anafor dergi haziran sayısı

Page 1

John Holloway: Biz Soyut Emeğin Kriziyiz Üniversite, Üniversite Gezegeni Kurtarıyoruz! Korku Manipülasyonu babaannem Küçük adamdan notlar Finans Kapitalizmi Wall Street Mektup Siyahtan, Maviye Çalar Sözümüz Etkin Bir Varoluşa Giriş Gilles Deleuze: Denetim Toplumları Harry Adında Bir Maymun Karl Korsch Kitabı


Sunuş Özgürlükler ancak özgürlüklerin kullanıldığı ölçüsünde mümkündür. Bu doğrultuda ifade edilmeyen düşüncelerin de gündelik hayatta yaygınlaşması mümkün olmamaktadır. Basılı bir dergide bir düşüncenin yer alabilmesi için sosyal sermayenizin devletin kurumlarında kanıtlanmış olması ya da belli bir elitin içinde olmayı zorlamaktadır. Diğer bir problem de oluşturduğunuz derginin basımının ve dağıtımının masraflarıdır. Bunun için kapitalizm içerisinde geniş dağıtıcı tekellerliyle muhatap olmak zorunluluğu bulunmaktadır. Diğelim bu aşamayı da geçtiniz, tasarımını maliyeti üzerinden düşünme zorunluluğu doğuyor... Medyanın uyguladıkları yüzünden tartışma dışı kalan, gündem bulamayan bir dünya konu var. Belli normlara uymayan düşünceler bu gündemin dışında kalmak zorundadır. Bunun yerine kendimiz bir dergi oluşturalım ve internet üzerinden bütün dünyayla paylaşalım istedik. Dergiye yazanlar başka başka çevrelerde yaşayan, başka başka ilgileri, dertleri olan insanlar. Felsefe, sosyoloji,eleştiri, şiir, çeviri,... gibi geniş bir skala içerisinde bulacaksınız yazıları. Amacımız, etkin bir yazar ve okuyucu kitlesi yaratabilmektir. Derginin okunurluğu okuyucunun katılımıyla artacaktır. Dergide yayınlanmasını istediğiniz yazılarınızı, “dergianafor@gmail.com” adresine gönderebilirsiniz. anafor dergi’nin diğer sayılarına da ulaşmak için www.anafordergi.wordpress.com adresini kullanabilirsiniz. anafor

2


John Holloway: Biz Soyut Emeğin Kriziyiz ‘’Direnişin Sesi: Öteki Sesler’’. Bizim sesimiz ne? Bizim sesimiz soyut emeğin krizinin sesi. Biz soyut emeğin kriziyiz. Bir yaratıcı eylemin gücüyüz. Biz kriziz. Biz öncelikli olarak olumlu bir güç değiliz. Ancak olumsuz bir gücüz. Bizi buraya getiren ortak olumsuzluklarımız, fakat biz bu olumsuzlukların parçası değiliz. Kapitalizme, sömürünün ve şiddetin dünyasına, insanlığa bütünüyle zarar veren, verecek her türlü toplum düzenlemesine hayır, kelimenin her anlamıyla hayır. Kontrol edemediğimiz güçler tarafından belirlenmediğimiz bir dünya yok. Yeter artık, ama bu yeter, bu reddediş kapitalizmin dışında durmamaktadır. Bu redediş kapitalizmin kalbine doğru yol alıyor, çünkü kapitalizm, bizim evetlerimize, kabullerimize, emek, değer sözleşmelerimize ve çevremizdeki korkunç yeniden üretime bağımlıdır. Bizim hayırımız güçle, güçlü bir hayır, bunun nedeni, kapitalizmin varlığının bizim ‘evet’ dememize bağımlı olmasıdır. Bizim hayırımız kapitalizmin yaygın krizidir. Biz hayırız, biz olumsuzuz, kapitalizmin kriziyiz. Ama biz bunlardan daha fazlayız, biz kapitalist üretimin, soyut, yabancılaşmış emeğin kriziyiz. Soyut emek kapitalizmi üretir. Gerçektende, kapitalizm emeğin soyutlanmasıdır. Soyutlanma süreci, değerin genişletilme hizmeti içerisinde, insan yaratıcılığının muazzam verimini kontrol eder, kapsar ve kullanır. Emeğin Soyutlanması, para kazanmanın belirsizliği, üretim değerinin bulanıklaşması karşısında yaratıcı eylemin yoğun renklerini azalatmaktadır. Kapitalizmde yaratıcı eyleme, (Marx somut veya faydalı emek olarak isimlendirmektedir.) soyut emeğe bağımlıdır. Yaratıcı eyleme, soyut emeğin bir formu içerisinde var olmaktadır, ama bu form yaratıcı eyleme-soyut emek ve biçim-form arasında sürekli olan antagonizmayı ve gerginliği perdelemekte, yaratıcı eyleme bağımlı kılmaktadır. Ama bu durum, soyut emek tarafından bertaraf edilemez, yaratıcı eyleme sürekli olarak soyut emeğe karşı başkaldırı içerisindedir. Soyut emeğin gizli

krizi şeklinde var olur. O zaman sınıf mücadelesinin çekirdeği burasıdır; yaratıcı eyleme ve soyut emek arasındaki mücadeledir. Geçmişteki yaygın düşünce içerisinde, sınıf mücadelesi, sermaye ve emek arasındaki mücadele, emek ise, soyut emek, ücretli emek olarak anlaşılmaktaydı. İşçi sınıfı, ücretli emekçinin sınıfı olarak tanımlanmaktaydı. Ancak bu anlayış tümüyle hatalıdır. Ücretli emek ve Sermaye birbirini tamamlar, ücretli emek, sermayenin bir unsurudur. Gerçektende ücretli emek ve sermaye arasında bir mücadele, çatışma bulunmaktadır. Ancak bu çatışma durumu, görece yüzeysel bir çatışmadır. Bu çatışmalar, ücret seviyeleri, çalışma gününün uzunluğu gibi emeğin şartları üzerinedir. Tüm çatışmalar önemlidir, ancak bu çatışmalar sermeyenin varlığının önceden kabul edilmesidir. Sermayeye gerçek tehtid, soyut emekten gelmez, asıl tehtit, somut emekten yada yaratıcı eylemeden gelir, çünkü yaratıcı eyleme, kapitalizme karşı radikal bir ayakta duruş sergilemektedir. Bu durum kendini soyutlamadır. Yaratıcı eylemenin yaratıcı

söylemi, ‘’biz sermayenin buyruklarını gerçekleştirmeyeceğiz, biz neyin gerekli ve cazip olduğunu düşünüyorsak onu gerçekleştireceğiz’’ olarak ifade edilebilir. Biz soyut emeğin kriziyiz, biz emek hareketinin kriziyiz, bu hareket soyut emeğin mücadelesi üzerine inşa edilmektedir. Erken dönem kapitalizmden bu yana soyut emek kapitalizme karşı mücadele üzerinden organize olmaktaydı. 3


Bu mücadeleler ücretli emeğin daha iyi koşula ulaşması içindi. Bu hareketin merkezi, işçi sendikal mücadeleleriyle yüksek ücret ve daha iyi koşulların mücadelesine dayanmaktaydı. Ortodoks Marksizmin klasik metinleri içerisinde bu mücadele, politik mücadeleyle tamamlanması gereken ekonomik mücadele olarak görülmektedir. Bu politik mücadele ya askeri güç ya da parlemento aracılığılya devlet gücünü kazanmayı hedefleyen parti örgütlenmesidir. Klasik devrimci parti, elvette soyut, ücretli emeği ortadan kaldırmak için, işçi sendikal mücadelesinin ötesinde bir bakış açısını ve devrime öncülük etmeyi amaçlamaktadır, ama bu gerçeklik soyut emeğin dünyası içerisinde kalmaktadır-kalmıştır. Soyut emeğin dünyası sosyal ilişkilerin şeyler olarak var olduğu bir fetişist dünyadır. Bu dünya para, sermaye, devlet, partiler, kurumlar, yanlış dengeler ve kimlikler tarafından doldurulmaktadır. Bu dünya içerisinde ekonomiden ayrılmış politika, özelden ayrılmış kamusal, şimdiden ayrılmış gelecek, nesneden ayrılmış özne bulunmaktadır. Bu dünyanın devrimci öznesi onlardır (işçi sınıfı, köylüler), biz değil. Fetşizm, soyut emek, ücretli emeğin mücadelesi üzerinde inşa edilen bir hareket dünyasıdır, . Bu fetişzm, kaçısı olmayan son derece sıkıcı, sinir bozucu, bunaltıcı bir dünyadır. Aynı zamanda bu fetişzmin içerisinde sınıf mücadeleleri simetriktir. Sermaye ve soyut emeğin tamamlayıcılığını, sermaye mücadelesi ve soyut emeğin mücadelesi arasındaki temel simetri ifade e t m e k t e d i r.

Hem devlet hem de diğer güç üzerine olan mücadeleler hiyerarşiktir, her ikiside meşruluğunu diğerleri adına hareket ederek kazanmaya çalışmaktadır. Biz bu emek hareketlerinin ve soyut emeğin kriziyiz. Bu durum uzun zamandır gerçek, ancak burada yeni olan, bizim artık sadece gizli, gözükmeyen bir kriz olmadığımız, bu kriz artık apaçık ortaya çıkmaktadır. Soyut emek her zaman kapitalist tahakkümün anahtarıdır. Bu durum ücretli emeğin insan yaratıcılığı haline dönüşümünün ve soyut emeğin yaratıcı eyleme haline gelişinin ifadesidir. Bir başka ifadeyle, çalışma her zaman kapitalist kontrolün en önemli yeri yada merkezidir. Savaş sonrası, tam istihdam ekonomisi denilen fordist dönemde emeğin soyutlanması etkin ve kuvvetliydi. Bu dönem klasik emek hareketleri kurumların içerisinde merkezlenmiş ve soyut emeğin kuralları en üst seviyede yaşanmaktaydı. Bu tahakküm biçimi son otuz yıldır bir krizi açığa vurmaktadır. Ve biz bu kriziz, bizim hayırımız, makineye dönüşmemizi, soyut emeğin anlamsızlığının bizim yaratıcılığımıza dönüşme kabulünü redetmektedir. O vakit neo-liberalizm, savaş, imparatorluk, biyo-iktidar ve sosyal kontrolün yeni formu nedir? Onlar bu krizin üstesinden gelebilecek ve kapitalizm için yeni bir temel yaratabilecek mi? Hayır, ben başaracaklarını düşünmüyorum, ve biz teorileştirmemizin, yeni bir paradigmanın, yeni bir tahakküm çağının, yeni bir imparatorluğun krizi içerisine sapmamasına çok dikkat etmeliyiz, çünkü paradiğmanın pozitivizmi bizi olumsuzluğumuza hapsetmeyi, bakış açımıza

4


yakın durmayı tasavvur etmektedir. Yeni bir paradigma yaratmak sermayenin görevidir, bizim değil. Bizim görevimiz, teorik ve pratik olarak dengesizlik yaratmaktır. Denge değil. Marksizm, krizin teorisidir, tahakkümün bir biçimi değildir. Tahakkümün bir gücü değildir, ancak onun kırılganlığıdır. Ve bu süreçte sermayenin temel kırılganlığının bir çok belirtisi bulunmaktadır. Bu belirtiler şiddetin çoğalması ve borçlanmanın sürekliliğine bağımlılıktır. Elvette, soyut emeğin yoğunlaşması ve sürekli gelişme durumu yaşanmaktadır. Biz bu durumu üniversite içinde yaşamaktayız. Biz bu durumun farkındayız, örneğin, çalışmalarımızı yaparken direkt olarak pazarın talepleri doğrultusunda çalışmaya mecbur bırakılıyoruz. Tüm bunlar yaşanırken aynı zamanda, piyasanın, üretim değerinin sınırları içerisinde, yaratıcı eylemenin hareket içeriği karşısında soyut emeğin yetersizliği yükselmektedir. Yaratıcı eylemenin gücünün içeriğine karşı soyut emeğin yetersizliği, soyut emeğin krizidir. Çalışma, geçmişte ve şu an kapitalist gücün disiplin edici temel unsurudur ( ‘toplumsal fabrikanın’ tamamına doğru disiplinin genişlemesine karşın). Çalışmanın temel disiplin olması, rededişimizi, yaratışımızı, insanlığımızı azaltmakta ve içermektedir. İşin krizi heryerde, hem bu disiplini (iş için rekabet eden insan olarak) güçlendirmektedir hem de zayıflatmaktadır. Çünkü, disiplin insanların yaşamlarını doldurmayı başaramamaktadır, işin istikrarsız hali, aynı zamanda emeğin soyutlanmasının da istikrarsız halidir. Giderek artan, kapitalizim karşıtı mücadeleler soyut emek üzerine dayanan hareketlerin sınırlarının ötesine geçmektedir. Bu durum, eski emek hareketlerinin ya da yaşam koşullarını geliştirmek için hareket eden mücadelelerin döneminin bittiğini göstermemektedir. Fakat yükselen kapitalizm karşıtı hareketler, eski emek hareketlerinin fikirleri ve yapılarının dışına taşmaktadır. Sınıf kategorileri açık bir şekilde kullanılmasa dahi, sınıf mücade-

