustaların nişangâhını bozmadan.

93


Medcezir sarkacında bungunların suratına fırlatarak dizelerimizi, yapıtlarımızı direnç senfonisiyle terletiyoruz güzün tanklarını, bilinç rüzgârlarıyla sarsarak… Janjanlı mürekkeplerin gümüşlediği kalemlerin düğümlerine konmadık. Söz girdabında kül simyalarına gül suyu doğrayanlara kuş uçurtmadık. Hükümlü hurufatın sökerek kurşun dizgisini, katratlara sığdırdık infazlı ufukları. Kayalık yüreklere kuşların taşıdığı tohumdan filizlenmez bizim şiirimiz, öykümüz… Biz, iğreti kristal ikonların değil, gökle yer arasında bilinci ve gücüyle var olanların kalıp kıranların, yol açanların farklı renkler ve sesler dokuyan izcisiyiz. Đşte, dünden bugüne, bugünden yarına tartarak seslerimizi ustaların haritasında, kendi keşiflerimizi de ekleyerek ilerliyoruz. Adım adım ama hızlı hızlı; sessiz sessiz ama haykırarak koşuyoruz. Đltihapları patlatmaya, çürükleri ayıklamaya… Emekle ve sanatla

15 Mayıs 2010

94


75. SAYI

Günümüzde burjuva sanat dergilerine baktığımızda, tek dertlerinin, şiir geliştirip, boyutlarını genişletmek değil şiirde anlamı tartışmak olduğunu görüyoruz. Her şeyi çözümlemişler, şiiri hayatın can suyuyla buluşturmuşlar, sıra anlamı ele almaya gelmiş gibi… Şiirle anlamın serüveni bitip tükenecek bir serüven değil. Bir uçta, anlamla sürekli başı dertte şairler bulunuyor. Uyuyup uyanıp onunla uğraşıyorlar. Şiirde anlam rastlantısal diyenlerden, anlam düzyazıya özgüdür, şiire aykırıdır diyenlere kadar uzanan oldukça geniş bir yelpaze. Aslında dertleri anlamla değil de doğrudan içerikle ilgili. “Şiirin içerikle ilgisi olamaz” diyecekler, ama karşılarına dikilecek dağı göze alamıyorlar. Aslında salt biçimciliğin tedavülden kalktığını onlar da iyi biliyorlar. Biçimci görünmeyi yürekleri kaldırsa anlama laf dokundurmaya çalışmak yerine içeriği bombalayacaklar. Amaçları, şiirin anlamsal temelinden birkaç çivi oynatabilmek... Ya da bulundukları sırça köşkten, genç şairlerin, şiir heveslilerinin gözlerini alarak, kendilerinin cesaret edemediklerine gençleri yöneltebilmek… Onlar için ne maden işçilerinin ne de Tuzla tersane işçilerinin iş cinayetleriyle katledilmesi imge haritasına girer. Onların haritalarında ne gerçek aşk, ne hayat, ne umut, ne özlem vardır. Onların haritalarında benliklerinin karanlık köşelerindeki labirentler vardır, umutsuzluk vardır, boyun eğmek vardır, eğilmek vardır… Bugün burjuva şairlerin büyük çoğunluğu konformizmin etkisinde kalarak, kendisini öteleyerek, kendine yabancı “uslu” şiirler yazıyorlar. Bunun içinde anlamsızlığın kalesine sığınıyorlar. Yalnızca kendilerini ve kendilerine biat eden azıcık okuru tatmin edebiliyorlar. Sonra da “şiir kitapları neden satmıyor” diye feryat edegeliyorlar. Muhalif ve müdahil olamazlar. Çünkü muhalif ve müdahil şairler “suç işleyen” şiirler yazmaktadırlar. Onlar, iktidarın dayatmalarından ve onların verebileceği acılardan korkmazlar. Egemen edebiyat ortamının tüm olanakları sanal bir elmadır. Bu elmayı yiyerek varlığını sürdüren ve şiir soğuran “uslu şairler”, “elma kurdu” olarak şükredip duracaklar. Diğerleri ise hayatın ve kavganın içinde olacaklar, inançla, hırsla ve aşkla! 95


1 Haziran 2010

96


77. SAYI Günümüzde, toplumda ve bireyde sık görülen kimlik aşınması, her biri diğerini etkileyen bir süreç olarak karşımıza çıkıyor. Burjuvazinin bu çabasında iki önemli taktiği görülüyor: Bir yandan “popüler kültür” ya “kitle kültürü”nü yazılı ve görsel araçlarıyla ortaya sürerek ortak bir kültür yaratıyor. Diğer yandan Đnsanın kendisini en dar aile çevresine hapsetmesine ortam hazırlayarak insanı toplumsal olay ve durumların uzağında ama toplumun merkezinde yalnız çekirdeğe dönüştürüyor. Günümüz toplumunun popüler kültürün özeğinde içine kapanmasında, dinselleşmesinde bu olgu başat rol oynuyor. Đktidarların işçi direnişlerinden, toplumsal hareketlerden korkmasının nedeni de, işte bu özekteki çekirdeğin dışarıdan devrimci etkilerle, parçalanarak devrimci enerji yayabilme gücüne sahip olmasıdır. Burada sözü edilen kitle kültürü, UNESCO’nun ortaya koyduğu, insanlığın ileriye doğru kültürel gelişmesi değil, ekonomik kaygıları gözeten bir stratejiye uygun olarak üretildiği, yeniden üretildiği, depolandığı, dağıtıldığı bir kültür sanayisidir. Kültür metaının üretimi ise insanlığın evrensel gelişim ve ilerlemesine değil, kâra dayalıdır. Kitle kültürünün insanları tekleştirmek için imal ettiği ürünler, başta sinema, müzik, popüler edebiyat ürünleri, gösteri dünyası, radyotv programları başta olmak üzere oyuncaklar, çocuklara ve gençlere yönelik giyim-kuşam eşyaları, reklamlardır. Burada “kültür” olarak sunulan içi boş, dışı parlak ürünler, ileri ve gelişmiş bir teknoloji ürünüdür. Ürün çeşitliliği ve sahneleme biçimleri etkiyi arttırmakta; emperyalizm, bu otomatize edilmiş “kültür”le geniş kitleleri ideolojik-politik bombardımana tutmaktadır. Yalnızca, kapitalizmin yol açtığı bu insanı insanlığından etme uygulamasını, yani insanı yalnızca ruhsal yönüyle çoraklaşmış olarak gösteren roman yazarları, gerçekliğin önüne duvar örüyor demektir. Bertolt Brecht’in vurguladığı gibi, kapitalizm yalnızca insanlıktan etmez, aynı zamanda insanlıktan edilmeye karşı verilen aktif mücadele içinde insanlık üretir. Burada Brecht, “aktif mücadelede üretilen insanlık” sözüyle sosyalizme ve sosyalist gerçekçiliğe vurgu yapmaktadır. Sosyalist gerçekçiliği, sömürünün emperyalist dünyanın, yabancılaşmanın ve insanlıktan etmenin bir alternatifi olarak görmektedir.

97


Sosyalist gerçeği biçime sırt çevirmekle suçlayanlara da tokat gibi cevap Nazım’dan geliyor: “Đçerik sosyalistse eğer, varsın milyonlarca biçim olsun.”

1 Temmuz 2010

98


79. SAYI Dünyamızın en büyük özlemi, en önemli gereksinmesi nedir? Bu soruya farklı bakış açılarıyla farklı yanıtlar bulabiliriz: Gözünü para bürüyenler için insana rağmen “para”dır. Gözünde kendini büyütenler için “ün ve şan”dır. Gözünü kan bürüyenler için her ne pahasına olursa olsun “saltanat”tır, başka insan ve ulusların hatta dünyanın üzerinde “hükümranlık kurmak”tır. Bu yanıtlar, kuşkusuz kişiliği yeterince gelişmemiş, tatminsiz, ruhbilimcilerin inceleme alanına giren kişilere aittir. Çevresinde olup bitenleri doğru değerlendirip algılayabilen, düşünebilen ve düşündüklerini yorumlamasını bilen insanlar için dünyanın tek bir şeye gereksinmesi var: BARIŞ! Çünkü BARIŞ gelince zenginlik, ün, şan ve egemenlik tüm insanlar tarafından buğusu üstünde sıcak bir ekmek gibi kardeşçe paylaşılabilecektir. Sorun, bu gereksinimi dünyanın ortak özlemi olarak görmekte ortaya çıkıyor. Bugün dünyanın her yanında insanlar ırk, din ve para uğruna birbirine kırdırılıyor. Bu kırımda, tuzu kuru silâh tüccarları ya da dünyanın patronluğuna soyunan ülkeler baş rolleri oynuyor. Kara politika, dünyaya kan barut ve kin kokan kendi türküsünü söyletmek istiyor. Burada en büyük görev, barışın sancağını evrenin burçlarına dikme görevi sanatçılara ve bilim insanlarına düşüyor. Onların yapıtları tanklardan, bombalardan daha güçlü değil midir? Evrenin geleceğini onlar biçimlendirmeyecek mi? Bugün geçmiş uygarlıklardan bir iz aradığımızda sanatçıların yapıtlarıyla karşılaşmıyor muyuz? Eski uygarlıklardan kalan örenlere, kalıntılara baktığımızda hangi silâh yapımcısının ya da tacirinin izini görebiliriz? Onlardan kalan tek iz, yaktıklarından, yok ettiklerinden çağımıza dek gelmeyi başaran sanat yapıtlarının yıkıntılarıdır. Öyleyse geleceğe giden en kısa yol savaş değil barıştır. Bunun için de tüm dünyanın bir an önce barış bilincine ulaştırılması gerekmektedir. Bunu başaracak olan da ancak sanatçılar ve bilim insanlarıdır. Şair, yazar Afşar Timuçin’e göre, “Barış bilinci gerçek anlamda demokrasi bilincidir. Hırslarını yenmiş olmak, kıskançlıklarını adam etmiş olmak, hayvanlıklarını evcilleştirmiş olmak, bireyci olmayı düşünmeyecek ölçüde birey olabilmek, insanın bilinci üzerine, insanın geçmişi üzerine belli bir bilgi birikimine sahip olmak...” kısaca adam olmaktır. Gerçek barışçı, bu tür özellikleri kişiliğinde taşıyan insandır. Yoksa savaşın kötülüklerini görüp takım tutar gibi barıştan yana çıkmak, boş bir 99


peygamberlik görevine ücretsiz talip olmaktan başka bir şey değildir. Gerçek barışçılar, artık savaşmasına gerek kalmamış bir insanlığın yaratılması yolunda karınca kararınca değil, kesin etkili bir biçimde mücadele edebilen kişilerdir.

1 Eylül 2010

100


80. SAYI Sanat; etkileme-etkilenme, belirleme-belirlenme ilişkisi içinde, toplumsal yapı, sanatçı, sanat yapıtı ve sanat alıcısının bütünleşmesiyle oluşur. Sanatçının tavrını belirlemede, içinde varlığını sürdürdüğü toplumsal yapı başat özellik taşır. Bu toplumsal yapı içinde üretilen yapıt, aynı zamanda sanatçının bu toplumsal yapı karşısında koyduğu eylemdir. Bu eylemde sanatçı, kendi birikimini ortaya koyarken, toplumu da etkilemeyi amaçlar. Buna karşın sanat yapıtı, sanatçının elinden çıkıp alıcısıyla buluştuğunda sanatçısından bir parça da olsa bağımsızlaşır. Artık onun bundan sonraki sınırları okurun, dinleyicinin ya da izleyicinin algı çemberiyle çevrilidir. Sanatın malzemesi olarak düşler ve fanteziler, sanatsal yöntem olarak paranoya, sanatçı olarak burjuva sanatının çürümesinin ve yozlaşmasının son aşamasıdır. Kapitalist düzenin yüzeysel oluşumlarındaki kaosu, insanî ilişkilerin fetişleştirilmesi üretim biçimleri üzerinde toplumsal duyarlığın belirleyici etkisinin kalkmış olması gibi bütün bu eğilimlere karşı çağdaş yazarlar artık mücadele etmiyor. Mücadele etmeyince de bu kaotik çarklılara bir diş olmaktan öte işlevleri de kalmıyor. Sanatın tarihi, gerçekçilik ile karşı gerçekçilik; hayatı gerçeğe uygun olarak yeniden yaratma çabası ile onu çarpıtma çabası arasındaki mücadelenin tarihidir. Bu bağlamda devrimci sanatçının görevini Avner Ziss, şu sözlerle somutluyor: “Sanatçı şu üç gerçeği; geçmişi, şimdiyi, geleceği kavramak zorundadır; geleceklerdeki konumlardan kalkarak güncel dünya üzerinde düşünebilecek güçte olmalıdır. Yaşamı devrimci gelişimi içinde sezip kavramak ve tasarımlamak, işte Gorki için dönemin yüklediği görev buydu.”

15 Eylül 2010

101


102


81. SAYI Sanatın işlevi üzerinde gerek burjuva çevrelerde, gerekse sosyalist sanatçılarda, dünden bugüne pek çok tartışma yapılagelmektedir. Ama diyalektik açıdan baktığımızda sanat, işlevini ve sorumluluğunu sistemin yasal düzlemlerinden değil, baskın olan yaşamın kendisinden almaktadır. Bu bağlamda Ernst Fischer’in sözleri bize ışık tutmaktadır: “Toplumsal işlevinden kaçmadığı sürece, sanat, dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardımcı olmalıdır.” Bu savsöz, sanatçıyla sanat ürününün buluştuğu noktada daha da berraklaşmaktadır. Büyütecimizi sanatın toplumsal işlevine yönelttiğimizde ortaya çıkan sonuç şudur: Tarihin belli bir anında insanoğlunun gerçekten ulaştığı bütün maddi ve tinsel zenginlikleri yeniden bulmak yakalamak, dile getirmek ve yapıtına katmaktır. Yaşamın eksiklikleri, insanlığın ilerleyişine ayak bağı olan engeller, bu engelleri aşma özlemleri, hayatın taşıdığı tüm izler, özlemler, öfkeler, sevinçler, cesaretler, şaşkınlıklar, acılar, başkaldırmalar Sanatçının sanat yapıtına taşıdığı toplumsal sorumluluklardır. Daha özlü olarak vurgulamak gerekirse, sanatçı, sanatı dünyayı temsil etmenin yolu, bir toplumsal bağ, sınıfsal mücadelede silah, insancıl bir zenginlik, toplumsal bilinç olarak kabul etmelidir. Bir adım daha atarsak, sosyalist sanatın gücü insanların duygu ve düşüncelerini yakalayan, onların enerjisini körükleyen, iradesini yetkinleştiren ve onları emekçi insan için, Đnsanların özgürlüğü ve kardeşliği için, emperyalist barbarlığa karşı mücadeleye çağıran bilinçli söylemlerde yatmaktadır. Sosyalist sanat, emeğin yabancılaşmasıyla başlayan insanın insanî niteliklerine yabancılaşmasına, yozlaşmaya karşı mücadele eden, onu tekrar insanîleştiren sanattır.

1 Ekim 2010

103


104


83. SAYI Merhaba, Đnsanoğlunun başlangıcından bugüne, sanat yaşamında başat yer aldı. Belki ilk dönemlerde mistik bir yapı olarak öne çıktı sanat. Sonraları insan yaşamının sözde, seste, renkte, biçimde yaşamını zenginleştiren bir öğe oldu. Đlkel komünal toplum sonrasında sanata bakışta da değişme başladı. Köleler, serfler, kendi türkülerini söylemeye, kendi desenlerini çizmeye devam etti. Ama şatolarda, bir de besleme sanat öne çıkmaya başladı. Sanatını feodalin emrine veren burjuva sanatçıları, yaratıcılıklarını prangaya vurarak “emir” sanatını uygulamaya başladı. Köleci toplumda sanat, feodallerin kendi şanlarına şan katma; diğer feodaller arasında öne çıkma çabasının aracıydı. Sanatçı da bu çabanın aletiydi. Kapitalist toplumda, önceleri burjuvazinin sanata ilgisi; feodallerle aynı çizgide devam etti. Bu dönemde sanat, burjuvazinin birbirlerine fors atma aracı oldu. Kapitalizmin gelişme döneminde sanatın başka bir rolü daha ortaya çıktı: Reklam , prestij ve aklama… Burjuvazi, sanata eğilmiş, onu desteklemiş görünerek kendi reklam aracı kıldı sanatı. Aynı zamanda bu çabasının diğer bir sonucu olarak düzen içinde kendisini akladı, arka planda uyguladığı acımasız sömürüyü ve çevre katliamlarını sanat aracılığıyla gölgede bırakmayı amaçladı. Ülkemizde de çeşitli holdinglerin sanata yönelik ilgisini bilmekteyiz. Kimisi burjuva sanat festivallerinin sponsorluğunu yaparak aklar kendini, kimisi özel orkestralar, tiyatrolar açar. Ucuzundan hem prestij toplar hem de reklamını yapar uluslar arası arenada. Çıkarı olmazsa yaralı parmağa işemeyen sermayenin sanat sevdasının arkasındaki bir başka amaç da suçlarını örtme çabasıdır. Bunlardan birisi de filarmoni orkestrası sahibi Borusan’dır. Borusan, Đspir Aksu Vadisinde HES yapıyor. Şantiye atıkları nesli tükenen kırmızı benekli alabalıkların ölmesine sebep oluyor. Şirket köylünün sağlığını hiçe sayarcasına köyün yanı başına yüksek gerilim hatlarını dikmeye uğraşıyor. Patlatılan dinamitlerle HES (Hidro elektrik santral) tünellerinden çıkan on binlerce ton moloz dere yatağına döküldü. Bu molozla önce dere yatağında herkesin ortak kullanımındaki ceviz, meyve ağaçları, meralar ve canlı yaşamı son buldu. Bunu kırmızı benekli alabalıkların ve su samurlarının ölümü izledi. Yasadışı yürüyen bu inşaatlar bitmedikçe sıra diğer canlılara ve insanlara gelecek. Santraller bittiğinde sular yatağından özgürce akmak yerine kilometrelerce uzunluğundaki tünellerle başka yerlere taşınacak. HES’in 15-20 senelik ömrü bittiğinde ise derelerden geriye bataklık kalacak. Bu da buradaki insan yaşamıyla birlikte boz ayıdan vaşağa, yaban horozundan dağ keçisine diğer tüm canlıların da yok olması anlamına geliyor... BORUSAN, “Sanatın ve Çevrenin Dostu, Sosyal Sorumluluk Sahibi, vb.” kisvesi ardında çevreyi yok ediyor. Borusan Quartet 1 Kasım saat 20.00’de Kadıköy Süreyya Operasında konser verirken derelerin özgürlüğünü ve 105


kardeşliğini savunanlar Borusan’ın iki yüzlülüğünü teşhir edecekler. Çevre katili Borusan'ın orkestrasına karşılık SON IRMAK DOĞA KOROSU müziği ile Aksu vadisinin sesi olacak.. Gün, burjuvazinin bu ikiyüzlülüğünü teşhir etme, sanatı burjuvazinin prangalarından söküp alma günüdür. Bu konuda elbette en önemli görev sanatçılara düşmektedir. Sanatçılar, orta çağda feodallerin şatolarında diş kirasına sanatını satardı. Bugün cep harçlığıyla sermayenin emrindedir, onun suçlarını aklama memurudur. Halbuki, sanat kesinliklere, dondurulmuş biçimlere, durağanlığa bir tepki değil midir? Afşar Timuçin’in deyişiyle, “Çiğnenmiş lokma arayanların sanattan uzak durmaları” gerekmektedir. Sanat özü gereği ödün tanımaz; çünkü o, içinde yaşadığı dünyadan yola çıkarak makro ya da mikro düzeyde bir başka dünyanın yaratıcılığını üstlenir. Bu açıdan sanatçının rolü edilgin olamaz, etkin ve enerjik olmalıdır.

1 Kasım 2010

106


84. SAYI Emeğin Sanatı’na gençlerden yazı, şiir ve öyküler geliyor. Bazıları sığ, bazıları orta, bazıları da derinlemesine etkili ürünler. Bazıları hedefi ıska geçiyor bazıları teğet geçiyor. Çok azı 12’den vurabilen ürünler. Öyle olunca bu yazıyı yazmak şart oldu. Đnsan, yaşama müdahil oldukça yaşamasının bilincine varabilir. Yaşama müdahil olabilmenin önemli bir yolu da yaşadıklarımızın sözle ya da yazıyla tespitinden geçmekte. Ama “söz uçar yazı kalır.” Gündelik yaşantımızda, gündemi oluşturan olaylar üzerine çevremizdeki insanlarla söyleşir, tartışır, konuşuruz. Ama konuştuklarımızın içinden süzülebilecek önemli düşünce damlaları göğün sonsuzluğunda yiter gider, hedefine dokunamadan... Bunda önemli etkenlerden biri de konuşmanın kolay; yazmanın zor ve zahmetli görülmesi yatmaktadır. Konuşurken düşündüklerimizi sindiremeden; eğrisini, doğrusunu geniş bir perspektifte ölçemeden ortaya atarız. Söylediklerimiz; bize tanıklık edemeden unutulur. Ama yazarken... söylediklerimizin tanıklarıdır kullandığımız tümceler. Bu nedenle de yazarken, söyleyeceklerimiz üzerine yoğunlaşmamız gerekir. Enini, boyunu, atkısını, çözgüsünü iyi hesaplamamız gerekiyor. En önemlisi de yazacak kadar da birikim sahibi olmak gerek. Bunun yolu da okumaktan, araştırmaktan, dünyamızda ve çevremizde olup bitenleri sorgulamaktan geçer. Şeyh Bedreddin, “Yürek deniz, dil dalgadır. Deniz çırpınmaya başladı mı, o denizde ne varsa dalga getirip kıyıya bırakır.” diyor. Burada karşımıza yazma eyleminin başka bir boyutu ortaya çıkmakta. Çünkü asıl önemli olan, gönül denizimizin titreşimiyle oluşan dalgaların kıyılara çiçekler açtırması. Yazacaklarımızın başka düşünce kuyularında yankılar uyandırması. Yazmanın zor yanı burada başlamakta… Yazmak eyleminin çıkış noktasını isteklerimiz oluşturur. Bu istekler de beynimizin duyargalarında iki yönde biçimlenir: Olmasını, yapılmasını istediklerimiz; istemediklerimiz... Kalemimizi bu iki yönden hangisine kaydırırsak kaydıralım, söyleyeceklerimizin başka yüreklerde bırakacağı izleri de hesaplamalıyız. Kalemin rotasını da bu hesaba göre çizmeliyiz. Eğer yazacaklarımız, yapıcı, yaratıcı, üretici olamayacaksa; yapılanların, yaratılanların, üretilenlerin altını çizmek yerine üzerini karalayacaksa orada söz düğümlenmiştir. Yazının yankı gücü kısılmıştır. Kalem tabancalaşır; beyinlerde ve yüreklerde çiçek açtırmak yerine tek bir noktaya kilitlenir, ucunun değdiği 107