lesi bırakılmamıştır. Ancak sınıf mücadelesi farklı bir düzey içerisinde yoğunlaşmıştır. Bu farklı mücadele düzeyi, soyut emeğin karekteristlik mücadelesinin bakışını-simetrisini kırmaktadır, bu mücadelenin, memnuyet verici ve sermaye karşıtı asimetrik temeli bulunmaktadır Sözü geçen asimetri, farklı yollardan bir şeyleri gerçekleştirme durumu ve başlıca yol göstereni farklı olan sosyal ilişkilerin yaratılmasıdır. Bu sınıf mücadelesinin yeniden şekillenmesi içerisinde, biz devrimci özneyiz. Biz? Biz kimiz? Biz bir soru, bir deneyim, bir çığlık, bir meydan okumayız. Bizim bir açıklamaya ihtiyaçımız yok, Biz tüm açıklamaları redediyoruz. Çünkü bizler tüm açıklamalara karşı gelmekteyiz ve yaratıcı eylemenin gücünün kimliksizliğiyiz. Eger istiyorsanız bize çokluk diyebilirsiniz ya da daha iyisi bize çalışan sınıf deyin ama bizim için yapılan herhangi bir tanımlama teşebbüsü, biz o tanımlamayı yıkıncaya kadar anlamlıdır. Biz birbirimze benzemeyiz, uyumsusuz, kendi kendimizi doğrularız, bizim yaşamlarımıza yabancı olanları tanımlamaları kabul etmiyoruz. Bizler bu yüzden, bizden ötede, bizim yaşamlarımız için sorumluluk alan herhangi bir örgütlenme çizgisinin, temsiliyetin eleştirisiyiz. İtalya’da toplum merkezlerini (tarihi evler, tiyatrolar, kültür merkezleri) işgal eden insanların, Bolivya’da yaşayan yerlilerin, Arjantin’nin barikatçılarının, Zapatistaların seslerini dinleyin: Bu konuda onlar, her zaman hareketlerinden söz ederken ‘’Biz’’ kelimesini kullanıyor, bu içinde gerçek bir güç taşıyan sınıflamadır. Bizler femineniz, bizler siz değiliz çünkü soyut emeğin krizi, mücadelenin formunun ve erkek hakimiyetinin krizidir. Yeni sınıf mücadelesi eski mücadelelerle aynı cinsiyet dilinin bileşimine sahip değildir. Biz zamanı kırıyor, saatleri vuruyoruz. Soyut emeğin hareketi, gelecekteki devrimi yansıtmaktadır, ama bizim devrimimiz sadece burada 5


ve şimdi olabilir, çünkü biz burada ve şimdi hayattayız, gelecekte ölmüş (ya da ölümsüz) olacağız. Biz şu anın gücüyüz, Arayışımız, mutlak harekete geçirmenin kritik anını yakalamak için (Faust’un arayışı, Bloch’un arayışı). Bizler, çalışan sınıfın şiirselliğiyiz. Öyleyse bizim devrimimiz, geleceğe yönelik muhteşem bir olay inşası olarak anlaşılmamalıdır, yalnızca anlar, alanlar veya tahakkümün dokusu içerisinde kopma, çatlama ve yarılımaların şimdi ve burada yaratımı olarak anlaşılabilir. Bunun için bizler diyoruz ki; hayatlarımıza şekil veren sermayeyi kabul etmeyeceğiz, biz arzu ettiğimiz ve gerekli olduğunu düşündüğümüz ne varsa onu yapacağız. Etrafına bak ve heryerde yaratıcılığın ve redetmenin varoluş anlarını ve alanlarını görebilmekteyiz, bu var oluş benzeri bir rededme ve yaratma anı Selva Lacandona’dan beri gelmektedir. Devrim, bizim devrimimiz, yalnızca, emek karşıtı eylemenin volkanik patlamasının, yaratıcılığın, reddetmenin parıltılarının ve sistemsel çatlakların çoğalması, genişlemesi olarak, anlaşılabilir.. Yürüyerek soruyoruz!! Preguntando caminamos!! Anafor Dergi Çeviri

6


Üniversite, Üniversite Bilgi adını içinde yaşadığımız topluma verdiğinde, zaten ölmüştü. Ya da belki onun bedeni, ancak öldükten sonra tüm bir toplumun sınırsız uzamına yayılabilir. Eski hiyerarşik yapısını korumaya çalışan -ya da bir tür ölü-seviciliğin pençesine düşen mi demeli?-, üniversite şimdi nasıl olur da enformatif iktidarını koruyabilir?

ki? Hatta karpuz alıp, evde elmaya dönüşümünü görmek ister?-. İmparatorluk , büyük insan gruplarını yersizyurtsuzlaştırırken, aslında, onlara tekabül eden referans sistemlerini de parçalarken, bu büyük akışlara uygun, nesnellik ve bilimsellik iddiasını kaybetmiş enformasyonlar üretebilmektedir.

Disiplin toplumuna özgü, bilgi-iktidar ilişkisi, belki de biçim değiştirdi. Bilginin iktidar ilişkilerinde, yaydığı hakikat etkileri ile öznellikleri sınırlama -öbekleme- ve önceden belirleme misyonu ; yerini denetim toplumu1 nun esnek ve yaratıcılığı kışkırtan enformasyonun akışına doğru kaydı. Bilgi bir öbek iken, enformasyon bir akıştır: Yayın akışı, haber akışı, akademisyen akışı, öğrenci akışı gibi... Tüm bir Bologna tantanasının koptuğu bağlam, enformasyon akışının bu gergin yüzeyidir. Bu akış öncelikle, paradigmatikliğe ve hatta nihayetinde yönteme saldırı ile mümkün oldu: Daha demokrat ve çoğulcu bir akademi.2 Fakat bu saldırı akademi içinde yürürken, aslında, zaten şirketler ve internet, hatta internet yolu ile şirketler, enformasyon akışı ağlarını örmekte ve denetimi ve denetimsel iktidarı ele geçirmekteydiler3: Reklamın, haberin, her türlü girdinin -facebook, tweeter, bloglar vs..-, akışlar olarak denetimi. Tersten söylenirse, bilginin yok-yeri.

Herhangi bir akışın, güncelliğini yitirmesi sadece ve sadece an meselesidir. Bu anlamıyla, bir görünüp bir kaybolan akımlar gibidir bir akış: Parlayıp sönen neon lambaları. Sorun, üniversite açısından başka bir şekilde de tasvir edilebilir. Ortadan kalkan şey, sözgelimi Türkiye'de, özel üniversitenin lehine, kamu üniversiteleri değildir. Özel üniversiteler bilgiden, enformasyon akışına geçişte, kamu üniversitelerinden yapıları gereği çok daha esnek ve başarılı olmuşlardır sadece. Ve bugün, bizim gibi ülkelerde, özelleştirme mevzubahis ediliyorsa, bu, asıl amaç değil, sadece kamu üniversitelerinin, enformasyon akışı düzenlemesine -bir borsa- entegre olmaktaki yeteneksizliklerinden kurtulmaktır. Özelleştirme, bilgi, bir mülkiyet olarak kapitalizme dahil edilsin diye değil; akışın önündeki bariyerler ortadan kalksın diye yapılmaktadır.

Mülkiyet Problemi Bir zamanlar bilgi mülk edinilebiliyordu. Fakat, enformasyon akışı denilen şeyi, kimse mülk edinmek falan istemiyor -kim evine getirir getirmez çürüyecek bir karpuzu satın almak ister

Şirketler, bilgiyi mülk edinmeyi değil, enformasyon akışları yaratmayı arzular. Çünkü, bir akışta bir kod4 olarak beliren öznelerde, arzular yaratmayı hedefler; bilincin ideolojik manüplasyonu yolu ile değil, arzunun bilinçdışında hakimiyet kurmak yolu ile işler. Bütün bir reklamcılık sektörü, bunun dahiyane örneğidir. "Yaratıcı çalışanlar" en başta bunu ima eder. Enformasyon akışları düzeninin, par7


adigmatik hiyerarşi ile olan düşmanlığı bundandır. Paradigmatik baskının olduğu ortam yaratıcılık için olumsuz bir ortamdır. Bütün bir Bologna sürecinin temel söylemlerinden biridir yaratıcılık : Çoklu-paradigmalar ve yaratıcılık kışkırtıcılığı.5 Po l i t i k a P ro b l e mi Nasıl bir üniversite arzulanabilir? En azından verili olan kamusal üniversite -parçalanmakta olan demeli-, özel karşısında savunulamaz durumdadır. Kapalılığı, hiyerarşikliği, antidemokratikliği, onu savunmanın zeminini ortadan kaldırmaktadır. Ama sorun bizatihi bu özel/kamusal dikotomisinin kendisindedir. Özel/kamusal gerilimi -ki bir sözde gerilimdir, hakikatin yokluğunu ve şirketsel enformasyon üretiminin ikisinin de içine sızmış olduğu gerçeğini gizlemektedir. Sanki, hala, bir bilimsellik, toplum adına ve toplum için bir bilimsellik mümkünmüş gibi... Kamu üniversitesi arzusu, yitip giden hakikatin hülyalı bir iç geçiriş olarak talep edilmesinden başka bir şey değildir. CERN gibi bir çok başka deneyde ve çalışma alanında olan biten şey, enformatif akışın kolektif olarak yaratılmasıdır. Hakikat dünyadan silindiği gibi, enformasyon üretimi de bireyselliğini kaybetmiştir. İnternet ve dünyayı saran enformasyon ağları hem dolaşımı, hem de üretimi kolektifleştirmiştir. Bu durumda, özel/kamusal tartışması da içeriksizleşir. Üretim, parça parça, dünyanın dört bir yanındaki özneler tarafından yapılmaktadır. Denetimsel iktidar, üretimi, işaret edilen yaygın ağlar sayesinde denetlemekte ve düzenlemektedir: Bir elektrik akışını denetleyen regülatör gibi, enformasyon akışını, değiş-tokuşunu mümkün kılacak oranda, çıktılar üzerinden standartlaştırmaktadır . Şimdi güncelliğin içinde şu soru asılı durmaktadır: Üniversite geçmişine rağmen nasıl ayakta duracaktır? Üniversite, bir hakikat rejimi oluşturmadan nasıl güçlü olacaktır? Üniversite, bilgi toplumunda, enfor8

masyonun tüm toplumsal bedene sınırsız yayılımı karşısında, hangi konumu işgal edebilir? Veya şöyle de sorulabilir: Ortak olanın otonomisi, denetimsel iktidar karşısında nasıl kurulabilir? Üniversitenin güncelliğini kaplayan var-oluşsal soru budur. Oğuz Karayemiş

1 Bkz: Bu sayı içinde, Gilles Deleuze, Denetim Toplumları 2 Amacım kesinlikle, ne demokrasiye, ne de çoğulluğa saldırmak. Yöntemin hiyerarşik iktidarının her hangi bir meşruiyeti kalmamıştır. Bkz: Feyereband, Yönteme Karşı, Ayrıntı yay. 3 Akademinin, şirketler ve internet ile rekabeti ve toplumsal fabrikada işgal ettiği yer ile ilgili bkz: Arzu, Toplumsal Fabrikada Üniversiteler, Otonom dergisi, 21. Sayı, Mart-Nisan 2010, sf: 11 4 Bkz: Gilles Deleuze, Denetim Toplumları 5 Bu yaratıcılık kışkırtıcılığı, sadece akademik ortam için değil, aslında genel olarak tüm bir gayri maddi emek sürecinin de temel motiflerinden biridir.


Gezegeni Kurtarıyoruz! Modern Öğreti: Üret-Katlet-Tüket Karar alıcılar, ekolojik krizlerin çözümünde, üretime dayalı ekonomiden vazgeçmeyi reddederek yerine tüketiciye tasarruf öğütleyen doğa korumacılığı anlayışını geliştirildi. Bu anlayışa göre doğa bir kaynak olarak ele alınmaktadır ve kaynakların kullanımda tasarruf içeren önlemler alınması söz konusudur. Doğanın öz varlıkları, üretimin maddi kaynakları halindeyken ve üretim hız kesmeden devam ederken, tüketici alışkanlıklarını değiştirmeye yönelik bütün tedbirler gerçekçi olmaktan oldukça uzak duruyor. Üretimin, tüketim alışkanlıklarını, tüketimin ise üretimin var olma koşullarını oluşturduğu bir üret-tüket sisteminde, tasarruf önlemlerini ön plana çıkaran doğa korumacığı söylemi, endüstriyel üretimin yarattığı sorunlar ile yüzleşmekten kaçınmaktır sadece. Bir Pazarlama Ürünü: Çevrecilik Ekosistemi, insanın kontrolünde gören bir akıl, elbette onu koruma görevini de üstlenecektir. Bu ne-

denle gezegenin kurtuluşu için yaban hayatın korunmasını(!) amaçlayan kaynak üretimine yönelik düzenlemeler gündeme gelmektedir. Örneğin, doğal alanlardaki ağaçların kesilmemesi için, ağaç üreticiliği ile elde edilen ürünlerin kullanımının teşvik edilmesi yeni çevre politikalarından biridir. Artık çevrecilik bir pazarlama ürünü haline gelmiştir. Zira firmalar çevreci üretim politikalarını pazarlama aracı olarak güçlü bir şekilde kullanmaktalar. Ormanları faydacı bir anlayışla ‘ulusal birer hazine’ olarak gören, piyasa ile uyumlu stratejiler geliştiren Orman Koruma Konseyi, FSC sertifika sistemi ile sektördeki ağaca dayalı üretimin zararlarını azaltmayı amaçlayan, ‘üretime yönelik ağaç üretimini’ teşvik etmektedir. Doğal alanların hızla yok edildiği bir ortamda, FSC tipi çevreci oluşumlar bir kurtarıcı olarak görülebilir, ancak üretimin gasp ettiği alanlar ve atıklarla, orman yönetim sistemlerinin dünyayı ekolojik krizlerden kurtarmasını beklemek, sorunlara gözlerimizi yummaya benziyor. Endüstriyel üretimi görmezden gelerek yapılan tüm iyileştirme çabaları sadece kendimizi kandırmak anlamına geliyor. Sürdürülebilir orman yönetimini dayatan ülkelerin endüstriyel atıklarını, başka ülke ve bölgelere taşıyarak kurtulmaya çalışması da ayrı bir ironidir. Buna paralel olarak, hayvan üretim çiftlikleri de teşvik edilmekte. İnsan kullanımı için üretilmiş hayvanları, sistemli bir şekilde katletme metotları hak ve özgürlük olarak yasal düzenlemelerle korunmaktadır. Genel bir tanımla vergilendirilebilen, ekonomik değer üreten her türlü doğa sömürüsü yasalarla korunmaktadır. Ağaç üretim çiftliklerinden, eti, derisi ve kürkü için üretim yapan hayvan çiftliklerine ve deney hayvanı üretim çiftliklerine kadar oldukça geniş ve karlı bir sektörü içine alan sömürü sistemine yan tedarikçi, lojistik ve diğer ara sektörleri de eklersek, kaynak üretimi ekonomisinin büyüklüğünü de görebiliriz. Ekonominin mimarları, üretim-tüketim sistemini, riske girmeyecek şekilde yapılandıran, geri dönüşümlü, yenilenebilir ve tasarruf içeren çevrecilik ekonomisini destekliyor görünüyor. Görünüyor diyorum, çünkü üretimi herhangi bir mali sorumluluk altına sokan tedbirler söz konusu olduğunda, çevrecilik ilkeleri rafa kaldırılıyor. Uluslararası çevre politikalarının, şirketlere yüklediği tedbirlerden biri olan karbon vergisi işletmelerce boykot edilmekte ya da insan maliyetini düşürerek tehdit aracı olarak kullanılmakta. Yine farklı bir seçenek olarak 9


ürün/hizmet maliyeti müşteriye yansıtılmaktadır. Ancak bu seçenekler arasında asla şirketlerin karını riske edecek düzenlemelere yer verilmiyor. AB Çevre Politikaları’nın önemli bir unsuru olan ‘sürdürülebilir kalkınma’ modeli ise; ‘Avrupa kimya sanayinin rekabet edebilirliği ile çevrenin ve tüketici sağlığının korunması arasındaki makul dengenin tutturulması’ şeklindeki bir söylemle çevreciliğin, kaynakların yönetimi anlamına geldiğini ortaya koyuyor. Yani ‘çevre dostu’ sloganı, üretimi ve büyümeyi zedelemeyecek bir anlayışı tanımlıyor. Mevzuatın değindiği başka bir konu da 'Kirletme / Atık Hakkı Ticareti’dir. İşletmelerin, kirletme hakkını tanımlar ve daha az kirleten işletmelerin, kirletme kotalarını dolduran şirketlere tasarruf ettikleri kısmı satma hakkını verir. Parası olanın kirletme hakkını da satın alabildiği, tüm taraflar için karlı bir işleyiştir. Öte yandan üretimi karşılayacak hammaddeyi garanti altına alma ve maliyet kontrolü gibi avantajları da getirdiğinden hammadde üreticiliğinin tercih nedeni olduğunu da söyleyebiliriz. Endüstriyel atıkların maliyeti ve geri dönüşüm gibi çevre koruma yaklaşımlarının dahi sektörün parçası olması çevrecilik adı altında farklı ekonomilerin yaratılması anlamına geliyor. Gezegeni Siz Kurtarın! Peki, gezegeni kim kurtaracak? Çevre ve Şehircilik Bakanlığı uzmanları 30 basit önlemle gezegenin kurtulabileceğini söylüyor. ‘Gezegeni Sen Kurtar’ adlı kampanya ile bireysel olarak alınacak basit önlemlerin, dünyayı çevre kirliliğinden koruyacağı iddia ediliyor. Ekolojik değeri yitirilmiş bölgelere ya da doğal florasına uygun olmayan alanlara ‘yapay’ orman projeleri ile yardım toplanırken, bir yandan da enerji üretiminde dışa bağımlılığı azaltmak adına şirketlere, devlet destekli teşvikler veriliyor. Hidroelektrik, termik ve nükleer santral istilasıyla mücadeleye etmeye çalışan yerel halklara karşı yıldırıcı caydırıcı bir mücadele veriliyor. Gezegeni kurtarma söylemi bir hayalet gibi dolaşıyor bu yüz10

den. Çevre dediğimiz şey tanımı itibari ile doğadan kopuk, kent ve doğal kaynakların iç içe geçtiği yönetsel bir anlam taşıyor. Bu tanım ekosistem nedir bilmiyor. İnsan refahı için kalkınma öncelikli çevre politikaları ile sömürü zeminini daha da sağlamlaştırmaktan başka bir işe yaramıyor. Üretim, tüketim baskısını arttırmaktır. Tasarruf öğütlemek bu nedenle kirli bir çevre politikasıdır. İda Anna


Korku Manipülasyonu "Kederli ruhların desteklemek ve propagandasını yapmak için bir despota ihtiyaçları olduğu gibi, despotun da amacına ulaşmak için ruhların kederlenmesine ihtiyacı vardır"

Gilles Deleuze

Korku hayatta kalma şansımızı artıran bir duyguyken; ‘sahte riskler’ yaratarak bu duygumuzla oynuyoruz. Maruz kaldığımız durumları unutmakunutturmak, onları görmemek-göstermemek için bir yöntem olarak kullanıyoruz. Korku bağımlılığı halimiz, heyecan arayan bir bedenin damarına adrenalin zerk etmesi gibi günlük korku dozumuzu almadan rahat edemiyor. Toplumsal bir histeri içerisinde sürekli tehdit olacak bir durum arıyoruz. Biz ve ötekinin ilişkisi, bizim içinde bulunduğumuz sosyo-kültürel alanda olmayan, orada yaşamayıp başka bir sosyo-kültürel ortamda bulunan bir yabancı nasıl oluyor da korkulan oluyor? İç mihraklar, dış mihraklar, yabancılar, komşular, yediklerimiz, giydiklerimiz, oynadıklarımız... Bütün her şey tehlikeli. Mayın tarlasında yaşıyoruz. Zehirli dikenleri olan çalılıkta sek sek oynuyoruz. Gerçekten tehlikeli olan şeylerden mi korku duyuyoruz? Yoksa, birileri de arzularımızı kullanmayı öğrendiği (Edward Bernays) gibi korkuyu da kullanmayı öğrendi?

Devletin kamusal hizmet alanlarından elini çekmesiyle daha önce hizmet olan şeyler birer sektör halini alır. Herhangi bir meta gibi hizmetlerin talep edilmesi için önce ‘güvenli’ fikrinin oluşturulması gereklidir. Bunun için programlarla, reklam kampanyalarıyla sürekli risk ve tehlike altında olduğumuz düşüncesini yayarlar. Neyin güvenli neyin olmadığı sürekli değişmektedir. Haber programlarında yediğimiz şeylerin ne kadar tehlikeli olduğu anlatılıp durur. “Sağlıklı” bireyler, moda gibi değişen yeni sağlık metalarını takip etmelidirler. Risk kaygısının yaygınlaşmasını kullanarak sigortacılık diye bir sektör oluşturulur. Şişelenmiş su sektörü, musluktan su içmenin riskli olduğu gerekçesiyle ‘güvenli su’ satışlarını arttırılır. Güvenlik endüstrisi; hırsız alarmı, araba alarmı ve kişisel alarm taleplerini arttırılır. İçerisini oluşturmak ve denetlemek için bir dış düşman yaratılır. Dış düşmandan korunmak için savunma sanayisinin kaynağı artırılır... 11


Sinema sektörü, sahip olduğumuz ‘tehlikeler’ üzerine film yapmayı sever. Dünya medyası da süper virüslere bayılır örneğin. Tehlikeyle ilgili korku ve kaygılar oldukça seçicidir. 1995 yılında Zaire’de Ebola virüsünün ortaya çıkması uluslararası medyanın ilgisini çeker, medya bu haberin yapılması için epeyce para harcar ve böylece Batılı kamuoyu yeni bir tehlikenin daha farkına varmıştır. Ancak bu riski aktaran kişiler, Ebola’nın, Afrika için bile, görece küçük bir sağlık sorunu olduğunu belirtmeyi unutmuştur. Bu salgın, Bangladeş’te üç günlük fırtınadan sonra ortaya çıkan ishal salgınıyla aynı tarihe denk gelmiştir. Bu salgında 400 insan öldüğü (Zaire’den daha yüksek bir sayı), Batılı medya ilgilenmemiştir. Risk duygusu dünyada çok daha fazla insanın ölümünün sorumlu olan ishale değil Ebola’ya yönelmiştir. “Domuz gribi (H1N1) salgı”nın haberini hatırlarsınız. Bütün dünyada kıyamet senaryoları dolaşır. İnsanlar nasıl aşı bulacaklarının korkusunu yaşarlar. Herkese yetecek kadar var mıdır? Zira Dünya Bankası, salgının başında 70 Milyon insanın öleceğini duyurur. Korkuyla talebi artıran ilaç şirketleri milyarlarca dolar kar ederler. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya gibi ülkeler, WHO’da işin içinde olduğu düzmece salgından dolayı ellerindeki milyonlarca doz aşıyı satacak müşteri arıyorlar. Yüzyılın belki de en büyük sağlık skandalı, küresel çapta korku yaratmanın ne kadar etkili olabileceği örneğini veriyor. Bu skandal ifşa olduğu için dikkatimizi çekti. Ancak, skandalın haberi domuz gribininki kadar yaygınlaştırılmadı. 11 Eylül saldırısının ardından bütün dünyada İslamofobiyi artırdılar. Küresel ölçekteki adaletsizliği hedef saptırarak önce dışarıya savaş ilan edildi. Sonra da kendi içlerinde olası iç mihraklara karşı hızlıca yasa çıkarmanın nedeni olarak kullandılar. Ulusal güvenlik fikri, toplumsal histeri şeklinde yayıldı. Seyahat eden herkes terörist, her doğulu bir terörist haline getirildi. Güvenlik kameraları bütün dünyada yaygınlaştı. İnsanlar, güvenliklerini koruma bahanesiyle özgürlüklerinin kısıtlanmasını hak olarak gördü. Hükümetler de adaletsizliği gizlemenin bir yolu olarak korkuyu kullanıyorlar. Hindistan-Pakistan soğuk savaşının yarattığı korkunun meşruluğu ile milyarlarca dolar harcama yaparak nükleer silah denemeleri yapılır. Ancak aynı 12

Hindistan, depo inşaa edecek parayı bulamadığını öne sürerek ülkenin kuzeyinde milyonlarca ton buğdayı çürümeye terk ediyor. Dünya Bankası verilerine göre her iki çocuktan birinin açlık sınırının altında yaşadığı Hindistan’da, hükümet bir tarafta okullarda gıda dağıtarak açlıkla mücadele ediyor görünürken diğer tarafta yağmur altında kalan tonlarca buğday, fiyatların düşmesi endişesiyle fakirlere verilmiyor. Hindistan’da insanlar açken buğdayları çürüten hükümet, vergi gelirlerinin azalacağını öne sürerek, devlet teşvikiyle fakirlere ucuz buğday satılmasını dahi uygun görmüyor. Bir önceki yazımda buna benzer durumların kapitalizme içkin kar oranları düşme eğiliminden kaynaklandığını ve herhangi bir kurum içerisinde bulunan insanların o yapıyı benimsedikleri oranda kurum içerisinde bulunacaklarını; olumsuz etkilerini görseler bile kurumun işleyişinin değiştirilmesi içeriden mümkün olmadığını; tüzel kişinin, kendi karakterine sahip bedenler talep ettiğini anlatmıştım. Şimdi ise bedenlerin nasıl bir etkileniş içerisinde olduğunu Spinoza’ya göre anlatmak istiyorum.