yeri karartamasa da sahibinin vicdanını karartır. Gemisi karaya vuran kaptanın “Deniz bitti!” demesi gibi yazan için de söz bitmiştir. Söz bitti mi yazanın da işlevi kalmamış demektir. Biz sözün değil, söz bizim rotamızda yürümeli ki yazılanlar, düşünce bağında yeni düşünceleri çiçeklendirmeli. Yeni güzelliklere köprüler kurmalı. Okuyanda yeni düşünceler çiçeklendiren her yazı, zamanın bağrına düşürülmüş tarihtir. Yazının büyüsü de burada başlamaktadır. Bu büyü, ölümün varlığını da engeller. Çünkü bu yönüyle her yazı umuda ve özlemlere sarkıtılmış bir selâmdır. Tarihi düşülmemiş bir zamanda, belirsiz bir mekânın kıyısında umuda tutunup giderken, geçmişten ne kalır avuçta yazıya dökülmüş tutkularımızdan başka. Yapıcı ve yaratıcı her yazı, yarınlara aktarılan umut tohumlarıdır. Yaşanılan ‘an’ın çirkinliğine inat yaşam denen ormanda verilen kavgamızın güç kaynağıdır. 15 Kasım 2010

108


85. SAYI Okuduğunuz bu sayıyla birlikte Emeğin Sanatı, 5 yaşına girdi. 1 Aralık 2006’da başlayan serüvenimiz, 2010’da da aynı bilinç ve kararlılıkla devam edecek. Emeğin Sanatı E-Dergi, 1 Aralık 2006’da 2004’te oluşan EMEĞĐN SANATI Grubunun ortak ürünü olarak yayınlanmaya başladı. Temmuz Ağustos dışında 15 günlük periyotla bir imece çalışmasıyla sürdürdük. Bu güne gelmemizde katkılarını esirgemeyen tüm şair-yazar dostlara; görsel eserlerini dergimizde paylaşmamızı hoş gören sanatçılara, her ayın 1’i ve 15’inde merak ve ilgiyle Emeğin Sanatı’nın yayınlanmasını bekleyen, mesajlarıyla bize destek veren okurlarımıza teşekkür ediyoruz. Emeğin Sanatı’nın yola çıkışındaki en önemli amacı, internet üzerinden bireysel olarak sanatlarını devrimci bir tavırla sürdüren sosyalist sanatçıları bir araya getirmek; onlarla devrimci sanata katkı sunacak bir hareket oluşturmaktı. Bu yönde yapılan çalışmalarda çıkışımızı “Yeniden Sosyalist Gerçekçilik” olarak belirledik. “Yeniden Sosyalist Gerçekçilik” üçlü bir sentezi içeriyordu. Đlki, Sovyetler’den bize miras kalan sosyalist gerçekçilik, ikincisi sürrealizmin ilerici, başkaldırıcı özü ve Anadolu’nun binlerce yıldan bugüne süzülen kültürü, edebiyatı idi. Bu üç açılı sentezi sosyalizmin ana çizgileri çerçevesinde oluşturma çabası güttük. Tek tip ve kalıpçı bir arayış değildi istediğimiz. Bu çıkışımız, her sanatçının, şair ve yazarın imgeleminde kendi estetik bakışıyla buluşarak zenginleşti. Burada muğlâk olarak kullanılan, temel olarak kendimizi nitelediğimiz “devrimci sanat”ın da içini doğru doldurmak gerektiğini düşünüyoruz. Şurası bir gerçek ki, yalnızca devrimin var olduğu koşullar sanata yeni bir değer taşır. Bir başka deyişle, devrim sanatı, dogmalardan sıyırarak devrimci bir karşı çıkışın anlatımına dönüştürür. Bu karşı çıkış, o güne dek egemen sanat tavrına, burjuvazinin kötü zevkiyle kuşatılmış; modernizmin, avangardizmin ve en son formalizmin lambasıyla labirentten çıkış yolu arayanlaradır. Çünkü kapitalizmin dayattığı uygarlık, vitrinlerde sergilenen metalarla ve neon ışıklarıyla süslü dolaşık, karmaşık bir labirenttir. Bu dünyaya hiçbir zaman güneş ışığı giremez. Onların renkleri gökyüzünün rengi değil, ipek giysilerin, pırlanta takıların rengidir. Kır çiçeklerinin kokusunu tanımaz onlar. Onların koku yetisi deodorant kokusunu tanımakla sınırlanmıştır. Kendini yeni bir sanatsal tekniğin keşfiyle sınırlayan bir sanat olamaz. Yeni teknik yeni bir içerikle uyum içersinde olduğu müddetçe yeni bir değer, yeni bir sanat kazanımı elde eder. Biz, tarihsel olarak ortaya çıkmış biçimlerin tümden reddinden değil, yeni bir içerik çerçevesinde uygulanmasına yarayacak yeni bir biçim olasılığını arıyoruz. Acıları ve burjuva aptallığını reddeden, eski 109


toplumu can evinden acımasızca ve amansızca vurmayı hedefleyen yeni bir biçim. Devrimci, düş kurma ve onu gerçeğe dönüştürme yeteneğine sahip kişidir. Sevme yeteneği olmayan kişi ancak bir hayvandır. Devrimci, sevmeye ve sevgiyi değişikliğin bir aracı kılmaya yetenekli olan kişidir. Bir devrimci bu nedenle hayalcidir, sevendir, şairdir. Çünkü gözlerde yaş, ellerde şefkat taşımadan devrimci olunamaz. Şair olmak için sözcük mühendisi olmaya gerek yok. Dekadansın şeklen üniversite bitirmiş ama meselenin özünü, en alttaki, sömürülen, mülksüz olanları görme yeteneğine sahip olmayan bir takım baş aktörlerini tanıyoruz. Düş kurmayı unutan bu aktörler, yeni labirentler üretmekten başka ne işe yarıyor. Biz devrimciler, düş kurmayı sürdürmediğimiz takdirde vahşet çağından çıkıp uygarlığa, sahici uygarlığa geçiş aşaması daha çok gecikecektir. Düş kurmaksızın inşa edilen şey, insanlığa yararsız bir zevk aracıdır ancak.. Emeğin sanatçıları, gericiliğin ve kapitalizmin yozlaşmış ve çürümüş sanatını yıkarak düşleriyle gerçek uygarlığa varış noktalarını belirleyeceklerdir.

1 Aralık 2010

110


86. SAYI Günümüzde belli sanat çevrelerinde, sanatta “çok yönlülük” ve “biçim” tartışmaları bulanık suda balık avlama örneği sürüyor. Hayattan kopuk, kavramlar üzerinden yapılan tartışmalar, bize, bir kez daha yıllar öncesinden Veysel Öngören’in saptamasını hatırlattı: “Burjuva sanatında edebiyatçı, ilkece, kavramlarla ilişkidedir. Gerçekçi sanatta ise, gerçekliği algılama ve anlatmada kavramların yardımına başvurulur. Kavramlar, söylenmesi istenen içerikler değildirler.” Sanatçıyı çok yönlülüğe götüren çizgi, direngen bir tavra sahip olmasından geçmektedir. O zaman sanatçı hayatı daha çok kavrayabiliyor ve onun sorunları ister istemez sanatta kendi yansımasını buluyor. Đşte orada biçim kalıplarını da kırma ihtiyacı duyuyor. Đşte bütün bu çok yönlülük ve tematik yoğunluk, bu direngen tavrın kendisinden doğmaktadır. Hayatı tümüyle kucaklamaya çalışıp, onu daha ileriye doğru değiştirmek kaygısından doğuyor. Bir sanatçı ne kadar hayatın içerisinde yer alıp onu aşmaya çalışırsa, sanatında da o denli bir şeyleri yıkıp onun yerine daha ileri bir düzeyde bir yapıyı, bir biçimi getirecektir. Nazım’ın dediği gibi, “Bizler edebiyatı, sanatı ne denli dikkatli bir gözle incelenilip içine etkin olarak karıştığımız hayatın sanatsal olarak tespit edilmesi ve yansıtılması üzerine kurarsak o yapıt, edebiyat ve sanat o denli zengin olacaktır.” Kuşkusuz yazarın ve şairin devrimci görevi, iyi yazmaktır. Đnsanın var oluşu ile başlar sanat. Bireyin insan olma bilincine vardığı andan başlayarak ortaya koyduğu eylemlerin tümünde vardır. Sanat geçmişte duyguları arıtmak, korkuyu yenmek işlevini güderken, günümüzde insanın akıl gücünü kullanarak doğaya ve hayatın insanîleştirilmesi sürecine müdahil olma işlevine dönüşmeye başlamıştır.

15 Aralık 2010

111


112


87. SAYI Bir mücadele yılını daha geride bırakıyoruz.. 2010 yılı; tüm dünyayı etkisi altına alan kapitalist kriz ve sonuçlarının işçi ve emekçilerin sırtına bindirilmeye çalışıldığı, işsizliğin olabildiğince büyüdüğü, sosyal hakların lime lime edildiği, açlık ordusunun hızla çoğaldığı bir yıl oldu. Savaşlar, işgaller durmadı; bombalar, silahlar susmadı, sokaklarda yatan insan sayısı her gün arttı, emperyalist devletlerin dünyayı paylaşım hırsı bitmedi. Her gün savaşta yaşamını kaybeden insanların varlığına tanıklık ettik.. Irkçılığın resmi politika haline gelişine, baskı yasalarıyla köleliğin dayatılmasına tanıklık ettik.. Kapitalist dünyanın faşizm silahına yeniden sarılmasına tanıklık ettik.. Hiç kuşkusuz işçi ve emekçilerin, kadın ve gençlerin emperyalist/kapitalist saldırılara, baskı ve sömürüye karşı büyük direnişlerine, eylemlerine, grev, boykot ve işgallerine de tanıklık ettik.. Postmodern aymazlığın yanı başında sosyalist sanatın sanattan ve kavgadan taviz vermeden yükselişini gördük. Yeni bir dünyaya eviriliyoruz… Bir tarafta küçük bir azınlığın mutluluğu uğruna karartılmış bir dünya. Diğer tarafta bütün insanlığın özgürlüğü için aydınlanmış bir dünya.. Bir tarafta, ellerinde dünyayı patlatmaya yetecek kadar silahlanmış küçük bir azınlık. Diğer tarafta birleşik mücadele silahından başka hiçbir şeyi olmayan büyük çoğunluk!.. Büyük çoğunluğun safında yerini almış bir örgütlenme olarak, inanıyoruz ki dünyanın en büyük, en yenilmez silahına hâlâ biz sahibiz. Đnsanlığın bütün tarihi göstermiştir ki dünyanın en yenilmez silahı halkların birleşik mücadelesidir. Yeter ki bu gücün farkında olalım ve konuşturalım!.. Dostlar, Yoldaşlar; 113