Korku kitle yönetiminde neden bu kadar etkilidir? Bir duyguya sahip olmak için onun hakkında bir fikrimin olması gerekir. Bir şeyi sevmek ya da bir şeyden korkmak için önce onun hakkında bilgi sahibi olunmalıdır. Ruhsal makineler olarak insanlar, birbirini takip eden fikirler boyunca eylemegücümüz sürekli olarak, bir çizgi üzerinde artar ve azalır. Keder gücün azalmasını sağlayan bir duygu olduğu için; iktidar sahibi insanlar, hangi alanda olurlarsa olsunlar, bizi kederli bir tarzda duygulandırmaya, etkilemeye ihtiyaç duyarlar. Eyleme gücünün varyasyonu olan duygu üzerinde denetim kurmak üzere etkileniş-fikirlerimize (duygulanış) müdahale ederler. Duygulanışın algısında kaldığımda, bir konu hakkında bir şey bilemem. Duygulanış fikirleri nedenler olmaksızın sonuçların, etkilerin temsillerinden ibaret kalır. Duygulanış fikirlerinden, mefhumların fikirlerine yani nedenleri algılamak için eyleme kudretimizi artıran neşeye ihtiyaç duyarım. Bir mefhumun fikri, bir bedenin benimki üzerindeki etkisiyle ilgilenmez. Duygulanış fikirlerinden farklı olarak, mefhum, bir bedenin başkasıyla dıştan karışımın veya bir bedenin diğeri üstündeki etkisinin yakalanması değildir. Mefhum fikirler, nedenin kavranmasına yükselmiştir. Ortak mefhumlara sahip olarak anlaşabilmek için zorunlu olarak, acıdan ve korkunun bedendeki etkisi olan kederden uzaklaşmam gereklidir. Kederin insanı zeki kılmamasının sebebi

mefhum fikirlere ulaşmayı engellemesidir. Kederin ortak mefhum oluşturmamı engellemesi beni bir şeyin nedeni üzerindeki fikrimden uzaklaştırır. Bu yüzden kederlerimizi toplamak yerine, genel bir sevinç üzerinden başlayarak ortak mefhumlar inşa edebiliriz. Korkuyla giderek daha az ortak mefhuma sahip insanların eleştirel düşünüş geliştirecek cesareti toplaması beklenemez. Yabancılaşmasını özgürlüğü olarak gören “birey”in, güvensizlik içerisinde ezilmesi olağandır. Çektiği acılarla kendini olumlayan bir kültür, eyleme-gücünden yoksun, çaresiz tekilliklerden başka bir şey meydana getiremez. Ahmet Abacı

Korku Kültürü, Frank Furedi, Ayrıntı yay. Spinoza Üzerine On Bir Ders, Gilles Deleuze, Kabalcı yay. Spinoza Pratik Felsefe, Gilles Deleuze, Norgunk yay.

Resim: Miraç Yıldırım

13


babaannem babaannem (havva eski adı gerte) onun için bir efsaneden söz eder gibi anlatır yada hala çok sevdiği için onun bir efsane olduğunu düşünürdü dedemden (gerbitt) uzun boylu yakışıklı frenk elbiseli bir saraftır kiliseye gitmeyi hep saçma bulur ama giderdi genellikle ermenilerden çok musevi dostları vardı bu yüzden bazıları musevi gerbitte dermiş havva gerbitin musevi kadınlara ilgisi olduğunu seziyordu belki de biliyordu ona sık sık dinden bahseder dininin başka dinden insanlarla olmasının iyi karşılamayacağını söylermiş tıpkı bana söylediği gibi.... adananın geniş düzlüklerinde biraz da toprağı varmış savaş yıllarında kendisine bazı yerlerden yardım etmesi istenmiş ama dedem bunu kabul etmemiş savaş yıllarında kendi sarraf dükkanında çalıştırdığı çırak o tarlaları ateşe vermiş cemiyetin baskısıyla Gerbit onu affetmiş ama en büyük darbeyi 1945’li yıllarda ihanet etmediği devletin ta kendisi yapacaktır..... gayrimüslim olanlara varlık vergisi diye bir şey çıkarmışlar sanırım dünya savaşının maddi sıkıntılarını bu şekilde azaltacaktı dönemin hükümeti dedeme de çıkartmışlar dedem savaş var diye ekonomik sıkıntı çeken ülkenin bir ferdiydi oda sıkıntılıydı bu vergiyi ödemeyenlerin sürgüne gideceğini söylerdi Havva.... ve çok üzülüyorlardı dönemin büyük bir mevlası bu ödemeyeceklerdi Musevi dostundan aldığı borçla birazını ödeyip gerisini sonra ödemek istemiş ama bu kabul görmemiş dedem havvayı alıp gitmek istiyordu buralardan ama gözetim altındalar’mış dedem babamı ve halamı babaannemi alıp kacacakmış kafaya koymuş bir de bir çocuk vardı Younis diye (hala kendisiyle konuşuruz) younis bir yahudi ismi dedemin yanında çalışan bir adam varmış o ölünce onun yanına almış ve babaannem bakardı babamlardan ayırt etmemiş zira onun Gerbitin çocuğu olduğunu ve bir Musevi den olduğunu biliyordu ağır bir kadındı Havva her şeyi göğüsleyebilecek birisidir Gerbit’e ölüm derecesinde bağlıdır..... hani gitmek istersin bir şeyler gitmene engel olur anılar bırakmaz bazen insanı ayakta tutan anılardır gidersen tozla buz olursun bilirsin gitmek istemezsin böyle bir durumdayken dedim öğle vakti iş yerinden apar topar götürülür askerler tarafından Havva duyunca perişan olur direk askerlerin oraya gider hatırı sayılır kim varsa araya sokar Gerbitle görüşür Gerbit Kayseri’ye gönderileceğini bütün malına el konulduğunu Kayseri’ye de paranın geri kalanının ödenmesi için çalışmaya gönderileceğini söyler oradan kacıp iki ay içinde gelmezse Havvanın buradan kaçmasını söylemiş...... Havva onun dediklerini yapmış iki ay gerbitten ses çıkmamış Havva teyzesinin yanına İzmir’e gider babamı ve halamı Younis’i de alarak burada müslüman okullarına gönderilmişler Havva Gerbite mektup göndermiş başka 14


bir kadın adıyla ona kendisi olduğunu sezilir bir biçimde yazmış İzmir’de olduklarını anlatmış mektubun eline geçip gemeyeceğini bilmeden yazmış ama ne olduğu bilinmiyormuş Havva çocukları teyzesine bırakıp gitmiş teyzeside zengindi ama ona da sadece yıkık dökük bir ev kalmış bu zenginlikten.... havva kayseriye gitmiş gerbiti bulamamış zaten nasıl bulacağınıda bilmiyor sadece bir umutmuş insan umut ettiği sürece ayakta dururmuş ve havva gerbitin hayatta olduğunu umut ederek hep avunmuş birisi ona ermenilerin bir yeretoplanıldıklarını ve başka bir yere gönderildiklerini söylemiş ama neresi olduğunu bilmiyormuş havva belki bir kaç hafta burada kalmış parası azalınca gidecek parası kalınca gitmiş aslında havva kendisini öldürmek istemiş tanrıdan ölüm gelmesini dilemiş ama her şey dilediğin an olmuyor ve yapacakların bitmeden de ölünmüyordu havva izmire geri döner havva benim canım bir tanemdir yesilims gözleri vardı en son birlikte ağlayan çayır filmini izlemiştik yaşlıydı bilince yerindeydi bu filimi izlemek sanırım ona ağır geldi oysa 4 izleyişiydi ama sonuncusu ağır geldi havva ağlardı bu filimde sonuncuda ağlamadı gerbittin resmi vardı onu aradı durdu buldumu bilmiyorum ama artık o bu dünyada yok havva belkide gerbitin yanında gerbitin yaşadığını sanmıyorum ama eger o da yoksa bu hayatta gerbit ve havva yıldızlardan bizim hikayemizin güzel bitmesini dilediklerini biliyorum havva bir kilise bahçesinde gömüllü gerbit nerede bilmiyoruz araştırdık ama hala bilmiyoruz havva bu ülkeye kızmadı gerbiti alsalarda kızmadı hayatı değişse de kızmadı çünkü olması gerektiği için herşeyin olduğuna inanırdı hiç bir şey boşuna olmazdı olmamalıydı da her şey bitek elin eseriydi çünkü kutsal senaristin eseriydi olmamalıydı ama her şey olması gerktiği için oldu bizi biz yaptı biz biziz artık herkes herşeyi bilmese de biz herşeyi biliyorduk havva seni çok çok seviyorum kokunu özledim kahve rengi gözlerinle seyrettiğini biliyorum cennet seninle güzelleşti....... ______aramayis_tAçkiyan________

15


Küçük adamdan notlar 2.(uyan!) Hazırlıksız çıkılan her yolculuk, bilinmeyene giden bir serüvendir. ve çantana sıkıştırdığın her umut, huzur arayışını simgeler. Şiir demek; senin yolculuğa başlangıcın ve sonuna dair, olduğun ya da olamadığın şeylerin yazıyagelmesi demek. şiir demek; bir kadeh armonyak demek (bkz. Atila İlhan). şiir demek; güneşin yol boyunca bir sağına ,bir soluna geçmesini bilimle değil, hayalgücünle açıklaman demek. şiir demek; defter,kalem ,ilk yardım çantan demek alkollü ve ya alkolsüz bar taburelerinde.

Kimlik!

Kimlik demek; sahip olmaktan huzursuzluk duyduğun, üzerinde seni hiç tanımadığın, tanıyamayacağın büyük adamlara anlatan,seni sayısal ve sözel verilerle simgeleyen kağıt demek. sana, onlara aitliğini hatırlatmak için vardır bu kağıt. Üzgünlerdir. O silüet ve altında yazılı birkaç şey yoksa sen de yoksundur. Varoluşunu metafizikte, boşlukta ve Camus'de aramazlar, onlar varoluşunu yakabileceğin, yırtabileceğin ve hatta balgamlı bir tükürük savurabileceğin kâğıtta ararlar. eğer aradıklarını bulamazlarsa vay haline, ruhsal infazın en yakın mahkumanede gerçekleşir. 16


Sen mülkiyetin insanlara zarar verdiğini söylersin, arkanda ölü düşünür adamlar kafalarıyla onaylar bu durumu ama onlar seni dinlemedikleri gibi sahip olmadıkları adaleti yargıda temel yaparlar. sen mülkiyeti Proudhon'da anlarken, onlar senin ve diğer küçük adamların zaten hiçbir mülkiyete sahip olamayacağını, sen dahil herşeyin devlete ait olduğunu söylerler. iyi bir statüsü, karısı ve çocukları olan mühürlü, imzalı yine bir kağıt yapar bunu. bükemediğin eli öpmemeye yeminli kaparsın küçük dudaklarını... Bazen kötü şeyler yaşarsın hayatta, hakkına sahip çıkılmadığını düşünür, üzülürsün, büyük demokrat adamlar sırtını sıvazlayarak kendi hakkına yalnızca kendinin sahip çıkabileceğini söylerler.''onlar okumuşlardır ve illaki bir bildikleri vardır''dersin. birçok büyük adam hakkına sahip çıkacağına yemin etmiştir evin televizyonunda ve meydanlarda. uyandığında artık yalnızca kendinin değil, onların da küçük adamı olmuşsundur. arkanda hakkının yenildiğini homurdanan bir düzine küçük adamla beraber... Uyan adam, küçük adam, sürünen adam, uçsuz uçurumdan atlamadan uyan! G. Barlas

17


Finans Kapitalizmi Wall Street Amerika’nın New York kentinde büyük finans merkezlerinin bulunmuş olduğu sokağın adıdır. Varlıklı kesimin üretim yapmadan borsa aracılığı ile kısa zamanda kolay para kazanma yolunu buldukları yerde denilebilir. Yani bir nevi finans kapitalizmin simgesidir. Wall Street sayesinde değişim araçları olarak görülen senet, bono, tahvil ve para tüm dünya insanlığını kontrol edebilen ve emeğin değerini düşüren temel güçler haline gelmiştir. Wall Street ile birlikte finansallaşma bugün hala içinden çıkılamayan durumun nasıl tetikleyicisi olmuştur? Kapitalist üretimin kar için rekabetçi yapısı, üretim ve pazarlama kapasitesini sürekli genişletmek durumunda bırakır; bunun için de yeni yatırımları gerçekleştirmek gerekir. Kapitalist üretimi sürdürmek için gerekli olan yeni yatırımlar sermaye birikiminin artmasına ve kar oranlarının azalma eğilimine girmesine neden olur. Buda üretim-tüketim dengesini bozar. 18

Marksist kriz teorisiyle bu duruma açıklamak istersek; üretimin çok büyük kısmını kontrol eden dev çok uluslu tekellerin kar için aralarındaki sert rekabete girişmeleri bu şirketlerin plansız bir biçimde aşırı kapasite yatırımları yapmaya yöneldiklerini söyleyebiliriz. Bu yatırımlar işgücünün daha verimli kullanılması, işgücü maliyetlerinin düşürülmesi için bazı emek tasarrufu sağlayan teknolojik gelişmelere yapılır. Bu üretime yönelik yapılan yatırımlar üretim kapasitesinin tüketim piyasasının çok üstüne çıkmasını sağlar ve bu durum kısır döngü yaratır. İşsiz kalan veya ücretleri baskılanan işçiler piyasaya çıkan malları satın alamaz ve kar sadece satışla realize edilebildiğinden, kar için üretim yapan kapitalist işletmeler kar oranları giderek azaldığında daha az reel yatırım yaparlar. Bu süreçte finanslaşma ve kredi sistemi devreye girer. Yani sanayideki uzun dönemli aşırı sermaye birikimi krizi ve aşırı üretim ve uzun süre durgunluk finansallaşmanın hızlandırılmasıyla aşılmaya çalışılmıştır. Kar oranlarının düşüşünü önleyebilmek ve aşırı üretimle piyasaya sunulan ürün-


leri sattırabilmek için finansal araçlar devreye sokulmuştur. Bunlar bankalar, sigorta şirketleri ve diğer kuruluşlar olmak üzere 1990’ların ortalarından itibaren çok büyük boyutlara ulaşan finans sermaye araçları haline gelmişlerdir ve asıl olarak da ücretlerindeki azalma nedeniyle satın alma gücü düşen düşük gelirli emekçileri bireysel kredilerle borçlandırarak ürünlerin satılması amaçlanmıştır. Bu amaçla finansallaşan kapitalizm borsa, internet ve konut sektöründeki spekülatif balonlar ile yürütülmüştür. Bu kapitalizmin finansallaşma aşamasıdır ve finansal sermaye, üretime hizmet eden en önemli unsur olmuştur. Finansın eski günlerinde finans, reel üretim sektörünün mütevazi bir yardımcısıydı, iş döngüsünün son aşamasında spekülatif fazlalar yaratırdı ve bunda ekonomide kalıcı bir etkisi olmazdı. Ancak son yıllarda sermayelerini büyütme arzusu içinde olan şirketler finansal piyasalara para akıttılar ve bu da giderek özerkleşen bir finansal sermayenin üretim sisteminin üzerine oturmasına sebep oldu. Kapitalizmin küresel olarak finansallaşmasının gelişiminde liderlik rolü ABD’ye aitti. Finansallaşan kapitalist rejimde, ekonomi esas olarak varlık balonlarıyla ayakta durabilirdi. Bu yüzden tekelci finans sermaye aşamasındaki kapitalizm, durgunluğun en kötü yönlerinden kaçınabilmek için giderek krediborç balonları yaratmaya bağımlı bir hale geldi. Böyle bir finansallaşmış büyüme tarzı, sürdürülebilir bir nitelikte hızlı bir ekonomik büyüme yaratamazdı ve finansallaşma periyodik olarak patlayan, durgunluğu da giderek su

yüzüne çıkartan daha büyük balonlara neden oldu. ABD finansallaşması banka mevduatlarının yatırım fonlarına kayması, finansal araçlara odaklanması, finansal sanayinin devleşmesi, şirket yöneticilerinin üretim hattı yerine hisse senetlerine yoğunlaşması biçiminde görülmüştür. ABD finansallaşması Wall Street’de Lehman Brothers bankasının batışının ardından ‘eşik-altı ipotekli konut kredisi ya da eşik-altı mortgage balonu’ olarakta bilinen balonun patlamasıyla krize sebep olmuştur. 2008 yılında gerçekleşmiş olan bu krizin öncesine bakıldığında ABD finans piyasası 2000 yılında büyük çaplı borsa düşüşü içerisindeydi ve bu nedenle 2001 de ABD ekonomisi durgunluğa girmeye başlamıştı. 11 Eylül saldırılarının tüketici ve yatırımcılarının ekonomiye olan güvenin sarsılması, finansal bir çöküşle büyük çaplı ekonomik bir çalkantı yaşanabileceği endişesiyle, 2000 yılında meydana gelen borsa balonundaki patlama gayri menkul piyasasındaki yeni spekülatif balonla telafi edilerek, 2001 de kriz ötelendi. Bu süreçte kısa vadeli faiz oranları düşürülmesi ve 2003-2006 arasında canlanan ekonomi ile likitide bolluğunun artması, düşük faizli-kolay borçlanmayı mümkün kıldı. ABD kapitalizmi borçlandırma aracılığı ile: 1) Tüketim ve yatırım harcamalarını özellikle konut sektöründe arttıracak 2) Reel sektördeki kar sıkışıklığı aşılacak ve sermaye finansal sektör üzerinden yeniden değerlendirilecek 3)Devasa boyutlu özerkleşmiş finansal sermayenin kar hırsı tahmin edilecekti. Bu borçlandırma politikası ile düşük faiz oranlı ve aşağıya çekilmiş karşılık oranlarıyla teşvik edilen krediler sermaye konut piyasasına aktı, mortgage kredileri patladı, konut fiyatları arttı ve ardından hiper spekülasyon gelişti. Konut sektörünün karlılığının sürekli artması ve global likitide bolluğu kredileri daha riskli müş19


terilere yöneltti. Konut kredileri öyle hazır bir konuma geldi ki kredi başvurusu rahatça reddedilecek olanlar bu krediyi rahatça alabiliyorlardı. Riskliliği yüksek ev sahiplerinin borçlarını ödeyememeleri ise finansal kurumları ve yatırımcıları büyük zarar uğratmıştı.

gage kredileri menkul kıymetleştirilmiştir. Bu işlem ile farklı varlık türleri, finansal kuruluşlar tarafından bir havuzda toplanarak, havuzdaki varlıkların gelirlerine bağlı olarak milyarlarca ABD doları tutarında menkul kıymet ihraç edilmiş, böylece yatırımcılara kolayca satılamayacak yüksek riskli varlıklar düşük risk Peki neden konut sektörü hedef şeçilmişti? taşıyan varlıklar ile birlikte pazarlanabilmiş ve Çünkü düşük gelirli Amerikalıların konut ihtiy- kredi hacmi görülmemiş ölçüde genişletilmiştir. acı ABD’de uzun zamandır finansal sistemin iş- Aynı zamanda bankalar tarafından türev tahını kabartıyordu. Diğer yandan, bu kesimin araçlara yatırım yapanları, bu araçların değer riskli olduğu da açıktı. Çünkü ellerinde yeter- kaybetme ya da ödenmeme riskine karşı sigince ön ödeme yapacak birikimleri yoktu, ortalamak amacıyla Kredi Riski Swap (CDS) sökredilendirme ile ilgili geçmişleri bulunmamak- zleşmeleri devreye sokulmuştur. CDS ve CDO taydı ya da kötü bir geçmişe sahiptiler, gelir yeni türev araçları riskin transfer edilerek dünya kayıtları yetersizdi ve haklarında yeterince ve çapında yaygınlaşmasında çok etkili olmuştur. doğru bilgi mevcut değildi. Bu kesimler son Kredilerinin geri ödenmesinde problemler 12–24 ay içerisinde borç ödemelerinde zorlan- yaşanması ile birlikte, bunların dâhil olduğu mışlar ya da son senelerde iflas etmişlerdi. Bir varlık havuzlarında ve dolayısıyla bunlara dayalı başka anlatımla, mortgage balonu şişirilirken, olarak çıkarılan menkul kıymetlerin değerinde gerçekte olduklarından çok daha az riskli önemli oranda düşüşler yaşanmış ve böylece olarak görülen varlıklar yaratılmış, alınıp bu menkul kıymetlere yatırım yapan şirketler, satılmıştır. Oysa daha sonra faiz oranları yük- finansal kuruluşlar ve yatırım fonları önemli selip, konut fiyatları düştüğünde, konutun fiy- oranda zarar etmişler, bu da derin bir borç deatına kıyasla ona verilen kredinin değeri yüksek flasyonu yaşanmasına neden olmuştur. Bu kalmış, bu da hacizlere neden olmuştur. Bu anda spekülatif varlıkların zarar ettiğini gören kredilerinin özellikleri ilk iki ya da üç yıl sabit bankalar kredilerinin derhal geri ödenmesini isfaiz oranlarının uygutemişler, bu da paniğe lanması sonrasında yol açmıştır. Borçlarını değişken faiz oranlarıyla kapatabilmek için varlıkkarşı karşıya kalmasıdır. larını satışa çıkaran İki ya da üç yıl sonra yatırımcıların varlıkları bir artan faiz oranları neanda değer kaybetmeye deniyle kredi faizi geri başlamış ve satışlar zorödemelerinde artması landıkça, piyasalar kil2004 yılından itibaren itlenmiş ve nakde hücum konut kredi alanların başlamıştır. Sonuç olarak büyük bir kısmı geri hızla finansallaşan kapiödeme güçlüğüne talist bir sistemde, düşmüştür. ekonominin esas olarak Bunun yanı sıra 2008 varlık balonlarıyla ayakta krizinin sebeplerinde durduğu gerçeğinden dikkat çeken bir unhareketle, ABD’ de 2000– 2007 döneminde iki kez surda finansallaşmanın varlık balonu şişirilmiş ve giderek menkul bu balonlar patlamıştır. kıymetleştirme ve yeni türev araçlar biçiminde ilerlemesidir. Bu süreçte Teminatlı Borç Yükümlülükleri (CDO) olarak adFulya Topay landırılan yeni bir finansal enstrüman ile mort-

20


Mektup Zamanı çehrelerle yaşarız. Erimi uzak bir yolun hatırlattığı bazen uzak bir yüzdür. Tüm anlamlar yüzün yazgısı gibi, öylece kaskatı durur oysa. İçinde mutsuz ve ölgün bir ışığın yandığı, biteviye bir yalnızlığın dürtüsü değin telaşlı yalımları ateşin. Gündelik hayatın o yalınkat ve gittikçe biriken anıları içinde, yüzüne karıştığımız insanları ararız durmadan. Yüzü avuçlarına dökülmüş o lanetli duruşu ve yüzün keder kokan, zamanın mayaladığı o tuhaf anlamların derin izi... Giden her insan kapladığı uzamın boşluğunu kalıt bırakmış bize... Boşlukları dikerek ruhumuzu yeniden yarattığımız lirizm bile ruhun aymazlığıdır, giden söylenmeyen tüm sözcükleri bırakmıştır geride. Anıları bir toz bulutu olarak düşle derim. İçinde her şeyin kaotik bir sarmal içinde dans ettiği belleğin iz düşümleri. Zaman eskidikçe ruhun sürpüntüleri de çoğalır. Belleğin o karadelik ışığın gücünü emen tutsaklığı içinde hiç bir ruh Uçurumları büyüten bir yazgı gibi kokar tüm mutlu olmaz! varoluşumuz. Kendimizi duyumsamak ve varlığımıza kanıt aramak bir yerde başka varoluşlarda olmaksa da bunu kibrin yol vermez bendine kurban eyleriz. Korkunç bir yalan, bedenimize köpeksi bir sadakat duygusu içinde kopamayan gölgemiz gibi, varlığımızı kuşatır. Ego denilen şey aslında "bir" olandan çoğalan ve dünyada, ayrı mekan ve zamanlara göre bir bedende biçim bulan bir süreç. Yabanıl ve doğanın özü olan, kendiliğinden olan şey ortak bir varoluş alanıdır. Hayatımıza dahil olan sesler, anılar ve bir bütün olarak görüngüler varlığımıza içerlenmiş bir öğe olarak ben'in içine karışmıştır. Buna rağmen insanlardan "neysen o ol" demek ahlaki bir retorik ve meydan okumak dışında belki de bir anlamı yoktur. Giden, sende kalmıştır. Metafiziğin belki de zaferi insan ruhsallığındaki yerinin maddi olanla asla doldurulamaycağı gerçeğinin kendisidir. Şimdi bir dağ havasını solumak ve tüm yaşanmışlıkları, erdemli bir yolun kutsallığında yeniden örmek onun için hayatla ölüm arasındaki o net ayrımda daha kolaycıl olmalıdır. Oysa sen tüm mekanları, öznelliğin en uç sınırlarında yıkık bir kent gibi soluyorsun. Bu dayanılmaz acı bir duygu olsa 21


gerektir ki, anıların hamallığı ve onları taşımak Anılarını ruhunun derin sularına akıtan bir yalkutsallığında azar azar tükenmenin yolunu nızlık ve ruhun üst perdesinden sığ bir çoğularşınlamak... culuk içinde dışa açınlanan bir rutin - bu ikileme neden büründün? Uzakları yakın etmek İyi ve kötü insan tanımı, pratik yaşam alışkan- düşlem gücünün kötülüğüdür. Diğer bir deyişle lıklarının çemberinde anlamca yalınkat bir du- belki de varoluş kaygısını uzak diyarlarda eskitrumu imlese de, özünde dinselliğin mek alışkanlığı... Geçiyor zaman mekanın yerleşkelerinden bir kavram hem de küçüm- göğsünün içine işleye işleye. Yüzümüzün çizgisenmeyecek bir seviyede... Oysa kötülük ve iy- leri derinleşiyor, etimiz çekiliyor... Her şeyi kendi ilik, egonun girift karakterinin aynı yüzün anımızın ruhuna göre yaşamak ve sonsuz çoğalmış maskeleri. Belki de ilginç olan şu ki, düşünme yeteneğini- içindeki kuşkuları, korkudinin bedeninden kopup gelen ahlaki yer- ları, olasılıklar denizi ve yalnızlıkların kuyusu leşkelerin edebi bir zırh içinde hala sinsice en kibri- sınırlandırmak belki de derin bir uyku için değme bilinçlerde bile yaşıyor oluşudur. Ölüm yeterli edinim. Bedenin ritmi nerde ve ne gibi, varoluşun o korkunç acılarının bittiği o ni- zaman bozuldu- hayatın ritmidir de. hayi son perdenin çığlığında durulur tüm dünya. Cinsellik tüm egemenlikler için ortak bir açmazın alanı. İnsan doğasının belki de en Sen ruhunu zamanda berkiten kadınlardansın. yalınkat özelliğinin gündelik hayatta yerini bulAcıları ve sevinçleri tuhaf bir biçimde aynı er- duğu bir edimi. Sınırsız bir özgürlük araimin duyumlarından algılayan bir ruhsallığın ol- landığında sapkınca bir yol izlemeyi yasak malı ki, dört mevsim bir döngüselliği yüzünün konulduğunda ise sinsice üremesini bilen soyderinliklerine içirmişsin. İçinde durdurulamaz suz bir enerji. Ne dinselliğin inzivaya çekilen bir sinerji ve kayıp giden bir kendiliğindencilik nefsin terbiyesi yolu ne de felsefi bir bakışla bir arada sarmaş dolaş yürüyorlar... sert bir ahlaki vargı ne de politize edilmiş bir amaç için uyarlanmış yorumlar hiç biri onun döngüsünü aşamaz. Köklerini doğanın güdüsünden olan hiç bir şey küllendirilemez. Kayıp Gölge Resim: Miraç Yıldırım