Umut ve inançla temenni ediyoruz ki; 2011 yılı; birleşik mücadeleyi ayaklandırdığımız bir yıl olsun!.. Sanatın boşluğuna bıraktığımız devrimci sesin yankılarını bulduk. 2011, bu seslerin dev bir koroya dönüştüğü yıl olsun! 2010’da tek tek idik. 2011, hep beraberleşme yılı olsun!... 2011 yılı sanatın emekle omuz omuza, insanın son ahlâkî direniş noktası olan sosyalizme yürüdüğü yıl olsun!.. 2011 yılı; kazanımlar ve birikimlerimiz üzerine yenilerini eklendiğimiz bir yıl olsun!.. 2011 yılı; halkların kardeşleştiği bir yıl olsun!.. 2011 yılı; ezilenlerin ışıklı dünyası, sosyalizm için mücadele yılı olsun!.. 2011; bizim yılımız olsun!.. coşkunluğumuzla kutluyoruz!..

diyor,

yeni

yılınızı

tüm

1 Ocak 2011

114


88. SAYI Đktidardaki burjuvazinin sanata saldırıları her yönüyle sürüyor. Hazımsızlığın ve cehaletin güdümü altındaki söz ve dava salvoları sanatın üzerine abandıkça abanıyor. Sanatımızı egemenliği altında tutan burjuva sanatçıları, bu baskılar karşısında kendilerinden beklenecek tavır içindeler hâlâ… Onlar için bu konuda yapılabilecek tek eylem, Beyoğlu’nda toplanarak basın açıklaması yapmak… Daha ötesini ne cesaret edebilirler, ne de düşünebilirler. Bu konuda en etkili ses, Nihat Behram’dan geldi. Behram, küçük burjuva sanatçılarının suya sabuna dokunmaktan çekinen pısırık tavırlarına en etkili eleştiriyi getirdi: “Tarih, başkanların, sultanların, ‘führer’lerin yaktırma, yıktırma, yasaklatma eylemleriyle doludur. Hitler’in meydanlarda kitap yaktırması beni öfkelendirir, nefretimi biler ama şaşırtmaz. Şaşırtıcı olan, böyle bir zalimlik karşısında suskun ya da pısırık kalmaktır. Berthold Brecht, Thomas Mann, Kurt Tucholsky gibi eserleri saldırıya uğrayan sanatçılar pısırık mı durdular? Pısırık dursalardı, o kara perde yırtılıp atılabilir miydi? Faşizme karşı dik, ödünsüz, kavgacı duruşlarıyla asıl tarihi onlar yazdılar, insana dönük olanı onlar temsil ettiler. Sanatçı tavrı budur, bu olmalıdır. Gencecik öğrencilerin, gasp edilen insani haklarına karşı ‘Başkaldırıyoruz!’ diye korkusuzca diklendiği yerde, çıkıp “Sanatçı siyaset üstüdür, partiler üstüdür!” türünden sözler, ‘Halkımın sanatçısıyım!” diyen sanatçıya yakışmaz. Ne demek siyaset üstü olmak? Hele ki faşist gerici siyasetin hedefi olmuş ve altında ezilirken. Özellikle de, toplumun açık açık karartıldığı, faşizmin koyulaştırıldığı bir dönemde, faşist gerici mihraklara karşı arasındaki mesafeyi gerektiği ödünsüzlükte seslendirmesi öncelikle de duyarlı aydınların görevi değil mi?” Nihat Behram’ın saptamaları oldukça yerinde ve isabetlidir. Sanat ve edebiyatımızda bir köşe kapmış, bu köşeleri kaybetmemek için her türlü zillet karşısında sesini yükseltmekten çekinen sanatçılara unutulmaz bir ders veriyor. Edebiyat’a baktığımızda; bir zamanlar meydanda toz bırakmayan, hızlı devrimcilik yapan burjuva şair ve yazarların bugün vardıkları yerin kemalizm ve pasifizm olduklarını da açıkça görüyoruz. Bu açıdan onların egemenliğindeki 115


dergilere baktığımızda da aynı durum ortaya çıkıyor. Reklamlarında bile yansızlıklarını ortaya koyan ama “solcu”luğu da elden bırakmak istemeyen bu burjuva sanatçılarına en kesin ve keskin yanıtı Lenin veriyor: “Eğilimi olmayan bir dergi saçmadır, birlikten yoksundur, rezil ve zararlı şeydir.”(Lenin’in 22 kasım 1910’da Gorki’ye yazdığı mektuptan) Ölümünün 87. yıldönümünde saygıyla andığımız işçi sınıfının büyük öğretmeni Lenin, bize gidilecek yolu göstermektedir: “Edebiyat yan tutan bir edebiyat olmalıdır. Burjuva gelenek ve göreneklerine, patron ve tüccarlara bağlı burjuva gazetelerine, aristokrasinin anarşiciliğine, kâr ve kazanç avının karşısına dikilerek, sosyalist işçi sınıfı yan tutan bir edebiyat ilkesini önermeli, bu ilkeyi geliştirmeli ve bunu elden geldiğince tam bir şekilde uygulamalıdır.” (Lenin’in kasım 1905’te Novaya Jizn gazetesine yazdığı bir yazıdan) 15 Ocak 2011

116


90. SAYI Havalar soğurken, kuzey Afrika’da patlayan emek volkanı Ortadoğu’dan başlayarak dünyayı ısıtmaya başladı. Buna karşın, ülkemizde yıldız karayel eserken yaprak kımıldamıyor. Elbette tümüyle de hareketsiz değiliz. Aydınlar, sanatçılar sıcak mekânlarından ve “huzur”lu yaşamlarından çıkıp da taşın altına el koymaktan korkarken, kaçarken; gençler, polis copundan, biber gazından, zemherinin soğuğunda basınçlı sudan yılmadan mücadele sürdürmeye devam ediyorlar. Gençliğin bu tavrından, yanı sıra küçük burjuva aydınlarının tavrından alacağımız çok dersler olmalı. Gençlik ve direnen emekçiler isterken, küçük burjuva aydınları, sadece dileklerini bildiriyorlar. Đstemek amaca bilinçle ve tutkuyla yönelmeyi duyurur. Dileklerde her zaman bir edilgenlik vardır. Bu konuda, “Maddi sürece egemen olanlar, zihinsel sürece de egemendirler” diyen Marks, ne kadar da haklıdır. Sanat alanında içe kapanıklık giderek artıyor. Baskı dönemlerinin doğal özelliği olarak görülen bu tavır günümüzde de etkisini sürdürüyor. Büyük sermayeli, parlak kâğıtlı dergilerde içbükey hesaplaşmalar, havanda su dövmeler ön planda. Derin felsefeye takılma merakı, burjuva sanatçılarını daha da sığlaştırıyor. Đşte Emeğin Sanatı olarak yapmak istediğimiz, toplumsal gelişmenin yasalarını tam bir anlayışla yorumlayarak, sanatın gerçeği, tarihsel ve toplumsal hareketi içinde, salt dış belirtileriyle değil, iç özüyle yansıtmasını istiyoruz. Böylece sanat, hem yeni, hem de eski insanı, dünün, bugünün, en önemlisi de yarının insanını açıkça yansıtacaktır. Yaşanan gelişmeler ışığında, daha önce yaptığımız bir çağrımızı tekrar dile getiriyoruz: Gün, ünlemleri kalemlerden satırlara, satırlardan alanlara taşıma, çoğaltma günüdür. Estetiğin ve sanatın ana arterlerinden şaşmadan…

1 Şubat 2011

117


118


91. SAYI Yaşantımız, kendi benliğimizle dünya arası da dokunan gel-gitlerle örülmüştür. Kimi zaman dünyaya daha çok döndükçe yüzümüzü, kendimizle açılıverir aramız. Bilinçle ilmiklenen benliğimiz; yolumuzun üstüne çıkıveren küçücük sekmelerde kimi zaman dünyaya sırtını dönüverir. Önemli olan, sonu kıyametlere açılsa da vazgeçişlere direnme gücümüzü korumamız gerekir. Hem de sonuna dek. Gölgesinde durduğumuz her ağacın sureti gönlümüzde yeşermeli. Her ayrılış ya da her kovuluşla birlikte bir kez daha katlarız cebimizdeki hüznü. Ama bilmeliyiz ki, kâğıt parçaları bile, boyutu ne olursa olsun, yedi defadan fazla katlanamaz. Bu nedenle olmalı ki kendimize karşı acımasızca kapattığımız kapılarda gene kendi izlerimizi buluruz. Acımızı hiç kimse, bizim kadar yüzümüze vuramaz. Şairler “hiç kimsenin bir aşkı onaracak gücü yoktur” dese de yanmış yıkılmış her yürekte, mutlaka sevginin ve direncin palazlanacağı sağlam bir yer olmalıdır. Bu yer umudun korunağındadır. Umut, yıldızların yaşantımızdaki parmak izleridir. Artık bu bakış açısıyla yaşantımızı düzenlerken, kendimize yaklaştıkça dünyayla da aramızın açılmasına yol vermemeliyiz. Artık silkeleyelim ömrümüzün tozlarını. Hayata yakışan sesi aramaktan yılmayalım. Kendimizle dünya arasındaki sınırlarımızı genişletelim. Çünkü sınırları dar olan kendini sınırsız sanır. Yaşamın yüzü kadar tersini de görebilmemiz gerekir. Alışkanlıklarımızdan sıyrılsak da hiçbir zaman bunun suçluluğunu duymayalım. Yeni başlangıçlara yeni mevsimler yaratmalıyız. Bilincin ve direncin havzasına tohum düşürecek yeni mevsimler... Ve yararsızın kusursuzluğunu bozmak olmalı bundan sonraki aşamada işimiz. Her gecenin damarı mutlaka bir sabaha su sızdırır. Ezbere ilişkilerin çatlağından sızar şafağa. Suskun ve umarsız kalırsak bu ezbere ilişkiler hayatın damarını da çatlatabilecektir. Bunları aşmak istiyorsak önyargı molozlarını kaldırmalıyız ayaklarımızın altından ilk önce. Ve yaşadığımız ömrün salt bizim için değil herkes için bayram olmasına yollar açmalıyız.