22


SİYAHTAN, MAVİYE ÇALAR SÖZÜMÜZ “hiçlikten hiç çıkar; hiç benden sen çıkar; yalnızlık kalır sevgili!” özgür çelik Devletin şiirini gezdirdiler dudaklarımızda Öpersem ölürsün sevgili Şiiri eksik bir devletin ilk yardım servislerinde şimdi şairler Oksijen tüpünde dolaşıyor heceleri; sürmek için dudaklarımıza Bilirsin devletin şiirinde, güç, şehvet, kanlı siyaset damlar uykularımıza Bu yüzden uykusunda cinnet geçirir polyanna Kaybettiği itibarından ötürü Artık çok sıkı giyiniyoruz dışarı çıkarken; Cebinde molotof taşıyan bir gerilla gibi Taşıyoruz, nefretlerimizi olmazlarımızı, yoklarımız üstümüzde Şairin şiiri geldiğinde, yok olacak devletin şiiri Karanlıkla aydınlık bir arada barınamaz bilirsin Kim düşünür ki ortaçağ ile rönesansın bir arada olabileceğini Ki o zaman; Gidecek tüm örtüler, çıplak kalacağız güneşin üstünde! Ki o zaman bir cigara yakacak can baba, Eşber’e İlk Eşber koşacak görmeyen gözleri ile sarılacak, maviliğe motorunu süren Nazım‘a! ÖZGÜR ÇELİK Resim: Feramuz Piroğlu/HENGAME 23


Etkin Bir Varoluşa Giriş Nietzsche için varoluşçu bir filozof demek fazlasıyla zordur. En azından varoluşçuluğu tanımlaya cogitobirey, özgür irade ve sorumluluk gibi temel temaların bir kaçı, Nietzsche'nin reddettiği temalardır. Ama Nietzsche için bir varoluş filozofu denebilir, ki belki de Nietzsche'yi varoluşçulara yakınlaştıran en önemli tema, insanın özünün olumsuzlanması ve varoluşun, çoğulluğun olumlanmasıdır. Nietzsche'nin varoluş problemini işlemesi, Tragedyanın Doğuşu isimli yapıtından itibaren başlar. Bu kitabı varoluş açısından kat eden temel izlek Yunanlılarda, varoluşun nasıl konumlandığıdır. Nietzsche'ye göre, Yunanlılar, varoluşu, bir ölçüsüzlük, hybris ve suç olarak konumlamaktadırlar.1 Acı çeken varoluşun, suçlu olması gerekir, varoluş açı çektiği için suçludur. Özellikle Anaksimandros'un ifadesinde bu açık ve nettir: "İnsanlar zamanın düzenine göre birbirlerine haksızlıklarının cezasını ve telafisini öderler." Masumiyet Olarak Varoluş Nietzsche daha sonra bu değerlendirmeyi terk edecektir. Çünkü, varoluş böyle görüldüğünde ona çok fazla anlam yüklenmiş olur. Nietzsche için varoluş, 24

bir masumiyet ve bir oyundur. Ve asıl olarak, Herakleitos'un değerlendirmesidir geçerli olan. Oluşta hiç bir suç yoktur: O taşlarıyla oyun oynayan bir çocuktur. Nietzsche için varoluş asla sorumlulukla yan yana gelemez, o neşeli sorumsuzluktur, bir hafifliktir. Onun, gerek Anaksimandros'ta gerekse Hıristiyanlıkta, birinde suçlu, diğerinde günahkar olarak tanımlanmasına karşıdır Nietzsche. Sorumluluk, intikam içgüdüsünün bir semptomu, bir göstergesidir: "Nerede sorumluluk arandıysa, onu arayan intikam içgüdüsüydü. Bu intikam içgüdüsü insanı bilerce yıl boyunca öylesine hükmü altına almıştır ki metafiziğe, psikolojiye, tarih kavramına, ama her şeyden önce bütün ahlaklılıklara aşılanmıştır. İnsan, düşündüğü oranda bir şeylere intikam mikrobunu da bulaştırmıştır. Tanrıyı bile bununla hasta etmiş, varoluşu genel olarak masumiyetinden yoksun bırakmıştır; şöyle ki şu veya bu şekildeki bir varlığın her durumunu bir istence, bir maksada, sorumlu bir eyleme kadar geriye doğru izlemiştir." 2 Nietzsche intikam içgüdüsünde ve hınçta, basit bir psikolojik olay değil, Sami ve Hıristiyan düşüncesinin temel kategorilerini bulur.3 O, sorumsuzluğa ve neşeli bir varoluşa olumlu bir anlam kazandırmayı hedefler. 4


Zorunluluk, Rastgelelik ve Varoluş

Tepkisel Varoluş/Etkin Varoluş

Nietzsche'nin, varoluşu ve oluşu değerlendirirken başvurduğu metafor zar atımı metaforudur. Zarların atılması, rastgeleliğin; zarların yeri düştüğünde oluşturdukları kombinasyon zorunluluğun olumlanmasıdır: Rastgeleliğin zorunluluğu. Nietzsche'de zorunluluk ve rastgelelik asla bir karşıtlık olarak düşünülmez. Neşeli/masum bir varoluş, aynı zamanda bu rastgelelik ve zorunluluğun olumlanmasıdır.

Nietzsche'nin felsefesi bir güç ampirizmidir. Tepkisel bir güç, yapabileceği şeyden ayrılmış bir güç demektir. O, hınç, vicdan azabı ve suçluluk tarafından ayartılır. Demek ki tepkisel varoluş da, bu güçler tarafından doldurulmuş bir varoluştur. Nietzsche'de nihilizmin güçleri olarak adlandırılan bu üç güç (duygulanış) tarafından ayartılarak, insan varoluşu tepkisel hale getirilir. Tepkisel insan, her yerde ve her şeyde sorumluluk, suç ve kabahat gören ve kendini her ediminde sorumlu, suçlu bulan ve sürekli bir vicdan azabının içine düşen insandır. O, papazdır, hahamdır, modern Avrupalı insandır, yönetici sınıftır, köledir.5

Nietzsche için özgür irade, Hıristiyanca intikam içgüdüsünün bir ürünüdür. Onun sayesinde, varoluş bir yargı konusu haline getirilebilmiş, cezalandırılmıştır. Bu, onun için, "şimdi ve burada"nın dünyasının değersizleştirilmesine yönelmiş olan nihilizmdir. Ödül ve ceza -cennet ve cehennemadına, aşkın bir tanrının buyrukları adına, insani bir öz adına, varoluş, oluş ve ikisi anlamına da gelen çoğulluk kabahatli ve haklı çıkarılması gereken bir şey haline gelmiştir. Modern insanın ateist ve bilimsel nihilizmi sadece tanrının tahtını boşaltmıştır (Tanrı öldü). Oysaki aksine, oluş, yaşam ve varoluş kendisinde her türlü hataya haklılaştıracak kadar değerlidir. Bu yüzden Nietzsche, değerlerin değerlendirilmesinden bahseder. Masum ve neşeli bir varoluşun perspektifinde, değerlerin hepsi yeniden değerlendirilmeli, eleştirilmeli ve yeni değerler yaratılmalıdır. Nietzsche, bu anlamıyla, değerleri aşkınsallaştırarak/numenal kılarak eleştiriden muaf tutan Kant'ın tamamlayıcısıdır. Artık, değerlerin kendileri, o değerleri yaratan bakış açıları ve güçistencinin meydana çıkarılması ile yeniden değerlendirilecek ve eleştiri sayesinde yeni değerler yaratılacaktır.

Etkin varoluş, yapabileceğinin sınırına hareket eden güçlerle dolu bir varoluştur: Hıncın insanının karşısında, efendi olan, soylu olan. O, "evet" diyendir. Varoluşu, çoğulluğu, bu dünyayı olumlayandır. Onun "evet"i, her şeye "evet" diyen eşeğin değil, yaşamın güçlerine, neşeye, yaratma coşkusuna, sorumsuzluğa ve masumiyete "evet" diyendir. Bu ötekinin konumunda kendini iyice belli eder. Güç ilişkileri, daima bir kuvvetin, diğer bir kuvveti itaat altına alması ile gerçekleşir. Fakat, etkin bir güç ötekiyi, itaat altına aldığını olumlarken, tepkisel bir kuvvet, ötekiyi olumsuzlar. 6 Demek ki, ancak tepkisel bir varoluşun bakış açısından, öteki, bir olumsuzlama nesnesidir. O, öteki kötüdür, öyleyse, ben iyiyim diye düşünendir. Bu garip akıl yürütme, çift olumsuzlama içerir. Öncelikle bir değerlendirme olarak olumsuzlama ve sonra da akıl yürütmeyi bir tersine çeviriş olarak olumsuzlama. Oysaki, etkin bir varoluş, ben iyiyim, öyleyse, öteki kötüdür şeklinde akıl yürütür. Onun, hareketi bir çifte olumlamadır. Ötekinin kötülüğü yalnızca ilinekseldir ve etkin bir varoluş, öteki ile ilişkisinde, öteki ile olan farkını olumlar ve bundan haz alır. Onu ortadan kaldırmaya yönelmez. 7 Aksine, ötekilerin varlığından ve çokluğundan haz duyar. Etkin Varoluş Pratiği: Ebedi Dönüş İlkesi Peki etkin bir varoluş haline nasıl gelebiliriz? Bunun yanıtı, ebedi dönüş ilkesinde saklıdır. Ebedi dönüşü, "öyle bir iste ki, istediğin şeyin ebedi dönüşünü de iste." veya "öyle bir olumla ki, olumladığın şeyi sonsuz kez olumla." olarak formüle edebiliriz. Demek ki ebedi dönüş, her şeyin değil, bu şekilde, sonsuz kez istenenin ve olumlananın geri dönüşüdür. Demek ki, ebedi dönüş her şeyden önce istenci, 25


ilişkisine dönüştürmek, yaşamı, yaşamın çoğulluğunu olumlamak; farktan haz almak. İşte etkin bir varoluşu kuşatan duygulanımlar da bunlardır. Oğuz Karayemiş

1

Gilles DELEUZE, Nietzsche ve Felsefe, Norgunk yay., Aralık 2010, sf: 36

2

F. NİETZSCHE, Güç İstenci, Say yayınları, İstanbul 2010, sf: 479

3

Gilles DELEUZE, Nietzsche ve Felsefe, Norgunk yay., Aralık 2010, sf: 38

4

a.g.e., sf: 38

5

Nietzsche felsefesi bir tipolojidir. Etkinlik ve tepkisellik güç ilişkilerinin niteliğini veren ilişkisel öğe olan güç-istencinin olumluluğu ve olumsuzluğu iken, sayılan karakterler ise tiplerdir.

6 İtaat altına alınanın tepkisel bir kuvvet olabileceği gibi; bu an-

lamda tepkisel güç niceliksel olarak, etkin güçten daha az güçlü değildir; hatta Nietzsche için, korunması gereken zayıflar değil, güçlülerdir; zayıf yerine tepkisel varoluşu, güçlü yerine etkin varoluşu koyabiliriz.

etkin bir istenç; varoluşu, etkin bir varoluş haline getirmek için pratik bir kuraldır. O, sadece bir defalığına istenenleri, küçük avuntuları ayıklayan, seçici bir ilkedir. "Tanrım, ne olur sadece bir defa!" diye istenen her şey, vicdan azabı yaratır ve varoluşu tepkiselleştirir. Bilinç ve Varoluş Nietzsche, tıpkı hayranı olduğu Spinoza gibi, bir beden filozofudur. Bilinç, tamamen bilinçdışı olan ve hiç de tinsel olmayan güç ilişkilerindeki dönüşümlerin ve etkinliğin semptonlarını taşıyabilir. Bir bilinç sadece, geriye yansıyan/tepkisel olan bir güçle ilişkilidir. O, daima bir kölenin bilincidir, itaat edenin ve tepkisel olanın. Dolayısı ile, etkin bir varoluşu kuşatan şey bilinç değil, Dyonizyak olandır, bilinçdışı güçlerin etkililiğidir: Sanatçı, yaratıcı olan varoluş da budur. O halde, yeni değerler yaratımını bu çerçeveye oturtabiliriz. Yeni değerler yaratan etkin bir varoluşa sahip olmak demek, bilinçdışı uzamda işleyen güç ilişkilerini çözümlemek ve onları aşmak demektir. Bizi saran, tepkisel güçleri dönüştürmek, hınçtan, suçluluktan ve vicdan azabından kurtulmak, onların yerine, neşeyi, kahkahayı, coşkuyu ve masumiyeti yerleştirmektir: Öteki ile olan ilişkimizi bir olumlama 26

7

Bu anlamda, Nietzsche 20. yüzyıl felsefesine katkısı daha da anlaşılır hale gelmektedir. Foucault'un, klasik çağa dair iktidar ilişkileri analizi, iktidarın kapatma kurumlarında, delilik, suçluluk vs.. üzerinden kendini tanımladığını ve normlar etrafında nüfusu biçimlendirdiğini gösterir. Bu iktidarın kölece, tepkisel bir varoluşa sahip olduğunu söyleyebiliriz Nietzsche açısından. Yine benzer bir açıdan, TC'deki iktidar ilişkileri de, kölece bir varoluşa sahiptir. Ötekinin olumsuz olarak değerlendirilmesi ve hatta ontolojik olarak olumsuzlanması için, Dersim Katliamı, 35 Kürt köylüsünün öldürüldüğü son Uludere Katliamı ve daha nicesi örnek olarak gösterilebilir.

8

Nietzsche bu analizin adı soykütüktür. Daha sonra Michel Foucault da, güncelliğimizi kuşatan iktidar ilişkilerini analiz ederken kendi yöntemine de aynı ismi verecektir.


Denetim Toplumları Gilles Deleuze Çeviren: Ulus Baker 1. Tarihsel Bakımdan Denetim Toplumları Nedir? Foucault "disiplin toplumları"nı Onsekizinci ve Ondokuzuncu yüzyıllara yerleştirmişti. Bu toplumlar doruk noktalarına Yirminci Yüzyıl başlarında varmışlardı. Bu toplumlar, geniş ve yaygın kapatıp-kuşatma mekânları düzenlemeleriyle ayırdedilirler. Birey hiç durmadan, her biri kendi yasalarına sahip olan bir kuşatma mekânından öbürüne geçer; önce aile; sonra okul ("artık ailende değilsin"); ardından kışla ("artık okulda değilsin"); en sonunda da fabrika; arasıra hastane; olasılıkla hapishane, yani kapatılmış-kuşatılmış çevrenin en önde gelen örneği. Analojik bir model oluşturan hapishanedir burada; Rossellini?nin Europa 51 filminin kadın kahramanlarından biri bazı işçileri işbaşında gördüğünde "mahkumlarla karşı karşıya olduğumu sandım" diye haykırabilir.

Foucault bu kapatıp-kuşatma çevrelerine ilişkin ideal projeyi parlak bir şekilde inceledi; özellikle fabrikalarda görüldüğü haliyle; yoğunlaştırma; mekân içinde dağıtım; zaman içinde sıralama; etkisi, parça parça kuvvetlerin toplamından daha büyük olacak bir üretken kuvveti zaman-mekân içinde kurmak... Ancak Foucault, bu modelin geçiciliğini de tanımıştı. Bu model, amaç ve işlevleri son derece farklı olan, üretimi örgütlemektense vergilendiren, hayatı idare etmektense ölümü yöneten "hükümranlık toplumları" modelini takip etmişti; geçiş zaman içinde gerçekleşti ve Napolyon, görüldüğü kadarıyla, bu modelin bir toplumdan başka bir topluma yayılarak geniş bir ölçek kazanmasını sağladı. Ama disiplinler de, sıraları gelince kendi bunalımlarıyla karşılaştılar ve bu hal, zamanla kurulan ve İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ivme kazanan yeni kuvvetlerin kârınaydı; bir disiplin toplumu, artık içinde olmadığımız, artık olmayı bıraktığımız şeydir. Kapatıp-kuşatma mekânlarına ilişkin genelleşmiş bir bunalımın ortasındayız -hapishanede, hastanede, fabrikada, okulda ve 27


ailede. Aile de, diğer bütün "içeriler" --eğitsel, bunalımında, "mahalle klinikleri", "sağlıkevmesleki vs.-- gibi kriz içinde bulunan bir leri" ve "gündüz bakım" kuruluşları ilk "içerisi"dir. Görev ve yetki üstlenen idari başlarda biraz özgürlük tattırsalar da, kapatmekanizmalar zorunlu olduğunu varsaydıkları manın en sertine bile taş çıkaracak denetim reformları ilan etmeyi bir an olsun bırakma- mekanizmalarına da katılabilirler. Korku ya da zlar: Eğitim kurumlarında reform, sanayide re- umut çare değildir; yeni silahlar bulmaya girform, hastanelerde reform, silahlı kuvvetlerde işmek gerekir. reform, hapishanelerde reform. Ama herkes, tam tükenişleri ne zaman gerçekleşecek olursa 2. Mantıksal Bakımdan olsun, bu kurumların işlerinin bitik olduğunu Denetim Toplumları Nedir? biliyor. Yapılan aslında son ayinleri ifa etmek ve bu alanlarda istihdam edilen insanları, Bireyin içinden geçtiği farklı kapatıpkapıyı çalacak yeni güçler yerlerine yerleşene kuşatma mekânlarında geçen mahpusluklar dek beslemeyi sürdürmekten ibarettir. Bu yeni bağımsız değişkenlerdir: Her defasında sıfırkuvvetler, disiplin toplumlarının yerini almakta dan başlandığı farzedilir ve bütün bu yerlerde olan "denetim toplumları"dır. ortak bir dil olsa da birbirler"Denetim", Foucault’nun pek ”Hapishanelerin, fabrikalara, ine oranlanmaları analojiktir. yakın geleceğimiz olarak okullara, kışlalara, hastanelere ve Diğer taraftan, farklı denetim teşhis ettiği bu yeni canavara bütün bunların da hapishanelere mekanizmaları birbirinden Burroughs’un taktığı addır. benzemesi şaşırtıcı değil mi?” ayrılamaz çeşitlenmeler Michel Foucault Paul Virilio da devamlı olarak halindedirler ve dili sayısal kapalı bir sistemin zaman olan (ikili olması gerekmez) çerçevesinde işleyen eski disiplinlerin yerini değişken bir geometri sistemi oluştururlar. Kadaha şimdiden almış olan "serbestçe-kayan" patıp-kuşatmalar "öbek"ler, ayrı ayrı düzendenetimin ultra-hızlı biçimlerini incelemeyi lemeler halindedirler; oysa denetimler bir sürdürüyor. Bu meyanda olağanüstü ecza modülasyondur: Bir andan sonrakine sürekli ürünlerini, moleküler mühendisliği, genetik olarak değişen kendini-bozup duran bir yığın, müdahaleleri anmaya bile gerek yok ; ama ya da bir noktadan ötekine sıçrayan cıva bunlar bile yepyeni bir sürecin içine taneciklerinin oluşturduğu bir kütle gibi. girdiğimizi işaretliyorlar. Hangi rejimin daha berbat olduğunu kendimize sorup durmanın Bu durum, ücretler konusuna bakıldığında pek bir anlamı yok, çünkü herbiri kendilerine apaçıktır: Fabrika kendi iç güçlerini belli bir özgü özgürleştirici ve köleleştirici güçlerin denge düzeyinde tutarak kuşatıp kapsayan bir karşı karşıya geldikleri durumlardır. Sözgelimi, gövdedir --üretimde azami, ücretlerdeyse asbir kapatıp-kuşatma mekanı olarak hastanenin gari... Ama bir denetim toplumunda, korporasyon fabrikanın yerini almıştır. Korporasyon ise bir ruh, bir gazdır. Kuşkusuz fabrika da ödüllendirme ve teşvik sistemiyle tanışıktı, ama korporasyon her bireysel ücret üzerine bir modülasyon dayatma konusunda çok daha derinden işlemektedir; orada hüküm süren, meydan okumalarla, sürekli uyarılarla, yarışmalarla ve son derece gülünç grup ya da ekip seanslarıyla işleyen sürekli bir metastaz durumudur bu. Eğer en budalaca televizyon oyun şovları bile o


kadar başarı kazanıyorsa, bunun nedeni korporasyondaki durumu büyük bir kesinlikle dışavurmalarıdır. Fabrika, bireyleri hem kitle içindeki herbir unsuru gözetim altında tutan patronun, hem de kitlesel bir direnişi seferber eden işçi sendikalarının lehine tek bir gövde olarak teşkil ediyordu; oysa korporasyon en sert tavırlı rekabeti ve karşıtlığı sağlıklı bir emülasyon biçimi, bireyleri birbirleriyle karşıtlaştıran ve herbirini katedip taa içlerinden bölen harika bir motivasyon gücü olarak sunmaktadır. "Yeteneğe göre ücret" adı verilen motivasyon prensibi milli eğitimleri kendine çekmekten geri kalmamıştır. Gerçekten de, nasıl korporasyon fabrikanın yerini alıyorsa, "sürekli eğitim" de "okul"un, denetimin sürekliliği ise sınavın yerini almaktadır. Okulu korporasyonun eline teslim etmenin en emin yolu da zaten budur. Disiplin toplumlarında birey her zaman yeniden, hep yeniden başlamaktadır (okuldan kışlaya, kışladan fabrikaya), oysa denetim toplumlarında kimse herhangi bir şeyi bitirecek durumda değildir --korporasyon, eğitim sistemi, askeri hizmet, hepsi, evrensel bir deformasyon sistemine benzer tek ve aynı modülasyon içinde birarada varolan metastaz konumları gibidirler. Kendini daha o zamanlardan iki toplumsal oluşum tipi arasındaki odak noktasına yerleştirmiş olan Kafka, "Dava"da hukuki biçimlerin en korkutucusunu tasvir etmişti. Disiplin toplumlarının "görünüşte beraat"i (iki hapis arasındaki hal); ve denetim toplumlarının "sınırsız erteleme"si (sürekli değişim halinde). Bu ikisi, birbirinden çok farklı hukuki yaşam tarzlarıdır ve eğer hukukumuzun bizzat kendisi kriz içindeyse, tereddüt halindeyse bunun nedeni bir tarzı bırakıp ötekine dahil olmaya gitmemizdir. Disiplin toplumlarının iki kutbu vardır: Bireye işaret eden "imza" ve bireyin bir "kitle" içindeki konumunu işaretleyen sayı ya da idari

rakam. Bunun nedeni disiplinlerin hiçbir zaman bu ikisi arasında bir uyumsuzluk görmemesi ve iktidarın hem bireyleştirmesi hem de biraraya massetmesidir. Yani iktidar, üzerinde iktidar icra ettiklerini bir gövde halinde oluşturmakta ve bu gövdenin her üyesinin bireyliğini öbeklemektedir. (Foucault bu ikili yükün kökenini rahibin çobanıl iktidarında --sürü ile hayvanların herbiri-- görmüştü; ama sivil iktidar da kendi hesabına harekete geçmekte ve başka araçlardan faydalanarak kendini gündelik hayat "rahibi" kılmaktadır.) Oysa denetim toplumlarında, önemli olan artık bir imza ya da sayı değil, bir koddur: Kod bir "şifredir"; öte taraftan disiplin toplumları "parolalar" tarafından düzenlenirler (hem uyum sağlama hem de direniş açısından). Denetimin sayısal dili enformasyona erişimi onaylayan ya da reddeden kodlardan imal edilmiştir. Kendimizi artık kitle/birey çiftiyle uğraşır görmüyoruz. Bireyler bölünür hale gelirken, kitleler örneklemlere, verilere, piyasalara ya da "banka"lara dönüşmüşlerdir. İki toplum arasındaki farkı en iyi ifade eden şey belki de paradır, çünkü disiplin hep altını sayısal standart olarak kilitleyen yığılmış paraya başvurur geriye dönüp; oysa denetim bir standart kurlar toplamınca kurulan bir orana bağlı olarak değişip duran yüzergezer mübadele oranlarına bağlanmaktadır. Eski para midyedir, yani kapatıp-kuşatan bir ortamın hayvanı; oysa denetim toplumlarının hayvanı yılandır. Bir hayvandan diğerine, midyeden yılana geçmişiz. Yalnızca içinde yaşadığımız sistem açısından değil, yaşam tarzlarımız ve başkalarıyla ilişkilerimiz açısından da. Disiplin insanı, sürekli olmayan bir enerji üreticisiydi; denetim insanı ise dalgalıdır, yörüngededir, sürekli bir şebekenin içindedir. "Sörf" her yerde eski bildik "spor"ların yerini 29