1 Mart 2011 119


120


92. SAYI Günümüzde sanat çevrelerine baktığımızda iki ayrı cenah olduğunu görüyoruz. Birisi sosyalist hayatı ve sanatı savunan bizim ve dostlarımızın cenahı, diğeri ise, —bir zamanlar şiir meraklısı bir gazetecinin ağzından kaçırdığı gibi— şiiri, sanat eserlerini kredi kartlarının yanında taşıyanların cenahıdır. Bugünlerde o cenahta bir kavgadır sürüyor. Bir zamanlar şiirleriyle öne çıkan, sonra öğretim üyeliğine dönen birisine holding yayıncısı bir şiir yıllığı hazırlatmış. O cenahta nesnel bir tavırdan söz edilemeyeceği için hazırlayan da kendi öznelliğini, hırslarını, kinlerini, kıskançlıklarını, hasetliklerini yansıtıvermiş hazırladığı şiir yıllığına… Biz bu çevrelerde dağın fare doğurduğunu çok gördüğümüz için çok da şaşırmadık. Yansıtabilir diyebilirsiniz; biliriz ki, paranın borusunun öttüğü yerde ne yazık ki insandan yana, şiirin sesi kısılıveriyor. “Her bitli baklanın kör bir alıcısı olur” da diyebilirsiniz. Bu kişinin yıllığı da onca bitli bakla arasında kendi alıcısını arayabilir. Ama kazın ayağı öyle değil. Holding yayını yıllığı okuyacak olanlarda farklı bir şiir algısı oluşturabiliyor. Đnsanî şiirin, sosyalist şiirin üzeri toz buluyla örtülmek istenirken genç insanlar karanlık labirentlerin içbükey şiirlerini “şiir” sanabiliyor. Kuşkusuz burjuva şiirinin kör, sağır tutumuyla bu içbükey şiirler birbirinin gölgesini taşıyan klonlanmış birçok şiir, dergileri doldurmaya başlayabilecektir. Bu tartışma başka bir olguyu da açığa çıkardı. Bu zamana dek devrimci, sosyalist şairlere yapılan haksızlıklara gözlerini yuman bazı yerleşik düzen şairleri şiddetle karşı çıktılar, itiraz ettiler. Burjuva sanatının dümen suyunda yürüyenlerin bu itirazları biraz yapmacıklık taşımıyor mu? Aynı bulanık çayda yıkananların birbirlerini suçlaması, bize göre, komediden öteye geçmemektedir. Sosyalist sanat dergilerini, sosyalist yazarları, şairleri görmezden gelenlerin bu itirazları neye yarar?.. Daha çok görünenin şiir kaygısı değil, paylaşım kavgası olduğunu söylemek mümkündür. Halkımız, bu gibi durumlarda ne güzel söylemiş: “Keller, yağırlar birbirini ağırlar” 15 Mart 2011

121


122


94. SAYI Gündeme baktığımızda ne sanat adına ne de toplumsal hayat adına bir ışıltı görülmüyor. Bir yanda yazarlar ve gazeteciler üzerinde esen baskı fırtınası, öte yanda küçük etkinliklerle aydın niteliğini ortaya koyduğunu zanneden burjuva sanatçı takımı… Entelektüel hayatımızın tavanında, “Guernica” tablosunun sadece kendini ışıtan ampulü gibi ampuller çoğalmakta... Işığı bundan ibaret sanacak kadar karanlıkta kalmış olanlara ideoloji, siyaset, ahlak diye kendilerini yutturmaya çalışmaktalar. Mekânlarına ışık tutulmasından, gerçeğin “kalınan yerden” itibaren tartışılmasından ürkmektedirler. Saldırdıkları değerlerin ve siyasal ahlakın boş sanıp doluştukları alandan kendilerini sürüp çıkaracağı yakın bir zamana kadar bekleyeceğiz. Tarihin süpürgesi, bizdekinden çok daha pis ahırları temizlemiştir. Bu aymazlık bulutlarını, taş kesilmiş sessizliği ancak devrimci sanatın güçlü rüzgârı dağıtabilir. Umudu coşkuyla omuzladığımız bu bahar günlerinde durgun suda köpük olmayı kâr sayanları, bahar ırmaklarının çağlayanlarıyla göndermeliyiz bencilliğin girdabına… Đğne deliğinden ışık sızdırma marifetini temel alan burjuva sanatını sosyalizmin dev ışıldağıyla silip atmalıyız… Varsınlar kimliklerini feda ederek yükseldikleri çukurda, kendilerini egemen sanatın egemeni sayadursunlar, Anadolu’nun dört bir yanından kopup gelen hayatın ve umudun edebiyatı, onların üstünden aşarak varacaktır doruklara… Kuş sesi katılsın göz göz dizelere, yıldızları indirilsin katran kazanında dizilen şiirlere. Enlemler kapanmasın boylamlara… Koygun ve girdaplı düşler, yaşamın özü ve özlemleri bezensin her imgeye. Gecenin kara örtüsüne yıldızlardan sim-sırmalar işlensin. Şiirin kendi aynasına dönmesi, sisli puslu havalarda yorgan-döşek sızması ihanettir hem umuda hem şiire. Artık gündoğumuyla karanlığı savuran rüzgâr, alın terlerine batırılarak yazılan şiiri, öyküyü, her sanat ürününü uçuracaktır dorukların üstüne. Bu konuda Nâzım Usta en önemli yol göstericilerimizden:

123


“Ben yazarların, en başta da komünist yazarların, yaşamın tanınmasının zorunlu kaynaklarından biri durumuna gelecek bir edebiyat yapmaları gerektiğine inanıyorum.”

15 Nisan 2011

124


96. SAYI

Zor ve karanlık bir gündemin içindeyiz. Skandallar, rezaletler, haksızlıklar, adaletsizlikler önümüze patlamaya hazır bir siyanür barajı gibi dikiliyor. Seçim alanları, Hacivat-Karagöz varyasyonlarından öteye geçemiyor.

diyaloglarının

günümüzdeki

Đnsan yerine rant politikanın merkezine oturuyor. Çılgınlıklar aklın önüne geçiyor. Halktan, haktan ve emekten söz edilen söylemler ise soyut, kuru ve temelsiz. Sanat alanına dönersek, gördüğümüz: kırılan heykeller, içinde sakız çiğnenen tiyatrolar ve bu olumsuz tavrı tiye aldığı için cezalandırılan sanatçılar, içine tükürülen, resimleri bıçaklanan ressamlar… Bir tarafta baş tacı edilen naylon popüler sanatçılar, öteki tarafta emekleri ve birikimleriyle tukaka edilen gerçek sanatçılar… Bir tarafta dayatılan sentetik ve içbükey edebiyat öteki tarafta sanatın ve estetiğin ana arterlerinden şaşmadan yürüyen sosyalist gerçekçiler… Bir tarafta karanlık oda, yalnızlık ve labirent edebiyatı, öteki tarafta insan için edebiyat… Bir tarafta kent, bulvar, kafe, meyhane, otel edebiyatı, öteki tarafta, dağ, ova, deniz, fabrika, emek, sınıf, hayat, insan edebiyatı… Bir tarafta iten, öteleyen, yok sayan egemen ulus edebiyatı, öteki tarafta itilen, ötelenen, yok sayılan Kürtlerin, Ermenilerin ve diğer halkların edebiyatı… Bu karanlık devri âlemde biz emeğin sanatçıları hep öteki, ötelenmiş, ötekileştirilmiş tarafın tarafında, yanında olmaya devam edeceğiz! Eserlerimizden yükselen seslerde onların haklılığını, kararlılığını, kavgalarını savunacağız hep! 15 Mayıs 2011

125


126


97. SAYI

Geçen sayımızda, 70 kuşağının eleştirmenlerinden Veysel Öngören’in Hilmi Yavuz şiir üzerine eleştirisini yayınlamıştık. Ne yazık ki, olumlu ya da olumsuz en ufak bir yankı bile gelmedi. Ya sağırlaşıyoruz, ya da kendi bildiklerimizi en doğrusu sanmaya devam ediyoruz. Günümüzde sanatı insanî özelliğinden soyutlayarak fetişleştirip üzerinde tepinenler, deneysel sanat, bireysel sanat, anlamsız sanat gibi ritüellerle sanatı insanî özünden tecrit etme çabasındadırlar. Sanatı büyük kentlerin sanat gettolarıyla sınırlandırma isteğinin ürünüdür bütün bu çabalar. Karşılığında da holdinglerin sponsorluğunu hak etmek vardır elbette. Sırça köşklerde gerçekleşen bir sanatın aleti olamaz sanatçı. Anadolu’da yükselen sanat çağlayanına kulaklarını ve gözlerini kapatanlar; bilmezler ki, sanatın köyü, kenti yoktur... Evrenselliği vardır. Konusu insandır, insanın dramıdır, insanın yaşadığı dünyasından doğan çelişkilerin dramıdır. Sanat insanla başlar, insanla biter. Bilinmesi gerekir ki, sanat, nesnel gerçekliğin estetiksel imgeler hâlinde yansımasıdır. Hayata gözlerini ve kulakları yumanlar, sanatta devrimci tavrın, hayatı değiştirme tavrı olduğunun da ne farkındadır ne de bilincindedir. Sanat dünyanın değişebileceğini göstermeli, değişmesine yardım etmelidir elbette. Sanatçı kendisi için konuşamayanların yerine konuşandır. Kuşkusuz, sanat ürününü de toplumsal yapı belirleyecek, yönlendirecek, biçimlendirecektir. Sosyalist gerçekçileri, sanatı silâh olarak kullanmakla suçlayanlar, aslında kendi bilmezliklerini ortaya koymaktadırlar. Nikolay K. Gey’in belirttiği gibi, sanat, toplumsal savaşımda bir silâh değil, dünyada süregiden toplumsal savaşımın ta kendisidir. Gözlerimize yuvalanmış, taşlaşmış sanat ve güzellik anlayışını aşmakla işe başlayacaktır devrimci sanat. Diğer açıdan, sosyalist gerçekçileri, insanın bireyselliğini görmezden gelmekle suçlayanlara gereken yanıtı Karl Marks verir: “Sanat, insanın kendine verebileceği en yüksek sevinçtir.” Sosyalist gerçekçi sanat, bireyden başlar, toplumsallığa uzanır. Ama asla bireyci, bencil, içe dönük değildir. Bireyin yaşam ve hayatla bağıntılı her hâli sosyalist gerçekçiliğin haritası içindedir. Artık biliyoruz ki, sanatta başarı olmanın yolu, belirli konulardan, bireyin tekil hâllerinden söz etmek değil, yaşamın her kesitinden yeni bir güzellik 127


çıkarabilmektir. Emeğin sanatçıları olarak bize düşen sorumluluk da budur zaten. Sanatımızın özünde temel kavramlar: anlamak, özgürlük ve değiştirmek değil midir? Sanatçı; yapıtıyla, okuruna, izleyicisine, dinleyicisine hareketsiz, durgun benzeşme yoluyla değil, onun eyleme katılmasını, karar vermesini sağlayacak yargı ve algı gücüne seslenerek kendine bağlamasını bilecektir. Artık biliyoruz ve bildiriyoruz ki, emeğin sanatı, özlemlerimizi dörtnala uçurumların üzerinden aşırmak, dirliğimizi hayata aşılamaktır. Toprağın ve çarkın nabzını tutan emeğin gücünü ve sevincini kavganın yüreğine ışınlamaktır. Onurlu bir geleceğin gür sesini nakış nakış hayata işlemektir. Aldatmadan, aldanmadan yaşamanın hünerini sunabilmektir evrene. Tükenmeden, tüketmeden birike birike, çoğala çoğala üretmektir özlemlerin şafağını. Emeğin sanatçılarının görevi artık açık kapıları kapatmak değil, kilitli kapıları açmaktır. Hem de ta ardına kadar…