almıştır bile. Her toplum tipiyle bir makina tipi kolayca eşleştirilebilir --makinalar belirleyici olduklarından değil, kendilerini üretip kullanabilen toplumsal biçimleri ifade ettikleri için. Eski hükümranlık toplumları basit makinalar kullanıyorlardı -kaldıraçlar, bucurgatlar, saatlar; yakın zamanların disiplin toplumlarıysa enerjiyle çalışan makinalarla teçhizatlandılar --edilgin entropi, etkin sabotaj riskleriyle birlikte; denetim toplumlarıysa üçüncü türden makinalarla işliyorlar --bilgisayarlarla --ve tıkanma türünden edilgin, korsanlık ya da virüs bulaştırma türünden etkin tehlikelerle. Böyle bir teknolojik evrim, daha da derin bir açıdan, kapitalizmin bir mütasyonu olmalı; daha şimdiden iyi bilinen ya da tanıdık bir mütasyondur bu ve şöyle özetlenebilir: Ondokuzuncu yüzyıl kapitalizmi üretime ve mülkiyete yönelik bir yoğunlaşma, bir konsantrasyon kapitalizmiydi. Bu yüzden fabrikayı bir kapatıp-kuşatma ortamı olarak dikiyordu; kapitalist ise üretim araçlarının sahibiydi, ama giderek, analojiyle kavranabilecek öteki mekânların da sahibine dönüşecekti (işçinin aile evi, okul). Pazarlar ise kâh uzmanlaşmayla, kâh kolonileştirmeyle, kâh üretim maliyetlerini düşürme yoluyla fethedilecekti. Ama şu andaki durumda kapitalizm artık üretimle filan uğraşmamakta, onu sıklıkla Üçüncü Dünya’ya devretmektedir --karmaşık tekstil, metalürji ya da petrol üretimi de dahil olmak üzere. Bu bir üstün-düzey üretim kapitalizmidir. Artık hammadde satın alıp tamamlanmış ürünler satmamaktadır: Tamamlanmış ürünler satın almakta ve parçalarını monte etmektedir. Satmak istediği şey hizmetlerdir; almak istediği şey ise stoklar. Bu artık üretim için kapitalizm değil, ürün için kapitalizmdir; yani satılmak ve pazarlanmak için olan ürünün kapitalizmi. Bu yüzden, bu kapitalizm dağılımsaldır; ve fabrika da yerini korporasyona devreder. Aile, okul, ordu, fabrika ise artık bir mülksahibine --devlet ya da özel güç-- doğru çeken birbirlerinden ayrı ve analojiyle ben30

zeşen mekânlar değildirler. Şimdi artık yalnız stok paylaşımcıları bulunan tek bir korp o r a s y o n u n --deforme edilebilir ve dönüştürülebilir-- kodlanmış figürleridirler. Sanat bile artık kapatıpkuşatma mekânlarını bırakarak bankanın açık uçlu devrelerine dahil olmaktadır. Pazar fetihleri ise artık disiplinli eğitimle değil, tarayıcı denetimle, maliyetlerin düşürülmesinden çok mübadele oranlarının sabitleştirilmesiyle, üretimde uzmanlaşmadan çok ürünün dönüştürülmesiyle gerçekleştirilmektedir. Böylece çürüme ve yozlaşma yepyeni bir güç kazanır. Pazarlama, korporasyonun merkezi, hatta "ruhu" olmuştur. Bize korporasyonların bir ruhu olduğu öğretiliyor; bu dünyanın en dehşet verici haberi. Piyasaların işlemleri şimdi artık bir toplumsal denetim aracıdır ve efendilerimizin şerefsiz ekmeğidir. Denetim kısa-vadelidir ve devir adedi hızlıdır; ama aynı zamanda sürekli ve sınırsızdır; oysa disiplin süre bakımından kalıcı, sonsuz ve süreksizdir. İnsan artık kapatılmış insan değildir. Borç içindeki insandır. Kapitalizmin insanlığın, borçlanmak için çok yoksul, kapatmak içinse çok kalabalık dörtte üçünün aşırı sefaletini bir değişmez veri olarak tuttuğu ve sürdürdüğü doğrudur: Denetim sınırların aşınmasıyla ilgilenmemektedir yalnızca; gecekondulardaki ve gettolardaki patlamalarla da uğraşacaktır.

3. Program Açısından Denetim Toplumu Nedir? Açık bir ortamda ve herhangi bir anda her unsurun konumunu veren (rezervde bir hayvan, korporasyonda bir insan, elektronik bir kemer aracılığıyla) bir denetim mekanizması düşüncesi yalnızca bir bilim kurgu fikri değildir. Félix Guattari şöyle bir kent düşleyebiliyordu: Evinizi, sokağınızı, mahallenizi (bireye ait) elektronik kartınızla bariyerleri aşıp


terkedebilirdiniz; ama aynı kart, belli bir gün, ya da belirli birkaç saat için çalışmaz durumda da olabilir; burada önemli olan bariyer değil, her kişinin konumunu --uygun mu uygunsuz mu-- düzenleyen ve evrensel bir modülasyonu gerçekleştiren bilgisayardır. İş başındayken denetim mekanizmalarının sosyo-teknolojik incelenmesi kategorik olmalı ve bunalımları her yerde ilan edilen disipliner kapatım-kuşatım yerlerinin yerine daha şimdiden geçmekte olan yenilikleri anlatmalıdır. Önceki hükümranlık toplumlarından ödünç alınacak eski yöntemlerin geri dönüp ön plana çıkmaları mümkündür --ama zorunlu değişikliklerle. Önemli olan bir şeylerin henüz başlangıcında olmamızdır. "Hapishane sistemi"nde, hiç değilse küçük suçlar için, "yerine geçen" cezalar bulma ve mahkum edilen kişiyi, belli saatlerde elektronik bir kemer aracılığıyla evinde tutma girişimleri. "Okul sistemi"nde, sürekli denetim biçimleri, sürekli eğitimin okul üzerindeki etkisi, buna bağlı olarak bütün üniversite araştırma faaliyetinin ortadan kaldırılarak, "korporasyon"un bütün okullaşma düzeylerine hakim kılınması. "Hastane sistemi"nde, hasta insanları tekilleştiren ve risklere maruz bırakan, bunu yaparken hiç de bireyleştirmeye başvurmayacak --şimdiden önerenlerin söylemeye başladıkları gibi--, aksine bireyin ya da sayısal gövdenin yerine denetimde tutulacak "bölünebilir" bir materyelin kodunu yerleştirecek, "doktorsuz ve hastasız" yeni tıp. "Korporasyon sistemi"nde ise: Eski fabrika biçimini katetmeden para, kâr ve insan dolaştırmanın yeni yolları. Bunlar çok ufak örnekler; ama kurumların bunalımı denince ne anlaşılması gerektiğini daha iyi anlayabilmeyi sağlıyorlar: Yeni bir tahakküm sisteminin ilerleyici ve yaygın kuruluş süreci. En önemli sorulardan biri birlik ve sendikaların etkisizliği ile ilgili olacaktır: Bunlar disiplinlere ve kapatıpkuşatma mekânlarına karşı verdikleri mücadelenin tarihinin bütününe bağlılar; acaba uyum mu sağlayacaklar yoksa denetim toplumlarına karşı yeni direniş biçimlerine mi bırakacaklar yerlerini? Gelmekte olan, pazarlamanın keyiflerini tehdit edebilecek direniş biçimlerini kaba çizgileriyle daha şimdiden kavrayabilir miyiz? Çok sayıda genç insan "motive"

edilmekten gururlanmakta, çıraklık ve sürekli eğitim talep etmektedir. Neye hizmet etmekte olduklarını keşfetmek onlara düşer; disiplinlerin amacını, zorluklarla da olsa, keşfetmiş olan büyükleri gibi. Bir yılanın kıvrımları, bir midyenin yumuşak ipliklerinden bile daha karmaşıktır. Sociétés de controle L’Autre Journal, 1992, Paris. English Kaynak : korotonomedya.net

31


Harry Adında Bir Maymun 2 Aralık 1998 tarihinde Puerto Rico Üniversitesi’ndeki Karayip Primat Araştırma Merkezi’nden Florida Üniversitesi’ne 10 makak maymunu gönderildi. Bu maymunlardan biri eski adıyla 95-D, ama yeni sahipleri tarafından Harry adı verilen üç yaşında bir maymundu. 11 yıl boyunca Dennis Brooks adındaki sadist dirikesimcinin ellerinde dehşet ve ızdıraplara dayandıktan sonra, Harry, 1 Eylül 2009 tarihinde Florida Üniversitesi’nin zindanlarında öldürüldü. Harry’nin bîtap düşmüş bedeni hemen yakıldı. Florida Üniversitesi’ndeki bütün mahpuslar gibi Harry’nin veteriner kayıtları da aynı şeyi gösteriyor: Harry’nin kafesinden dehşet içerisinde alındığını, zor kullanarak eli kolu bağlandığını, her seferinde artan dozlarda ketamin ve diğer ilaçlar kullanılarak “etkisiz hale getirildiği”ni ve nihayetinde çaresiz bir hale sokularak bir uyuşturucu müptelası dönüştürüldüğünü… Kız kardeşi Little Girl gibi Harry’nin de gözleri araçlarla zorla açık tutulmuş, elektrodlar göz yuvarlarına bağlanmıştı. Dirikesimci Dennis Brooks ardından Harry’nin küçük vücudunu değişik oranlardaki voltaja maruz bırakacaktı. Harry’nin ayrıca gözlerine sürekli yapay boyalar enjekte ediliyordu, ve elbette bu vahşetlerin etkilerini belgelemek adına düzenli olarak göz taramaları yapılıyordu. On seneden uzun bir süre bu akla hayale sığmaz dehşet ve ızdıraplar içinde yaşadıktan sonra Harry, Brooks tarafından infaz edildi. Florida Üniversitesi’ndeki bir kaynaktan elde edilen bilgiler cinayeti şöyle açıklıyor: “… Harry araştırma sona erdiği için öldürüldü. Hayvanların bakımı , barındırılması pahalı, özellikle de maymunlar söz konusuysa. Araştırmanın ileri düzeylere götürülmesi için para yardımı yoktu, bu yüzden Harry’nin elimine edilmesi gerekiyordu. Hayvanları barınaklara vermek istemiyorlar; çünkü gerçeğin ortaya çıkmasından rahatsız oluyorlar. Halkın bu çalışmalar sırasında araştırmacıların neler yaptığını bilmesini istemiyorlar, bir barınak kaynakları konusunda ağzı sıkı olmayabilir. “Harry hemen hayvan deneyleri tesisinin ceset yakma odasına götürüldü, orada iki üç haftada bir düzenli olarak cesetleri yakılan diğer hayvanlarla beraber yakıldı.” Kaynak: negotiationisover.com Çeviri: CemC

32


Karl Korsch Kitabı Bir proleter devrim teorisyeninin yazıları Editör: Vefa Saygın ÖĞÜTLE “Marx bugün için, işçi sınıfının sosyalist hareketinin çok sayıdaki öncülerinden, kurucularından ve geliştiricilerinden sadece birisidir” “Marksizm’in araştırma konusu, pozitif hâliyle mevcut kapitalist toplum değil, kanıtlanabilir bir biçimde işleyen parçalanma ve çürüme eğilimleri içersinde ifşa edilmiş şekliyle, çökmekte olan kapitalist toplumdur” “Ortodoks Marksizm’in felsefe karşısındaki tutumu, sığ bir Aydınlanmacının din karşısındaki tutumuna benzemektedir” “…burjuva devrim teorisinin, Jakobenizm’in ve Blanquicilik’in doğum lekelerini üzerinde taşıyan Marksçı proletarya devrimi teorisi…” “1914’ün sosyal demokratlarının sosyal nasyonalizmi, 1933’ün nasyonal sosyalizmine dönüştü (…) devrimin gök gürültüsünü karşıdevrimci saldırganlık lehine ödünç alan gerici girişimler…” “New York Times ile Nazi basını arasında özsel anlamda fark yoktur. Dev kapitalist şirketlerin seksen küsur sesi ile Goebbels’in tek bir hoş sesi arasında ilkece fark yoktur” “Faşizm, (…) rasyonel hedef-güdümlü bir devlet pratiğini, (devletin halkı, ırk ve kitlenin temsil ettiği) tamamen irrasyonel bir devlet mitolojisiyle birleştirir” “…’komün’, neredeyse bin yıllık tarihsel gelişimi içersinde, parlamentodan daha eski bir burjuva hükümet formunu temsil eder” Bu kışkırtıcı ve aynı zamanda zihin açıcı pasajların sahibi olan Karl Korsch, Marksizm içindeki özgün yerini hâlen koruyor. Bu derlemedeki makaleler, Korsch’la ilk kez karşılaşan Türkiyeli okura güzel bir tanışma, Korsch’u bildiğini düşünenlere ise bazı ezberlerini bozma imkânı sunmakta. Nitekim Korsch’un, dikkatle okunduğunda, günümüz Türkiye’sine dair de çok şey söylediği hayretle fark edilecektir. Günahları sevapları, doğruları yanlışları ya da çelişkileriyle bir üstad var karşımızda! Belki doğruları kadar yanlışlarından da çok şey öğreneceğimiz bir üstad…

33


"Yabancılaşma, insanın kendi eserini kendi dışında, kendinden üstün bir gerçek sanmasıdır."


Issuu converts static files into: digital portfolios, online yearbooks, online catalogs, digital photo albums and more. Sign up and create your flipbook.