1 Haziran 2011

128


98. SAYI

Bir sahte demokrasi dramasını daha izledik. Hakaretlerle, küfürlerle, halkın gözünü oyalamayla, kimi zaman diyalogla, çoğu zaman monologla sürüp geçti bir seçim… Bu seçim karanlığının içinde insanlık onurunu, barışı ve özgürlüğü savunan Barış Demokrasi ve Özgürlük Bloğu adayları bir yıldız gibi parladı… Dinamik ve direngen Kürt halkının ve sosyalistlerin desteğiyle meclise yürümeyi başardılar. Onların dışında ise kalan biraz kül biraz duman oldu… Bu açıdan engel ve barikat tanımayan Kürt halkının bu direngen tavrından alınacak çok ders var. Zamanımızın gerçek bireyleri; kitle kültürünün kof, şişkin kişilikleri değil, ele geçmemek ve ezilmemek için direnip acının ve alçalışın cehenneminden geçebilen Kürt halkıdır. Bugünlerde burjuva edebiyatçıları edebiyatın bitimini ilan etme çabası içinde. Bunların başını çeken Selim Đleri şöyle diyor: “Edebiyat bitiyor mu demeye bile gerek yok, bence bitti. Edebiyat yüz, iki yüz kişinin ilgilendiği bir ortam haline geldi" Bu sözde anlıyoruz ki “bitmiş” ilan edilen edebiyat değil, kendi içine dönen burjuva edebiyatı. Birey benliğinin labirentlerde dolaşmaktan çevrelerine göz atamayanlar, kendi eserlerine ilgi azalınca, edebiyata ilgi azaldı sanıyorlar. Eğer holding yayınlarının reklâm bombardımanları ve anlaşmalı yazılı propagandaları onları hâlâ çok sattıramıyorsa, artık biraz da kendi yazdıkları üzerinden düşünmenin zamanı geçiyor bile… Şurasını biliriz ki, kapitalizmin sanat, iyi sanat diye bir derdi yoktur. Kapitalizm sanatla dost hayatı yaşar. Kâr getirmezse, sanata ve sanatçıya sırtını dönmekten de kaçınmaz. Ama hâlâ birileri, nitelikli iyi sanat yaparak var olabilmek yerine, fildişi kule surlarına tırmanarak kendini onaylatma çabasındadırlar. Edebiyatın görevi refahın, alışkanlığın, gevezeliğin, kendinden memnun olmanın karşısında olmaktır. Bu bağlamda, çağının aynası olamayan edebiyat, görüldüğü gibi ancak bir “moda” sürekliliği göstermektedir. Sözün özü, hayat edebiyatın ölçülerine değil, edebiyat hayatın akışına uyar. Edebiyat ölümsüzdür. Ancak, halktan, temelden, topraktan ve doğanın 129


derinliklerinden gelmeyen, onlardan etkilenmeyen bir edebiyat geçicidir, ölümcüldür.

15 Haziran 2011

130


99. SAYI

Alacakaranlık hükmünü sürerken, halkın meclise gönderdiği umutlarını, koparma, bitirme çabasında haksız hukuksuz kara eller. Kürt halkının direngen tavrını kâğıt üzerinde silmeye, yok etmeye çabalayanlar, kendi hukuksuzlukları altında ezileceklerdir. Bu sisli puslu ortam içinde sanata da düşüyor karanlığı aydınlatma kavgası. Emeğin Sanatı bu kavganın onurlu saflarında 99 sayıdır yerini alırken, üzerimize iliştirilmek istenen “kavgacısınız, sanat kavgayla buluşamaz” türünden sayıklamalar da az değil. Aslında bu türden dokundurmalara en keskin yanıtı 1 Şubat 2007 tarihli 5. sayımızda Uysal Himmet Aslan arkadaşımız, “Toplumcu Şiir” yazısında vermişti: “Kavga eden, meşruluğunu, kendi içinde ve sonra da hasmının gözünde kanıtlamak zorundadır. Bu nedenle kavgada hasmın gözüne bakmak esastır... Bu bir haklılık, özgüven ilanıdır, kazanma inancının ilanıdır. Vazgeçmeyeceğinin ilanıdır….. HER KAVGA BĐR ŞAĐR, HER ŞAĐR BĐR KAVGA BESLER! ” Elbette bu kavgamızı, "Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek" sürdürmeye devam edeceğiz. Çünkü Osman Bolulu’nun da vurguladığı gibi, “Sanatçı, insan onurunu çiğneyen herkesle kavgalıdır. Bu savaşıyla umutsuzluk rüzgârlarını kıran Çin Seddi görevini almıştır üstüne. Tatlı uykulardan ıraktır.” Sanatçı, gerçeklerin ortaya çıkartılmasıyla, gösterilmesiyle yetinemez; orada durmayıp, gerçeklerin değiştirilmesine katkı da sunmalıdır. Bu olgu, aynı zamanda sosyalist gerçekçiliğin temelidir. Sadece gerçeği göstermek yetmez, değiştirmenin de kavgasını vermek gerekir. Bu yırtıcı karanlık düzende emeğin sanatçısı; hırçın, dobra dobra bir söyleyişin sahibi olmalıdır. Güncel-toplumsal sorunları hep yüreğinde duymalı, büyük kentin, insanı silip süpürmesinden korkmadan, insanın meta içinde, eşyalar arasında yok olmasından çekinmeden, düzenin akıntılarına kapılmadan militan bir yürekle, coşkuyla, tutkuyla, inançla üretmeye devam etmelidir eserlerini…

1 Temmuz 2011

131


132


100. SAYI Emeğin Sanatı Grubunu 7 yıl önce sanat, edebiyat ve şiirde ortak duyarlığı taşıdığımız, aynı toplumsal bilince sahip olduğumuz dostlarımızla antoloji.com sitesi içinde kurmuştuk. Grup, bir süre sonra tartışmalar ve gençlerin gelişimine yönelik paylaşımlarla giderek okul işlevi görmeye başlamıştı. Her konuda aynı mı düşünüyorduk? Hayır! Elbette, kendi düşüncemize özgü farklılıklarımız vardı. Ama bu farklılıklar, bizi birbirimizden uzaklaştırıcı değil, yakınlaştırıcıydı. Her türden ürünler, grupta yayınlanıyor, üzerinde konuşuluyordu. Burada, daha geniş kitlelere yönelik bir yayın ihtiyacı öne çıkmaya başlamıştı. Hemen hepimiz, medarı maişet motorunu yüzdürmek için çalıştığından, dar gelirli kesimlerden geldiğimizden ne bir derginin külfetini karşılayacak maddî gücümüz ne de zamanımız vardı. Bu konu üzerinde düşünce alışverişi yaparken, bloglar imdadımıza yetişti. Emeğin Sanatı’nda göğeren ortamı bloglar aracılığıyla kitlelere daha çabuk ulaştırabilirdik. O yıllarda, ben de dahil olmak üzere web bilgimiz sınırlı olduğundan bağımsız bir site yerine bloglar üzerinden bir yayın yapmanın gerekliliği düşünüldü. Đnternet üzerinden güncelliği korumak üzere 15 günlük periyotla yayına başladık. 5 Aralık 2006’da blogcu.com üzerinden EMEĞĐN SANATI E-DERGĐ’yi yayına koyduk. Đlk başlardaki amatörlüğümüz ve acemiliğimizi görmek isteyen dostlar, ilk 50 sayımızı yayınladığımız http://emeginsanati.blogcu.com’un arşivinden bakabilirler. Đkinci 50 sayımızı, yine aynı blog üzerinden yayınlamaya başladık: http://emeginsanati2.blogcu.com/ Bu aşamada, web konusunda deneyimli dostlardan aldığımız destekle biraz daha yetkin olma çabamızı öne çıkarmaya başladık. Bu süreç içinde, sadece 2009 Eylül-Ekim sayılarımızı taşınma ve yaşadığımız kimi kişisel sorunlar nedeniyle yayınlayamadık. Bu süreçte, Emeğin Sanatı ile ilgili “Tamam mı? - Devam mı?” sorularını kendimize soruyorduk ki, birden e-posta adresimize özellikle genç dostlarımızdan mailler, blog yorumları gelmeye başladı. Toplumsal ve sanatsal sorumluluğumuz gereği, okurlarımızdan aldığımız destekle devam dedik, bugüne geldik. Bu sayımızla birlikte 100. sayımızı sizlerle buluşturmanın haklı onuru içindeyiz. Gene de aklımıza bir “Tamam mı?- Devam mı?” sorusu gelmedi değil. Ama dergimize değerli dost yazar ve sanatçılardan, genç yazar ve şairlerden gelen yazılar, şiirler, öyküler… DEVAM kararımızı pekiştirdi. 133


Bizim de aramızda tartıştığımız, “Neden bağımsız bir site kurmadınız?” “Bu denli örgütlenmişken neden basılı bir dergi çıkartmayı düşünmediniz?” soruları zaman zaman bize geliyor. Bağımsız bir site, ancak reklâmlarla dönerdi ki, karşıtı olduğumuz kapitalizmin yöntemlerini kullanamazdık. Basılı bir dergi çıkartmayı çok düşündük, dostlarla tartıştık. Bir kere, Emeğin Sanatı’na omuz veren bizler; ülkemizin ve dünyanın farklı coğrafyalarında yaşıyorduk. Sadece messanger ve skype üzerinden görüşme, tartışma, konuşma şansımız vardı. Bir dergi ofisinde ortak bir ekip çalışmasını sağlamak zordu. Đkincisi ve en önemlisi de Şair Dertli’ye; “Ben ne şaha, şehinşaha kul olmazdım ama / Gör ki viran olası hanede evlâd-ı iyal var” dedirten maddî olanaksızlıklardı. Deneyimlerimizden biliyorduk ki, bir derginin başarıyla sürebilmesi, okurun beğenisine ulaşabilmesi için en az beş sayılık bir maddî birikimi gerekiyordu. 1-2 sayı çıkıp dergiler çöplüğünde yer almak işimize gelmezdi. Üstelik sosyalist bir derginin, ürünleri yayınlanan şair ve yazarlara telif ödemesi de gerekli bir koşuldu. Sonuç olarak, biz, toplumsal kavgamız içinde bir sosyalist sanat kavgası veriyorduk. Bunun içinde EN önemli olan, kitlelere ulaşabilmekti. Bunun için en uygun internet ortamını kullanmayı sürdürdük, sürdüreceğiz. Kime, kimselere borçlanmamak için de bloglar üzerinden yürüteceğiz kavgamızı. 101. sayımızda, dergimizin yayınlandığı blogu değiştireceğiz. Emeğin Sanatı E-Dergi, 1 Eylül sayısından itibaren, http://emeginsanati.blogspot.com/ üzerinden yayınına devam edecektir. Başlangıçtan bugüne bu kavgamıza omuz veren şair-yazar dostlarımıza, bizi e-postalarla yüreklendiren okurlarımıza TEŞEKKÜR ediyoruz.

1 Ağustos 2011

134


EMEĞĐN SANATI DERGĐSĐ 100.SAYISINI ÇIKARDI Emeğin Sanatı E-Derginin 100. Sayıya Ulaşması nedeniyle Lütfiye Bozdağ’ın Emeğin Sanatı Yayın Yönetmeni Ali Ziya Çamur’la yaptığı bu röportaj, 14 Ağustos 2011’de BĐRGÜN GAZETESĐ Pazar ekinde yayınlanmıştır.

Emeğin sanatı dergisi ne zaman ve nasıl kuruldu? Emeğin Sanatı Grubu 2004 yılında, sosyalist gerçekçiliği benimseyen ama onu yeniden sentezlemenin gerekliliğine inanan; eserlerini bastırma olanağından uzak, internet üzerinden okurlarına ulaştırabilen şair, yazar ve sanatseverlerce kuruldu. Bu grupta yayınlanan eserlerin daha geniş kitlelere ulaştırılabilmesinin gerekliliği ortaya çıkınca, 2006 Aralığında ilk sayımız yayınlandı. Emeğin Sanatı’nın devamlılığını sağlamak için bunca özverili çabayı sarf eden Ali Ziya Çamur kimdir? Kısaca kendinizden bahseder misiniz? Ben sizin şair, yazar ve çizer olduğunuzu biliyorum, bilmediğim başka yönleriniz var mı? Fotoğrafla da ilgilisiniz. Ali Ziya Çamur, yaşananlara ve yaşatılanlara tanık değil, sanat adına müdahil olma çabasıyla, yaşamının sırtına yüklediklerini beyninden yüreğine aktaran, yüreğinden dökülenleri sanatın büyülü ufkuna aktarabilme çabasında bir eğitim ve sanat emekçisidir. Çalışırken başladığım ama yoğunlaşamadığım sanatsal çabalara emekli olduktan sonra daha fazla ağırlık verme olanağı buldum. Evet, şiirle başladım. Sanat bahsinde okuyup öğrendikçe, yanlış gördüğüm, hayata bakarken eksik bulduğum noktalarda öğretmenliğimin de baskınlığıyla deneme ve eleştiri yazılarıyla sürdürdüm uğraşımı. Teknolojinin getirdiği olanaklarla hayatı, doğayı ve insanı fotoğraflarla yansıtabilmenin tadıyla amatör olarak fotoğraflar çekmeyi sürdürüyorum. Çizerliğim amatörlüğün de altında kaldığı için söz konusu etmek istemem. Emeğin Sanatı dergisini tanımlayacak olsak neler söyleyebilirsiniz? Nasıl bir künyesi var? Emeğin Sanatı, sanata öncelikle sınıfsal kimliği ile sahip çıktı. Emeğin Sanatı’nın yola çıkışındaki en önemli amacı, internet üzerinden bireysel olarak sanatlarını devrimci bir tavırla sürdüren sosyalist sanatçıları bir araya getirmek; onlarla devrimci sanata katkı sunacak bir hareket oluşturmaktı. Emeğin Sanatı olarak ortaya koyduğumuz sanat felsefemiz, üçlü bir sentezi içermektedir. Đlki Sovyetler’den bize miras kalan sosyalist gerçekçilik, ikincisi sürrealizmin sanatta statikliği kıran ilerici, başkaldırıcı özü ve Anadolu’nun binlerce yıldan bugüne süzülen kültürü, edebiyatı idi. Bu üç açılı sentezi sosyalizmin ana çizgileri çerçevesinde oluşturma çabası güttük. Elbette, tek tip ve kalıpçı bir arayış değil istediğimiz. Bu çıkışımızın, her sanatçının, şair ve yazarın imgeleminde kendi estetik bakışıyla buluşarak zenginleşme çabasını savunduk. Emeğin Sanatı, temel sorumluluğu; sanatı, salt seçmek ve susmaktan ibaret sananlara, sanatı bilinçli müdahaleye değil rastlantıların peşine takanlara karşı suskunluk perdesini indirmek, toplumsal kavganın içinde bunlara karşı sanatsal kavgasını sürdürmektir. Bu bağlamda kurucu arkadaşlarımızdan Uysal Himmet Aslan’ın ortaya koyduğu “HER KAVGA BĐR ŞAĐR, HER ŞAĐR BĐR KAVGA BESLER!” savsözü, Emeğin Sanatı’nın da temel çizgisini vurgular.

135


Emeğin Sanatı olarak yapmak istediğimiz, toplumsal gelişmenin yasalarını tam bir anlayışla yorumlayarak, sanatın gerçeği, tarihsel ve toplumsal hareketi içinde, salt dış belirtileriyle değil, iç özüyle yansıtmasını istiyoruz. Böylece sanat, hem yeni, hem de eski insanı, dünün, bugünün, en önemlisi de yarının insanını açıkça yansıtacaktır. Emeğin Sanatı, yanlış anlamlandırmaların ötesinde, bir propaganda aracı olmaktan çok, bireyin bilincini geliştirerek, iç varlığını zenginleştirmek yoluyla toplumsal ilerleyişin itici gücü konumuna ulaştırmayı amaçlar. Özlü olarak vurgulayacak olursak, kişileri sürü psikolojisiyle belli bir noktaya yöneltmez; sosyalist kişiliğin oluşum ve gelişimi sürecinde gölgeleri aydınlatarak süreci hızlandırır. Emeğin sanatçısı, bilinci kapalı kalabalıklar oluşturmanın değil, her katılanın kendi bireysel gücünü ve zenginliğini ortaya koyabilen bilinçli kitleler oluşturmanın sorumluluğunu taşır. Kısacası, Emeğin Sanatı; konularını, gereçlerini, öğelerini emeğin acı, tatlı, soylu, soysuz durumlardan alarak, onları yeni, özgün, estetik biçimler içinde ayrı bireşimlere götüren sanatın izindedir. Emeğin sanatı internet ortamında yayınlanan bir dergi. Derginin okur sayısı hakkında bir veri var mı? Okuyucu profili hakkında bilginiz var mı? Google analytic’ten aldığımız verilere göre, yayınlandığı her ayın birinde ve 15’inde ziyaretçi sayımız 300’ü aşıyor. Daha sonraki günlerde ziyaretçiler 150-200’e dek düşüyor. Ama hiçbir zaman 100’ün altına düşmüyor. Bu sayıların yüzde 30’unu, dergide kalmayıp girip çıkanlar oluşturuyor. Hemen hemen dünyanın her yanından okurlarımız var. Okuyucu profiline baktığımızda, gençler büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu gençlerin bir kısmı bize yapıtlarını da gönderiyorlar. Biz de onları kırmadan eleştirerek, ilgileri doğrultusunda okumaları gereken kitapları önererek rehberlik yapıyoruz. Geriye kalanların çoğunluğunu sosyalizm kavgası içinde yer alan, sanatı bu kavganın bir parçası olarak gören, bu doğrultuda üreten, interneti yoğun kullanan şair ve yazarlar, sanatseverler oluşturuyor. Emeğin sanatı dergisine destek veren dostlar kim? Onlardan kısaca bahseder misiniz? Emeğin Sanatı’nı Emeğin Sanatı yapan elbette pek çok arkadaşımız var. Bunlardan biri, Adnan Durmaz arkadaşımızdır. Afyon Emir Dağlarından dünyaya uzanan gür bir şiir ırmağıdır. Yanı sıra deneme ve eleştirileri ile Emeğin Sanatı’nın düşünsel temellerini oluşturan bir arkadaşımızdır. Fransa’da yaşayan, çağdaş Fransız şiiri ile Anadolu şiiri arasında köprü kuran Yaşar Doğan arkadaşımız, Emeğin Sanatı’nın en önemli seslerinden oldu. Aragon’dan, Eluard’dan, Rene Char’dan yaptığı çevirilerle, sürrealizmin devrimci yanını bize tanıtan Yaşar Doğan, sanat felsefemizin bu ayağının oluşmasında emeği vardır. Emeğin Sanatı’nın gelişim çizgisinde şiirleri ve yazılarıyla yön veren Uysal Himmet Aslan; Hakkari Yüksekova’dan Emeğin Sanatı’na ses veren Đrfan Sari; Đstanbul’da, grubumuzu çeşitli platformlarda temsil eden, 90. sayıda gruptan ayrılan Evin Okçuoğlu; Şanlıurfa’dan Halil Manap, Almanya’dan Yavuz Aközel ve adlarını sayamayacağım pek çok arkadaşımız; şiirleriyle, öyküleriyle, yazılarıyla, fotoğraflarıyla, resimleriyle Emeğin Sanatı’na destek vermiştir. Emeğin sanatı nasıl hazırlanıyor? Önceden oluşturduğunuz konseptler oluyor mu? Örneğim Mart ayında Dünya emekçi kadınlar gününe, Mayıs ayında işçi bayramına odaklı mı çıkartıyorsunuz?

136


Ürünlerini Emeğin Sanatı’nda yayınlatmak isteyen üyelerimiz, grup üzerinden eserlerini gönderiyorlar. Dışardan ürünlerini yayınlatmak isteyen şair ve yazarlar e-posta adresimize ürünlerini gönderiyorlar. Bütün bunlar havuzumuzda toplanıyor. Ürün seçiminde arkadaşlarımızla msn üzerinden görüş alışverişi yapıyoruz. Zorunlu ve acil durumlarda seçim işi de bana kalıyor. Dergide yayınlanacak ürünler ve bunlarla ilgili görseller belirlendikten sonra bunları internet ortamına aktarmak da bana kalıyor. Belirttiğiniz gibi toplumsal kavgamızda önem taşıyan zaman dilimlerinde, özel bir konsept uygulamaya özen gösteriyoruz. Bu önemli günlerde, yayınlanacak ürünleri, Emeğin Sanatı’nın yayınlanacağı güne ya da gündeme uygun olarak seçiyoruz. Emeğin sanatı sadece sanat yazılarının paylaşıldığı bir dergi değil aynı zamanda sanatçılardan bize haber veren de bir dergi. En çok da ölüm haberleri ve ölüm yıldönümü haberleri beni üzüyor. Sermaye dergilerinde popüler olmayan özellikle sermaye karşıtı emek yanlısı sanatçı haberlerini göremiyoruz. O nedenle emeğin sanatı Türkiye sanat ortamında çok önemli bir boşluğu dolduruyor. Arşiviyle ciddi bir bellek oluşturuyor. Bu konuda siz neler söylemek istersiniz? 15 günlük periyotla çıktığımız için güncellik önem taşıyor. Bu nedenle bir önceki 15 günün kültür ve sanat haberlerini duyurmanın gerekliliğine inanıyoruz. Zaman içinde Emeğin Sanatı belirttiğiniz gibi kültür-sanat günlüğü işlevini kazanıyor. Đlk dönemlerde sadece yazılı ve internet basının taratarak haberleri oluşturuyorduk. Zaman içinde, dergimiz e-posta adresine kültür-sanat, etkinlik haberleri akmaya başladı. Tarama haberlerin yanı sıra, kendi haberlerimize de yer vermeye başladık. Sosyalist bir dergi olarak, haberlerimizi seçerken, elbette sermaye karşıtı, emek yanlısı haberler bizim için ön planda gelmektedir. Bireysel değil toplumsal önemi olan sanat haberlerine ağırlık verme çabasındayız. “En çok da ölüm haberleri ve ölüm yıldönümü haberleri beni üzüyor” diyorsunuz. Belki haklısınız. Ancak belleği sınırlı, unutkan bir toplumsal yapımız var. Bu nedenle, sonsuzluğa uğurladığımız sanatçıları, devrimcileri anmak ve anlatmak; bir sorumluluk oluyor bizim için. Özellikle belli çevrelerce görmezlikten gelinen, unutturulmak istenen şairleri, yazarları yeni kuşaklara tanıtma gibi bir işlevimiz de var. Bu nedenle sonsuzluğa uğurladığımız değerleri, ölüm yıldönümlerinde anarak anılarını canlı tutma gayreti içindeyiz. Đstanbul Türkiye’nin kültür ve sanat başkenti. Türkiye sanat ortamı buraya kilitlenmiş hatta sıkışmış durumda. Đstanbul sanat piyasası mantığında Đstanbul dışı her yer periferi kabul ediliyor. Merkezden taşraya, taşradan merkeze akan bir Türkiye sanatından bahsedemiyoruz. Ankara ve Đzmir’in özellikle 2000 yılından itibaren sanatsal aktivitelerde Đstanbul’u takip edemediğini ve sürekli irtifa kaybettiğini görüyoruz. Buna karşın Avrupa Birliğinin Diyarbakır’da Kürt sanatçıları desteklemesiyle Diyarbakır’ın yükselen bir ivme gösterdiğini, daha sonra küreselleşme politikalarının bir yansıması olarak zengin etnik yapıya sahip olan Mersin, Antakya ve Mardin gibi illerin öne çıkarıldığını görüyoruz. Ancak bu örnekler istisnai kalmaya devam ediyor ve bu iller yükselen sanat çizgisini aynı istikrarda sürdüremiyor. Siz sermaye karşıtı, emek yanlısı tavrınızla, gönüllü birkaç kişinin özverisiyle Anamur’da taşrada bir dergi çıkartıyorsunuz? Taşrada böyle bir dergi çıkarmak, sanatın merkezinden uzak olmak dergiye olumlu ya da olumsuz nasıl yansıyor?

137


Taşrada dergi çıkartmak kolay da dergiyi yetkin biçimde yürütmek, yaşatmak çok zor… Biz internet olanağını avantaja dönüştürdük. Bu açıdan taşra dergisi olmaktan çok dünya dergisi olduk. Sorunun ikinci bölümüne gelince, belirtmeliyim ki, öncelikle “olumlu” olarak yansıyor. Çünkü birtakım odaklara saplanıp kalmak, kendi kendimizi tekrar etmek yerine Anadolu’dan ülkeyi ve sanatı daha nesnel değerlendirme imkânımız oluyor. Akıntılara kapılmak yerine kendi çağlayanlarımızı oluşturmanın çabası içine giriyoruz. Olumsuzluk, teknik açıdan ortaya çıkıyor. Emeğin Sanatı’nı basılı bir dergiye dönüştürme isteğimiz, Emeğin Sanatı öncü kadrolarının Anadolu’da ve başka ülkelerde yer alması nedeniyle, bir araya gelip sinerji oluşturacak bir takım çalışması yapamadık. Đstanbul’a kilitlenmiş bir sanat piyasasının açmazları, sermayenin sanata desteği, sermaye karşıtı sanatçıların durumu, aynı paralel de iktidar karşıtı sanatçıların durumu ne? Türkiye sanat ortamını değerlendirir misiniz? Emeğin Sanatı, sanatın alınıp satılan meta olmasına karşıdır. Sanatçının, pazar için üretmesine karşıdır… Sanatın ve sanatçının alınıp satıldığı bir dünya istemiyoruz. Artık gerçek sanatçıların, piyasa egemenliğini benimsemiş sanatçılardan ayrıştırmasının gerekliliğine vurgu yapıyoruz… Piyasalaştırılan sanatın ürünlerinin sanat olma niteliklerinin sorgulanması gerekliliğini savunuyoruz. Parlak dergiler, büyük sermayeli yayıncılar ve dağıtımcılar, elbette sermaye karşıtı sanatçılara kapalıdır. Sermaye karşıtı muhalif sanatçılar, yapıtlarını kitaba dönüştürmekte zorluklar çekmektedir. Hadi iyi-kötü yayınlasa da bu kez dağıtım güçlüğü sermaye karşıtı sanatçıların elini kolunu başlamaktadır. Bütün bu güçlüklerin yanı sıra bir de yoğun baskılarla karşı karşıya kalıyor iktidar karşıtı sanatçılar… Elbette bu açmazları yenecek imkânlar da elimizin altından uzak değildir. Bunun için de mutlaka, küçük burjuva hesaplarından uzakta, birleşmek, örgütlenmek, bir zorunluluk hâline gelmiştir. Günümüzde var olan örgütlenmelerin genelinde grupçu tavır öne çıktığından toplumsal bir yarar görülememektedir. Yukardan beri yaptığım vurgulamalarımdan, Türkiye sanat ortamının durumunu görmek mümkündür. Đnsansız, içbükey bir sanata yöneliş öne çıkmaktadır. Sanatçıların yapıtlarında sanat emeği ve çabası değil rastlantılar ağırlık kazanmaktadır. Bu durum da sanatçıyı sanata yabancılaştırmakta, burjuva sanatı kaotikleştirmektedir giderek… Bunları söylerken olumlu çabaları da göz ardı etmemek gerekir elbette… Ağır ağır da olsa, burjuva sanatının zirvelerine oturtulanlar, çekim merkez olma niteliğini yitirmeye başladılar. Diyarbakır’dan, Karadeniz’den, Ege’den, Akdeniz’den, ülkenin her yanından “biz de varız!” diyen sanat erleri, iddiası ve tezi olan sanat dergileri artık meydanı burjuva sanatına bırakmayacaklarını ortaya koyuyorlar. Emeğin Sanatı nasıl devam edecek? Geleceğe ilişkin yeni projeler var mı? Emeğin Sanatı, kendini geliştirip dönüştürerek blog üzerinden yayınına devam edecek. Geleceğe ilişkin en önemli projemiz, dergimizi, kalıcı olması kaydıyla, basılı bir dergiye dönüştürebilmek. Diğer sosyalist sanat örgütlenmeleriyle kolektif bir yayın-dağıtım birliği oluşturma çabamızı sürdüreceğiz. Sanatsal tavrımızı ve bakışımızı geniş çevrelere ulaştırmanın farklı imkânlarını deneyeceğiz. Emeğin sanatı dergisinin 100. sayısını kutluyorum. Sizinle gurur duyuyorum. Bu dergi hepimizin dergisi. Emeğin Sanatı, sömürü ve baskıların üstesinden gelebilmemiz için

138


gereken duygusal ve ruhsal gücü ayakta tutmamızı sağlayan, her koşulda direnmeyi, mücadeleyi ve umudu aşılayan tavrıyla ayrıca önemli. Daha nice sayılara. Sesimizi, sanata bakışımızı duyurma imkânı verdiğiniz için Emeğin Sanatı topluluğu adına size teşekkür ederim. Gelecek sayılarımızda da onur veren sözlerinize layık olmaya gayret edeceğiz.

Lütfiye Bozdağ – Ali Ziya Çamur

139


ĐÇĐNDEKĐLER 5 _____SUNU 7 _____ÖNSÖZ (UYSAL HĐMMET ASLAN) 9 _____ÖNSÖZ I (YAŞAR DOĞAN) 11 _____ÖNSÖZ III (YAŞAR DOĞAN) 13 _____3. SAYI 15 _____4. SAYI 17 _____6. SAYI 19 _____7. SAYI 21 _____12. SAYI 23 _____14. SAYI 25 _____16. SAYI 27 _____17. SAYI 29 _____20. SAYI 31 _____22. SAYI 33 _____23. SAYI 35 _____25. SAYI 37 _____26. SAYI 39 _____27. SAYI 43 _____28. SAYI 45 _____31. SAYI 47 _____32. SAYI 49 _____34. SAYI 51 _____36. SAYI 53 _____39. SAYI 55 _____42. SAYI 57 _____43. SAYI 59 _____46. SAYI 61 _____47. SAYI 63 _____48. SAYI 65 _____49. SAYI 67 _____54. SAYI 69 _____56. SAYI 71 _____57. SAYI 73 _____59. SAYI 75 _____61. SAYI 77 _____62. SAYI 79 _____63. SAYI 81 _____64. SAYI 83 _____66. SAYI 85 _____68. SAYI 87 _____69. SAYI 89 _____70. SAYI 91 _____72. SAYI 93 _____74. SAYI 95 _____75. SAYI 97 _____77. SAYI 99 _____79. SAYI

101 _____80. SAYI 103 _____81. SAYI 105 _____83. SAYI 107 _____84. SAYI 109 _____85. SAYI 111 _____86. SAYI 113 _____87. SAYI 115 _____88. SAYI 117 _____90. SAYI 119 _____91. SAYI 121_____ 92. SAYI 123 _____94. SAYI 125 _____96. SAYI 127 _____97. SAYI 129 _____98. SAYI 131 _____99. SAYI 133 _____100. SAYI 135 _____EMEĞĐN SANATI DERGĐSĐ 100.SAYISINI ÇIKARDI 141_____ĐÇĐNDEKĐLER

140


EMEĞĐN SANATI E-KĐTAPLIĞI Şiir Dizisi: 1- Kalp Örsünde Karanfil - ALĐ ZĐYA ÇAMUR 2- Arsız Akrostiş - SERKAN ENGĐN 3- Diplerin Zirvelere Uçurumlardır Yolu - ADNAN DURMAZ 4- Acının Ucu - HAMZA ĐNCE 5- Yıldızlı Gece Kanamaları – ĐRFAN SARĐ 6- Öfkeye Tutunmak – ERCAN CENGĐZ 7- Semahlar, Horonlar, Gowendler – YAŞAR DOĞAN 8- Militan Bir Ağrı – MELĐH COŞKUN 9- Söylenmemiş Sözdeyim – ABDULLAH KARABAĞ 10- Yaralı Ağaç – MEHMET RAYMAN 11- Bahara Gebe Düşlerim – SEVGĐNAZ ĐNAL 12- Dene Ve Yenil – UYSAL HĐMMET ASLAN 13- Mevsim Değirmeni – MEHMET GĐRGĐN 14- Seksen Kere Söyledim – ŞEREF ÖZTÜRK (Usta) 15- Dilbaz Şiirler – SERKAN ENGĐN 16- Naif Buğday Tarlaları – MEHMET GĐRGĐN 17- Yıldız Dalı Yasaklı Gönül - ABDULLAH KARABAĞ 18- Mavi Đğne - MEHMET GĐRGĐN 19- Her Şiirin Uyaksızı – SERKAN ENGĐN 20- Umut Her Şeydir - ABDULLAH ORAL 21- Gölgemi Sildin Gölgenden – DURAN AYDIN 22- Ah – GÖNÜL ÜLKÜ DĐLEK 23- Ceviz Düşü – MEHMET GĐRGĐN Anlatı Dizisi: 1-Ofir’e Yolculuk – MUHAMMET DEMĐR 2-Uysal Cinayetler (Roman) - SERKAN ENGĐN 3-Hayatın Sesleri ve Yüzleri – ERDOĞAN TEZGĐDEN 4-Cumartesi Anneleri (Oyun) – ADĐL OKAY Düşünce Dizisi: 1.Gölge Boksu – SERKAN ENGĐN 2.Umut Sarkacında Yaşam – ALĐ ZĐYA ÇAMUR 3.Emeğin Sanatı Yazıları - ALĐ ZĐYA ÇAMUR http://emeginsanatie-yayinevi.blogspot.com http://issuu.com/emeginsanati

141


142


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.